İLİŞKİDE ŞİDDETLE İLGİLİ DOĞRU BİLDİĞİMİZ YANLIŞLAR

Her gün yeni bir evlilik ya da ilişki içi şiddet vakasına medya aracılığıyla şahit oluyoruz. Çoğunlukla da bir eşin diğer eşe yani erkeğin kadına uyguladığı şiddeti duyuyoruz. Peki acaba şiddetle ilgili bildiğimiz bazı bilgiler ne kadar gerçek? Araştırmalara göre şiddetle ilgili doğru bilinen yanlışlar neler?
ERKEK DE KADIN DA ŞİDDET UYGULAR
Erkekler ve kadınların ilişkide uyguladığı şiddet miktarını ölçmek için bir araştırma yürüten sosyologlar Straus ve Gelles’in yaptığı araştırmaya göre erkeğin ve kadının şiddetli davranışlarda bulunma sıklığı aynıydı. Ancak New York üniversitesinden Dr. Vivian ve arkadaşlarının yaptığı bir başka önemli çalışmada erkek şiddeti kadın şiddetine göre çok daha fazla zarar vericiydi. Eşleri tarafından şiddete uğrayan kadınlar yaralanıyor ve dövüldükten sonra tıbbi müdahaleye ihtiyaç duyuyordu. İlişkideki şiddet erkeklerin değil ama daha çok kadınların ölümü ile sonuçlanabiliyordu.
Erkeklerin kadınlardan fiziksel olarak daha güçlü olduğu ve erkeklerin şiddetinin yıkıcı sonuçları göz önüne alındığında kadınların erkeklere şiddet uygulamasının ne kadar zor olduğunu anlayabiliriz. Hatta sanırım hepimiz “kadınlar da erkeklere şiddet uygular” savının hayal edemeyecek kadar yanlış olduğunu biliyoruz. Ayrıca kadınlar tarafından uygulanan şiddetin genellikle kadının kendini savunmak ve korumak amacı ile karşılık vermek olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla sayıca sıklığı eşit gibi görünse de bütün heteroseksüel ilişkilerde şiddet varsa bu çoğunlukla erkeğin kadına uyguladığı bir davranıştır diyebiliriz.
İLİŞKİDEKİ ŞİDDET MADDE VE ALKOL KULLANIMINDAN KAYNAKLANIR
Alkol ve madde kullanımı olduğunda ilişkide daha fazla şiddet olduğuna dair çalışmalar bulunmaktadır. Ancak bu çalışmaların hiç biri alkol ya da maddenin şiddetin nedeni olduğunu kanıtlayamamıştır. Şiddet uygulayanların alkol ve madde kullanımına eğilimi olduğu da söylenebilir. Pek çok kadın eşinin alkol ve madde bağımlılığı tedavi edilirse şiddetin ortadan kalkacağını hayal eder. Belki bu eşlerin bazılarında tedaviden sonra şiddetin son bulması gerçekleşebilir. Ama bunu genelleyemeyiz. Madde, alkol ve şiddet arasındaki ilişki oldukça karmaşıktır. Öncelikle şiddet uygulayan kişilerin bazıları madde veya alkol kullanırken bazıları kullanmaz. Şiddet gösterenlerin alkol ya da madde kullananları her zaman bu etki altında şiddet göstermez. Burada yoğun alkol ya da madde kullanımı nedeniyle zihin durumunda bir transformasyon ve saldırgana dönüşme halinden söz edeceksek de bu bir azınlık için geçerli olabilir. Alkol ve madde kullanımı şiddeti makul göstermek için bir bahane de olabilir.
ŞİDDET UYGULAYAN EŞ ÖFKESİNİ KONTROL EDEMEZ
Hepimiz yaptığımız davranışların bugün ya da geçmişte çevremizden kaynaklanan olayların neden olduğu gönüllü davranışlar olduğunu düşünürüz. Gönüllü bir davranış bir seçim sonucu olur. Farklı seçenekler olabilir birini seçer ve öyle davranırız. Bazı şiddet vakalarında örneğin geçici lob epilepsisi rahatsızlığının şiddetli davranışı tetiklediği görülmüştür. Ya da bazı vakalarda şiddetin başlangıcında bir dürtü kontrol sorunu ve kontrol edilememe olabilir. Ancak vakaların büyük çoğunluğunda şiddet gönüllü olarak seçilen bir davranıştır. Psikolog Dutton saldırı anında saldırganın “disasosiye olduğunu” yani saldırı sırasında bilinç düzeyini değiştirdiğini ve çoğunlukla saldırı anını hatırlamadığı belirtmiştir. Bu da yine çok az bir kitleye aittir. İlişki içi şiddet vakalarının çoğunluğunda erkek şiddet anlarını hatırlamakta ancak ya önemini küçümsemekte ya da sorumluluğunu almaktan kaçınmaktadırlar. Çoğunluğu şiddeti gösterdiğini inkar etmekte ve yalan söylemektedir. Sonuç olarak şiddet vakalarının çoğunda bunun seçilen bir davranış olduğunu ve kontrol sorunu olmadığını söyleyebiliriz
ŞİDDET KENDİLİĞİNDEN BİTER
Şiddet nadiren kendiliğinden biter. Gottman’ın yaptığı çalışmada erkeklerin şiddet gösterme sıklığının zamanla düştüğü ancak hiçbir zaman sonlanmadığı görülmüştür. Seyrek olarak bittiği durumlarda ise duygusal istismar özellikle tehdit etme, korkutma ve kontrol altına alma asla bitmez. Bu konu önemlidir. Çünkü pek çok araştırmacı yalnızca fiziksel şiddeti dikkate alır. Ancak bir kere bile fiziksel şiddet yaşandı ise arkasından gelecek her türlü duygusal şiddet söylemi (tehdit, hakaret, korkutma) fiziksel şiddetle aynı etkiyi sağlar. Eşini korkutarak ve sindirerek kontrol altına alır ve onun boyun eğmesini sağlar. Duygusal şiddet bize fiziksel şiddet orada olmamasına rağmen oradaymışçasına bir etki yarattığını gösterir. Çeşitli vakalarda suç işleme riskine girmeden yani karısına fiziksel zarar vermeden ama duygusal şiddet ile aynı etki sağlandığı görülür. Fiziksel şiddet kadar yaralayıcı ama onun kadar suç değildir?

KADINLAR ERKEKLERİ PROVOKE EDER VE ŞİDDETLE SONUÇLANIR
Bu yanlış bilgi şiddet uygulayanların çoğu tarafından, toplumun pek çok kesiminde hatta bazı uzmanlar tarafından kabul gören bir bilgidir. Bu araştırmalarla belli açılardan ters düşer. Örneğin, erkek genellikle kadının ne söylediğinden ya da ne yaptığından bağımsız olarak şiddet uygulamaktadır. Patronuyla iş yerinde bir sıkıntı yaşayan adam da gelip eve eşine şiddet uygulayabilmektedir. Bazı vakalarda erkeklerin eşi böyle dediği için şiddet gösterdiğini söylediğini görürüz. Hatta böyle ilişkilerde kendilerini suçlayan ve sorumluluk almaya çalışan kadınlar da yaygındır. “Dayak yedim ama bende onu bayağı zorladım, daha iyi konuşmalıydım” gibi. Ne kadar dikkat ederlerse etsinler hiçbir zaman bu daha iyi konuşma becerisine ulaşamazlar. Çünkü şiddet kadının ne söylediğinden bağımsız bir şekilde oradadır. Provokasyon kelimesi ile ima edilen kadının kendi eliyle yaptığının sonucuna katlanmasıdır. Kadınlar kötü bir şey söylediğinde ve erkekler bundan tetiklendiğinde kendilerini istedikleri gibi savunabilirler; eşlerine durmalarını söyleyebilirler, ortamı terk edebilirler, bağırabilirler ama bunların hiç birini değil de şiddeti seçiyorlarsa bu kadından kaynaklı değil şiddeti gösteren erkeğin sorumluluğundadır.

ŞİDDETE UĞRAYAN KADINLAR O İLİŞKİDE KALDIKLARI İÇİN ÇILGIN OLMALILAR
Bu yanlış belki de doğru çünkü istatistikler normal ilişkilerin ilk 5 senede %50 sinin boşanma ile sonuçlandığını gösterirken, şiddet içeren evliliklerin yalnızca %38’i boşanma ile sonuçlanıyor. Bu kadınlar neden ayrılamıyorlar? Sebep sadece ekonomik mi yoksa şiddet görmekten hoşlanıyorlar mı? Hayır. İstismar olan bir evlilikten ya da ilişkiden kurtulmak sandığınız kadar kolay değildir. En büyük korkusu terk edilmek olan ve şiddet gösteren erkeklerden ayrılmak risklidir. Bu ilişkilerde ayrılmakla ayrılmış sayılmayabilirsiniz. Bir diğer neden çocukları varsa ve ekonomik olarak eşlerine bağlı iseler, kadınların pek çoğu ayrılmayı göze alamayabilir. Diğer bir neden uzun bir süre fiziksel ve duygusal olarak kontrol altına alınmış ve sindirilmiş bir kadın yanlış bir inançla eşine ihtiyaç duyduğunu ve ondan kopamayacağını düşünebilir. Bir diğer nedeni pek çok istismar, şiddet, savaş mağduru gibi şiddet gören kadında travma sonrası stres bozukluğu yaşıyor olabilir. Belirtileri, depresyon, kaygı, kabus görmek, dünyaya karşı duyarsız olmak vb. gibi olan bu rahatsızlık ile ilişkiden çıkıvermek kolay değildir. Bir diğer neden ise kadınların eşlerini sevmeleri ve eşlerinin günün birinde düzelecekleri hayali ile yaşamalarıdır.

SONUÇ OLARAK KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN SEBEBİ NEDİR?
Herkes bu sorunun yanıtını arıyor. Şüphesiz tek bir cevabı yok. Belki de cevabını hiçbir zaman bulamayacağız. Belki tarih, politik ve sosyoekonomik dinamikler kadına yönelik şiddeti bu kadar yaygın kıldı. Yoksulluk, ataerkillik, kadın-erkek ilişkisi ne dersek diyelim yine de bütün erkekler şiddet göstermiyor ve şiddet olan ilişkilerde şiddet gösteren erkeğin ve bu durumun her şeyden bağımsız özellikleri var.
PSİKOLOJİ İSTANBUL
Psk. Dr. Özge Altan Aytun.
Referanslar
Gottman. J. M. Jacobsen. N. When Men Batter Women. New Insights into Ending Abusive Relationship.(1998). SIMON&SCHUSTER.

Gottman çift laboratuvarında ilişkisinde şiddet olan çiftlerle yapılan çalışmalar iki farklı ilişki içi şiddet türü olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bunlardan biri Karakterolojik Şiddettir. Bu şiddet türünde erkek kadından üstündür. Erkek şiddeti kadını kontrol etmek ve korkutmak amacı ile kullanır. Kadın için çok tehlikeli bir durumdur. Bir durumdan bağımsız ve nedeni olmaksızın kısaca “gözünün üzerinde kaşı olduğu” için ortaya çıkabilir. Bu şiddet türünde genellikle erkek kadını duygusal olarak istismar eder ve var olan şiddetten partnerini sorumlu tutar. Ciddi yaralanmalarla hatta ölümle son bulabilir. Burada şiddeti uygulayan fail, uygulanansa kurban durumundadır. Bu çiftlerle asla çift terapisi yapılmaz. Çünkü bu ilişkide çözülebilecek herhangi bir problem yoktur. Kronik şiddet vardır. İlişkinin değişebileceğini erkeğin değişeceğini düşünmek sadece hayaldir.

Diğer şiddet türü ise Durumsal Şiddettir. Evliliklerin % 30 unda evlilikleri boyunca 1-2 defa görülen şiddet türüdür. Karakterolojik şiddetten oldukça faklıdır. Burada bir konuda anlaşamayan ve tartışan çift çatışmanın belli bir noktasında şiddet içeren bir harekette bulunabilir. Kolunu sıkmak, elindekini fırlatmak gibi… Bu davranışlar asla ciddi bir yaralanma içermez. Burada dikkat edeceğimiz şey eşlerin birinin diğerinden üstün olmadığı ve eşlerin korku ve kontrol altında hissetmemesidir. Asla karşıdaki eşi korkutmak ve onu kontrol altına alma amacı ile yapılmaz. Genellikle iletişim ve çatışma becerilerinin eksikliğinden kaynaklanır. Tekrar etmez. Ve ciddi yaralanma ile sonuçlanmaz. Bu durumda çift terapisi yapılabilir. Çiftler çift terapisinde iletişim ve tartışma becerilerini öğrenerek tartışmanın yükselmesini engelleyebilirler.

BÜTÜN ŞİDDET UYGULAYANLAR AYNIDIR!?
Uzmanlar yaptıkları açıklamalarda bütün şiddet gösteren erkekleri hepsi aynıymış gibi tanımlasa da John Gottman’ın yaptığı çalışma bize şiddet gösteren erkeklerin farklı özellikleri olduğunu gösteriyor. Gottman karakterolojik şiddet kapsamında iki farklı şiddet uygulayan grup ortaya çıkarıyor. Bu iki farklı grubun da kendine özgü özellikleri olduğunu saptıyor ve bu özelliklerden dolayı onlara ‘Kobralar’ ve ‘Pitbullar’ adını veriyor.
KOBRALAR
İlişkide şiddet gösteren erkekler arasında en tehlikeli, korkutucu ve kriminal sonuçlar yaratabilecek olan gruptur. Kobra diye adlandırılmasının sebebi bu kişilerin eşlerine şiddet göstermeden hemen önce saldırganlaşmalarına, küfür ve hakaret etmelerine rağmen kalp atışlarının son derece yavaşlaması ve çok sakin olmalarıdır. Bu kişiler tıpkı bir kobranın az sonra saldıracağı kurbanına odaklandığı gibi dikkatini odaklamış ve sakin bir hale geçerler. Yalnız eşlerine şiddet göstermekle kalmaz hayatlarındaki başka kişilere de oldukça şiddetlidirler. Şiddetten zevk aldıklarını ve dürtüsel bir kontrolleri olmadığını söyleyebiliriz. İstedikleri bir zaman istedikleri bir şeyi yapmalarına engel teşkil ederse eşlerini döver ve duygusal olarak istismar ederler. Dövdükten sonra özür dileyebilirler ancak bir özür hissetmezler. Kobraların bir kısmı “psikopat” olarak tanımlanabilir. Pişmanlık ve üzüntü hissetmek veya başkalarının duygusunu anlamak gibi bir kapasiteleri yoktur. Onlara bir şey olmadıkça korku duygusunu da hissetmezler. Eşleri ile yakınlıkları oldukça azdır. Terkedilme korkusu yaşamaz ve asla kontrol edilemezler. Çocukluklarına bakıldığında anti sosyal davranışlar, madde ve alkol kötüye kullanımı, fiziksel ve duygusal istismara uğrama oranı yaygındır. Kobraların eşleri genellikle korku ve depresyon duygusunu yoğun olarak yaşarlar. Onların bu ilişkiden ayrılamama sebeplerini ekonomik yetersizlik olarak açıklamak yetersiz kalacaktır. Hatta çoğu kobra ekonomik olarak eşine bağlıdır. Eşlerinin değişeceğini düşünmeleri ve kobranın ilişkiden bağımsız halleri kadınları bu ilişkiye bağlı tutabilir. Ancak asla değişmezler.
PİTBULLAR
Şiddet göstermeden önce sözel olarak agresifleşmeye başladıkça kalp atışları artan gruptur. Yavaş yavaş baskı kurmaya ve korkutucu olmaya başlarlar. Bu erkekler bize kurbanına saldırmadan önce giderek agresifliği artan pitbulları anımsatır. Pitbulların eşleri kobraların eşleri kadar gözü korkmuş değillerdir. Onlar da eşleri ile tartışmaya girerler. Kobraların tam tersine pitbullar eşlerine bağımlıdırlar. En büyük korkuları terk edilmektir. Kıskançlık paranoyaları ileri boyuttadır eşlerinin onları aldatacağını düşünür ipuçları bulmaya çalışırlar. Kobralardan daha az şiddetli gibi görünse de pitbullarda eşlerinin hayatına kast etme ve öldürme gibi eylemleri gerçekleştirebilirler. Çocukluklarına bakıldığında anti sosyal özellikler görülür ve mutlaka babanın anneye şiddetine tanık olmuşlardır. Kadınların bu ilişkide kalma sebepleri genellikle onlardan kurtulamamaktır. En büyük korkuları terk edilmek olan kobraların ayrılık durumlarında eşlerini yaralama ve öldürme girişimlerinde bulundukları görülür.
Psk. Dr. Özge Altan Aytun
Referanslar
Gottman. J. M. Jacobsen. N. When Men Batter Women. New Insights into Ending Abusive Relationship.(1998). SIMON&SCHUSTER.

Doğum Sonrası Görülen Psikiyatrik Bozukluklar
Gebelik ve doğum önemli biyolojik değişikliklerin yaşandığı fizyolojik bir süreç olduğu kadar, önceki psiko-seksüel gelişim dönemlerine ilişkin bastırılmış ve çözülmemiş çatışmaların yeniden gündeme geldiği karmaşık bir psikolojik süreçtir. Evrimsel olarak bütün canlıların içinde olan üreme ve türünü devam ettirme dürtüsünün davranışsal tezahürüdür.
Doğum sonrası görülen psikiyatrik bozukluklar
Doğum Sonu (Postpartum) Döneme Uyum ve Değerlendirme
Postpartum periyod, âileye yeni bir üyenin katılmasından dolayı yeni bir düzenin kurulduğu bir dönemdir. Bebeğine, postpartum rahatsızlıklara, âiledeki yeni düzene ve vücut beden imajındaki değişikliklere intibak etmek zorunda olan anne için oldukça zordur bu dönem. Gebeliğin son aylarında ve doğum sırasındaki içe dönüklük dönemini takiben loğusanın dış dünyaya atılımı basamaklar hâlinde cereyan eder:
– Doğumdan sonraki ilk birkaç gün anne pasif ve bağımlıdır. Daha çok eylem ve doğum olayı hakkında konuşur, alıcı konumdadır ve kendine dönüktür.
– İkinci günden sonra anne postpartum sürece intibak etmeye başlar, bebeğine yönelmiştir ve anne daha ziyâde verici konumdadır.
– Anne daha sonra loğusalığın ilk haftalarındaki daralmış yaşantısından yeniden duygusal çevre yaşantısına döner.
İşte bu sürecin herhangi bir aşamasında takılma tedavi gerektiren durumlara yol açar. Bu süreçten sonra annelik kimliğinin şeendiği, annelik rolünün kazanıldığı bir dönem gelir.
Annelik kimliğinin şeenmesi doğan her çocukla birlikte ortaya çıkar ve dört safhada gerçekleşir:
1) Gebelikte ortaya çıkan, geleceğe hazırlanma safhasındaki kadın anneliğe ilişkin rol modellerini izler. Özellikle kendi annesi nasıl bir annelik sorusunun cevabı için iyi bir örnektir.
2) Biçimsel safha, çocuğun doğumu ile başlar. Anne, rol modellerinin etkisi altında çevrenin kendisinden beklediği gibi davranmaya çalışır.
3) Biçimsellikten çıkılan safhada kadın anneliğe ilişkin kendi tercihlerini, yâni kendi annelik stilini geliştirmeye başlar.
4) Son safha olan kişisel safha da, annelik rolü kazanılmıştır. Bu safhaya ulaşan anne artık bir anne olarak rahattır ve bu konuda kendi fikirlerine ve davranışlarına sâhiptir.
Annelik rolünün tam olarak kazanılması doğumu takip eden 3–10 ay arasında gerçekleşir. Kadının sosyal desteği, yaşı, kişisel özellikleri, yeni doğanın mizacı ve âilenin sosyo-ekonomik ve kültürel durumu, maddî manevî destek ve köstek sistemleri annelik rolünü kazanmayı etkileyen faktörlerdir.
Doğumu izleyen dönemin kadınlarda psikiyatrik bozukluk riskinin arttığı bir dönem olduğu uzun zamandır bilinmektedir.

Doğum sonrası psikiyatrik bozukluklar üç ana bölümde incelenebilir:
1) doğum sonrası hüznü,
2) doğum sonrası depresyonu,
3) doğum sonrası psikozu.
DOĞUM SONRASI HÜZNÜ (Doğum Sonrası Karamsarlığı)
Doğum yapma, önemli hayat olaylarından biridir. Doğumu takiben, ilk bir haftada yeni duruma ve annelik rolüne adaptasyonla birlikte biyolojik, hormonal dengedeki âni değişiklikle ilgili ortaya çıkan, hafif huzursuzluk, yorgunluk uyumsuzluk, ağlama krizleri ile belirgin bir tablo şeklinde görülür.

Doğum sonrası dönemde depresif duygudurum oranının yüksekliği bilinmektedir. Depresif duygudurum, normâl sayılan bir hüzünlülük (baby blues / maternity blues) hâlinden renkli ve hızlı başlangıçlı psikotik depresyona kadar geniş bir dışavurum gösterir. Doğum sonrası hüznüne yeni anne olan kadınların %50-80’inde rastlanır ve doğumu takip eden ilk 2–10 gün zarfında oluşabilmektedir. Hafif düzeyde de olsa gerginlik, yorgunluk, çocuğunun veya kendisinin sağlığını konu edinen endişeler, ağlama, sıkıntı, dikkati odaklayamama ve uykuya dalmada sorun yâhut sık uyanma görülebilmektedir. Bu durum en yoğun olarak iki gün kadar yaşandıktan sonra, iki hafta kadar sonra düzelir. Belirtiler herhangi bir tedavi uygulanmadan, sosyal destek ve ilgiyle kendiliğinden geçer.

Doğum sonrası hüzünde risk faktörleri:
» Annenin kanında bulunan kortizol düzeyinin yüksek olması,
» Annenin ilk âdetinin yaşıtlarına göre daha küçük bir yaşta gerçekleşmesi,
» Annenin âdetlerinin yaşıtlarına göre daha kısa sürmesi,
» Annenin premenstrüel sendrom hikâyesinin bulunması.
Çevredekilerce yapılabilecekler:
Bu dönemde çevredekiler anneyi rahat ettirmeye çalışmalı, bebek bakımına yardım etmeli, anneye çocuğa çok iyi bakabileceği şeklinde destekleyici yaklaşımları olmalıdır. Eğer annenin rahat ve huzurlu, umutlu, güvenli olması sağlanamazsa, kişide daha ileri bir durum olarak doğum sonrası depresyonu oluşabilmektedir.
Doğum sonrası ilk günlerde gözlenen total plazma triptofanında beklenen normâl artışın gerçekleşemeyişi, gonodotropinler ve diğer hormon düzeylerinin hızla değişmesi, platelet MAO ve plazma cAMP düzey değişiklikleri, platelet adrenoreseptör alanlarının fazlalığı gibi etkenler postpartum hüzünle ilişkilidir.
Doğum sonrası hüznün, doğum öncesi disforinin devamı olduğu, bunda iki önemli risk etkeninin ilk kez gebe olma ile önceden beri premenstrüel sendrom öyküsü mevcudiyeti olduğu düşünülmektedir.
Genelde bu durumun normâl olarak değerlendirilmesi gerektiği, kişiye güven vermenin önemli olduğu vurgulanırsa da, aslında doğum sonrası hüznü duygudurum bozukluğu yelpazesi içindedir ve çok iyi takip gerektirir.
Doğum sorası hüzünde terapötik yaklaşım destekleyici çabaları içerir. Annelere progesteron vermenin doğum sonu hüzünlerini azaltmanın olanaklı olabileceği kesinlik kazanmamıştır.

