logo

Dünya Edebiyatı 3 / Uckun Kaan

Kristin Hannah

04.12.2024

Onun romanları herkese açık bir bahçe gibidir. Bu bahçeye herkes girebilir ve yaşamın sırrını öğrenebilir. Bu sır çok basittir; dünyanın geçici bir yer olduğunu bilerek yaşamak ve dostluğun, özgürlüğün, aşkın tüm kelimelere galebe çalacak denli yüksek duygular olduğu gerçeğini kat’a unutmamak…

Panait Istrati 1884 yılında Romanya’nın İbrail şehrinde dünyaya gelmiş. Henüz dokuz aylıkken yaşadığı bölgede meşhur bir tütün kaçakçısı olarak bilinen babasını kaybeden Istrati, çamaşırcılık yaparak hayatını idame ettiren annesiyle onun memleketi olan Baldovinesti’ye dönmüş. Çocukluğunun bir kısmını bu şehirde geçirmiş. İlk gençlik yıllarında Rumen halk hikâyelerini, Rus ve Fransız kurmacalarını okumuş. Birçok işte çalıştıktan sonra Yunanistan, Mısır, Suriye, İtalya gibi Akdeniz’e kıyısı olan ülkeleri gezerek buralarda çeşitli serüvenlerin öznesi olmuş. Bu geziler esnasında kendini Fransızca sözlük okumaya adayarak Fransızca öğenmiş. Politik rüzgârların içinde savrulup edebiyatın siyasetten daha önemli bir mefhum olduğuna kanaat getireceği yıllara kadar çok kez derin buhranlar yaşamış ve bu kriz anlarından birinde Fransa’nın Nice şehrinde intihara yeltenmiş. 1929 yılında Sovyetler Birliği Rusya’sına yaptığı bir gezi onun hayatında bir kırılma noktası olmuş ve o günden sonra komünist, devrimci fikirleri kabuk değiştirmiş. 1935 yılında hayata veda eden yazar Rumen asıllı olmasına karşın eserlerini Rumence değil çoğunlukla Fransızca yazmıştır.

Dünya edebiyatında “Balkanların Gorki’si” olarak tanınan Panait Istrati’nin hayatının son dönemlerinde bu niteleme den pek memnun olmadığını söylemek lazım. Zira Istrati’nin ve Gorki’nin eserlerinin tamamına yakınını incelemiş bir okur olarak ben de, aralarında bahsedildiği gibi büyük bir benzerlik olmadığını düşünenlerdenim.

Istrati’nin herkese açık bahçesi

Istrati, 19. yüzyıldaki Balkanlar’dan Kuzey Afrika’ya kadar olan geniş bir coğrafyada kızaran, solan, dönüşen renkli hayatları filtrelere gerek duymadan en saf haliyle anlatmayı yeğlemiştir. Onun mütevazı hacimli eserlerindeki sahneler, kelimelerle dövülmüş fotoğraflar gibidir. Bu eprimiş fotoğrafların kenarlarında çalakalem tutulmuş notlar vardır. Aşkı, dostluğu, yoksulluğu ve dahi ölümü eserlerinin ortasındaki adaya yerleştiren Istrati bu adayı kuşatan mavi denizin ahengini, içindeki balıkları, dibindeki hayatları, üstündeki sandalları her bir katmanına kendi gölgelerini ekerek anlatmıştır. Onun romanları herkese açık bir bahçe gibidir. Bu bahçeye Katolik bir Rumen girebileceği gibi pekâlâ Ortodoks bir Yunan, Müslüman bir Türk, inançsız bir Rus ya da takvası zayıf bir Arap girip yaşamın sırrını öğrenebilir. Bu sır çok basittir; dünyanın geçici bir yer olduğunu bilerek yaşamak ve dostluğun, özgürlüğün, aşkın tüm kelimelere galebe çalacak denli yüksek duygular olduğu gerçeğini kat’a unutmamak…

Onun masmavi göğün altında uzanan kıvırcık ağaçlarla kaplı bahçesine zalim bir derebeyi, aynı kıza âşık iki dost, yakalandığı ağda can çekişen pörtlek gözlü bir balık, ayran gönüllü bir güzel, safsalak bir kasabalı, maraz çıkaran bir kabadayı, küfürbaz bir çocuk, yolunu şaşırmış bir martı, kıyıya vurmaktan usanan köpüklü dalgalar, gövdesi pas tutmuş bir bisiklet, dolambaçlı sokaklar, yırtık pabuçlar, sünger avcısı, serkeş bir delikanlı, romantik bir ayyaş, delikli bir kâbus, cumbalı evler, külüstür gemiler, nargile tüttüren bir dert babası, âlemci bir ihtiyar, geçmişte kalmış bir an ya da kan ter içinde çalışan köylüler girebilir ve bunlardan hiçbiri yerini yadırgamadan birbirleriyle konuşup dertleşebilir. Zira Istrati, yapışkan bir sıvıyla kapladığı eserlerinde birbirleriyle uzlaşmaz gibi görünen kavramları, tezatlıkları bir arada tutmayı ve bu uyumsuzluklardan herkese neşe vaaz eden bir müzik üretmeyi başarır.

Derin bir idrak gücü

Istrati’nin çattığı roman iskeleti, girift oyunlara, yoğun okumalar neticesinde cisimlenmiş matematiksel tekniklere veya türlü edebiyat kuramlarına dayanmaz. O, güdük sayılacak ömründe gördüklerini, duyduklarını, kokladıklarını derin bir idrak gücüyle tarif etmek istemiştir sadece. Yaşadıkları, yaşamadıkları ve yaşayamadıkları kalın bir urganın üç düğümüdür. Bu ipin boşluklarında kıvamı yoğun hayatlar vardır. Istrati’nin karakterlerine de zerk ettiği bakış açısına göre bir evrendeki en önemli mesele şerefli bir insan olarak yaşayıp geride kalan dostlarının seni güzel hatırlamasıdır. Yazarın Türkçeye çevrilmiş başlıca eserleri; Akdeniz, Kodin, Naratzula (Sokak Kızı), Arkadaş, Kira Kiralina, Angel Dayı, Baraga’nın Dikenleri, Perlmutter Ailesi ve Sünger Avcısı’dır. ‘’Allah büyüktür” ve yeryüzünde her şey olacağına varır.’’

Kaan Murat Yanık / Sabit fikir

Zorbalara dünyayı avuçlarında tutma gücünü veren şey herhangi bir ahlaki değer ölçüsü değil, ezilenlerin korkaklığıdır.

İnsan olmak ve hayatı hayvanlardan daha az anlamak ne hazin şey.

Hayvan olması gereken kişiler insan kılığına bürünüyor, öte yandan insanlarda ender bulunan niteliklere sahip yaratıklar sözden yoksun birer hayvan şeklinde dünyaya geliyorlar.

Tanrı insanı, sırf hayvanların ne kadar dürüst ve nazik olduklarını ispat etmek için yeryüzüne getirmiş olmalı.

Ölçüsüz iyilik, derdi, bencillikten daha zararlıdır. Birine ebediyen size güvenebileceği hissini vermek, ona iyilik etmek değildir!

Kimse insanların acıya katlanma gücünü bilemez. Tek bilen kendi yüreğimizdir.

Panait Istrati

Modern insanın problemi, samimi ve sahici olamaması.

İçimizde korkunun tohumları da durur, merhamet, aşk ve nezaketin tohumları da. Hangisine su verirsek o büyür. Neyin yeşereceği bizim seçimimiz.

Acıya karşı en kolay yaptığımız şey, kendimizi uyuşturmaktır.

Kötülerin kaybetmediği bir ülke, çocuklarına ahlakı öğretemez.

Derdin varsa varsın. Derdin kadar varsın. Yaraların kadar… Hayatın beni getirdiği yerde sadece dert var diyorsan, o derdi hissedecek bir ruhun olduğuna sevinmelisin. Ya ruhun ölseydi?

İnsanın olduğu yerde, sizin hikayenizi dinlemeye hazır bir yürek mutlaka vardır.

Kendim için talep ettiğim hakları, ötekine de, hiç cömertlik taslamadan verebiliyorsam bir vicdanım var demektir.

Dünyanın bütün çirkinliklerini tek başına yenemezsin. Yine de dünyanın senin yapabildiğin kadar olan o iyilik ve güzelliğe ihtiyacı var.

Gelişmek, bir kitaba sığdırılmış sloganları ezberlemekle olmaz; hayatın duvarlarına çarpa çarpa, yaşayarak, tecrübe ederek, yaşadıklarından öğrenerek gerçekleşir. Kendi önünüzden çekilin.

İnsan yerine konmayanların ölümlerini, feryat ve acılarını duyamıyoruz. Küresel propaganda, bizi onların bunu hak ettiklerine inandırıyor.

Bir çaydanlığın kaynadığı her yerde kalpten kalbe bir yol var demektir. Evet, dost elinden gel olmayınca gidilmez; ama bir hanede çay demleniyorsa, bir gün oraya da gidilebilir, konuşulabilir, anlaşılabilir demektir.

Bazen adaletsizlik biz rahatımızdan vazgeçemediğimiz için gelir. Canımız yanmasın diye, canı yananların iniltilerine kulak tıkadığımız için.

Ruhunu satmayan her adam bu ahlaksız dünyanın suratında patlayan bir şamardır. ‘Akıllı’ bombalara yüreklerini siper eden mazlumlar, insanlığın zafer bildirisidir. Belki de bütün Gazze şimdi bir Musa’dır.

Gerçeğin acı ilacı insanı ayık tutar. ‘Pozitif’ yalanlarla sahte cennetlerde gezinmek yerine, gerçeğin kolunda bu dünyaya yaslanmak yeğdir.

Bütün dünyada olduğu gibi bizim toplumunda da maddiyatçılık giderek geçer akçe bir değer haline geliyor. İnsanlar maddi başarıyı her şeyi temize çıkaran bir sonuç olarak algılıyorlar. Bunun tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Eğer maddi başarı hayattaki başarının tek ölçüsü haline gelirse insanlar giderek birbirine karşı kıyıcılaşır ve birbirine yardım elini uzatan hiç kimse kalmaz. Hayatta başarı bence başka insanların hayatına ne kadar dokunabildiğiniz, başka insanların hayatını ne kadar değiştirebildiğiniz ve kendi hayatımızı ne kadar değiştirdiğimizle alakalı.

Ümit ve iyimserliği birer mücevher gibi ruhunda gezdiren insanlar sayesinde dünyanın güzelleşir. Onların yeryüzüne vuran ışığı; bize adaletin, eşitliğin, saygının hala mümkün olduğunu, istersek kötülüğü değiştirebileceğimizi telkin eder. Ümidi diri tutan ise, yeryüzünde merhametin varlığıdır.

Her ayrılık iyi bir vedayı hak eder. Kaybettiğinizi toprağa vermedikçe, yasınızı bitiremezsiniz.

Dünya merhamet eksikliğinden can çekişiyor.

İnsan zorlukla sınanmadan içindeki gücü keşfedemez açılmamış kanatların büyüklüğünü kimse bilemez.

Umutlu insan, kökü ve kanatları olan insandır, buhranların içinden çıkmanın ve sorunları çözmenin bir yolunu bulur. Hayatlarımız boyunca kök ve kanatlarımızı arar, bazen bulur, bazen de kaybederiz. Tuhaf ama, kanatlanacak cesareti bulanlar aynı zamanda bir kökü olanlardır.

Türk televizyonları türk toplumunun ruh sağlığını tehdit eden en büyük unsurdur. Bunu göğsümü gere gere söylerim. Bu adi, pespaye programlar insanların birbirine yabancılaşmasını tırmandırıyor. İnsanları değersizleştiriyor, metalaştırıyor. Bunun sonucunda da toplumda birbirine saygı duymayan, nesne muamelesi yapan bir gençlik türüyor.

İnsan ötekinin yüzünü arayan bir varlık. Bir başkasında yankılanmak isteyen, içinin ışıklarını bir başkasının içine düşürmek isteyen bir varlık.

Kişi kendi kalbine olan yolculuğunu tamamladığında, herkesin kalbinde kendini bulur.

Hayat kitabımızı, Hayal kırıklığı ve umudun mürekkebine banarak yazıyoruz, bu yüzden olsa gerek, sayfaları rengarenk.

Biz uzaktan sevmelerde birinciyiz.

Hız, modern dünyanın dehşet ve kuraklığına karşı kalkan işlevi görüyor. Hatırlamak istemediğimizi, hızlanarak unutuyoruz. Peki hız, hayattan mı yoksa ölümden mi kaçış? Hız, bir bakıma insanın kendi ölümünün, ölümlülüğünün farkına varmasını engelliyor.

Hep gidecekmiş gibi yaşarsın da, Dünyada bir gurbet tadı olur ağzında.

Galiba hepimiz yitirdiğimiz insanın yasını tutuyoruz. Mümin yitirdiği inancın yasını tutuyor. Komünist yitirdiği ütopyanın yasını. Millet, millet olamamanın, komşu komşuluk edemiyor oluşun yasını tutuyor. Politikanın bize ileride daha güzel bir dünya sunacağına dair itikadımızı yitirmenin yasını tutuyoruz.

İnsan zorlukla sınanmadan içinde saklı duran gücü keşfedemez. Açılmamış kanatların büyüklüğünü kimse bilemez.

İyiliğe dair hiçbir söz, hiçbir eylem boşuna sarf edilmiş olamaz. Bir yerden yankı verir. Toprağa düşen bir tohum yoktur ki filiz vermesin.

Bir toplumun uygarlık seviyesi, içindeki en zayıf üyelerine nasıl davrandığıyla ölçülür.

Hayatı daha duyarlı yaşamak için hüznü bilmek gerek. Hüzünle birlikte egomuza sınır çizmeyi öğreniriz. Tevazuyu, ötekinin haliyle hallenmeyi öğreniriz. Hüzün bize bu dünyada kendi benliklerimizi aşan, çok daha önemli meselelerin olduğunu fısıldar.

Herkesin konuşacak tonlarca şeyi olduğu bir dünyada, en çok işitebilen kulaklara ihtiyaç var. Hissedebilen kalplere de.

Güzelliği arıyorsan, önce sen güzel ol.

Merhametin eli, aklın aritmetiğinden hızlıdır.

Başkası olma, kendin ol Modern zamanların büyük palavrası. İnsanın kendisiyle sarhoşluğunun ürettiği, hamlığa rağmen olmuşluk yanılsaması.

İnciten ne yaptığını bilmiyor ama sen biliyorsun. Bırak kin kindarların, hınç zalimlerin, kötülük kalpsizlerin olsun.

Devrimlerin fitilini soylu ruhlar ateşler, tarihi buldukları dünyayı daha da güzelleştirmek isteyen iyimserler yazar.

Sevdiklerinden zaman çalan kişi aslında hayattan çalmaktadır. Zamandan tasarruf etmek için sevgiyi heba eden, hayatı heba eder.

Tuhaf olan, bugün müslim olduğunu söyleyen insanların hayatında çirkinliğin kurduğu saltanattır.

Birinin kendini değiştirebilmesi, önce kendisini olduğu gibi kabul etmesiyle mümkündür.

