


TÜRKİYE : ANKARA – ZONGULDAK
AVRUPA – ALMANYA – PORTEKİZ
ASYA – ÇİN – SİNGAPUR
KUZEY AMERİKA – AMERİKA – KÜBA
GÜNEY AMERİKA – ARJANTİN – VENEZUELA
AFRİKA – CEZAYİR – UGANDA
AVUSTRALYA –


2025…………………………………………………..

Yaygın düşünceler yıkılıyor: Tek çocuk mu, yoksa kardeş mi?
Çocuk sahibi olmadan önce pek çok çiftin kararsız kaldıkları konulardan biri, kaç çocuk sahibi olmak istedikleri. Günümüzün ekonomik şartları ancak bir çocuğun bakımına ve eğitimine imkan verirken, çoğu çift çocuğunun kardeşsiz, tek çocuk olarak büyümemesinden yana. Bunun en önemli nedeni ebeveynlerin kardeşsiz büyüyen çocuğun sağlıklı bir gelişime sahip olamayacağını düşünmeleri.
Günümüze değin gelmiş yaygın inanış bir çocuğun sağlıklı gelişimi için muhakkak bir kardeşe sahip olması gerektiği yönündeyken, son yıllarda yapılan araştırmalar tek çocuklarla ilgili bu inanışın aslında pek de gerçeği yansıtmadığını göstermektedir. Bundan yıllar önce neredeyse bir hastalık olarak görülmekte olan ‘tek çocuk’ olma hali gerek günümüzün ekonomik koşulları gerekse kadınların eskiye oranla daha geç yaşta çocuk sahibi olmaları sebebiyle artık daha yaygın bir durum halini almıştır.
Kardeşsiz büyümek avantaja dönüşebilir
Yakın zamana dek tek çocukların, kardeşlerin sağlayacağı çeşitli öğrenme olanaklarından mahrum kalacakları, şımarık, bencil, yalnız ve uyumsuz çocuklar olacakları düşüncesiyle dezavantajlı durumda olduklarına inanılmaktaydı. Halen ailelerin, çocuklarının böyle özelliklere sahip tek çocuklar olarak büyümelerine engel olmak için ikinci çocuklarını dünyaya getirmeye karar verdiklerine sıkça rastlamaktayız. Ancak iddia edilenin aksine konuyla ilgili son 25 yılda yapılan ampirik çalışmalar, tek çocuklar ile ilgili olumsuz önyargıları şiddetle reddetmekte. Tek çocuklar ile kardeşi olan çocuklar arasında bulunabilen yegâne farkların ise düşünülenin aksine tek çocukların avantajına olduğunu göstermektedir. Buna göre, tek çocukların gelişimsel anlamda kardeşi olanlardan daha geride olmadıkları, hatta başarı motivasyonları ve zekâ gelişimleri açısından kardeşi olan çocuklara oranla görece daha avantajlı durumda oldukları görülmektedir. Bunun yanı sıra, yine yaygın inanışın aksine tek çocuklar genel uyum ve sosyal beceri anlamında kardeşi olan yaşıtlarına oranla bir farklılık göstermemektedirler.
Tek çocukların sosyalleşme problemi olmuyor
Ailelerin genellikle kardeşi olmadan büyüyen çocuklarının sosyalleşmeleri ile ilgili endişe yaşadıklarını görüyoruz. Ancak araştırmalar ilkokul çağındaki tek çocukların kardeşi olan yaşıtlarıyla yakın arkadaş sayısı ya da arkadaşlık kalitesi anlamında bir farklılık göstermediklerini gösteriyor. Sosyalleşme ya da oyun aktiviteleri açısından da okul öncesi dönemdeki tek çocuklar ile kardeşi olan çocuklar arasında bir fark görülmüyor. Daha da önemlisi sosyal beceriler açısından bu benzerlik yetişkinlikte de devam ediyor.