POSTPARTUM DEPRESYON
Doğum yapan kadınlarda, doğumdan sonraki bir yıl içinde daha sık ortaya çıkabilir. Doğum yapan her 10 kadından birinde gelişen doğum sonrası depresyondur. 2 sene zarfında gelişirse gecikmeli tip denir.
Genellikle doğumdan sonraki 2–8. haftalar içinde başlar ve en az iki hafta en çok bir yıl kadar sürer. Tedavi görmeyen kadınlarda 3 ay ilâ 1 yıl arasında kendiliğinden düzelir. Geriye yönelik epidemiyolojik taramalar ciddi ruhsal ve duygusal hastalıkların ortaya çıkması açısından, postpartum dönemini gebelik dönemine kıyasla 3–4 kez daha riskli olduğunu ortaya koymaktadır. Postpartum döneminin ilk 4 haftası bu açıdan en riskli dönem olmakta, ancak genellikle bu süre 6. aya kadar uzayabilmektedir. Gebelik süresince evlilik gerilimi ve tatminsizliği, istenmeyen hayat olayları önemli etkenler olarak bildirilmiş, bilişsel yatkınlık ortaya konmuş, çocuk bakımına âit beklentilerin ise belirleyici olmadığı yazılmıştır. Ergenlik döneminin biyolojik-psikolojik stresleri bu çağdaki annelerde depresyon oranını, yetişkin annelerden yüksek kılmaktadır.
Doğum sonrası depresyonun sebepleri kesin olarak bilinmemektedir. Hızlı fizyolojik değişikliklerin rolü olabileceği düşünülmektedir, ancak hangi faktörlerin daha fazla sebep olduğu açık değildir.
Bununla birlikte bâzı risk faktörlerini taşıyan kadınlarda doğum sonrası depresyonun daha sık görüldüğü bilinmektedir:
Kadının veya eşinin işsizliği, Sosyal desteğin yetersiz olması, evlilikle ilgili sorunlar, beklenmedik hayat olayları (ölüm, ayrılık vs.),Plânlanmamış gebelikler, Çok doğum yapmış olma, Daha önceki gebeliklerde depresyon geçiriliş olması, Anne sütü ile besle(ye)meme, Kayıpla sonlanan gebelik ve doğum tecrübeleri,
Erken anne-bebek ayrılığı ve Bebeğin bakımı ile ilgili duyulan kaygılardır.
Ayrıca çocuğun özürlü doğması veya bâzı geleneksel-kapalı toplum yâhut yörelerde çocuğun cinsiyetine yönelik beklenti ve değer yargılarının da depresyon gelişimi açısından önemli bir stres kaynağı olabileceğine ilişkin birçok klinik gözlem vardır.
Ayrıca, bebeğin düşük doğum ağırlıklı olmasının, sezaryenle doğumunun, zor doğumun ve biberonla beslenmesinin yüksek depresyon oranları ile önemli ölçüde ilişkilidir. Evlilik dışı doğum, ölü doğum, âilede psikiyatrik hastalık öyküsü diğer risk etkenleridir. Çocuk doğuran depresif kadınlarda erken gebelik döneminde de yüksek belirti düzeyi ve sosyal uyumsuzluk olur. Doğum sonu ruhsal sorun gösteren 142 annenin %80’inde duygudurum bozuklukları, %6’sında şizofreni gelişir.
Postpartum depresyon düşüncesini sağlayan önemli göstergeler arasında geçmişte psikopatolojik bir durumun olduğuna dâir hikâye, gebelik sırasında psikopatolojik bir durumun ortaya çıkması, evlilik içi ilişkilerde zayıflık, sosyal desteğin az olması, stresli hayat şartları sayılmaktadır. Düşük âile geliri, düşük meslekî statü gibi faktörler daha az etkilidir. Bir çalışmada daha önceki gebelikleri düşükle sonuçlanan kadınların, bir sonraki gebeliğin son 3 ayında daha yüksek düzeyde depresif belirtiler ve anksiyete gösterdiği tesbit edilmiştir. Ayrıca düşüğü takiben 2. kez gebe kalan kadınlarda postpartum ilk yılda daha fazla depresif belirti gösterme eğilimi vardır.
Anne sütü ile beslemenin genel yararları iyi bilinmektedir. Postpartum depresyon açısından ele alındığında ise anne sütü ile beslemenin olumlu ve olumsuz etkileri olabilmektedir. Anne sütü veren kadınlar, kendilerine ayıracak zamanlarının çok az oluşu, emzirme nedeniyle uykusuz kalmaları, ilâç kullanmaları gerektiğinde bebeğe zararı olacak endişesi duymaları gibi nedenlerle kolaylıkla olumsuz ruh hâline girebilirler. Bunun yanında anne sütünün hızla kesilmesinin bâzı hormonal değişiklikler yoluyla depresif belirtileri daha da kötüleştirdiği düşünülmektedir.
Doğum sonrası depresyon sık görülmesine karşın çoğu kez teşhis edilememektedir. Bu durumun başlıca sebepleri kadının olumsuz duyguları nedeniyle kendini yalnız hissetmesi veya utanması, rutin kontrol için çağrıldığı 6. doğum sonrası haftaya kadar doktorla görüşme imkânı bulamamış yâhut hangi doktora başvuracağını kestirememiş olması, yeni doğan bebeğin verdiği heyecanla yakınmalarını dile getirememesi olabilir. Çoğu kadın sorunlarını depresyon olarak idrak etmez, yine çoğu bu konuda destek arayışı içinde değildir. Bu konuda yardım arayışında olan bir kadın da çoğu kez bebeğinin doktorundan bu konuda bir yardım alabileceğini düşünmez. Ağır doğum sonrası depresyonu olan kadınların yalnızca %50’den azı belirtilerini depresyon olarak değerlendirmektedir.

Belirtileri:
Mutsuzluk,
Ağlamaya hazır bir görünüm,
Gelecek için umutsuzluk,
Karamsarlık,
Kendini anne olarak yeterli görememe,
İştahta azalma,
Duygulanımda neş’esizlik, sinirlilik şeklinde aniden değişmelerin olması,
Dikkatini bir konuşma veya konuya odaklayamama,
Kendini geçmiş yâhut bugün için suçlama,
Unutkanlık,
Yorgunluk,
Cinsel isteksizlik,
Başka bir bedensel hastalığı olduğu şeklinde hipokondriyak düşünceler,
İntihar düşünceleri bulunabilmektedir.
Doğum öncesinden doğumdan bir yıl sonrasına kadar olan dönemde kadınların %15 inde görülebilen bir rahatsızlıktır. Daha önceki hâmileliklerinden sonra, bu şekilde bir dönem yaşayanlarda yarı yarıya risk vardır. Hâmilelikte depresyon riskinin en fazla 32 gebelik haftasında olduğu ve riskin doğum sonrasında sekizinci ayda en düşük düzeye indiği saptanmıştır. Kişilerin %60–70’i bir yıl içinde iyileşir.
Doğum sonrası depresyonunda riski arttıran faktörler
Sorunlu evlilikler, sorunlu beraberlikler, kişinin çocukluğunda veya gençliğinde ağır sorunlar yaşaması, doğumun uzun sürmesi, çocuğun doğumu, öncesi ve sonrasında mutluluk veren bir ortamın olmaması, annenin yakın çevresinin kişiye destek olmaması, âdet sorunları, kişinin kadınlığa bakışı, idrak edişi ile ilgili sorunlar önemli risk faktörleridir.

DOĞUM SONRASI PSIKOZU
Yaklaşık olarak 500 kişide 1 oranında görülmektedir. Önceki hâmileliklerinde psikoz tablosu görülenlerde risk 3 kişide 1’e yükselmektedir.
Belirtileri
Uykusuzluk,
Gerginlik,
Baş ağrıları,
Duygusal açıdan aşırı tepkisellik,
Huzursuzluk ve gün içinde sıkça dalgalanan bir ruh hâli ile başlayabilen bu durum kendini her tür kötü olayın sorumlusu olarak görme, doğan çocuğun aslında kendi çocuğu olmadığını, hatta doğumu bile kendisinin yapmadığı, bebekte bir sağlık sorunu olduğu, ona yeterince bakamayacağı ve acı çektirebileceği için onu ya da kendini öldürerek acılara son verme düşünceleri, bebeğini öldürmesi, kurban etmesi yolunda olmayan sesler duyma gözlenmektedir. Kendilerine zarar verileceği, çevrelerinde olan olayların kendilerine yönelik olup, özel anlamları olduğu, haklarında konuşulduğu şeklinde düşüncelerle birlikte olabileceği gibi aşırı neşe veya öfke, yerinde duramama, uyumaya ihtiyaç duymama, kendini çok büyük, her türlü güce sahip ve önemli bir kişi olarak algılama ve bu yönde sesler duyup, ona göre davranma gibi hallüsinasyon ve hezeyanlarla da seyredebilir.

Bâzen nerede olup, ne yaptığını bilememe, yaptıkları ve yaşadıklarını unutma, hatırlayamadığı kısımları kendine göre uydurarak doldurma gibi belirtiler konuşulan konu yâhut içinde yaşanan durumlara uygun olmayan yüz veya diğer vücut lisanı ile cevap verme, Davranışlarda yavaşlama veya saldırganlaşma şeklinde olan değişimler gözlenmektedir. Doğumu izleyen ilk iki hafta içinde başlayabilen bu durum erken dönemde ve yeterince tedavi edilmezse yıllarca sürebilen, tedavisi zor bir hâle dönüşebilir. Rahatsızlığın en üzücü tarafı bu rahatsızlıkta hastaların %4’ünde rastlanabilen bebeğini öldürme (enfantisid veya filisid) davranışıdır. Bu sebeple hastalık kişinin çevresince önemsenmeli ve dikkatli olunmalıdır.
Tedavide anne ve bebeğin güvenliği açısından hastâneye yatırılma, emzirmenin kesilmesi ve ilâç tedavisi, tedaviye cevapsızlık ve ölüm düşünceleri hâlinde EKT düşünülmelidir.
Gerek postpartum depresyon, gerekse postpartum psikoz Psikotik özellikli bipolar bozukluğun (manik depresif hastalığın) belirtisi olabilir ve mutlaka uzman takibi gerektirir!
PRATİSYENLERE VE ÂİLE HEKİMLERİNE DÜŞEN GÖREV NEDİR
Basit ve hafif ilâ orta derecedeki depresyonlarda derhâl uygun dozda antidepresan başlayıp, hastayı yakın takibe alınız; Mutlaka sütten kestiriniz. Mutsuz bir annenin veremeyeceği huzurun telâfisi yoktur ama sütün natifi çoktur.
Eğer yukarıda bahsedilen yönlerde gelişme sezinlerseniz, vak’ayı derhâl psikiyatri uzmanına sevk ediniz.
Sağlık ve mutluluk dileklerimle…
Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat

Kadın ve erkek her ne kadar eşit olsa da duygusal ihtiyaç bakımından farklıdırlar. Erkeğin duygusal ihtiyacı güçlü olmak ve güçlü olduğunu hissetmektir. Tarih boyunca erkek güçlü olarak algılanmış ve gücü temsil etmiştir. Bu kadından daha güçlü olduğu için değil, güçle motive olabildiği içindir. Bir biyolojik olgu olan “erkek cinselliği” sosyolojik bir terim olan “iktidarla” özdeşleştirilmiştir. O yüzden erkeğin cinsel yetersizliği “iktidarsızlık” olarak adlandırılır. Bir erkekte güçlülük duygusunu evlenene kadar annesi, evlendikten sonra da eşi belirler. Bu duygusu yeterince beslenememiş erkek kompleksli, güçsüz ve mutsuz bir erkek olur.
Sürekli müdahale eden, ikaz eden, eleştiren, hor gören, küçük gören ya da aşırı korumacı ve kollayıcı davranan annelerin erkek çocukları kendilerini duygusal açıdan yeterince “erkek” hissedemezler. Böyle annelerin çocukları, çatışmaları çözülmezse ömür boyu küçük düşme, rezil, başarısız ve iktidarsız olma kaygısını yaşarlar. Bu erkekler evlendikten sonra bir türlü kendileri gibi olamazlar. Anne güdümünde davranmaya meylederler. Eşlerinin karşısında tutarlı, sorumlu ve kararlı davranamazlar. Evliliklerini yönetmede sorun yaşarlar. Pasif ve çekinik kalırlar. Evlendikten sonra annenin rolü birazcık eşe geçer. Ama bu rol annelik rolü değildir. Erkeğin duygusal ihtiyacını karşılama rolüdür. Eşine müşfik, sevecen, destekleyici ve motive edici davranan, yaptıklarını onaylayan ve ona ihtiyaç duyduğunu hissettiren kadınların eşleri çok mutludurlar. Kendilerini güçlü ve işe yarar hissederler. Sorumluluk almaktan kaçınmazlar. Paylaşan ve değer veren bir erkek olurlar.
Ancak eşlerini sürekli eleştiren, babalarıyla veya başkalarının eşleriyle kıyaslayan, yaptıkları hiçbir işi beğenmeyen, beklentiyi yüksek tutan, aşırı serzenen kadınlar, mutsuz ve doyumsuz bir erkek yaratırlar. Bir erkek akşam evde elinde kumanda “zapping” yapıyor ve bir kelime bile konuşmuyorsa, sorumluluklara karşı duyarsız kalıyorsa, eve geç geliyor ve işinden başka bir şey düşünmüyorsa kadının kendisini gözden geçirmesi gerekir. Bu durum sadece eşin ihmaliyle açıklanamaz. Olumsuz tutum erkeği küstürür, kötü, eksik ve yetersiz hissettirir, kaçmasına ve kapanmasına sebep olur.

Aldatmanın da Altında Olumsuz Tutum Yatabiliyor
Aldatmak hangi sebeple olursa olsun hoş görülecek bir durum değildir. Ahlak dışı bir davranıştır. Ancak aldatmaların bir kısmında kadının davranışı da etken olabiliyor. Aldatan birçok erkek eşlerini sevmediği için aldatmıyor. Kendilerini yetersiz hissettiklerinden bu eylemi gerçekleştiriyorlar. Yetersizlik duygusu erkeği başka kadınlarla erkekliğini ispat ederek güçlü hissetme arayışına sürükler.
Kadınlara Öneriler
- Beklentilerinizi eşinizin sorumluluk profiline göre ayarlayınız. Bu hem sizi hem de eşinizi rahatlatacaktır.
- Hep eleştirmek, hep serzenmek sıkıntı doğurur.
- Eşinize ihtiyaç duyduğunuzu, sevdiğinizi, gerek cinsellik gerekse kişilik olarak güçlü gördüğünüzü söyleyin
- Hep yapmadıklarıyla karşısına çıkmayın. Yaptıklarını da söyleyin
- Onun isteklerine uymayı ihmal etmeyin. Mesela her zaman olmasa da bazen maç izlemesine eşlik edin.
- İyi bir baba, iyi bir eş olduğu vurgusunu yapın.
- Hep sorunları paylaşmayın. Bu sizi “sadece sorunları paylaşan iki kişi” şekline dönüştürür. İlişkinin tadı tuzu kalmaz.
- Kimseyle kıyaslamayın.
DOÇ. DR. ADNAN ÇOBAN PSİKİYATRİST-PSİKOTERAPİST

Hepimiz bir şekilde sosyal medya platformlarında “kişiyi engelle ya da sil” seçeneğine tıklamışızdır. Kimi zaman bu eylem faydalı ve hatta gereklidir. Ancak bu tür bir davranış biçiminin, bir aşk ilişkisini ya da bir arkadaşlığı bitirmek için soğuk strateji olarak kullanıldığında faydalı olduğunu söylememiz pek de mümkün değildir. Öyle ki herhangi bir açıklama yapmadan, sadece tek bir dokunuşun kişinin sizin için yok olması, araya mesafe koymanız ve onu sessizleştirmeniz anlamına geldiği bir gerçektir.
Beğensek de beğenmesek de sosyal medya platformları aslında gerçek hayatımızın birer yansıması niteliği taşımaktadır. Bunun da ötesinde yapılan her like, yazılan her sözcük ya da yüklenen her fotoğrafla kişiliğimize ilişkin bir fırça darbesi daha vurmuş oluruz. Aslında bu sanal algoritmalar, ruhumuz ve davranışlarımızın birer yansıması durumundadır. Bu tür programları geliştirenler bunu bilirler ve biz de esasında bizler de bunun farkındayız. Bu nedenle, bu tür senaryolarda olup biten hiçbir şey aslında bir tesadüf sonucu ortaya çıkmamaktadır.
İnsanları sosyal medyada saf dışı bırakmak gittikçe büyüyen bir trend haline gelmektedir. Ancak bu sanal strateji ile aynı zamanda birçokları çok ciddi ve yakın ilişkilerini de sonlandırma yolunu seçmektedir.
O yüzden, bir kişiyle arkadaşlığı bitirmek ya da sosyal medya platformlarından bir kişiyi engellemek ya da silmek anlamına gelen “arkadaşlıktan çıkarma” olgusu, psikologlar ve bilgisayar dünyasının bu boyutunu yaratanlar tarafından gittikçe artan bir ivmeyle ve derinlemesine araştırılan konular arasına girmiştir. Peki bunun sebebi nedir? 2009 yılında Facebook tarafından takipten çıkarma (unfollow) seçeneği sunulduktan sonra bu seçeneğin kullanımını sürekli olarak artmıştır. Bu tür platformlarda aslında hayatımızı çevreleyen aynı sosyal olgu taklit edilmemektedir. Buna ek olarak bu programlar birbirimizle olan ilişkilerimizi de değiştiren bir özelliğe bürünmüşlerdir.

İnsanları Engellemek Ya Da Silmek Kimi Zaman Faydalı Bir Davranıştır
Son yıllarda Facebook ya da Twitter kullanıcılarının davranışlarında çeşitli değişimler gözlenmektedir. Bir bakıma bu kullanıcıların olgunlaştıklarını söylemememiz de mümkündür. Günümüzde artık fazla sayıda arkadaşa sahip olmak çok değer verilen bir durum değildir. Kısa bir süre öncesine kadar popüler olan sosyal medya platformlarında yüzlerce arkadaşa sahip olma yaklaşımı artık sona gelmektedir. Bu durum özellikle 30 yaş ve üzeri kişilerde daha belirgin bir biçimde gözlenmektedir. Bu kişiler sosyal medya platformlarını daha ciddi ve profesyonel olarak kullanmayı tercih etmektedirler.

Bu yüzden, insanları bu platformlarda engellemek ya da silmenin sadece yeterli olduğunu söylemek eksik bir kanı anlamına gelecektir. Bu aynı zamanda birçok durumda gerekli bir davranış biçimi haline de dönüşmektedir. Bu hareketle klasik anlamdaki spam mesaj gönderen kişileri önlemiş olursunuz. Bu kategorideki kişilerin temel olarak diğer insanları rahatsız edenler olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca onlara kendilerini rahat hissedebilecekleri kadar yakın olmayan ya da herhangi bir biçimde sevmedikleri kişiler de bu kategoride değerlendirilir. Yani bu şekilde sapla samanı birbirinden ayırmaya çalışırız. Buna ek olarak, bu hareketimizle Dunbar sayısı teorisi olarak bilinen teoriyi de onaylamış oluruz.
Bu teori, antropolog Robin Dunbar tarafından 90’lı yıllarda geliştirilerek ortaya atılmıştır. Dunbar’a göre insanlar, ciddi ya da daha belki de az önemli olan 150’den fazla sayıda kişi ile ilişkiye sahip olamazlar. Bu sayıya, gerçek hayatta tanımadığımız ancak sosyal medya aracılığı ile düzenli olarak etkileşim içerisinde bulunduğumuz kişiler de dahil bulunmaktadır. Bu nedenden dolayı, artık günümüzde sanal dünyalar ile kendi hayatlarımızı bir uyum içerisine sokabilmek için bu tür filtrelerle daha sık karşılaşmaktayız. Bu konuda ileriye doğru bir adım atmış durumdayız. Birçok kişi de böylelikle gerçek hayat ile sosyal medya platformları arasında benzer bir denge bulma arayışı içerisine çoktan girmiş durumdadır.

Kişiyi Engellemek Ya Da Silmek: Bir Dokunuşla Ciddi Arkadaşlıkları Sonlandırmak
Biraz önce belirttiğimiz gibi genel olarak artık siber alanlarda temas içinde olduğumuz insanlarla gerçek hayat arasında benzer bir denge bulmak için bu insanların sayısını azaltma arayışı içinde bulunuyoruz. İlk başta oldukça olumlu görünen bu arayış aslında o kadar da iyi bir şey olmayabilir. Bunun nedeni de şundan kaynaklanmaktadır: Sık sık sanal dünyada yaptığımız eylemleri aynı şekilde gerçek dünya ile birleştirme eğilimine sahip olmaktayız.
Bu yüzden, bir iş arkadaşı ile yaşadığı anlaşmazlık sonrası bu kişiyi sosyal medyada engellemeyi ya da tamamen silmeyi tercih eden insanlara rastlamak artık hiç de zor değildir. Kimileri de buna benzeyen hareketleri arkadaşlarına yönelik olarak yapmaktadır. Dahası bu dinamik gittikçe daha etkin ve hayatı etkileyen seviyelerde gerçekleşmektedir. Bu bağlamda diğer bir olgu da ghosting olarak bilinen kavramdır. Bu eylemin, bir kişinin karşısındaki insanı ya da partnerini herhangi bir açıklama ve hatta bir kelime bile olmaksızın terk etmesi anlamına geldiğini hatırlayalım. Bu sessiz sürecin neredeyse hemen sonrasında o kişi, (eski) arkadaşı ya da partnerinin sosyal medya ağlarında artık görünmediğinin farkına varır.
Bazı insanlar, bu sanal dünyalardan silinen kişilerin sanki bir sihir yapılmışcasına her gün ortadan öylece kaybolduklarını düşünmektedir. Bu insanlar, belki de karşı taraftaki kişinin bu durumdan hemen kurtulacağını ya da bu hareketi anlayabileceğini öngörmektedirler. Ancak ghosting gibi eylemlerin insanların acı çekmelerine neden olduğu bir gerçektir. Bu durumdaki mağdurlar, hayatlarında duygusal bir boşluğa düşmektedir. Ayrıca bu boşlukta mücadele etmeleri için gerekli güce ulaşmaları da son derece zor olmaktadır.
Bu davranışlar ne kadar çaresizce ve çocukça gibi görünse de, şimdi bu konu üzerinde dikkatlice düşünmemizi gerektiren önemli bir detay bulunmaktadır. Bu bağlamda, hiçbirimiz teknolojiyi suçlamamalıyız. Günlük olarak kullandığımız sosyal medya platformlarının ne yaratıcılarını ne de geliştiricilerini suçlamak doğru bir davranış şekli olmayacaktır. Bu tür ortamlarda yaşanan sanal senaryoların, insanoğlu ile özdeşleşmiş olan iletişim zorluklarının birer yansıması olduğu bir kez daha kanıtlanmaktadır.

İnsanları bir dokunuşla engellemek ya da silmek hayatlarımızı daha kolay hale getirmektedir. Hızlıdır ve bunu yapanlar için oldukça güvenlidir. Ayrıca tüm bunlardan belki de daha önemlisi, karşıdaki kişiye “Seni artık sevmiyorum”, “Umurumda bile değil” ya da “Seni şu sebeplerden ötürü artık hayatımda istemiyorum” demek için yüz yüze gelmek zorunda kalmazsınız. Aslında insanoğlu ve iletişim kurmak için sahip olduğu kabiliyetler arasında öteden beri birçok çatlaklar ve sorunlar bulunmuştur. Şimdi ise gelişen teknoloji ile birlikte bu ikili arasında çok daha büyük boşluklar yaratıyoruz.

O zaman problemlerimizle kişisel olarak başa çıkmayı öğrenmenin vakti gelmiş demektir. Çünkü akıllı telefonlarımızda bulunan silme seçeneği hayatımızdaki sorunların büyük kısmını çözmek için yeterli olmayacaktır.
PSİKOLOG VALERİA SABATER
“”””Ben eleştirilmekten rahatsız olmam”””” bu sözü duydunuz mu hiç? gerçekçi olmasını beklemeyin. her insan , belli dozdan sonra rahatsız olur. Eleştiri, bütün bünyeleri güçsüz düşüren bir virüstür.

Eleştirel bir tutum, yapısal bir özelliğiniz ise, dikkat edin. soğuk, duygusuz, mükemmeliyetçi,inatçı, bencil,narsist,bağımlı gibi özelliklerinizi de keşfedebilirsiniz. Eleştiri, sadece evlilik ve flörtlerde değil, hayatımızda ilişki içinde olduğumuz tüm insanlarla sorun yaşatan bir tavırdır. size sadece olumsuzlukları yansıtan, övgü ve onur etme yerine sadece tamirci edasıyla düzeltmeye çalışan, ama bitmeyen bir tamir süreci gibi bir durum. Eleştirel tutumu olanları, tamirciye benzetirim. bir tamirci her zaman tamir edilecek yere odaklanır. Genelde de kusurlu araçları da severler. çünkü onlar üzerinden kendilerini başarılı hissederler ve karakterlerini yaşarlar. tıpkı hayatlarına aldıkları insanları da kusurlu görmek ya da ters karakterli insanları seçmek gibi.
İncelediğim evliliklerde 30 yılda bile eleştirel tutuma sahip insanların bir adım ileriye gidemediklerini, eşini değiştirmenin sınırının olmadığını, eleştirinin bir evlilik sorunu olmasından çok kişisel sorun olduğunu söyleyebilirim. Düşünün, bir aracı tamir ve modifiye edip, farklı hale getiriyor, sonra o kadar emek verip getirdiğiniz yeni hali de beğenmiyor, tekrar değiştirmeye çalışıyorsunuz. Eleştirel tutumun sonu yoktur. Eleştirel tutum, % 100 sağlıksız olmasa da sağlıksız olan bunun sık ,sürekli ve yanlış üslupla yapılmasıdır. Eleştiri, sadece yapıcı olmak amacıyla yapılırsa işe yarar. gerisi eleştiri yapanın kendi egosunu tatmin etmekten başka bir şey değildir.
Eleştiren insanlar negatif baktıkları için, genelde mutluluk düzeyleri orta veya altıdır. Böyle olunca da, mutsuzluklarını hayatındaki insanlara veya yaşantılara yüklerler. yapılması gereken ise bunun bireysel bir bakış açısının sonucu olduğunu kabul etmek,insanları eleştirip değiştirmeye girişmeden önce kendi bakış açılarının farkına varıp ona emek harcamalarıdır.