Prof. Dr. Kemal SAYAR

Kemal Sayar

Psikiyatrist, Tıp Doktoru, Yazar, Şair

  • İlgi, istek, bilimde de kritik faktör.
  • İnsan kendi düşüncelerinin ürünüdür.
  • Endişeleri düşünürsen başarısız olursun.
  • Ne olduğunuzu düşünüyorsanız osunuz.
  • Vazgeçmemek, yapabilmenin yüzde 95’idir.
  • Kendinize inanın, güzel şeyler olmaya başlar.
  • Akıllı insanlar, başkalarının hatalarından ders alırlar.
  • En büyük ve karlı yatırım, kendine yapılan yatırımdır.
  • Zihninizi yönlendiren düşünce, zeka gücünüzden daha önemlidir.
  • Büyük insanlar dinlemeyi, küçük insanlar konuşmayı tekeline alırlar.
  • İnandığın zaman, zihnin bunu gerçekleştirmenin bir yolunu bulacaktır.
  • Zihniniz, bir günde sayısız düşünce üreten verimli bir düşünce fabrikasıdır.
  • Unutmayın, bilgileri ezberlemek yerine düşünebilme yeteneği çok daha değerlidir.
  • Peki, bir deneyeceğim ama bu işin olacağını sanmıyorum. Tavrı, başarısızlığı getirir.
  • Başarı ‘Bu nasıl yapılır?’ diyerek daima yapabileceğine inanan kişilerin kapısını çalar.
  • Bunu hemen şimdi başarılı olma kuralları defterinize yazın: Eylem, korkuyu tedavi eder.
  • Belki de insanların en büyük zayıflığı kendilerini layık görmemeleridir. Yani kendini ucuza satmaktır.
  • Eğer gerçekten bir şeyin yapılabileceğine inanırsan ve gerçekten inanırsan; zihnin yapılabilmesi için yollar keşfeder.
  • Dağları oynatabileceklerine inananlar bunu yaparlar. İnanmayanlarsa bunu yapamazlar. İnanç insanın yapma gücünü harekete geçirir.
  • Sıradan şeylerin ötesinde düşünün. Dikkatinizi büyük hedeflere odaklayın. Ufak tefek şeylerle ilgilenmeden önce kendinize şunu sorun: Gerçekten önemli mi? Büyük düşünerek büyüyün!
  • Bir şeyin imkansız olduğuna inanırsanız, aklınız bunun neden imkansız olduğunu size ispatlamak üzere çalışmaya başlar. Ama bir şeyi yapabileceğinize inandığınızda, gerçekten inandığınızda, aklınız onu yapmak üzere çözümler bulma konusunda size yardım etmek için çalışmaya başlar.

David Joseph Schwartz / Vikisöz

David J. Schwartz, özellikle kişisel gelişim ve motivasyon üzerine yazdığı kitaplarla tanınan Amerikalı bir yazardır. En çok bilinen eseri, “The Magic of Thinking Big” ( Büyük Düşünmenin Büyüsü), milyonlarca kopya satmış ve pek çok kişinin hayatında dönüşüm yaratmıştır.

David J. Schwartz, motivasyon ve liderlik üzerine yoğunlaşan bir yazar ve konuşmacı olarak ün kazanmıştır. Akademik kariyerine Georgia State University’de pazarlama profesörü olarak devam etmiştir. Schwartz, kişisel başarının mental tutumlarla başladığına ve büyük düşünmenin, hedef belirlemenin ve pozitif düşüncenin kişisel ve profesyonel başarıya giden yolda kritik rol oynadığına inanmaktadır.

Schwartz, “The Magic of Thinking Big” adlı eseriyle kendisini kişisel gelişim literatürüne adamıştır. Kitap, okuyuculara kendi potansiyellerini maksimize etme ve daha büyük hedeflere ulaşma konusunda ilham verir. Eser, basit ama etkili stratejiler sunar ve Schwartz’ın pratik psikolojiye dayalı önerileri, okuyucuların daha verimli ve motive olmalarına yardımcı olur.

Başarıları ve Etkisi: Schwartz, yazdığı kitaplar ve verdiği seminerlerle birçok kişinin profesyonel ve kişisel yaşamında pozitif değişiklikler yapmasına yardımcı olmuştur. “The Magic of Thinking Big” kitabı, dünya çapında onlarca dilde yayımlanmış ve pek çok okuyucuya ulaşmıştır.

Sonuç: David J. Schwartz, düşünce gücünü ve kişisel motivasyonu merkeze alarak bireylerin hayatlarında olumlu değişiklikler yapmalarını teşvik eden eserleriyle tanınan bir yazardır. Onun kitapları, yalnızca kişisel gelişim kitaplıklarında değil, aynı zamanda iş dünyasında da başucu kaynaklarındandır.

EDEBİYAT EVİ

“Sokağı edebiyata taşıyan yazar” Hüseyin Rahmi Gürpınar (Hayat Bir Sanat 15 Kasım 2019)

Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç (1912)

  • Bu memlekette kızlar için ayıp olmayan ne var acaba?
  • Meğerse âdemoğlu hileden ibaretmiş.
  • Hayat hesapsız can düşmanlarına durmadan karşı koymakla devam ettirilen pek nazik bir geçittir.
  • Tarifsiz hayat perişanlığı içindeyim.
  • İnsan birçok şeyden sorumlu olabilir. Fakat çirkinliğinden asla. Çünkü bu felaketin en büyük mağduru yine felakete uğrayanın kendisidir. Başkası değil.
  • Sizin rüyanızın bittiği yerde benimki başlıyor.
  • Gönül kimi severse güzel odur.
  • Dost denebilecek iki kişi bulmak hemen hemen imkânsız görünüyor.
  • Duyduğunuz her yeni fikre kızmayınız. Onları güzelce anlamak için kavrayış yeteneği kazanmaya uğraşınız.
  • Ne kadar melek huylu bir kız olursan ol. Herkesin içinde bir kere bisiklete binmek herkesi senden nefret ettirmeye yeter!
  • Beynin de, kullanılmayan başka bir vücut organı gibi zayıflayacağını bilmeyerek bilgilerini genişletecek, zihinlerini kuvvetlendirecek bir ciddi şekilde okumaya üşeniyorlar.
  • İnsanlar saçma inançlardan uzaklaşıp ne kadar az aldanırlarsa, insanlık şereflerine o kadar yaklaşmış olurlar.
  • İnsan adaletinin yanında bir de vicdan adaleti vardır. Genel adaleti kefalet altına alan mahkemeler, vicdan adaletinin hâkimleri ise herkesin kendisidir.
  • Gökyüzünde ve havada meydana gelen büyük büyük olaylarla bu dünyanın ufak tefek, aşağılık olayları arasında bir bağlantı aramak pek gülünç ve saçma bir hal olur.
  • Halk alaylara, iğrenç tuhaflıklara, birkaç kaba taklitle başlayan eserlere bayılıyordu. İrfan, “Evrim Kanunu”na ait o nefis, besleyici makalesine karşılık hokkabaz Çiçekçioğlu’yla yardağı Salamon’un pis konuşmalarını andırır bir bayağılık yazıp göndereydi, kim bilir bunu okumak için nasıl kırılacaklardı.
  • Kuzguna yavrusu anka kuşu gibi güzel görünürmüş. Allah herkesinkini kendine bağışlasın.
  • Çünkü insanlar her felakete cehaletleri sebebiyle uğramışlar ve hâlâ uğramaktadırlar.
  • Her zaman bilgisizlik ve softalıkla, en çirkin düşmanlıklarla birbirimizi yedik. Boğuştuk.
  • Kadınlar için sükût yorgunluk, söylemek ise dinlenmek demektir.
  • Açıklanması güç olan gerçeklerin gizlenmesi daha güçtür.
  • Erkekler için şimdiki ilimlerin lüzumlu saydığı şeylerin kadınlara da gerekli olduğunu düşünmek neden kabahat? Neden günah olsun?

Gulyabani (1913)

  • Çiftliğin sahibi Hanımefendi perilere karıştı, çıldırdı. İç bahçedeki havuzun kenarında her akşam cinler toplanırmış. Hanımefendi gidip onlarla oturur, konuşurmuş. Hanım’dan başka gece bahçeye çıkanları periler boğarmış. Oraya giden erkek, kadın hizmetçilerden hiçbiri sağ dönmez. Sular karardıktan sonra o yakınlarda kimseler dolaşmaz. Kurtları kuşları bile çarparlar.
  • Şekerim, gönül kimi severse güzel odur. Aşk ile büyülenen gönüller, kendi ruhlarının tanıdıklarından başkasıyla ateşlerini yatıştıramazlar.
  • Âlemin aklını mezata çıkarmışlar da gene herkes kendininkini beğenip almış. Akılcığımı kimselerinkine değişmem vallahi… Bana deli diyenlerin, dilerim Tanrı’dan tepeleri delinsin.

Ben Deli miyim? (1925)

  • Delilerin iki tür talihleri vardır. Akıllara aykırı düşen ekstra çılgınca atılganlıklarında başarılı olurlarsa “dâhi” unvanını alırlar, başarılı olmadılar mı doktorların ellerinde kalırlar.
  • Azınlığın servetini koruyup çoğunluğun açlığına çare düşünmeyen hükümetlerin hiçbiri bu dünya yüzünde kalıcı olmayacaktır.
  • Ben arkası gelmeyen uzun lakırdıdan sıkılırım.
  • Bütün insanlık yalanların, dolanların içinde yuvarlanıp gidiyor.
  • Sen adaleti her zaman çabuk iş görür sanma.
  • Suçsuz bir kimseye karşı düzenlenen bir fesada ne çabuk inanılıyor.
  • İnsanlar, yularları nasip denilen heyulanın elinde, nereye gittiklerini bilmeyen hayvanlardır. Çok geniş ve hesapsız sandıkları fikir ve arzuları pek sınırlıdır. Daima nişan alarak peşinden dolaştıkları emelleri zengin olmak, çok yaşamak, meşhur olmak. Hemen hemen işte bu çeşitten dört beş şeyle sınırlı gibidir.
  • Dünya yarım akıllılarla dolu.
  • Toklar açların haklarını yiyorlar.
  • Tımarhane kayıtlarını tutanlardan üniversite profesörlerine kadar her fert, her şeyden önce kendi akıl ve zekasının hayranıdır.
  • Akıllı olmak ne büyük ahmaklık, ne yürek yakan sıkıntı ya Rabbi’m…
  • Dünya da kendilerini akıllı sanan budalalarla dolu değil midir?
  • Hürsün, öyle mi? Canın ne yapmak istiyor? Bana söyle. İlkin, arzunu yerine getirecek paran yok. İkinci olarak, kanun, din, ahlâk kitaplarını aç. Her davranışının onlarla kayıt altına alındığını görürsün.
  • Bu dünya bir tiyatro, bu hayat bir sinemadır. Her olayın bir ömrü vardır, gelir geçer. Bu âlemde geçmeyen şey olur mu?
  • Her şey bir komedya. Bütün insanlık yalanların, dolanların içinde haşır neşir.
  • Haine insaf olmaz.
  • Delinin yüreği ve ağzı birdir.

Utanmaz Adam (1934)

  • Bana “utanmaz adam” lakabını verdiler. Fakat efendim, ben hep bunları utanır görünen adamlardan temeşşuk ettim. Herkesin doğru eğri yollardan gelen kazancına bugünkü kargaşalık arasından katiyyen bir helal veya haram membaı tayin etmek mümkün değil gibidir. Adam öldürmedim. Sokakta karmanyolaya getirerek bağırta çağırta kimseyi soymadım… Cemiyet ortasında kangrenli daimi birer çıban gibi işleyen soysuzlara çattım. Bu kanun kaçaklarının kazançlarından vergi aldım. Onları korkuttum. Üzdüm … Pervasız tecavüzlerindeki cesaretlerini kırdım….
  • Benim cebimde birkaç papel var, sizin cebinizde birkaç bin… Bu niçin? Bu fark nereden geliyor? Siz, Allah’ın, benden ziyade sevgili kulları mısınız? Hiç sanmam. Çoktandır Cenab-ı Hak dünyanın sosyal, ekonomik işlerine karışmıyor. Haşa, kendinden bu kadar idaresizlik umulmaz. İnsanlardan nefret ederek dünya işlerini şeytana bırakmış olmalı.
  • Hırsızlığı kaldır, artık mahzenlere, demir kapılara, kasalara, bankalara, polislere, bekçilere lüzum kalmaz. Medeniyet çalışmalarının ehemmiyetli bir kısmı şıp diye durur.
  • Erkek kendinde kadına göre büyük bir yaratılış görüyorsa o büyüklüğü doğuran kadındır.
  • Dünyadaki bütün açlar, toklara kendi haklarını yedikleri gözüyle bakarak barışmaları imkanı olmayan düşmanlardır. Bu gerçek her ihtilalde zenginlerin, asillerin, sözü geçenlerin öldürülmeleriyle meydandadır.
  • Yüksek ikiyüzlülük her huya uyuş ve bütün başarıların anahtarıdır.
  • Kadınlar kendilerini fazla seven erkeklere ahmak gözüyle bakarlar.
  • Bu dünyada iyilik yapanlar iyilik yapmak zorunda kalanlardır.
  • Çıkar veya korku yüzünden sayar gibi gördüğümüz kimseleri yürekten hiç sevmeyiz. Çünkü bu sevgi, bu saygı içten değil yalancıktan dır.

Deli Filozof (1964)

  • İşlediğimiz sevap ve günahlar ara sıra seçilmez öyle ince sebeplere bağlıdır ki, iyi veya kötü insan olmaklığımızdan kişiyi mi, yoksa tabiatı mı sorumlu tutacağımızı tayin etmekte şaşırıp kalıyoruz.
  • Kader hayat düşkünlerinin şikayet seslerini tıkamak için uydurulmuş bir sözdür.
  • Çalışkan adam hiçbir vakit dilenci olmaz.
  • Kanundan en çok korkanlar, kanunu hiç bilmeyenlerdir.
  • Dünyada çektiğimiz sosyal dertlerin çoğu yasalarımızın tabiatla bir türlü uyuşamamasından ileri geliyor.
  • Hayal, gerçek olduktan sonra bütün çekiciliğini, büyüsünü kaybeder.
  • İçlerimizin çirkinliklerini göstermekle değil, yüzlerimizin yalancılığına aldanmakla birbirimizle geçinebiliriz.
  • Bir zaman gelecek ki, günah kaldırılacak, doğan çocuğun babasının kim olduğu aranıp sorulmayacaktır.
  • Kıskançlık her zehirden acıdır, panzehiri yoktur.
  • İnsanların zayıflıkları, hayırdan çok kötülüğe düşkünlüklerinden gelir.
  • Hepimizin ruhlarımızda işlediklerimize hükmeden birer şeytan vardır.
  • Kuvvetin fazlası sahibini sorumsuzluk tahtına çıkarır.
  • İnsanlık, ne felaket çekiyorsa kalabalıkların ahmaklıkları, budalalıkları yüzünden çekiyor.
  • Davanı Allah’a havale edip beklemektense, Adalet Bakanlığı’na dilekçe vermekte acele etmek daha uygundur…
  • İnsan denen yaratığın gönlünde değişmez bir şey yok.
  • Biz kendi kendimizin sahibi değiliz. Hayat vakit vakit dönen ve başımızı döndüren bir sarhoşluğa benziyor.
  • Haksızlıktan yakınanlar, haksızlık yapabilmek kudretini ele geçirdikleri vakit yaratılış ve inançlarını değiştiriyorlar.
  • Hepimiz kendi çıkarlarımızın uşağıyız.

