logo

Şair, şiir ve yaşam 2/ Uckun Kaan

Turgut Uyar

Hastayım, yalnızım, seni yanımda
Sanıp da bahtiyar ölmek isterim.
Mahmûr-u hülyayım, câm-ı leb’inden
Kanıp da bahtiyar ölmek isterim.

Bir olmaz hevesin düştüm peşine,
Vuruldum hüsnünün şen güneşine,
Güzel gözlerinin aşk ateşine,

Yanıp da bahtiyar ölmek isterim.

Tâlihin kahrı var her hevesimde,
Boğulmuş figanlar titrer sesimde,
O güzel ismini son nefesimde

Anıp da bahtiyar ölmek isterim.

Rıza Tevfik -o zaman- Edirne’ye bağlı Cisr-i Mustafapaşa kasabasında doğdu. Babası, Hoca Mehmed Efendi, annesi Kafkasya’dan kaçırılarak İstanbul’a getirilmiş bir Çerkez kızı olan Münire Hanım’dır.

İlk tahsiline dört buçuk yaşında iken doğduğu kasabada başlar. Kaymakamlık görevinden istifa ederek İstanbul’a gelen babasının Türkçe derslerini verdiği Sion Mektebi’nde tahsiline devam eder. Burada Fransızca İbranice’yi öğrenir. Sonra Beylerbeyi ve Dayutpaşa Rüştiyelerine devam ederse de babasının izmit Savcı yardımcılığına tayin edilmesi üzerine tahsili yarım kalır.

İzmit’te ailece sıtma hastalığına yakalanırlar; yedi ay sonra annesi bu hastalıktan ölür. İstanbul’a geri dönerler Babası, Nergis Eda isimli bir hanımla evlenir. İzmit’den dönüşlerinden kısa bir süre sonra babasının aynı görevle Gelibolu’ya tayini çıkar (1882). Rıza Tevfik, Gelibolu’da Rüşdiye’ye devam eder; buradan birincilikle mezun olur. Gelibolu günleri onun için unutulmaz hâtıralarla doludur. Şiirle ilgisi o günlerde başlar. O yılları anlatırken:

“Ben o zaman on beş yaşımı ikmâl etmiştim. En güzel ve tamamiyle hür ve hemen her veçhile bahtiyar geçen devr-i tufuliyetimi, o dilber ve mefâhir-i tarihiye ile, an’anât-ı zaferle dolu memlekette geçirdim ve bu yaşımda tabiatın her türlü cilve-i hüsnüne meftun bir çocuktum. Bende biraz mizac-ı şairane varsa muhitin eser-i feyzidir. Bu yaşımda şiir zevkinden hisse almağa başlamıştım. Tabiatle de pek samimi bir münasebetim vardı.” (Son Asır Türk Şâirleri, s. 1488).

1866 yılında Gelibolu’dan İstanbul’a gelerek Galatasaray Sultanîsi’ne parasız yatılı olarak kayıt olur. Haylazlığı yüzünden iki sene üstüste sınıfta kalınca yeniden Gelibolu’ya döner. Bir yıl sonra babası, Rıza Tevfik’i, İstanbul’a getirerek Mülkiye Mektebi’ne kaydettirir (1887). Bu okuldaki günleri, kendi ifadesiyle pek parlak devri olmuştur. O sıralarda okulun öğretim kadrosunda seçkin kişilerin olması Rıza Tevfik’in edebiyata olan ilgisini artırır. 1890 yılında bir jurnal neticesinde hocalarının büyük bir kısmı görevden uzaklaştırılınca öğrenciler isyan eder. Bu olay üzerine, harekete katılan Rıza Tevfik de bazı arkadaşlarıyla birlikte okuldan atılır. Aynı yıl babası vefat eder. Bunun üzerine Mülkî Tıbbiye’nin imtihanlarına girer ve kazanır. Siyasî olaylara karıştığı ve bir dahiliye subayına karşı geldiği için yeniden okuldan atılma durumuna düşer. Tophane Müşiri Zeki Paşa’nın aracılığıyla affedilir. Bir müddet sonra, öğrencilere konferans vermesi jurnal edilir ve hapse atılır. Bu sefer Zaptiye Nazırı Nazım Paşa’nın yardımıyla kurtulur. Ancak, kendisini jurnal ettiğine inandığı bir Ermeni kitapçıyı dövünce tekrar hapishaneye düşer. Burada da rahat durmayıp mahkûmları isyana teşvik eder. Bilâhare, başka yere nakledileceği söylenerek serbest bırakılır.

Rıza Tevfik, yine Zeki Paşa’nın yardımıyla Tıbbiye’ye kabul edilir. Bu arada akrabaları, hayatının düzene girmesi için onu, Darülmuallimat müdiresi Ayşe Sıdıka Hanım’la evlendirirler. Mülkî Tıbbiye’yi ancak 1899’da bitirir. Fakat adının bir çok olaya karışması yüzünden diploması verilmediği gibi, İstanbul dışına çıkması da yasaklanır. Bir süre görev alamayan Rıza Tevfik, Cenab Şehabeddin‘in tavsiyesi üzerine Karantina İdaresi’nde doktor olarak göreve başlar. Hacca giden bir vapurla yurt dışına kaçmak isterse de haber alınır ve Çanakkale’den geri dönmek zorunda kalır. Bunun üzerine İstanbul Gümrüğündeki Ecza-yı Tıbbiye ye müfettiş olarak tayin edilir. Ayrıca Mülkî Tıbbiye Cemiyeti ne üye olur. Buralardaki görevi 1908 yılına kadar devam eder.

Rıza Tevfik, 1907 yılında Manyasîzâde Refik Bev’in ısrar ve aracılığıyla zaman gizli faaliyet gösteren Ittihad ve Terakki Cemiyeti’ne girmiştir. 11. Meşrutiyet’in ilân edildiği (1908) sıralarda Istanbul halkına yaptığı Meşrutiyefi övücü mahiyetteki konuşmalarıyla dikkatleri üzerine çeker Aynı, yıl, Edirne’den milletvekili seçilerek Millet Meclisi’ne girer.

İttihad ve Terakkî Partisi’nin izlediği politikayı beğenmeyerek onlara karşı muhalefete başlar. Parti içindeki diğer muhaliflerin 1912 de Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı kurması üzerine onlara dahil olur. Siyasî faaliyetlerine devam eden Rıza Tevfik, aynı yıl içinde yaptığı bir konuşmadan ötürü bir ay hapis yatmak zorunda kalır. Buna rağmen muhalefete devam eden Rıza Tevfik, Gümülcine’de bir konuşma esnasında partili arkadaşlarının hücumuna uğrar ve dövülür. Meclisin dağılmasından sonra bir yıl boşta kalır.

Balkan Savaşı sonrası Kâmil Paşa’nın yardımıyla Karantina Meclisi’ne üye olur. Buradaki görevi Umumî Harb’in sonuna kadar devam etmiştir. Aynı yıllarda Darülfünûn’da felsefe dersleri de vermiştir. Bazı kaynaklarda Rehber-i İttihad-ı Osmanî Mektebi’nde ders verdiği ifade edilmektedir.

Rıza Tevfik, 1918’de Hürriyet ve İtilaf Fırkası iktidar olunca Maarif Nazırı (Milli Eğitim Bakanı) olur. 1919 ve 1920 yıllarında da iki kere Şûrâ-yı Devlet Başkanlığı’na tayin edilir. 1919 yılında Paris’e konferansa giden sulh heyetine müşavir olur. 10 Ağustos 1920’de ise Sevr Antlaşması’m imzalayan heyette bulunmuştur. Gerek bu durum, gerekse bu antlaşmayı imza ettiği kalemini edebiyat hocalığı yaptığı Amerikan Kız Koleji’ne hediye etmesi Darülfünun öğrencilerinin büyük tepkisine sebep olmuştur. Bu yüzden Cenab Şahabettin ve birkaç arkadaşıyla birlikte görevinden istifa etmek zorunda kalır.

Rıza Tevfik, başlangıcından beri Millî Mücadele‘nin aleyhinde olmuştur. Onun bu tavrı, Millî Mücadele’nin zaferle sona ermesi üzerine 1922’de Türkiye’yi terketmesine sebep olur. Önce Kahire’ye, bir kaç ay sonra Ürdün Emiri Abdullah’ın davetlisi olarak Mekke üzerinden Amman’a geçer. Amman’da Emir Abdullah’ın divan tercümanlığına tayin edilen Rıza Tevfik, bir müddet sonra Sıhhiye ve Asar-ı Atıka Müdürlüğü’ne getirilir. 1928’de New York’a çocuklarının yanına gider. Bir yıl sonra tekrar Amman’a döner. 1934’te emekli oluncaya kadar orada ki görevine devam eder. Emekli olunca Lübnan’ın Cunye kasabasına yerleşir. Yüzelliliklerin affı konusundaki af kanunun çıkmasından bir kaç yıl sonra ihtiyarlamış bir halde İstanbul’a döner ve 30 Aralık 1949’da hayata gözlerini yumar.

Yirmi yıla yakın süre, sürgünde yaşayan Rıza Tevfik, memleket hasreti içinde, zor günler geçirmiştir. Bu duruma sebep olan hareketlerinden ötürü pişmanlığını belirtirken:

“.. Hakikatte hükümet hizmetine girmiş olduğuma şiddetle nadim (pişman) oldum. Kâşki (keşke) kendi zevkime göre ulûm (ilimler) ve felsefe ve şiirle vakit geçirmiş olsa idim, belki iki odalı bir evim olurdu. Ve ömrüm de yok yere heder olmazdı” diye yazar. (Son Asır Türk Şâirleri, s. 1490)

Dr. Rıza Tevfik, çok cepheli bir kişiliğe sahiptir. Fakat daha çok bir devre damgasını vuran şiirleriyle tanınır. Daha ilk öğrenimine başladığı Musevî Mektebi’nde Fransızca ve İbranice’yi iyi bir şekilde öğrenmiştir. Kendi gayretleriyle İngilizce, İspanyolca, Farsça, Rumca ve Ermeniceyi öğrenen Rıza Tevfik; sürgün yıllarında Arapçasını son derece geliştirir. Gerek Doğu, gerekse Batı kültürlerindeki ilgi alanını geliştirmiştir. Küçük yaşlarından itibaren edebiyat ve şiirle yakından ilgilenmeye başlamış, öğrencilik yıllarında yöneldiği felsefe merakı ve araştırması ömrünün sonuna kadar devam etmiş; Türk folklor ve sanatı üzerine makaleler kaleme almış; bir yandan siyasetle uğraşırken, diğer taraftan doktorluk yapmıştır.

Rıza Tevfik’in şiirle ilgisi Gelibolu’da geçirdiği çocukluk yıllarında başlar. Burada çevrenin, tabiatın ve gittiği âşık toplantılarının karakteri üzerinde büyük etkisi olmuştur.

1887’de, İstanbul’a geldikten sonra ilk şiirlerini kaleme almaya başlar. Önce Abdülhak Hâmit ve Tevfik Fikret‘in tesirinde kalır; bunu kendisi şöyle ifâde eder:

“Abdülhak Hâmit olmasa idi belki yalnız güzel şiirler okumak zevkiyle iktifa ederdim de şiir yazmak hevesine kapılmazdım. Fakat onlara özendim ve diğerlerinden ziyâde Hâmid’in sihir-i tesirine tutuldum. Ona herkesten ziyâde medyundum. Bazı âsârını şiddetle tenkit etmiş olduğum hâlde şâir olarak onu hepsinden üstün tutarım.” (Son Asır Türk Şâirleri, s. 149)

Şairliğinin ilk yıllarında Servet-i Fünûn topluluğuna yaklaşmış, fakat belirli bir edebî akıma bağlanmamıştır. Servet-i Fünûn taraftarlarıyla dost olmasına rağmen sonraları onları tenkit eder; zevklerindeki hususiyeti garip, fikirlerini karışık, dillerini göstermelik ve nihayet faaliyetlerini devrin karışık ortamında arızalı bir yenilik olarak telakki eder.

Rıza Tevfik, ilk şiirlerini aruzla yazmıştır. Aynı yıllarda yazdığı dil, edebiyat, felsefe ve estetikle alâkalı yazıları ve şiirleri Mektep, Maarif, Hazme-i Fünûn, Resimli Gazete ve Çocuk Bahçesi gibi mecmualarda yayınlanır. Bu dönem şiirlerinde hâkim tema felsefî problemlerdir. Ölüm, varlık, Tanrı kavramlarını karamsar bir ruh haliyle ele alır.

Rıza Tevfik, 1905’ten sonra Mehmed Emin‘in öncülüğünü yaptığı şiir akımına bağlı kalır. Hece vezniyle ve sade dille yazdığı bu tür şiirleri edebî çevrelerce beğenilmiş, kendinden sonra yetişen bazı şairlere kaynaklık etmiştir. 1934 yılında yayınlanan Serab-ı Ömrüm isimli kitabındaki şiirlerden bir kısmı bunlar arasından seçilmiştir. Bunlar şekil itibariyle saz şâirlerinin “koşma” ve “divan” tarzındaki şiirlerine benzemekle beraber Avrupai” Türkşiiri çerçevesinde ele alınacak cinstendir. Rıza Tevfik’in. şöhretini kazanmasına sebep olduğu söylenen tamamen âşık tarzında kaleme aldığı şiirleri sayıca fazla değildir. Ayrıca Bektaşî Tekkesi’ne bağlı olan şâir bu alanda da bir kaç şiir yazmıştır.

Edebi çevrelerin, Rıza Tevfik’in yeni tarzda yazdığı şiirlerini bu alanda büyük bir öncülük ve yenilik olarak değerlendirmelerine rağmen, o; bunların daha önce Anadolu ve İstanbul’daki tekkelerde mevcut olduğunu, kendisinin bunu sadece açığa çıkardığını ve biraz da şekillendirdiğini ifâde eder. Şairliği hususunda şöyle der:

“Bende hassas mizacımdan başka sermâye yoktur ve katiyen itikadım şudur ki, benim şairliğim kemâl-i sıdk u ihlâs ile gönlümün tercemanı olabilmek hünerinden ibarettir. Benim kadar ihlâsı, terbiye-i fikriye ve kudret-i beyanı olan herkes benim kadar şâir olabilir. Dünyanın bütün şâirlerine nisbetle bizim mertebemiz pek küçüktür.” (Son Asır Türk Şâirleri, s. 1494).

Rıza Tevfik, felsefeyle olan ilgisinden dolayı “Feylesof” unvanını almıştır. Mülkiye Mektebi’nde öğrenci iken başlayan tutkusu batılı filozofların, özellikle İngiliz Herbert Spencer ve Hukuk Profesörü Holtzendorff ‘un etkisinde kalmasına sebep olmuş; bu şahsiyetlerin tesiriyle ferdiyetçi bir felsefe görüşünü benimsemiştir. Türkiye’de lise seviyesinde felsefe dersi verilmeye başlanması onun gayretleriyle gerçekleşmiştir.

Darülfünun Edebiyat Fakültesinde önce felsefeyle ilgili konferanslar veren Rıza Tevfik, 1918 yılından sonra aynı okulda felsefe hocalığı yapmıştır. Bu konuda bir çok yazısı devrin bazı mecmualarında yayınlanmış, hatta bir felsefe sözlüğü hazırlamaya çalışmış; ancak bu, yarım kalmıştır. Hilmi Ziya Ülken, onun bu yönünü şöyle değerlendirir:

“Geniş bilgisi, hoşsohbetliği, şairliği ile sistemci filozoflara, kuru âlimlere hiç benzemeyen Rıza Tevfik, felsefe kadar tarih, edebiyat ve şiir vadilerinde dolaştığı halde dâima filozofluğu benimser, en çok bundan hoşlanırdı. Bu hiçbir zaman heveskârlık değildi. İnsanlık tarihinde fikir çığırları açmış, sistem kurmuş filozoflara bakıp da ondan bu sıfatı esirgeyenler haksızlık etmiştir.” (Yeni Sabah, 9 Ocak 1950).

Türk Dili ve Edebiyatı. Org

  • Benim ayinim düşünüp yapmaktır. Benim dinim insan gibi yaşamaktır.
  • Bize bol bol ziya kucakla getir; düşmek, etrafı görmemektendir.
  • Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer.
  • En sakin yolculuk uykudur.
  • Göz açıldıkça ruh perdelenir.
  • Hep yıkım üstüne yıkım, acı üstüne acı! Ne vakit geçse anlı şanlı bir ordu, çöküverir ağır gölgesi bir bulutun…

(“Tarih-i Kadim” şiirinden)

  • Deniz kadın gibidir, hiç güvenmek olmaz ha!
  • Kedimle oynarken benim onunla eğlenmemden daha çok, onun benimle eğlenip eğlenmediğini kim bilir?
  • Kuşku koşmaktır aydınlıklara doğru. İnsan aklıdır eninde sonunda gerçeği bulacak olan.
  • (“Tarih-i Kadim” şiirinden)
  • Sultani’yi yıkmak için önce beni yıkmak lazımdır.
  • (31 Mart gerici ayaklanması patlak verdiğinde Fikret, ayaklananların okulu yıkacakları haberini alınca)
  • Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır. Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır.
  • Vatanım bütün yeryüzü, milletim insanlıktır.
  • Ve kendi hüsnümü başlardım önce sevmekten.
    Bu ruh için bir hak:
    Biraz da kendini sevmek değil midir yaşamak!
    • (Rübab-ı Şikeste)
  • Yiyin efendiler yiyin! Bu han-i istiha sizin!
    Doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin!

(“Han-ı Yağma” şiirinin nakaratı)

  • Söner şimdi, manzur olurken demin
    Heyulası karşımda bir alemin

Vikisöz

Tevfik Fikret, 26 Aralık 1867’de İstanbul Kadırga’da dünyaya geldi. Asıl ismi Mehmet Tevfik. 12 yaşında öksüz kaldı. Mahmudiye Rüşdiyesi’nde okudu. 1888’de Galatasaray Lisesi’ni (Mekteb-i Sultani) birincilikle bitirdi. Çeşitli görevlerde memurluk yaptı. Kuzeniyle evlendi. Ticaret Mekteb-i Âlisi’nde hat ve Fransızca dersleri verdi. 1891’de “Mirsad” dergisinin açtığı şiir yarışmasında birincilik kazanınca edebiyat çevrelerinde adını duyurdu. 1892’de Mekteb-i Sultani’ye Türkçe öğretmeni olarak atandı. 1894’te “Malumat” dergisini çıkaranlar arasında yer aldı. 1895’te hükümetin memur maaşlarında kesinti yapmasını protesto için görevinden ayrıldı. 1896’da Servet-i Fünun Dergisi’nin Yazıişleri Müdürlüğü’ne getirildi. Dergi onun döneminde Edebiyat-ı Cedide‘nin yayın organı kimliği kazandı. Aynı yıl Türkçe öğretmeni olarak Robert Kolej’e girdi. Aydınlar üzerinde süren yoğun baskılar nedeniyle birkaç kez gözaltına alındı. Bir süre sonra dergideki görevinden ayrıldı. 1906’da Robert Kolej’in hemen yanında bir ev yaptırarak “Aşiyan” adını verdi. Eşi ve oğlu Halûk’la birlikte buraya yerleşti. 1908’de 2’nci Meşrutiyet’in ateşli savunucularından biri oldu. Hüseyin Kazım Kadri ve Hüseyin Cahit Yalçın‘la birlikte “Tanin” gazetesini kurdu. Gazete İttihat ve Terakki’nin yayın organı haline getirilmek istenince karşı çıktı ve Tanin’den ayrıldı.

Mekteb-i Sultani Müdürlüğü’ne getirildi. 31 Mart Olayları’nı protesto için bu görevden de ayrıldı. Ama öğrencileri ve Maarif Nazırı Naili Bey’in ısrarlarıyla göreve döndü. 8 ay sonra yeni Maarif Nazırı Emrullah Efendi ile anlaşamayınca bir daha dönmemek üzere bu görevi bırakttı. İttihat ve Terakki iktidarına da karşı çıkarak Aşiyan’a çekildi. Ağır bir şeker hastalığına yakalanmıştı. Kolundan olduğu bir ameliyatın ardından 48 yaşında yaşamını yitirdi. Eyüp’teki aile mezarlığına defnedildi.