Eleştirel insanların özellikleri :
*Arka planda eleştirel bir ebeveyni vardır. onun mirasını farkında olmadan sürdürür.
*çocukluğunda, çok fazla eleştirilmiş, yönlendirilmiş,özgür karar verme yetisi kazandırılmamış, bu nedenle de KARARSIZDIRLAR.
*Anne veya babanın çocuğu aşırı önemsemesi, tüm beklentilerini karşılamaları da eleştirel çocuğu oluşturmuştur. Çocuk ilerleyen dönemlerde, istediği olmadığında acımasız va narsistçe eleştirir
*eleştireller, aşırı fedakar ,mutsuz ve bağımlı veya narsist ebeyvenlerinin kötü rol-model olmaları sonucu, onların bakış açılarını kazanmışlardır.
*Öğrenilme ve model alma ile geliştiği için öğrenme ve terapiler ile de düzelmesi mümkündür.
*genetik boyutunda, takıntılar kısmi olarak etken olabilir.
*eleştirel kişiler , bazen en büyük çocuk olabilir. Ebeveynler, anne-baba olmayı ilk çocukta deneyimlerler. o nedenle biraz yap boz tahtası çocuklardır. kontrollü veya aşırı kontrolsüz yetiştirilmiş olabilirler.

*Övülme, taktir edilme konusunda cimrilik yaparlar. Asgari ücrete verilen zam misalidirler. Hem az verirler hem de gözünüze sokarlar taktiri.
*Eleştirel kişiler, eleştirel büyüdükleri için, kendini devamlı kanıtlama, insanların onayını kazanma çabasına girerler. İlerleyen dönemlerde de kendini kanıtlayacağı ama yeterince istediği onayı alamayacağı insanlarda ısrarcı olurlar.
*Eleştirel kişiler,memnun edici oldukları için ,yüksek de beklentileri vardır. Her fedakarlık, bir tatmine endekslidir.
*eleştirel kişiler, yetiştirilirken eleştiriyi dibine kadar yaşadıkları için, kendini eleştirenlerin sevgisinden devamlı şüphe etmiştir. Evlendiğinde veya ilişkisi olduğunda da sevildiğinin devamlı kanıtı ister, test eder söyletir, güvenmez.

*Eleştirel insanlar, aslında çok fazla dürüst, kuralcı ve hassaslardır. Adaletsizliği ve uyumsuzluğu sevmezler. bunlara maruz kaldıklarında ise takıntı yapar, öfkelenirler.
*Eleştirel insanlar, çok iyi dost, arkadaş olabilirler. Ama eleştiriler başladı mı ilişkileri bozulabilir. Ya da sessiz kalıp karşıdakini üzmemek için kendi içinde mutsuz olurlar ve ilişkiye de yansıtırlar.
*eleştirel kişilerde, enerji sorunu yaşanır. Genelde mükemmeliyetçilikleri nedeniyle çok fazla kafa ve bedeni yorarlar.
* çok sık eleştirenler, zamanla karşıdaki kişi üzerindeki etkisini kaybederler. Ciddiye alınmazlar. Haklı oldukları konularda bile kredilerini doldurdukları için önemsizleşirler.
*Eleştiren insanlar, her şeyin doğrusunu bildiklerini ,mükemmel olduklarını zannederler. Şişirilmiş bir ego ile hareket ederler. Kendi şişirdikleri egoya uygun da itibar beklerler.
Eleştirel yapı, kişinin kontrolüne geçtiğinde hem kendisi hem de çevresi daha olumlu süreçler yaşar. Burada sorun, kişinin bu yönünü fark etmesidir. Eleştiri, içimizdeki negatifliklerin söze ve mimiklere vurumudur. Genel olarak mutlu insanlar daha az takılır ve daha az olumsuz eleştiride bulunurlar.
Eleştirel insanlarla yaşamak özgüveninizi yıpratır. Devamlı hata yapıyor/ yapabilirim hissi yaşarsınız.çoğu zaman nerede nasıl davranacağınızı bile bilemezsiniz.

Bu tip evliliklerde zamanla eşler ayrı davranmaya , herkes bildiğini okumaya başlar, evlilikte kocaman 2 kişilik yanlızlık oluşur.
Sürekli ve sık eleştirilmek mutsuz eder. Mutsuz ettiğiniz birinden de mutlu etmeyi beklemek adaletsizlik olur. Bu nedenle eğer devamlı hatayı gören, yapılanı değil eksiği gören biriyseniz, zamanla ilgi ve sevgiye muhtaç olacak ve unutacaksınız. Çünkü eleştiri taş atmaktır. Taş attığınız birinden gül atmasını beklemeyeceksiniz.
Eleştirel tutum, bir iletişim sorunu gibi görülse de sadece doğru üslubu öğrenmek ile sorun çözülmez. Esas olan, kişinin çocukluğunu, iç dinamiklerini fark etmesi, kendi içinde barışamadığı benliğiyle yüzleşmesidir. Kişinin benliği ile yüzleşmesi , mükemmel olmadığı ve olunamayacağını, insanları olduğu gibi kabullenmenin ilk şartının da kendini olduğu gibi kabullenmekten geçtiğini görmesidir. kişisel olarak insanlar kendini kusurlu gördükçe, kusurlara odaklanır. Yoğun eleştirel tutumların kendi kusurlarımızın bir yansıması olduğunu bildiğimiz sürece,karşıdakini suçlamayı bırakırız. Beslenmek istediğiniz kaynağa mümkün olduğunda itinalı davranmalısınız. Sürekli eleştirilen eşlerde yaşanan, depresyon, anksiyete, panikatak, cinsel sorunlar ,aldatma girişimleri olayın başka boyutudur.

ÇÖZÜM ÖNERİLERİ :
* Devamlı eleştiren insanların, aslında hiç bir şeyi değiştiremediklerini aksine partnerinin gözünde önemsizleştiklerini unutmayalım. o halde yeri ve zamanı geldiğinde,yapıcı bir üslupla eleştirmeliyiz.
*Eleştiri asla kişiliğe yapılmamalı, davranışa yönelik olmalıdır. “”””sen şöylesin böylesin”””” yerine,””””bu hareketin- davranışın..”””” ile başlamak lazım.
*eleştiri için “”””sandiviç yöntemi””””ni kullanabiliriz. önce olumlu mesaj,ardından negatif eleştiri ve sonra olumlu mesaj ile sonlandırmak . ( +-+ ) (örnek :Yemeğin tadı ve masa düzeni harika , ama yemek biraz tuzlu olmuş. yine de tadına diyecek yok).
*eleştirilerde öncelikle olayı anlatmak, sonrasında ise hissettiğimizi anlatmak gerekir. Böyle yaptığın için böyle hissediyorum gibi.
*Eleştirilerde, eski olaylarla bağlantı kurmamak, her olayı bağımsız konuşmak lazım. pişirip önüne getirmek çözüm değil çözümsüzlük yaratır.
*Eleştiriler, başbaşa yapılmalı, topluluk önünde ,aile üyeleri veya çocukların önünde yapılmamalıdır.
*Eleştiri okunun değdiği herkesi mutsuz ettiğini ve oku gönderenin de itici göründüğünü unutmamak lazım.
*Eğer eleştirel bir eşiniz varsa onunla aynı kulvarda savaşmayın. Israrla, ona model olun. Siz övücü olun.Eleştiriye onun hatalarını bularak cevap verirseniz o sizi ringe çekmiş olur.
*Eleştirip sonuç alamadığınız konularda, kendi davranışlarınızın değişimine geçmelisiniz. Sadece karşıdakinin değişimini beklemekle sorun çözülmemişse yöntem değişikliği gereklidir.
*İlişkisel sorunlarda herkes partnerinin değişmesi halinde sorunun çözüleceğini düşünür. Oysa her evlilik/ilişki sorunu karşılıklı döngünün ürünü olduğu unutulmamalıdır.
*Eleştirme hakkınızı öfkeyle ödüllendirmeyin. eleştirmek bir hata ,üzerine öfkelenmek ise ikinci hatadır.
*Mutlu olmak istiyorsanız, hayatınızdakileri olduğu gibi kabullenin. Değişmesi gereken noktalar için de onlara yardım edin. Emir veren olmayın. Önemli olan bilmek değil, yapabilmeye çalışmaktır. Hatırlatmanın bilimsel bir katkısı yoktur. Bugüne kadar eleştirip sonuç alamadıysanız, o konuda aynı yöntemle 20 yıl da geçse sonuç alamazsınız. Einstein dediği gibi aynı yöntemlerle farklı sonuç alınmaz.
*Eleştiri mağduru iseniz, onun eleştirilerinden haklılık arayıp kendinizi yıpratmayın. eleştirileri kişiliğinize yontmayın. Ama davranışsal olarak farkındalığınızı da geliştirin.

Neleri eleştirmeliyiz?
Durumsal ve anlık olan davranışları eleştirmek yerine görmezden gelmek en sağlıklı yöntemdir. Bunun yanı sıra esas olan süreklilik haline gelen davranışları konuşmak ve doğru eleştir yöntemini kullanmaktır. yani konuları, durumsal ve süreklilik arz eden olarak ikiye ayırmalıyız.
Eleştirmek çözüm değil.. Çözüm desteklemektir..
SERHAT YABANCI Aile Evlilik Terapisti
Narsistler için ilişkileri zorlaştıran temel neden birine duygusal olarak yakın olmanın gücü ver kontrolü elden bırakmak olmasıdır.

Narsistler düşünüldüğünde, genellikle kocaman, şişmiş bir ego; patronluk taslayan kaba ve küstah birini düşünürüz. Narsistik kişilik bozukluğu tanısı koymak için ise kişinin mükemmellik fantezisi içinde olması, empati yoksunu olması ve belirtilen beş özelliği taşıması gerekir: Mükemmel ölçüde kendine önem verme ve başarılarını abartma, Sonsuz gücü, başarıyı, güzelliği sürekli olarak hayal eder, Kendisinin eşsiz ve özel olduğuna inanır ve yalnızca kendisi gibi özel ve yüksek kişiler ya da kurumlar tarafından anlaşılabileceğini düşünür, Aşırı hayranlık bekler, İstekleriyle ilgili özel bir ilgi ve davranış bekler, Kişisel çıkarları için başkalarını kullanır, Başkalarının duygularını ve ihtiyaçlarını anlamaktan yoksundur, Başkalarını kıskanır ve diğer insanların da onu kıskandığını düşünür, Diğer insanlara karşı davranışı ve tutumu kaba ve küstahtır. Buna ek olarak bilinen bir tür olan “İçe dönük narsizm” ise zıt bir şekilde yetersiz özgüven, içsel bir boşluk hissi ve depresif bir ruh haliyle ayrılırlar. Çekingen görünebilirler, gergin ya da mütevazı bir görünümleri vardır ancak diğer tür aşırı özgüvenli narsistlerden daha tehlikeli olabilirler. Anti sosyal bir davranış sergilerler. Tehdit altında hissettiklerinde veya istediklerini alamadıklarında zalim ve kindar olabilirler.

Narsist kişilik bozukluğu olan kişiler kendisinin özel olduğunu düşünürler. Üstün biri olarak hisseder ve bir takım ayrıcalıklarının olması gerektiğine inanırlar. Başkalarının kurallarını önemsemez, diğer insanların kendi ihtiyaçlarını karşılamasını beklerler. Kendisine saygı göstermeyenlerin cezalandırılması gerektiğine inanırlar. Özellikle eleştiriye açık olmayışları, kendilerini çok yetenekli ve kusursuz görmelerinden kaynaklıdır. Bu nedenden dolayı narsist kişilik bozukluğu olan insanların muhakkak bir uzmandan yardım alması gerekmektedir. Çünkü bu davranışlar neticesinde kişi istediğini elde edemeyince krize giriyor. Sonrasında depresyon olarak kendini gösteriyor. Bunun sebebini araştırmacılar, narsist kişilik bozukluğu olan kişilerin düşük öz saygıları olduklarına bağlamaktadırlar. Her ne kadar yüksek kibre ve muhteşem olduklarına inansalar da maskenin altında çok kırılgan bir yapıları olduğu varsayılmaktadır. Tüm bunların neticesinde narsist kişilik bozukluğu tedavisi gereklidir. Narsistlerle empati yapmak zordur ancak bilmeliyiz ki böyle olmak onların seçimi değil. Doğal gelişim süreçlerinde özellikle yeterli destek ve onay sağlamayan anneden kaynaklı yetersiz ebeveynlik durumu buna zemin sağlar. Bazı inanışlara göre aşırı ilgili ve müdahaleci bir anne sebep olabilirken, bazı inanışlar da büyürken yaşanan sert müdahaleler ve ağır eleştiriler sebep olmaktadır. Bu konuda daha fazla araştırmaya ihtiyaç olsa da ikizler üzerinde yapılan bir araştırma narsistik bozuklukta genetik özelliklerin payı olduğunu da doğrulamıştır

Psikoanalist Heinz Kohut, narsistik bozukluğa sahip hastalarında şiddetli yabancılaşma, boşluk hissi, güçsüzlük, mana eksikliği gözlemledi. Narsistik altyapının dışında, kendilerinde tutarlılığı sağlayacak yapıların eksikliğini; sağlam bir birey kimliği için gerekli pozitif kişilik algısının eksikliğini gözlemlemiştir. Narsistler kendileri ve diğer insanlar arasındaki sınırların farkında değildirler ve hissettikleri egoist üstünlük duygusu arasında gider gelirler. Bu bölünmüş kişilikler üstün davranma, kendini büyük görme ve kendimi küçük görme gibi duygulardan oluşur. Kendini küçük görme duygusu ön planda iken, kişi diğer insanları idealize eder. Kendini büyük görme duygusu ön plandayken ise kişi diğer insanları küçük görür ve bunu yansıtır. Bu iki durum da utanç ve depresyonla ilişkilidir.
Bu duygular arasında her ne kadar dalgalanmalar yaşansa da her iki türdeki narsist de tutarlı bir tavır sergileyerek hastalığın patolojik olduğunu kanıtlamaktadır. Ukalalık ve aşağılama, kıskançlık, reddetme ve geri çekilme, asabiyet ve öfke, kendine acıma, kaçınma gibi davranışlar temel örneklerdir.

Bir narsistle ilişki kurmak
Evde, dışarıda gösterdiklerinden çok farklı bir hale bürünebilirler. Daha yenice güzel vakit geçirdikleri birini kötüleyebilirler. Romantik bir ilişkinin başlamasından sonra, ne kadar özel olduklarının kabul edilmesini beklerler ve kendi ortamlarını koruyabilmek, küçük düşmeye ve utanca olan hassasiyetlerini korumak amacıyla taleplerde ve eleştirilerde bulunurlar. İlişki genelde onların etrafında döner ve genellikle partnerlerini kendilerinin bir uzantısı olarak görürler.
Narsistlerin çoğu mükemmeliyetçidir. Diğer insanların ün yaptığı eylemler asla doğru olamaz ya da takdir edilemez. Partnerleri ihtiyaç halinde gereken ilgiyi, sevgiyi, parayı ve hizmeti sağlamakla yükümlüdür. Partnerlerinin de ilgi isteyebileceği, hasta veya acı içinde olabileceği onlara mantıklı gelmez. Narsistler hayır cevabından hoşlanmazlar ve insanların ihtiyaçlarını onlar ifade etmese bile anlamalarını beklerler. Reddedilirlerse, partnerlerini kötü ve suçlu hissettirmek için cezalandırırlar.
Narsist birini memnun etmeye çalışmak neredeyse imkansızdır. Çabalarınızda mutlaka bir eksiklik bulurlar ya da yarım ağızla takdir ederler. Kısa bir süreliğine memnun olsalar bile bir süre sonra fazlasını isterken bulursunuz. Böyle bir ilişkideki diğer taraf genelde sürekli şüphe içindedir. Bitmek bilmeyen ve ani gelişen ataklardan, sinir krizlerinden, suçlamalardan dolayı bitkindirler. Onayını kazanmak ve ilişkiyi yürütebilmek adına içinde bulunduğu boşa çabayla birlikte, kendi ihtiyaçlarını tamamen feda etmiş ve hatta partnerini mutsuz etme korkusuyla çoktan unutmuştur.
Partnerleri narsistin soğuk dünyasında yaşamaya çalışırken duygusal boşluğa da alışırlar. Sonumda, kendilerinden şüphe ederek kendi değerlerini ve özgüvenlerini kaybederler. Hayal kırıklıklarıyla ilgili iletişim kurmaya çalışmak da genellikle çarpıtılır ve daha fazla suçlama ve reddetmeyle karşılanır.
Narsistler için ilişkileri zorlaştıran temel neden birine duygusal olarak yakın olmanın gücü ver kontrolü elden bırakmak olmasıdır. Birine bağlı olma fikri mide bulandırıcıdır. Bu durum yalnızca seçenekleri daraltıp onları zayıflaştırmakla kalmaz aynı zamanda onları reddedilme ve utanç duygusuna da açık hale getirir. Şunu bilmekte fayda vardır ki ilişkinin finalinde iki taraf da sevgiyi tüketecek ve yoluna devam edecektir.

Kaynak: psychologytoday.com
Biz insanları diğer insanların duygularını anlamak istemeye iten şey nedir?

İnsanlar diğer bireyleri anlama çabasına girişen yegane canlılardır. Diğerlerini anlamak için bir sosyalleşme sürecine girilir. Bunun sonucunda da farklı koşullarda, karşılıklı yarar aracılığıyla hayatta kalma ihtimalimiz artar. Sosyal varlıklar olarak diğer insanları anlamaya çalışmak durumları farklı açılardan anlama ve görebilmeyi beraberinde getirir. Bu bağlamda, empati yapma gücü gelişir ve bir değerler sistemi meydana gelir. Diğerlerini anlamak olağandışı bir beceri olmakla birlikte başarılması pek de kolay bir hedef değildir. Diğerlerini anlama durumunu etkileyen birkaç etmen bulunmaktadır. Ruh hali, duygular, yorgunluk, hastalık gibi etmenleri bunlar arasında sayabiliriz. Tüm bunlar bir kişinin iyilik yapma ya da yardımcı olma arzusunu etkileyen şeylerdir. Bu da demek oluyor ki eğer birinin keyfi yerindeyse diğerlerine iyilikte bulunma ya da empati kurup onları anlama isteği daha fazladır. Öte yandan, kişi rahatsız hissediyorsa da diğerlerini anlayacak hali pek olmaz.

Bazen birinin duygu durumu ifadelerinden, görünüşünden ve üslubundan anlaşılır. Fakat diğer durumlarda sözlü olmayan ipuçlarını yakalamak zor olabilir. Böyle anlarda erişilebilir tek çözüm o kişiye ne sorunu olduğunu sormaktır. Genelde insanlar duygularını saklama ya da duygularıyla ilgili yalan söyleme eğiliminde oldukları için ikinci taktik kimi zaman işe yaramayabilir.
Diğerlerini Anlamak Hususunda Empatinin Rolü
Empati diğer insanları anlama yolunda oldukça önemli bir araçtır. Bakış açılarını, nasıl hissettiklerini kavrayabilmek adına diğer insanların deneyimlerine kulak kabartmak onları anlamanın yolunu açar. Diğerlerini anlamak onların duygularını deneyimlemeyi ve bunları kendi duygularınızla karşılaştırmanızı gerektirir. Yaşadığınız belli deneyimleri hatırlamanız ve sizin bakış açınızla karşınızdakinin farklılıklarını tespit etmeniz faydalı olacaktır. Bu bağlamda aktif dinlemek son derece önemlidir. Hemen tepki vermemeli ve bu sayede kişisel farklılıklarınızı dile getirebilmelisiniz.
Diğerlerini Anlamak Neden Bu Kadar Önemlidir?
İnsanların hayatta kalmalarını ve evrilmelerini sağlayan şeyin grup halinde sürdükleri yaşam içinde geliştirdikleri sosyal becerileri olduğunu biliyoruz. Diğerlerinden çeşitli şeyler öğrenme ve beceriler edinme yoluyla, sosyalleşme olgusu hayatta kalmayı kolaylaştırdı. Temel becerilerin geliştirilmesinde diğerlerini anlamak çok önemli bir işlevin karşılanmasına yardımcı oldu. Etkileşimin, hayatımızı ve diğerlerinin hayatını korumak için uygulanacak şeylerin ne zaman gerekli olduğunu kavramış olduk. Dahası gruptaki diğer bireyler sizi ihmal ettiği ya da yanlış anladığında bunun ciddi duygusal ve psikolojik sonuçları olacağını da öğrendik.

Diğerlerini Anlamaya Çalışırken Yapılan Hatalar
Diğerlerine sergiledikleri davranışlar ne olursa olsun, insanların eğilimleri ya da niyetleri farklı farklı olabilir. Bu davranışlar belirli durumlar altında uygun görülebilecek kafa yapılarını ya da duyguları gösterir. Örneğin; havaalanındaysanız ve kapınız bir saat uzaklıktaysa kalabalığın arasında koşmanız gerekir. Bu sizin sabırsız ve diğer insanlara karşı saygısız olduğunuzu mu gösterir? Bazı temel etmenler göz önünde bulundurulabilir tabii ama diğer önemli şeyler de kimi zaman göz ardı edilebilir. Bundan ötürü, diğerlerini anlamak her zaman kolay olmayabilir.
Diğer yandan, diğerlerinin belli durumlara karşı düşünceleri kişinin o durumu yaşayanları anlaması ve ruh hallerini çözümleyebilmesi adına da yardımcı olacaktır. Diğer bir deyişle, diğerlerinin tepkileri bir bireyin anlaşılması hususunda yardımcı bir etmen olarak karşımıza çıkabilir. Bundan ötürü, diğerlerini anlamak insanların ve toplumların hayatta kalması için ciddi bir görevdir. Fakat kişi henüz kendi duygularını tanıyamıyorsa ve onu etkileyen durumların farkında değilse, kendini başkalarının yerine koyması da zorlaşır.
Ayrıca belirli düşünceler ve senaryolar kendinizi başkasının yerine koymaya çalışırken ki tarafsızlığınızı etkileyebilir. Bu noktada empatinin karanlık yüzünü görmüş oluruz. İnsanlar belli toplum ve gruplara bölündükçe yargı kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkacaktır.

Herkes farklı ihtiyaçlara sahiptir, Maslow piramidinde doğru bir şekilde açıklandığı gibi. Bazı ihtiyaçlarımız temel ihtiyaçlardır, yemek yemek ve korunma gibi; bazıları ise ilişkilerle ilgilidir, sevgi ve kabul görme gibi. Duygularımız hayatta kalmamıza yardımcı olduğu için ihtiyaçlarımızı karşılamamızı, iyiyle kötü arasındaki farkı anlamamızı sağlar. Duygularımız başkalarıyla ilişki ve iletişim kurmamıza da yardımcı olur. Onlar ayrıca tatilde bile yanımıza aldığımız ayrılmaz arkadaşlarımızdır. Her ne kadar duygularımızdan dolayı bazen kızgın olsak da, iç varoluşumuzu daha iyi bir şekilde elde etmeyi öğreniriz.
Varoluşumuzu ve başkalarıyla iletişim kurmamızı duygularımıza borçluyuz
Duygularımız hayatta kalmamız için gereklidir. Onların ana fonksiyonlarından biri bizi psikolojik olarak eyleme geçmeye hazırlamasıdır. Pek çok hayvan etkileyici birçok duygusal davranış gösterir, bu bizim gerektiğinde hemen harekete geçmemizi sağlar. Bu belki de duygularımızı karşılamamızı, onlarla yüzleşmemizi sağlayan ilk adımdır. Örneğin bir yılan görünce korkarsanız, zehirli olsa da, olmasa da vücudunuz reaksiyon verecektir. Bu durumda kalbinizin ritmi kaslarınıza daha çok kan göndermek için yükselir, böylece olası bir tehlikeden kaçabilirsiniz. Bu şekilde herhangi bir durumdan kaçmak isterseniz, düşünerek zaman kaybetmek yerine harekete geçersiniz.
Duygularınız, içeriden ve dışarıdan gelen uyarıları nasıl algıladığınızı ve yorumladığınızı başkalarına anlatır. Biz genellikle bu şekilde sözsüz iletişim kurarız. Böyle bir iletişim sözlü iletişimden daha hızlı, daha doğal ve daha sezgiseldir. Bu demektir ki; sizin niyetiniz olmasa da, duygularınız başkalarını etkiler. Duygularımız bize rehberlik eder, çünkü karşılaştığımız her durum hakkında bize değerli bilgiler verir. Bir durumu ondan hoşlansanız da hoşlanmasanız da anlamanıza yardımcı olur. Bu şekilde ne hissettiğinize bağlı olarak aynı tecrübeyi ya tekrar yaşarsınız ya da ondan kaçınırsınız. Onlar bizi yönlendirmeye yardım eden bir iç pusula gibidirler ve neyin gerçekten önemli olduğunu bize bildirirler.