Tek çocuklar yaşıtlarıyla daha çok zaman geçirmeli
Ancak her ne kadar kardeşlerle rekabet etmeme ya da çatışma yaşamama durumları bu çocuklar için bir lüks gibi görünse de, tek çocukların yaşıtları ile çatışma çözme ve çatışma yönetme becerileri bakımından yoksun kalabilme olasılıkları aileleri düşündürtebilir. Bu noktada tek çocukların kendi yaş grubundan çocuklarla sıkça bir araya getirilmeleri onlara bu deneyimi kazandırma açısından yararlı olacaktır.
Küçük ailelerde çocuk ebeveynlerle daha kaliteli zaman geçirebiliyor
Tek çocukların sosyal beceriler, karakter ve uyum açısından iki çocuklu küçük ailelerin çocuklarına benzer özellikler gösterdikleri, çok kardeşli daha geniş ailelere oranla bu iki grubun daha avantajlı olduğu görülmektedir. Bu durum, ebeveyn-çocuk ilişkisindeki kalitenin önemine vurgu yapmakla birlikte, çok çocuklu ailelerden farklı olarak küçük ailelerdeki çocukların ebeveynleri ile daha fazla birebir ve kaliteli zaman geçirme olanaklarının olması ile ilişkilendirilebilir. Nitekim ebeveynlerle geçirilen birebir ve kaliteli zamanın çocuğun entelektüel kapasitesinin gelişmesine ve daha olgun davranış kalıpları edinmesine yardımcı olacağı bir gerçektir.
Kardeş yokluğu, ebeveynlerle kurulan sağlıklı ilişkiyle telafi edilebilir
Elbette ki bu sonuçlar kardeş ilişkilerinin çocuk gelişimi üzerine olumlu sonuçları olduğu gerçeğini yadsımamaktadır. Ancak görülen o ki kardeşlerin yokluğu başkalarıyla, özellikle de ebeveynlerle kurulan sağlıklı ve kaliteli ilişkilerle telafi edilebilmektedir. Günümüzde aileler giderek küçülse de ebeveynler kardeşsiz büyüyen çocuklarının sosyal ve entelektüel gelişimi açısından endişe etmemeli, çocuklarının sayısından çok onlarla birebir kuracakları özel ve kaliteli bağlara önem vermelidir.
Uzman Klinik Psikolog Merve Büyükkucak
Medikal Akademi


Zeki insanlar, ilişki için göz korkutucu olabilir. Zeki bir insan ilişkide olduğu kişiye aklındakileri açık açık söylemekten çekinmez.
Zeki insanlar aşkı nasıl yaşar? Her zaman ölçüyle ilgilenen bilim bize ortalama olarak bu profile sahip olmanın, şefkatli bir eş bulma olasılığını artırmadığını göstermiştir. Bu tarz kişiler daha analitik, daha bağımsız, daha talepkardır… Beklentilerine benzer birini bulduklarında oluşturabilecekleri bağ gerçekten güçlü ve tatmin edicidir. Bu konuya ilişkin bir kitap arayanlar için Harvard felsefe profesörü Alex Benzer’in Taoculuk Alıntılarından daha aydınlatıcı ve eğlenceli bir öneri olamaz.
Bu kitap, ironik bir bakış açısıyla bize zeki insanların neden daha az kalıcı ilişkilere sahip olma eğiliminde oldukları açıklamaktadır. Yazarın kendisinin de belirttiği gibi, parlayan her şey altın değildir ve entelektüel bir bakış açısından parlak olmak, özellikle bazı noktalarda mutlak başarıya dönüşmez.
“Zeka ve ortak sağduyu, birkaç meslek sırrı yöntemler yoluna girer.”