Küçük yaşlarda şiir yazmaya başladı. Başlangıçta Muallim Naci ile Recaizade Mahmut Ekrem şiirleri arasında uzunca bir arayış dönemi geçirdi. Daha sonra Fransız şiiriyle tanıştı. Özellikle François Coppe‘den etkilenerek kendi şiirini yaratmaya koyuldu. Aşırı titiz tutumu, en küçük ayrıntılar üzerinde dikkatle durmasıyla kendine özgü bir üslup yarattı, döneminin tüm edebiyat ve şiiri üzerinde etkili oldu. Biçimsel kaygıları gözardı etmedi, sürekli yenilik aradı. 1900’de yayınlanan “Rübab-ı Şikeste”de toplumsal sorunlara ağırlık veren şiirlerin yanısıra, günlük konuşma diline yakın dille yazılmış şiirlerde vardı. Betimlemelerindeki ayrıntılı ustalığının ressamlığına bağlanır. Doğa şiirlerindeki doğayla uyumluluk da dikkat çeker. Oğlu Halûk’un şiirlerinde büyük etkisi oldu. 1911’de yayınlanan ikinci şiir kitabı “Halûk’un Defteri”ndeki şiirler, en umutlu ve iyimser şiirleridir. Bu şiirlerde oğluna ve Osmanlı gençliğine çalışkanlık, yurt sevgisi, hak ve hukuktan yana olma gibi erdemleri öğütledi.

1911’de basılan “Rübabın Cevabı”ndaki şiirlerde halkın acılarını, zorbalıkları, baskı ve haksızlıkları anlattı. Bu kitapta yer alan “Tarih-i Kadim’e Zeyl” başlıklı şiirde, kendisini eleştiren Mehmet Akif Ersoy‘a yanıt verdi Din ve doğa konusundaki görüşlerini açıkladı. Kendisinin doğanın bir izleyicisi olduğunu söyledi. 1914’te yayınlanan “Şermin”de yalın bir dille yazılmış, kısa dizelerden kurulu, dolaysız bir anlatımın egemen olduğu şiirler yer alır. 30’lu yaşlarından sonra çevresindeki olumsuzluklardan oldukça etkilendi. Dünya görüşü, çağının koşullarını aştı. Özgürlük ve eşitliğe inandı. Sınıfsal çıkarlara dayalı yönetim biçimini eleştirdi, belli egemen sınıfların yönettiği devlete ve bu devletin koyduğu yasalara karşı çıktı. Özel yaşamında da katı bir ahlak anlayışı sürdürdü. İnsana büyük değer verdi. Ona göre tüm soruların üstesinden gelecek, mutlu yarınları hazırlayacak olan insandır. İnsanın üstünlüğünü sağlayan ise duyarlılığı ve sezgi gücünden çok düşünme gücü ve aklıdır.

Türk Dili ve Edebiyatı

Karlı bir bahçede apansız karşıma çıkan
Adını bilmediğim o fırtına mavisi çiçek
Eğilsem baksam yeniden görünecek

Bozkıra uzanmış sereserpe
Gökyüzü maviliğinde
Dünya, onunla ben, ikimiz,
Çok genciz daha çok genciz
Okul kaçağı tadında
Gülümsememiz

Dönüş mü hayal mi yaşlandık mı Aramızda o fırtına mavisi çiçek Onunla ben dünya ikimiz Gider döneriz. / KIŞ YOLCULUĞU

Yitirmeli ne varsa, başlamalı yeniden…

Ah, kimselerin vakti yok Durup ince şeyleri anlamaya

Yaşamak öyle güzel öyle derin
Bir dostun sıcacık merhabasında
Yürekten gülüşünde
Yaşamak güzel şey
Ellerin sevdiğinin ellerinde
Gözlerinde sevgi dolu bakışlar

“Gün uzun türküsünü bitirdi. Karlı dallara yürüdü karanlık. Yalnızlık çekilmez bu vakit. Delirdi denizde yosun çayda balık Gel artık”

Yozgat’ta doğmuştur. Annesi, ev hanımı Emsal Hanım; babası memur Nurettin Bey’dir. Kalabalık ve geniş bir ailede geçen çocukluğunu “1933 Yozgat başlangıcından sonra dedeler, nineler, amcalar, dayılar, yengeler, teyzeler, kuzenler ortasında feodal ilişkiler içinde kendimi tanıdım. Kocaman bir aile. Doğduğum ev, babamın ana-babasıyla oturduğu annemin gelin geldiği ev. Evin egemeni aşağıdan yukarıya baktığımda asla ulaşamayacağım uzunlukta bir dede. Ben yanında büyüyen ilk torun. Sevgiyle sarılıydım. Bundan dolayı ben de sevgiyle dolu büyüdüm. Dedeme olan hayranlığımı ise onun seçilmişi olmam besliyordu. Yanında kalan ilk torun, üstelik kız, bir de anasına benziyor. ‘Anam’ derdi. ‘Zeynep’ti adım. Babam yeniliğe vurgun oluşundan mı yoksa tepkisel olarak mı nüfusa başka bir ad yazdırdı, bilmiyorum.” (akt: Baysal 2019: 14) cümleleriyle aktaran Akın; annesini kaybetmesinin ardından kardeşlerinin sorumluluğunu üstlenmiş; babasının Ankara’ya tayin istemesi ve ardından askerlik için çağrılması ile birlikte zorlu bir süreç geçirmiştir.

İlkokula Sorgun’da başlayan Akın, eğitimine Ankara’da devam etmiş; Taş Mektep’te başladığı eğitimine önce Cebeci Ortaokuluna yazılmıştır. “Bu günlerde Akın, Cebeci ortaokuluna bir gölge gibi gelip gittiğini belirtmektedir. Okulunu sevmemesini evdeki bunaltıya, büyümesine ve karşılanamayan gereksinimlerine bağlamaktadır. Bu yalnızlığı ve içe doğru yolculuğu sevmeye başlar. Bu sevgisizlik ve ilgisizlik lise ikiye kadar sürer. Önceleri tek tük yazdığı şiir, onun için bir uğraş olmuştur artık. Bu dönemde sınıf ve okul dergilerini dolduran şiirler yazar. Bu dönem yazdığı şiirler genellikle mizahidir. Ozanlara saygı duyulan, uzun kış geceleri ezgiyle peygamber kıssaları okunan ve amcanın şiir yazdığı bir ailede Akın’ın şiire yönelmesi pek şaşılacak bir durum değildir. Akın, çok küçük yaşta dayılarının tavan arasındaki eski bavullarında bulduğu öykü, roman, antoloji, dünya ve Türk klasiklerini çok küçük yaşlarda okumaya başlar” (Erken 2010:8). Liseyi Atatürk Kız Lisesinde tamamlayan Akın; lise eğitiminin ardından Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydolmuş; lise yıllarında başladığı okuma serüvenini burada sürdürmüştür. Fakülte yıllarında hem çalışıp hem okuyan şair, bu süreci şöyle anlatmıştır: “Liseyi bitirmiştim ama yaşam da yeniden ağırlaşmaya, maaşlar yetmemeye başlamıştı. Evlerin kadınların kızları daha büyük sayılarda devlet arşivlerini dolduruyordu. O yaz iş aradım oysa tıp fakültesine gitmeyi düşlüyordum. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu sınavını kazanmıştım. Edebiyat okuyacaktım. Gidemedim. Hukuka yazıldım. Bir de iş buldum. İçişleri Bakanlığında. Yıl içinde akşamları ders çalışıyor, yıl sonlarında izinlerimi kullanarak sınavlara giriyordum. Dört yıl sonra bitti fakülte” (akt: Baysal 2019: 15).

Fakülteyi bitirmesinin ardından 1956’da Yaşar Cankoçak’la evlenen Akın’ın ilk şiir kitabı da bu yılda yayımlanmıştır. Murat, Can, Aksu, Onur ve Deniz adlarında beş çocuğu olan Cankoçak ailesi 1958-1972 yılları arasında Yaşar Bey’in kaymakamlık görevi nedeniyle Anadolu’nun çeşitli ilçelerinde yaşamışlardır. Kumluca, Gevaş, Alucra, Haymana, Gerze, Saray ilçelerinde ve Kahramanmaraş’ta geçen süre zarfında Akın; yardımcı avukatlık, avukatlık ve öğretmenlik yapmıştır. Sürgünlerle geçen bu süreç, Akın’ın şiirinin temelini oluşturan toplumsal yapı içinde bireyin durumuna dair pek çok gözleme de yol açmıştır. Halkın yoksulluğu, ezilmişliği karşısında dik bir duruşun peşinde olan Gülten Akın; yoğun temposuna karşın ailesini hep ön planda tutmuş; yaşamının sonuna değin yalnızca kendi çocuklarına değil çevresindeki pek çok kişiye de annelik yapmıştır. Bir yandan çalışıp bir yandan beş çocuğunu yetiştiren Akın, aynı zamanda bulunduğu yerlerde kadınlar için okuma yazma kursları düzenlemiş; pek çok davada gönüllü avukat olarak bulunmuştur.

1972’de Ankara’ya dönmelerinin ardından bir süre Türk Dil Kurumu Derleme ve Tarama Kolu’nda çalışan Akın; Halkevleri, İnsan Hakları Derneği, Dil Derneği gibi kurumlarda kurucu ve yönetici olarak görev yapmıştır. 1978 yılında emekliye ayrılan şair, ertesi yıl oğlu Murat’ın tutukluluk sürecinde yaşadıkları, onu derinden etkilemiş; doksanlı yılların başına kadar şiir adına suskunluk dönemi geçirmiştir. 1991’de Sevda Kalıcıdır ile yeniden yazın faaliyetlerine dönen şair, bu dönemde Burhaniye’ye yerleşmiş ve ölümüne değin Ankara ve Burhaniye’de yaşamını sürdürmüştür.

4 Kasım 2015’te Ankara’da vefat eden şairin kabri, Karşıyaka Mezarlığındadır.

Gülten Akın; şiir kitaplarıyla pek çok ödül almıştır. Sığda adlı şiir kitabıyla TDK Şiir Ödülü, Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı ile TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü, Ağıtlar ve Türküler ile Yeditepe Şiir Armağanı, Sevda Kalıcıdır ile Halil Kocagöz Ödülü, Seyran Destanı ile Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü, 1998 Truva Folklor Ödülü, Sessiz Arka Bahçeler ile 1999 Akdeniz Altın Portakal Şiir Ödülü’nü, 2006 yılında Yunus Emre Şiir Ödülü’nü, 2008’de Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nü, 2008 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Sanat Hizmet Ödülü ve 2014 Metin Altıok Şiir Ödülü’nü almıştır. 2004 yılında TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nda “Onur Yazarı” olarak seçilmiştir.

Akın, Dağlarca’nın vefatı ardından Milliyet tarafından bir soruşturma sonucunda “Yaşayan en büyük Türk şairi” olarak seçilmiştir. Bu seçici kurulda; Ahmet Soysal, Ahmet Ümit, Baki Asiltürk, Berrin Karakaş, Beşir Ayvazoğlu, Birhan Keskin, Cem Erciyes, Deniz Kavukçuoğlu, Egemen Berköz, Elif Şafak, Enver Ercan, Eray Canberk, Eren Aysan, Feyza Hepçilingirler, Füsun Akatlı, Gökçenur Ç., Hasan Ali Toptaş, Hasan Özkılıç, Hıfzı Topuz, Hilmi Yavuz, Hulki Aktunç, Hüseyin Alemdar, İhsan Yılmaz, Konur Ertop, Lale Müldür, Mario Levi, Metin Celal, Metin Kaygalak, Murat Uyurkulak, Murathan Mungan, Müge İplikçi, Namık Kuyumcu, Nazlı Eray, Prof. Dr. Nüket Esen, Orhan Duru, Ömer Türkeş, Özen Yula, Pınar Kür, Selim İleri, Selim Temo, Semih Gümüş, Sibel K. Türker, Süreyya Berfe, Şebnem İşigüzel, Tahsin Yücel, Prof. Talat Sait Halman, Tuğrul Keskin, Yılmaz Karakoyunlu, Yılmaz Odabaşı, Yusuf Çotuksöken gibi isimler bulunmaktadır.

Gülten Akın’ın 1956’da başlayan şiir yolculuğu 2013’e değin sürmüş; bu süreçte şair, tiyatrolar ve poetik metinler kaleme almıştır. Akın’ın şiiri, bireysellikten toplumsallığa evrilen bir rota takip etmektedir. Bu süreci, gözlemleri ve tanıklıklarıyla güçlendirerek ilerleten Akın, halkın inançlarına, düşünüşüne, alışkanlıklarına, sevgi ve nefret kaynaklarına şiirlerinde yer vermiş; Ekonomik sorunlar, siyasi çatışmalar, köyden kente göç olgusu, kente adapte olamamak gibi tanık olduğu pek çok toplumsal meseleye karşı kayıtsız kalamamıştır. İlk üç şiir kitabı olan Rüzgâr Saati, Kestim Kara Saçlarımı ve Sığda‘da çoğunlukla genç bir kadının yalnızlığı, özlemi, sevgisi ve hüznü gibi bireysel izleklertakip edilirken Kırmızı Karanfil‘le başlayan dönemde ise bakışını topluma yönelten şairin izlek seçimi de değişmiştir. Gerek Anadolu insanının fakirliği gerekse ülkenin içinden geçtiği süreç şairi yoksulluk, göç, direniş ve sistem eleştirisi gibi meselelere yöneltmiştir. Doksanlı yıllara gelindiğinde toplumsal hayatta oluşmaya başlayan dinginlik Gülten Akın’ın şiirine de yansımış ve 1991’de yayınlanan Sevda Kalıcıdır‘la beraber Gülten Akın şiirinde geçmişin sorgulandığı yeni bir dönem başlamıştır. Bu yeni dönemde de toplumsal hassasiyetini devam ettiren şair, bu kez olayların içindeki heyecanlı birey olarak değil, oldukça yoğun tecrübeye sahip yaşlı bir bilgenin gözüyle toplumu irdeler (Genç 2014).

Gülten Akın’ın şiirleri üzerine bir inceleme kaleme alan Birgül Erken; şairin şiirlerinin geçirdiği evrimi eserlerinden hareketle tasnif etmiş ve şu değerlendirmelerde bulunmuştur: “Gülten Akın’ın ilk dönem şiirleri, Rüzgâr Saati (1956), Kestim Kara Saçlarımı (1960) ve Sığda (1964) adlı kitaplarında toplanmıştır. Eleştirmenler tarafından odağı ‘ben’ olan şiirler olarak görülen bu eserlerde Akın, kendinden yola çıkarak insanların ortak duygularından söz etmiştir. Bu ilk dönem eserleri Akın’ın da zaman zaman ifade ettiği gibi sislendirilmiş bir anlamla verilen, ilk anlamın uzaklara çekildiği şiirlerden oluşur. Onu, bu ilk döneminde sürekli bir hareket hâlinde olan doğa daha çok ilgilendirir. Doğanın bir parçası olarak kendini zaman zaman onun içinde yalnız hissederken daha ziyade genç kızlık duygulanımları içersinde görürüz onu. Bu yalnızlık duygularının, uzakta kalma, aranmama durumlarından kaynaklandığını söyleyebiliriz.

Türk Edebiyatı / İsimler Sözlüğü

Sana diyeceğim şu ki küçüğüm; büyüme! Hayat seni de mahveder. 

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım.

Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur

Herkes seni sen zanneder. Senin sen olmadığını bile bilmeden.

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum

Bıraktığın yerdeyim ama bıraktığın gibi değilim.

Herkesin Bir umudu vardır, Bir savaşı, Bir kaybedişi, Bir acısı, Bir yalnızlığı, Bir hüznü… Çünkü herkesin bir gideni vardır, İçinden bir türlü uğurlayamadığı…

Sen nereye ben oraya adım adım.. İnsan sevdikçe iyileşiyor, artık anladım.

Düşünüyorum da biz, büyüyerek çocukluk etmişiz.

Uzak Kaderler İçin

Acının Coğrafyası

Turgut Uyar, altı kardeşin beşincisi olarak Ankara’da dünyaya gelmiştir. Annesi Fatma Hanım, babası harita subayı Hayri Bey’dir. Babası 1931 yılında emekli olduktan sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşmiştir. Turgut Uyar ilköğrenimine İstanbul Edirnekapı’daki Hırka-i Şerif İlkokulu’nda başlamış ve Molla Aşkî’deki 5. İlkokul’dan mezun olmuştur. Ortaöğrenimini ise askerî yatılı öğrenci olarak Konya Askerî Okulu (1941) ve Bursa Işıklar Askerî Lisesi’nde (1946) tamamladı. Ardından yine askerî bir okul olan Askerî Memurlar Okulu’nda okuduktan (1947) sonra memur olarak orduda göreve başladı. 1958’e kadar o yıllarda Kars’a, sonra il olduğu için Ardahan’a bağlanan Posof, Samsun-Terme ve Ankara’da askeri memur olarak çalıştı. Bu tarihte askeriyedeki görevinden istifa ederek Türkiye Selülöz ve Kâgıt Sanayi (SEKA) Ankara Şubesinde çalışmaya başladı. 1967 yılında buradan emekli olmuştur. Şair 1946 yılında Yezdan Şener ile evlenmiş 1966’ya kadar süren bu evliliğinden Semiramis, Tunga ve Şeyda adlarını taşıyan üç çocuğu olmuştur.

Emekliliğin ardından Tomris Uyar’la evlenerek (1969) İstanbul’da yaşamaya başlayan Turgut Uyar’ın Tomris Uyar’la vefatına kadar devam eden bu evliliğinden Hayri Turgut isimli bir çocuğu olmuştur. Şair, geçirdiği bir rahatsızlık neticesinde elli sekiz yaşında hayata veda etmiştir (1985)

Çocukluğundan itibaren edebiyata ve özel olarak şiire ilgi duyan Turgut Uyar ilk şiiri “Yâd”ı Yedigün dergisinde yayımlamıştır (1947). Bunu Kaynak dergisinde yayımlanan ve derginin başlatmış olduğu şiir yarışmasında ikincilik ödülü aldığı “Arz-ı Hâl” (1948) şiiri takip etmiştir. Aynı adı taşıyan ilk şiir kitabı Arz-ı Hâl 1949 yılında M. Çetin Tezcan’ın Akşamüzeri Türküsü ile birlikte ortak kitap olarak yayımlanır (Kaynak Yayınları). Uyar, daha sonra KaynakVarlık, Yeditepe, Pazar Postası, Dost, Değişim, Türk Dili, Yeni Dergi, Papirüs, Oluşum, Gösteri, Yeni Düşün gibi dergilerde şiir, eleştiri ve deneme türlerindeki ürünlerini yayımladı. 1963-65 yılları arasında 24 sayı çıkan Dönem dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Yeni Türk şiirinin geçtiği evreleri Abdülhak Hâmid’den itibaren, her şairden bir şiir alarak incelediği yazılarını Bir Şiirden (1983) adıyla kitaplaştırdı. Ayrıca, şiir üzerine yazdığı yazılar, söyleşiler ve soruşturmalara verdiği cevaplar toplanarak Korkulu Ustalık (Hazırlayan Alaattin Karaca, 2009) adıyla yayımlanmıştır. İkinci şiir kitabı Türkiyem (1952) de ilki gibi hece ölçüsü kalıplarını da kullanan, memleket edebiyatı şairlerini andırır biçimde Anadolu motiflerini işleyen denemelerdir.

Turgut Uyar asıl üçüncü kitabı Dünyanın En Güzel Arabistanı’ndan (1959) başlayarak yeni şiirin öncü şairleri arasında sayılmıştır. İkinci Yeni anlayışıyla yazdığı bundan sonraki şiirleri Tütünler Islak (1962), Her Pazartesi (1968), Divan (1970), Toplandılar (1970), Kayayı Delen İncir (1981) adlarıyla yayımlandı. Toplu şiirleri, eklemelerle birlikte Büyük Saat (1984) adıyla yayımlanmıştır.

Turgut Uyar’ın Dünyanın En Güzel Arabistanı adlı eseri, 1953’ten beri dergilerde yayımlanan ve kendisinden birkaç yıl öncesinden itibaren kitap olarak basılmaya başlayan Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak (1956), İlhan Berk’in Galile Denizi (1958), Cemal Süreya’nın Üvercinka (1958), Edip Cansever’in Yer Çekimli Karanfil (1958) ve Sezai Karakoç’un Körfez (1959) adlı kitaplarıyla birlikte Türk edebiyatında yeni bir akımın temsilci ve öncü kitapları arasında sayılmıştır. Bu akımın içerisinde Turgut Uyar, gerçekçi gözleme dayanan ve zengin imgeler, uzun ve geniş soluklu dize ve anlatım tarzı ile öne çıkar. Bu anlatımın en önemli ögeleri; öyküleme, içkonuşma, bilinçaltının uzak yakın çağrışımlar oluşturan sıçramaları, yer yer nesir cümlesine benzeyen dize yapısıdır. Bütün bunlar daha Anadolu’da görev yaptığı dönemde yazılan ilk şiirlerindeki tiplemeler, bireyin yalnızlık ve sıkıntılarını yansıtan davranış tasvirleri ve şairin geniş birikiminden gelen evrensel ve geleneksel malzemenin poetik dönüştürümü ile birleştiğinde İkinci Yeni şiirinin en özgün ve güçlü seslerinden birisi olan Turgut Uyar’ın şiiri ortaya çıkar. Onun lirizminin merkezinde çağdaş bireyin hâllerini son derece çarpıcı imgelerle aktarması gelmektedir.