Cehennemlik (1973)

  • Alemin kuruluşunun şaşırtıcı düzeni içinde öyle ufak tefek düzensizlikler var ki duygularımızı ve isteklerimizi doğuran tefsirlerin elinde biz zayıf birer oyuncak gibi kaldıktan sonra tabiatla insanlık arasındaki soruculuk ile soruya cevap vermek nasıl ayırt edilecek.
  • Bir günahın gizlenmesi, olmasından ileri gelecek cezayı ortadan kaldırır sanılıyor.
  • Üstün gelmek ümidi yoksa her haksızlık ve namussuzluğa karşı hazım ve sükut namusluluk ve sağlamlık sayılır.
  • Bir kişi acındırmak mevkiinden, lütfen acımak makamına fırlayınca acımak cömertliği kalmayarak kimseye acımaz oluyor.
  • Birine, gözle görünür halde acımak, kendi rahatlık ve saadet sebeplerinden bir kısmını ona bırakmakla olur.
  • Bu dünya öyle bir ibret yeridir ki, insan bir zaman insanlığını unutarak şahsi olmayan bir köşeden hali gözlese alemden, hayattan, kendinden nefret eder.
  • Yalanlarla, riyalarla, yaltaklanmalarla, nezaketlerle örtülmüş, işte insanlığın iç yüzü.
  • Her dostluk, bir çıkar karşılığıdır.
  • Çoğu kez insanlara büyüklük yaradılışlarından değil, mevkilerinden bulaşıyor.
  • Herkese bir çıkar temin edebildiğiniz müddetçe büyük adamsınızdır. Sizin için yerinizden düşmek saati çalınca bugün karşınızda divan duranlardan korkunuz.
  • İnsanların zorbalığa, yırtıcılığa, vahşiliğe karşı takdirleri büyüktür.
  • Bu dünya bir mektep, kanunu ‘falaka’, hocası ‘istibdat’tır.
  • İnsanların en çok hoşlarına giden en olmayacak vaatlerdir.
  • Hürriyet, kuvvetle temin edilir. Hürriyetin koruyucusu kuvvet olunca zayıfın hürriyeti manasız kalır.
  • Ölüm, kokuşup çürümek ise doğum onun başlangıcı olan bir yaradır.
  • Derin düşünen rahat yaşamaz.
  • Bir yandan akıllı, alim yetiştirmek için mektepler açar. Öte yandan filizlerini budamak için çareler ararlar.

Namuslu Kokotlar (1973)

  • Hayatın bile bile aldanır görünmek zorunluluklarından kurtulabilmemize imkan var mıdır? İnsanlığın en gülünç alışkanlıklarından biri de bu değil midir?
  • Aşk daima zalim, aşık her zaman gülünçtür.
  • Sevgililerinin gözünden düşmek tehlikesini sezen kadınların dengeyi sağlamak için kullanacakları ilk silah süslenmektir.
  • Bu dünyada para için midelerin kabul etmeyeceği hiçbir şey yoktur.
  • Kimi kötü durumlarda, gerçeği öğrenmektense aldanmış kalmak bir mutluluk sayılır.
  • Hayat ya aldanma, ya aldatma … işte bu dalavereden ibaret.
  • Tanrı hiçbir vakit bu evreni, bir azınlığın karnını doyurup çoğunluğunu aç bırakmak için yaratmamıştır. Bu işte Tanrı’nın bir isteği yok, kullarının tahakkümü var.
  • Yoksulluk kimi zaman en büyük nimettir. Ekmek paranızı çıkarmak için günde on saat çalışmak zorunda olsaydınız, bütün zamanınızı, zenginliğinizi bilmem nenizin havasına sarf etmek ahlaksızlığından kurtulurdunuz.
  • Sevda avareliği zenginlere özgü lüks duygulardır.
  • Kadın kısmı bir erkeği yaşam boyunca benimseyince kıskançlığını, baskısını ve sonunda çekilmez densizliklerini artırır.
  • Bazı kimseler vardır ki, incelenince sözlerinin münasebetsizliği anlaşılmakla birlikte, bilgileri sınırlı insanlara ilk bakışta parlak görünürler.
  • Hayat gündüz ile geceden örülmedir, ama sonu, hep gecedir. Ve bu geçirdiğin gecelerden birinin sabahı olmayacaktır.
  • Hayatta öyle anlaşılmaz anlarımız var ki, bugün istediklerimizin yarın tersini istiyoruz.

İki Damla Yaş (Oyun)

  • Babaya karşı saygı ya menfaat ya korku duygusundan geliyor.
  • Kadının hukuku başka… Erkeğin uykusu başka.
  • Karılarının üzerine başka çiçek koklamayacaklarını vaat edip de perhizi bozmuş olan kocalardan hiçbirinin yemine tutularak burnu düştüğü görülmemiştir.
  • Bir kere baba olmak kazasına uğradınız mı her konuda sizinle zıtlaşan, açıktan açığa düşmanlık ilanından çekinmeyen eğer zenginseniz mirasınızı yemek için ölümünüzü bekleyen düşmanlarınızı nefsinizin zararına yaşatmakla görevlisinizdir.
  • Hayatta iki devre vardır. Çocukluk, ihtiyarlık… Yeni doğan çocuk nasıl yürüyemez, söyleyemezse, ihtiyar da yavaş yavaş insani güçlerinden kalır… Yetiştirilmiş evlat işte o zaman bu kocamışa destek olur. Oğullarının, kızlarının kollarında sarsak sarsak yürüyen babaları hiç görmediniz mi?
  • Ne iyi insanlar vardır ki azap içinde ölürler. Ne fena adamlar olur ki duymadan kalıbı dinlendirirler. Tabiat bu konuda çok saygısızdır.

İki Hödüğün Seyahati

  • Hoppa kadınlara koca olanların vazifeleri doğacak çocuklara belediyede baba yazılmaktır.
  • Molière’in dehasını parlatan budala kocaların oynak, güzel karıları değil miydi?
  • Tanrım, sen de, biz de, hayat da, ölüm de, varlıkların hepsi de birbirinden karmaşık; içinden çıkılmaz, anlaşılmaz yüksek bir bilmeceyiz.
  • Dünya yuvarlakmış. Yok ananın örekesi… Dünya yuvarlakmış sözünü sana kim etti? Elhamdüllillah Müslüman evlâdısın sen buna inanmalı mısın? Bak oğlum dünya karpuz gibi yuvarlak olsa üst tarafa gelenler rahat otururlar. Fakat alt tarafta kalanlar sapır sapır dökülmezler mi?
  • Ben diyeceğim adalet, o bana indirecek üç yumruk. Ben diyeceğim eşitlik, onlar atacak iki tekme. Ben onlara anlatacağım lafla, onlar bana ders verecekler elle, ayakla…
  • Heybeliada’nın özelliklerinden biri eşeği bol olmasıdır. Arabistan’da devenin önemi neyse adamızda eşeğin değeri de odur.
  • Başımıza uğursuzluk yağıyor. Dünyada bet bereket kalmadı. Azgın karılar, bütün bu belaları başımıza siz getirdiniz. Biz vaktiyle hiçbir tarafımızı kocamıza bile göstermezdik.
  • Hayatın girdiğimiz her iki devresinde bir lâhza huzur aramak ne abes bir ümittir. Biçare hayvan, sahibinin azabından kurtuldu. Lâkin insanların işkencesinden kaçamadı.İnsan, insanın canavarlığından nereye iltica edebiliyor ki bu emniyetli yeri o aciz mahluk keşfedebilirsin.
  • Tiyatroya gitmek lüzumusu yok. Dikkat olunursa bu kalabalıkların içinde ne komedya oynanıyor!
  • Mazi neler yutuyordu neler! Kederlerimizi, götürdüğünden ziyade sevinçlerimizi de gömüyordu. En büyük filozoflarımız bile geçmişle gelecek akımları arasında bizi sürükleyen şimdiden doğacak saadetleri bekleyerek yaşamıyorlar mı? Hayatın aldatıcılığında öyle bir sihir var ki, gelecek zaman, çektireceği bütün felaket ve uğursuzlukları tesirli bir söyleyişle yüzümüze bağırsa, yine maksadının korkunçluğunu anlamak istemeyeceğiz.
  • Çocuk denilen insan fidanında merhametin pek kıt olduğunu veya hiç olmadığını o zaman anladım.

Can Pazarı

  • Bu dünyada insanlara hakim olmak için iki şey vardır: Birincisi kuvvet, ikincisi kurnazlık…
  • Kanunların birçok lastikli yerleri vardır. Bu öyle bir kuvvettir ki onu ellerinde kullananlar lazım olunca onu istedikleri gibi eğip bükülmek ustalığına sahiptirler.
  • Bu dünyada nereye gitsen senden kuvvetli, sende kurnazının elinde uşak olursun.
  • Bir semti asilleştiren oranın taşı toprağı değil insanlarıdır.
  • Hayatın sahnesi geniş, oyuncular dağınık… Kâh seyirci, kâh oyuncu oluyoruz. Çok defa birbirimizin komedyalarımızı, facialarımızı seyrediyoruz.
  • Kendini beğenmişlik. Güya buna karşı gelmek için de bir laf uydurmuşlar: Vicdan… Yalnız laf olarak var olan bu söz her vakit ve her yerde kendini beğenmişliğin kurbanı oluyor.
  • Teessüf olunur ki şeytanın idaresi, yeryüzündeki teokratik ve laik hükümetlerin en sözü geçeri, en kuvvetlisi ve en geniş olanıdır.
  • İşte insan mayasının bayağılığı… Her vakit bizi istemeyenlere tutuluruz. Her işte bir ifrit gibi kabaran izzetinefis, sevdasının önünde siner, bükülür. yok olur.
  • İnsanın ıstırabı dayanıklılığının üstüne çıktığı bazı hallerde tabiat, beyni uyuşturur, adeta kendi kendine hisleri uyuşturmuş bir hal alır.
  • Nefret… Nefret… Nefret… Ne yüksek bir duygu… Ama ne kadar çağırsak yardımımıza gelmiyor, bize kadar alçalmıyor, biz ona kadar yükselemiyoruz.
  • Erkek her şeye kadının razı olmasını beklemek zorunda kalırsa insanlık çılgın kanatlı bir kelebeğin arkasından koşan şaşkına döner.
  • Halk, reklamcılığın çoğunun sırf aldatmaktan ibaret olduğunu bilip de uyanık bulunsa dünyayı zarara sokan bu sanat korkunç bir halde bu kadar ilerleyemezdi.
  • Öbür dünyanın en yüksek makamlarına sevapla çıkıldığı halde bu alemin yüksek rahat basamaklarına çok defa fesat ve günahla varılıyor.
  • Bütün canlılarda kör bir nefisle doymaz boğaz vardır. Bütün boğuşmalar, birbirini öldürmeler bunun üzerine olur.
  • Kâinat içinde her zerre bir alem olduğu gibi, insanlıkta da her insan bir kâinattır.
  • Bir milletin tarihi fertlerinin hususi hallerinden meydana gelir.
  • Tarih, zekâsı ve kılıcıyla dünyayı altüst eden büyük kişilerle uğraşır.
  • Küçük insanlar için yüzsuyu dökmek başarı göstermenin anahtarıdır.
  • Korkutulamayanlar, çok övmekle kazanılır.
  • Fakirin fazileti zenginin ahlaksızlığı yanında acınacak bir manzara alır.
  • İnsan severken, sevilirken niçin o günkü saadetinin dışında ve onu bozabilecek gizli hıyanetler de bir tat arıyordu? Bu suale bir cevap veya hüküm aramak için kalbinin derinliklerine inen her insan, ömrü boyunca bu çeşit zayıflıklara tutulmuş olduğu birçok zamanları hatırlamaktan zihnini kurtaramaz.
  • Gönül, çok defa kendine düşen kısmeti yeter bulmayan vefasız bir kuştur.

Billur Kalp

  • Çağımız alıkları, beceriksizleri, tembelleri beslemez…
  • Mutluluk bir kuruntudur. Bunu saptamak için aydınlamaya uğraştığımız dakikada, bu devlet kuşunu uçurup mutlu olmadığımızı anlarız.
  • Mutluluk bir sanıdır. Bunu hiç kurcalamaya gelmez. Onu görünürde hak etmiş olanlar, bu sanı içinde yaşamayı bilenlerdir…
  • Birbiriyle uyuşamayan düşünceler, ya çok bilmekten ya da hiçbir şey bilmemekten ileri gelir…
  • Uygarlık, henüz insanların hayvanlıklarından çok şey değiştirmemiş; yalnız üzerlerine sahte bir yıldız tabakası çekmiştir.
  • İnsan, ağırlığını bile bile bir günah işlemeye hazırlandığı zaman, çirkince isteklerine yenilmesinden bir iğrenme duyar; ama vicdanını saran büyük isteği de silkip üzerinden atamaz.
  • Karnı aç olan hiçbir canavar, parçalayacağı ava acımaz.
  • Kendi nefsine çevresinin hakkını ve canını kurban eden bir yaratık, insan görünümünde bir yaratık olsa da aslında bir canavardır.
  • Dedikodu kadınların gıdasıdır.
  • Ya paralayıp yiyeceksin; ya paralanıp yeneceksin. İşte hayatın bir takım ahlak çiçekleriyle örtülen gizli anlamı!
  • Görgü kuralları gereğince ikiyüzlülük, yalan, en doğrularımız için bile ahlak bulamacı içinde en az yüzde on onbeş bulunması gereken bir madendir.
  • Hayat, her gün milyonlarca halkın oynadıkları doğal bir piyestir…
  • En acınacak hükümler, suçsuzluklarına inanma ihtimali kalmamış zavallılardır.
  • Her ay geçimlerine yeter para kazananlar, hiç kazanamayanların yürekleri sızlatacak sıkıntılarına göz yumuyor.
  • İnsan, zalim doğanın geçici iyiliklerine aldanmadıkça, mutlu olamaz…
  • Kendi kendini aldatmak budalalığına iyimserlik derler.
  • Pek az süren büyük zevkleri, büyük lezzetleri, daha büyük acılar izliyor.
  • Hayata, yalnızca aşkın yarattığı canlı hevesle katlananlar, onun kıyıcı, yıkıcı tanesiyle vuruldukları gün artık dünyayı görecek gözleri kalmaz.
  • Kötülere cüret veren, halkın ahmaklığıdır.
  • İntihar, Tanrı’nın kurduğu bir canlı yapıyı faydasız, belki de zararlı görerek yıkmak demektir.
  • Bir başkasının felaketinde mutluluk aramak, insanların iyileştirilmesi gereken en korkunç hastalığıdır.
  • Yüksek duygulu insanlar, kırılan onurlarının onarılmasına tenezzül etmezler. Çünkü o onarılamaz; çünkü ilişkinin yeniden kurulmasına çalışma yoluyla olacak onarmada, onur bütün bütün kırılır. Ve onun uğrayacağı sonraki darbelerde önceki acılar, artık eski şiddetleriyle duyulmaz olur. İnsan hakarete alışır ve insanlığını yavaş yavaş kaybeder.
  • İlk zamanlarda insanın gönül şenliği, mutluluğu sayılan bir şey, sonradan acı bir tasa, bir ağrı yığını oluyor…
  • İyi şeylere kötü; kötü şeylere iyi demenin yasalarda belli bir cezası olsa…

Kokotlar Mektebi

  • İlk uğradığımız ahlak kazalarında kendimizi toparlamak gücünü gösteremediğimiz için birbirine zincirlenen günah ve felaketlerin girdaplarına dalıp mahvoluyoruz.
  • Aşk adamı her eğitimciden daha fazla eğitiyor.
  • Gerçekten sevmiş olan şikayet hakkını kaybetmiş olur.
  • Mutluluk ve başarının, iş gücümüzü uyandıracak bir huzur ve sağlam fikir sahibi olarak çalışmakla elde edileceğini bildiğimiz halde her işimizde ümitsiz olmaktan kendimizi alıkoyamayız.
  • Yalnız uğradıklarımız değil, belki hiç uğramayacağımız kederlerin korkusu ile bütün hareketlerimizde felce tutuluruz.
  • İnsanlar ne kadar hüzün veya mutluluk anları yaşasa bütün varlıklar, bütün hayat rüyaları, bütün aşk tatları işte bu idi. Bir varmış bir yokmuş.
  • Hayal ve gerçek birbirinden ayrılmayan bir hiçliktir.