– Johann Wolfgang von Goethe
Zeki insanlar daha kolay sıkılırlar ve hatta bazen keskin ilgi alanları ve benzersiz tutkularıyla başkalarını da sıkarlar. Unutkan, erteleyici, anlaşılmaları zordur. Son derece talepkardırlar (ve kendinden beklentileri olan), amaçsızca dolaşırlar, sürekli varoluşsal krizlerden etkilenirler ve bu yeterli gelmediğinde ise en hassas duyarlılıktan en patlayıcı kötü ruh haline kadar değişken duygusal termometreleri vardır. Zeki insanların kolay insan olmadıkları konusunda hemfikiriz. Ancak, IQ’muz ne olursa olsun, bir ilişki yaşarken hepimiz aynı zamanda artılarımızı, eksikliklerimizi ve eşsiz taraflarımızı ortaya koyarız. Aşk konularında her şey ilk bakışta uyum ve duygusal hislerle ilgili değil gibi görünür. Farkındayız. Bununla birlikte, bir bilimsel bakış açısına göre, zeki insanların aşk ilişkileri ortak noktalar söz konusu olduğunda öteden beri ilgi konusu olmuştur.
Zeki insanlar aşkı nasıl yaşar?
Çoğu insan entelektüel açıdan popüler olmanın mutlu, istikrarlı ve tatmin edici ilişkiden zevk almanın çok zor olduğunu varsayar.
Dışarıdan bakıldığında böyle görünür çünkü aynı entelektüel potansiyele, aynı tutkulara ve bilişsel öznelliğe sahip birinin, diğer eşini bulması kolay değildir. Bazen bilimsel verileri dikkate almadan kendimizi bazı kulaktan dolma bilgilere ve varsayımlara kaptırıyoruz. Birincisi, başarılı ilişkiler kuran yüksek IQ’lu insanlar vardır. Hatta biraz daha ileri noktaya çıkarırsak, aşık olmak ve sağlam bir ilişkinin temellerini atmak için olağanüstü bir zeka seviyesine sahip, şefkatli bir partnere ihtiyaç duymayanlar da vardır. Duygusal bir çekim hissetmek yeterlidir. Pek çok durumda, aşkın doğması için bakış açılarını zenginleştirebilen, birbirini kolayca tamamlayabilen ve bir şekilde aşkın çoğalmasına teşvik eden birine sahip olmak yeterlidir. Zeki insanların nasıl aşık olduklarını anlamak için Hollandalı psikolog Pieternel Dijkstra ve ekibi tarafından 2017 yılında yapılan bir çalışmaya bir göz atabilirsiniz.
Dünyaya aynı pencereden bakacağınız insanlar bulun
Yüksek IQ’ya sahip profiller, zaten belli bir dünya görüşüne sahiptir. İdealleri, felsefeleri ve hayattan aldıkları zevkleri bazen çok yüksektir. Bu nedenle bazı yaklaşımlara, sıradan yorumlara tahammül etmezler veya bazı fikirleri ve ilgi alanlarını görmezden gelirler. Kendileriyle aynı fikirde olan insanları, benzer hedefler ve ortak çıkarlar için birlikte mücadele edecekleri kişileri severler.
Bu nedenle, onlar için karşılarındaki kişinin aslında çok da zeki olmasına gerek yoktur. Kendi fikirleri ve duyarlılıkları olması yeterlidir. Bazen bu profile sahip kişinin duygusal olarak istismar edilmesi çok yaygındır. Pek çok hayal kırıklığı ve başarısız ilişki girişimi, onları yalnızlıklarını ve özgürlüklerini tercih etmeye yöneltir. Onların isteği, aklın ötesine geçen, kalbinin derinliklerine daha yakınlık bir hayat arkadaşı bulmaktır.
Zeki insanlar ve güvensiz bağlanma
Profesör Pieternel Dijkstra, bu çalışmada ilginç bir şey keşfetti. Birkaç yıl boyunca röportaj yaptığı ve analiz ettiği tüm yüksek IQ’lu insanların büyük bir kısmında güvensiz bağlanma duygusunu keşfetti. Peki, bu ne anlama gelir ve ilişkilerdeki anlamı nedir?
- Çok çabuk yakın ve sevgi dolu olan ve daha sonra duygusal soğukluk gösteren insanlardır.
- İlişkiyle ilgili konularda büyük güvensizlik sergilerler. Bu duygunun arkasında terk edilmekten veya ihanete uğramaktan korkmaları yatmaktadır. Bu nedenle bazen belli noktalara takıntılı hale gelirler; herhangi bir hareketi, ses tonunu, çelişkiyi vb. durumları analiz ederler.