Duygularımız ihtiyaçlarımızı karşılamamızı sağlar
Hiçbir duygu hem pozitif, hem de negatif değildir. Bazıları harika hissettirir (mutluluk gibi) ve diğerleri ise harika hissettirmez (üzüntü veya öfke gibi). Her bir duygunun bir amacı vardır. Hepsi geçerli ve gereklidir. Onlar sizin yol arkadaşınızdır. Gittiğiniz her yere sizinle beraber giderler ve neye ihtiyacınız olduğunuzu söylerler. Şimdi bazı örneklere bakalım:
- Öfke: Haksız durumlar karşısında, belki de haklarımız dikkate alınmadığında kendimizi öfkeli hissederiz. Bunun önüne geçmek için sınırlarımızı koymamız ve kendimizi korumamız gerekir.
- Üzüntü: Bir yakınımızı, bir eşyamızı, işimizi vb. kaybettiğimizde üzgün hissederiz.
- Endişe: Tehlikeli bir durumla karşılaştığımız zaman endişeli hissederiz. Kendimizi korunmuş ve güvende hissetmemiz gerekir.
- Sevinç: İyi tecrübeler, bir şeyi kazanmak ya da okuldaki çalışmalarda başarılı olmak gibi yaşadığımız pek çok şey bizi sevinçli hissettirir. Bu duygumuzu genellikle diğer insanlarla paylaşmak isteriz.
Öfkeli hissetmeseydiniz kendinizi koruyabilir miydiniz? Hiç üzgün olmasaydınız, kayıplarınız ile nasıl yüzleşeceğinizi bilir miydiniz? Endişe duygusu olmasaydı, bir tehlikeyle karşılaştığınızı nasıl anlardınız? Sevinç duygusu olmasaydı sizi neyin mutlu ettiğini nereden bilirdiniz? Duygularınızın olmasının bir sebebi var. Onların size kılavuzluk etmesine izin verin.
“Bir insanı değiştirmek için gerekli olan şey, onun kendi farkındalığını değiştirmektir.”- Abraham Maslow
Duygularımızı düzenlemek için 4 strateji
Size rehberlik etmeleri iyi de olsa, bunu doğru şekilde yaptıklarından emin olun. Etkileriyle kendinizi kaybetmeyin ve düşüncelerinize de aynı zamanda önem verin. Zihninizi toparlamadan duygularınızın sizi boğmasına izin vermeyin. Bu yüzden bunları doğru bir şekilde yönetmeyi öğrenmek önemlidir. Aşağıdaki dört strateji bunları düzenlemenize yardımcı olacaktır:
Tanımlayın
Hissettiğiniz duygudan haberdar olmanız kesinlikle onunla baş etmenize yardımcı olur. Bunu nasıl ayırt edeceğinizi bilmek, örneğin, üzgün veya kızgınsanız ve bu duygunun öne çıkmasına sebep olan soyut durum veya düşünce, sizin o duruma uygun davranmanızı sağlayacaktır. Buna ilaveten, kendi duygularınızdan haberdar olmak, sizi daha empatik yaparak, başka duyguların yanında onları da tanımanıza yardımcı olur.
Tolere edin
Üzüntü ve öfke gibi negatif duyguların var olduğu gerçeğini dikkate almamıza rağmen, onları duygusal repertuvarımızdan uzak tutmak yerine onları tolere etmek daha önemlidir. Duygular gelir ve gider, bu bir süreçtir. Şu anda üzgünseniz, bu sonsuza dek üzgün bir kişi olacağınız anlamına gelmez. Duygularınızı bloke etmeye veya üzerinde baskı kurmaya çalışmayın; onları dinleyin, hissedin ve onlarla başa çıkmaya çalışın.
Kendinizi düzenleyin
Hepimiz kendimizi düzenleme konusunda yeterliyiz. Bir duygunun zamanla gitmesine izin vermeyin, onu kaybetmemek için bir şeyler yapın! Mümkün olduğu kadar negatif düşüncelerden uzak durmaya çalışın ve her şeyin pozitif yönüne odaklanın. Duygularınız üzerindeki yoğunluğu azaltmak için ilginizi dağıtın veya sevdiğiniz herhangi bir işi yapın. Kendiniz üzerinde çalışın ve uyarıları kontrol etmeyi öğrenin. Bu şekilde kendi huzurunuzu arttırırken, kendinize dikkat etmeyi öğrenirsiniz.
Kendinizi ifade edin ve iletişime geçin
Kendi kaynaklarınıza sahip olmanızın yanı sıra, duygularınızı etrafınızdakilere de ifade etmelisiniz. Duygular paylaşılmalıdır. Başkalarına güvenin ve nasıl hissettiğinizi, neye ihtiyacınız olduğunu bilmelerine izin verin. Özetleyecek olursak, duygularımız ihtiyaçlarımızı karşılamamıza yardım eder ve nasıl hareket edeceğimiz konusunda bize rehberlik eder. Hayatta kalabildiğimiz ve başkalarıyla iletişim kurduğumuz için onlar inanılmaz bir şekilde değerlidir. İlk önce duygularımızı hissederiz ve sonra yapacağımız davranışlardan sorumlu olarak nasıl davranacağımıza karar veririz. Haydi duygu ve düşüncelerimizle uyumlu olalım, böylelikle onları kesin bir şekilde ifade edebiliriz!

“Duygularınızı kontrol edin yoksa onlar sizi kontrol ederler.”
– Çin Atasözü
Psikolog Maria Fabregat Giribet


Geçmeyen mutsuzluk sorunu günümüzün en popüler psikolojik sorunu olarak başı çekiyor. Hem gündelik hayatta insanlardan duyduklarımız hem kendi hissiyatlarımız hem de araştırma verileri kronik mutsuzluk sorununun yaygınlığını ortaya koyuyor. “Ne yaparsam yapayım mutlu olamıyorum“, “yaptığım hiçbir şeyden zevk alamıyorum”, “kendimi sürekli mutsuz ettiğimi hissediyorum”, “her şeyi kafama takıyorum” gibi nice şikâyet cümlesi eminim hepinize ya kendinizden ya da çevrenizden ötürü tanıdık gelmiştir. Psikiyatri dünyası bu duygusal çökkünlük durumunu “depresyonun bir belirtisi” olarak tanımlıyor. Dünyada yapılan araştırmalara bakacak olursak yoğun mutsuzluk ve zevk kaybı içeren depresyon hastalığının sadece ülkemizde değil tüm dünyada arttığını görebiliriz. Dünya Sağlık Örgütünün raporuna göre 2015 yılında dünya çapında depresyon vakalarının sayısı 322 milyon kişiye yükseldi. Rapordaki verilere göre, Türkiye’de depresyon şikayeti olanların sayısı 3 milyon 260 bine ulaştı.

Günden güne teşhis oranı artan bu hastalığın en önemli yapıtaşı olan mutsuzluk sorunsalına çare olabilmesi adına ülkemizde pek çok yayına rastlayabilirsiniz. Mutsuzluktan kurtulmanın “kısa” ve “kestirme” yollarını aktaran pek çok kişisel gelişim kitabı raflarda boy gösteriyor ve hızla tükeniyor. Her gün mutsuzluk sorununu aşmaya dair onlarca seminerler ve eğitimler düzenleniyor, Tvlerde ve radyolarda bunun yolları anlatılıyor. Ruh sağlığı profesyonellerinden yardım almak geçmişe nazaran artık çok daha kolay fakat tüm bunlara rağmen gelin görün ki mutsuzluk sorunu da aynı hızla yayılıyor. Özetle tabloda bir terslik var.
Her şeyden önce şu mutluluk merakını bir sorgulamakta fayda var.
Zira herkesin diline pelesenk olmuş bir merak bu. Yaşamının asıl amacını mutluluk duygusunun iplerine bağlamış insanlar için bu duygunun değeri oldukça yüksektir. Ama ve lakin bir dakika sonrası bile belirsiz olan yaşamda bir duyguyu yegâne amaç olarak yaşamak esasen gerçekçilikten çok uzak. Duyguları hayatın amacı olarak temel almak insanı duygularının esiri haline getirir. Oysa duygular çok hızlı değişebilir ve süreğenliği yoktur. Hayatın anlamını böylesine bir kaygan zemine oturtmak takdir edersiniz ki bizi haliyle tatminsiz kılacaktır. Bu noktada hayata yüklediğimiz anlamı ve amacı revize etmemiz gerekiyor. “Hayatın anlamı nedir?” gibi derinliği kocaman bir soruya cevap vermek ilk adım olmalı. Ardından, “bugüne kadar bu anlam dairesinde mi yaşadım?” ve “bu anlam dairesinde mutlu hissedip hissetmemek ne kadar önem arz ediyor?” soruları sıraya geçmeli.

İşte bu sorulara cevap verdiğinizde başka bir pencere daha açılacak;
sizin potansiyelinize ve içinde bulunmayı tercih ettiğiniz anlam dairesine en uygun amacı belirlemeniz gerekecek. İşte bu amacı gelip geçici duygularımız değil, yaşamımızın verimliliği yönlendirmeli. Yani, bu amacı oluştururken asıl derdim olumlu duygular yaşamaktan öte yaşamımı verimli ve işlevsel kılmak olmalı. Söz gelimi, tüm gününü ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmakla geçiren biri pek tabii çok mutlu hissedemez. Zira zor durumda ve ıstırap içinde olan insanları görmek kimseye zevk vermez. Fakat o günü verimli yaşamış olmak kişinin yaşamını anlamlı kılacak ve o, ertesi gün aynı işe, başkalarının acısıyla acı çekmek pahasına, koşarak gidecektir. Bu örneği diğer pek çok meslek ve uğraş için dile getirebiliriz. Uzun lafın kısası, ne hissettiğim değil, ne yaptığım ve yaptığımın benim için ne anlam ifade ettiği, aynı zamanda ortaya koyduğum eylemlerle toplumsal faydayı ne kadar gözettiğim önemli olmalı.
Mutluluk kelimesinin pek çoklarımız için görmek istemediğimiz boşlukların maskesi haline gelmesi bir başka sorunlu nokta. Mutlu olsam hayatımda ne değişirdi? Neyi daha iyi yapardım? Neyi daha az yapar ve nelerden uzaklaşırdım? Mutluluk duygusu somut şekilde hayatıma ne katardı? Kurtulmak istediğim bu mutsuzluk benden gitse, hangi eylemleri hayata geçirirdim? İşte bunun gibi daha nice eylem odaklı soruyu kendimize sormalıyız. Aslında anlamsız ve boş yaşadığımız yaşamımızı görmek yerine bir duyguyu hissedememeyi esas sorunmuş gibi tanımlamak hayatımızın sorumluluğundan kaçmamız anlamına geliyor. Oysa sorumluluk almalı ve yaşamımızı değerli kılacak işlerin peşinde olmalıyız. Okumalı, öğrenmeli, öğretmeli ve üretmeliyiz.

Mutluluk zaten bunları yaparsak tıpış tıpış peşimizden gelecektir;
Gelmese de önemli olmayacaktır, zira tüm bunları yapmanın bize getirdiği olgunluk kâfi gelecektir. Muhtemelen duygularımızı takip edecek vaktimiz de olmayacaktır.
Özetleyecek olursak, mutluluğu hayatımızın ideal amacı olmaktan çıkarıp yaşamımızı sorumluluklarımızla anlamlı kılmalıyız. Bu sorumluluklar esnasında huzur, mutluluk, sevinç gibi olumlu duygulara ek olarak yaşayacağımız olumsuz duygulara da açık olmalı ve bu duyguların tekâmül sürecimizin olmazsa olmazı olduğunu kabullenmeliyiz.

Diyanet Aile Dergisi / Uzm. Psk. Esra Oras

Ani sinirlenme, insanları ani bir şekilde etkileyen, sebepsiz yere oluşan bir durumdur. Kan beynime sıçradı gibi sözlerle ifade edilen sinirlenme halinde vücutta fazla miktarda adrenalin salgılanır. Bu kişinin stres halini anlatır. Vücutta çok kısa bir sürede nabız artar, vücut ısısında artış, kan dolaşımında hızlanma, gözde pupillarda genişleme, kan şekerinde artış gibi etkiler oluşur. Adrenalin artışı vücudu tehlikelere karşı hazır duruma getirir. Sinirlenme halinde yani vücuttaki stres arttığında vücutta kısa ve uzun süren değişimler olur. Bu nedenle ani sinirlenen kişilerde kalp hastalıkları, ülser, gastrit gibi sindirim sorunları, hipertansiyon rahatsızlığı riski artmaktadır. Kişiler bu tepkiyi vererek kendilerine zarar vermektedir

Ani sinirlenmenin etkileri nelerdir?
Sinirli bir ruh hali ilk olarak kişinin sağlığına zarar vermektedir. Bunun yanında sağlıklı karar verme mekanizmasının bozulmasını sağlar. Kişiler sinirlendiklerinde tamamen duygularıyla hareket etmeye başlar. Bu kişilere zarar veren bir davranış şeklidir. Çünkü mantıklı, makul ve sonuçları iyi olacak kararlar genellikle sakin olunan ruh halinde alınmaktadır. Sinirli olunduğunda kişinin muhakeme sistemi tam olarak çalışmadığından, hata yapma olasılığı artış göstermektedir. İnsanlar geçmişteki kararlarını sorguladığında, yanlış olanların aceleyle ve hissi bir şekilde verilen kararlar olduğunu rahatlıkla görebilir. Sinirli olan kişilerde doğru karar verme yerine hissiyat devreye girdiğinden, karşıda olanlara karşı duygularla tepki verme durumu yaşanmaktadır. Verilen tepki kişiye sözlü ya da fiili olarak zarar verici şekilde gerçekleşir. Kişide muhakeme zayıf olduğunda, alınan kararların çoğu isabetsiz olur. Bu durum hem kişiye, hem de çevresine zarar verici şekilde gelişir.
Ani sinirlenme huzursuzluk kaynağıdır
Kişiler iş yaşamında, aile yaşamında ya da başka bir ortamda ani sinirlenme belirtileri gösteriyorsa, ortamda bulunan herkesin olumsuz etkilenmesi söz konusudur. Bu kişilerin her an sinirlenerek bağıracağı, söyleneceği ve gerginlik yaratacağı düşünüldüğünden, oradakiler huzurlu olamaz. Kişinin negatif enerjisi başkalarını da etkileyerek, insanların stresini arttırmaya yarar. Bu ortamdakiler huzurlarını kaybettiklerinde, mutluluklarını da kaybeder. Aile ortamında bile, yaşanan huzursuzlukların temeli ani sinirlenen kişilerin gereksiz tepkilerinden kaynaklanır.

Ani sinirlenme sebepleri nelerdir?
Kişilerin yapısı ani sinirlenmenin en önemli sebepleri arasındadır. Fevri olan kişilerde ani sinirlenme durumuna daha fazla rastlanır. Bu yapıdaki kişiler stres hormonuna daha çabuk yanıt verir. Bunların reseptörleri daha hassas olur. Tiroit hormonu yüksek olan kişilerde ani sinirlenme etkisi daha fazla olur. Yoğun sorumluluk alanlarda, aşırı yük altında olan kişilerde stres hormonu daha fazla salgılanır. Bu kontrol mekanizmalarını bozucu etki yapar. Ayrıca mükemmeliyetçi, rekabetçi, titiz ve ayrıntılara önem veren kişilerde sinirlilik daha yaygın görülür. Egoist olan kişilerde engelleme durumunda bu tepkiyi daha rahat verirler. Çocuklarda görülen ani sinirlenme durumunda ise bu sebeplerin dışında kötü rol modelleri de etkili olmaktadır.
Ani sinirlenme durumunun psikiyatrik nedenler arasında depresyonda olan kişilerde strese karşı gelişen aşırı duyarlılık ya da tepkisizlik yer alır. Aşırı gergin ve tepki durumunda kişide kronik depresyon durumu düşünülmelidir. Bunun yanında duygu durum bozukluklarında, manik kaymalarda da ani sinirlenme etkisi görülebilir. Alkol ve uyuşturucu bağımlılarında bunu kullanırken ya da bunlardan yoksun kaldıkları dönemlerde sinirlilik oluşabilir. Kişilik bozukluklarında ise sinirlilik haliyle birlikte zarar verme etkisi hakimdir. Bu kişinin kendisine ya da karşısındaki kişiye zarar verme şeklinde yaşanır.

Sinirlilik nasıl azaltılabilir?
Nefsin terbiye edilmesi sinirliliği azaltan en önemli etkendir. İnsanların ben merkezli bakış açıları, kendilerine yönelik eleştirilere aşırı reaksiyon vermelerine neden olur. Kendisine haksızlık yapıldığını düşünen, etrafından saygı görmediğini, sözünün dinlenmediğini düşünen kişiler en küçük sorunda bile sinirlenerek, saldırgan bir tutum içine girerler. Bu kişilerin egoist bir yapıya sahip olduğu görülür. Bu yüzden kişilerin tepkileri konusunda farkındalık yaratması çözüme yardımcı olur. Sorumlulukları strese sebep olmadan yerine getirmeye çalışmak gerekir. Kişiler elinde olmadan aşırı tepkiler veriyorsa, bunu tüm gayretine rağmen düzeltemiyorsa psikiyatrik tedavi alınması gerekir. Bunun ilaçlarla dengelenerek tedavi edilmesi gerekir.


Kendi kendine konuşmak, kişinin günlük yaşamda kendi kendine konuşması her zaman bir hastalık olarak algılanmamalıdır. Bu kişinin stresten kurtulması için son derece faydalı olabilir. Ancak farklı türlerde geliştiğinden, tedavi edilecek kişiler iyi ayrılmalıdır. Bunun yanında çocuklarda kendi kendine konuşmak, tavırların şekillenmesine yardımcı oluyor. Yapılan araştırmalarda insanların en fazla kaybettiği eşyalarını ararken kendi kendilerine konuştuklarını ortaya koymuştur. Bu davranışın algılama ve düşünmeyi arttırdığı belirlenmiştir. Kendi kendine konuşmak iki farklı şekilde gelişebilir.
Kendi kendine konuşmak kaç türlü olur?
- Hastalık olarak kabul edilen durum: İlk durumda kişi kendini soyutlayarak, kendine yeni bir dünya kurmuştur. Bu kişiler psikoz denilen akıl hastalığı olan gruptadır. Kişi ayrı bir dünyada olduğunu düşünerek, kendine bir yaşam alanı kurmaktadır. Dış dünyadan tamamen kendini soyutlamıştır. Kendi hayallerindeki kişiler ve objelerle konuşarak, kendini psikolojik olarak ayakta tutmaktadır. Bu kişiler tedavi ihtiyacı olan gruptur. Kişiler hayatta kalabilmek için ve toplumla ihtiyaçlarını karşılayamadıklarından dolayı kendine ait bir dünya kurmaktadır. Bu dünyada sosyalliği aramaktadır. Bunlar için yer ve zaman önemli değildir. Çünkü gerçeklerden kopuk bir hayatı vardır. Toplumda herkesin içinde kendi kendine konuşur. Psikoz halinde bu sorun mutlaka tedavi edilmelidir. Kişinin hastaneye yatarak, tedavi edilmesi ve ilaç kullanması gerekmektedir.
- Hastalık olarak kabul edilmeyen durum: Kendi kendine konuşmanın diğer şeklinde ise, kişiler bunu stres gidermek için yaparlar. İnsanlar yaşamlarının bazı dönemlerinde bunu yaparak, sesli hayaller kurabilir. Bu daha çok aceleci ve hiperaktif yapıda olan kişilerde rastlanır. İnsan sosyal bir canlı olarak kabul edildiğinden, yalnızlık kişinin akıl sağlığının bozulmasına neden olabilir. Bu yüzden bazı kişiler kendi kendine konuşarak, ayakta kalmaya çalışabilirler. Bu çoğunlukla herkesin yapabildiği bir davranış şekli olabilir. Sosyal zekası yüksek olan kişiler, özellikle yalnızlığa tahammül edemezler. Bunlar daha fazla konuşurlar. Kişinin bu özelliğinin farkında olması durumunda, bunun stres azaltmaya etkisi olur. Ancak bunun farkında değillerse, bu kişiler hastadır.
Kendi kendine konuşmak nasıl tedavi edilir?
Bu sorunun tedavisi için yapılan psikolojik tedavide psikodrama tekniği kullanılmaktadır. Bu teknikte tiyatro psikolojik tedavi sırasında kullanılmaktadır. Yani buna bir örnek vermek gerekirse; Kişi kendi kendine konuştuğunun farkına varırsa, tedavi faydalı oluyor. Tedavi sırasında kişi bir sandalyeye oturtulmakta ve karşısına boş bir sandalye konmaktadır. Boş sandalyede annesinin olduğu varsayılarak, onunla karşılıklı konuşması isteniyor. Kişi konuştuktan sonra annesinin yerine geçerek, onun gibi cevap vermeye başlıyor. Bu yapılan kişilerin sosyal ihtiyaçlarını gidermelerine yardımcı oluyor.


Arkadaşlık: Hiç bir canlı tek başına yaşayamaz. Sosyal bir varlık olan insanlar birlikte yaşamak zorundadır. İnsana bahşedilen akıl ve konuşma yetisi kişiyi bir başka bireyle iletişime zorlar. Yaşamı boyunca insan, yalnız başına kalmayı istemez. Mutlaka çevresindeki insanlarla iletişim kurmak ister. “İstisnalar kaideyi bozmaz” tespitini hatırlatarak sosyal sorunları olan bireyler dışındakiler çevresiyle paylaşımda bulunmak arzusundadır. Birey, ailesi dışında bulunduğu ortamları birlikte paylaştığı diğer bireylerle iletişime geçerek duygu ve düşüncelerini paylaşmak ister. Birey, ailesi dışında akranları ile birlikte zaman geçirmek, beraber çalışmak, beraber eğlenmek, beraber mutlu olmak, beraber üzüntüleri paylaşmak kısacası her şeyini paylaşmak ister. Bireyin çevresindeki akranı olan ve paylaşımlar yaşadığı diğer bireyleri arkadaş olarak adlandırıyoruz. Birey için arkadaş aile fertlerinden sonra gelen insandır.
Birey, yaşamı boyunca ailesi ile bile paylaşmadığı bir çok sorunlarını, beklentilerini, yaşamla ilintili bir çok meseleyi arkadaşıyla paylaşır. Bazen arkadaş, kardeşten önde gelir. Bu kadar önem verdiğimiz bireyler arasındaki arkadaşlık ya da eskilerin dediği dostluk bağı ne kadar samimi, ne kadar saygılı olursa o kadar uzun olur.

Bireyler arasında güven ve samimiyet varsa arkadaşlık var demektir. Arkadaşının güvenini sarsacak fiillerde bulunmak, saygısızca davranmak aralarındaki arkadaşlığın sonunu getirir. Güvenin ve samimiyetin ortadan kalktığı ortamda bireyler arasında ilişki devam ediyorsa o artık arkadaşlık değil menfaat ilişkisidir. Güven, sadece arkadaşlık ilişkilerinde değil tüm insanlar arasında da önemlidir. Güven, insanlar arasındaki bir birleriyle ilgili paylaşımların üçüncü şahıslara aktarılmamasıyla ifade edilebilir. Güvenin olmadığı ilişkiler arkadaşlık olarak görülmezler.
“Dost kötü günde belli olur” atasözü arkadaşının kötü gün diye tabir edilen günlerinde, onun kederini paylaşmak, ona destek olmak, onun varsa ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmak arkadaşlık gereğidir. İnsanların her daim mutlu ve huzurlu olması beklenemez. Yaşamın her anında bir çok kez elem verici hadiseler yaşanır. İşte o günlerde birey yanında kendisine maddi ve manevi destek olacak birilerini arar. Aradığı ailesinden sonra arkadaşlarıdır.
“Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” atasözü arkadaşlar arasındaki ilişkiyi bize anlatmaktadır. Aile bireylerini seçemeyiz; ama arkadaşımızı seçebiliriz. Arkadaş seçimi manavdan meyve seçer gibi görünüşleriyle değil paylaşımlar sonucu ortaya çıkar. Birey kendisine, saygı duyan, güvenilir, iyi ve kötü günde kendisine destek olan kişiyi arkadaş olarak seçerse isabetli olur. Her merhaba dediğimiz birey gerçek arkadaş değildir.


Samimiyet yüreklerin konuştuğu bir dildir. Çoğunun yüreği yetmez.