Genel

  • Kendinin istekli olup da yapamadığı bir işi başkasının talihlilik ile yaptığı halde insanlarca o işi yapabilene karşı olan bu kin ve öfke nedir?
  • Tabiatta sakınması zor birtakım zorlu sebepler varsa da çok defa kendini saadete ve bahtsızlığa sürükleyen yine insanın kendisidir.
  • Bir insanın kesesinde para bulunması, aylığın, iradın çokluğundan değil, eline geçeni iyi idare etmekle olan bir muvaffakiyetidir.
  • Anaların en büyük tasaları, evlatlarının sağlık maddesidir.
  • Yokluk, dürtülerin en korkuncudur. İnsan yokluk yüzünden hırsız, hayasız olmayacak kadar bir sağlamlık gösterebilse de ikiyüzlü, yaltaklanıcı, çanak yalayıcılıktan tamamıyla kurtulamıyor.
  • Kendini, geçmişin en büyük eşsiz dahilerine benzetmekte dahilik aramak ahmaklığın en açık nişanesidir.
  • Sen ki yarının hayali olmaya mahkûm bugünün geçici gerçeğisin.
  • insan pek yükseklere tırmanmamalı ki düştüğü vakit bin parça olmasın.
  • İnsanlar ne çekerlerse kolayca aldanışlarının belasını çekerler.
  • Hepimiz daima aldanıyoruz; fakat fırsat düştükçe aldatıyoruz.
  • Ahlâk, göreneklerimiz, geleneklerimiz hayallere o denli geniş bir alan ayırmıştır ki, ‘gerçek’ ona en çok muhtaç olanların gözlerinde bile daima hor ve değersiz kalır…
  • Eski ve yeni dünyada en geçerli ve güçlü sözlerin hangi fabrikalarda işlendiğini anlayanlar, gerçeği sezmiş olurlar…
  • Hayat, her zihnin kavrayışı oranında vereceği anlama göre bir şeydir.
  • İnsan hayatın zorunlulukları, ümitsizlikleri, yorum kabul etmez müthiş gerçekleri içinde düşkün, ağlamaklı, çaresiz kaldığı zamanlarda dünyayı, ömrü anlayacak kadar kültürü,muhakeme gücü varsa her şeyi küçümseyen bir gözle görmeye çare arayan bir filozof kesilir.
  • Hangi şeyde vefa, nerede devamlılık var ki, aşkta olsun.
  • Bir ahmağa akıllısın demek kadar sempatisini kazanmak için kolay bir yol olamaz.
  • İnsan her ne öğrenmek isterse istesin, bilgi sermayesini bir çalışma karşılığında kazanabilir.
  • Gazeteler çıktıkları memleket ahalisinin bir iyilik kötülük hatıra defteridir.
  • Hayatımızın, kanunun erişemediği ne derin sefaletleri var…

Hüseyin Rahmi Gürpınar / Vikisöz

17 Ağustos 1864’te İstanbul Ayaspaşa’da doğdu. Babası o sırada hünkâr yaveri olan, daha sonra Erzurum mevki kumandanı iken ölen Mehmed Said Paşa, annesi Ayşe Sıdıka Hanım’dır. Aile baba tarafından Aydın’a, anne tarafından Safranbolu’ya bağlanır. Henüz üç yaşında iken annesini kaybeden Hüseyin Rahmi, bir süre babasının görevli bulunduğu Girit’te kaldıysa da daha sonra Aksaray’da Yâkubağa mahallesinde anneannesiyle teyzesinin yanında büyüdü. Önce Yâkubağa (Ağayokuşu) mahalle mektebinde okudu; ardından Mahmûdiye Rüşdiyesi sıbyan ve rüşdiye kısmına, oradan da resmî dairelere kâtip yetiştiren Mahrec-i Aklâm’a verildi. Zekâsı ile dikkatini çektiği tarih hocası Abdurrahman Şeref Efendi’nin teşvikiyle iki yıl kadar da Mülkiye Mektebi’ne devam etti. Bu sırada Fransızca dersleri aldı. İkinci sınıfta iken hastalanarak bir yıl kadar tedavi gördü; bünyesi çok zayıfladığı için daha sonra okulu bırakmak zorunda kaldı (1880). Bir süre Adliye Nezâreti Ceza Kalemi’nde memurluk yaptı; ardından ticaret mahkemesinde âza mülâzımı oldu. Devlet memuriyetinde son çalıştığı yer Nâfia Nezâreti Tercüme Kalemi kâtipliğidir. II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine buradan da ayrıldı (1908). Böylece memurluk hayatı sona erdi ve kendini tamamen edebiyata verdi. Yaşadığı dönemde geçimini yazdıklarıyla sağlayan nâdir yazarlardan biri olarak tanınan Hüseyin Rahmi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin V. döneminin bir kısmında (1936-1939) ve VI. döneminde (1939-1943) Kütahya milletvekilliği yaptı. VII. dönemde Cumhuriyet Halk Partisi’nce aday gösterildiyse de kazanamadı. Hayatı boyunca hiç evlenmeyen Hüseyin Rahmi, kitaplarından kazandıklarıyla sahip olduğu Heybeliada’daki evinde 8 Mart 1944 günü öldü ve oradaki Abbas Paşa Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Hüseyin Rahmi, gerek resmî gerekse özel olarak düzenli bir öğrenim görmediğinden tamamıyla kendi kendini yetiştirmiş bir yazardır. Hemen bütün çocukluğu akrabası olan kadınlar arasında geçtiği için, hayal gücü, sur içi İstanbul çevresinin renkli ve canlı diliyle anlatılan masallarla örf ve âdetler, hurafe ve bâtıl inançlarla çevrede vuku bulan aşk ve cinayet hikâyeleriyle zenginleşmiştir. İlk okuduğu Alexandre Dumas Père’in Monte Kristo, Jules Lermina’nın Lord Hop, özellikle Ahmed Midhat Efendi’nin Hasan Mellâh ve Paris’te Bir Türk adlı romanlarının etkisi altında kaldığını söyler. Yaşı biraz daha ilerlediği zaman komşuları olan Vidinli Tevfik Paşa’nın, aralarında doksan iki ciltlik Voltaire külliyatı da bulunan Fransızca eserlerden müteşekkil bir kütüphaneyi ona hediye etmesi birden kütüphanesini zenginleştirdi. Bundan sonra hayatı boyunca yerli romanlara hemen hiç ilgi göstermedi. Sevdiği, hayran olduğu eserler hep Batı edebiyatından, özellikle de Fransız romanları oldu.

Oldukça erken yaşta yazmaya başlayan Hüseyin Rahmi’nin, henüz on iki yaşında iken kaleme aldığı Gülbahar Hanım adlı piyesi diğer bazı kitaplarıyla birlikte Aksaray yangınında yandı. Hüseyin Rahmi, devrin birçok Osmanlı genci gibi fennî konulara da ilgi duydu ve Saadet gazetesinde “Kısm-ı Fennî’yi idare eden Beşir Fuad’ın bazı yazıları üzerine çıkan tartışmalara ilk yazı denemeleriyle katıldı (Ağustos-Eylül 1886). Beşir Fuad’ın, “Bu çocukta espri komik var, dikkat edin” sözleriyle takdirini kazandı. İlk hikâye denemesi “İstanbul’da Bir Frenk” adıyla Cerîde-i Havâdis gazetesinde çıktı (25 Temmuz 1887).

On sekiz yaşında iken yazdığı ve o günlerin yanlış Batılılaşma meselesini ele aldığı ilk romanı “Ayna”, 29 Receb 1304’te (23 Nisan 1887) Ahmed Midhat Efendi’nin Tercümân-ı Hakîkat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı; daha sonra Şık adıyla kitap olarak basıldı (İstanbul 1889). Bu arada Ahmed Midhat’tan büyük ilgi ve yardım gördü, hatta Ahmed Midhat Efendi gazetesinde onu “veled-i ma‘nevî”si olarak ilân etti. Ardından Tercümân-ı Hakîkat’ın maaşlı yazar kadrosuna alındı. Orada okuyucunun bilgi ve kültür seviyesini yükseltmek amacıyla edebî ve içtimaî meseleler hakkında yazılar yayımlamaya, Fransızca’dan tercümeler yapmaya başladı. 1894’ten itibaren İkdam ve Sabah gazetelerinde mütercim ve muharrir olarak çalıştı. 1901’de Alafranga adlı romanı İkdam’da tefrika edilirken sansür kurulu tarafından yayımı yasaklanınca II. Meşrutiyet’in ilânına kadar herhangi bir şey neşretmedi. 1908’de Boşboğaz ile Güllâbi adıyla bir mizah gazetesi çıkardı (ilk dört sayısını Ahmed Râsim’le birlikte, 24 Temmuz – 14 Aralık 1908 arasında haftada iki defa, 36 sayı). Daha sonra kendini bütünüyle edebî çalışmalara vererek zengin muhtevalı hikâyeler, romanlar ve edebî makaleler yazmaya yöneldi. Bunları önce İkdamSözZamanVakitSon PostaMilliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde tefrika suretiyle neşretti; ardından da yakın dostu kitapçı İbrâhim Hilmi’nin (Çığıraçan) gayretleriyle kitap haline getirdi.

Hikâye ve roman anlayışında her şeyden önce sosyal faydayı benimseyen Hüseyin Rahmi, üstadı saydığı Ahmed Midhat Efendi’nin açtığı popüler roman çığırını realist ve giderek natüralist ölçüler çerçevesinde sonuna kadar götürmüş, tecrübî roman yazma gayreti içinde olan bir müelliftir. Romanlarına eklediği önsözlerde ve bazı yazılarında, Claude Bernard’ın tecrübî fizyolojide kullandığı metodu edebiyata uygulayan Zola’nın bu usulünün doğru olduğunu kabul ederse de Hüseyin Rahmi natüralist Zola’yı değil daha çok realist Maupassant’ı ve Anatole France’ı beğendiğini söyler. Bu bakımdan edebî görüşleri yönünden tam anlamıyla bir natüralist değildir. Dolayısıyla eserlerinin konularını ve kahramanlarını seçerken yerli kalmaya titizlik göstermiş, fakat şahıslar kadrosunu daima fizyolojik, sosyolojik ve psikolojik şartları ve irsiyet özellikleriyle değerlendirmiştir. Bunu yaparken de değişik davranışlar sergileyen, kişiliğini tam anlamıyla kazanamamış anormal denebilecek tipleri mizah yoluyla ele almış ve natüralistlerden farklı olarak bunları bir de tenkide tâbi tutmuş, böylece roman tekniğini dayandırdığı sosyal hicvin seçkin örneklerini ortaya koymuştur. Romanlarında kahramanlar ve davranışları hakkında okuyucuyu ikaz eden değer yargıları vermesi, natüralist ve realist ekolden zaman zaman uzaklaştığını gösterir. Bazı yazıları ve mülâkatlarında aşırı realizmi ve natüralizmi beğenmediğini söyleyen Hüseyin Rahmi’nin romanlarında ahlâksızlığın teşhiri varsa da savunması yoktur.

Romanlarının çoğunun kendi gözlemlerine ve hayat tecrübelerine dayandığı bilinmektedir. Bununla beraber konuları hayatın tıpatıp aynı değildir. Hüseyin Rahmi bunları hayal dünyası, hayat tecrübesi ve kültürü ile zenginleştirmiş, zaman zaman da mübalağaya kaçmıştır. Gerçekçilik ve akılcılık anlayışı onun sanatında esas temeli oluşturmaktadır. XX. yüzyılın başında Türk toplumunu yakından ilgilendiren hemen bütün sosyal, psikolojik ve bir kısım siyasî ve ekonomik meseleler onun eserlerine en küçük ayrıntılarına varıncaya kadar aksetmiştir. Ayrıca en ciddi konuları bile mizahî bir üslûpla eğlence havası içinde vermeyi başarmıştır. Bu bakımdan karagöz ve orta oyunu gibi halk temaşa sanatlarının izlerini romanlarında görmek mümkündür. Tiyatro yazmaya rağbet göstermemiş olan Hüseyin Rahmi’nin romanlarında dramatik yapı kuvvetlidir. Sürekli diyaloglar romanlarını tiyatro türüne yaklaştırmıştır. Hikâye ve romanlarında yer alan hemen her çeşit sosyal tabakadan insan kadrosu ile Hüseyin Rahmi Türk toplumunu aydınlatmak, çeşitli konularda bilgilendirmek, halkın yaşama tarzını değiştirmek ve ilerleyip yükselmesine hizmet etmek amacını gütmüştür.

Hüseyin Rahmi, kendisini romancı olarak şöhrete ulaştıran ilk büyük eseri Mürebbiye’de (1899), muhafazakâr bir Osmanlı ailesinin erkeklerini baştan çıkaran bir Fransız kadının yaptıklarını anlatır. Böylece o yıllarda yabancı mürebbiyelerin, bilhassa ahlâken düşük olanlarının Osmanlı-Türk toplumu üzerindeki kötü tesirlerini başarıyla sergilemiştir. Ahlâk ve namus anlayışının taşıdığı büyük önemi, tam bir dikkat ve titizlikle ön planda ele alan Nimetşinas (1901), ayrı sosyal tabakalara mensup fakat asil ruhlu Neriman ve Talat adlı iki kadının fazilet mücadelelerinin romanıdır. Önce Alafranga adıyla tefrika edilen Şıpsevdi’de (1901), Batılılaşma’yı yanlış anlayan ve onu sadece şekilden ve modadan ibaret sanan Meftun Bey ve benzeri tipler etrafında züppelikle gerçek yenileşme ve ilericilik, son derece canlı tasvirlerle ortaya konulmuş olaylar çerçevesinde işlenir.

GulyabaniCadıKuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaçEfsuncu BabaDirilen İskelet ve Mezarından Kalkan Şehid adını taşıyan romanlarının konularını cin, peri, dev, çarşamba karısı, gulyabani vb. fantastik unsurlar teşkil eder. Özellikle 1908’den sonra kaleme aldığı romanlarında toplumdaki bu tür bâtıl inançları ele alan Hüseyin Rahmi, geleneksel yaşama tarzını şekillendiren inançların gülünç ve saçma yönlerini gözler önüne sermektedir. Hüseyin Rahmi hurafeler, yanlış bilgi ve inançlarla bunların sebep olduğu yersiz davranışları alaycı bir üslûpla sergilemiş, dinî inanç ve düşünceleri değil dinî değer ve davranışların yanlış yorumlanmasını, çeşitli saplantıları ve dinî hüviyete bürünmüş hareketleri eleştirmiştir.