- Terk edilmekten korkarlar, ancak aynı zamanda partnerinin onlara ihtiyacı olduğunda reddedilebilir veya uzaklaşabilirler. Bu şüphesiz toplumun büyük bir kısmında (tamamında) entelektüel kapasiteye sahip çoğu kişide görülen karmaşık bir durumdur.
Akılın duygusal zeka ile birleşmesi: İlişkilerdeki başarı
Yazımızın başında da söylediğimiz gibi zeki insanlarda aşk bazen istikrarlı oldukça tatmin edici olabilir. Bu, yüksek entelektüel potansiyeli, başarılı bir duygusal zeka ile birleştiren insanlarda görülür. Buna, planları ve projeleri ile uyumlu olabilecek, aynı bakış açısına sahip birini bulma koşulunu da ekleyebiliriz.
Bu gibi durumlarda aşk tek başına yeterli değildir. Her şeyden önce amaçlarıyla, kişisel felsefesiyle, hedefleriyle, değerleriyle, ortak bir özlemle birlikte gelişime izin verecek bir ilişki tanımına karşılık gelir. Bu olduğunda müddetçe ilişki verimlilik alınır. Zeki insanlar çatışmaları ve tutarsızlıkları yönetmekte iyidirler. Bu tarz çiftler, saygıyı ve iletişimi çok iyi idare eden, yüksek bir mizah anlayışına sahiptir. Gördüğümüz gibi, yüksek profile sahip yetenekli kişiler için aşk imkansız değildir: onların kaderinde sadece mutsuz ve geçici ilişki yaşamak yoktur. Bu nedenle, aklınızı ve kalbinizi zenginleştirebilecek, size uygun bir kişi her zaman vardır.
Psikolog Valeria Sabater


Merhamet neden gerekli ve nasıl öğrenilebilir?
Merhamet; sorumluluk, yardımseverlik, sevecenlik, saygı, duyarlılık, hoşgörü, güven, adalet, sabır gibi parçalardan oluşan çok yönlü psikolojik ve sosyal bir süreç. Yeni bir bilimsel çalışma alanı olan biyoarkeoloji araştırmalarının ortaya koyduğu bulgulara göre, insanlar, geçmiş çağlardan beri birbirine sevgi duyuyor ve merhamet ediyordu.
Merhamet, insanlar ve insanlar dışındaki diğer canlılar için dünyayı güvenilir bir yer kılar. Zalimlik ise, kendinden olmayanı yok saymak, onun acısına kayıtsız kalmak ve onun acısından keyif almaktır.
Dalai Lama, samimi ve karşılıklı bir şekilde sevgi ve merhamet duymanın, dünyada kardeşlik hissiyatını ve iş birliğini politik veya ekonomik ortaklıklardan daha emin bir şekilde sağlayacağını savunuyor. Lama’ya göre merhamet bir tohum. Bu tohumun meyveleriyse hoşgörü, affedicilik, iç görüyü arttırmak; korku ve güvensizlik hislerini yenmek.
Taoizmin kurucusu Laozi’ye göre de, değerlerin geliştirilmesi kişinin bu hayattaki temel görevi. Bu değerlerse ölçülü, alçakgönüllü ve özellikle merhamet sahibi olmak.
Merhamet denildiğinde akla gelen bir başka büyük usta isim ise Konfüçyüs. Konfüçyüsçülükteki önemli değerlerden birisi de “ren”dir. Ren, başkalarına iyiliksever ve insancıl yaklaşmak demektir. Konfüçyüs’a göre merhamet, iyilikseverliğin aktif halidir.
“Sana nasıl davranılmasını istiyorsan, sende bir başkasına öyle davran”
Merhametin temelinde bir başkasının çektiği acı veya sıkıntı doğrudan algılamak var. Bu algılamanın ardından birey, bu konuda bir davranışı gerçekleştirip gerçekleştirmeme konusunda bir tercihe yönelir. Bir başkasının sıkıntı çekmesine seyirci kalmak da bireyin bir seçimi olabilir ancak merhamet dediğimiz duygu burada devreye girer, bireyi uygun şekilde yönlendirir.