Dostluk çok yüce ve geniş bir kavramdır. Zor ve kötü anlarında sana elini uzatan, sana yardım eden ve seni içerisinde bulunduğun güç durumdan çıkarmak için elinden gelen her şeyi yapabilen, yine en iyi anlarında hep senin yanında olan kişiler dost kişilerdir. Dostluk, iki kişi arasında güçlü ilişki bağı, karşılıklı sevgi, menfaatsiz ve çıkarsız iyi niyet anlamına gelmektedir. Dostluk kolay şekilde elde edilmez ve hayatımıza kolayca yerleşmez. Her arkadaş olarak gördüğünüz kişiyi dost olarak asla göremezsiniz, dostluğu elde etmek zaman ister. Örneğin kötü bir olay yaşadığınız o an size ulaşacak ilk kişi dost olarak belirlediğiniz kişidir. Sizi hiçbir zaman arkanızdan vurmayacak, sizi asla üzmeyecek, ilelebet yanınızda olacak kişiye dost denir. Günümüzde dost bulmak her ne kadar zor olsa da hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmamamız gerekir. Elbet bir gün sizin dostunuz tabi ki olacaktır. Dostluk hiçbir zaman basit bir arkadaşlık değildir. Arkadaşlık ötesi bir duyguyu simgeler. Dost çıkarsız arkadaşlık olarak tabir edilir. Çıkar ilişkisi olmayan arkadaşlık elde etmek zor gibi görünse de aslında çok da zor değildir.
DOSTLUK KAVRAMI NASIL ELDE EDİLİR?
Dostluk kavramı günümüzde içi her geçen gün boşaltılan bir duruma gelmiştir. Gerçek anlamda dostluk kurabilmek, insanlara güvenebilmek ve zor zamanlarında seni yalnız bırakmayacak kişileri bulmak gerçekten zor hale gelmiştir. İnsanlar günümüzde herkese dost diyebilmekte ya da bazılarına da gerçek dost ifadesini kullanabilmektedir. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Dost ya da dostluk kavramlarının tek bir anlamı bulunmaktadır. Bu nedenle gerçek dost diye bir ifadenin doğru olduğuna inanmıyoruz. Dostluğu hayatımıza yansıtmak için sıkı bir bağlılık gerekir. “Bana dostunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” atasözünde anlam aslında şudur: Kişi dostu ile aslında aynı yöne bakar. Dostu kişiyi çok iyi tanır. Onun üzgün olduğu zamanları kısa zaman içinde anlar. Kişi dostunun yaşamış olduğu zorluğun hemen farkına varır. Elinden gelenin daha fazlasını yapmak için gayret sarf eder. Yalnızca iyi günde yanında olmak dostluk değildir. Hem iyi günde, hem de kötü günde kişi dostunun yanında olmalıdır.
Dostluklar kişiden kişiye de değişebilir. Fakat dostluğu belirleyen kişi aslında sizin ta kendinizdir. Dostunuzun hayatınızın neresinde olduğuna siz karar verirsiniz. Burada belirtmek istediğimiz en önemli husus ise kişiye sen benim kesin dostumsun demek için asla acele edilmemesi gerektiğidir.
Pek çok kişi hayatlarına yeni bir arkadaş girdiğinde ve samimi olduklarında birbirlerine “dostum” diye hitap etmeye başlamaktadır. Dostluğun asıl anlamının yitirildiği günümüzde, çok iyi vakit geçirilen, gülüp eğlenebilinen ve sürekli beraber olmaya çalışılan her samimi arkadaşlık dostluk olarak düşünülmektedir. Burada önemli olan samimi arkadaşlık ile dostluğu birbirinden ayırabilmektir. Kişiliğe bağlı olarak insanlar birbirleriyle tanıştıktan kısa süre sonra samimi olabilirler fakat dost olabilmek için belli bir zaman ve yaşanmışlıkların olması gerekir.
Dostunuzun kim olduğunu hemen anlamayabilirsiniz. Bu nedenle asla acele etmeyiniz. Dostluk kurduğunuz kişiyle ilk olarak güven elde etmek gerekir. Bizler samimi arkadaşlık olarak tabir ettiğimiz ilişkiye dost ilişkisi diyebiliriz. Samimi arkadaşlık ilişkisi dostluk kavramı elde edilmesine elbette yardımcı olmaktadır. Ancak yinede aceleci olmamak gerekir, yoksa bu aceleciliğin sonu hayal kırıklıklarına dönüşebilir.
DOSTLUĞUN ÖNEMİ
Dostluğun ve dost insanların önemi o kadar fazladır ki, saymakla bitmez. Çevrende iyi niyetli ve zor durumlarında sana yardım elini uzatabilecek dostların bulunması hayatın sana sunmuş olduğu en büyük sürprizlerin başında gelmektedir. Tam dibe vurduğunu düşündüğün anda, kendini çaresiz hissettiğinde ya da her şeyin bittiğini düşündüğünde onun elini görür ve yeniden ayağa kalkarsın. İşte dostluğun önemi bu noktada ortaya çıkmaktadır. Dost size güven veren kişi olduğundan onunla konuştuğunuz zaman bile ferahlık hissedeceksiniz.
Yaşamış olduğumuz yüzyılda dost bulmak gerçekten çok güç hale gelmiştir. Özellikle dostluk kurabilmek insanlar için bir lüks haline gelmiştir diyebiliriz. Gerçek anlamda dostlukların çok zor bulunduğunu ve hatta aramakla bulunamadığını bilmemiz gerekiyor. Dostluklar da tıpkı aşklar gibi tesadüfen bulunabilmektedir. Hayat ya da kader insanları tesadüf bir şekilde karşılamakta ve dostluk kurmalarına neden olmaktadır. Dostluk kurulması sürecinde kişilerin karşılıklı iyi niyeti, sevgisi, saygısı, samimiyeti ve dürüstlüğü çok önemlidir. Bu değerleri sarsacak davranışların olması halinde dostlukların kurulabilmesi mümkün olmayacaktır. Dostumuz dediğimiz kişi bizi yarı yolda bırakmaz. Dostumuz dediğimiz kişi erkek ya da bayan olabilir. Farklı cins olan insan da olsa dost olarak tabir edebiliriz. Bu durum sizin tutumunuza bağlıdır. Aslında herkesin bildiği aşağıdaki anektot dostluğun önemini anlatan en güzel örneklerden biridir.
“Sevilecek biri olmadığın zamanlarda bile seni sevmeli… Sarılınacak biri olmadığın zamanlarda bile sana sarılmalı… Dayanılmaz olduğun zamanlarda bile sana dayanmalı…
Dost dediğin, fanatik olmalı; Bütün dünya seni üzdüğünde sana moral vermeli, güzel haberler aldığında seninle dans etmeli ve ağladığında, senle ağlamalı…
Ama hepsinden daha çok, dost matematiksel olmalı; Sevinci çarpmalı, üzüntüyü bölmeli, geçmişi çıkarmalı, yarını toplamalı.
Kalbinin derinliklerinde ki ihtiyacı hesaplamalı ve her zaman bütün parçalardan daha büyük olmalı. İşi bitince seni bir tarafa atmamalı.”
DOST VE ARKADAŞ AYNI KİŞİ MİDİR?
Dost her zaman yanımızda olan kişi olmalıdır. İyi zamanlarımıza değil kendimizi kötü hissettiğimiz her an yanımızda olan kişi olmalıdır. Dostluk kavramı yukarıda da belirtildiği üzere çok önemli bir kavramdır. Kötü zamanlarımızda yanımızda olan ve bize sıkı sıkı bağlı olan kişi dost olarak tabir edilebilir. Arkadaş ve dost birbirinden çok ayrı insanlardır. Sosyal hayatımız veya güncel yaşantımızda bu iki kişiyi birbirinden ayırmamız gerekir. Dost ve arkadaş farklı kişilerdir. Asla bir olmaz. Çünkü sizler dostunuz ile her şeyi konuşabilirsiniz. Dostunuza derdinizi anlatabilirsiniz.
Dost ve arkadaş kavramları her ne kadar birbirine yakın kavramlar gibi görünse de, dost arkadaştan daha ötedir. Gerçek anlamda dost olan iki kişi her şeyini paylaşmalı, zor durumda yardıma koşmalı, kendinden daha fazla dostunu düşünmelidir. Arkadaş kelimesinin de anlamı dost kelimesi ile yakındır. Sırdaş ya da yoldaş kelimelerine yakın bir anlam taşıyan arkadaş günümüzde dostluk kavramı gibi içerisi boşaltılmıştır. İyi bir arkadaş kişiyi yarı yolda bırakmaz, ona asla ihanet etmez ve her zaman iyi niyetle ona yardım etmek ister.
Dost olan kişi ile farklı bir güçlü bağ kurulur. Dost ile uzun zaman ayrı kalsanız onu özleyebilirsiniz. Arkadaşınız ile birlikte zaman geçirdiğiniz ve sırf o zamanı değerlendirmek için birlikte olduğunuz kişilerde olabilir. Dost ve arkadaş asla aynı kişi değildir. Dostluklar kalıcı arkadaşlık olarak bilinir. Dostunuz sizi hiçbir zaman yanınızdan ayırmak istemeyen kişidir. Siz ağlarsanız sizinle ağlar siz gülerseniz sizinle güler. Siz mutlu olursanız sizinle mutlu olur gibi daha nice bir süre kavram söyleyebiliriz. Dostluk hiç bir zaman tükenmeyecek olan ebedi arkadaşlıktır. Dost farklı arkadaş farklı kişidir. Dostunuz sizler için çok saygın kişidir. Ona çok değer verdiğinizden dolayı arkadaş olarak göremezsiniz. Arkadaşlıktan çok öte olan bir kişidir.

DOST NASIL OLMALIDIR?
Dost kelime anlamı olarak çok geniş olan bir anlama sahiptir. Hayatımızda da aynı kelime anlamında olduğu gibi çok yer kaplayan kişidir. Hayatımızın her anında yanında olan kişidir. Kalbini okuyan kişi olarak da bilinir. Kalbine huzur ve barış veren kişidir. Dost seni çok düşünen kişidir. Sizin asla düşmanınız olmayan kişidir. Her konuda sizi anlamaya çalışan kişidir. Dost aynı zamanda eğer siz haksızsanız da söylemelidir. Haklı iken size evet haklısınız diyen kişi olmalıdır. Size sıkı sıkı bağlı olan ve asla ihanet etmeyen kişi olmalıdır.
Dost sizin ilerlemenizi seven kişi de olabilir. Meslek hayatınızda, evliliğinizde, iş hayatınızda, üniversite yıllarınızda, okul hayatınızda veya nerede olursanız olun sizin güçlü olmanız adına yardımcı olan kişi olmalıdır. Sizin hayatınızı sizden çok düşünen kişi elbette ki olamayabilir. Fakat hayatınıza çok değer veren kişi olmalıdır. Dost olarak gördüğünüz kişi size kısa zaman içinde güven veren kişi değil de ahrete kadar yanınızda olan kişi olmalıdır. Hani derler ya ahretlik arkadaşımsın sen benim diye. İşte tam da bu şekilde son nefesine kadar senin can arkadaşın olan kişi dostun olmuş demektir.

DOST OLAN KİŞİ SİZİ YANILTIR MI?
Dost olan kişi sizi asla yanıltmaz. Aldığınız her nefeste yanınızda olan can ciğer arkadaşınız olduğu için sizi yanıltmayan kişi olmalıdır. Dost gözü kapalı güven duyduğumuz kişilerdir. Hayatımızın her alanında yanımızda olan kişi olmasından dolayı bizi yanıltacak hareketler yapmamalıdır. Hani derler ya bir kere hata yapan tekrar yapabilir diye. Dostunuz şu durumda sizi tekrar üzebilir. Belki de dostunuz yaptığı bir yanılgı veya yanlış hareket yüzünden sizi ömür boyu zor durumda bırakacaktır. Güven zor elde edilen duygu olmasından kaynaklı bu yanılgı sizi kişiden soğutur. Belirttiğimiz gibi; arkadaşlık ilişkisi olarak kalır. Yani zamanla dostluk duygusu azalabilir. Bu yüzden dost asla yanıltmayacak olan kişi olmalıdır.
Sadece dostluk ilişkisinde değil bu durum arkadaşlık ilişkisinde de aynı şekildedir. Bir kere kaybedilen güven daha sonrasında asla kazanılmaz. Sonrasında ise bir bakmışız o arkadaşlık da kısa zaman içinde bitmiştir. Bu yüzden dostunuza lütfen sahip çıkın. Değerini bilin. Dostluk çok zor elde edilen bir kavramdır. Dost elde etmek büyük zaman alır. Bu nedenle attığımız her adıma dikkat edelim. Kırmamak için özen gösterelim. Dost, üstün arkadaşlık olarak tabir edilir. Dost olan iki kişi birbirini çok iyi tanıyan ve çok iyi anlayan kişilerdir. Doğal olarak birbirlerine de çok hassas şekilde davranırlar. Dinimizde de dostluk önemi oldukça fazladır.

GÜNÜMÜZ DÜNYASINDA DOSTLUK
Yazımızın farklı bölümlerinde de ifade ettiğimiz gibi dostluk günümüzde daha çok yalnızca kelimede kalmıştır. Gerçek anlamda dostluklar ne yazık ki kurulamamaktadır. Genellikle çıkar üzerine kurulan dostluklar hayatın her alanında kendini göstermektedir. Karşılıklı çıkar, menfaat ve beklentiler üzerine kurulan dostluklar da kırılgan bir yapıdadır.
Günümüz dünyasında dostluk kavramı genel olarak bu şekildedir. İstisnai olarak gerçek anlamda dostluk kurabilen kişiler mutlaka mevcuttur. Bu kişiler son derece şanslı kişiler olarak ifade edilebilir. Kişinin sırtını dayayabileceği, her koşulda güvenebileceği, her şeyini emanet edebileceği, iyi günde ve kötü günde yanında olabileceği dostunun olması büyük bir mükafattır. Bu çerçevede yazımızı okuyan herkesin dostluklar kurma noktasında çaba sarf etmeleri ve bununla ilgili olarak elinden geleni yapmaları gerekmektedir. Bu şekilde dostlukların kurulabileceğini ve hayatın daha iyi geçeceğini ifade edebiliriz. Dost kişilerin arayarak bulunamayacağını ve gerçek anlamda dostlukların bazen insanın kaderinde olduğunu da ifade etmemiz gerekiyor.

Gerçek dostlar yıldızlara benzer, karanlık çökünce ilk onlar görünür.
Beklentileri Azaltarak Yaşamak

Hepimiz, hayatın içindeki, yerimizi ve hangi yöne gideceğimizi bilmek isteriz. Bu gayet olağan ve olumlu bir davranıştır. Asıl sorun başka kişiler ile ilişki kurmaya başladığımızda ortaya çıkmaktadır. Çevremizdeki insanlardan çok fazla beklenti içine girdiğimizde bir türlü mutluluğu yakalayamayız. Şunu bilmelisiniz ki, mutlu bir yaşamın anahtarı, insanlar ve olaylar karşısındaki beklentileri azaltarak yaşamak ve onları yönetebilme yeteneğine bağlıdır.

İlişkilerin doğası basittir. Duruma bağlı olarak bazen siz daha çok veren taraf olurken, bazen de karşınızdaki kişi olur. Genellikle, olaylar karşısında, biz nasıl çaba gösteriyorsak, diğer insanların da aynı çabayı göstereceğini düşünüyoruz. ya da umuyoruz. Aslında, bu her zaman böyle olmuyor. “Ver ve al” ilkesi dengelenirken her şey yolunda gider, ancak herkes bu kurallara göre oynamayı tercih etmeyebilir. Bunun sonucu da hayal kırıklığı getirir. Karşınızdaki kişilerden yani annenizden, babanızdan, çocuğunuzdan, kardeşinizden, arkadaşınızdan, iş arkadaşınızdan, eşinizden, sevgilinizden çok fazla beklenti içine girmeniz beraberinde hayal kırıklığını getirebilir. Mutluluğunuzun başkalarına bağlı olmasına izin vermeyin. Çünkü mutlu olmak sadece sizin elinizdedir. Mutluluğunuzu başkalarından beklemek sizi tam tersi bir duyguya iter.
Arka arkaya hayal kırıklıkları yaşıyorsanız, belki de diğer kişilere bakış açınızı değiştirme vaktiniz gelmiştir. Karşınızdaki kişi ya da kişilerden beklentinizi azaltmak bu durum için bir çözüm olabilir.

Çok fazla beklenti içine girmek hayal kırıklıklarını doğurur
Asla gelmeyecek ya da olmayacak şeyleri umutsuzca beklemek hayal kırıklığına yol açar. Her zaman herkesten arzu ettiğiniz davranışı sergilemesini bekleyemezsiniz, bunu unutmayın. Çünkü çevrenizdeki insanları kontrol edemezsiniz ve davranışlar zaman içinde aynı durumlarda bile değişebilir. Kimden bir şey beklemeniz gerektiğini biliyor musunuz? Kendinizden. İşte tam da bu noktada beklentilerinizi azaltarak yaşamak için size rehberlik edecek tavsiyelerimiz var. Bu şeklide kendinizi özgürleştirebilir ve gerçek dışı beklentilerinizi bir bavula koyarak geride bırakabilirsiniz.
Beklentileri Azaltarak Yaşamak : Beklentiler ile bağımlılığı ayırt etmeyi öğrenin
Mutluluğunuzun kaynağını hayatınızdaki kişiler olarak görüyor olabilirsiniz ve bunun da farkında olmayabilirsiniz. Bu yüzden davranış biçimleri ruh halinizi etkiler, ani inişler ve çıkışlar yaşarsınız. Başkalarına bağımlısınızdır ve gerçekte sadece size ait olan özelliklerinizden bu kişileri sorumlu tutarsınız. Refahınız her zaman çevrenizdeki kişilere bağlıysa mutlu olmak imkansıza yakındır. Zincirlerinizi kırmayı öğrenmek ve beklentilerinizi bir kenara bırakmak, mutluluğun sizin elinizde olduğunu ve bu kaynağın sadece kendiniz olduğunuzu anlamanıza yardımcı olacaktır.

Beklentileri Azaltarak Yaşamak: Her zaman aynı şekilde karşılık alamayacağınızı kabul etmelisiniz
Çocukluğumuzdan beri büyüklerimiz bize, karşımızdaki kişilere bir şey verirsek, aynı şeyi beklememiz gerektiğini ve bu şekilde ödüllendirilmiş olacağımızı öğrettiler. Bu yüzden başkalarının onlara sunduklarımıza göre hareket etmesini bekliyoruz. Bu, beklentilerin birinci sırada yer almasıyla bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Hayatınızdaki insanları oldukları gibi kabul etmelisiniz. Böylece herkesin size aynı şekilde geri dönmeyeceğini kabul edersiniz. Bu konuda endişelenmeyin, burada önemli olan size teşekkür etmeleri değil nasıl davrandıklarıdır.

Asla bir insanı veya durumu mükemmelleştirmeyin. Asla başkalarından çok fazla beklenti içine girmeyin.
Beklentiler mükemmelliklerle doludur. Duygusal bir ilişkide, örneğin, eşinizi mükemmel ve kusursuz bir kişi olarak görmek normaldir. Fakat bu görüş zaman içinde değişir ve büyük hayal kırıklıkların sebebi olabilir. Bir durumu veya bir kişiyi mükemmelleştirdiğinizde, her şeyin beklediğiniz şekilde gelişeceğini düşünürsünüz ancak bu her zaman böyle olmaz. Bu da kendinizi kötü hissetmenize neden olur. Hiçbir olayı ya da kişiyi tamamen kontrol edemeyiz, çocuklarımızı bile. Her şeyin mükemmel olmasını beklemek olmayacak bir rüyaya inanmak anlamına gelebilir.

Beklentileri Azaltarak Yaşamak : Herkesin kusurları vardır, sizin bile
Belki de madalyonun iki tarafını birden hiç düşünmediniz. Karşınızdaki kişinin sizden beklentileri olabilir ve siz bunu yerine getirmezseniz, o kişiyi hayal kırıklığına uğratırsınız. Kimse mükemmel değildir. Bu yüzden en başta kendinizi olduğunuz gibi kabul etmelisiniz. Olmayacak bir şey için beklenti içine girmek yerine her şeyi geldiği gibi kabul etmeye başlamaya ne dersiniz? Bu şekilde, birisi istediğiniz şekilde karşılık vermediğinde, beklentinizi azalttığınız için bu sizi üzmeyecektir. Öte yandan, beklentiniz üzerinde gösterilen bir davranış sizi için süpriz olacaktır.
Bir şey beklemeniz gereken tek kişi kendinizdir. Başkalarını olduğu gibi kabul edin. Mutlu olmanızı hiç bir zaman kendinizden başka kişilere dayatmayın. Sizi engelleyen duygu ve düşünceleri uzaklaştırın.
Psikolog Mahir Efe Falay


“Procrastination” olarak da bilinen erteleme hastalığı; kişinin yetiştirmesi gereken işleri ötelemesi, yapmaktan kaçınması ya da sürekli olarak ertelemesi olarak tanımlanır. Yapılması gereken işin başına oturmadan önce son bir kez başka bir şey yapma, harekete geçerek işi tamamlamak yerine kasıtlı ve bilinçli olarak yapılması gereken eylemden kaçınma, ağırdan alma olarak da açıklanabilen erteleme hastalığı, toplumda oldukça yaygın olarak görülür. Bu kişiler eyleme geçmek yerine kendi kendilerine bahaneler ve kaçış yolları bularak görevlerini erteler. Bunun sonucunda iş ve okul hayatlarının yanı sıra sosyal ilişkileri de olumsuz etkilenir.

Erteleme hastalığı nedir?
Kişinin yapması gereken işi, zamanı, enerjisi ve imkanı olmasına rağmen, bir ya da birkaç kez ertelemesi, işi yapmaktan kaçınması olarak tanımlanan erteleme hastalığı, kişinin günlük hayatına olumsuz etki eder. Yapılması gereken işleri, süresiz ve sayısız olarak erteleyen kişiler, zamanı doğru kullanamadıkları için gerek okulda, gerekse profesyonel yaşamlarında güçlüklerle karşılaşırlar. İşin tamamlanması gereken zaman yaklaştıkça öfke ve stres seviyeleri artar. Çoğunlukla da işi yapabileceklerinden çok da yüzeysel ya da kabataslak şekilde tamamlarlar. Bunun sonucunda da stres seviyeleri artmaya ve öz güvenleri düşmeye başlar.

Erteleme hastalığı kimlerde görülür?
Günümüz modern toplumunda oldukça yaygın olarak görülen erteleme hastalığı her yaş ve cinsiyetten kişide görülür. Erteleme eğiliminde olan kişiler, çevreleri tarafından savsak, rahat ve üşengeç olarak tanımlanırlar. Çoğunlukla motivasyon eksikliğinden kaynaklanan bu durumda kişi, yapılması gereken işi önemsiz bulur. İlgi alanı dışında yer aldığını ya da işleri ertelemesinin, beceri eksikliğinden kaynaklandığını düşünür. Yapılması gereken işi nasıl yapacağını bilememek ve kendini yetersiz hissetmek de erteleme hastalığı bulunan kişilerde yaygın olarak görülür. Motivasyon eksikliğine ek olarak mükemmeliyetçi olmak, başarısız olmaktan korkmak, kişinin kendisine yönelik olarak yüksek standartlar belirlemesi ve kendisine ilişkin olağan dışı beklentilerde bulunması da erteleme hastalığı bulunan kişilerin ortak özellikleri arasında yer alır. Tüm bunlara ek olarak zaman yönetimi kötü olan, plansız davranan kişilerde de yapılması gereken işi sürekli erteleme eğilimi görülür.

Erteleme hastalığı belirtileri nelerdir?
Erteleme hastalığına sahip kişiler, genellikle yapılması gereken ya da yapılması kendisinden beklenen işleri sürekli olarak ötelerler. Örneğin, gün boyu bolca vakti olan bir kişi, ödevini ya da bitirmesi gereken bir projeyi yapacağı saati belirledikten sonra ilgili saat geldiğinde araya başka bir iş sıkıştırabilir. Kişi önceden planladığı saatte işi tamamlayamadığında tekrar planlayıp ileri bir saat belirler ve belirlediği saat geldiğinde işi tekrar erteler. Bu durum yapılması gereken iş için ihtiyaç duyulan zamanın azaldığı ana kadar devam eder. Kısıtlı olan zaman içinde de ödevi ya da projeyi üstünkörü ya da detaylarına inmeden yaparak tamamlar. Bu durum spora veya diyete başlama konusunda da sıklıkla görülür. Haftanın ilk günü olan pazartesiye erteleme durumu, bir döngü içinde devam eder. Bir süre sonra alışkanlık hâline gelen bu durum, kronik erteleme davranışını ortaya çıkarır.

Kronik erteleme nasıl oluşur?
Sürekli erteleyen, ertelediği için strese ve sıkıntıya girmesine rağmen, bu durumu tekrar tekrar sürdüren kişilerde görülen kronik erteleme önemli bir problemdir. Çocukluk çağında başlayan bu durumun altında yatan sebeplerden biri de otoriter ebeveynlerdir. Bu tarz ailelerde kurallar çok sıkıdır ve bu kurallara uymak hemen her şeyden daha önemlidir. Mükemmeliyetçi anne babalar, küçük yaştan itibaren sürekli olarak çocuklarını eleştirir. Ayrıca koşullu sevgi ve ilgi veren ebeveynlerin çocuklarında da erteleme hastalığı görülebilir. Bunun sonucunda çocuklar kendi iç dünyalarını düzenlemek yerine ebeveynlerinin niyetini okumayı öğrenir. Sürekli olarak kendini ispatlamak zorunda kalan çocuklarda performansla ilgili kaygılar ortaya çıkar. Küçük yaşta takdir görmek ve kabul edilmek için çabalayan kişiler, yetişkinlik döneminde erteleme hastalığı ile baş başa kalır. Çocukluk döneminde baş kaldıramayan bireyler, yetişkin olduklarında yapmaları gereken işleri zamanında yapmayarak bir tür tepki ortaya koyarlar. Ancak bu durum kronik erteleme hastalığına sahip kişilerde öfkeye neden olur. Son teslim tarihi olan işlere başlama fikri, keyif kaçırıcı bir eylem olarak görülür. Zaman daraldıkça artan stres ve sinirlilik hâli, kişi psikolojisi üzerinde huzursuzluk ve kızgınlık gibi negatif duyguları yoğunlaştırır. İşi yapmaya niyetlendiğinde motive olamayan kişiler, eylemlerini erteleyerek bir yerde duygularını ertelemiş olurlar.