PROF. DR. YILMAZ DAŞCIOĞLU / Türk Edebiyatı org

Talim terbiye iyi örnek, bunlarin hepsi geçici şeylerdir. Ve çevre değiştirmedikçe, insan yetişmesine imkan yoktur.

Biliyordum ki insan, hayvanların en kötüsü, en bayağısı ve an az sevimli olanıdır. Evet, bilhassa en az sevimli olanı.

Hiçbir kadın yoktur ki seni seviyorum sözü önünde hissiz ve lakayt kalabilsin

Ben burada diri diri, bir mezara gömülmüş gibiyim. Hiçbir intihar bu kadar şuurlu, bu kadar iradeli, bu kadar sürekli ve çetin olmamıştır.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, (d. 27 Mart 1889, Kahire, Mısır – ö. 13 Aralık 1974, Ankara) Romancı, gazeteci, şair ve diplomat.

A. HAYATI

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 27 Mart 1889’da Kahire’de doğar. Babası Karaosmanzâdelerden Abdülkadir Bey, annesi İkbal Hanım’dır. Yakup Kadri 17. asır sonlarında ismi tarihimize karışan, Karaosmanoğulları’nın erkek kuşaktan gelen torunlarındandır. Ailesi Yakup Kadri 6 yaşındayken Manisa’ya yerleşir ve yaklaşık 7 yıl burada kalır. Yakup Kadri için Manisa çok önemlidir. Çocukluğunun bir döneminin geçtiği bu yeri şöyle anlatır:

“Küre-i arzın hiçbir suyu bana bunun kadar, munis ve aşina değildir; çocukluğumun en ferahlı günleri Gediz Çayı’nın kenarında geçti… Herhangi bir derme çatma tekneye atlayarak bu adaların aralarında dolaşmak en sevdiğim eğlencelerden biriydi. “

Yakup Kadri burada Çaybaşı Feyziye Mektebinde ilköğrenimine başlar (1901-1903). İlkokul devresinde bile büyük bir okuma hevesine sahiptir. Evleri kitap dolu varlıklı bir ailenin çocuğudur. Annesi onun tahsil ve terbiyesine önem vermiştir. Bütün Türk analarının kendisine benzemesini istediği anası, ona kış gecelerinde Ekmekçi Kadın, Monte Cristo gibi romanlar okur. Bunların kendisinde edebiyat aşkı uyandırdığını söyler. Annesinin okuduğu Monte Cristo onda derin etkiler bırakır.

Aile 1903 yılında İzmir’e taşınır. Yakup Kadri burada İzmir İdadisi’ne devam eder. İzmir’de tanıdığı Akhisarlı Abdullah Rahmi, Yakup Kadri’yi edebiyata yönelten kişidir. İzmir İdadisinde okursa da (1903-1905) bitiremeden babasının vefatı üzerine annesiyle birlikte Mısır’a döner. İskenderiye’de Fransız Frerler Mektebinde ve İsviçre Lisesinde okuyarak ortaöğrenimini tamamlar (1908). II. Meşrutiyet’ten biraz evvel ailesiyle Türkiye’ye gelip İstanbul’a yerleşir. 1908’de Mekteb-i Hukuka kaydolarak üçüncü sınıfa kadar okur.

İzmir’den arkadaşı Şahabeddin Süleyman‘ın teşviki neticesinde, Refik Halid (Karay), Ali Faik (Ozansoy), Celal Sahir (Erozan) ve Müfit Ratip’in toplantılarına katılır. Bu toplantılar Fecr-i Âti’nin kuruluşunu hazırlar. 1917 yılına kadar Yakup Kadri, edebiyatta ferdiyetçi bir tutum sergiler.

Osmanlı için yıkımın ve acıların yaşandığı 1912-1918 yılları arasında, edebiyatta millîleşmenin ortaya çıktığı görülür. 1916 yılından itibaren Yakup Kadri, acıları, savaşları içeren hikâyelerini İkdam’da neşretmeye başlar. 1916-1917 yıllarında Üsküdar idadisi’nde edebiyat ve felsefe muallimliği yapar.

Daha sonra İsviçre’de bir süre tüberküloz tedavisi görür. İstanbul’a döndüğünde ikdam gazetesi yazarı olarak Millî Mücadeleyi destekleyen yazılar kaleme alır (1919). Daha sonra Ergenekon adlı kitabında toplayacağı bu yazılarından dolayı 1921’de Ankara hükümetinin çağrısı üzerine Anadolu’ya geçer. Savaştan sonra Tedkik-i Mezâlim Heyetinde görevli olarak Kütahya, Simav, Gediz, Eskişehir, Sakarya civarını dolaşır. II. Büyük Millet Meclisi’ne önce Mardin (1923-1931) daha sonra da Manisa (1931 -1934) milletvekili olarak girer.

B. ŞAHSİYETİ VE SANATI

Hasan Ali Yücel, Yakup Kadri’nin karakter özellikleri hakkında şunları söyler:

“Zaman zaman kendisini zedeleyen, hırpalayan beden yıkımları ve acıları, bu narin vücut içinde, onun sinirlerini en korkunç sarsıntılara dayanır hale getirmiştir. Istırap, Yakup Kadri’nin bütün hayatında zekasını ve duygusunu biledi. Eserlerindeki ve hayatındaki şimşekler, daha çok menfi elektrik yüklü bulutların çakışlarıdır. Fakat bu hal, onu hiçbir zaman somurtkan bir insan yapmamıştır. Çünkü içi hayat doludur, hareket doludur. “

Çocukluğunun ilk yılları Kahire’de geçtiğinden Mısır’ın egzotik havası onun hayal iklimini etkiler. Burada Batı ve Doğu sanatçılarını, âlimlerini okuyup tanıma fırsatı bulur. İzmir’de Akhisarlı Abdullah Rahmi ona edebiyat aşkını aşılar. Ahmed Midhat, Muallim Naci, Recaizade Mahmud Ekrem ve Abdülhak Hamid Tarhan’ın eserlerini okur. O günleri bir yazısında Yakup Kadri şöyle dili getirir:

“Baha Tevfik, Şehabeddin Süleyman ve ben birbirimizden hiç ayrılmaz coşkun şiir meczubu idik. İzmir askeri kıraathanesi ve Kemeraltı’nda Giritli Ali Efendi’nin kütüphanesi her günkü içtimai yerimizdi. Baha Tevfik mühtehzi ve reybi, Şehabeddin Süleyman coşkun ve gürültücü; ben, utangaç ve sükûtî akşamüstü mektepten çıkar çıkmaz koltuğumuz altında bir yığın kitap, bizi bekleyen genç zabit Ömer Seyfettin ile görüşmeye giderdik. “

1909 yılında Fecr-i Âti topluluğu içinde yer alır. İlk defa bir edebiyat topluluğu içinde yer alan Karaosmanoğlu, bunun verdiği heyecanla atılgan, yöneltilen eserlere hararetle cevap verir. Yahya Kemal’in neo-klasik bir edebiyat ortaya koyma gayretlerinin neticesi olan nev-Yunânîlik bir müddet onu etkilemiştir. Yakup Kadri, 1912 Balkan Harbi’ne dek, ‘sanat şahsî ve muhteremdir’ düsturu ile yazılar yazar; ancak memlekette düşman top sesleri işitilmeye başlandıktan ve yakılan köyleri gördükten sonra, sanatın şahsiliğinden sıyrılarak toplumsal olana yönelir.

1933 yılında Kadro’da çıkan yazısında, “Garp emperyalizmasının kandan ve yağmadan gözü dönmüş kurt sürüleri, bütün vahşeti ile bizim zavallı ağıllarımız üstüne de saldırdı ve ortada, ne edebî cemiyetlerden ne mukaddes sanat davalarından eser kaldı. O zaman bütün acı ve serahatiyle anladım ki, istiklali uğrunda o derece ter döktüğüm sanat, evvela bir cemiyetin, bir milletin ifadesi” diyerek sanat görüşündeki değişimi açıklar.

Karaosmanoğlu, edebiyat dünyasında adını önce mensur şiirleriyle duyurur. Bu eserlerinde üslûp titizliği ön plandadır. Edebiyat-ı Cedide döneminde başlayan mensur şiir türünün XX. yüzyıldaki en önemli temsilcisidir.

İlk mensur şiiri Yıldızların Bikesliği‘dir. Kadınlık ve Kadınlarımız, Bir Huysuzun Defteri‘nden daha sonra da Erenlerin Bağından (1938) ve Okun Ucundan (1940) adlı eserlerinde nesirlerini toplar. Bu eserlerinde kaderci, rind, isyankâr ve bedbin bir ruhu ahenkli bir Türkçe ile dile getirir.

Tevrat, İncil, Kur’an, kısas-ı enbiya, Yunan mitolojisi ve Fransız parnasyenlerden değişik Türk ediplerine kadar yaygın etkilerin görüldüğü mensur eserlerinde, dinî vecd yerine dinî kaynaklardan gelen duygu ve üslûp unsurları hâkimdir.

Türk Edebiyatı org

Beni ta kalbimden vurdu gidişin
Bütün umutlarım ağır yaralı
Aklımdan çıkmıyor veda edişin
Büyün duygularım ağır yaralı

Dünyayı başıma yıkmışcasına
Bağrıma kurşunlar sıkmışcasına
Sanki bir savaştan çıkmışcasına
Bütün anılarım ağır yaralı

Aşkımız verirken en son nefesi
Yıkıldı gönlümün sevda kalesi
Sırtımda sanki bir bıçak darbesi
Bütün anılarım ağır yaralı

Ayrılıp gidecek söyle ne vardı?
Sonunda aşk değil gurur kazandı
Artık mutluluğum dünlerde kaldı
Bütün yarınlarım ağır yaralı! ...

Ağır Yaralı / Ahmet Selçuk İlkan

Seni Arıyorum

Ayrılıkların Şairi / Ahmet Selçuk İlkan

Gitmek istiyorsan gidebilirsin
Biz ne ayrılıklar görmüş adamız
Çekinme sende vur sırtımdan beni
Biz ne ihanetler görmüş adamız

Aldırma sen benim yalnızlığıma
Aldırma sen benim gözyaşlarıma
Boşver sende kalmış yarınlarıma
Biz kadere çelme takmış adamız.

Sevsen gidemezdin sevsen bırakmaz
Sevsen çıldırırdın seven ne yapmaz
Git bu ateşte beni kül etmez yakmaz
Biz ne cehennemler görmüş adamız

Hadi daha çabuk daha acele
Koş başka kollara koş güle güle
Sen de unutursun adımı bile
Biz ne vefasızlar görmüş adamız

Hep aynı hikaye hep aynı masal
Sen bu şarkıyı git başka yerde çal
Al yanı başımdan gölgenide al
Biz ne yalnızlıklar görmüş adamız

Biz Ne Ayrılıklar Görmüş Adamız / Ahmet Selçuk İlkan

SEN / Ahmet Selçuk İlkan

Ahmet Selçuk İlkan, 26 Ekim 1955 yılında Adana’da dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Adana’da tamamladı. Lise eğitiminin ardından 1973 yılında yüksek öğrenimini tamamlamak üzere Almanya’nın Berlin şehrine gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde mimarlık eğitimine başladı. 1976 yılında mimarlık öğrenimini yarım bırakarak Türkiye`ye döndü ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünde okumaya başladı. 1980 yılında mezun oldu. İlk şiirlni lise yıllarında yazdı. Lise yıllarında yazdığı ve çeşitli sanat dergilerinde yayınlanan şiirleri ile dikkat çekti. 1975 yılında Hayat dergisi`nin düzenlediği “aşk” konulu şiir yarışmasında ‘Hatırlar mısın?’ isimli şiiriyle ilk birincilik ödülünü kazandı.

1978 yılında profesyonel olarak şarkı sözü yazarlığına başlayan Ahmet Selçuk İlkan’ın şarkıları o dönemin popüler sanatçıları seslendirdi. İlk şarkıları şunlardır: Ya Seninle Ya Sensiz, Gözler Kalbin Aynasıdır, Ayrılık Kolyesi, Neredesin Ey Talih, Artık Ne Duamsın Ne Bedduam, Bayramın Olsun.

1000’den fazla eseri bulunmaktadır. Bunlardan ilk akla gelen; Islak Mendil, Tahta Masa, Kahır mektubu, Anılar, Bir Pazar Günü, Sabahçı Kahvesi, Hatıram olsun, Bir Gülü Sevdim, Ya Seninle Ya Sensiz, Gözler Kalbin Aynasıdır, Sevdalıyım, Eyvah-Çaykarası, Çocukların Günahı Ne, Ben Ne İnsanlar Gördüm, Bana Sor Yalnızlığı, Eskici, Seninle Aşkımız Eski Bir Roman, Bir Cennettir Bu Dünya, Kurşuna Gerek Yok, Selam Olsun, Bizim Sokaklar, Yine Bugün Sesiz, Bir Evet Yeter, Seni Sana Emanet Ediyorum, Ya Benimsin Ya Toprağın, Sana Hasret Gideceğim, Liselim, Mastika ve diğerleri.

Kendisini ayrılıkların şairi, yalnızlıkların ozanı ve kısaca (ad ve soyadının baş harflerinden yola çıkarak) ASİ olarak tanımlayan Ahmet Selçuk İlkan, bugüne kadar altı kitap, onüç şiir albümü yayınladı.

İlkan’ın bir başka özelliği Türk müzik dünyasında ilk melodi şiir akımını başlatmış olmasıdır. Mum Işığında (Ayten) isimli şiir albümü 1982 yılında piyasaya sürüldüğünde yepyeni bir akım ayak seslerini beraberinde getiriyordu.1991 yılında ilk şiir klibini çeken Ahmet Selçuk İlkan’ın bu güne kadar yayınlanmış 8 tane şiir albümü bulunuyor.

Ahmet Selçuk İlkan, televizyon kanallarında çeşitli programlar yapmış ve konserler vermiştir. Sinema filmlerinde de rol almıştır.

Ödülleri :
1975 – Hatırlar mısın? Hayat Dergisi birincilik ödülü), 
1980 – Tahta Masa”, Eskici (Altın Kalem Ödülü – Emre Plakçılık), 
1981 – Islak Mendil (Altın Kalem Ödülü – Emre Plakçılık), 
1984 – Bir Gülü Sevdim (Altın Kalem Ödülü – Oskar Plakçılık), 
1985 – Hatıram Olsun (Altın Kalem Ödülü – Oskar Plakçılık), 
1990 – O Adam Benim (Müyap Şiir Dalında En Çok Satan Albüm), 
1990 – Anılar (Altın Kalem Ödülü – Emre Plakçılık), 
1990 – Anılar (Yılın Şarkısı – Milliyet), 
1998 – Sevdalıyım (Yılın Şarkısı – KRAL TV Müzik Ödülleri), 
1999 – Seninle Aşkımız Eski Bir Roman (Altın Nota Nostalji Ödülü – Levent Müzik), 
1999 – Bir Cennettir Bu Dünya (Altın Nota Nostalji Ödülü – Levent Müzik), 
2008 – Fatih Üniversitesi Yılın Şairi Ödülü – 

Kitapları :
– Ayrılıkların Şairi, Kora yayınları, 16. baskı
– Yakılacak Şiirler, Kora yayınları, 10. baskı
– Adım Yalnızlık Benim, Kora yayınları, 7. baskı
– Gitmeler Bana Kaldı, Kora yayınları, 7. baskı
– Bir Gülü Sevdim, Kora yayınları, 8. baskı
– Erkekler Hep Yalnız Ağlar, Kora yayınları, 8. baskı

Albümleri :
1982 – Mum Işığında (Ayten), 
1984 – Şiir Gözlüm (Fahriye Abla), 
1986 – Bak Bir Erkek Ağlıyor, 
1988 – Bir Beyaz Karanfil, 
1990 – O Adam Benim, 
1992 – Seni Arıyorum (Allah Kahretsin), 
1997 – Şairler Ağlamaz, 
2000 – Ayrılıkların Şairi (Sen Vurdun da Ben Ölmedim mi), 
2002 – Yakılacak Adam, 
2004 – Unutmaktan Geliyorum (Senin Adın Yalan Olsun), 
2011 – Seni O Kadar Çok Sevdim Ki (Kanatsa Da İçimi), 
2013 – Söz, 
2016 – Unutulmayan Şarkılar 40 Ses 40 Nefes, 

Umutlar yarım sevgiler yarım.