Merhamet sayesinde insanın içindeki ses şöyle der: “Sana nasıl davranılmasını istiyorsan, sende bir başkasına öyle davran”.
Merhamet sayesinde kişi kendisi için istediği her şeyi başkası içinde ister hale gelir. Birey kendi “bireyselliğini” aşarak her canlı için “Bu sensin” anlayışına sahip olur. Bu sayede diğerlerine karşı duyduğu öfkeden kurtulur. Diğerlerine öfke üretmekten vazgeçen biri, diğer insanlar ve canlılar için zarar üreten biri olmaktan çıkıp fayda veren birine dönüşebilir.
Merhamet insanın doğasında olan, ırka, cinse, çağa ve farklı değerlere göre değişmeyen bir kavram. Merhamet, gücü sayesinde hem başkalarına kötülük etmemizi engeller hem de onlara yardım etmemiz için bizi harekete geçirir.
Merhametin azaldığı durumlarda, şiddet ve saldırganlık artar.
Merhametin faydası
Son yıllarda yapılan fonksiyonel MR çalışmaları merhametin beyinde biyokimyasal kökeninin olduğunu ortaya koyuyor. Merhamet duygusu hissedildiği anda “iç morfin” olarak adlandırılan mutluluk hormonları endorfin ve serotonin salgılanmaya başlar. Bu durum kişiyi sakinleştirir. Budist düşünce de merhamet eden kişinin de bundan fayda sağlayacağını yönünde tahminler yürütür. Şöyle ki; kişi, merhamet duygusunun ortaya çıkmasıyla korku, öfke, kıskançlık ve intikam gibi duygulardan korunabilir. Bu nedenle, merhamet, olumsuz psikolojik koşullara karşı koruyucu ve sosyal ilişkileri güçlendirmede de doğal bir ajan olarak hareket edebilir.
Merhametin sosyal bağları güçlendirmek, iyi oluşu arttırmak, yalnızlık duygularını azaltmak, depresyon ve anksiyetenin azaltılması gibi bir dizi pozitif etkileri olabileceğini yapılan çalışmalar da gösteriyor.
Merhamet, fenomenal dünyanın çatışmasını bireyin kendisinde yok ederek, davranış ve tutumlarında tüm canlılara karşı duyarlı bir şekilde davranmasını sağlar. Bu sayede diğer canlılarla arasındaki benlik duvarı yıkılarak diğerlerinin yaşadığı acıyı hissedebilir. Böylece, diğerlerine acımasızca davranmak yerine sanki kendisi için bir şey yapıyormuş gibi ona davranmaya başlar başkalarına da…
Merhamet öğrenilebilir mi?
Merhamet, karşı taraftaki kişinin kimliği ve kişiliğini dikkate almadan herkese eşit dağıtılan ve geliştirilmesi gereken bir duygu.
Merhamet duygusunun gelişmesi çocukluk dönemine dayanıyor. Çocukluk döneminde bilinçli veya bilinçsiz bir biçimde yetişkinlerin davranışlarını taklit ve tekrar ederek çeşitli davranışlar kazanan bireyler, merhameti de çevresindekilerden öğrenir. Çünkü taklit yalnızca davranışlarda değil, aynı zamanda duygular, acıma hissi ve sevinme tepkilerinde de kendini gösterir.
Bireylerin sevinç ve üzüntülerine, diğer canlıların ihtiyacına ilgisiz kalınan bir çevrede yetişen çocukta merhamet duygularının gelişmesi kolay değildir. Çünkü merhamet gibi sağlıklı duygular yapılan faaliyetlerle gelişir. Bu nedenle merhamet eğitiminin küçük yaşlarda bireylere işlenmesi önemlidir. Böyle bireyler, yaşamlarının ileri dönemlerinde de merhametli yetişkinler olarak yaşamlarına devam edebilirler.