Hüseyin Rahmi’nin, I. Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda kısmen harp zengini tipleri ve bilhassa geçim sıkıntısı karşısında hayata atılmak zorunda kalan genç kızlarla onları bekleyen tehlikeli ve kötü durumları ele alan Billûr Kalb adlı geniş hacimli romanı ise merkezî kahramanı Mürüvvet Âbid’in şahsında bu açıdan hayli ilgi çekici bir özelliğe sahiptir.

Ölüm Bir Kurtuluş mudur? adlı eserinde daha önce ŞıpsevdiSevda PeşindeSon ArzuTebessüm-i ElemCehennemlikBen Deli miyim? romanlarında görülen çeşitli intihar vak‘alarını tahlil ve tenkit eden Hüseyin Rahmi Kaderin Cilvesi’nde din, ahlâk ve namus kavramlarını realist bir romancı hüviyetiyle toplumla bütünleşen bir çizgide ortaya koyar.

Onun çok sevilen eserlerinden olan Ben Deli miyim?Utanmaz Adam ve Deli Filozof, bir yığın felsefî endişeyi ve bunun tabii sonucu olarak psikolojik ve hatta sosyal krizleri ayrıntılı bir şekilde ele alan, tabiata tam bir bağlılıkla mutlak pozitivizm uğruna dinî ve ahlâkî değerleri hiçe sayan tipleri başarıyla tasvir ettiği romanlarıdır.

Hüseyin Rahmi’nin romanlarının diğer bir özelliği de sokak sokak, mahalle mahalle II. Meşrutiyet devri İstanbul’unun bütün özellikleriyle yansıtılmış olmasıdır. Onun bu devre ait romanlarında İstanbul’un büyük konak ve yalılarında yaşayan zengin insanlarından kenar semtlerdeki fakir halka varıncaya kadar paşalar, beyler, efendiler, dadılar, mürebbiyeler, alafranga züppeler, deliler, tulumbacı, yankesici, üfürükçü, külhanbeyi, dalkavuk, dilenci gibi toplumun hemen her kesiminden yüzlerce insan yer almaktadır. Cumhuriyet öncesi yılların atlı tramvaylarını, Kâğıthane gezilerini, Şehzadebaşı’ndaki ramazan eğlencelerini, yani bütün İstanbul folklorunu ve geçen yüzyılın sonlarından 1930’lara kadar gelen yarım asırlık sosyal hayatını en ince ayrıntıları ile romanlarında bulmak mümkündür.

“Lisanımızda sadeliğin elzemiyet ve ehemmiyeti cidden bilindiği gün edebiyat başlamış olacaktır” diyen Hüseyin Rahmi (Cadı Çarpıyor, İstanbul 1329, s. 1) bütün eserlerinde geniş halk tabakalarına hitap etmiş, halkın seviyesini yükseltme amacını gütmüş, kendisiyle aynı yıllarda faaliyet gösteren Edebiyât-ı Cedîdeciler’in aksine halkın kolaylıkla okuduğu edebî eserler ortaya koymuş, bu özelliğiyle edebiyatın halk tabakasına inmesinde önemli rolü olmuştur. Kullandığı dil zengin bir halk dili olmakla beraber bunun yanında aynı zenginlikte bir argo repertuvarı da oluşturur.

Romanlarının konusu dolayısıyla birkaç edebî münakaşaya sebep olan Hüseyin Rahmi polemiklerinde şiddetli bir mizacın sahibidir. Romanlarında kalabalık bir dünyaya açılmış görünmesine rağmen özel hayatında çekingen, hatta Heybeliada’daki köşkünde münzevi bir hayat yaşamıştır. Devrinin yazarlarının çoğu gibi müziğe, resme ve fotoğrafa ilgi duymuş, ud ve piyano öğrenmiş, yağlı boya resim yapmıştır. Resim ve fotoğraf merakı ile romanlarındaki realist tasvirciliği arasında dikkat çekici bir paralellik vardır.

Hüseyin Rahmi’nin şahsiyetinin ve dünya görüşünün teşekkülünde âmil olan birkaç önemli isim, ona müşahedeyi ve tecrübeyi esas alan pozitivist bir zihniyet kazandırmış olmalıdır. Genç yaşta tanıdığı Vidinli Tevfik Paşa, onun kendisine hediye ettiği külliyatıyla Voltaire, her ikisine hayranlık duyan pozitivist Beşir Fuad, daha sonra Claude Bernard ve Emile Zola, birbirlerinden az veya çok farklı da olsalar benzer bir dünya görüşünü paylaşan yazarlardır. Hüseyin Rahmi aşırı olmamak şartıyla bu görüşlere katılır. Romanlarının çoğunda cahil insanların bâtıla bulaşmış itikadlarıyla ve onların itikadlarını kötüye kullanan kişilerle uğraşmasını biraz da bu dünya görüşüyle açıklamak gerekir. Bununla beraber Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun bir sorusu üzerine, “Evet dindarım, fakat zâhid değilim” cevabını vermesi (Yeni Adam, nr. 457, 30 Eylül 1943), daha sonra Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’da açtığı ve ilk sorusu, “Allah’a İnanıyor musunuz?” olan ankete doğrudan cevap vermeyip ayrıca yazdığı bir mektupta koyu şüpheci bir insan olduğunu ve ideolojilere inanmadığını söylemesi, şu veya bu kişilerin evet, hayır demeleriyle bir çözüm yolu bulunamayacağını ifade etmesi bu konudaki tereddütlerini gösterir. Ölümünden birkaç gün önce kendisiyle yapılan bir mülâkatta, Türkiye’deki ahlâk buhranının sebebini dinin bıraktığı ahlâk boşluğu olarak açıklamış, din gevşeyince ona dayanan ahlâkın da tabiatıyla mahvolduğunu ifade etmiştir.

ÖNDER GÖÇGÜN / TDV İslâm Ansiklopedisi

Kristin Hannah 1960 yılında Amerika Kaliforniya’da doğmuştur. Yazar sekiz yaşında iken ailesi ile birlikte Washington’a taşınmıştır. Reklam ajansında iş yaşamına başlamış daha sonra yazar olabilmek için Hukuk Fakültesini kazanmıştır. Üniversite eğitimi sırasında annesinin kansere yakalanması ve ölümü üzerine bu süreçte kaleme aldığı yazılarını bir kutuya koyarak yazar olmaktan vazgeçmiştir.

Kristin Hannah evliliği süresince avukatlık yapmış hamilelik sürecinde evde dinlerken bolca kitap okumuştur. Bebeği dünyaya geldikten sonra eşinin yardımı ile eski yazılarını yeniden çıkarmış ve yazarlığa başlamıştır. İlk başlarda kitaplarını bastırmak için yayıncı bulamamış, kabul edilmesinden sonra kitaplarını yayınlamaya başlamıştır.

Kitapseverlerin çok sevdiği yazarlardan olan Kristin Hannah birçok ödülün sahibi olmuştur.

Set İçindeki Kitaplar;

  • Ateşböceği Yolu.
  • Ateşböceğinin Şarkısı
  • Kış Bahçesi.
  • Gerçek Renkler.
  • Gece Yolu.
  • Sevgi Uğruna Yaptıklarımız.
  • Evden Çok Uzakta.
  • Kız Kardeşler Arasında.

Aşkın yaşla ilgisi yoktur. Bir kadın küçük bir kız olup yine de kalbindekini bilebilir.

Bir söz verip onu yerine getirmemekten kötüsü var mı?

Kabullenmek gerekir. Ya elindekilerin farkına varıp yoluna devam edersin ya da sahip olamadıklarını düşünür durursun. Yaptığın seçim sonuçta nasıl bir kadın olacağını belirler.

İnsanlar plan yapar. Tanrı onlara güler.

Keşke içimizde kendi benliğimizin kuzey yönünü yanılmaz biçimde gösteren bir mekanizma olsaydı. Çünkü hayatın içinde kaybolmak çok kolaydı.

Fiziksel acıyla başa çıkmak, üzüntüyle başa çıkmaktan daha kolaydır.

Hiçbir sır güvende değildir.

Kendinizi ailenize adayın ve ayakta durması için uğraşın.

Kendi kanatlarını bağlayan bir kadın, çocuklarına uçmayı nasıl öğretebilirdi ki …

Hayat bir elma gibidir. Tadına varmak için büyük bir lokma ısırmalısın.

Umuda inanmak acı verse de inanmamak daha beterdir.

Gerçek mutluluk, hayal kırıklıklarından ders almayı öğrenmekte gizlidir.

Bazen söylenmiş sözler unutulmaz; özellikle de öfkeyle söylenenler.

Korktuğunuzu görmelerine izin vermeyin. Siz kendinize inanırsanız insanlar da size inanır.

Şansın kapını çalmasını bekleme, git ve bir fırsat yarat.

Ölüme hazırlıklı olmak diye bir şey yoktur.

Bir yer ne kadar karanlık olursa olsun, her zaman aydınlık bir an vardır.

Keder sinsi bir şeydir, davetsizce gelen ve geri çeviremediğiniz bir misafir gibi sürekli gidip gelir.

Eline geçen şansı tepme. Fırsatlar her ihtiyaç duyduğumuzda karşımıza çıkmıyor.

Hayat size bir dizi seçenek sunar. Beklemek… Geçmişe tutunmak… Unutmak… Affetmek.. Siz hangi yolu seçerdiniz ?

Yoluma çıkan çiçeklerden bazılarını koklamak için durmam gerekirdi ama ben onları görmemişim bile.

Vazgeçmen gerekinceye kadar inanmaya devam et ve vazgeçmek istediğinde de durma.

Bahçeler çok özel yerlerdir, değil mi? İnsanlar gibi değiller… Kökleri güçlenip toprağın derinliklerine iner ve sabırlı olup onlara bakarsan sana geri dönerler.

Başka insanlar adına karar veremezsin, özelliklede seni seven insanlar adına. Ama onlar için fedakarlıkta bulunabilirsin.

Hayat ancak geriye bakarak anlaşılabilir ama ileri bakarak yaşanmalıdır.

Sevinç ve üzüntü hayatın bir parçasıydı; belki de işin sırrı, bütün bunları hissetmek, fakat sevince biraz daha sıkı sarılmaktı, çünkü güçlü bir kalbin ne zaman duracağını asla bilemezdiniz.

Ama bazen risk alman gerekir. Elini uzatmalısın. Sana kesin olarak söyleyebileceğim bir tek şey var: Hayatta sadece yapamadığımız şeyler için pişmanlık duyarız.

Kimse sana senin için neyin doğru olduğunu söyleyemez.

Dünyada karısını sürekli aldatan bir adamdan daha yalnız hiç kimse olamazdı.

Öfkeli insanlar savaşta hep hata yapar ve ölür.

Kendini ateş altına atmak istiyorsan durma ama yaralandığında yarana dikiş atmamı bekleme benden.

Çoğu zaman, kaybettiklerim yerine elimde olanları düşünüyorum.

Bazen iyi bir arkadaş olmak demek hiçbir şey söylememek demektir…Sonra her şey bittiğinde döküntüleri toplamak için yanında olursun.

Bazen bağışlamak, umut etmek ve mucizelere inanmak gerekir.

Siz izin vermediğiniz sürece kimse sizi üzemez.

Kalbini nerede bıraktıysan evin orasıdır.

Bazen birini rahatlatmaya çalışmak yalnız bırakılmaktan daha çok acı verir.

Doğruya giden yol, tehlikelerle doludur.

Bazen ayakta kalabilmenin tek yolu ümit etmekten vazgeçmekti. Beklemekten vazgeçmek.

Biri seni kırarsa silkinip duygularının tozunu dökmeli ve yeniden denemelisin.

Hayat birbirinden farklı, kırmış, kırılmış, ilerlemek için bir diğerine çelme takan insanlarla dolu.

Belirli bir hedefiniz yoksa aldığınız bütün kararlar , bilmediğiniz bir yolda sola sapmanız kadar önemsizdir .

Belki parçalarını bir araya getirebilmen için önce parçalanman gerekiyor.

Televizyon kitlelerin afyonudur.

Her şey bitene kadar hiçbir şey bitmemiştir.

Önemli olan kim olduğunuz, zor zamanlarda birbirinize nasıl kenetlendiğinizdir.

Yakın arkadaş olmak işte böyle bir şeydi. Anneniz ya da kız kardeşiniz gibi olurlardı; sizi çok sinirlendirebilir, ağlatabilir ve kalbinizi kırabilirlerdi ama sonunda zor zamanlarınızda daima yanı başınızda olur, en kötü gününüzde bile sizi güldürmeyi başarırlardı.

Umut kırılgan bir şeydir, eğer çok sıkı tutulursa kolayca kırılabilir.

Hiçbir şeyi riske atmazsan, hiçbir şey de kazanamazsın.

Önem verdiğiniz şeyleri kocanızla paylaşamadığınızda kendinizi fazlasıyla yalnız hissediyorsunuz.

Bu uzun hayatımda tek bir şey öğrendiysem o da şudur:Aşkta kim olmak istediğimizi,savaştaysa kim olduğumuzu keşfederiz.

Acıyacağını bile bile kendini tutamayıp yarasının kabuğunu yolan bir çocuk gibiydi.

Neşeli görünürsem insanlar da bana nasıl olduğumu sormaktan vazgeçer belki.

Bir cümlenin, bir merhabanın hayatını ne zaman değiştireceğini bilemezsin.

İnsan asla sahip olmadığı bir şeyi kaybedebilir mi?

Bizi daha iyi birine dönüştürecek doğru bir yol bulduğumuzda o yola sapmalıyız.

Star fikir

  • Gel seninle bir daha ağlayalım; yaşanmışlara, yaşanmamışlara, bir de hiç yaşanamayacaklara.
  • İyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz.
  • Kendini çözemeyen kişi kendi dışında hiçbir sorunu çözemez.
  • Fotoğraf çekilirken, nedense kendimizi gülümsemek zorunda hissediyoruz. Yani aslında ona bile mutluluk oyunu oynuyoruz.

Bazen ne yaparsan yap yaranamıyorsun. Ve yaranamadıkça yaralanıyorsun.

Acının şiddetli oluşu değil, sürekli oluşu yoruyor bizi

Beni anlamıyorlardı. Zarar yok. Zaten beni, daha kimler anlamadı. ”Ben iç dünyama dönüyorum. Orada hayal kırıklığına yer yok.

Onunla ne zaman lades oynasak hep o kazandı. Kalbimdeyken nasıl aklımda derdim.

Bize öğretilen her söze inandık, yasaktır dendi kandık, hep girilmez levhalarına aldandık, bu tutulan yol yanlıştır bize.’

Beni anlamalısın çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.

  • Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor.
  • Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler; ağzına dolar insanın. Sussan acıtır, konuşsan kanatır.
  • Oysa bazı insanlar vardır; en çamurlu yerlerden bile kolalı beyaz gömleklerini ve açık renk pantolonlarını kirletmeden çıkarlar. Böyle adamlar hayatta başarıya ulaşırlar.
  • Beynimi yıllık izne çıkarmak istiyorum.
  • Hayatımın başı ve sonu belliydi; hiç olmazsa ortasını kaçırmamalıydım.
  • İnsan başkalarındaki kötülükleri görerek iyi olmaz.
  • Nereden başlıyorduk? İlk önce seviyor muyduk, yoksa ilk önce güveniyor muyduk?
  • Ben yalnız kalmalıyım başka çarem yok.
  • Aklımdan çıkmıyor, aklım çıkıyor. O çıkmıyor!
  • Hayatımın başı ve sonu belliydi; hiç olmazsa ortasını kaçırmamalıydım.
  • Bazen gözlerde yaş akmaz ama kalp ağlar sessizce…
  • Cam kırıklıkları gibidir bazen kelimeler, ağzına dolar insanın. Sussan; acıtır konuşsan kanatır.
  • Beni ya şımartın ya da kapı dışarı edin… Yarı içtenliğiyle dayanmam zor benim…
  • Yaşar gibi yapmaktan özlemez gibi yapmaktan, iyiymiş gibi yapmaktan, nefes alıp onu içimde tutmaktan sıkıldım.
  • Bazılarımız şiirlere, şarkılara, filmlere, kitaplara tutunuyor. Sanırım artık insan tutunamıyor insana…
  • Beni anlamıyorlardı. Zarar yok. Zaten beni, daha kimler anlamadı.
  • Tabiat, sırlarını bakmasını bilene açıklarmış.
  • Yalnız insanların kendi içinde başlayıp biten eğlenceleri vardır.
  • Sırf onun eseri diye… Öyleyse, ben de hayatımın sonuna kadar aynı yerde kımıldamadan oturacağım. Herkes istediği kadar koşsun. Beni anlayacak insan, oturduğum yerde de beni bulur…
  • Yemek koyulurken, “bu kadar yeter” dedikten sonra mutlaka bir kaşık daha yemek koyan kişiye “anne” denir. Ve o her şeye değerdir.
  • Zaman her şeyin ilacıysa, fazlası intihara girmez mi?
  • İnsan çok sevdiği halde neden her defasında terkedilir? Ve beklenenler, neden hep vazgeçildikten sonra gelir?
  • İlk çekingenlikler ne kadar tatlıdır. Oysa insan, bu beceriksizlikleri bir an önce yenmeye çalışır. Bütün gücüyle büyüyü bozmak, buzları kırmak için uğraşır.
  • İyi geçinmek İki kişinin kusursuz olmasıyla değil. Birbirlerinin kusurlarını hoş görmesiyle olur.
  • Son bir şans daha verme, sevgine layık olmayana. Merak etme, aşk yürek işidir ve yüreği olmayanın kalbi kırılmaz nasılsa.
  • Hayatta silgim hep kalemimden önce bitti. Çünkü kendi doğrularımı yazacağım yere, tuttum başkalarının yanlışlarını sildim.
  • Yalnızlığına iyi bak, sahip çık. Kaç kişinin emeği var onda kim bilir?
  • Nedensiz ve sebepsiz sevdim seni. Çünkü bir sebebi olsa, aşk olmazdı bunun ismi.
  • Ne zaman hayata tutunmaya çalışsak, hep mahrem yerleri geldi elimize.
  • Oysa bizim bütün güzelliğimiz, yaşadıklarımızla düşündüklerimiz arasındaki acıklı çelişkinin yansımalarından ibaretti.
  • İki kadına adamak istiyorum hayatımı. Biri “erkeğim” desin bana, diğeri sadece baba.
  • Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım.
  • Provası yok hayatın. Ne yeniden yaşamak mümkün ne de yaşadıklarını silebilmek. Önemli olan, ilk defa değil son defa sevebilmek.
  • Neden yalnızlıktan şikayetçidir ki insan. Ne yani, mutlu olması için bir sevgiliye mi muhtaçtır her zaman.
  • İnsanlar bozuk para gibidir. İki seçenek vardır; yazı ya da tura. Bir yüzünü gösterirken bize diğer yüzünü zaman gösterecektir.
  • Kimsenin yaşantısını beğenmedim. Kendime uygun bir yaşantı da bulamadım.

Yalnızlığı çok seversek, bir gün o da çekip gider mi?

OĞUZ ATAY

Oğuz Atay Kimdir? 

Oğuz Atay (12 Ekim 1934 Kastamonu -13 Aralık 1977 İstanbul), 1997 yılında UNESCO tarafından 20. yüzyıl Türk edebiyatının en seçkin eseri olarak kabul edilen “Tutunamayanlar” romanının yazarı, Türk edebiyatında postmodern metin denildiğinde akla gelen ilk isimlerden biri olan, roman, oyun, öykü yazarı, mühendis ve öğretim üyesidir.

Oğuz Atay, 1934 yılında Kastamonu’nun İnebolu ilçesinde ilkokul öğretmeni Muazzez Zeki ve hukukçu Cemil Atay’ın ilk çocukları olarak dünyaya gelmiştir. Sonrasında Okşan adında bir kız kardeşi olmuştur. Oğuz Atay’ın anneannesi Melek Hanım, dedesi ise Zeki Bey’dir.  Anneannesi Fransız asıllıdır. Melek Hanım, ailesinin evlenmesine izin vermemesi üzerine kaçarak İstanbul’a gelmiştir. Gerçek adı Melek değildir, bu ismi Müslüman olduktan sonra almıştır. Üç kız çocuğu olan Melek Hanım, çocuklarının eğitim görmesi ve meslek sahibi olması konusuna büyük önem vermiş, kızı Muazzez Hanım’ın Edirne Muallim Mektebi’ni bitirip Cumhuriyetin ilk çalışan kadınlarından birisi olmasına katkı sağlamıştır. Ayrıca Batılı yaşam tarzı ve giyim kuşamıyla da kıyafet devriminin başlatıldığı Kastamonu’da örnek kişilerden birisidir.

Okul dönemine kadar Kastamonu’nun İnebolu ilçesinde yaşayan Oğuz Atay, babasının milletvekili seçilmesinin ardından 1939’da ailesi ile birlikte Ankara’ya yerleşmiş ve 1940 yılında ilköğretim hayatına başlamıştır. İlkokul, ortaokul ve liseyi Ankara’da okuyan Oğuz Atay, okul hayatında mutlu bir çocukluk geçirememiştir Ancak mutlu olmamasına rağmen çok meraklı, araştırmacı ve zeki bir kişi olması nedeniyle derslerinde başarılı olmuştur. Okuduğu liseyi de bu başarısı ile birinci olarak bitirmiştir. 1951 yılında da İstanbul Teknik Üniversitesi’nde inşaat mühendisliği alanında eğitim almaya başlamıştır. Bu okuldaki hocalarından birisi daha sonra biyografisini yazdığı Mustafa İnan’dır. Yine bu yıllarda Marksizmle tanışmış, Markx’ın, Hegel’in ve Lenin’in kitaplarını okumuştur. 1957 yılında da okuldan mezun olmuş, 1957-1959 yılları arasında askerlik görevini yerine getirmiştir.

Oğuz Atay, çocukluk yıllarında zatürre geçirmesi nedeniyle hayatının geri kalan kısmında sakin bir yaşam sürmüştür.  Kuzeni Füruzan sayesinde klasikleri okumuş ve ince mizah anlayışını yansıtan karikatürler çizmiştir. Bu mizah anlayışına edebi eserlerinde rastlamak da mümkündür. 1950-1951 yılları arasında da Agâh Hün’un rejisörlüğünü üstlendiği Shakespeare’in “Hırçın Kız” isimli oyununda oynamıştır. Türk resminin önemli iki ismi Turgut Zaim ve Eşref  Üren’den de resim dersleri almıştır.

Oğuz Atay, aynı “Tutunamayanlar” kitabındaki Selim gibi okuduğu bölümü babası istediği için seçmiştir. Lise döneminde tiyatro ve resme ilgi duymuştur ve resim öğretmeni tarafından da sanat akademisine yönlendirilmiştir. Fakat babası istediği için mühendis olan yazar mesleğini de severek yapmamıştır. Bu durum eserlerinden de gözlemlenebilmektedir. Mühendislik okusa da edebiyattan ve sanatla olan bağını hiçbir zaman kesmemiştir.

Oğuz Atay, babası ile olan ilişkisi zıtlaşmalarla doludur. Babası klasik Türk müziğini ve Batı müziğini sevmediği için kendisi sevmiş, ona benzememeye çalışmıştır fakat babasının vefatının ardından yazdığı mektupta kendisinin babasının sevmediği özelliklerini aldığını ve ona benzediğini belirtmiştir. Tüm bunların yanı sıra da annesi gibi romantik bir kişiliğe sahiptir.

Oğuz Atay, askerlik döneminde Pazar Postası’nda yazı yazmaya başlamıştır. Pazar Postası’nın yazarları arasında Turgut Uyar, İlhan Berk, Cemal Süreya, Orhan Duru, Ceyhun Atuf Kansu, Fethi Naci, Muzaffer Erdost, Ülkü Tamer, Ece Ayhan, Güner Sümer, Korkut Boratav, Yılmaz Güney, Can Yücel, Tarık Dursun, Fikret Hakan, Asım Bezirci, Attila İlhan ve Ahmet Oktay gibi geniş bir yazar kadrosu vardır.

Oğuz Atay, Ankara’daki askerlik döneminde arkadaşı Cevat Çapan aracılığı ile Vüsat O. Bener ile tanışmıştır. Askerlik dönemi boyunca da sık sık Vüsat O. Bener ile sohbetler etmiş, fikir çatışmaları yaşamıştır. 1959 yılında askerlik görevini bitirip İstanbul’a döndüğünde aynı yıl Denizcilik Bankası TAO İstanbul Şehir Hatları İşletmesi Müdürlüğü’nde işe girmiştir. Bu işinden istifa ettikten sonra 1960 yılından 1976 yılı sonundaki hastalığına kadar İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’nde hoca olarak çalışmıştır. 1971 yılında da ders notları niteliğindeki “Topoğrafya” kitabını yayımlamıştır.

Pazar Postası’nın ardından arkadaşı Turhan Tükel ile yeni bir dergi girişiminde bulunmuştur fakat “Olaylar Dergisi” çeşitli sorunlar nedeniyle dağılmış, bu durum da Oğuz Atay’da büyük bir hayal kırıklığına neden olmuştur. Olay sonrasında bağlı olduğu değerleri sorgulamış, ülkesinin aydınlarına karşı olan bakış açısında değişiklikler yaşamıştır.

Oğuz Atay, 2 Haziran 1961 yılında Fikriye Gürbüz ile evlenmiştir, bu evlilikten bir kızı olmuştur ve evlilik altı yıl sürmüştür. Boşandığında evinden sadece kitaplarını alıp çıkan Oğuz Atay, boşandıktan sonra yalnız yaşamış ve bu dönemi edebiyat açısından çok verimli geçirmiştir. Boşandıktan bir yıl sonra yakın bir arkadaşının eski karısı olan Sevin Seydi ile ilişki yaşamaya başlamıştır. Oğuz Atay, “Tutunamayanlar” ve “Tehlikeli Oyunlar” isimli eserlerini de Sevin Seydi’ye ithaf etmiş, eserlerindeki Günseli ve Bilge karakterlerini oluştururken ondan esinlenmiştir.

Oğuz Atay, 1976 yılında yüksek ateş ve baş ağrısı şikayetleri yaşamaya başlamıştır. Bu şikayetler sonucunda doktora giden ve beyninde iki tümör olduğu anlaşılan yazar 22 Aralık’ta tedavi amacıyla Londra’ya gitmiştir. Fakat genç yaşına rağmen 13 Aralık 1977 yılında hayata veda etmiştir.

Oğuz Atay’ın İlk Eseri Nedir?

Oğuz Atay’ın ilk eseri 1970 yılında TRT roman yarışmasını kazanan “Tutunamayanlar” eseridir. Oğuz Atay’ın ilk sayfalarını 1968 yılında yazmaya başladığı eserin yazımı bir yıl sürmüştür. Bu süreç boyunca en büyük destekçisi Sevin Seydi olmuştur. Eseri bitirdikten sonra okuttuğu ilk kişi Vüsat O. Bener’dir. Vüsat O. Bener eseri genel olarak beğense de Oğuz Atay’dan eseri kısaltmasını istemiştir fakat yazar bunu en başta kabul etmemiştir. Bir süre sonra eksiltmeler yapmaya ikna olmuştur. Romanı tekrar gözden geçirdikten sonra 1970 yılındaki TRT roman yarışmasına yetiştirmeyi başarmış, ödülü de kazanmıştır. Ödülü almasına rağmen pek çok yayınevi eseri kalın bulduğu için basmak istememiştir. 1971 yılının Aralık ayında arayışlar sonucu bulabildiği bir yayınevinden ilk kez eserini yayımlatmıştır. Eser ilk basıldığında iki cilt halinde yayımlatmıştır.

Oğuz Atay’ın Kaç Tane Eseri Vardır?

Oğuz Atay’ın 8 adet eseri vardır.

Satranç hayat gibidir. Her parçanın kendi işlevi vardır. Bazıları zayıftır, bazıları ise güçlü. Bazıları oyunun başında işe yarar, bazılarıysa sonunda. Ama kazanmak için hepsini kullanmak zorundasın. Aynen hayatta olduğu gibi, satrançta da skor tutulmaz. On parçanı kaybedip, yine de kazanabilirsin oyunu. Satrancın güzelliği budur işte. İşler her an tersine dönebilir. Kazanmak için yapman gereken tek şey tahtanın üzerindeki olası hamleleri ve anlamlarını iyi bilmek ve karşındakinin ne yapacağını kestirebilmek. Satranç hayat gibidir.

Önemli olan şu; her ne oluyorsa, ya da sen ne olduğunu sanıyorsan, yine de kontrol sende. Kim olduğunu ve hâlâ kendin olduğunu hatırlamaya çalış. Bununla başa çıkmaya çalış. Kendini güvenceye al, güvenli mekânlar seç, güvenebileceğin insanlarla birlikte ol. Yarattığın dünyada mantıklı kararlar vermeye çalış. Sonunda bir şekilde gerçeği buluyorsun, gerçekliğe dönüyorsun.

Hepimiz dünyayı gerçekte olduğu gibi değil, kendi ön yargılı algılarımız vasıtasıyla gözlemleriz. Dolayısıyla gerçekten bilebileceğiniz tek şey kendinizsinizdir.

Artık yoktu demek yanlıştı. Şimdi yoktu. Şimdiki şimdi değildi o gördüğü. Başka bir şimdiydi. Olabilecek, ama olmayan bir şimdi, şu an.

Işık hızından hızlı olan tek şey düşünce hızıdır.

İntikam, haklı gerekçelere de dayansa, yine de bir günahtı.

Bir şey yapmamayı seçsen, bu bile bir seçimdir.

Ne isteyeceğinizi kontrol edemezsiniz. Her davranışınızı önceden belirleyen arzularınız, ruhunuzun o kadar derinlerine işlemiştir ki, onlara dikkat bile etmezsiniz. Ve bu da sizi mükemmel bir köle yapar.

İşte hayatın en güzel tarafı da buydu; her şey olabilirdi, her ne kadar olasılıksız olursa olsun olabilirdi, olasılık dışı olan bir olay mutlaka olurdu.

Aslında casus olmakla hırsız olmak arasında fazla bir fark yoktu. Amaç çalmak. Hırsız mücevher çalar, ajan ise sırları.

En karanlık gecede bile yıldızlardan gelen bir ışık vardır.

Doğru bedeli ödersen, her şeyi satın alabilirsin.

İnsanlar söylediklerinizi ya da yaptıklarınızı unutur, ama onlara neler hissettirdiğinizi asla unutmaz.

Hayattaki en önemli şey, dağıtılan kartlar ve oyunda olup olmamaktır.

Doğru seçim yaptığını, arzularına karşı çıkınca anlarsın.

Her şey içinde karşıtının en azından tohumunu barındırır: Kış yaza dönüşür; yukarıya çıkan her şey aşağıya inmek zorundadır. Tıpkı sıcak olmadan soğuğun, aydınlık olmadan karanlığın olmayacağı gibi.