  • Çiçek açmıştır yaralar.
  • Uçurumlarda direnen güller.
  • Her sözcük bir yürektir şimdi.
  • Yüreğim şimdi bir yangın yeri.
  • Ben yürüdükçe zaman yürüyor.
  • Herkes kendince seviyor baharı!
  • Varsın sizin olsun yalan iktidarlar.
  • Sen ne çabuk büyüdün ey çocuk.
  • Yaşam yaralı bir kuş ürkekliğinde.
  • Acılı yağmurlarla düşmüşüm yere.
  • Baharda gazel dökme bahçelerime.
  • Bir elimizde kitap diğerinde yıldızlar.
  • Sustukça yorgun düşüyor düşlerim.
  • Gülmek Yitirilmiş bir türküdür bazen.
  • Ve biz yaşamı savunmak zorundayız.
  • Kuş kanadında bir bulut mu yalnızlık.
  • Ben yeşile koşmalıyım diyor yüreğim.
  • Bir şiir düşer yere kendi sesini arayan.
  • Oysa yalnızdık dünyanın orta yerinde.
  • Ne toprağa sığıyor öfken ne denizlere.
  • İnsanlık adına yüreğin bir başka kanar.
  • Gönlü yorguna, Her şey ölüm kadar acı.
  • Vurulmuş bir kartal gibi düşüyor zamana.
  • Nasıl da değişmiş insanımızın insan yanları.
  • İki nehrin arası baştan sona yangındır artık.
  • Anılar da avutmadı bizi Ağıtlar da yakmadık.
  • Okunacaksa doğru dürüst okunsun kitaplar.
  • Ah o anılar Hangisine baksam eririm bir solukta.
  • Saatler yalnızlığı gösteriyor, yüreğim yine tetikte.
  • Her şeyi eskiterek geçer zaman her şeyi değiştirerek.
  • Bakma sessizce dalışlarıma, Bir dilsiz kavaldır yüreğim.
  • Bakma sessizce dalışlarıma, bir dilsiz kavaldır yüreğim.
  • Ey sessizliği biriktiren sokaklar, İyi ki yürüyoruz birlikte.
  • Saraylar saltanatlar çöker, kan susar birgün zulüm biter.
  • Önce şarkılar dizildi kurşuna, Sonra kahkahalar ve kuşlar.
  • Kar yağıyor yaktığım ateşlere, İçimde kül kalabalığı isyan.
  • Neye baksam tuzaklarda, sanki neye uzansam uzaklarda.
  • Ne lambalar açık, Ne kitaplar, Nerdesiniz ey güzel umutlar.
  • Ölmekten daha zordur çünkü, Ölümleri yeniden yaşamak.
  • Acıya kurşun işlemez artık, Ölüm bile bu acıyı cellat bilmiştir.
  • Acı yitirilmiş bir baba mıdır? Ağıt yenik düşmüş bir sevinç mi.
  • Barut gibi bakıyor ölüm, Ve biz yaşamı savunmak zorundayız.
  • Hayaller gerçekte durulur gider, Çiçekler dalında vurulur gider.
  • Acılar türkülerde uzanır gider, Özlemler gözlerde süzülür gider.
  • Hangi saz çalabilirdi o sessizliği, Hangi dil varabilirdi söylemeye.
  • Bulutları çarpışa çarpışa yorgun, Bir gökyüzüdür artık gülüşün.
  • Bir türlü anlatamadığım, Haykıran bir sessizlikle çatlıyor başım.
  • Soluğumu kesip durma ne olur, Zamanı böyle zamansız vurma.
  • Oturup bir halkın yüreğine duvarları korkudan saraylar kurdular.
  • Yıldızlar metal metal düşmüş yere, Her yerde sessizlik kaynaşıyor.
  • Açmışız yüreğimizin kapılarını, İçimizi döküyoruz masmavi sulara.
  • Ey yangınlarla boğuşan yüreğim, Dayanabilirsen eğer gel de dayan.
  • Kapkara bir çığlıktı her umut, Ağlamakla gülmek arasında yaşanan .
  • Ey zamanın yüzüne korku yazanlar, Güldürmeyin beni ağlayamam.
  • Adımız halk olduğu günden beri, Bir direnç olmuştur bizde sevinçler.
  • Gökyüzünde sanılmış bütün yaşam, Gökyüzüne çivilenmiş ellerimiz.
  • Nasıl da güzelmiş öğrenmek, Geleceğe bakar gibi bakmayı gözlerine.
  • Saltanatlar bir gün çöker dediler, yüksektekiler bir gün düşer dediler.
  • Hep aynı yol aynı uçurum serüveni, Her doğum yeni bir ölüm üstüne.
  • Böyle eksik taşınmıyor bu yürek, Mutlaka bir yerlere varmamız gerek.
  • Her çile bir tek sözde düğümlenirdi, demiri dövmek tavında gerekirdi.
  • Nice gurbetler yaşanıyor içimizde nice ayrılıklar, nice yarım yolculuklar.
  • Islak özlemler birikmiş avuçlarım da, Hangi denizden kalma bilmiyorum.
  • Henüz varmıyorsa ellerimiz, Dokunmuyorsak bu acılara Saygımızdandır.
  • Olmayan bir ışığı yakmak gibidir oysa bizim gözlerimizle bakmak güneşe.
  • Az sonra belki bir adam asılacak ve zaman gergin bir ipte durdu duracak.
  • Bugünlerden geriye, bir yarına gidenler kalır bir de yarınlar için direnenler.
  • Yalnızca yaşarsın ey güzel dost, Yaşarsın binlerce şiirin sonsuz imgelerinde.
  • Kan ve şiddet akıtılıyor taze düşlere, Okullarda mektupsuz dil kuraklığı var.
  • Bir yudum su demekten aciz yürekler, Ya ses verip haykırmalı ya boğulmalı.
  • Yarınları bugünden korumam gerek, Suskunluğun zincirlerini kırmam gerek.
  • Bitmedi daha sürüyor o kavga, Ve sürecek Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.
  • Dikkat et kirpiklerindeki yorgunluğa, Ağlamak üzere dolmuş bir zamandayız.
  • Bulvarlar, sokaklar ve bütün caddeler, bir bir gelip onun yüreğinden geçerler.
  • Biliyorum Böyle eksik taşınmıyor bu yürek, Mutlaka bir yerlere varmamız gerek.
  • Ey suskunluğumun gürültülü depremi adın yarın olsun artık bugün çoktan bitti.
  • Tarih mi yitirdi kendini, Gelecek mi lekelendi yoksa,Keşke diyorum, bir bilen olsa.
  • Her özlemi yağmurla başlatan bu yerde, Kuş ağzında uçan bir şarkıdır mevsimler.
  • Ne zaman söylenecek türkümüz, Her yerde ve hep bir ağızdan Sen söyle ne zaman.
  • Acıları yudumlamaya bak, Ölmekten daha zordur çünkü, Ölümleri yeniden yaşamak.
  • Açık bırak yüreğinin kapılarını, Kömür gibi beyazlardan, Kar gibi siyahlardan geliyorum.
  • Ve bütün gecelere inat karanlığa dişleriyle saldırırken sabah, ey vah sana dünya ey vah.
  • Yolu yok başka yaşamanın her sabah geçmişin yüreğine, filizlenen bir gelecek çiziyoruz.
  • Resimler girmiyor artık çerçevelere, Fırçalar boyalar suskun Kitaplıklarda kitaplar ağlıyor.
  • Orman yok olursa diyor: bir çocuk Ağaç kaybolursa, Ne derim benden sonraki çocuklara.
  • Kan Ağlamak ölümlerine Ve Afrika’lı kapkara bir acıyı, Duyabilmek bembeyaz yüreğimizde.
  • Bir türlü kurumuyor o kan pınarı, Beylerden krallara kalıyor Krallardan saraysız yeni beylere.
  • Bin kez korkuya boğdular zamanı, Bin kez ölümlediler, Yine doğumdayız işte yine sevinçteyiz.
  • Ne olur Gülmeyi unutmayın çocuklar, Gülmeyi unutmayın ki, Coşkunuzda tükenmasin bahar.
  • Tekliğim, yorgun ve kanadı kırık kuştur. Bakma sessizce dalışlarıma Bir dilsiz kavaldır yüreğim.
  • Şimdi nedir sanki yaşadığımız, hangi tutsaklığın gecesidir bu, hangi bağımsızlığın yarım sabahı.
  • Bir tabak güneş istiyoruz garson! Lekesiz olsun lekesiz, Bir dal badem çiçeği, bir bardak da deniz!
  • O en coşkulu En çocukluk çağlarımızda, Merhaba dedik yaşama, Merhaba ey gizlice kanayan yara.
  • Ah benim diri diri ölmüşlüğüm öldükten sonra kör umutlarda, Dünyasız ve insansız gülmüşlüğüm.
  • Bakıp durduk mavinin en güzellerine, Bir damla sevinç ararken, Bir nehir acı koyduk suların ellerine .
  • Karanlıklar içinde Şafakla gel günle gel, Kan ve barut içinde, Dirençle gel kinle gel, Gel gülüm geeel gel.
  • Biz ki o çocukça güzelliğimizde, Hep kavgalarda öğrendik sevmeyi, Bir daha yüreklenip de sevemedik.
  • Kurtardık yakamızı yalanlardan, Ve daldık kendi çocuk saflığımıza. Koltuğa alınmış bir kelleydi yaşamak.
  • Ey gökkuşağından sıyrılan güzellik, Her akşam üstü aynı hüzünle, Yedi renkli sevinçlerden ayrılan güzellik.
  • Yaşamak denilen bu yüce şiir, Bir yaz yağmuru değildir insanda, Öyle etkisiz, Öyle selamsız geçer mi sanıldı.
  • Ah mümkün olsa; savaştan barış, barıştan insan yapardım. Kurşun yerine çocuklara her sabah şiir atardım.
  • Kar yağıyor yaktığım ateşlere, İçimde kül kalabalığı isyan, Beni anlatacak kadar, Kalabalık değil daha sokaklar.
  • Bu karanlık günler içinde, Susmayı bir türlü bilemiyoruz, Çalıp kapıları birer birer, Bir fincan aydınlık istiyoruz.
  • Durmadan ateş yakıyoruz karanlıklar da, Bazen aydınlanıyor gecelerimiz, Bazen yangın çıkıyor uykularımızda.
  • Çocuk yaşımızda büyük olduk, Bilmeyiz bu yüzden pembe gülüşleri, Böleriz mutlulukları ortasından Gülemeyiz.
  • Bitmedi daha sürüyor o kavga, Ve sürecek Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! Yeryüzü, Aşkın Yüzü Oluncaya Dek.
  • Güneşin Kapıları Bir badem çiçeği sürsem şimdi namluya, Beynime sıksam, Ölümüm bahar olsa nasıl anlaşılsam.
  • Bu yaralı öfke günlerinde selam olsun acılar içinde gülene. Kurda kuşça söyleyip, çiçeğe kelebekçe konmayı bilene.
  • Grup Vitamin geliyore, Yeminim var şafaklar adına, Yorgun yüreklere biraz umut, Biraz sevgi sunmadan duramam.
  • Tam da yürürken güneşe doğru, Daha ilk adımda, Ağıtlarla ağırlaştı yükümüz, Gencecik ölümler takıldı ayaklarımıza.
  • Yaşım çocuk başım çocuk iki yanımda iki insan iki silah, Anam arkamda bir göz yaşı seli Arkamda dağlar yıkan bir ah.
  • Yıllar yaşları kucaklar, Yaşlar yaşamı çizgiler insanda, Oysa on iki yaş, Bizde bir damla gözyaşı, Bir ayrılıktır başlıbaşına.
  • Kiminin sözcükleri kaldı geriye, Kiminin türküleri, Bin tane yüreğim yok ki benim, Bunca acı içinde nereye koysam seni.
  • Filizlenip uzandık dostluğun gökyüzüne, Günün bir yüzünde avuçlarken güneşi, Bir yüzünde yeniden düştük toprağa.
  • Artık ister dolu yağsın ömrümüze İsterse kar, Biz ki bildikten sonra sevmeyi Bütün sabahlar, Acı renginde olsa ne çıkar.
  • Ve sürecek, yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek dizeleri okuduğum günden beri hayatımın sloganıdır. Ümidimizi taze tutar.
  • +Dağılıp dökülerken korkular, Ne olur Gülmeyi unutmayın çocuklar, Gülmeyi unutmayın ki, Çoşkunuzda tükenmesin bahar.
  • Bohçandaki yazgıları Bağrındaki acıları, Bırakıp da bir gün, Gelmek istersen yanıma, Sakın ha Türküsüz çıkmayasın yollara.
  • Ve karanlığın ihanetine karşı, Tetikte nöbetçi bütün sabahları, Ölürcesine sevebilir misiniz, Siz bu sevmeyi öldürebilir misiniz.
  • Karanfil kokuyor cigaram, Bir karanfil var mektubunda, Bir de menekşe tarlası şiir, Söyler misin, Zindanda çiçekler nasıl yetişir.
  • Bu sabır çatlayacak bilirsin, Sel olup taşacak çekilen acılar, Bir gün Ya yeniden başlayacak o yağmur, Ya da dinecek bütün sancılar.
  • Pencereden dışarıya bağıran bir menekşe, Alıp götürüyorsa hala, Yüreğimizi o sonsuzluk ülkesine, Bir cam engelinde durulur mu hiç.
  • Bir tabak yaşam istiyoruz garson, Şöyle zulümsüz köşesinden, Biraz umut Bir bardak da mutluluk, Ama sonsuzluğun mor ülkesinden.
  • Ey gözleri şiir yazan çocuklar, Dünya nasıl da yenik ve yaralı, Yorgun düşmüş avuçlarınızda, Bir tek Sizin gülüşünüz var onu güldürecek.
  • Türküler söylerdik hep aynı teldenaynı sesten, aynı yürekten dağlara biz verirdik morluğunu,henüz böyle yağmalanmamıştı gençliğimiz.
  • Önce şarkılar dizildi kurşuna, Sonra kahkahalar ve kuşlar, Şimdi bu serseri akşamlarda, O eski şarkılardan, Bir tek nakarat dolaşır yalnızca.
  • Boşuna değil bu telaşlı sessizlik, Bu gök çatlaması gece vakti, Ve haykırışlarımız, Biliyorum yine sizlerden uzak, Yine yaralı bir kuştur kimliğimiz.
  • Öyle uzak öyle uzak ki sabahlar, Ne hayalden geliyor sesi, Ne düşten, Bir demet çaresizlik olmuş her sabah, İntihar karşılığı toplanıyor güneşten.
  • Nedense çıkmak istemiyorum bulvarlara, Beni bu köhne kapılar tanısın, Bu sokaksız numaralar, Evlerden dışarıya taşan, Bu nemli kokular anlasın.
  • Sular böyle sararmamıştı hiç, Böyle zamansız, Böyle güneşten uzak, Ne gün batıyor oysa, Ne şafak söküyor ufuklarda, Sanki bütün renkler tutsak.
  • Ey her şeye bitti diyenler korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler, ne kırlarda direnen çiçekler, ne kentlerde devleşen öfkeler. Henüz elveda demediler.
  • Kapanmayan yaralar.Parçalanmış kayalar gibi gece, Tutsak Ve güzel düşlerden uzak, Hangi kapıyı çalsak bu saatte, Kanayan bir yara çıkar karşımıza.
  • Ah benim coşkulu çocukluğum, Bir özlemi dindirebiirnek uğruna, Şiir pınarımı susuz koyduğum, Nasıl diner şimdi susuzluğum, Uykusuzluğum nasıl.
  • Bir sessizlik büyüyor her yerdeKırlarda yeşiller tutsak, Korkular paylaşılırken birer birer, Kimse bakamıyor gökyüzüne ve denize, Bütün maviler yasak.
  • O günden beri de yalnızca, Rüyalarında görebilmişti babasını, Hep duvarlar girmişti araya, Ve dipsiz uçurumlar, Bir türlü kıramamıştı zulmün kapısını.
  • Dikkat et kirpiklerindeki yorgunluğa, ağlamak üzere dolmuş bir zamandayız. Okunacaksa doğru dürüst okunsun kitaplar, hatalar dönüşmesin acılara.
  • Baharın bedeli sen mi oldun içindeki sevince canlar kurban, Başka sözüm yoktur sana, Ak bir kağıt oldun artık sen, Bir yüzünde şiir, Bir yüzünde ferman.
  • Zaman incecik bir ırmak gibi, Akıp geçerken şakaklarımdan, Yalnızca çocuklar güldürüyor beni, Sonsuz bir sevinç adına, Gelecek dökülüyor dudaklarımdan.
  • Yokluğunda Geceler midir tükenip tükenip giden, Aylar mı yoksa ay ışığında, Kaç kez birbirine karıştı günler, Kaç kez sustuKaskatı bir sabır oldu yokluğunda.
  • Ve sorsunlar Anlamı nedir diye yaşamanın, Her yerde tükendiği bir anda umudun, Umudu çelik çelik donanmanın, Mutlaka bir anlamı vardır böyle yaşamanın.
  • Kurtardık yakamızı yalanlardan ve daldık kendi çocuk saflığımıza. Koltuğa alınmış bir kelleydi yaşamak, Gençtik, korkusuzduk ama aşksız, ama şiirsiz, ama kitapsızdık.
  • Son bir şarkı istiyorum senden, Önce şarkılar dizildi kurşuna, Sonra kahkahalar ve kuşlar, Şimdi bu serseri akşamlarda, O eski şarkılardan, Bir tek nakarat dolaşır yalnızca.
  • Kapkara bir çığlıktı her umut, Ağlamakla gülmek arasında yaşanan, Çiğnenip yutulan mektuplar kimeydi, Demir kapılara yazılan şiirler Ve telörgülere çizilen resimler kime.
  • Hiç böyle gördünüz mü coşkuları böyle durgun, böyle içten içe fırtınalar kopartan. Hiç böyle duydunuz mu haykırmayı böyle suskun, böyle sessizlik içinde deprem yaratan.
  • Korku Kalabalığı Şifresiz bir gökyüzü sunuyorum sana, Varsın kırılmış olsun kanatların, Uçmak yürek işidir şiir atlasında, Gülmek mavi, Sevgiyi yürekten haykırma zamanıdır.
  • Artık ne yırtılmış bir resim Ne kırılmış bir çerçeve, Çekip giden bir yolcuyu, Bir daha döndüremez geriye, Her şiir bir dünyadır çünkü, Kaybolursun kaybettikçe Ağlayamazsın.
  • Geçtiğimiz o ilk nehirlerden berisuyun ayakları olmuştur ayaklarımızellerimiz, taşın ve toprağın elleri. yağmura susamış sabahlarda çoğalırdık törenlerle dikilirdik burçlarınıza.
  • İşsiz geçen her gün yoksul, Akşamı bir kondu kahvesinde, Çaylar sıla sıla tütende, Radyoda bir uzun hava, Bir memleket sesi, Sorma gitsin gülüm Yüreğim şimdi bir yangın yeri.
  • Yüreği dağ doruğu doğa! Ey gözleri güneş soluğu, Yüreği dağ doruğu doğa, Bu sesienişimiz yalnızca sana, Yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini, Söylenecek sözümüz bitmedi daha .
  • Bir yanımız büyük bir ülkeydi kimsesiz, Bir yanımız yine bize düşmandı, Oysa yalnızdık dünyanın orta yerinde, Yitip giden pembe çocukluğumuz Yine zamansız büyümüş bir kandı .
  • Dağa, dereye, doğaya kaçmak gerek, Kaçmak istemişiz uzaklara,Kimselere mendil sallamadan,Kimselerle vedalaşmadan, Kurtulmak istemişiz yalnızcaKentlerin o beton tutsaklığından.
  • Saraylar saltanatlar çöker kan susar bir gün. Zulüm biter, menekşeler de açılır üstümüzde, leylaklar da güler. Bugünlerden geriye bir yarına gidenler kalır, bir de yarınlar adına direnenler.
  • Bir elimizde kitap diğerinde yıldızlar, Durmadan ateş yakıyoruz karanlıklarda, Bazen aydınlanıyor gecelerimiz, Bazen yangın çıkıyor uykularımızda, Gerisini ne sen sor ne ben söyleyeyim.
  • Acı değil yavrucuğum Korku değil bu yaşam, Bir sarsılmaz denge ki yürür, Açlıklar bir gün öfkeyle, Yokluklar bilinçle titreşir, Bu denge yürür, Ağaç yaşlandıkça çürür, Fidan yaşlandıkça büyür.
  • Oysa gözlerinn, Gülemiyorsun, Dilin yorulmuş utanmaktan, Merhaba bile diyemiyarsun Yenilgiler bağlamış gözlerini, Oysa gözlerin, En az yaşamak kadar güzel, O güzellikleri bilemiyorsun.
  • Uykusuz kalır mısın kitaplarıma, dudaklarımda hüzün, avuçlarımda sevinç, kulak verir misin çığlıklarıma. Dağları aşarak gelmişim sana, demir kapıları kırarak, ışık olur musun karanlıklarıma.
  • Ey ömrünü destan gibi yürüyenlerYaşayan kimdir gerçekte, Ölen kim Yaşarken bile tükenenler mi, Yılgın yılgın düşenler mi, Yoksa çekilip tarihin burçlarına, Bayrak bayrak ölümsüzleşenler mi.
  • Bir fincan aydınlık ,Güneşle yıkanan serçe yüreğimiz, Nasıl kırar kendi kanatlarını, Bu karanlık günler içinde, Susmayı bir türlü bilemiyoruz, Çalıp kapıları birer birer, Bir fincan aydınlık istiyoruz.
  • Yetmiyor yüreğim Yetmiyor gökyüzünü lekeleyen bir bulut olmaya, Yetmiyor yüreğim, Yetmiyor bir çiçeği anılarda bile soldurmaya, Ey çelişkiler yumağı, Artık yolun açık-mutluluğun yakın ola.
  • Ne olur şimdi sanki, Binsem türkülerin kanatlarına, Uçup yanına konsam, Bir çocuk denli rahat ve sıcak, Başımı dizlerine koysam, Ağlasam ağlasam, Gözlerinde unutsam geçen yılları, Dizlerinde uyuyakalsam .
  • Dersim’de dağlar, Dağlıktan çıkmazdan önce, Menekşeler saz çalarmış eteklerinde, Papatyalar halay çekermiş, Ve Munzur’un yüreğinde, Sular güneşi oynatırmış köpüklerinde, Şimdi çamlar yaralı Çınarlar yorgun.
  • Şiir dolu sözlerimde değil, Ter damlası gözlerimde bul beni, Uzak uzak bakışlarımda, Sessiz sessiz dalışlarımda, Türkü türkü yanışlarımda bul Bir çölün suskunluğuna, Bir selin coşkunluğuna sor, Sor da bul beni gör beni.
  • Kaçırma gözlerini benden Koy bakışlarını avuçlarıma, Ben sabahın her mutlu sesinde, Bir yolcuyum güneşin izindeYaz bahar koşarım kollarına Yeller gibi esercesine Kuşların en güzel türküsünü, Sabahın sesiyle söylercesine.
  • Ne gönlümüzün coşkularınadır sözümüz, Ne ölmüş bir aşkın solgunluğuna, Ey gözleri güneş soluğu, Yüreği dağ doruğu doğa, Bu seslenişimiz yalnızca sana, Yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini, Söylenecek sözümüz bitmedi daha.
  • Alsam da başımı yürüsem kavgalara, Karanlıkları takmadan iplemeden, Aydınlıkları beklemeden, Korkunun o cüzzamlı iniltilerini, Hiç mi hiç dinlemeden, Şöyle zindanlara vursam kendimi, Kahrın ve sabrın yüreğini görsem, Diner mi içimdeki sancılar.
  • Neyi yaşıyoruz şu anda, Nelerle sığmıyoruz dünyaya, Aşktan Öfkeye geçiriyoruz birdenbire, Sevinçten üzüntülere, Durgunluktan coşkulara koşuyoruz, Coşkulardan Mutsuzluğa gömülüyoruz sessizce Ve yaşıyoruz böylece her yılı, Koskoca bitmez bir saniyede.
  • Her çocuk Şimdi sonsuz bir şiirdir bizde Sesi bir tutam sevinç Gülüşü bir top ateştir Yanar durur içimizde, Bazen ışık olur aydınlatır bizi, Bazen yangın olur yakar Yandığımızı söyleyemeyiz, Hatalar kana bulanır bir anda, Şarkılar susar, Nasıl başlar bir ağıt bilemeyiz.
  • Kuş sesleriyle uyanırsan bir sabah, Doğan güne kaldırırsan başını, Kaynaşan toprağa bakarsın, Toprağı sımsıcak, Ve alabildiğine yumuşak bulursan, Bizi bize sorma sakın, De ki bunlar bir su damlası, De ki rüzgarla boğuşan bir yaprak, De ki bir tohumun boy atması.
  • Gerçekten kırılmış mı kanatlarımız, Bir başımıza kalmış mıyız çöllerde, Oysa soluğumuz Rüzgarlardan uzak olsa bile, Suların diliyle birikiyoruz bentlerde, Bilinç kendi yerinde kalsın şimdi, Sevinçse kendi yerinde, Saçları yangın olsun akşamların Kırların sevdası dolaşsın kentlerde.
  • Ölümüm Bahar Olsa, Beynimi yüreğime nasıl haykırsam bu akşam, Bu akşam hiç yaşamamış olsamBir badem çiçeği sürsem şimdi namluya, Beynime sıksam, Ölümüm bahar olsa nasıl anlaşılsam.Ne gökyüzü sarhoş ne akşam Yalnızca türkülerde, Bıçaklanmış bir özlem gibi yaşam.
  • İçimde bütün dünya dilleri Konuşur şiirler dolusu, Seni anlatırken dilsiz oluyorum, Neden Tokluk uğruna aç topraklar, Süren biz değil miyiz, Güzellik uğruna çirkin savaşlar Veren biz değil miyiz, Namlular gölgesinde aşklar, Ölümler denizinde dostluklar Kuran biz değil miyiz, Demek ki ölüm korkutmuyor artık, Demek ki gelecek yakın, Ha bugün ha yarın Varacak olan biz değil miyiz.