Merhamet eğitimi nerede nasıl başlar?
Öncelikle ailede başlayan merhamet eğitiminin sınıfta ve okulda yapılan uygulamalarla devam ettirilmesi gerekir. Çocuklar ve ergenlerin bilişsel ve sosyal kapasitelerini desteklemede önemli fırsatlar sağlayan okulda, eğitim hedefleri belirlenirken öğrencilerin yalnızca akademik becerileri dikkate alınmamalı. “Kaliteli eğitim” yalnızca akademik öğrenme endişesi değil, aynı zamanda duygusal tarafı geliştirme endişesi de taşımalı.
Merhamet yönelimli eğitimin, okullarda verilen akademik eğitime entegre edilmesi, hatta duygusal başa çıkma ve düzenleme becerilerinin öğretilmesi zorbalık ve zulme karşı geliştirilebilecek en önemli çözüm yollarından biri. Yapılan araştırmalar, merhamet eğitiminin öğrencilerde zorbalık eğilimini ve saldırganlığı azalttığını gösteriyor.
Merhamet eğitimi nasıl verilmeli?
Çocuklar taklit yoluyla öğrendiklerinden öncelikle yetişkinlerin model olması gerekiyor. Bakım verenlerin çevresindeki ihtiyacı olan kişi veya canlılara yönelik gösterdikleri merhamete çocukları da ortak etmeleri merhametin gelişiminde fayda sağlar
Çocukların ev işlerinde yardım etmesi, komşunun küçük bir poşetini taşıması da başkalarına karşı merhametin bir göstergesidir. Çocukların bu tür davranışları gerçekleştirmeleri konusunda teşvik edilmesi, olumlu söz ve ifadelerle bu davranışlarının pekiştirilmesi çocukta bu tür eylemlerin artmasını sağlar.
Çocuklar hayvanlara karşı çok daha duyarlıdırlar. Bu nedenle, öncelikle “hayvanlara merhamet nasıl edilmelidir,” sorusu çocuklara sorularak, düşünmeleri ve bu konuda farkındalıklarının arttırılması sağlanabilir. Farkındalığın artması ile mutlaka çocukların çevrelerinde bulunan hayvanlara, yönelik örneğin, bakım verenle birlikte sokak hayvanlarını beslemek, evde kuş beslemek gibi merhametli davranışlarda bulunmalarına teşvik edilebilir.
Bitkilere de merhametli davranılması gerektiği de çocukla konuşulabilir. Bir bitkinin bakımını, suyunu, gübresini vermek, bulunduğu ortamın ışığını kontrol etmek, ona güzel sözler söylemek gibi görevleri üstlenmesi sağlanarak bitkilere merhameti de uygulayarak kazanması sağlanabilir.
Çocuklarda yaş büyüdükçe düşünce süreçlerinde de farklılaşmalar olur. Örneğin, 12 yaş sonrası çocuklar soyut düşünme becerisi geliştirmeye başlarlar. Bu iyi bir haber gibi görünmekle birlikte kendilerini başkaları ile kıyaslama, hatalı bir davranışta bulunduğunda kendini olması gerekenden daha fazla eleştirme ve hatta belki de kendine zarar verme gibi davranışları da beraberinde getirebilir.
Bu noktada çocuğun kendine merhamet etmesi çok önem kazanır. Çocuklara merhametin insanın kendisine de yönelik olduğu farkındalığı da kazandırılmalı ve kendine yönelik zarar verici davranış ve düşüncelerden uzaklaşması sağlanmalıdır. Örneğin; çocukla birlikte “Bir arkadaşın hata yaptığını, kendisini eleştirdiğini ve kendisine kötü sözler söylediğini söylerse ona ne dersin?” “Ona nasıl yaklaşırsın, ne gibi önerilerde bulunursun, hangi ses tonu ile konuşursun?” gibi sorulara sorularak verdiği cevapları kendisine de uygulayıp uygulayamayacağı sorularak farkındalık kazandırılmaya çalışılabilir
Şiddet içeren film, oyunlardan mümkün olduğunca çocukları uzak tutmak gerekir. İster istemez bu tip faaliyetlere maruz kalmış çocuklara da merhamet içerikli hayal kurmaları sağlanabilir. Böylece şiddet içeren filmlerin kendisinde uyandırdığı duygu ile merhametin uyandırdığı duygu arasındaki fark çocuklara sorulabilir. Merhamet içerikli kurulan hayal sonucunda çocuklarda kendini güvende hissetme, mutlu hissetme, iyi hissetme gibi duyguların açığa çıkacağını deneyimleneceğini söyleyebiliriz.