Tüm kumarbazların söylediği en önemli cümleyi söyledi; kötü eller gelmeye başladığında masadan kalkacağım.

Bir sabah , yıllardır görmediğiniz bir arkadaşınızı düşünerek uyandınız. Bir saat sonra , onunla sokakta karşılaştınız . Sizce bu sadece bir tesadüf mü , yoksa çok daha farklı bir anlamı olabilir mi ?

Tüm duyuların merkezi olan beyin, acı hissetmeyen tek organdır.

Acı çekmek, yalnızca arzuların bertaraf edilmesiyle sona erdirilebilir.

Bazen çocuklar yetişkinlerin göremedikleri şeyleri görürler.

Sahip olduğu tek silah zihniydi. Ve savunması için yeterli olmak zorundaydı.

Eğer bir şeyi yapabileceğini düşünürsen, bu mümkün olmasa bile yapabildiğini görürsün. Eğer yapamayacağını düşünürsen, o zaman çoğunlukla yapamazsın, çünkü yapmayı denemezsin bile.

Olasılık teorisi hayatın sayılara dökülmüş halidir.

Güçlü yetenekleri olanlar, gelecekteki kendilerinin kararlarına uyarlar ve aynı şeyi yaparlar. Bu nedenle de kararları doğrudur, bilinçaltlarında bu kararların doğru olduğunu, onlara mutluluk getireceğini bilirler bir şekilde.

Kararlar doğru veya yanlış değildir. Kararlar karardır. Sen, sana göre en iyisini seç.

Ne kadar fantastik de olsa düşünebileceğiniz her şey yalnızca daha önceden deneyimlediğiniz başka bir şeyden kaynaklanıyor.

Gelecek, onu görene kadar şekilsizdir. Bir parayı havaya attığında iki olası gelecek vardır, birinde para yazı gelir, diğerinde tura, ama sen görene kadar ikisi de değildir.

Bir seçim yapmak zorundaydı: Ya bekleyecek ve fırsatı elinden kaçıracaktı ya da harekete geçecekti ve kendini ele verme riskini göze alacaktı. Böyle zamanlarda hep iç güdülerine güvenirdi. Her şeyi apaçık görüyordu. Her seçimin olumsuz sonuçları olabilirdi. Asıl yapılması gereken riski değerlendirmek ve en aza indirgemekti. Hiçbir zaman risk faktörü yok edilemezdi; tamamen yok edilemezdi.

Ne yaparsan yap sakın unutma; düş, tek bir kişinin mantığıdır. Gerçekse herkesin çılgınlığı.

Unutma; ileri gidebilmen için arkadakileri unutman gerek.

Kendinde olmazsan, üstüne düşeni yapamazsın.

“İyiki’ lerin keşke’ lerini geçsin bu hayatta. Çünkü zamanı geri çevirmek için saatin yelkovanı ile oynamak fayda sağlamaz.

Hiçbir şey imkansız değildir. Ama belirli şeyler olasılık dışıdır ya da olasılıksızdır.

İmkansız diye bir şey yoktur, sadece bazı olayların olma olasılığı daha düşüktür.

Tahmin etmek imkansızdır. Ama şimdiki zamanı çok iyi bilirsen geleceği kontrol edebilirsin.

Her şeyin sıradanlaştığı bir dünyada, Bazen kaybetmek en doğru seçimdir. Ve o dünyada en yerinde tercih; vazgeçiştir.

İnsanlar gördükleri geleceklere giden yolu her zaman izlemezler. Ama izlerlerse ve bu gerçekleşirse . bu bilinçte birden ortaya çıkar ;işte dejavu denilen şey de budur.

Her zaman seçeneklerin ve seçim hakkın vardır.

‎İnsanı en çok üzen şey; Ummadıkları kişiler adam olurken, adam sandıklarının insan bile olamamış olmasıdır.

Nokta her zaman bir son demek değildir, bazen kendinden sonraki harfin büyük olacağını gösterir.

İnsanın şans faktörünü ve bunun sonuçlarını anlayabilmesinin yolu kumarı anlayabilmesinden geçer. Olasılık kalkülüsünün doğuşu kumara bağlıdır… İnsanın kumarı anlamaya çalışması gerekir; ama bunu felsefi bir şekilde algılamalı, yüzeyselliğinden arındırarak kavramalıdır.

Olasılık her zaman kasadan yanadır.

Olaylar her ne kadar rastgele görünse de, tamamen fiziksel gerçeklerle koşullandırılmışlardır ve sonuçları bu şekilde belirlenirler.

STAR FİKİR

İlk romanı Olasılıksız, onsekiz dile çevrilmiş ve en iyi ilk roman dalında 2006 International Thriller Writers Ödülünü kazanmıştır. 2008 Nisan ayında da ikinci kitabı olan Empati çıkmıştır. Empati, 2008 yılında Almanca, Japonca ve Türkçe yayımlanmıştır.

Fawer, Pennsylvania Üniversitesi’nde lisans ve lisansüstü derecelerini tamamlamıştır. Stanford Graduate School of Business’da MBA’ini yapmıştır. Kariyeri esnasında Fawer; Sony Music, J.P. Morgan ve son olarak da About.com gibi türlü şirketler için çalışmıştır. Fawer, hayat arkadaşı ve oğullarıyla New York’ta yaşamaktadır.

Türk edebiyatı. org

Unutmayın ki, karşınızdakini nasıl yargılarsanız, siz de öyle yargılanacaksınız.   

1-“İnsan yaradılışı kusurludur. En parlak yıldızların bile üzerinde lekeler vardır.

2-“Eski bir söz vardır, ’Her ışıldayan, altın değildir.’ derler.

3-“Beklediğim bir şey yok. Geceler gündüzden, gündüzler geceden farksız.”

4-“Yoksulluk yetişkinler için çekici bir şey değilse çocuklar için hiç değildir.”

5-“Bütün dünya senden nefret edip seni kötü diye tanısa bile senin kendi vicdanın rahat, suçsuz olduğu sürece hiç arkadaşsız kalmazsın.”

6- “Yürekten gelen tek bir sözcükle de, insan birçok söz söylemiş kadar dostluk belirtebilir.”

7- “Yoksulum, kimsesiz, ufak tefek, gösterişsizim diye duygusuz, ruhsuz muyum sanıyorsunuz? Benim de en azından sizinki kadar duygulu bir yüreğim, ruhum var.”

8- “Kuş değilim ben. Kafesim de yok. Bağımsız, irade sahibi, özgür bir insanım.”

9- “Tanrı beni bağışlasın, kullar da işime karışmasın.”

10- “Bu dünyada tam mutluluk hiçbir insana nasip olmaz.”

1-“Cahil kişilerin ruhları gübrelenmemiş, sürülmemiş topraklar gibi katıdır. Ön yargılar bu ruhlara, kaya diplerinde biten otlar gibi sımsıkı yapışır, inatla büyürler…”

12-“ En ufak şeyler düşlerimizi dağıtmaya yarar.”

13-“Bir kadın, geleneklerin kendisi için yeterli saydığı şeylerden daha fazlasını yapmak, öğrenmek isterse onu kınamak, alaya almak düşüncesizliktir.”

14-“Ne halin varsa gör… Ben kitabıma dönüyorum.”

15-“Düşmanlık besleyemeyecek ya da kötülüklerin kaydını tutamayacak kadar kısa geliyor bana bu hayat.”

16-“Öğrencilerinin gösterdiği gelişmenin takdir edilmesi öğretmenlerinin en gıpta ettikleri ödüldür.”

17-“Özgür doğanların çoğu, bir maaş uğruna her şeye baş eğerler!..”

18-“Gözle görünmez bir zincir kopmuştu sanki, çırpınmalarımın sonucu olarak ummadığım bir özgürlüğe kavuşmuştum.”

19-“Bana sunduğun yalancı sevgi olmaz olsun.”

20-“Akılsız salt duygu gerçi pek lezzetsiz bir şerbete benzer ama duygunun yumuşatamadığı salt akılda insanın boğazından geçmeyecek kadar acı, kekre bir ağudur.” (ağu: zehir)

21-“Ama şimdi, onu yeniden gördüğüm şu ilk anda gönlümdeki tohumlar canlanıvermiş, yemyeşil, dipdiri filiz sürmüştü.”

22-“Bir insanın doğasının aksine davranmaya çalışması, isteklerini kontrol etmesi çok zordur.”

23-“Siz bir komedi oynuyorsunuz, ben de buna gülüp geçiyorum.”

24-“Geçmiş günlerin üzerinde durmaya ne gerek var… Bugünümüz çok daha güvenli, yarınımız çok daha parlakken!”

25-“Nefretten üstün olan şey şiddet değildir. Yaraları her zaman intikam iyileştirmez.”

26-“Süleyman Peygamber ne güzel demiş: “Sevgi dolu bir ortamdaki sebze yemeği, nefret dolu bir ortamdaki besili danadan yeğdir.”

 27-“Bence hayat çok kısa. Çektiklerimizi hesaplayıp kin tutmaya değmez. Hepimizin pek çok kusuru var. Bütün bu kusurlar da, ruhumuz vücudumuzdan kurtulduğu zaman gitmiş olacak.”

28-“Dayanıklılığa, kararlılığa, çalışkanlığa, zekaya sonsuz saygım vardır; çünkü insanı büyük başarılara, yükseklere götüren yol bu özelliklerdir.”

29-“Filozofların bile yanlış düşündüğü, dindarların bile kötülük yaptığı görülmüştür.”

30-“Görünüş bakımından güzeldi, birçok parlak yetenekleri vardı; gene de ruhu yoksul, gönlü yaradılıştan çoraktı.”

31-“Dayanmak boynumun borcudur, mademki kaçınılmaz bir şey! Mademki alnımıza yazılmış, çekeceğiz. Yazgımız olan bir şeye çekemem demek saçmalık. ”Dinledikçe şaşırıyordum. Bu ‘yazgıya boyun eğme’ işini kafam almıyordu benim. Hele onun kendini ezen kişiyi temize çıkarmasını hiç anlayamıyor, hiç haklı görmüyordum.”

32-“Birçok kimse canlarını mallarını Tanrı’ya emanet ederler ama bence insan önce önlemini almalı, sonra Tanrı’ya güvenmeli.”

33-“Koyu cahil olduğunuz konularda fikir yürütmeye kalkışmayın…”

34-“Mevki! Mevki! Senin mevkin benim gönlümdür.”

35-“Demek ki sana iyilik yapanlara karşı sen de iyisin. Ben de böyleyim. Acımasız, haksız olanlara da iyi davranır, boyun eğersek kötülere fırsat vermiş oluruz. Bu kez kötüler hiçbir şeyden korkmadıkları için iyi olmaya çalışmazlar, gitgide daha kötü olurlar.”

Bronte, Charlotte. Jane Eyre. İstanbul: Can Yayınları, 2017.

Söylenti Dergi

Evli olduğu için Bayan Arthur Bell Nicholls, yazar olduğu için ise Currer Bell olan Charlotte Brontë, 1816’nın nisan ayında, İngiltere’nin Yorkshire ilçesinde doğdu ve aynı yerde öldü. Yazar, bir kadının doğasından gelen arzuları ve sosyal statüsü arasındaki çatışmayı anlattığı Jayne Eyre kitabı ile ünlendi. Roman, Viktoryen edebiyata yeni bir samimiyet katmıştı. Kendisi daha sonra Shirley’i (1849) ve Villette’i (1853) yazdı.

Babası Patrick Brontë (1777-1861), bir Anglikan rahibiydi. Kendisi İrlanda doğumluydu ancak soy ismini daha sıradan sayılacak Brunty ismi ile değiştirdi. Birkaç mahallede hizmet ettikten sonra 1820’de eşi Maria Branwell Brontë ve altı küçük çocuğu ile birlikte papazlık yapması teklif edilen Yorkshire’nin kırlarındaki Haworth kasabasına taşındılar. Bundan kısa bir süre sonra eşi Bayan Brontë, en büyük iki çocuğu ile vefat etti; üç çocuğun (kızlar Charlotte, Emily ve oğlan Branwell) bakımı tek başına kalan babayada düştü. Çocukların yetiştirilmesi, memleketi Cornwall’ı bırakıp aile ile birlikte Howart’a yerleşen halaları Elizabeth Branwell tarafından desteklenmişti.

1824’te Charlotte ve Emily, ölümlerinden önce ablalarıyla birlikte Lancashire ilçesindeki Cowan Köprüsü köyündeki Clergy Daughters’ School’a gittiler. Okulun ücreti yüksekti, yemekleri cezbetmiyordu ve disiplini zorlayıcıydı. Charlotte, uzun yıllar sonra Lowood Enstitüsü’nün ince üniforması altında Jane Eyre‘de okulu kınadı -belki abartarak- ve müdür olan Başrahip William Carus Wilson, romanda Mister Brocklehurst’a denk olarak kabul edildi.

Charlotte ve Emily, 1825’in haziran ayında eve döndüler ve beş yıldan uzun bir süre Brontë kardeşler burada oyunlar oynadılar, yazdılar, birbirlerine romantik hikâyeler anlattılar ve yaratıcı oyunlar icat ederek hem evde hem de Yorkshire’nin ıssız kırlarında eğlendiler.

1831’de Charlotte, Huddersfield civarlarında Roe Head’deki Miss Wooler’in okuluna gönderildi ve bir yıl kaldı. Geçirdiği bu sürede ömürlük bir arkadaşlık kurdu. Arkadaşlarından biri olan Ellen Nussey ile yazışmaları ölümüne kadar devam etti ve şu an hakkında bilinen çoğu bilgi de bu sayede ortaya çıkarıldı. 1832’de kardeşlerine de öğretmek için eve dönse de 1835’te Roe Head’e öğretmen olarak geri döndü. O, ailesinin konumunu geliştirmek istiyordu ve bu amaç için çalışmak içindeki tatmin edilemeyen enerjinin tek çıkış yoluydu. Bunun yanında kardeşi Branwell bir ressam olarak kariyerine başlamıştı ve ailenin geçinmesine destek olmak bir zorunluluk haline gelmişti. İş ise kaçınılmaz kısıtlamalarıyla Charlotte’a tatsız geliyordu. Tüm bunların sonunda yatağa düştü ve kendisini melankolinin içinde buldu. 1838 yazında nişanı sona erdirildi.

1839’da Charlotte, bir arkadaşının abisi olan Reverend Henry’den ve birkaç ay sonra başka bir genç rahipten gelen evlilik teklifini reddetti. Aynı zamanda Charlotte’ın amacı yetenekleriyle elinden gelenin en iyisini yapmak ve Branwell’in Rawdon’daki Upperwood House’da mürebbiye olarak birkaç ay daha kalma isteğini karşılayabilmekti. Branwell’in yazma ve resim yeteneklerine entelektüel donanımı ve sosyal cazibesi de eklenince kendisi için parlak bir gelecek vadediyordu ancak kardeşi dengesiz, iradesiz ve çabuk öfkelenen biriydi. Bu yüzden sıklıkla iş değiştirip alkol ve afyona sığındı.

Aynı zamanda kız kardeşleri hep birlikte halaları tarafından finanse edilecek  bir okul açmayı planlıyorlardı. 1842’nin Ocak ayında Charlotte ve Emily Fransızcalarını ve bunu takiben Almancalarını geliştirmek için öğrenci olarak Brüksel’e gitmişlerdi. Yetenekleri ile iyi bir öğretmen ve sıra dışı sezgileri olan bir adam olan Constantin Héger’in dikkatlerini çektiler. Teyzesinin ölümü üzerine eve kısa bir yolculuk yaptıktan sonra Charlotte hem öğrenci hem de öğretmen olarak Brüksel’e döndü.