Erteleme hastalığı nedenleri nelerdir?
Kişi her işini ertelemeye başlamışsa ve bu durum günlük rutin hayatını dahi sekteye uğratıyor ise Procrastination diğer bir deyişle erteleme hastalığına sahip olduğu düşünülür. Erteleme hastalığı sebepleri arasında şunlar yer alır:
- Motivasyon eksikliği
- Kötü zaman yönetimi
- Mükemmeliyetçilik
- Başaramama kaygısı
- Kişiliğe uygun olmayan iş seçimi
- Bilgi eksikliği
- Bitirememe kaygısı

Erteleme hastalığı nasıl tedavi edilir?
Hayatta karşılaşılan pek çok problemde olduğu gibi erteleme hastalığı ile mücadele eden kişilerin de yapması gereken ilk iş hastalığı kabul etmektir. Sonrasında işi yapmak için gerekli olan konsantrasyonu bozan etkenler tek tek not edilmeli ve işe başlamayı ertelemeye sebep olan nesneler ortadan kaldırılmalıdır. Konsantrasyon düzeyinin artırılmasının ardından yapılacak işi bölümlere ayırmak ve planlanan zaman aralığında bu bölümleri tamamlamak gerekir. Doğru ve etkili bir zaman yönetimi ve iyi bir planlamanın beraberinde kişinin kendi koyduğu kurallara uyması ile başlayan iyileşme sürecinde yapılması gerekenler oldukça basit olmakla birlikte kararlılık çok önemlidir. Erteleme hastalığı tedavisi, kişinin kafasında başlayan bir süreçtir. Eğer bu durum başarılamıyorsa bir psikologdan profesyonel yardım alınabilir. Erteleme hastalığı belirtileri arasında yer alan kötü zaman yönetimini düzenleyebilmek ve iyileştirebilmek, kişiyi motive edeceğinden yapılması gereken işlerin uygun zaman içinde tamamlanmasını kolaylaştırır. Bu durumda kişi öncelikle kendisine uygun ve kolaylıkla uygulanabilir bir plan yapmalı; günlük ve saatlik olarak bu plana uymalıdır. Yapılması gereken işleri önem sırasına göre sıralamak, önemli işlere öncelik vermek, optimum süre içerisinde işi tamamlamak, kişinin mükemmeliyetçilik duygusunu olumlu anlamda pekiştirecek ve bu da kişinin kendine olan güveninin yanı sıra işi bitirmeye yönelik motivasyonunu da artıracaktır.

Erteleme hastalığı nasıl tedavi edilir?
Hayatta karşılaşılan pek çok problemde olduğu gibi erteleme hastalığı ile mücadele eden kişilerin de yapması gereken ilk iş hastalığı kabul etmektir. Sonrasında işi yapmak için gerekli olan konsantrasyonu bozan etkenler tek tek not edilmeli ve işe başlamayı ertelemeye sebep olan nesneler ortadan kaldırılmalıdır. Konsantrasyon düzeyinin artırılmasının ardından yapılacak işi bölümlere ayırmak ve planlanan zaman aralığında bu bölümleri tamamlamak gerekir. Doğru ve etkili bir zaman yönetimi ve iyi bir planlamanın beraberinde kişinin kendi koyduğu kurallara uyması ile başlayan iyileşme sürecinde yapılması gerekenler oldukça basit olmakla birlikte kararlılık çok önemlidir. Erteleme hastalığı tedavisi, kişinin kafasında başlayan bir süreçtir. Eğer bu durum başarılamıyorsa bir psikologdan profesyonel yardım alınabilir. Erteleme hastalığı belirtileri arasında yer alan kötü zaman yönetimini düzenleyebilmek ve iyileştirebilmek, kişiyi motive edeceğinden yapılması gereken işlerin uygun zaman içinde tamamlanmasını kolaylaştırır. Bu durumda kişi öncelikle kendisine uygun ve kolaylıkla uygulanabilir bir plan yapmalı; günlük ve saatlik olarak bu plana uymalıdır. Yapılması gereken işleri önem sırasına göre sıralamak, önemli işlere öncelik vermek, optimum süre içerisinde işi tamamlamak, kişinin mükemmeliyetçilik duygusunu olumlu anlamda pekiştirecek ve bu da kişinin kendine olan güveninin yanı sıra işi bitirmeye yönelik motivasyonunu da artıracaktır.
Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.
MEDICALPARK


Cesaret, bir konuda muhtemel riskleri göze, alabilmektir. Bir insanın herhangi bir konuda girişimcilik göstermesi, cesaretin belirtilerindendir. Bir ilke ve değer olması bakımından takdire layık bulunan cesaretin, yerinde ve zamanında kullanılması, fonksiyonu açısından önemlidir. Aklın önüne geçen cesaret, tehlikelidir. Ancak rasyonel kuralları da bünyesinde barındıran bir yüreklilik, insanı başarıya götürür. Bu değerin, muhakkak yönetilmesi ve mantık unsurlarının eşliğinde dengelenmesi gerekir. Bir insanın atılımcı, cüretkâr ve korkusuz olması, bunları bir program şeklinde beynine yazmasıyla gerçekleşir. Cesaret, zihnimizdeki temel mozaik değerlerden birisi sayılabileceği gibi, bu değerin ufkumuzu yeni fikirlere açmakta da büyük katkısı vardır.

Cesaretin zıddı, korkaklıktır. Korkaklık, insanın kendi menfaatini bile koruyamaması, hakkı olanı savunamaması demektir. İlkeli bir insan, kendi doğrularını ve şahsını gerektiği yerde müdafaa edebilen ve icap ederse ilkelerini çiğneyenler karşısında durmayı başarabilen kimsedir. Cesaret, insanın başarısında etkili duygulardan birisi olmakla beraber, asla gereksiz bir güç gösterisi değildir. Korkusuz ve kıvamında bir cüretkârlık sergileyen insanın yapması gereken şey; ifrat ve tefritten uzak olmak, bu değeri dengeli şekilde yaşamaktır. Cesaretin gereğinden fazla olması, insanı boş yere risk almaya sürükler. Hiperâktif kişiler bu duruma örnektir. Şayet insan ciddi atılım yaptığı bir konuda risk yönetimini başaramazsa, zarar edebilir. Ayrıca, fazla cesur kişilerin hayatlarında diğer insanlara nispeten daha belirgin iniş çıkışlar vardır. Bunlar, beyinlerinde yeniliği arama geninin aktif çalıştığı insanlardır.

Cesaret duygusu dengeli kullanılmadığı takdirde, insana en az korkaklık kadar zarar verir. Fakat atılganlığı bir kişilik özelliği olarak içinde taşıyan insan, bu değerin yardımıyla karşılaştığı tehlikeleri def eder, kendi lehine olan durumları oluşturur ve hayatını doğru şekilde yönetir. Cesaretin başarı getirmesi ve bu başarının istikrarlı şekilde devam etmesi için aklın rehberliğine ihtiyaç vardır.

Dünya üzerindeki bazı kültürler cesareti teşvik eder ve ödüllendirirler. Özellikle erkek çocuklarına cesaret, bir değer olarak aşılanır. Cesur erkek çocuk, alkışlanır ve toplumsal övgü alır. Gösterdiği atılganlıktan dolayı methedilir ve bu da onu cesur olması yönünde daha fazla motive eder. Ancak kız çocuklarının cesareti fazla yüceltilmez. Onun annelik yapabilmesi için korkuya duyarlı olması gerektiğinin altı çizilir. Aslında bu tavır, kız çocuklarındaki biyolojik eğilimin, bazı kültürler tarafından farkında olmaksızın beslenmesiyle oluşur. Ancak Batı kültürü ve sosyal düzene sahip olan kimi kültürler; feminist eğilimlerin de etkisiyle kadını cesaret göstermeye teşvik etmiş, gözüpek olanlara sosyal onay vermiştir. Bunu da en çok, kadını erkeksileştiren tehlikeli meslek alanlarına iterek gerçekleştirmiş, onu yaratılışına uygun olmayan gereksiz bir noktaya yönlendirmiştir. İlginç olan şudur ki yüz metre koşusunda bile koşunun şartları kadın erkek farkı göz önünde bulundurularak belirlenirken, sosyal hayatta cinsiyetlerin özelliklerinden kaynaklanan durumlar görmezden gelinmektedir Nasıl ki koşuda cinslerin bünyesindeki farklılıklar dikkate alınmadığında bu, kadınların aleyhine olacaksa, hayatta da yüklerin psikolojik bünyelere göre dağıtılmaması yine kadınların aleyhinedir.

Şefkatin ağırlık kazandığı alanlarda kadınlar erkekleri, cesaretin baskın olduğu sahalarda ise erkekler kadınları geride bırakırlar. Kadınları cesaretin egemen olduğu kulvara yöneltmek, kişisel özellikleri sebebiyle onları birkaç adım geriden başlatmak ve bir anlamda başarısızlığa mahkûm etmek olur. Değerler Psikolojisi ve İnsan – Nevzat Tarhan kitabından alıntı.

Oneitis sendromu, en kısa tanımı ile: Bir erkeğin, birlikte olduğu veya olmadığı ( sesini bile duymamış olabilir ) bir kadını bilinçaltı düzeyde büyütmesi, onsuz yaşamayacağını düşünmesi sonucunda oluşan, ruhsal bir hastalıktır. Oneitis kelime anlam olarak da oneitisin bir hastalık olduğunu açıklar. Nitekim, oneitis kavramı, ingilizce’de bir anlamına gelen ‘one’ kelimesine iltihaplı hastalık anlamı katan -itis ekinin eklenmesiyle oluşturulmuş bir kelimedir. Yaşam içerisinde nasıl ki psikolojik hastalıklar, bazı olumsuz duyguların ve düşüncelerin sonucunda oluşuyorsa, oneitis hastalığı da yanlış ve olumsuz düşüncelere inanılması sonucunda oluşur. Ancak oneitisin oluşumunda etkili olan bir başka önemli faktör daha vardır: O da muhtaçlıktır! Bu yüzden bu hastalığa, yıkıklık sendromu da denilebilir.
Günümüz dünyasında, Oneitis virüsüne yakalanmış birçok insan vardır. Çünkü, gerek sosyal medya olsun, gerek geleneksel medya olsun, erkeğin zihnine daima ilişkiler konusunda yanlış öğretiler vermektedir. Verilen bu yanlış öğretilere inanan erkekler de o yönde yanlış davranışlar sergilemektedir. Sizlere şu gerçeği açıkça belirmek isterim ki hayatınızı inanmış olduğunuz düşünceler yönetir. Mesala siz, bir kadına çiçek almanız sonucunda o kadının size aşık alacağını inanmışsanız, bir kadınla ilişki başlatmak için, daima hoşlandığınız kadına çiçek alırsınız. Davranışınız o yönde olur.
Buradan anlayacağınız üzere, aslında davranışlarımızı bilinçaltı inançlarımız oluşturmaktadır Bu yüzden zihnimize alacağımız, kabul edeceğimiz “öğretilere, düşüncelere” çok ama çok dikkat etmeliyiz. Nitekim hayat içerisinde doğru düşünceler olduğu gibi, yanlış düşüncelerde vardır. Yanlış olan düşünceler bize zarar vermekten başka hiçbir işe yaramaz. İşte oneitis sendromuna yakalanmış erkeklerin en büyük sorunlarından bir taneside; Yanlış düşüncelere inanmış olmalarıdır. Bir diğer sorunlarıda, muhtaçlıktır. Yanlış inançlar ve muhtaçlık “Oneitis kişilik bozukluğuna” yakalanmış bir erkeğin anotomisini oluşturur.

Oneitis’e Yakalanmış Erkeğin Anotomisi
Oneitis sendromu hastalığına yakalanmış bir erkeğin, anatomisini incelerseniz, 3 temel sorunla karşı karşıya kalırsınız;
- Muhtaçlık: Hayatınız içerisinde, elinizde hangi varlık az ise, o varlığa muhtaçlık duyarsınız. Muhtaçlık duyduğunuz bir varlığı ise haddinden fazla değer biçer, onu kafanızda fazla büyütürsünüz; para sıkıntısı çeken bir insanın, sürekli olaraktan “Nasıl para kazanabilirim?” şeklinde düşünmesi gibi. Herhangi bir varlığa muhtaç olmanın bir diğer kötü yanı ise o varlığı kaybetmekten çok fazla korkarsınız. Nitekim, o varlık elinizde yoktur. Kaybederseniz hiç olmayacaktır.

Hayat içerisinde, kızlarla ilişkisi kötü olan, daha doğrusu olmayan bir erkeğin, sizinde tahmin edebileceğiniz üzere, kızlara karşı muhtaçlık hissetmesi büyük bir ihtimaldir. Kızlara karşı yokluk zihniyetinde olan bir erkek, kendisine ilgi gösteren bir kadını, bilinçaltı zihninde büyütür. Çünkü, bu erkeğin karşı cins ile olan ilişkisi kötüdür. Ve muhtaçlığından ötürü, direkt olaraktan onunla ilgilenmeye başlar; Sesini duymasa dahi. En nihayetinde ise sesini dahi duymadığı bir kadına karşı çok yoğun duygular besler. İşte, kişi artık yavaş yavaş oneitis hastalığına yakalanmaya başlamış ve bir kere bile konuşmadığı bir kadın üzerine, evlilik hayelleri kurmaya başlamıştır. Bu vakitten sonra, oneitis virüsü tüm vücuduna yayılmaya başlar.

Muhtaçlık sorunundan ötürü, oneitis oluşumunun bir başka versiyonu ise ilişki sonrası yaşanılan oneitistir. Bu versiyonda erkek, yokluk zihniyetine rağmen, bir kızla ilişki kurmayı başarmıştır. Ancak, hala muhtaç zihin yapısında olduğu için kıza bunu yansıtmış ve kızı elinden kaçırmıştır. Sonrasında ise başka kızlar ile ilişki başlatmaya cesareti olmadığı için sürekli olaraktan, kendisini terk eden kıza yönelmiştir. Ve kızın üzerine gittikçe, kendisini daha da fazla oneitis’e kaptırmıştır.
- Medya tarafından beyni yıkanmış bir zihin:
Oneitis sendromuna yakalanmış bir erkeğin ikinci en büyük sorunu ise medya tarafından beyninin yıkanmış olmasıdır.

Medyada sunulan dizilerin, filmlerin hiçbiri bizlere gerçekleri anlatmaz. Bizlere sadece, para edicek şeyleri satarlar. Bir erkekle bir kadının, imkansız aşk yaşaması daima para ederken, mutlu mesut, sorunsuz bir şekilde yaşamaları hiçbir zaman para etmez. Bir erkeğin, bir kadına ağlayarak sevdiğini söylemesi ve kadının buna dayanamayıp ona aşık olması size çok hoş gelebilir ancak gerçek hayatta böyle bir davranış sergilerseniz, kadın sizin yüzünüze tiksinerek bakacaktır. Bir başka örnek vermem gerekirse mesala, medya tarafından hoşlandığınız kadına iyilik yapmanız sonucunda size aşık olacağı öğretisi verilir. Ancak gerçek hayatta bir kadının size arzu duyması yapıcağınız iyilikle değil, göstereceğiniz güç ile gerçekleşir. Kısacası şunu bilin: Medyanın diziler aracılığı ile verdiği öğretiler, yanlış ve aptalcadır. Ancak sizlere doğruymuş gibi gösterirler. Ve çoğu zamanda insanlar bu ” Mış’a” inanır. Neticede ise zihnini yanlış öğretiler ile doldurmuş olur. Tabii davranışları da bu yanlış öğretiler doğrultusunda şekillenecektir.
Günümüz dizi, filmlerini açın ve inceleyin; “Hercai, Sen Anlat Karadeniz, Yasak Elma” gibi. Verdikleri öğretileri iyi inceleyin; Fark edeceksiniz ki birçok dizi, en çok para eden, durumu satmaktadır; Özel kadın miti‘ni. Tabii bu özel kadın miti safsatasınada birçok erkek inanmaktadır. İnanan erkekler ise, oneitise yakalanmaktadır.
Oneitise yakalanmış erkeğimizin bu sorunu, yokluk zihniyetinden ötürü oluşur. Ve bu sorundan ötürü erkek, hayatına girmiş veya girme potansiyeli olan bir kızı fark etmesede bilinçaltı düzeyde çok fazla abartır. Kendi zihninde “Çok güzel kız, bittim valla, ben bu kızla çıkmalıyım” gibi düşünceler döner. Halbuki, beyni bulanmış erkeğimizin fark edemediği nokta o kadın veya kız diğer hem cinsleri gibi ortalamadır. Hem karekter yönünden hem de fiziki yönünden. Bu durum erkekler içinde geçerlidir. Belki bir kız çok güzel olabilir ama diğer konularda çok vasattır. Aynı şekilde bir erkek, gücün göstergesi harika bir özgüven vardır; ama sohbet kabiliyeti sıfırdır. Yani hayat içerisinde insanlar olarak, genelde vasatız. Bir tane iyi özelliğimiz var ise 5 tane de kötü özelliğimiz var. Aslında sadece bu sebep bile, çevremizdeki insanları büyütmemiz için yeterlidir. Ancak oneitise yakalanmış kişiye, bu durumu anlatamayız. Çünkü onun için, o kadın bir melektir (!)

Oneitisten kurtulmak veya oneitise yakalanmamak için yukarıda saymış olduğum, sorunları ortadan kaldırmanız gerekir. Eğer bu sorunları ortadan kaldırırsanız, oneitise yakalanma ihitmaliniz de olmaz. Oneitis hastalığından kurtulmak veya yakalanmamak için, yapmanız gereken ilk işlem; TV dizilerini izlemeyi bırakmak olmalıdır. Nitekim yukarıda söylediğim üzere, TV dizileri ilişkiler konusunda yalan ve saçma öğretiler verir. Dizilerin verdiği öğretiler ile gerçek hayatta kadın – erkek ilişkilerinin işleyiş şekli hiç ama hiç aynı değildir.
Dizilerde erkeklere verilen öğreti ya sinirli olmaları yönünde ya da ağlayan bir sümüklü böcek olmalırı yönündedir. Halbuki bir erkeğin en güçlü silahı her olay karşısında, sakin kalmasıdır. Ancak hiçbir dizi bu öğretiyi vermez. Burada, dizilerin verdiği yanlış öğretiler üzerine yüzlerce örnek verebilirim ama bu önemli değil. Önemli olan sizin, size hiçbir şey katmayan, o aptal kutusundan kurtulmanızdır.
Oneitis çözümü için atmanız gereken ikinci adım; bolluk zihniyetine sahip olmanızdır. Bolluk zihniyeti, bir kadını takıntı yapmanızdaki en büyük panzehiriniz olacaktır. Ancak bolluk zihniyetine ulaşmak, televizyon izlemeyi bırakmak kadar kolay değildir. Nitekim bolluk zihniyetine ulaşmak için öyle bir konumda olmanız gerekir ki “Ben istediğim an yeni bir kızla ilişki başlatabilirim” modunda olmalısınız. Bu modda olabilmeniz içinse elinizde bazı maddi veya manevi varlıkların olması gerekir. Özgüven gibi, para gibi, fit bir vücut gibi. Bu varlıklara ulaşabilmeniz içinse, mücadele etmeniz gerekir. Çalışmanız gerekir.
Özgüven arttırma yöntemleri sıklıkla araştırabildiğimiz bir kavram haline geldi. Özgüven kavramını açıklamak ve daha iyi anlamanızı sağlamak hem de özgüven temelleri atmanız için bu yazıyı hazırladık. Bu yazıda özgüven nedir, özgüvenin ilişkilere katkısı nedir, özgüven nasıl kazanılır,

Sağlıklı Özgüven Nedir?
“Özgüveni kazanmanın 5 yolu”, “Özgüvenli olmak için yapmanız gerekenler” “Özgüven kazanmak için 3 ilginç yöntem” soruları hepimize tanıdık geliyor değil mi? Peki, aslında bahsedilen bu özgüven nedir? Özgüven kazanılan bir değer midir, özgüveni nasıl tanımlıyoruz? Nathaniel Branden kitabında özgüveni, bilincin bağışıklık sistemi olarak tanımlar. Bu bağışıklık sistemi elinizden gelenin en iyisini yapmayı sağladığını vurgular. Amerikan Psikologlar Derneğinin tanımına göre, kişinin kendilik algısını, başarılarını, kapasitesini ve değerlerini yansıtır. Aslında kümülatif bir olgudur. Zamanla, süreç içinde birçok kaynaktan beslenir.

İlişkilerde Özgüven Eksikliği
Özgüvenli olmanın kişiler arası ilişkilere olumlu etkilerini gözlemlemek mümkün. Bu sebeple yetişkinlerde özgüven eksikliği ve yetişkinlerde özgüven geliştirme konuları gerçekten çok önemli. Kişiler arası ilişkilerin de özgüven seviyemize doğrudan etki ettiği pek çok durum var. Bu nedenle bir kişi öncelikle, ilişkilerde özgüvenin önemini ve bunun tersini kabul etmeli. Bu hem kendi özgüvenimizi hem de karşımızdakinin özgüvenini artırmak veya güçlendirmek için bilinçli bir çaba sarf etmeye olanak sağlar.
Sağlıksız ilişkilerin çoğu, aşırı miktarda eleştiri ve yargılama içerir. Çünkü sürekli eleştiri, yargılama ve suçlama, kronik utanç duymaya yol açar. Utancın yanılabilir olduğumuzu ve bazen yardıma ihtiyacımız olduğunu fark etmek gibi uyarlanabilir bazı yönleri olsa da, çok fazla utanç özgüvenin düşmesi ile sonuçlanır. “Kusurlu olma”, “Yetersiz” veya “Değersiz” hissetmeye neden olur.
Diğer bireyin temel kişiliğini kabul etmek ve değiştirmeye çalışmamak ilişkilerde çok önemlidir. Eğer olduğunuz gibi kabul edilmeyeceğinizi düşündüğünüz bir ilişkideyseniz bu özgüveninizi düşürür. İlişkiler takdir ettiğiniz ve beğenmediğiniz özelliklerin kabul edilmesini içerir. Kabul ilişkilerde kişisel farklılıklara yer açar. Karşılıklı iki tarafın iyi oluş halini destekler. Birbirinizde değer verdiğiniz özellikler için övgü ve takdirlerinizi dile getirin.

Özgüven Arttırma Yöntemleri
Birçok zaman bireyler özgüven arttırma egzersizi gibi konuları araştırabiliyorlar. Özgüvenli insanların özellikleri hakkında araştırmalar yapıp özgüven testi çözebiliyorlar. Burada ilk odaklanmamız gereken durum özgüven kaybedilen bir nesne midir? Aslında, özgüven kaybı diye bahsettiğimiz aslında özgüven seviyemizin diğer zamanlardan düşük olduğu durumlardır. Özgüveni tamamen kaybetmek diye bir şey mümkün olamayacağı için özgüveni kazanmak yerine artırmak olarak bahsetmek daha uygun. Çünkü, özgüveni kaybetmek diye bahsettiğimizde kişi ister istemez kaybettiği nesnenin yasını tutmak ister. Bu nedendir ki burada özgüveni artırmak demenin daha doğru olduğunu savunuyorum.
Özgüveni artırmanın herkes için farklı bir yolu vardır. Herkesin özgüvenini destekleyen, kendini iyi, yeterli, başarılı hissettiren olayların farklı olması bu farklılığın da temelidir. Her insan için bu kadar öznel olan bir durumu nasıl genelleyerek önerilerde bulunabiliriz dediğimizde aşağıdaki listeyi oluşturduk.

Değerlerine paralel işler yapmak
Değerlerinin farkında olmak ve onlara uygun projelerde yer almak özgüveni artırır. Kendine güvenin yaşadığımız sistemde aldığın yeri görmeyi kolaylaştırır. Özgüveni artırmak için sosyal sorumluluk projelerinde yer almak bir başlangıç. Projelerde direkt yer alamasanız bile bu projeleri desteklemenin bir yolunu bulabilirsiniz. Sosyal medyada takip edip neler yapabileceğinizi araştırıyor olmak bile bir adım atmak sayılır.
Hedefler belirlemek
Hedeflerinin olması kişinin kendisini iyi hissetmesini sağlar. Sadece hedeflerinin olması değil, hedeflerine yönelik işler yapıyor olması da bu iyi oluş halini destekler. Kısa vadeli küçük hedefler belirlemek iyi oluş halini destekler büyük ve ulaşılamaz hedefler tam tersi etki yaratır. Bu yüzden, büyük bir hedefi parçalara ayırmak, büyük hedefe ulaşmaya yardım eder.

Kendine zaman ayırmak
Kendine zaman ayırıyor olmak özgüveni artırır. Bu sebeple kişi kendine zaman ayırdığında neler yaptığı burada çok etkilidir. Öz bakımını destekleyecek aktiviteler kendine zaman ayırmak dendiğinde ilk akla gelen aktivitelerdendir. Bunun dışında, kendine zaman ayırmak aynı zamanda güzel bir yemek hazırlamak ve yemek ya da sinemaya gitmek gibi sosyal etkinlikleri de içerir. Kendiyle sosyalleşmek kişinin farkındalığını artırıcı bir fırsattır.

Bedenini ve ihtiyaçlarını dinlemek
Kendi ihtiyaçlarına yetebiliyor olmak kişinin özgüveninin artmasına yardımcı olur. İhtiyaçlarını karşılayan, gözeten biri olmak kişinin duyduğu özgüven ihtiyacını da karşılamasına olanak sağlar. Ancak kişi bu ihtiyacı duyduğunda neler yapabileceğini araştırı ve kendine uygun bir yöntemle özgüvenini arttırdığında daha iyi hissedecektir.
PSİKOLOG BARIŞ GÜRKAŞ

Korku Nedir?
Korku olgusunu tek bir cümlede tanımlamak, kuşkusuz çok zordur. Buna rağmen korkuyu, irade ve mantıkla kontrol altına alınamayan, insanın içini daraltan bir yakın tehdit hissi olarak açıklayabilmemiz mümkündür. Tıbbi açıdan bakıldığında korku – hemen hemen her vakada – soluk beniz, terleme, titreme veya çarpıntı halleri ile birlikte seyreder. Korku hastalıkları ise, korkunun şiddetli bir hali olarak kabul edilir.
Korkunun Gelişimi
Korkumuz, ancak hayatımız sürecinde gelişen bir olgudur. Yani ne „ödlek“ olarak, ne de özellikle cesur ve korkusuz bir insan olarak dünyaya geliriz. Gözle görülür ilk korku reaksiyonlarını, bebeklerin dördüncü ila altıncı ayları arasındaki dönemlerde algılayabilmemiz mümkündür. Çocukların ebeveynlerinden uzun süre uzak kalmalarına katlanmaları, içlerinde bu şahısların bir imajını muhafaza edebildikleri sürece mümkündür.