Vikisöz / ADNAN YÜCEL

Adnan Yücel, 27 Mart 1953 tarihinde Elazığ’da doğmuştur. İlkokul, ortaokul ve liseyi Elazığ’da okuyan şair, Diyarbakır Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 1975 yılında mezun olmuştur. Aynı yıl Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde yüksek lisansına başlayan Yücel, bu zaman içerisinde Ankara’da çeşitli devlet okullarında ve kolejlerde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapmıştır. Daha sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne devam etmiş fakat tamamlayamamıştır. 1987 yılından itibaren Çukurova Üniversitesi’nde öğretim elemanı olarak Türk Dili derslerine girmiştir.

Türk dili ve edebiyatı üzerine çeşitli makaleleri ve bildirileri olan Adnan Yücel’in 1993 yılında Altın Kitaplar Yayınevi tarafından yayınlanan Karacaoğlan, Yaşamı, Sanatı, Kişiliği ve Şiirleri isimli kapsamlı bir araştırma eseri vardır. Çukurova Öğretim Elemanları Derneği, Pen ve Türkiye Yazarlar Sendikası’na da üye olan Adnan Yücel, 24 Temmuz 2002 tarihinde Adana’da vefat etmiştir.

Yücel’in ölümünün ardından şair Mehmet Özer, 2003 yılında, Adnan Yücel’in dünyasını çok yönlü bir şekilde ele alan Aşkın ve Başkaldırının Şairi Adnan Yücel isimli eser yazmıştır.

Özellikle şiir kitaplarıyla tanınan Adnan Yücel, ilk şiirlerini Yeni Adalar Dergisi‘nde 1974’ten sonra yayımlamaya başlamıştır. 1979 tarihinde Yurt Yayınları tarafından basılan ilk şiir kitabı Kavgalara Sözlenen Sevda, özellikle toplumcu çizgideki edebiyat eleştirmenlerinin dikkatini çekmiştir.  Şiirleri Cumhuriyet, Yeni Halkçı Demokrat Gazetesi gibi  gazetelerin yanı sıra Yeni Adımlar, Yeni Olgu, Yazko Edebiyat, Anadolu Ekini, Artı ve Söylem gibi çeşitli dergilerde yayınlanmıştır.

İkinci kitabı 1982 yılında Soframda Kaval Sesi adıyla yine Yurt Yayınları tarafından basılmıştır. Eser çok ilgi görmüş ve 1987, 1992 ve 1995 yıllarında tekrar basımı yapılmıştır. Şairin ayrıca Bir Özlem Bir Türkü (1984), Acıya Kurşun İşlemez (1985), Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek (1986), Rüzgarla Bir (1989), Ateşin ve Güneşin Çocukları (1991), Çukurova Çeşitlemesi (1993) ve Sular Tanıktır Aşkımıza (1998) isimli şiir kitapları vardır.

Eserleri arasında en çok ilgiyi, Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek isimli tek ve uzun bir şiirden oluşan kitabı görür. Bu eserin toplamda yedi baskısı yapılmıştır. Adnan Yücel’in şiiri, hem Garip akımından hem de toplumcu gerçekçi şairlerden -özellikle Nâzım Hikmet ve Hasan Hüseyin Korkmazgil’den- etkiler taşımaktadır. Halk dilinden beslenen şiirlerinde en önemli üç temel yapı taşı: ritim, ezgi ve imge olarak belirlenebilir. Adnan Yücel’in imgelerinde, özellikle Çukurova’yı ön plana çıkardığı  açıkça görülmektedir.

Türk Edebiyatı / Yazar: BERKANT ÖRKÜN

  • Hepimiz ölümün nişanlısıyız.
  • Gölgede duran güneşi göremez.
  • Pahalı başka, kıymetli başkadır.   
  • Bilim bir türlü, bilgisizlik bin türlüdür.
  • En çok gürültü boş tenekelerden çıkar.
  • İnsan ancak bilgisi kadar özgür olabilir.
  • Ümitsiz yürek, hiçbir şeyle aydınlanamaz.
  • Doğruyu söylemek değil, anlatmak güçtür!    
  • Halk en az anladığına daha çok kuvvetle inanır.  
  • Körler memleketinde görmek bir hastalık sayılır.  
  • Aynaya pek çok bakan, kusurlarını pek az görür.
  • Zulmü affetmek büyüklük unutmak küçüklüktür.
  • Sofunun iki yüzlülüğü dindarı kandırır, dinsizi değil.   
  • Şen adam güneşe benzer, girdiği yeri aydınlatmış olur.
  • İnsan, sevdiğinden korkar, fakat korktuğunu sevemez.
  • Gündüz kandılını hazırlamayan, karanlığa razı demektir.
  • Zarafetin iki büyük düşmanı çok incelik ve çok kabalıktır.
  • Yalanı söküp atmadan gerçeği dikmeye çalışma, tutmaz.  
  • Alnını ne kadar dik tutarsan yere o kadar sağlam basarsın.
  • Eskiden kızdığına şimdi gülüyorsan akıllanmışsın demektir.
  • Seçkinler beğendikçe alkışlar, halk ise alkışladıkça beğenir.
  • Yanlışların en tehlikelisi ve en yanlışı kendini yanlış tanımaktır.  
  • Özgürlük, özgürlüğün ne olduğunu bilmeyenin hakkı değildir.
  • Hayatta en zor şey, amaçsız insanlarla yaşama zorunluluğudur.
  • Gerçeği görmek için her şeyden önce gerekli olan özgür bakıştır.
  • İnsan için en büyük kuvvet, kendisini olduğu gibi görebilmektir.
  • Yüksek fikirler, yüksek dağlara benzer, alışık olmayanları ürkütür.    
  • Eskimiş fikirler paslanmış çivilere benzer, sokup atmak çok güçtür.
  • Kadın olsun, kitap olsun cildine aldanmayıp içindekilere bakılmalıdır.   
  • İnsan, tarihe her istediğini söyletebilir, çünkü ölüler, itiraz edemezler.  
  • Özgürlüğü kötüye kullanan, ona layık olmadığını itiraf ediyor demektir.  
  • Başımıza bela geldi deriz; halbuki belaya ayağımızla kendimiz gitmişizdir.
  • Kavak ağacını beğenen ve seven pek az kişi gördüm, çünkü dosdoğrudur.
  • Ya bir yol bulacaksınız, ya bir yol yapacaksınız, ya da yoldan çekileceksiniz.
  • Niçin mi fikir değiştiriyorum? Çünkü ben fikirlerimin sahibiyim; kölesi değil!     
  • Büyük adamlar memnuniyetle hizmet ederler, fakat kullanılmaya razı olmazlar.
  • Yüksek makamlar yüksek tepeler gibidir, koşarak çıkanlar nefes darlığı hisseder.
  • Neleri bilmediğini bilen çoktur, güçlük, neleri hiçbir zaman bilemeyeceğini bilmektir.
  • Yüksek tepelerde hem yılana, hem kuşa rastlanır; birisi sürünerek, öteki uçarak yükselmiştir.
  • Vicdan. Onu herkes yüreğinde taşımaz; dilinde, midesinde ve hatta cüzdanında taşıyanlar vardır.
  • Söylenmemiş fikir yoktur, diyorlar. bu söz doğru ise bile bundan sonra bütün insanlar susacak değil.
  • Hakiki büyük adamlar güzel ağaçlara benzer. Dallarında yuvalar kurulur, gölgesinde yorgunlar dinlenir, çiçeklerine sürünenler güzel koku alırlar, meyvesiyle açlar doyar ve yaprakları arasından dökülen güneş damlaları toprağa hayat verir. Hiç kimseye ve hiçbir şeye zararı dokunmaz.

Cenap Şahabettin /  Vikisöz

1870’te Manastır’da doğdu. 12 Şubat 1934’te İstanbul’da yaşamını yitirdi. Babasının Plevne’de şehit düşmesinden sonra ailesiyle İstanbul’a geldi. İlköğrenimini Tophane’deki Fevziye Mektebi’nde yaptı. Gülhane Askeri Rüşdiyesi’ni bitirdi. Tıbbiye İdadisi’nden sonra Askeri Tıbbiye’den mezun oldu. Hekim yüzbaşı oldu. Paris’te 4 yıl cilt hastalıkları ihtisası yaptı. Yurda döndükten sonra Mersin, Rodos, Cidde’de karantina hekimliği, sıhhiye müfettişliği yaptı. 1914’te emekliye ayrıldı. Darülfünûn’da Türk Edebiyatı Tarihi dersleri okuttu. Kurtuluş Savaşı sırasında Kuva-yı Milliye’ye karşı olumsuz tutumu nedeniyle öğrencileri tarafından istifaya zorlandı. Daha sonra cumhuriyeti destekledi ama yalnızlıktan kurtulamadı.

Cenap Şahabettin’in Edebi Kişiliği

Cenap Şahabettin‘in ilk şiiri 1885’te daha öğrencilik yıllarında Saadet gazetesinde yayımlandı. Önceleri Muallim Naci‘nin etkisiyle divan şiiri tarzı şiirle uğraştı. Daha sonra Recaizade Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hamit Tarhan‘dan etkilenerek Batı tarzı şiire yöneldi. Servet-i Fünun dergisinde şiirleri yayımlandı. Tevfik Fikret ve Halit Ziya Uşaklıgil‘le birlikte Servet-i Fünun edebiyatının 3 önemli isminden biri oldu.

Gelenekçi şairlerin en çok saldırdığı yenilikçi şairdi. Diğer Servet-i Fünun’cuların tersine bireysel şiiri tercih etti. Edebiyat-ı Cedide’nin en aşırı örneklerini verdi. Şiire “nesir-musikisi” dedi. Şiirlerinde kullandığı “Sâât-i semenfâm”, “çeng-i müzehhep”, “nay-i zümürrüt” gibi deyimler, imgeler döneminin sanat dünyasında önemli tartışmalar yarattı. Heceleri müzik düzeyinde uyumlu kullanmayı savundu. Bu tarzda yazdığı en iyi iki örnek “Yakazat-ı Leyliye” ve “Elhan-ı Şita” şiirleridir. Servet-i Fünûn kuşağında Tevfik Fikret’ten sonra şiirin en önemli ismidir. Sadece şiir değil nesirle de ilgilenen bir kalemdir. Nesirlerinde Raik Vecdi, Ahmet Peyman ve Dahhak-ı Mazlum, Hakkı Talip takma adlarını kullanmıştır.

Cenap Şahabettin’in Sanat Hayatı şu evrelerden oluşur:

  • Muallim Naci Etkisindeki Evre (İlk şiirler)
  • Abdülhak Hamit Tarhan ve Recaizade Etkisindeki Evre (Yeni şiirlere yöneliş dönemi)
  • Paris Yılları (Fransız şiirinin sanat algısını benimsediği dönem)
  • Servet-i Fünûn dönemi
  • 1908 sonrası dönem

Şiir Hakkındaki Görüşleri ve Bazı Eserlerine Dair Önemli Notlar

  • Eski edebiyatı taklitçi ve samimiyetsiz bulur.
  • Fuzûlî, Bâkî ve Nedim beğendiği divan edebiyatı sanatçılarıdır.
  • Daima yeni şiirden yana olduğunu dile getirmiştir.
  • Şiirle ilgili yazılarında çağdaş Fransız edebiyatına ve şiirine sık sık atıfta bulunur.
  • Hece ölçüsüne kesin bir dille karşı çıkmıştır. Aruz ölçüsünü daha ahenkli bulmuştur. Bütün şiirlerini aruz ölçüsüyle kaleme almıştır. Aruzla ilgili görüşlerini “Felsefe-i Evzân” adlı eserinde bir araya getirmiştir. Bu eserini Raik Vecdî takma adı ile yayımlamıştır.
  • Sanat hayatı boyunca hiçbir siyasi şiir kaleme almamıştır. Daima “sanat için sanat” ilkesi doğrultusunda eserlerini kaleme almıştır.
  • Şiirde güzellikten başka bir şey arayamam, sözü meşhurdur.
  • Serbest müstezatın en başarılı iki isminden biridir. (diğeri de Ahmet Haşim’dir.)
  • Sembolizmin ilk başarılı temsilcisi olarak değerlendirilebilir.
  • Cenap Şahabettin şiire Şeyh Vasfi ve Muallim Naci etkisinde başlar.
  • İlk şiirleri gazel şeklindedir. Eski tarz bu şiirler Cenap’a göre kendisine sadece “aruz, kafiye, dil hakimiyeti” gibi teknik konuIarda birikim sağlamıştır.
  • Cenap için ikinci evre, Recaizade ve Abdülhak Hamit Tarhan’ın parlak yıllarını yaşadığı dönemde onlardan etkilenerek kaleme aldığı şiirlerdir. Özellikle Abdülhak Hamit Tarhan etkisinde kalarak yazdığı şiirlerini Gülşen adlı gazetede yayımlar. İşte Cenap’ın “Tamat” adlı eseri, bu ikinci evrenin yani etkileniş sürecinin ürünüdür.

Cenap Şahabettin’in Dil ve Edebiyat Görüşleri

  • Latin alfabesinin kabulünden yanadır. Latin alfabesinin kullanımı durumunda Avrupa medeniyetine daha kolay erişilebileceğini savunmuştur.
  • Osmanlıcayı sürdürmekten yanadır bu görüşünden dolayı Milli edebiyatçıların hedefi olmuştur.
  • Ona göre edebiyatın toplumsal bir görevi yoktur.
  • Edebiyat hakkındaki görüşlerini dile getirirken sık sık musikiye değinmiştir.
  • Kapalı ve süslü bir anlatım benimsemiştir.
  • Cenap’a göre dil kendi zamanında şekillenir ve buna bağlı olarak da edebiyatta düşünsel ve biçimsel yenilikler yapmak kaçınılmazdır.
  • Nesirdeki en büyük korkusu tekdüzeliktir. (İttırat)
  • Nesir dilinde ona en yakın isim, Süleyman Nazif’tir.
  • İsmail Habib Sevük’ün Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi’ni beğenmemiştir. Bu edebiyatımızdaki meşhur polemiklerden birini ortaya çıkarmıştır.

Türk edebiyatı Org

Akıl; nar, ayva ve portakal gibi geç renk ve koku kazanan bir sonbahar ürünüdür. Namus kavramı, zaman, din, iklim, gelenek ve bilhassa giyim şekline göre değişen kararsız bir erdemdir. Günün doğma saati, neşe ve umudun başlangıcıdır. Yaşlıları gençlik, gençleri ise aşk ölüme götürür.

Oysa ne çok cümlem vardı benim. Her şeye inat, yüreğimi ısıtan ne çok hayalim. Ardıma dönüp bakıyorum da, dallarımı kıran rüzgarları bile affetmişim ama, bir kendime uzanamamış elim.

Yarın dudağından getirilmiş bir katre alevdir bu karanfil. Sevmeyi bilmeyen, ölmeyi bilmez. Hayat, kitaba sığmayacak kadar geniştir. Güzel, yalanın çocuğudur. Aşk, değişmeyince ölür. Acılar gece çözülür.

Babası Fizan Mutasarrıfı (kaymakamı) Bağdat’ın ileri gelen ailelerinden Arif Hikmet Bey, annesi ise Sara Hanım’dır. Çocukluğu Bağdat’ta geçti. 12 yaşında annesinin ölümü üzerine babasıyla birlikte İstanbul’a geldi. Mektebe-i Sultanî’de (Galatasaray Lisesi) yatılı okudu. Tevfik Fikret ve Ahmet Hikmet Müftüoğlu‘nun öğrencisiydi. 1907’de mezun oldu.

Bir süre Reji İdaresi’nde çalıştı. Bir yandan da Hukuk Mektebi’ne devam etmeye başladı. İzmir Sultanisi Fransızca öğretmenliğine atandı. Hukuk eğitimini bırakıp İzmir’e gitti. 1912-1914 arasında Maliye Nezareti’nde çevirmenlik yaptı. Birinci Dünya Savaşı yıllarını Çanakkale ve İzmir’de yedek subay olarak geçirdi. Mütareke’den sonra İstanbul’a döndü. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde estetik ve mitoloji öğretmenliği yaptı. Harp Akademisi ve Mülkiye Mektebi’nde Fransızca dersleri verdi. Düyun-u Umumiye İdaresi’nde, Osmanlı Bankası’nda çalıştı. Akşam ve İkdam gazetelerinde köşe yazıları yazdı.

1928’de böbrek rahatsızlığının tedavisi için yurtdışına gitti ama iyileşemeden döndü. Şiire lise öğrenciliği yıllarında başladı. İlk şiirlerinde Abdülhak Hamit, Cenap Şahabettin, özellikle de Tevfik Fikret etkileri görülür.

Bilinen ilk şiiri “Hayal-i Aşkım”da bu yönelmelere rağmen yeni bir sanat yönelimi olduğu dikkat çeker. Gençlik şiirleri Mecmua-i Edebiye, Musavver Terakki, Aşiyan, Jale, Musavver Muhit, Servet-i Fünun, Resimli Kitap dergilerinde yayınlandı. Bu şiirleri kitaplarına almadı. 2. Meşrutiyet’in yazınsal karmaşa ortamında onun şiiri ayrı bir ses olarak kendisini gösterdi. 1921’de basılan ilk şiir kitabı “ Göl Saatleri“nin başındaki küçük manzumeler, bu dönemin asıl eserleridir. İzlenimci ressam etütlerini andıran bu şiirlerle Ahmet Haşim, doğanın özünü sızdırmak ister gibidir. Şiiri, bir yandan Verlaine müziğine yaklaşırken, bir yandan Şeyh Gâlib‘in parıltısını taşır. “Göl Saatleri”, “Göl Kuşları”, “Serbest Müstezatlar” ve “Muhtelif Şiirler” olmak üzere dört bölümden oluşan bu kitap Türk şiirinin Yahya Kemal Beyatlı‘dan sonraki ikinci kanadını kurar. Beyatlı’nın geniş kesimleri kucaklayan toplumcu ve ulusçu şiirine karşılık Haşim daha dar ama daha derin bir kanalda akmayı tercih eder.