1843 yılının hepsini orada geçirdi ancak yalnızdı ve kederliydi çünkü arkadaşları Brüksel’den ayrılmıştı. Ayrıca Héger’in eşi kendisini kıskanmaya başlamıştı. Charlotte’ın Héger’le arasındaki ilişkinin doğası kendisinin anladığı kadarıyla çok tartışılıyordu. Héger, Charlotte’nin tanıdığı en ilginç kişiliğe sahipti ve kendisinin yeteneklerini sezmiş hatta onları uyandırmıştı. Onun güçlü ve ayrıksı karakteri Charlotte’ın hem mizah anlayışına hem de duygularına hitap ediyordu.  Her ne kadar ona tutkulu bir bağlılık teklif etse de Héger onun duygularını bastırdı.

Charlotte’nin dönüşünden sonra ona yazdığı mektupların aşk mektubu olarak tanımlanması oldukça mümkündür. Héger, bu mektupların yanlış anlaşılmalara yol açabileceğini belirtince Charlotte yazmayı bıraktı ve duygularını disipline etmek için içine kapandı. Ancak Charlote’nin Brüksel’deki deneyimi yarıda kalmıştı ve gelişimi için kritik bir öneme sahipti. Bu olayların ardından sıkı bir edebî eğitim aldı, kendi doğasının kaynaklarının farkına vardı ve tüm romanları için çeşitli durumlarda işine yarayacak materyaller topladı.

1844’te Charlotte’ın babasının zayıfllayan gözleri yalnız kalmasını engellediğinden, kendisi için uzun zamandır öngördüğü bir okul açmaya girişti. Prospektüsler yayınlandı, ancak hiçbir öğrenci Haworth’ın uzaklığını göze almadı.

1845’in sonbaharında Charlotte, Emily’nin birkaç şiirine rast geldi ve bu keşif Currer, Ellis ve Action Bell’in Şiirleri’ni -bir diğer değişle Charlotte, Emily ve Anne’nin Şiirleri’ni doğurdu. Takma adların gizliliği korumak ve okuyucuların kadın isimlerini gördüklerinde takınacakları ön yargılı tutumlardan kaçınmak için kullanıldığı tahmin ediliyor. Kitap masrafları kendilerine aitti. Yalnızca birkaç yorum alınmış ve iki nüshası satılmıştı. Yine de onlar için bir fırsat açılmış olmuştu ve bunun yanına yazdıkları üç romanı da koymaya çalışıyorlardı.

Charlotte, Profesör Hikâyesi romanını yayınlamaya çalışırken başarısız olmuştu ama 1846’nın ağustosunda, göz ameliyatı için giden babasıyla birlikte Manchester’da kalırken yazmaya başladığı Jayne EyreBir Otobiyografi‘yi bitirmeye çok yaklaşmıştı. Profesör’ü reddeden Smith, Elder ve Company, içinde daha fazla olay ve heyecan barındıran üç ciltli bir romanı düşünmeye istekli olduklarını açıkladığında derhal tamamlayıp sundu. Bunun ardından sekiz haftadan kısa bir süre içinde Jayne Eyre kabul edildi ve yayınlandı, hatta kardeşlerinin o yıl içinde yayınladıklarından çok daha büyük ve hızlı bir başarıya ulaştı.

Bu olayları takip eden yıllar, trajik olanlardı. 1848 ekim ayında Branwell, aralıkta Emily ve 1849 mayısında ise Anne öldü. Charlotte biraz ruhsuz bir karakterle Shirley Hikâyesi’ni tamamladı ve hikâye ekimde yayınlandı. Takip eden yıllarda Londra’ya bir yayıncının misafiri olarak üç defa gitti, orada yazar William Makepeace Thackeray ile tanıştı ve George Richmond tarafından bir portresinin yapılması için modellik yaptı. 1851’de yazar Harriet Martineau ile birlikte Manchester’de kaldı ve daha sonra da biyografisini yazacak olan Elizabeth Gaskell’i ziyaret edip onu Haworth’ta da ağırladı. Villette 1853 yılının ocak ayında yayınladı. Aynı dönemde 1851’de Smith & Elder şirketinin bir üyesi olan James Taylor’dan aldığı üçüncü evlilik teklifini reddetmişti.

Babasının kilisedeki yardımcısı, bir İrlandalı olan Arthur Bell Nicholls (1817-1906), Charlotte’nin dördüncü talibiydi. Babasının rızasını almaları çok uzun sürse de 29 Haziran 1854’te Haworth Kilisesinde evlenmişlerdi. Balayılarını İrlanda’da geçirdikten sonra Haworth’a geri döndüler ve kocası önceden söz verdiği gibi babasının  yanında kilisede çalışmaya devam etti. Arthur Charlotte’ın entelektüel hayatını paylaşamıyordu ancak Charlotte olduğu kişi için sevilmekten ve onun eşi olarak kendisine düşen işleri yapmaktan memnundu. Yeni bir hikâye olan ve şu an elimizde birkaç sayfası kalan Emma’ya başladı. Kitabın sonu gelemeden yorucu bir hastalıkla geçirdiği hamilelik yüzünden 1855’te vefat etti.

Hayatı boyunca yazdığı mektupların üç ciltten oluşan derlemesi, Charlotte Brontë’nin Mektupları, editörlüğü Margaret Smith tarafından yapılıp 1995-2004 arasında basıldı.

SANATLAART

  • Ağızdan çıkan her kelime yazılan her söz akıldan geçen her düşünce sadece o kişiyi bağlar.
  • Aslında kayıp değiliz kendimizi başkalarında arayanız…
  • Başkasının sınır koyduğu hayatı yaşamak onların hayatını yaşamak değil de nedir?
  • Hayat kıymetini fark bile etmediğin her nefesindir.
  • Hayata teslim olmazsan onunla sürekli savaşan durumunda olursun. Herkes öldü, kimse hayata karşı kazanamadı şimdiye kadar.
  • Hayatı seyirci koltuğundan kalkıp yaşamak lazım. Film ya da oyun yakında bitecek çünkü…
  • Herkes kendi doğru bildiği gerçeği yaşar.
  • Sen çevrende tutunacak dal arama ağacın kendisi sensin.
  • Sevgi yolunda ilerlemenin tek engeli korkularımızdır.
  • Kararlarının sorumluluğunu al dışarıda suçlu arama…
  • Küçük dünyada büyük hayalleri olana deli derler…
  • Küçük olan akıl büyük mutlulukları bile gizlemeyi beceriyor.
  • Teslimiyetçiyiz, ancak hayata değil insanlara ne yazık ki.
  • Varlığımıza teyid aradığımız için her insan özlenmek aranmak sevilmek ister.
  • Bir şeyin içindeysen dışını göremezsin, kalp seni göremez ancak hisseder. Bir bütünün, büyük bir oluşun parçası olduğunu bilir.Bir hücre hem tümün hem de birimin bilgisini taşır. Kendisi olma ve bütüne ait olma hissi vardır. İnsanoğlu neden bunu anlamamakta ısrar eder?
  • Bir çocuk taşa takılıp düşerse neyi kaldırırsın? Çocuğu mu? Taşı mı? Düşün. Bil ki şayet taşı kaldırırsan bir başkası da sonradan düşmez, çocuk zaten kendisi öyle böyle düştüğü gibi kalkacaktır ve kalkar. Önünde duran taş bir engel midir yoksa senin yükselebilmen için bir basamak mıdır? Bunu da sorgulamayı ihmal etme.
  • İnsanoğlunun yaşamı iyi ve kötü arasındaki ebedi mücadeleden oluşmuştur. İyilik potansiyeli ne kadar artarsa kötülük kuvvetleri de o kadar güçlenir. Kötü denilen mevhum aslında bir yanılsamadır. İnsanoğlu kötüyü gördükçe ve ona inandıkça kötüyü gerçek kılar. İnsanoğlu karşısındaki kişide kötü bir şey görürse onun bilinci de bu gerçeği onun dünyası için yaratır. Bu yüzden herkes bir diğerinde olan sadece iyi yönleri görebilmeli, kötüleri göremeyecek hale gelmelidir. Bu tabii ki görmezden gelmeli anlamına alınmamalıdır. İyiliğin gerçeği ile kendi kendine teyit edebildiği kötülük arasındaki farkı görmeye çalışmalıdır.
  • Dikkat et, kimseye ihtiyacı olmadığını söyleyen insanların aslında herkese ihtiyacı vardır. Kimseye değer vermiyor gibi gözüken insanlar kendilerine değer vermiyordur. Sır, her şeye sahibim ve ben her şeyim diye kendini bilmekte yatıyor.
  • Hayat bir ritimdir. Güneşin doğuşu, yeniden doğuşu, nabzın atışı, kalbin kan pompalaması hepsi birer ritimdir. Ritim ahenktir, uyumdur. Ritim olmazsa hareket olmaz, hareket olmazsa zaman olmaz. Zamanın durduğu yerdeyse hayat durur sonsuzluk başlar. Zaman zihindedir; bilinçse sonsuzluktur.

Ben kendi yaralarımı iyileştirmezsem herkesin bıçağı keskin kalır.

Ya aklına hükmet ya da onun kölesi ol.

Kalp kalbe karşı değildir; kalpler hep Bir’dir beraber atar.

Hayata teslim olmazsan onunla sürekli savaşan durumunda olursun. Herkes öldü, kimse hayata karşı kazanamadı şimdiye kadar.

Hayata bir anlam yüklemek için yaşarken, sonuna gelindiğinde hayatın kendisinin bir anlam olduğunu anlayacağız…

Gücün farkındalığı güçsüz oluşunu ortaya koymakta yatar.

Kendine yalan söyleyen herkese yalan söyler.

Varoluşun merkezinde yalnız sevgi vardır. Sevgidir dünyayı ayakta tutan ve onun ötesinde olan saf Bir Işıktır. Her birimiz İlahi Işığın birer parçasıyız. O yüzden iyisi mi mum üfleyip karanlıkta kalmak yerine aydınlığa çıkalım. Işık hepimizin içinde, gizlenmiş saklanıyor. Maksat etrafı aydınlatmak ve Işığı yaymak. Sonsuza kadar… Bunun ötesinde ne var sanıyorsunuz?

Keşke insan bildiğini okumak yerine bilmediğini okusa…

Mutluluğun anahtarı cebindedir.

Başkasının sınır koyduğu hayatı yaşamak onların hayatını yaşamak değil de nedir?

İnsanoğlu aciz bir yaratıktır. Zavallıdır. Yetersizdir. Kendine yetmeyi bilmez o yüzden her şeyi başkasından bekler. Varlığından emin olmak için bile teyidini dışarıdan arayandır. Ne yazık! Her birimiz var olan her sıfata vakıf olarak doğmaktayız ancak kapasitemizi sınırlamak konusunda uzmanız. Halbuki potansiyelimiz sonsuzdur. Sonsuz her ne demekse… Anlayana.

Kader ağlarını örsün izin vermezsen başına çorap ören olursun.

Kendine karşı kaybettiğin savaşta yok olursun.

Kendini ara, bul, oku, tanı ve sev…

İnsanın en büyük cahilliği kendisini okuyamamasıdır.

Bir başkasının kuyusunu kazmak yerine kendin için sağlam bir temel atıver…

Bir yalanı ne kadar çok tekrar edersen o kadar inandırıcı olur ve sonunda kendin de inanan olursun.

Özgürlük akıldadır, eylemde değil…

Beni benden iyi kim tanıyabilir? Kim beni benden daha iyi okur ben kendimi okuyamazsam acaba?

Hayatın amacı ya ‘bana’ ya da O’na hizmet etmektir…

Küçük dünyada büyük hayalleri olana deli derler…

Başkasını en iyi tanımanın yolu kendini tanımaktan geçer.

Seni, sendeki beni bulduğum için sevenim…

Aslında kayıp değiliz; kendimizi başkalarında arayanlarız…

Kalbin terazisi hiç şaşmaz..!

Temeli yalanla inşa edilenin, zamanı gelince, illa ifşa olur.

Zaaf hangi tarafa aitse tutsaklığı o yaşar.

Bedelini ödemediğin hiçbir şeyin tadını çıkartamazsın.

Aklınız varsa akılsız olun. Kafanızda boşalan yer mutlaka başka şeyle dolacaktır. Ancak bildiklerinizi unutursanız, bilin ki yeni şeyler öğrenebilirsiniz!

Attığın her adımda, uğruna yola çıktığın her davanın sonunda ne olabileceğini düşünmeden ilerlemeye devam etmelisin. Yalnız olması gerekenler oluyor ve olacak. Olmadıysa da henüz, olacaktır nasılsa…

Niyetin dünyayı kurtarmak ise, işe kendi dünyanla başla…

İnsan duygularla algılar ancak bilinçle yorumlar. Bilince bilgiyi getiren de duyulardır. Fakat bakan gözdür, görense bilincin kendisidir. Baktığı şeyi anlayabilmesi için beynin kendisinde onunla ilgili bir bilgi mevcut olmalıdır. Aksi halde baktığına anlam yükleyemez. İnsan maalesef bu yüzden baktığı her şeyi göremez.

Gözleri görmeyi bilen ve kulakları işiten için her şey apaçıktır.

Vikisöz

1961 yılında İstanbul’da doğan Eddi Anter ilk, orta ve lise eğitimini Nişantaşı Işık Lisesinde aldıktan sonra yükseköğrenimine yurt dışında devam etti. İngiltere’de Brighton Polytechnic’te İşletme bölümünü bitirdi. Amerika’da University of Miami’de Uluslararası Pazarlama yüksek lisansını tamamladıktan sonra Nova Southeastern University’de Klinik Psikoloji dalında yüksek lisansını aldı.

Anter, yirmi yıl boyunca tekstil ihracat işiyle uğraştı. Bir internet sitesinde “Don E” adı altında kültür ve sanat üzerine yazılar yazdı. Haftalık Şalom gazetesinin “Miami Mektubu” köşesinde 6 yıl boyunca okuyucularıyla buluştu. Halen Yuvaya Yolculuk Dergisi’nde yazılarını paylaşmaktadır.

Farkındalık Hapı ve İş’te Farkındalık adları altında Kişisel Dönüşüm ve Kurumsal Eğitimler veren Anter bireysel danışmanlık hizmeti de sunmaktadır. 2006 yılında yayımlanan “Lilly- Ben Bir Arap Yahudisi’yim” adlı ilk romanı aylarca En Çok Satanlar Listesinde yer aldı. 2007 yılında çıkan “Kumbara” adlı ikinci ve 2009 yılında çıkan “İkilem” adlı romanları da uzun bir süre En Çok Satanlar Listesinde kaldı.

“İnkâr” isimli eser 2011 senesinde, “Kabile” adlı romanı 2014 yılında ve “Ben Benim” adlı kitabıysa 2015’te okuyuculara sunuldu. 2016 yılında yayımlanan “Kesmeşeker” romanını 2017 yılında çıkan “Vakitsiz Kaybedenler” izledi. “Karanlıkta Yürüyen Yabancı” romanı 2019 yılında okuyucuyla buluştu. 2021 yılında El Ele ve 2023 yılında Sen Varsan Ben Varım adlı romanları okuyucuya sunuldu. Tüm kitaplar halen Longseller* olarak raflarda yerini korumaktadır.

Comments are closed.