Çocuklarda merhamet duygusunu geliştirebilecek Merhametli El etkinliği
Yazıyı bitirirken, çocuklarda merhamet duygusunu geliştirebilecek bir de etkinlik önerisinde bulunmak istiyorum. Merhametli El etkinliği için, bir A4 kağıdına, boya kalemlerine, sim, pul, yapıştırıcı gibi malzemelere ihtiyaç var. Sonra çocuğa şu sorular sorulabilir: Merhamet nedir? Kimlere merhamet edilir? Merhametli davranış nasıl olur? Sen birine veya bir canlıya merhamet ettin mi? Hangi elinle merhamet ettin?
Sonra da çocuktan merhametli davranışta bulunduğu elinin resmini çizmesi ve istediği şekilde boyaması, süslemesi istenir. Ardından hangi merhametli davranışlarda bulunduysa onları da kâğıdın istediği yerlerine yazabileceği söylenir. Hazırlanan merhamet eli, çocuğun görebileceği odasının istediği bir köşesine asılır. Asmak istemeyen çocuklara da alternatif olarak istedikleri bir yerde saklayabilecekleri söylenir.
Daha güvenli, huzurlu bir dünya için ve bu dünyada yaşayan mutlu bireyler oluşturabilmek için merhameti daha sık hatırlamalı ve hatırlatmalıyız.
Dr. Esra Gül Koçyiğit
FİKİR TURU

Benim işim gerçeği söylemektir. İnsanları ona inandırmaya ihtiyaç duymam.

Hayaller ve gerçekler… Her şey çok basit bir gerçekle başlar. Sonra kocaman hayaller kurulur. Ve nihayet gerçeklere geri dönülür. Bir de bakılır ki hayaller gerçek olmuş! Ama ya olmamışsa? Ya hayal kırıklığı denir geçilir ya da hazmedilemez de hayal dünyasında kalınır. En kötüsü de gerçeklere kızıp, küsmek ve her iki dünyadan da nefret etmektir.
Bu hayal kurma işi çocuklarda belirgin bir haldir. İyi hatırlayın o yıllarınızı ve de tatlı hayallerinizi. Pilot olmak istemeler, ordu kumandanlıkları, gelinlik giymeler, doktorcuk olmalar… İşe bir düğün, bir hastane gözlemi ile başlanır. Üstüne hayaller kurulur. Gelin olunur, Doktor olunur. Oyunlara da bir bakın. Hayal dünyası sınırları nasıl da zorlamaktadır. Arkadaşlar birbirini uyarır durur; “o öyle olmaz olum!” O noktada hayaller test edilmektedir. Gerçeğe ne kadar yakın ve ne kadar uzaktadır. Böylece gerçeklik algısı gerçekleşmekte, hayallerle gerçekler arasındaki fark anlaşılmakta ve öğrenilmektedir..
Uzun lafın kısası bir de fark edersiniz ki ömrünüz hayallerinizi gerçekleştirmek uğruna geçmiş.. Kimimiz bundan eğlenmiş, kimimiz harcanmış bir hayattan söz etmiş!