İkinci ve son şiir kitabı “ Piyale“nin girişinde “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” bölümünde şiirle ilgili görüşlerini açıklar: “Şair ne bir gerçek habercisi, ne güzel konuşmayı sanat haline getirmiş bir kişi, ne de bir yasak koyucudur. Şairin dili, düzyazı gibi anlaşılmak için değil, hissedilmek için yaratılmış, müzik ile söz arasında, ama sözden çok müziğe yakın ortalama bir dildir. Düzyazıda anlatımı yaratan öğeler şiir için söz konusu olamaz. Düzyazı us ve mantık doğurur, şiir ise algı bölümleri dışında isimsiz bir kaynaktır. Gizliğe, bilinmezliğe gömülmüştür. Şairin dili, duyumların yarı aydınlık sınırlarında yakalanabilir. Anlam bulmak için şiiri deşmek, eti için bülbülü öldürmek gibidir. Şiirde önemli olan sözcüğün anlamı değil, şiir içindeki söyleniş değeridir. Şiiri ortak bir dil olarak düşünenler boş bir hayal kuruyor demektir.” “Piyale” kitabındaki “Merdiven” ve “Bir Günün Sonunda Arzu” şiirleri, bu görüşleri yansıtan ve Türk edebiyatında görülmemiş bir şiirselliği ortaya koyan ürünlerdir. Bu kitapla birlikte Haşim’e saldırılar arttı. Ölçü ve Türkçe bilmemekle, toplum sorunlarına ilgisizlikle suçlandı. Yine de şiirleriyle 20’nci yüzyılın ilk çeyreğini etkilemeyi başardı.

Türk edebiyatı. org

  • Ben doğuştan ressam olmadım, çalışarak oldum.  
  • Hüzün geldi baş köşeye kuruldu. Yoruldu yüreğim yoruldu.   
  • Her şey çürüyor canım kardeşim bu dünyada, hatıralar bile.  
  • Eskici. Eskiden yeterdim kendime. Artardım biIe. Şimdi ne yapsam nafiIe!
  • Biz dünyadan gider oIduk, kaIanIara seIam oIsun. Ama hep böyIe gidecekse, kaIanIara haram oIsun.
  • Kimi eskidiği için yaşar kimi yaşadıkça eskir ne tohumda keramet ne toprakta ne başakta marifet yaşamakta…
  • Yalnızlık dediğin büyük bir zindan, dünyanın en kalabalık zindanı. Dinden imandan çıkarır ama öyle bir adam eder ki insanı.
  • Gel çıkalım sevgilim gel Gel kurtaralım birler hanesinden Çekelim gidelim bir uçtan uca Açalım yüreğimizin kapılarını sonuna kadar Sevelim sevelim sevelim Sevebileceğimiz kadar.   
  • İstanbul deyince aklıma Kocaman bir dalyan gelir Kimi paslı bir örümcek agı gibi Gerinir Beykoz’da Kimi Fenerbahçe’de yan gelir Dalyanda kırk tane Orkinos Kırk degirmen taşıgibi dönmektedir.  
  • Evvela dişlerimiz döküldü, Sonra saçlarımız, Ardından birer birer arkadaşlarımız. Şu canım dünyanın orta yerinde Yalnız başına, yapayalnız Kırılmış kolumuz, kanadımız Tatlı canımızdan usanmışız..  
  • Büyük şehirlere bağlanma, öyle bir şehre yerleş ki, küçük olsun fakat bizim olsun. sokaklarında tanımadık yüz, ensesine şamar atmayacağın kimse dolaşmasın. her ağacına elin, her karış toprağına terin değsin. ve kuytu evlerden birindesenden habersiz ölenler olmasın.
  • Mutluluk resim gibidir… Onun tadına varabilmek için biraz uzaklaşmam gerekir! Çok yakınındaysan, her şeyi iyi göremezsin. “Ne kadar da mutluyduk”  demeye “Ne kadar da mutluyuz” demekten daha fazla alışığız. Mutluluk, rakı gibidir! İçer içmez tadı anlaşılmaz. Şarkılar biraz sonra söylemeye başlanır! 
  • Resim nedir? Resim, ışığa kavuşan her şeyi büyük bir aşk ile incelemek ve bu aşkı renkler ve çizgiler aracılığı ile insanlara aşılamak sanatıdır.

Vikisöz

Asıl ismi Ali Bedrettin olan Bedri Rahmi, 1913 yılında babasının kaymakam olarak görev yaptığı ve o vakitler Trabzon’a bağlı olan Görele’de dünyaya gelir. İlkokul yıllarını babasının memuriyeti sebebiyle memleketin değişik yerlerinde geçirir. Ortaöğrenimine Trabzon Sultanisi’nde başlar. Lisede en sevdiği ders edebiyattır. Onuncu sınıfa kadar resimle ilgilenmez, hatta resim ödevlerini bile ağabeyi Sabahattin’e yaptırır. Trabzon Lisesi’ne 1927 yılında resim öğretmeni olarak atanan Zeki Kocamemi, Bedri Rahmi için bir dönüm noktası olur ve onun resme ilgisini uyandırmayı başarır. Aynı dönemde Bedri Rahmi’nin resim merakı Fransa’da bulunan ağabeyi Sabahattin Eyuboğlu’nun gönderdiği resim kitaplarıyla da pekişir. Zeki Kocamemi’nin Trabzon’dan ayrılması, Bedri Rahmi’yi İstanbul’a yönlendiren önemli bir etken olur. 1929 yılında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’ne kayıt yaptırır. Akademi’de Nazmi Ziya, İbrahim Çallı ve Ahmet Haşim gibi hocalardan dersler alan Bedri Rahmi oldukça mutludur. Akademi’deki ilk yılı daha ziyade bir arayış dönemi olan Bedri Rahmi, İbrahim Çallı’nın teşvikiyle Konkur sınavını beklemeden Fransa’nın Lyon kentine ağabeyinin yanına gider. Sabahattin Eyuboğlu fedakârlık göstererek aldığı devlet bursunu kardeşi ile paylaşmış, onun öğrenim görmesine olanak sağlamıştır. Bedri Rahmi, sonraki yıllarda Fransa’ya gidişini meslek hayatının en önemli olayı olarak ifade edecektir. Lyon ve Dijon’da kaldığı yıllarda bir yandan müzeleri gezerek sanat yapıtlarını incelemiş, Fransızca öğrenmiş, diğer taraftan da atölye çalışmalarına devam etmiştir. Yine bu yıllarda Kübizm akımının öncülerinden André Lhote’nin atölyesinde çalışan Cemal Tollu’yu görmek için Paris’e gitmiş; sonradan hayatını birleştireceği ve Eren ismini alacak olan Ernestine Letoni ile tanışmıştır.

Paris’ten sonra bir süre de Londra’da bulunan Bedri Rahmi, 1933’te İstanbul’a döner. Yeni AdamAğaç gibi mecmualarda yazı ve desenleri yayımlanır. Cemal Tollu’nun yedi arkadaşıyla kurduğu “D Grubu”na katılır. Yine bu dönemde gazete yazarlığına başlar ve “Yukule-le Yazıyor” başlıklı yazılar kaleme alır. Geçimini sağlayacak kadar para kazanmaya başlayınca Eren Hanım’la 16 Nisan 1936’da evlenir. Bir süre sonra babasının yardımıyla Tekel Genel Müdürlüğü’nde göreve başlar. Bu dönemde Akademi’de tanıştığı ve öğrencisi olduğu Fransız ressam Léopold Lévy, Bedri Rahmi’yi çok etkilemiş, âdeta onun sanatını değiştirmiştir. CHP’nin 1938 yılında düzenlediği yurt gezileri Bedri Rahmi’nin resimlerine konu seçimi noktasında kaynaklık etmiş; değişen tabiat manzaraları, köy ve kent yaşamı, tarihsel değerlerimiz, çok boyutlu ve zengin duruşuyla folklorumuzu resme taşınma imkânı bulmuştur.

Bedri Rahmi, yurt gezileri dönüşünde, 1 Kasım 1938’de yayımlanan Ses dergisi yazarları arasında görülür. Sanatçının bazı deneme yazıları ve resimleri de Ses dergisinin sayfalarını süsler. 1939 yılında Birinci Resim Heykel Sergisi’nde derece alır. Aynı yıl, oğlu Mehmet Hamdi Eyuboğlu dünyaya gelir. Bedri Rahmi, büyük bir hevesle Boğaz, Salıpazarı ve kahveler gibi İstanbul’un değişik mekânlarını resmetmeye koyulur. Bir yandan da gazete ve dergilerde eleştiri yazıları yazar. 1940’lı yıllarda ulusal değerlere ve kaynaklara yeniden yönelmek gerektiğini ifade eden Bedri Rahmi, bu düşünceden hareketle minyatürü, kilimi ya da ibriği sevmeyi ve eserlerine yansıtmayı benimser. 1942 yılında yurt gezileri çerçevesinde gittiği Çorum, onun sanat yaşamında büyük ve silinmez izler bırakır. Resimde ana temalarının kaynaklarını esas itibariyle bu gezide bulduğu söylenebilir. Özellikle İskilip, hayran kaldığı bir yöredir.

1950 yılında yeniden Paris’e giden Bedri Rahmi, bu kez şehri usta bir sanatçı gözüyle inceler. Bilhassa “Musée de l’Homme” (İnsan Müzesi) ilgisini çeker. Bu müzede gördükleri ona yepyeni bir ufuk açmış; buradan hareketle Eyuboğlu, güzelin aynı zamanda faydalı olması gerektiği düşüncesine varmıştır. Yazarlık faaliyetlerini 1960 yılına kadar düzenli olarak sürdüren Bedri Rahmi, yazıya ara verdiği dönemlerde daha çok yurtdışında bulunur. 1961’de Paris’e, oradan da Amerika’ya geçer. Konferanslar verir, söyleşiler yapar, resim sergilerini ve müzeleri dolaşır ve yeni eserler üzerinde çalışır. Bu gezilerin dönüşünde çalışmalarını devam ettiren sanatçı, Güzel Sanatlar Akademisi’nde profesörlüğe kadar yükselir, üç yıl kadar Resim Bölümü Başkanlığı da yapar. Ömrünün son yılları büyük oranda alkolün hüküm sürdüğü bir dönemi işaret eder. Sarılık şüphesiyle hastaneye kaldırılan Bedri Rahmi’nin aslında pankreas kanseri olduğu anlaşılır. Hastalık dönemi uzun sürmez ve sanatçı, 21 Eylül 1975 tarihinde vefat eder.

Şiir ve edebiyat tutkusu, Bedir Rahmi’ye aileden gelen bir özellik gibi düşünülebilir. Baba Rahmi Bey, çocuklarına Batı edebiyatlarını ve kültürünü tanıtmış, Fransızcadan yaptığı çevirilerle onların Victor Hugo, Molière gibi sanatçıları tanımalarını sağlamıştır. Ancak Bedri Rahmi’de annesinin etkisi daha güçlüdür. Edebiyat sevgisini annesinden dinlediği türküler, ninniler, ilahiler ve masallarla pekiştiren Bedri Rahmi, Karacaoğlan, Pir Sultan gibi önemli değerlerimizi yine annesinden öğrenmiştir. Daha ortaokul yıllarında iken ağır basan edebiyat sevgisiyle dikkat çeken Bedri Rahmi, arkadaşlarıyla beraber Serçe isimli bir de dergi çıkarmıştır. Hayatı boyunca tuttuğu günlükleri yine lise yıllarından itibaren yazmaya başlamıştır. Bununla birlikte Milliyet gazetesinin açtığı yarışmada bir öyküsü birincilik ödülü kazanmış, zamanın prestijli yayınlarından aylık Muhit dergisinde bir de şiiri yayımlanmıştır. Sanatçı, çocukluğunda eski yazıyla yazılmış çok sayıda roman okumuş, Mehmet Emin Yurdakul’un şiirlerinden bazılarını ezberlemiştir. Hayat mecmuasını düzenli olarak takip eden Bedri Rahmi, orta mektepteyken Halide Edip, Reşat Nuri, Faruk Nafiz ve Ömer Seyfettin gibi yazarları da okumuştur. Muhit dergisinin Mayıs 1931 tarihli 31. sayısında çıkan “Bir Yudum Su” başlıklı şiir, şairin yayımlanmış ilk verimidir.

YeditepeSesGüneyİnkılâpçı GençlikİnsanVarlık gibi sanat-edebiyat dergilerinde 1933 yılından itibaren şiirleri yayımlanan Bedri Rahmi, Yaradana Mektuplar isimli ilk şiir kitabını 1941 yılında çıkarır. Bu dönem Garip şiirinin yanı sıra “toplumcu gerçekçi şiir” ve “saf şiir” anlayışlarının hüküm sürdüğü yıllardır. Hiçbir edebî akım içinde yer almayan Bedri Rahmi yine de çeşitli etkilere açık kalmıştır. Onun şiirinde daha çok yakın görüştüğü edebî çevre ve şahsiyetlerin etkisinden söz edilebilir. Güzel Sanatlar Akademisi’nden hocası olan Ahmet Haşim’in yanı sıra Necip Fazıl Kısakürek, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Asaf Halet Çelebi ve Garip şairlerinin etkilerinden bahsetmek mümkündür. Yine Yahya Kemal, Nâzım Hikmet gibi şairlerin de tesirinde kaldığı söylenebilir.

Hâkim şiir anlayışlarından ve önemli sanatçılardan etkilenen Bedri Rahmi Eyuboğlu, dönemin şiir panoramasının âdeta bir özeti gibidir. 1930’lu yıllardan başlayarak oluşturduğu şiir atmosferinde Hececiler, Garip, Toplumcu Gerçekçiler, İkinci Yeni ve Batılı İzlenimci şairlerden aldığı birçok etkiyi görmek mümkündür. Bununla birlikte onun şiirinde Yunus’tan Karacaoğlan’a uzayan bir çizgide halk şiirinin ve kültürünün etkilerinden söz etmek gerekir. Yaşam serüveni ve çok renkli hayat hikâyesi de yine şiirini şekillendiren unsurlar arasında alınabilir. Belki de ressam yönü ağır bastığı için kendine özgü bir şiir anlayışı geliştirmeye çalışmamış, “eklektik” denebilecek bir tavrı benimsemiştir.

Sanatı, halktan alınanın daha güzel ve daha faydalı bir şekilde yine halka sunulma gayreti olarak gören Bedri Rahmi, eserlerinde yalın anlatımı, halk söylemlerini, mahalli kullanımları önemser. Bu tavır onun halkı sanatla buluşturma düşüncesinden kaynaklanır. Şiirini kurarken halk edebiyatına ayrı bir yer veren sanatçı, özellikle masalı ve halk kültürünü ön plana çıkarır. Bedri Rahmi’nin halk şiirine ve kültürüne olan ilgisi Karadut ile daha belirgin hale gelir. Bununla birlikte şiirinde yaşama sevincine, resim unsurlarına ve özellikle renklere önem verir. Nitekim resmi, vücut bulmuş bir şiir olarak gören Bedri Rahmi’de şiir ve resim birbiriyle bütünleşen bir yapıdadır. Şiiriyle resmini bir potada birleştirmiş olan sanatçı, tablo-şiir geleneğinin güzel örneklerini vermiştir. Doğup büyüdüğü coğrafyadan aldığı esinlerle şiirini yoğuran Bedri Rahmi, onu evrensel unsurlarla da zenginleştirir.

Tuz kitabının başında yer alan “Güzel ile Faydalı” şiiri, Bedri Rahmi’nin sanata bakışını yansıtan dikkat çekici bir metindir. Bu şiirde Bedri Rahmi, güzelin aynı zamanda faydalı olabileceğini, faydalı olmanın güzelin değerini azaltmayacağını dile getirir. “Yazma Destan” şiiri ise âdeta yazmalar için kaleme alınmış bir güzelleme olarak görülebilir.

“Lorca” şiiri gibi bazı verimlerinde sanata ve şiire dair görüşlerine yer vermekle beraber Bedri Rahmi’nin poetik bir tavır geliştirdiğini söylemek mümkün değildir. Yine de onun biçim endişesinden uzak kalıp mana güzelliğini, etkili söylemi ve samimiyeti benimsediğini belirtmek gerekir. Onun üzerinde en çok durduğu husus, doğallıktır. Şiirinde Anadolu insanına önemli bir yer ayıran Bedri Rahmi, insani sıcaklığıyla ve duygu yoğunluğuyla öne çıkan sosyal içerikli bir şiir oluşturmayı başarmıştır.

Modern şiir diliyle halk söyleyişini bir senteze ulaştıran Bedri Rahmi, şiirini geleneksel kültürümüzden aldığı etkilerle kurmuştur. Anadolu el sanatları, annesinden dinlediği masal ve türküler, halk inançları ve mitoloji de onun şiirini şekillendiren unsurlar arasında karşımıza çıkar. Eserlerindeki tema zenginliği ve çok yönlü sanat dünyasıyla dikkat çeken Bedri Rahmi, şiirimizi sanatsal, tarihsel ve kültürel boyutuyla Anadolu’ya, modern şiir yoluyla da Batı’ya bağlamıştır. Bu itibarla denebilir ki o, klasik ile yeni arasında özgün bir bireşime ulaşmıştır.

Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun şiiri tematik zenginlik yönüyle dikkat çekicidir. Nitekim birçok metafizik kavram onun şiirine tema teşkil eder. Bunlardan biri olan inanma problemi, bilinmezliğin sorgulanmasından Tasavvufi Türk edebiyatındaki şathiye geleneğine ve metafizik eleştiriye dek varır. Cinsel istek ve haz tutkusu da önemli bir problemdir. Özellikle “Karadut” şiirinde çingene kız imgesiyle beliren haz tutkusunun karşısına dinî yasaklar çıkar. Bu da şairde cinnete varan bir sorunsal oluşturur. Ölüm, Bedri Rahmi şiirinde bir diğer önemli tema olarak belirir. Onda hiçbir zaman mistik yönüyle belirmeyen ölüm, büyük bir korkuya karşılık gelir ve tek sığınak olarak Tanrı’ya yönelir. Tabiat da Bedri Rahmi şiirinin önemli temalarındandır. Tabiat ve onun mükemmel işleyişi şairi şüphelerinden uzaklaştırmaya ve inanmaya sevk eder. Bu yöneliş onu bir çeşit “tabiat romantizmi”ne götürür. Tabiat âdeta onun özgürleşmek ve reel âlemden kurtulmak için inşa ettiği bir sığınaktır. Memleket sevgisi onun şiirinde geniş yer bulan bir başka temadır. Anadolu coğrafyası bütün zenginliğiyle onun mısralarında âdeta şiirleşir. Cehalet, yanlış eğitim sistemi, fakirlik, geri kalmışlık, doğanın tahribatı, aydın yabancılaşması gibi birçok kavram “sosyal eleştiri” bağlamında bütünleşen bir tema oluşturur. Yine sosyal fayda onun önem verdiği bir başka husustur. Çocukluk ve geçmişe duyulan özlem yanında Fransa, Amerika ve İtalya yolculukları esnasında hissettiği gurbet duygusu da tema olarak şiirinde yer alır. Onun en önemli temalarından biri de aşktır. Şiirinde hiçbir zaman soyut bir nitelik göstermeyen aşk; cinsellik, haz ve şehvet ile iç içe bir özellik arz eder. Dostluk, güzellik ve resme ait unsurlar şiirinin bir diğer yönünü işaret eder ve bunlar onda mükemmellik duygusuna götüren hususlar olarak belirir. Unutmak, sarhoşluk gibi temalar ise Bedri Rahmi’de kaçışa aralanan kapılar hâlinde karşımıza çıkar. Fanilik, gelip geçicilik ise onda çürüme imgesiyle birleşen bir temadır. Yine çağdaşı birçok şair (Cahit Sıtkı, Necip Fazıl) gibi ölüm ve ötesi, yalnızlık, korku, yaşama sevinci, eşyaya duygu aktarımı ve tabiatı kendi bakış açısıyla işleme ögeleri Bedri Rahmi’de de öne çıkan hususlardandır.

Garip şiirinden aldığı etkilerle kolay söyleme, küçük insanın iç dünyası, işçiler, ırgatlar ve onların zevklerine yönelen anlaşılır söylem, onun şiirinde dikkat çekicidir. Son dönem şiirinde ise imgenin hâllerini değiştirerek alışılmamış bağdaştırmalara yer verdiği görülür. Serbest tarzda yazdığı şiirlerin yanı sıra heceyi kullandığı örnekler de mevcuttur. Kafiyeyi ise hiçbir zaman göz ardı etmemiştir. Büyük bir titizlikle kurduğu şiirinde ilk dizenin iç sesini dinleyerek diğer dizeleri oluşturma gayreti sezilir. Bu bakımdan şiir dili kusursuz bir olgunluktadır. Döneminin yaşayan Türkçesiyle yazan Bedri Rahmi’nin kendine has bir şiir dili oluşturduğu kolayca fark edilir. O, imge için grameri bozmaya itibar etmemiş; dilde zorlama nev’inden söyleyişlere yönelmemiştir. Bununla birlikte zaman zaman doğduğu yörenin ağız özelliklerine ve halk şiirinden aldığı unsurlara yer verdiği de görülmektedir.