Sağlıklı Korku – Patolojik Korku
Korku, her şeyden önce sağlıklı ve insanın hayatta kalabilmesine yardımcı olan bir duygu halidir. Korku öncelikle, hem kendi kendimiz, hem de çevremizdeki insanlar için sağduyulu ve itinalı olma yetisini kazandırır bize. Nasıl ağrının beden için önemli bir alarm fonksiyonu varsa, korkunun da hayati bir önemi söz konusudur. Örneğin korkmadan ve ağrı hissetmeden ateşe yaklaşabilseydik, hayati tehlike arz edebilecek yanıklara maruz kalmamız çok kolay olurdu. Yani, korkunun da sağlık açısından önemli yönleri vardır kuşkusuz. Bu durumda gerçek korku olarak tabir edilen olgudan bahsedilir: Dışarıdan gelen bir tehlike karşısında insan; bedenen, hissi olarak ve akıl seviyesinde alarma geçirilmektedir. Ancak korku olgusunun nasıl yaşandığını veya algılandığını da herkes bilir. Örne-ğin bize korku veren duruma başka bir anlam vermek suretiyle: Geceleri evimizde sesler duyduğumuzda, bunu evde bulunan muhtemel soygunculara değil, örneğin evin içinde dolaşan kediye yormaya eğilim gösteririz. Ancak makul bir ölçüde gerçek korku hissine sahip olmak da önemlidir. Bu korkunun dozu, risk taşıyan bir olayda hazırlıksız yakalanmayacak kadar yeterli olmalı, ancak tepki gösteremeyecek kadar da („korkudan donakalma“) fazla olmamalıdır. İşte gördünüz: hem aşırı korku, hem de korkusuzluk derecesine varan az korku halleri, hastalık özelliklerini taşımaktadır. Aşırı korku halinde mutlaka yardıma ihtiyacınız var demektir, üstelik yaşam kaliteniz de kısıtlanmış olacaktır. Ancak korkusuzluk halinde sosyal açıdan topluma uyumlu ve de başarılı olmanız mümkündür. Korku olgusunun bu her iki türünün de hastalık niteliği taşımasına rağmen, aşırı korku vakasının daha önemli olduğu da bir gerçektir.
Korkuların Sınıflandırılması
Korkudan korkuya fark vardır. Bundan dolayı korku bozuklukları, tıbbi açıdan üç büyük gruba ayrılmaktadır. Bu sınıflandırmada, her bir korku kategorisinin hasta edici özelliğini vurgulamak için “bozukluk” kelimesi eklenmiştir.
– Korku bozukluğu (genel korku, herhangi bir olguya bağlı olmayan korku)
– Panik bozukluğu (veya panik atakları), alan korkusu (agorafobi) ile veya tek başına seyredebilir
– Fobik bozukluk (belli bir nesneye ve duruma bağlı olarak)

Bütün bu korku hallerinde, normal hal ile hastalık hali arasında kesin bir sınırlama mümkün değildir. Bu itibarla, önce korkunun hangi boyutta olduğu sorusunun irdelenmesi gerekmektedir; örneğin genel olarak nispeten çabuk korku hissine kapılabilen bir kişiliğin hastalık boyutuna ulaşan derecede korkuya kapılıp kapılmadığı sorusu, önemli bir rol oynamaktadır. Örneğin sistematik bir şekilde uçağa binmekten korkan, ancak bunun için mutlaka psikolojik yardıma başvurmayan veya başvurması zorunlu olmayan çok sayıda insan vardır. Diğer insanların huzurunda konuşma korkusunun hangi noktadan sonra hayatı kısıtlayan boyuta ulaştığı ve dolayısıyla profesyonel hekim yardımıyla tedavi edilmesi gerektiği sorusu da, çoğu zaman kolayca kestirilemez. Aynı şekilde, örneğin örümceklerden korkmanın ne derece hastalıklı bir durum olduğunu da bilemeyiz. Konunun daha iyi anlaşılması için öncelikle korku hastalıklarının üç farklı şeklini biraz daha yakından irdeleyelim.
Genel Korku Bozukluğu
Korku belirtilerinin çoğu günlerde, en az birkaç haf-ta boyunca devamla ortaya çıktığı hallerde, genel korku bozukluğundan söz edilir. Bu bozukluğu teşhis eden doktorun, teşhisine temel aldığı en önemli belirtiler arasında şu haller de bulunmaktadır:
– Kaygılar (gergin his hali, heyecanlı olma, belli bir olguya konsantre olmada zorlanma)
– Motorik gerginlik (örneğin titreme, kaslarda gerginlik hissetme, sakin olamama)
– Aşırı vejetatif (kontrol dışı) reaksiyonlar (örneğin terleme, baş dönmesi).
Panik Bozukluğu
Doktorunuz tarafından önerilen ilacın panik bo-zukluğunun tedavisine yönelik olması itibarı ile, bu broşürün “Panik nedir?” başlığı altında konu daha ayrıntılı bir şekilde işlenmektedir.
Fobik Bozukluk
Fobik bozukluk, daima spesifik bir durum veya obje ile bağlantılı olan bir korku halidir. Objeye bağlı fobi, örneğin örümcek, yılan veya ateş gibi belli bir nesneye bağlı olarak ortaya çıkan bir korku halidir.
NÖRON PSİKİYATRİ

Korkularla yüzleşmek, korkular yüzleşme kararı almak bir insanın hayatı içerisinde kendisine yapacağı en büyük iyiliklerden bir tanesidir. Çünkü korkular hayatımıza ket vuran, yaşamamızı engelleyen en önemli unsurlardan bir tanesidir. İşte bu yüzden, hayatımızdan korkuları uzaklaştırmak için korkularla yüzleşme kararı almak bize oldukça fayda sağlayacak olan bir karardır. Ancak korkularla nasıl yüzleşilir? Korku nasıl yenilir? Korku duygusu, hayatımız üzerinde söz sahibi olan, en güçlü duygudur. Nitekim yaşamımız içerisinde, sergileyeceğimiz davranışları genellikle korku duygusuna göre şekillendiririz. Korktuğumuz bir varlık, nesne veya bir durumla karşılaşınca, oradan uzaklaşırız. Yani davranışlarımızı değiştiririz.

Korku duygusundan ötürü, sergilediğimiz davranış, büyük oranda, kaçınma davranışıdır. Ancak insanlar genellikle korktukları olaydan, varlıktan veya nesneden kaçındıklarının farkında değillerdir. Çünkü kaçınma davranışları o kadar çok tekrarlanır ki kişi artık bu davranışının normal olduğunu düşünmeye başlar. Ta ki bazı gerçekleri fark edinceye kadar. Mesela kişinin sosyal korkularından ötürü sosyalleşemediğini veya hayallerinin önünde duran en büyük engelin korkular olduğunu anlaması gibi.

Hayalleri önünde duran en büyük engelin, korkuları olduğunu anlayan bir insan, korku duygusunun varlığına stem edebilir. Ancak bu yanlış bir davranıştır. Çünkü korku duygusu, insanlığın bugüne gelmesini sağlamış en büyük etkenlerden birisidir. Eğer atalarımızda korku duygusu olmasaydı, dış dünyadaki tehlikelere karşı, gereğinden fazla cesur davranır, ufak bir merak yüzünden bile hayatlarını tehlikeye atarlardı. Ve yüksek ihtimalle de insanlık bugüne gelemeden yok olurdu. Bu yüzden, korku duygusu iyi ki vardır diyebiliriz.

Korkuya dair insanların yaşadığı asıl sorun: Korkuyu fazla dozda yaşamalarıdır. Fazla dozda yaşanılan korku, fobi, anksiyete vb durumlar insana daima zarar verir. İnsanın fazla dozda yaşadığı bu olumsuz duygulardan kurtulma çabası gayet doğaldır. Ancak her işin bir tekniği, ilmi olduğu gibi korkularla yüzleşmenin de bir tekniği vardır. Bunları bilmeden, korkularla yüzleşmek sizlere faydadan ziyade zarar verebilir.

- Sürekli olaraktan korku duyulan, durumla yüzleşmeyi ertelemek ve bir gün korkulan durumla yüzleşecek cesaretin birden kendisinin geleceğini sanmak:
Korkuyla yüzleşmek adına sahip olunan en yanlış düşüncelerden bir tanesi de budur; “Cesaretin birden geleceğini sanmak!” Sizlere çok açık ve net bir şekilde söyleyebilirim ki korktuğunuz durumla yüzleşmeden, kendinizi asla o konuda cesaretli hissedemeyeceksiniz.
Eğer korktuğunuz durumlar, eylemler karşısında kendinizi cesur hissetmek istiyorsanız, korkunuza rağmen harekete geçin, korkunuzun dinmesini beklemeyin. Korkularla yüzleşmek eyleminde yanlış olan strateji; Önce korku duygum geçsin, sonra yapmak istediğim eylemi yaparımdır. İnsanlar bu strateji yüzünden hiçbir zaman, korku duygularını yok edemezler.

Mesela, utangaçlığını yenmeye çalışan bir insanın yapacağı ilk eylem, utangaçlığı yenmek yönünde araştırmalar yapmak olur. Ve öğrendikleri bilgiler ile utangaçlığı yenmeye çalışırlar. Ancak bu eylemleri sonuç vermez. Çünkü, siz fitness kitabı okuyarak kaslarınızı geliştiremezsiniz! Kaslarınıza belirli stres uygularsanız, kaslarınızı geliştirirsiniz. Aynı durum mental gelişimimiz içinde geçerlidir.
Korkuları hayal gücü ile yenmeye çalışmak: Örnek vermem gerekirse “Elinizi kalbinize götürün oradan pembe pembe ışıklar çıkarın, korkunuzu sevgiye dönüştürün” tarzında duyduğunuz tavsiyeler, teoride harikadır; ama gerçekte hiçbir işe yaramaz. Sebebi yukarıda açıkladığım üzere konfor alanı içerisinde, korku duygunuzu sevgiye dönüştürürsünüz ancak, konfor alanı dışına çıktığınızda korkunuzda bir anda ortaya çıkar. Yani, korkuyu sevgiye dönüştürme çabalarınız boşa gitmiş olur. Fiziksel veya mental anlamda gelişim istiyorsanız, olumsuz hissetmenize rağmen, konfor alanı dışına çıkmanız gerekir.
Kendinizi zorlamak: Bu söylediğim tuhaf gelebilir ancak bilinçaltı zihin asla ve asla zorlamadan hoşlanmaz. Eğer korkularınızla yüzleşmek için kendinizi zorlarsanız (ki zorlayacaksınız ama başka bir bakış açısı ile ) başarılı olamazsınız. Bu yüzden korkularla yüzleşme eylemine olan bakış açınızı değiştirin. Yani, korkularla yüzleşme eylemine bakış açınız “Bir zorluk değil de eğlenme yönünde olsun” Bu bakış açısına sahip olunca korkular ile yüzleşirken yine de zorlanacaksınız, ama bu zorlanmadan zevk alacaksınız. Nitekim, sosyal korkular yazımızda, bahsettiğim gibi korkularınız ile gönüllü yüzleşmeniz sonucunda beyninizde mutluluk hormonu salgılanır. Ancak zorunlu olarak yüzleşmeniz durumunda stres hormonu salgılanır.
- Korkuyla yüzleşmek için, plan tablosu oluşturmamak: Korkuyla yüzleşme eylemine geçeceğiniz zaman, muhakkak ki bir plan tablosu oluşturun. Bu plan tablosunda, adım adım, az korku duyduğunuz eylemden çok korku duyduğunuz eyleme doğru bir eylem planı hazırlayın. Plan tablosunu çok açık ve net bir şekilde oluşturun. Yani hangi harekete geçince hangi eylemleri gerçekleştireceğinizi açıkça belirtin.
- Korku duygusunu sadece kendinizin yaşadığını sanmak: Şöyle bir gerçek var ki dünya üzerinde şuanda yaşadığınız sorunları geçmişte milyonlarca insan yaşadı, şuanda da milyonlarca insan yaşıyor ve gelecekte de milyonlarca insan yaşayacak! Yaşadığınız herhangi bir sorun sadece size özgü değil! Bu her konuda böyle. Hayatınız içerisinde, var olan sorunlarınıza bu şekilde bir bakış açısına sahip olursanız, kurban psikolojisinden kurtulursunuz. Ve sorunlarınızın neden var olduğu üzerine şikayet etmek yerine, daha yapıcı adımlar atar, sorunlarınızdan kurtulursunuz.

Korkularla Yüzleşme Anında Vücutta Ne Olur?
Korkularımız ile yüzleşme anında, vücudunuzda ani değişiklikler oluşmaya başlar; kan basıncınız artar, göz bebekleriniz büyür, kalp atışınız hızlanır ve bu durumların tetiklediği, başka fizyolojik tepkiler verirsiniz. Ancak işin özünde bunların hiçbiri sizi ilgilendirmiyor. Çünkü 2 veya 3 dakika içinde vücudumuz normal durumuna geri dönecek. Yani yaşadığınız o korku anı sonsuza kadar sürmeyecek yaşayacaksınız ve bitecek.
Peki ardından ne olacak? Olacağı şu: Korku duygunuz dağılacak ve bilinçaltı bunu kodlayacak, artık siz eskiden korktuğunuz durumdan korkmamaya başlayacaksınız. Çünkü siz o anı yaşadınız ve neticesinde hiçbir şey olmadı. İşte bu durumda bilinçaltı zihninizi bilinmemezlikten ve abartılmış düşünce kalıplarından kurtarmış oldunuz. Bu durumların sonucunda ise korkunuzdan kurtulmuş oldunuz.

Korkularla Yüzleşme Anında Yaşanılan Bazı Gerçekler!
Korktuğunuz olaylar, varlıklar, ile yüzleşirken gerçekten kendinizi biraz kötü hissedeceksiniz. Ancak bu durum 2 veya 3 dakikadan uzun sürmez. Sizin korkularınız ile yüzleşirken yapmanız gereken en önemli eylem: Korku duygunuzun nereden geldiğini anlamaya çalışmanız ve korkunuz ile yüzleştiğiniz o kısacık 2 – 3 dakikalık zaman diliminde bu korku duygunuzu, o andaki çaresizliğinizi yönetebileceğinizin farkına varmaktır. Korkular ile yüzleşme durumu bu şekilde gerçekleşir: Hissedilen acıdan kaçmaya çalışmadan, o an içerisinde kalarak!
Kapalı alanlardan korkan birisini zorla kapalı bir alana kapatıp ondan bu korkusunun geçmesini beklememiz çok saçma olur. İlk olarak o kişi bu abartılmış korku duygusunun nereden geldiğini anlamaya çalışacak, ardından kademeli bir şekilde bu korku durumu ile yüzleştirilecek ve o korku anındaki çaresizliğini nasıl yönetebildiğini kendisi farkına varacaktır.

Kısacası korkularınız ile yüzleştiğinizde içinizde olanları; düşünceyi, duyguyu, çarpıntıyı fark ettikten sonra korkudan ölüp ölmediğinizi, çıldırıp çıldırmadığınızı fark etmek ve bir taraftan da kendinizi kontrol etmeyi öğrenmek, işte asıl korkular ile yüzleşme budur.
Bu makalede sizlere sadece tavsiyeler verilmiştir. Sorunlarınız üzerine daha detaylı analiz ve çözüm için, Psikolog’a gidin.

Hayatımızın büyük çoğunluğunu sosyal ilişkilerimiz ile geçer. Öyle ki gün içerisinde yakınlık derecesine bakılmaksızın, birçok insan ile iletişime geçeriz. Çalıştığımız yerde, otobüste, dışarıda, kafelerde kısacası her yerde tanıdığımız veya tanımadığımız insanlar ile iletişim halinde oluruz. Eğer, hayatımızın büyük çoğunluğunu kapsayan sosyal ilişkilerimizde, kendimizi ifade etmekte zorlanıyorsak, duygularımızı bastırarak yaşıyorsak, insanların gözüne bakmaktan dahi çekiniyorsak, bu hayat bizler için çekilmez bir hal alır. Çünkü hayatımızın büyük bir çoğunluğunu kapsayan olay karşısında güçsüz bir durumdayızdır. Bu yüzden hayat içerisinde sosyal ilişkilerimizi şekillendiren düşünce kalıplarını ve duygularımızı kontrol etmeliyiz. Sosyal hayatımızı oluşturan, sosyal ilişkilerimizde, davranışlarımızı şekillendiren öyle bir düşünce var ki, bu düşünce, istisnasız olarak, fark edemesek de her yerde karşımıza çıkar. Bu düşünce kalıbı “İnsanlar ne der?” düşüncesidir.
İnsanlar ne der düşüncesi hayatımızın her alanında kendisini göstermektedir. Ancak bizler bu düşünce kalıbını bilinçli zihnimiz ile fark edemeyiz. Nitekim bu düşünce kalıbı, gün içinde, sosyal ilişkilerimizde “insanlar ne der?” acaba diye sürekli olaraktan aklımıza gelmez.
Bu düşünce kalıbı daha çok “duygu” olarak içimizde belirir. Hani şu çok meşhur rezil olma korkusu var ya, onun bir tezahürü olarak karşımıza çıkar.
- Mesela otobüse binersiniz, yol parasını verirsiniz ve almanız gereken para üstünü şoför vermezse, “İstesem mi? istemesem mi?” acaba diye düşünürken hissettiğiniz o duygu var ya hani parayı geri istemenizi engelleyen, işte o duygu “İnsanlar ne düşünür?” düşüncesinin hissettirdiği duygudur.
Bu duyguyu çok şiddetli bir şekilde yaşamamız sizin de tahmin edebileceğiniz gibi, hayatımızı felç eder ki zaten bunu hepimiz biliyoruz. Ancak burada asıl önemli olan nokta bu duygunun hayatımızı ne kadar çok etkilediği üzerine konuşmak değildir asıl önemli olan nokta bu duyguya, düşünce kalıbına nasıl çok fazla kulak asmayabileceğimizi öğrenmektir.
Nitekim eğer bunu başarabilirsek, sosyal ilişkilerimizde rahat bir şekilde davranmamızı en çok engelleyen, bir duygudan kurtulmuş olacağız. Bunun sonucunda da sosyal ilişkilerimizde çok daha rahat, özgür davranışlar sergileyebileceğiz.

İnsanlar ne der? Düşüncesinden Kurtulmak
İnsanlar ne der? elalem ne der? düşüncesinden kurtulmanın en temel yolu; davranışlarımızı değiştirmektir. Yani insanlar ne der? rezil olur muyum? diye korkup yapmadığınız, davranışların tamamını yapmaktır.
- Siz bunu bilinçli zihniniz ile bilerek yaptıkça, zihninize gelen bildirimleri (yapma rezil olursun gibi) umursamamaya başlarsanız ve bir müddet sonra bu bildirimlerin etkisi hissetmeyeceğiniz kadar az olur.
Ancak tam tersi durumda, eğer zihninize gelen “insanlar ne der?” düşüncesini umursarsanız ve bu doğrultuda harekete geçmezseniz emin olabilirsiniz ki bir daha ki sefere bu bildirim daha şiddetli gelecektir. Yani aslında bu bildirimi umursadıkça, kulak astıkça daha da büyüyecektir.
Mesela bu zamana kadar insanlar ne der düşüncesinin oluşturduğu korku yüzünden sınıfta bir kere bile parmağını kaldırmamış bir öğrenci için parmak kaldırmak ve hocaya bir soru sormak gerçek anlamda onu zorlayan bir eylem olacaktır. Ancak eğer bu kişi, tüm korkusuna ve aklına gelen “yanlış söylersem, kekelersem insanlar ne der?” düşüncesine rağmen sınıfta parmağını kaldırır ve hocasına anlamadığı bir yerde soru sorarsa veya hocanın sorduğu bir soruya cevap verirse ve bu davranışını sürekli olarak tekrar ederse artık hissettiği korku duygusunu ve zihnine gelen bildirimi önceki kadar şiddetli yaşamaz.
Ayrıca bu yüzleşme sayesinde kişide “ben korkuma rağmen harekete geçebilirim” bilinci oluşur ve bu da özgüveni doğurur

Sevgisizlik veya değersizlik, erken çocukluk yıllarında başlayan, bizim kontrolümüz altında olmadan oluşan bir duygu ve inanç durumudur. Bebeklik ve erken çocukluk yıllarımızda bizim bilinçli zihnimiz henüz gelişmemiştir. Ancak bilinçaltı zihnimiz aktif bir şekilde çalışmakta ve o yaşlarımızda hissettiğimiz duygular ve bu duygular doğrultuda oluşturduğumuz inançları kaydetmektedir. Yani küçük bir çocuğun doğduğu aile, o küçük çocuğa sevgi göstermeyecek bir yapıdaysa o çocuk daha henüz hayatının ilk yıllarında sevgisizlik, bir diğer anlamı ile değersizlik duyguları ile karşılaşacak, bu doğrultuda bir inanç geliştirecek ve ileride yüksek ihtimalle “sevgisiz büyüyen insan” kategorisine dahil olacaktır ki bu bizim toplumumuzda nadir rastlanılan bir durum değildir. Kısacası sevgisizlik duygu durumu ile eğer çocuğuna değer gösteren, sağlıklı bir aile ortamında büyümediysek çok küçük yaşlarda karşılaşırız ve sevgisizlik, değersizlik duyguları ile büyürüz ve bu bizim kontrolümüzde değildir. Nitekim ailemizi biz seçemeyiz. Bilinçli zihnimiz gelişmediği içinde onlardan aldığımız telkini geri çeviremez hemen kabul ederiz.

Peki sevgisiz, yani öz sevgi eksikliği ile büyümemizin neticesinde ne olur? Sevgisizlik, sevgisiz büyümek neden psikolojik problemlerin temel sebebidir? Sevgisizliğin sonuçlarını anlamak için ilk olarak şunu anlamamız gerekmektedir; “hayat içerisinde her şeyde olduğu gibi duygu durumlarımız arasında da doğrudan bir bağlantı vardır” Duygularımız öylesine kendiliğinden şekillenmez!
Sevgisizliğin Sonuçları
Sevgisizliğin sonuçlarını anlamak için ilk olarak şunu anlamamız gerekmektedir; “hayat içerisinde her şeyde olduğu gibi duygu durumlarımız arasında da doğrudan bir bağlantı vardır” Duygularımız öylesine kendiliğinden şekillenmez!
Sevgisizlik durumunun, duygusunun doğuracağı diğer sonuçlar; özgüven eksikliği, kendini kabul edememe, benlik duygusunu ortaya koyamama, rezil olma korkusunu şiddetli yaşama gibi duygu ve durumlardır.
Sevgisizlik neticesinde bu duygu ve durumların ortaya çıkmasının temel sebebinde ise sevgisiz büyümüş insanın kendisini değersiz hissetmesi, görmesi yatmaktadır.
Şimdi şu şekilde düşünün; bilinçaltı düzeyde kendisini değersiz gören ve hisseden bir insan otomatik olarak diğer insanları büyütme eğiliminde olur. Çünkü kendisi değersiz biridir, yani diğer insanlardan bilinçaltı düzeyde kendisini daha aşağıda görmektedir. Değersizlik duygusunun insandaki tezahürü budur.
Peki şimdi asıl sorumuza gelelim, sizce kendisini değersiz hisseden bir insan, bilinçaltı düzeyde kendisini diğer insanlardan daha aşağıda gören bir insan öz güveni yüksek bir insan olabilir mi? Sosyal ilişkilerinde benlik duygusunu ortaya koyabilir mi? Söylemek istediklerini rahat bir şekilde dile getirebilir mi? Pek tabii hayır! Çünkü yukarıda dediğim gibi kendisini değersiz görmektedir. Kendisini değersiz gören bir insan bunları nasıl yapabilecek veya nasıl özgüven sahip olabilecek ki?
Devam edersek, öz sevgi eksikliğinden ötürü öz güveni olmayan bir insanın bu eksikliği kapatmak adına uyuşturucu maddelerine başvurma ihtimali yüksek midir? Ona zarar veren arkadaşlarının olmasına rağmen sırf kendilerini seviyor diye onlarla arkadaşlıklarını devam ettirme ihtimali yüksek midir? Pek tabii yüksektir. Nitekim bir insan ya içeriden kendisini olduğu gibi değerli hisseder, kendisini sever ya da bunu dışarıdan arar ve onu bulduğunda o sevgi ona zarar verse dahi bırakmak istemez.