Resim ile şiiri bir arada götürme gayreti içinde olan Bedri Rahmi, kendisini ressamların şair, şairlerinse ressam diye tanıttığını söyler ve bu durumdan şikâyet eder. Bu “kendinden saymama” tutumuna karşı çıkış, esasen Bedri Rahmi’nin her iki alanda da ciddi bir verimlilikle karşılık bulan sanat görüşünün özgünlüğünü açığa vurmaktadır. Öyle ki onun şiirlerinde renkli bir tablo canlılığına bürünen yahut Anadolu coğrafyasının, kültürünün nakış nakış işlendiği kilim desenlerini anımsatan söyleyişlere sıklıkla rast gelinir.

DOÇ. DR. MELİH ERZEN / Türk edebiyatı

Kahraman Tazeoğlu şiirlerinde geçen en güzel 5 söz önerisi;

1. Ne zormuş insanın sevildiğini sanması. Tırnaklarıyla kazıdığı bir aşkta tırnak kadar değerinin olmaması.

2. Yolumdan dönemediğim için değil seninle hiçbir yolda yürüyemeyeceğimi bildiğim için gidiyorum.

3. Sen benim görmek için bakmaya bile gerek duymadığım ezberimsin.

4. Sakın geri gelme… Açılacak bir yaraya daha yer kalmadı kalbimde!

5. Şimdi ne bugünsün ne de yarın… Olsa olsa sadece bir yarım ya da eksilen yanım.

En Güzel Kahraman Tazeoğlu Sözleri

Kendinde aramaya cesaret edemediği hataları, insan başkalarında çok kolay bulur.

O gözlerin bana yaşamayacağımı gösterecekse hiç bakmasın.

Hayat, adanmak için değil yaşanmak içinmiş… Bunu sana adadığım hayatı mahvettiğinde anladım.

Söyle! Kimin hatasıydın sen; bedeli bana ödetilen.

Aşkı bitiren mesafeler değil, bahanelerdir…

Her başlangıç bir son, her son bir başlangıç. Kaybetme kaygısı terk edilme korkusu ve meydan okurcasına sevme duygusu.

Aşk tanım kabul etseydi sadece şunu yazardım. Zıtlık

Hayat, aldanmak için değil yaşamak içinmiş. Bunu sana adadığım hayatı mahvettiğinde anladım.

Sen, seni mutlu eden sahte insanları, sana doğruları söyleyerek ruhunu sıkanlara değiştin. Kaybettin.

Aşka inanmak kendini sevmektir yüzündeki ünlemi bozmadan. Bilmez misin? Sana aşkın iki kişilik bir yalan olduğunu öğretmediler mi? Neden her seferinde kanıyorsun öyleyse?

Gece biz, mevsimler biz, tedirgin biz, “ihɑnet” bütün benliğiyle “sen” Karşısında oturup izliyorum, O ağlıyor ben ölüyorum..

Başlamayacakmış gibi gelmişti, bitmemiş gibi gitti. Kaçmak mıydı gitmek miydi anlamadım. İnsan böylesi bir gidişte neye doğru ilerlerdi? Kaderden kaçmak mıydı bu gidiş, yoksa kadere miydi? Tutuştu böylesi gitmelere hazırlıksız çıra yüreğim.

Seni bir “anı” olsun diye sevmedim ve hiç aldatmadım.

Acımasız olan sendin sevdiğim. Ben seninle birlikte ölebileceğimiz günü düşlerken, bensiz yaşayabilen sendin sevdiğim. Bak sana hala sevdiğim diyorum; çünkü ben seni içimden terk etmedim çünkü ben seni intihar etmedim, çünkü ben uğrunɑ ölebileceğimi sandığım biri için yaşadım hep!

Severken “biz” giderken “sen” ve “ben” kalırken iki “aşk yoksunu”. “Aşk iki kişiden birinin yokluğudur!” anlayışında mermer sertliği deli aklı sara nöbeti. Oysa varsan vardı aşk ve yoksan yoktu her şey. Ve her şey en çok sen yokken hiçbir şeydi.

Ben sana yenilmek için sevdim seni. Hayallerime yakıştığın için sevdim. Ama artık gitme vakti. Duymadığın sesimi sana emanet ederek, acılarıma yokluğunu ekleyerek ve nereye gidersem gideyim seninle kalarak gitme vakti.

Gözyaşların süzülüyor saçlarına doğru. Her bir damla dağlıyor beni. Bin parçaya ayrılmış bedenimin tek bir parçası bile dokunamıyor sana. Öyle uzağındayım ki.

Biliyorum “yarın yeni bir gün doğacak” hikayeleri, inananı kanatır ancak. O yüzdendir sadaka vaatlere tenezzül etmeyişim.

Altını çize çize okuduğunuz kitaplar vardır. Çok sayfalı kalın kitaplardır bazen bunlar. Günler, haftalar, hatta belki de aylar sürer okuyup bitirmek. Bitirdiğinizde belki size hiçbir şey vermez o kitaplar ve siz harcadığınız zamana üzülürsünüz… Ama bir bakarsınız ki aklınıza bir çivi gibi mıhlanan altını çizdiğiniz o cümleler hayatınızı değiştirmiş, koca bir romandan sadece altı çizili üç-beş satır size hayatın anlamını öğretmiştir.

Kadınlar kalbinden sildiklerini aklına yazar. Kahraman Tazeoğlu – Bukre 

Kiminin çöle döner yüreği, kimi içinde bir yanardağ saklar. Kahraman Tazeoğlu – Yaralı

Bugün seni düşünmeden yaşayabilmeyi başardığım ilk gün. Hadi topla seni benden. Kalbim seni uğurluyor. Al bu yara sende kalsın. Artık beni acıtmıyor.  Kahraman Tazeoğlu – Yaralı 

Sen, senin için önemli olmayabilirsin ama benim için çok önemlisin. Çünkü sende açılan yara en çok bende kanıyor. Buna inan ve sor kendine; kimi yara’lar, en çok kimi yaralar?  Kahraman Tazeoğlu – Bukre 

Unutmak alışmaktır, unutursun demiyorum…  Ama alışacaksın biliyorum. Kahraman Tazeoğlu – Bukre

En acısı da ne biliyor musun? Aslında sana hiç sahip olamadığımı, seni kaybettiğimde anlamış olmam! Kahraman Tazeoğlu – Bukre

Bir zaman sonra mutlu olduğu için gülümsemese de gülümsediği için mutlu olduğunu sanmaya başlıyor insan. Kahraman Tazeoğlu – Kayıp Yüzyılın Prensesi Oylum

Hayat bana düşündüğüm her şeye inanmamayı öğretti. Kahraman Tazeoğlu – Söz

Unutma; karanlığı aydınlatmazsan, zamanla o karanlığa alışır gözlerin.  Kahraman Tazeoğlu – Söz 

Aşk, gözlerini kocaman açarak bulduğun ve sımsıkı kapatarak yaşadığındır.  Kahraman Tazeoğlu – Söz 

Hangi anıyı silerek başlar insan unutmaya? En acı olanı mı yoksa unutması en kolay olanı mı?  Kahraman Tazeoğlu – Yaralı

Kendime olan suskunluğumu aşmaktı yazmak. Dilimin dönmediğine harf giydirmekti.  Kahraman Tazeoğlu – Yaralı

  • Ben hiç mutluluktan delirmedim ama delirmekten mutluyum.
  • Herkes bana acıyor, asıl şizofrenin kendileri olduğunu bilmeden.
  • Biliyorum çok çirkinim. Kentin içine girsem beni dışarı kusar.
  • Oysa ben iç kanamalı bir hastayım ve kendime gölgesiz bir akşamüstü arıyorum.
  • Sürgün yanlarımdan vurgun yemek hoşuma gidiyor. Her gece ölü bir kıza mektuplar yazıyorum. Fırtına yüklü gemileri kanımda yüzdürüyorum.
  • Artık adımı unutmaya başladım. Ne mutlu.
  • Erken bastırmış bir yalnızlık ihtilali gibi merhaban. Bu yüzden zehirli akşam üstüleri bırakıyorum ve seni onarıyorum kendimi yaralayarak.
  • Aşkın kendini öldürebilecek kadar cesur olmalı sevdiğim.
  • Her nakaratta yeniden hatırlayacağın, cepleri boş bir gidişi bırakıyorum sana, enkazı kaldırılmamış çocuk yüzümle.
  • Beni şakaklarımdaki sonbahardan tut. Birazdan utancını bırakacağım sana bu aşkın.
  • Bu gidiş beni de bitirecek biliyorum ama kaçsam ağlamaklı oluyor omuz başların. Yaslansam uçurumsun.

Vikisöz

Kahraman Tazeoğlu

10 Ağustos 1969 yılında İstanbul’da dünyaya gelen yazar Kahraman Tazeoğlu 2001 senesinden beridir bir çok kitabın yazarlığını yapmıştır. Kalabalık ve yoksul bir ailede yetişmiştir. Aslan burcudur.

İstanbul Cevizli Semti’nde yetişmiş ardından ailesi ile birlikte Fenerbahçe’ye taşınmışlardır bu taşınma ile Fenerbahçe taraftarı da olan ünlü yazar bir anısında 6 yaşında iken Fenerbahçe maçına gittiğini ve maçta şapkasını çaldırdığını halen şapkasına üzüldüğünü anlatmıştır.19 yaşında radyo yayın hayatına başlayan yazar 12 Eylül ihtilalinden sonra Kenan Evren lisesi olan eski Kadıköy lisesinde okumuştur. Kahraman Tazeoğlu baba tarafından aslen Bayburt, anne tarafından ise aslen Ordu’ludur. Evlimidir sorusunun yanıtı ise evli değildir.

Kahraman Tazeoğlu yazarlık hayatı, kariyeri;

1980’li senelerin sonlarına doğru şiir yazmaya başlamıştır. O dönemden itibaren yazdıklarını bir defterde toplamaya başlamış, 1993 senesinde Radyoculuk yapmaya başlamış ve mikrofon başına geçmiştir. Yerel, Bölgesel ve Ulusal Radyolarda program yapımcılığı ve sunuculuğu, şiir programı, haber spikerliği ve Program Yönetmenliği yapmıştır. İlk kitabını 2001 yılında seni içimden terk ediyorum ismi ile okur severlerle buluşturmuştur. Şiir ile başladığı edebiyat yolculuğu, roman, deneme ve hikaye kitapları ile devam etmiştir. Usta yazar bugüne kadar başta üniversiteler olmak üzere bir çok kurum ve kuruluşlardan ödüller almıştır.

22 senelik bir radyo geçmişine sahiptir. Facebook’ta 4 Milyon civarında takipçisi bulunan Kahraman Tazeoğlu’nun instagram sosyal medya hesabında ise takipçi sayısı 2018 yılı itibariyle 891 Bin civarındadır. Son olarak aşk hayatı ile ilgili ise romantik bir adam değilim diye bir röportaj’da duygularını dile getirmiştir.

Yazmış olduğu bazı kitaplar;

Araz –  Mavi Ev, Furkan & Allah’a Emanet Ol,  Kıyısızlar – Kayıp Yüzyılın Prensesi, Bambaşka – Başka, Başka & Ayrılık Ayrı Aşk Bitişik Yazılır, Susacak Var, Eyvallah & Araz’dan Kayra’ya Aşk Fısıltıları, Aşkta Kal, İki Söz, Mor, Simru, Bukre, Yaralı, Bukre Kalp, Kaptanın Aşk Defteri, Mavi Ada Mektupları, Ölü Bir Kentin Morg Alfabesi, Seni İçimden Terk Ediyorum. Beni Susarken Bölme, Tutsak Mektuplar, Araz: Aşka, Rüzgara, Ayrılığa, Zamana ve Vazgeçtim.

Kim Nereli

MEHMET MURAT İLDAN ÖZLÜ SÖZLERİ

MUTLULUK – SAADET ÜZERİNE SÖZLER

* İnsan doğal davranarak mutlu olmak istedi mi, nereden geldikleri bile hiç anlaşılmadan, ona itiraz eden donuk suratlı softalar, mezar yüzlü mutaassıplar çıkarlar aniden ortaya; şunu yapma, bunu yapma diye beyhude kafa ütülerler.

* Oh, insan ne çok şeyle mesut olabilir, bir bilse!..

İnsan yaşamının öyle mesut, öyle keyifli özel anları olur ki, o anlarda etrafımıza örülen saadet zırhları bizi sonraki felaketlerin darbelerine karşı bile korur.

Anlatılabilen, yazılabilen mutluluk, yeterince mutluluk sayılabilir mi?

* En mutlu olduğumuz anlar, bu mutluluğu yitirecek olacağımızı düşündükçe, aynı zamanda içten içe korkudan en fazla titrediğimiz anlardır. Saadetin zirvesinde insan hem zevkten hem de korkudan tir tir titrer. Bu zirvede insan hem yumuşakça okşanır hem de sertçe tokatlanır.

Hiç tanımadığınız bir insanın mutluluğunu kendi mutluluğunuz gibi derinden yaşamak… Bu yalnızca bir rüya… Bazı şeyler bu dünya için sadece bir düştür.

* Esneklik, mutluluğa giden anayollardan birisidir.

Derler ki, devamlı mutluluğundan bahseden kişi acıyı davet eder. O halde susuyorum şimdi.

Bir mutluluk çemberi vardır; insan bir ara ya da ara sıra onun içine girer, fakat o çemberin içinde, o hayal adasında uzun süre durulamaz, dışına çıkınca da hayatın tadı kalmaz.

Ne mutlu gerçekten yapmak istedikleri şeyler için mücadele veren o cesur insanlara! O insanlar ki mutluluk ülkesine giden esrarengiz yolu bulmuş kâşiflerdir.

İnsan sürekli bir durumdan ötekine geçer. Hep gülmek imkânsızdır, hep ağlamak da öyle. Mutluluk süreklilik arz etmez, mutsuzluk da öyle; yaşam, hiç durmaksızın bir duygudan ötekine geçişler zinciridir. Bir gün mutluyuzdur, bir başka gün de mutsuz. Saniyeler içinde bile değişimler olur.

İnsan mutluyken biraz tedirgindir, çünkü bunun geçeceğini, kara bulutların geleceğini iyi bilir; mutsuzken de içinde az da olsa bir ferahlık hisseder, çünkü kara bulutlar bugün yarın dağılacaklar, güneş yeniden doğacaktır.

Mutluluk hep yalnızca bir süreliğinedir, kısa bir süreliğinedir. Otuz yıl sürse bile kısadır, elli yıl sürse bile kısadır.

İnsan mutluluğa pranga vurabilir mi ya da ona tasma takabilir mi? Onu kendisine bağlayıp hiçbir yere kaçmamasını sağlayabilir mi? Boş bir hayal…

Mutluluk suya benzer, berrak, tertemiz, güzel bir şey. Ama kıpır, kıpır, çok akışkan: Avucumuzun içinden her an akıp gidebiliyor! Çok dönüşken bir şey: Gözümüzün önünde buhara dönüşüp yok olabiliyor; uçup gidiyor, tıpkı su gibi.

* Mutluluk, iyimserliğin ve kanaatkarlığın ikiz kardeşidir.

Karşınızdaki insanın mutluluğunun kaynağı, onun saadetinin beslendiği ana pınar olmadıkça hiçbir zaman onun için en önemli kişi olamazsınız! Birinin yanında mutlu bir insan görürseniz, onun mutluluğunun neden kaynaklandığına çok iyi bakın!.. Eğer kaynak değilseniz, eğer sağdan soldan o mutluluk nehrine akan cılız kollardan biriyseniz, kaynağın yanında önemsizsiniz demektir!..

İnsanın kendi mutluluğu için her şeyi yapmaya hazır olması felâketlerin en büyüğüdür.

Mutluluk denen o göz kamaştırıcı ışık hayatımızda bir kutup yıldızı gibi sabit değildir.

Cüretkâr olun, çünkü saadet sadece cüretkârların sahip olabileceği bir ödüldür; korkaklara ise kederden başka bir mükâfat yoktur.

Baş dinçliği, altın yapraklı bir zafer tacı giymekten çok daha fazla mutlu eder insanı.

Mutluluk bir kez yakalandı mı, ona ahtapot gibi kuvvetlice sarılmak gerek.

Tabağındaki pişmiş ördekle ilgilen, havada uçanla değil! Gerçekçi ol; mutluluğa ancak gerçekçilikle ulaşılır.

* Basit, sade bir yaşam kadar insanı mutlu kılan pek az şey vardır.

* Mutluluğa giden yol hiçbir zaman dosdoğru ve düpdüzgün olmamıştır, fakat yine de, ne denli kıvrımlı ya da taşlı olursa olsun, seyahat etmeye değecek tek yoldur!

* Mutluluğa giden bir kapı görürseniz, kapıyı çalmak için zaman kaybetmeyin; hemen açın ve içeri girin.

* Her göl bir okyanus olmayı hayal etmez. Kutsanmışlar, kim olduklarıyla mutlu olanlardır.

* Gerici ve ilerici güçler arasındaki sürekli savaş, insanoğlunun mutluluğunun derecesini belirler.

* Zekâ, havaalanıdır; irade gücü, uçak; insan, yolcu; ve mutluluk da varılacak yer.

Mutluluk, yüksek bir dağın zirvesidir; orayı ziyaret edebiliriz, fakat orada kalamayız. Hüzün vadilerine inmeye mecbur bırakılırız.

Yolunuzun üzerinde mutluluk çiçeğini görürseniz, onu hemen almayın; oturun ve seyredin ve ne kadar nadir olduğunun farkına varın!

Eğer mutluysanız, mutluluğunuzu analiz etmeyin, onunla ilgili soru sormayın ve hatta onu düşünmeyin bile; sadece onu doluca yaşayın!

Mutlak bağlamda mutlu olmak için, bizim mutluluğumuzun yanında bütün dünyanın da mutlu olması gerekir ki kimse için endişe duymamız gerekmesin!

Karmaşık bir yaşamı olan bir adam mutlu olamaz! Mutluluğun basit sırrı, basit yaşamdır!

Evsiz insanlar olmasaydı kar yağışını seyretmek çok daha harika olurdu! Bütün insanlar mutlu ve rahat oluncaya kadar, insan asla tam olarak mutlu ve rahat olamayacaktır!

Güneşin, hiç kimse olma şansı yoktur ve bir güneş olmanın cezası da budur! Sessiz bir ormandaki mütevazı bir ağaç gibi hiç kimse olabilirsen, mutluluğu da bulabilirsin!

Küçük bir gölcükteki kurbağa, engin bir okyanustaki balıktan çok daha fazla mutlu olabilir!

Milyonların acı çekişlerini görmezlikten gelerek mutlu olmak her zaman mümkündür! Yüksek vicdanlı insanlar, bu çeşit duyarsız bir mutluluğa asla ulaşamazlar!

Eğer bir yanılsama bir adamı mutlu yapıyorsa, yanılsamayı ortadan kaldır! Çünkü mutluluk gerçeğin yoluyla gelmelidir!

Mutluluk çoğu kez yakınlarımızda bir yerlerdedir, uzak yerlerde değil!

Mutlu olmaya odaklanma; faydalı bir şey yapmaya odaklan, sonrasında mutluluk sana doğru akacaktır!

Bir buğday tarlasının ortasında harika bir güneşin altında herkes mutlu olabilir; önemli olan en karanlık bulutların altında bir fırtınanın ortasında mutlu olmaktır!

Bütün yaşam hızlı akan bir nehir gibi geçer ve mutluluğun bu hızı artırdığını görmek ne tuhaftır! Evet, mutlu yaşam daha hızlı geçer!

Kendini mutsuz hissettiğinde, gülen bir çocuğa bak, yeniden mutlu hissedeceksin!

Mutlu zamanlar, aptal olma zamanlarıdır, dâhi olma zamanları değil!

İnsanın trajedisi odur ki, hayatın mutlu anları, ormanların kuşları gibi davranır: Aniden belirir, aniden kaybolurlar!

Mutlu bir adam gördüğümüzde biz de mutlu olalım, çünkü bu karanlık evrende mutluluk bir mum ışığıdır!

Bir şeyle ilgili mutsuzsan, mutlu olacak binlerce başka şey her zaman bulabilirsin!

İnsan mutlu olmalı, fakir oyuncağıyla neşeyle oynayan fakir bir çocuk kadar mutlu!

Mutluyken, sisin içinde bile güneşi hissedersin; mutsuzken, güneşte bile sisi hissedersin.

Mutlu günler bir şeyler öğrenmek için iyi değildir; mutlu günler kendimizi kaybetmek için iyidir, gerçeklerden kaçmak için iyidir.

Güzel bir sabah, yeşil tarlaların arasından, şakıyan kuşların arkadaşlığında çıplak ayakla çalışmaya gitmek… Ve işte orada gerçek mutlulukla karşılaşacaksın!

Her insan için hayatının her noktasında mutluluğa giden bir yol vardır. Mutluluğun kapısı her zaman açıktır; girişi kaçırmak gibi bir şey yoktur! Bütün noktalar mutluluğa giriş noktalarıdır!

Doğada mutlu olmayı öğrenen, her ihtiyaç duyduğunda mutluluk için sonsuz bir tapınak kazanır!

Eğer gökyüzünde yıldızlar yoksa, parlayan sokak lambalarıyla mutlu olmaya çalış!

Hayatın bizzat kendisine âşık olmayan hiç kimse gerçek mutluluğu asla bulamaz!

Kuşlar kanatlarıyla uçarlar, insanlar mutluluklarıyla!

Işığın senin üzerinde parıldaması yetmez; başkalarının üzerinde de parıldamalıdır! Senin mutlu olman yetmez; başkaları da mutlu olmalıdır!

Mutluluğu yakalamaya çalışma çünkü mutluluk yakalanabilecek bir şey değildir, o sadece senin kendi zihninle yaratabileceğin bir şeydir!

Mutluluğun pek çok kaynağı vardır. İyilik yapmak bunlardan biridir ve en iyilerinden biridir!

Can havliyle mutluluğu aramaktan vazgeçersen yolunun üzerinde mutlulukla buluşacaksın! Hiçbir şey aramadan hayatını yaşa!

Mutluluğun tek bir rengi vardır: Parlak! Kırmızının parlağı, yeşilin parlağı, her rengin parlağı! Mutluluk parlaktır! Parıldar, ışıldar, pırıldar!

Eğer basit şeylerle mutlu olma sanatını biliyorsan o zaman en büyük mutluluğu en küçük çabayla elde etme sanatını biliyorsun demektir!

Mutlu bir yüz de bir mutluluk kaynağıdır!

* Başkalarını mutlu etmeksizin gerçek mutluluğu asla yakalayamazsın!

* Yolunu kaybettiğin için çok mutluysan, bulunmamayı garantilemek için bir ölü kadar sessiz ol!

* En yüksek sanat, en basit şeylerle mutlu olma sanatıdır ve en büyük sanatçı da bu sanatı her günkü hayatında mükemmel bir şekilde icra edendir!

MUTSUZLUK – BEDBAHTLIK – MELANKOLİK

* Bu dünyada mutlak manada yalnızca öküzler mutlu olabilirler, çünkü onlar mumyalanmış firavunlar gibi duygusuzdurlar. Derin duygulu insanlar, şu kâinatın hem en şanslı ve hem de en şansız insanları, korkunç fırtınalı havalarda yıldırımları üzerlerine çeken sivrilikler gibi çevrelerindeki acıları sessizce içlerine alarak kendi mutsuzluklarını kendi elleriyle hazırlarlar.

Ne yapalım ki, bizi mutsuz edecek insanlarla karşılaşmamak gibi bir ayrıcalığımız, bir lüksümüz yok.

Mesut olmak, sonra da bedbaht olmak; zirveye çıkmak, oradan da aşağılardaki eteklere düşmek. Böyle bir kutuptan ötekine gitmek insanı bitirir.

Mutsuzluk filozoflaştırır. Mutluluk çemberinin dışı filozoflaşma alanıdır.

* Eğer zeki bir adamın mutlu olmasının tek yolu aptal olmasıysa, o halde umut edelim ki mutsuzluk onun seçimi olsun!

* Mutsuzluk bir fırsattır; gerçek hayatı öğrenmek için iyi bir fırsat!

* Boş sandalyelerle ilgili her zaman melankolik bir şey vardır.

* Mutluluk yolunun kıymetini gerçekten bilmek için mutsuzluk yolunu yürümeliyiz.

* Hayatın en mutsuz anlarında bile, sadece var olmanın mutluluğu, yalnızca mevcudiyete sahip olmanın sevinci güçlü bir şekilde hatırlanmalıdır!

* Karanlık boş bir sokak, mutsuz bir adam için iyi bir dekordur!

* Mutsuz musun? Tamam. Mutsuz olmak hayatın bir parçasıdır, abartmaya gerek yok! Hayatına devam et çünkü ne mutsuzluk ne de mutluluk senin hayatına demir atar!

* Bazen hüzünlü bir insanın ihtiyacı olan tek şey kasvetli bir sokaktır! İki üzgünün buluşmasından sihirli bir rahatlama ortaya çıkabilir!

* Mutsuzluğun yolunda yürüyerek mutluluğun yolunda asla öğrenilemeyecek şeyleri öğrenebilirsin! Sadece ışığı iyi bilen çok fakirdir; ışıktan başka karanlığı da iyi bilen çok zengindir!

* Mutsuzken ona direnme! Bırak mutsuzluğun sırasını savsın! Ondan sonra sıra mutluluğa gelecek!

* Hayatından mutlu olmayabilirsin. Yapman gereken tek şey mutsuz olmayı reddetmektir! Çünkü en kötü şey mutsuzluğa alışmaktır!

* En mutsuz kişi, mutsuz birini gördüğünde mutlu hissedendir!

* Mutsuz hissettiğin bir istasyonda asla kalmamalısın! Eylemsizlikle birleşmiş mutsuzluk her zaman daha derin bir mutsuzluk getirir! Çözüm basittir: İstasyondan ayrıl; harekete güven çünkü yalnızca hareket seni yeni istasyonlara götürecektir!

MEVSİMLER

Kış geldiğinde çok mutlu olun; çünkü yalnızca kış geldiğinde bahar gelir!

En güzel baharlar en korkunç kışlardan sonra gelenlerdir!

Bahar, varoluşun en büyük dehasıdır ve âşıkların sonsuzluğa yükselen mutlak merdivenidir.

Yaz bittiğinde kış da üzülür, çünkü zıtlar sıklıkla birbirlerine gizli hayranlık duyarlar!

Sonbahar dürüst bir aydır; bahar gibi insanı aldatmaz! Ona yaşamın karanlık yüzünü, trajediyi, çürümeyi, ayrılığı, hüznü gösterir!

Nemli bir sonbahar bankına oturmak için her zaman zaman bul, yoksul kuşları beslemek ya da ölen yaprakları düşünmek için!

Bütün mevsimleri sev, çünkü her mevsimin kendine ait hazineleri vardır! Kış, baharın hazinelerine sahip değildir; bahar, kışın hazinelerine sahip değildir. Sadece sonbaharı biliyorsan, fakirsin; sadece yazı biliyorsan, fakirsin! Zengin olmak için bütün mevsimleri sev, bütün mevsimleri yaşa! Bilge ve zengin kişi, bütün mevsimlerin bütün hazinelerini bilen kişidir!

Sonbahar sükûnetle buluştuğunda, orada ‘Manzaraların Kralı’nı görebilirsin!

Yazın güzelliklerini ihmal etmeden kışa hazırlan!

Bahar olmaksızın hayat çok daha az pembemsi olurdu!

Bir trajedinin çok güzel görünmesi mümkün müdür? Yaprakların ölümü bu sorunun yanıtıdır!

* Eylülden önce gözlerini iyi dinlendir çünkü bütün renkleriyle sonbahar onları ziyarete geliyor!

* Sonbaharda altın görmek için kuyumculara gitme; parklara git!

* Bir yılda dört mevsim vardır: Kış, İlkbahar, Yaz ve Renk!

* Sana duymak istemediğin bir şey söyleyeceğim: Sonbahar çirkindir! Ölen yapraklara bak! Ölümde güzellik yok! Ölüm her zaman çirkindir! Sonbaharın güzelliği yalnızca bir yanılsama, dostum! Uyan ve gerçek hakikati gör! Ağlayan yaprakları gör!

* Kış, ölüdür; ilkbahar, çılgındır; yaz, neşelidir ve sonbahar bilgedir!

* Şehrinin sokakları için güzel bir kar yağışı dilerken, evsizler için de sıcak bir ev dilemeyi unutma!

* Eğer bir adam sana sert kışı veriyorsa, ona beklemediği bir şeyi geri ver: Ilık baharı!

* En güzel halı, sonbahar yapraklarından yapılmış halıdır!

* Devrim bir uyanıştır, bahar da öyle! Bahar bir uyanıştır, devrim de öyle!

* Bazıları eğlenmek için kışı bekler, bazıları yazı ve bazıları da sonbaharı ve hepimiz varoluşa hayranlık duymak için baharı bekleriz!

* Büyük sanatçılar gelir ve giderler; doğar ve ölürler; fakat binlerce yıldır yaşayan ve her yıl yeni çalışmalar, yeni güzellikler yaratmaya devam eden bir tane istisna var: Sonbahar!

* Sonbahar, klasik bir müziktir; o başladığında, yerçekimi yok olur!

* Sonbahar en büyük hatırlatıcıdır: Dünyamızın ne kadar rüyamsı güzelliklere sahip olduğunu bize hatırlatır ve bize bütün bu güzel rüyaların ne kadar kolayca yok olabileceğini hatırlatır!

* Bir gölün yüzeyinde dans eden sonbahar yaprakları, uyanıkken gördüğümüz bir rüyadır!

* Kış, baharın sebebidir; baharı seven, onun sebebini de sevmelidir!

* Baharda Dünya’dayız; yazda Dünya’dayız; sonbaharda Dünya’dayız, fakat kışın başka bir gezegendeyiz, kış başka bir gezegendir!

* Yaz çabuk geçsin, kış da yavaş gelsin ve böylece daha uzun bir sonbahar olsun, Altından Krallık!

* Bir sonbahar yaprağı o yaprağın cesedidir ve ne çılgınca bir şeydir ki biz bu cesetleri seviyoruz!

* Kış, beyazı davet eder; beyaz, sessizliği davet eder; sessizlik, huzuru davet eder! Görüyorsun, karda yürümekte bunca huzur vardır!

* Bir sonbahar yaprağı güzel bir gölle buluştuğunda, sanat da ulaşılamayan yerlerin ötesine ulaşır!

* Yaz, kış geldiğinde kalplerimizde sonsuz bir şekilde parıldar!

* Yaz olduğu sürece kışı seveceğiz! Yaz yeryüzünden kaybolduğu gün kıştan nefret edeceğiz!

* Güzel kış demek güzel bahar demek! Harika bir kış manzarasına baktığında çiçekleri gör, arıları gör, kelebekleri gör, hepsi oradalar!

* Kış, oturmaktır; sonbahar, yürümektir; yaz, koşmaktır, fakat İlkbahar, uçmaktır!

Kış, beyazı davet eder; beyaz, sessizliği davet eder; sessizlik, huzuru davet eder! Görüyorsun, karda yürümekte bunca huzur vardır!

* Her mevsimin bir sanatı vardır ve sonbaharın sanatı insanların aklını almaktır!

* Her şey büyülü bir yağlı boya tablo gibi göründüğünde bilirsin sonbahardasın!

* Sonbahar ormanı öyle bir yerdir ki bir kez girildi mi çıkış yerini asla aramazsın!

* Kış mevsiminin seni ısıtmasının sihirli yolu donmuş güzellikleri vasıtasıyladır!

* Bir yılda sadece bir sonbahar vardır, fakat insanların hayatında, bir yılda pek çok sonbahar!

Hiçbir kralın sonbahar yapraklarıyla kaplı bir banktan daha güzel bir tahtı yoktur!

* Her Kasımda Ekim vardır ve her Aralıkta Kasım vardır! Bütün mevsimler birbirlerinin hayatlarında erimişlerdir!

* Kar yağdığında duyduğumuz ses, beyaz güzelliğin yumuşak şarkısıdır!

* Bahar bir mevsim değildir; o, ruhumuzun derinlerinde havai fişekler atan gizemli bir illüzyonisttir!

* Yapraksız bir sonbahar gibiydi, gerçek değildi!

* Sonbaharda keder, sonbahar içinde bir sonbahardır!

MÜZİK ÜZERİNE SÖZLER

Müzik, müthiş bir çilingirdir. O öyle bir ustadır ki, ruhumuzun kapısını kapalı gözlerle bile hemen açıverir.

* İyi bir müzisyen şöyle söylemelidir: Havasız yaşayabiliriz ama müziksiz yaşayamayız!..

* Varoluş bahçesinde iki güzel gül vardır: Müzik ve aşk.

* Elvis Presley bir keresinde müzik hakkında hiçbir şey bilmiyorum demişti. Çünkü o, müziğin ta kendisidir! Bülbüller, müzik hakkında hiçbir şey bilmezler!

* Sessizlik seni sıktığında, bırak müzik çalsın; müzik seni sıktığında, bırak sessizlik çalsın!

* Eğer odada yalnızca sen ve müzik varsa, odada iki kişi var demektir. Müzik, canlı bir varlıktır!

* Seyircin olsun ya da olmasın müziğini çal!

* Müzik bir ışıktır! Her yere ulaşabilir ve her şeye dokunabilir!

* İyi müzik bir kral ya da bir kraliçedir; bir yeri ziyaret ettiğinde herkes ayağa kalkar!

* Müzik başladığında yolculuk başlar. Olduğun yerde asla kalmazsın, bir yere gidersin, her yere gidersin! Müzik seyahat etmektir!

* Her insan bazı sesler yaratır: Bu evrende bir melodi ol, bir gürültü değil! Eğer bir melodi olursan bütün kâinat seni dinleyecektir!

* Sokak müziği her zaman iyidir, kötü olsa bile, çünkü orada gerçekte sadece bir melodi vardır: Fakir bir insanın hayat mücadelesi melodisi!

* Olağan bir yer, iyi bir müzik tarafından ziyaret edildiğinde olağanüstü bir yere dönüşür! Dünyevi mekân, göksel olur!

* Oturduğun yeri terk edebilirsin o yeri terk etmeden, ya müzik çalarak ya da müzik dinleyerek! Müzik, bilinmeyene bir göçtür!

* Neşeli bir müzik, kederin gölgeleri için güçlü bir ışıktır!

* Müzikten daha hızlı hareket edersen tuhaf kaçacaktır; müzikten daha yavaş hareket edersen tuhaf kaçacaktır! Rüzgârın ritmini aynen takip eden sonbahar yaprakları gibi ol!

* En umutsuz anlarında, solucanlar gibi yerde sürünürken bazen aniden bir kurtarıcının sesini duyarsın, seni hemen yıldızlara alıp götüren müziğin sesini!

* Bir sihirbaz kendisini yok edebilir; bir müzisyen de aynı şeyi yapabilir: Piyano çaldığında bir süre sonra sadece müziği görürüz, adamı değil!

* Müziğin önemini tam olarak anlamak için müziksiz bir dünya hayal etmeye çalışmalısın! Böyle bir dünya bir umutsuzluk ve can sıkıntısı dünyası olurdu!

* Sessizliğe ihtiyacın olduğunda sessizlik en iyi müziktir ve müziğe ihtiyacın olduğunda müzik en iyi sessizliktir!

* Savaşta müzik, karanlıkta bir mumdur; Kabalık ülkesinde bir kibarlıktır; vahşetin ortasında bir medeniyettir; aptallığın arasında bilgeliktir!

* Çaldığın müziğin çok iyi olduğunu ne zaman anlayabilirsin? İnsanların sana bakıp da müzikten başka birini görmedikleri zaman!

* Daha yüksek bir şeye, hatta bu evrenin ötesinde bir şeye ait olduğunu hissetmek mi istiyorsun, o halde operaya git!

* Bu anlamsız evrende varoluşa tutunmak için kurtarıcılara ihtiyacımız var ve müzik bizim en iyi kurtarıcılarımızdan biridir!

ÇEŞİTLİ SÖZLER

* Bir manzara seyrederken, arkandaki kişi için sen de manzaranın bir parçası olursun! ~ Mehmet Murat ildan

* Zihninde güçlü fırtınalar mı var? Onları dindirmek için sessiz sahilleri ziyaret et! Zihninde aşırı sessizlik mi var? Zihnini uyandırmak için güçlü fırtınalar bul! ~ Mehmet Murat ildan

* Aptal ve aşağılık bir liderin mütemadiyen seçim kazanması her zaman mümkündür ve sonuca gelince, burada bir olasılık yoktur, burada sadece kesinlik vardır: Onun ülkesi batmaya devam edecektir! ~ Mehmet Murat ildan

* En karanlık yollardan en parlak cennetlere ulaşabilirsin ve bu harika olasılık en korkunç zifiri karanlığın ortasında bile seni dipdiri tutacaktır! ~ Mehmet Murat ildan

* İnsanların çok önemli bir şey söylediğini düşünmelerini istiyorsan o zaman anlaşılamaz bir şey söyle! ~ Mehmet Murat ildan 

Elazığ’da doğdu. İlkokulun 4 yılını Elazığ’da okudu. Babasının iş değişikliği nedeniyle öğrenimine Ankara’da devam etti. Ankara Özel Yenişehir Lisesi’ni 1982 yılında birincilikle bitirdi. ODTÜ’de bir yıl İngilizce Hazırlık sınıfında okudu. 1983 yılında Gaziantep ODTÜ Kampüsu Elektronik Bölümüne bir yıl devam etti. Daha sonra 1988 yılında Ankara ODTÜ Ekonomi bölümünden lisans derecesini aldı. Aynı yıl Milli Eğitim Bakanlığı’nın “Avrupa Birliği” dalında yüksek lisans ve doktora bursuna hak kazandı. Bu burs çerçevesinde, 1989 yılında Fransa’nın Vichy şehrinin Cavilam dil okulunda 8 ay yoğun Fransızca kursu görerek DELF diploması aldı.

1990’da Strasbourg’da, Louis-Pasteur Üniversitesi’nde 6 ay “Para-Finans ve Bankacılık” derslerine devam etti. Aynı yıl Milli Eğitim Bakanlığı resmi bursuyla İngiltere’ye gönderildi ve Cambridge’de 6 ay ileri düzeyde İngilizce kursu gördü. 1991’de “Yabancı Borsalarda Hisse Senedi Fiyatlarındaki Spekülatif Kabarcıklar ve Borsa Çöküşleri” üzerine İngiltere’nin Essex Üniversitesi’nden yüksek lisansını tamamladı. 1994’te doktora eğitimine bir süre ara vererek Türkiye’de 2 ay kısa dönem askerlik yaptı. 1997’de, Essex Üniversitesi’nde, “İngiliz Ekonomisinin Para ve Maliye alanlarındaki Tepki Fonksiyonları” üzerine teorik ve ekonometrik doktorasını tamamladı.

Yazarlığa ilk adımını “Bright Candles – Parlak Mumlar” isimli 1993’te İngiltere’de yazılmış ve 1995 yılında Türkiye’de basılmış İngilizce bir şiir kitabıyla attı; bu kitaptan bir şiir 1997’de Kanada’da Georgian Blue Poetry antolojisinde yer aldı. 1993’te başladığı edebi hayatına 5 yıl ara verdi. 1998’de yeniden edebi çalışmalara başlayarak 6 ay boyunca çeşitli öyküler kaleme aldı. 1999 yılında mesleğini bıraktı. 2000 yılından itibaren tiyatro oyunları yazmaya başlayarak profesyonel yazarlık kariyerine adım attı. VarlıkÇağdaş Türk Dili, Dil Dergisi, E dergisi gibi dergilerde 19 öyküsü, Tiyatrom.com sitesinde 60’dan fazla tiyatro üzerine makalesi yayınlandı.

Galileo Galilei, Üstat Moliere Evleniyor ve Emmanuel Arago’nun Günlüğü oyunları Devlet Tiyatroları genel repertuarına alındı. Dilencinin Kehaneti ile Büyünün Gözleri oyunu ve yine Emmanuel Arago’nun Günlüğü oyunu da İstanbul Şehir Tiyatroları repertuarına kabul edildi.

2005 yılından itibaren roman yazmaya başladı. Antikacı Arago’nun GünlüğüParis’in Altındaki Güller ve Genç Werther’in İlk Acıları isimli romanları ile Sisam Adası Âşıkları isimli öykü kitabı basıldı. Akşam gazetesi kitap ekinin Aralık sayısında 2005 yılının gelecek vaat eden yazarları arasında gösterildi. Büyünün Gözleri İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından ve Üstat Moliere Evleniyor oyunu da Antalya Devlet Tiyatrosu tarafından oynandı.

MEHMET ÜMİT ÇEKİN / TÜRK EDEBİYATI

Comments are closed.