Bakın bir sevgisizlik duygusu, inancı neticesinde kişinin hayatında neler neler olmaktadır. İşte ben bu sebepten ötürü, sevgisizlik, öz sevgi eksikliği tüm psikolojik problemlerin temel sebebidir dedim. Tabii burada şuna katılıyorum, hayattaki her psikolojik problemi sevgisizlik durumuna bağlayamayız. Ancak özsevgi eksikliği hayattaki birçok problemin temel yapı taşlarından bir tanesidir.
Mesela 30 yaşına gelmiş ama hala kendisini ailesine kanıtlamaya çalışan ve onların onayını almaya çalışan, onlardan “aferin” kelimesini duymaya çalışan bir bireyi düşünün. Bu bireyin bu davranışlarının altındaki temel sebep nedir? Değer görme, sevilme ihtiyacının olma ihtimali var mı? Tabi ki de var. Nitekim bir çocuk küçükken en çok ailesinden sevgi görmek ister. Eğer çocuk küçük yaşlarda bunu göremez ise hayatının diğer yıllarında, yetişkin bir insan olduğundan dahi bu sevginin peşinden koşabilir.
Sevgisizlik durumunun oluşturduğu değersizlik duygusunun en kötü yanlarından bir tanesi de kişinin kendisini değerli hissetmediği için sürekli olarak dışarıdan değer aramaya çalışmasıdır. Yukarıda vermiş olduğum örnekte olduğu gibi bu aile içerisinde değer aramak olabileceği gibi aile dışında da değer aramak olabilir.

Mesela arkadaş ortamı bunların en başında gelir. Kişi sırf ona değer veren arkadaşlarını kaybetmemek adına istemediği halde bazı işleri yapabilir veya dahil olmak istemediği bir plana onları kaybetmemek adına hayır diyemeden katılabilir. Çünkü eğer hayır derse arkadaşlarını kaybedebilir. Peki arkadaşlarını kaybederse ne olur? Tabi ki de onlardan aldığı o değeri alamaz. Kişi işte sırf bu değeri, sevgiyi kaybetmemek adına, ilişkileri içerisinde sürekli olarak kendisinden taviz verir. Bu durumda kişinin sağlıklı ilişkiler geliştirmesine engel olur.


Yanlış üslup doğru sözün celladıdır diyor Sadi Şirazi… Siz ifadenin ve ifade gücünün önemiyle ilgili neler söylemek istersiniz?

Aslında kullandığımız iletişim becerilerini kendimiz seçiyoruz. Bu seçimler bizim kişilik özelliklerimizden, yaşadığımız çevreden, aile ve kültürel değerlerimizden oluşuyor. Kendimizi en iyi ifade edebilme becerimiz ise sözel ifade gücümüz ile ortaya çıkıyor. Kelimeleri ne kadar doğru kullanır ve güzel bir üslupla ifade edersek, o zaman duygularımızı daha iyi aktarabiliyoruz. İfadelerimiz bizim duygularımızı en iyi aktardığımız aracıdır. Ancak bunu doğru kullanmadığımız zaman anlattığımız şeyler ne kadar önemli olursa olsun anlatım tarzı doğru mesajı karşıdaki kişiye iletmeyecektir. Doğru bir sözü karşımızdaki kişiye yanlış bir üslupla anlatmak ise doğru sözün celladı olacaktır. Yani ifadelerin gücü oldukça önemlidir. Bazen ilişkilerimizde kendimizi yeterince ifade edemediğimizi düşünürüz aslında burada kendimizi nasıl ifade ettiğimiz, hangi dili kullandığımız önemlidir. Doğru bir üslup kullanarak kendimizi ifade ettiğimizde ilişkilerimizdeki anlaşılamama duygusu da azalmaya başlayacaktır

Sen dili nedir, özellikleri nelerdir? Kişi sen dili kullandığının farkına nasıl varabilir, nelere dikkat etmelidir, örneklendirerek anlatır mısınız?
Sen dili, karşı tarafı suçlayan ve saldırıya geçmesine neden olan cümlelerden oluşur. Bu cümlelerde özne “sen” olarak kullanılır ve ikinci tekil şahıs olarak ifade edilir. Karşıdaki kişi üzerinde üstünlük kurma ve incitme çabası vardır. Kişi sen dilini kullanırken davranışına veya duygusuna değil, kişiye yönelik bir tutum sergiler. Burada da karşı taraf savunmaya geçer ve sağlıksız bir iletişim başlar. Sen dilinin farkına varmak aslında bilinçli olmakla ve kullandığımız üslupla ilişkilidir. İlişkide eğer sürekli olarak “Sen beni kırıyorsun, Sen hatalısın, Ağlamayı kes artık, Sürekli geç kalıyorsun gibi…” Sen merkezli cümleleri kullanıyorsak bunu kullanmamalıyız. Eğer kendimiz bu cümleleri kullandığımızın farkında değilsek karşımızdaki kişiden yardım alabiliriz. Ancak karşımızdaki kişi de sen dili ile konuşuyor ve iletişimde çatışmalar oldukça fazla oluyorsa ve bunu fark ediyorsak ilk önce kendi iletişim dilimizin ne olduğuna daha sonra da karşımızdaki kişinin bize hangi iletişim dili ile cevap verdiğine bakmalıyız ve ben dilini kullanmayı öğrenmeliyiz.

Ben dili nedir, örneklendirerek açıklar mısınız?
Ben dili, kendimizi en iyi ifade etme yolumuzdur. Burada kendimizi ifade ederken özne olarak “ben” kullanılır ve birinci tekil şahıs tercih edilir. Ben dili karşıdaki kişiyle empati yapmayı sağlar. Böylece ilişki kurarken suçlayıcı cümleler kullanmak yerine gerçek duygu ve düşüncelerimizi ifade etmemizi sağlayan cümleler tercih ederiz. Ben dili, sorundan çok çözüm odaklıdır. Örneğin, “Sen bana bunu yaptın! demek yerine, senin bu davranışın beni üzdü ve kendimi kötü hissettim veya Sen hiçbir dediğini yapmıyorsun yerine Söylediklerini yapmayınca ben üzülüyorum ve hayal kırıklığı yaşıyorum” denilmesi ben dili ve sen dilinin kullanımı arasındaki ifade gücünü açıkça ortaya çıkartıyor. Burada sen dilindeki yargılayıcı ve suçlayıcı söylem ilişkiye zarar verirken, ben dilinde kullanılan üslupla karşıdaki kişiyi kırmadan hatasının anlatılmaya çalışılması ve hissedilen duygunun paylaşılması ilişkiyi güçlendirir. Karşımızdaki kişi de kendini değerli hisseder ve bizi anlamaya başlar.
Ben dilinin temelinde ne yatıyor?
Ben dilinin temelinde kullanılan dilin önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizim kullandığımız dil aslında kendimizi ifade etme şeklimizdir. Bu dili biz doğuştan kazanmayız ancak çocukken öğrenmeye başlarız. Çocukken bastırılan, suçlanan ve sürekli olarak sen yaptın, sen suçlusun, sen sus gibi ifadelerin kullanılması sen dilini öğretirken, karşı tarafa duygularımızı yansıtarak konuşmak ve empati kurmak, ben dilinin öğrenilmesini sağlar. Burada ben dilinin temelinde kullanılan güzel üslubun önemi açıkça görülür. Yani ilk başta da konuştuğumuz gibi ifadelerin gücü oldukça önemli bir yere sahiptir. Bizim de kendimizi doğru ifade edebilmemiz için bu farkındalığa sahip olmamız ve olumlu iletişim yolunu seçmemiz gerekir.
Ben dilini kullanmak kişiye neler katıyor? Bu aynı zamanda kişinin kendi duygularının da farkına varabilmesi ve duygularının yönetimi konusunda farkındalığa olanak sağlıyor diyebilir miyiz?
Diyebiliriz. Çünkü ben dilini kullanmak kişiye duygularını özgürce ifade etme gücü veriyor. Karşılıklı olarak konuşmaya ve iletişim kurmaya olanak sağlıyor. Kişiyi düşünmeye sevk ettiği için kendi hatalarını görmesinde de yardımcı oluyor. Ben ne düşünüyorum, ne hissediyorum ve bunu karşımdaki kişiye nasıl ifade edebilirimi sorgulatıyor. Böylece kişi kendi duygularının farkına varabiliyor ve duygularını yönetebiliyor. İlişkilerde en önemli problem iletişimsizlikten kaynaklanırken, ben dilinde karşılıklı empati kurarak kurulan iletişim karşıdaki kişiyi suçlamadan, yargılamadan tanımlarken, kabul edilmeyen davranışın ise açıkça konuşulması ve kişide yarattığı duyguları açıkça ifade etmede önemli bir etkisinin olduğunu gösteriyor. Bizim de duygularımızın yönetimi konusunda farkındalık kazanmamız için ben dilini kullanmayı arttırmamız gerekir. Bunun için sürekli olarak pratik yaparak ve hayatımıza bunu yerleştirerek olumsuz iletişimi de azaltmış oluruz.

Ben dili kullanıldığı halde karşıdaki kişiye suçluluk hissettirilebilir mi? Ben dilinin içerik olarak işe yaramadığı noktalar da var mıdır?
Tabiki hissettirebilir. İlişkide yaşanan en büyük problemlerden birisi duyguları karşımızdaki kişiye yanlış ifade etmemizden kaynaklanır. Ancak bu yanlış ifade şeklinin yanında karşımızdaki kişinin bizim anlatmak istediğimiz şeyi nasıl anlamlandırdığı da önemlidir. Ben dilinde “Neden böyle davrandığını anlamıyorum, ama bu davranışların beni incitiyor.” denilmesi ben dilini kullanan kişinin aslında duygularını açıkça ifade etmesini sağlarken, karşı taraf açısından bu durum ben zaten hep suçluyum, davranışlarım sana göre hep kötü gibi karşıt bir düşünce ile bize geri dönüş yapabilir. Bu durumda ise ben dilinin işe yaramadığı açıkça görülür. Ancak bu durum iletişim kurmaya çalışılan kişinin sorunları nasıl anlamlandırdığı kendi kişilik özellikleri ile bunu nasıl değerlendirdiği ile ilişkili olabilir. Bu konu biraz daha kişilik özelliklerini de içine alan bir durum aslında. Bunun dışında ben dilini kullanan kişinin sert bir mizaca sahip olması, hitap şekli ve ses tonu da karşı tarafa suçluluk hissi uyandırabilir ve kırıcı bir tavır oluşturabilir. Bu noktada ben dilinin etkisi çok fazla görülemez. Ancak ben dilini kullanırken sadece kullanılan dile değil üsluba ve karşımızdaki kişinin karakteristik özelliklerine göre kendimizi ifade etmemiz gerekmektedir.

Karşıdaki kişiye, kişilik özelliklerinden yola çıkarak yapılan eleştiri nelere yol açıyor? Nasıl bir yol izlenmeli?
Karşımızdaki kişi ile iletişim kurarken doğrudan kişilik özelliklerini ele alarak bir eleştiri yaparsak bu karşı tarafı kırabilir ya da sert bir tepki ile bize karşılık vermesini sağlar. Oysaki iletişim dilini iyi kullanmayı biliyorsak ve karşımızdaki kişinin karakteristik özellikleri bizi rahatsız ediyor ve ona bu durumu doğru bir şekilde ifade etmek istiyorsak eleştiren, suçlayan bir dil kullanılması uygun değildir. Sen dili ve ben dilinden bahsederken aslında kullanılan dilin önemini açıkladık ancak burada kullanılan dilin dışında en önemli noktalardan birisinin de bizim üslubumuz olduğunu açıkça görüyoruz. Karşımızdaki kişinin kişilik özelliklerinden yola çıkarak onunla kurduğumuz iletişimde ben dilini tercih etmekle beraber bunu güzel bir üslupla ifade edersek karşımızdaki kişi kendisini suçlamadan ya da eleştirmeden bu durumu anlamlandırmaya çalışacaktır. Bizim ilk önce kendi hissettiğimiz duygu ve düşüncelerimizin farkında olmamız, daha sonra karşı tarafı anlamaya çalışarak onun hissettiği duygu ve düşünceleri göz önünde bulundurarak, doğru bir üslup ile iletişim kurmaya çalışmamız gerekir. Kendimizi yanlış ifade etmemiz hem bizim hem de karşı tarafın kırılmasını ve sorunların artışını sağlar. Ama bizim kullandığımız dil ve üslup iletişimi güçlendirir ve olumlu bir bakış açısı kazandırır.
Uzman Aile Danışmanı Kübra Büyük
GÖNÜL KÜLTÜR VE MEDENİYET DERGİSİ

Bir şeye şiddet uygulamak en basit tanımı ile uygulayanın acizliğinin göstergesidir. Şiddetin çok fazla çeşidi ve uygulama nesnesi vardır. Uygulayanın da çok ama çok çeşitli nedenleri. Neden şiddet uygulanır bunu anlamak çok önemlidir, çünkü nedenini anlarsak şiddet uygulayana yardım edebiliriz.
Çok önemli bir soru ise şiddet uygulanan kadın neden buna izin verir. Şiddet uygulayan izin mi istiyor ki… Evet açık bir izin olmasa da kadın bazen farkında olmadan kendisine şiddet uygulanmasına izin verir. Aynı olayın tekrar tekrar yaşanmasına tepkisiz kalmak, ses çıkartmamak bir çeşit izin vermek değil midir? Peki ama neden? Kadın yalnız olduğunu düşünürse, hak ettiğini düşünürse, sevilmediğini düşünürse, sağlıklı sevginin nasıl olduğunu bilmezse/öğrenmezse, değer görmediğini/değersiz olduğunu düşünürse, kendi gücünü fark etmezse, zayıf olduğunu düşünürse, suçlu olduğunu düşünürse ve sanırım en önemlisi de bu şiddeti hak ettiğini düşünürse şiddete daha kolay izin vermektedir.
Şiddet karşısında ses çıkarmayan daha doğrusu çıkaramayan kadınlar çoğu zaman eğitimsiz, üstelik bu kadınlar çalışmayan kadınlar da değil.
Üniversite mezunu, saygın bir mesleği olan ve mesleğinde de çok başarılı olan bir danışan evliliğinin ilk haftasından itibaren eşi tarafından sürekli aşağılanmaya, yaptığı işi değersizleştirmeye, erkek meslektaşları ya da işi gereği iletişimde olduğu tüm erkekler ile birlikte olduğunun ima edilmesini duymaya başlamıştı. Kendisi istemediğini çok açık bir şekilde söylediği halde eşinin tecavüzüne uğramaktaydı. Görüşmeye geldiğinde evliliğinin dördüncü ayıydı. Görüşmeye gelme nedeni ise yaşadığı baş ağrılarıydı. Görüşme sırasında çok yoğun bir utanç ve suçluluk hissi vardı. Terapi sırasında anlattığı hiçbir şeyden dolayı kendisini ayıplamayacağımı ve yargılamayacağımı ifade ettikten sonra yaşadıklarını anlattı. Anlattıkları ile hissettiği utanç ve suçluluğu bağdaştırmak çok zordu. Şiddet gördüğü ve bunun tekrarlanmasına izin verdiği için değil yaşadıklarından dolayı utanmaktaydı. Kendisini koruyabileceğinin ve hayır diyebileceğinin farkında değildi. Görüşme sırasında yüzüme bakmak kendisi için çok zordu. Anlattıklarından sonra bana bakıp ‘’ doktor hanım nasıl yani gerçekten beni ayıplamıyorsunuz’’ dedi. Bunu fark etmek kendisini çok rahatlatmıştı. Danışanın bu terapi sürecinde en önemli kazancı kendisine ait olmayan utanç ve suçluluk duygusundan kurtulmak olacak.
Kız çocukları ebeveynleri tarafından sevgi ile değer görerek büyütüldüklerinde, annesine saygı duyan bir baba gördüklerinde, kendi gücünün farkında olan bir anne tarafından yetiştirildiklerinde diğer birçok etken olsa da şiddete daha kolay dur diyebileceklerdir.
Uzman Doktor Firdevs Sevde Şen

Şiddet kavramı Dünya Sağlık Örgütü’nün yapmış olduğu tanımlama doğrultusunda “sahip olunan gücün veya yetkinin başka bir insana, bir gruba ya da bir topluluğa karşı uygulanması ve bunun sonucunda şiddete maruz kalan tarafta yaralanmaya, psikolojik zarara veya ölüme yol açması ya da bunlara yol açma olasılığının bulunması” şeklinde açıklanabilir. Bu doğrultuda fiziksel, psikolojik, ekonomik ve cinsel şiddet olmak üzere 4 farklı şiddet türünün varlığından bahsedilir.
Şiddetin nedenleri nelerdir?
Şiddet genellikle kişiyi etkileyen psikobiyolojik faktörler ile dış çevre arasındaki etkileşim sonucunda ortaya çıkar.

1. Biyolojik Faktörler: Yapılan araştırmalar şiddet eğiliminin ve bu doğrultuda meydana gelen saldırgan davranışların genel olarak limbik sistem, frontal lob ve temporal lob ile ilişkili olduğunu gösterir.
- Nörotransmitterler: Serotonin metabolizması şiddet davranışının ortaya çıkışında oldukça etkili faktörlerden biridir. Bunun dışında beyin omurilik sıvısında bulunan 5-hidroksiindolasetikasit adlı maddenin azalması, norepinefrin ve L-dopa düzeylerinin ise artması durumunda şiddet eğiliminin ve saldırgan davranışların arttığı görülür.
- Limbik Sistem: Beynin bu bölgesindeki yapılardan kaynaklanan kriz ve nöbetlerin saldırganlık ile ilişkili olduğu söylenebilir.
- Endokrin Bozukluklar: Premenstrual sendrom sırasında meydana gelen hormonal değişiklikler kadınlarda saldırgan davranışlara yol açabilir. Bunun yanı sıra alkol kullanımı sonucu baskılanan bazı beyin fonksiyonları dürtü kontrolünün engellenmesine ve muhakeme yeteneğinin azalmasına yol açar. Bu doğrultuda alkol ve benzeri keyif verici maddelerin şiddet eğilimini büyük ölçüde artırdığı söylenebilir.
2. Psikososyal Faktörler:
- Gelişimsel Faktörler: Gelişim döneminde şiddete tanık olan veya maruz kalan çocukların yetişkinlik döneminde şiddet uygulayan bireyler olma olasılığı çok daha yüksektir.
- Çevresel Faktörler: Yapılan araştırmalar doğrultusunda kalabalık yaşam ortamlarının şiddet eğilimini artırdığı, hava durumunun (örneğin rahatsızlık yaratacak düzeyde artan ortam sıcaklığının) şiddet üzerinde etkili olduğu söylenebilir.

3. Sosyoekonomik Faktörler:
- Bu alanda yapılmış olan niteliksel çalışmaların sonuçlarında ırk ve ekonomik eşitsizlik gibi faktörlerden bağımsız olarak ağır yoksulluk durumunun ve evlilik hayatında yaşanan sorunların şiddet ile ilişkili olduğu ortaya konmuştur.
- Aile yapısında bozulmaya neden olan sosyoekonomik faktörler de bu ailelerde yetişen çocukların saldırgan davranışlarında artışa neden olur.
4. Psikiyatrik Faktörler:
- Psikotik bozukluk olarak tanımlanan hastalıklardan manik tipteki bipolar bozukluk, şizofreni ve paranoid bozukluklar saldırgan davranışlarda artışa neden olabilir. Bu psikiyatrik rahatsızlığa sahip olan kişilerde hem çevreye hem kendilerine yönelik şiddet uygulama eğilimi gözlenir.
- Psikotik olmayan bozukluklardan ise travma sonrası stres bozukluğu yaşayan kişilerde; borderline, paranoid ve antisosyal kişilik bozukluklarında şiddet eğiliminde artış meydana gelir ve bu kişilerde saldırgan içerikli davranışlarla son derece sık karşılaşılır.
5. Diğer Faktörler:
Uyuşturucu madde kullanımında ve sonrasında, merkezi sinir sistemini etkileyen bazı patolojik durumlarda ve yetişkinlik döneminde Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) varlığında saldırgan davranışların ve şiddet eğiliminin arttığı söylenebilir.
Saldırgan davranışlar hangi durumlarda ortaya çıkar?
Şiddet eğilimindeki artışla birlikte ortaya çıkan saldırgan davranışlar;
- Genellikle evli kadın ve erkekler arasında görülür ve bu durum aile içi şiddetin yaygınlaşmasında büyük rol oynar.
- Bireyin hayatında yakın zamanda meydana gelen büyük değişikler strese ve iç gerilime neden olabilir. Bu doğrultuda gelişen içsel baskı hissi, öfke ve dürtüsellik gibi durumlar şiddet içeren davranışların ortaya çıkma riskini artırır.
- 16-25 yaş arası erkek bireylerin fazlaca bulunduğu ortamlarda saldırgan davranışların ve şiddet olaylarının gelişme riski daha yüksektir.
- Bireyin ruhsal gerilimini artıran olay ve kişiler, tehdit veya baskı altında olma durumu, can güvenliğinin tehlikede olması gibi koşullar da şiddet eğilimini artıran önemli noktalar arasında yer alır.
MEDICALPARK
Psikiyatri Uzman Dr. Zekeriya Bahçe
Aile, arkadaş ve yakın çevre desteği hem şiddete maruz kalan hem de şiddeti uygulayan kişi açısından koruyucu bir ortam oluşturmaktadır. Ancak şiddeti uygulayan kişinin kadına yönelik bu tarz davranışları benimseyen bir sosyal çevreye mensup olması elbette ki bir risk faktörüdür.

Özellikle, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin yaygın olduğu, erkeğin kadından üstün görüldüğü, kadın ve erkek rollerinin katı çizgilerle birbirinden ayrıldığı toplumlar koruyucu olmaktan ziyade şiddeti, cesaretlendirici bir ortam hazırlar. Bu bağlamda erkeğin kadından üstün bir varlık olarak görülmesinin ve erkeğin eşini dövüyor olmasının geleneksel normlar tarafından normalize edilmesinin ve bu normların kadınlar tarafından da benimsenmesinin şiddeti teşvik eden önemli risk faktörleri olduğu açıktır. Özetle, kadına yönelik şiddeti ortaya çıkaran etkenlerin yalnızca aile kaynaklı olmadığını, erkek kadın ayrımcılığını meşru kılan toplumsal, ekonomik, politik, hukuksal ve eğitimsel yapıların da etkili olduğunu söylemek mümkündür.

Birçok çalışma erkeklerin çocukluk yıllarından itibaren cinsiyetler arası rollere göre değişiklik gösteren sosyalleşme süreçlerinde, kadınlara karşı erkekliklerini kanıtlamalarına yönelik bazı rolleri içselleştirdiklerini ve bu amaca yönelik davrandıklarını belirtmektedir. Türkiye’de şiddeti meşrulaştıran bir diğer toplumsal kavram ise ne yazık ki namus kavramıdır. Toplumun kabul gördüğü ahlaki kurallar ve acımasız törelere dayandırılarak uygulanan şiddet sonucu birçok kadın ne yazık ki namus cinayetine kurban gitmektedir.

Şiddete Maruz Kalan Kadın Ne Yaşar?
Şiddetin kadın üzerindeki elbette ki en vahim ve en geri döndürülemeyecek sonucu maalesef ölümdür. Son yıllarda yaşanan kadın cinayetleri de bize bu tablonun ne kadar vahim olduğunu göstermektedir. Ölümle sonuçlanmasa da birçok kadının çeşitli fiziksel hasarlar görmesi, kronik rahatsızlıklar, fiziksel sağlık sorunları geliştirmesi sıklıkla karşılaşılan durumlardır. Örneğin fiziksel şiddet kırıklara, beyin zedelenmelerine, yaralanmalara sebep olurken, şiddete maruz kalan kadınlar arasında yaşanan strese bağlı olarak yoğun baş ve sırt ağrıları ile mide ve bağırsak sorunları görülmektedir.

Psikolojik açıdan bakıldığında ise kadında oluşan hasarı anlatmaya kelimeler dahi yetersiz kalabilir. Şiddetin kadın üzerindeki psikolojik etkileri şiddetin tipi, süresi, ciddiyeti, şiddetin gerçekleştiği sıradaki yaşam döngüsü, kişinin sahip olduğu başa çıkma mekanizmaları ve sosyal desteğine göre değişiklik gösterir. Özellikle uzun süreli şiddet durumlarında güven duygusunda sarsılmalar, çaresizlik, umutsuzluk hisleri, kendini suçlama ve özsaygıda düşüş sıklıkla gözlemlenir. Klinik anlamda ise şiddete maruz kalan kadınların depresyon, anksiyete, travma sonrası stres bozukluğu ve psikosomatik hastalıklar gibi birçok ruhsal problemle karşılaşma olasılıklarının şiddet öyküsü bulunmayan kadınlara oranla anlamlı derecede fazla olduğu ortaya konmaktadır. İntihar riski ve alkol/madde kötüye kullanımı da ağırlıklı yaşanan ruhsal sorunlar arasında sayılabilir. Daha da önemlisi bu sonuçların sadece fiziksel şiddete değil aynı zamanda psikolojik ve cinsel şiddete maruz kalma durumlarında da geçerli olmasıdır. Tüm bu bulgular, şiddetin psikolojik olarak neredeyse kalıcı hasarlar bıraktığını göstermektedir.

Kadına yönelik şiddeti önleyebilmek öncelikle onun toplumsal bir olgu olduğunu kabul etmeyi gerektirmektedir. Kadına karşı şiddet bir insan hakları ihlali ve bir suç, bu konuda bir şey yapmamak ise daha da büyük bir suçtur. Kadınların herkes gibi normal ve sağlıklı yaşam hakkına sahip olabilmesi için birey, toplum ve devlet olarak bu eylemi bir suç olarak görmeli, bu suça teşebbüs edenlerin cezalandırılması ve kadınların güvenlik içinde yaşamaları amacıyla her türlü desteğin verilmesi için çalışılmalıdır.
Psikolog Merve Büyükkucak