Tahmin edileceği gibi süreçte gerçekler, hayaller ve aralarındaki yakınlığı test etmeye yarayan sonuçlar rol almaktadır. Alkışlar sanatçılara, atıflar bilim adamlarına hayalleriyle gerçekler arasındaki yakınlıklarını test etmekte nasıl da hoş ve olmazsa olmaz sonuçlardır… Ama ya gerçekler kaypaksa, yani doktor olmak iyi bir şey iken günün birinde berbat, acımasız, empati yoksunu bir doktora, ya da varlığını ülkesine adaması hayal edilen bir ordu komutanının varlığını çıkarlarına endekslediğine tanık olunmuşsa… Gelin olmak güzel bir deneyim iken alçak bir pedofilin oyuncağı olunmuşsa, daha genel bir ifadeyle dürüst olmak, çalışkan olmak gerçeğin tam ortası gibi alınırken amcalar, teyzeler ya da akranlar bunun hiç de öyle olmadığını asıl gerçeğin yalancılık, hırsızlık, kısa zamanda, başkalarını hiçe sayarak “yol almak!” olduğunu ifade etmekteyseler, yani en büyük başarı “yırtıcılık” ise, Hangi hayalden ve hangi gerçekten söz edeceğinizi şaşırıp kalmaz mısınız? Orada mutluluk olur mu hiç? Hele bir de evrensel düşünmeye yetecek eğitim ve ilişki ağı ya da kitap vs. gibi materyal yoksa karanlıklar içinde kalınmaz mı? Ne hayal ne gerçek şaşırılmaz mı? Dünyayı kurtarmaya giden “megalo-idea”lar türemez mi?
Ya bir de evrensel doğrulara o muhteşem okyanuslara açıyorsa sizi hayalleriniz… Tüm insanlıkla kucaklaşıyorsanız… Tadına doyum olur mu hiç?
Dahiliye asistanı siroz hastayı takdim ederken “Öz geçmişinde epilepsi vardı, son iki yıldır nöbet geçirmiyor.” dedi. O basit gerçek hayal dünyamı tetikledi. Sirozda amonyak yükselir, beyine gider, uyarıcı maddeleri (özellikle glutamatı) etkisiz hale getirir ve sinirleri bastıran maddeleri (özellikle GABA’yı) etkinleştirir. Bu nedenle hasta sinirlerin aşırı uyarıldığı bir hal olan epileptik nöbet geçiremezdi. Bu o yıllarda bilinmeyen bir mekanizma idi. Hayaldi. Heyecan vericiydi. Hayali gerçeğe taşımak üzere deneyler yaptım. On yıl sonra hayalimin tüm detaylarıyla gerçek olduğunu anladığımda hissettiğim şeyin adı mutluluktu…
Neyse, aslında yıllar ilerledikçe insan anlar ki en büyük gerçek ölümdür! Kaypak olmayan şey. Herkes için geçerli mutlak realite. Kim bilir gerçeğe gerçekten giriş kapısı! Dileğim arkamızdan alkışlayanların bol olması…
Prof Dr.Kemal ARIKAN

Bir ara insanları anladığımı sandım, sonra sandığımı anladım..

İnsanlar, yaşamları boyunca sosyalleşmek, yardımlaşmak veya diğer konulardan ötürü iletişimini sürdürmek zorundadır. İletişimi boyunca ise diğer insanlarla karşılaşıp, tanışırlar. Ancak elbette insanları tanıyabilmek bu iletişimin devam etmesiyle mümkündür. Bir insanı ön yargılı biçimde tanımak, tanımak değil yalnızca fikirdir. Bu sebeple yalnızca kafanızda ürettiğiniz fikirle birlikte karşı tarafı tanımanız mümkün değildir. Öncelikle öngörüde tanımaya çalıştığınız insan ile iletişime geçerek tanımanız doğru olacaktır. Ancak tabii ki, insanları tanıyabilme sanatı iki yönde çalışan bir psikolojidir. Bunun başında gelen etken karşı tarafın söylediklerine göre yargılama, diğeri ise söylenenlerin aksine karşı tarafı kendince yargılama.
Peki ya, insanları nasıl tanırız?
- İnsanları tanımak için zaman geçirmek ve gözlemlemek en iyi yöntemdir
- Farklı durumlara girmek, kişiyi ona göre izlemek önemlidir.
- Empati sanatını kullanarak düşünmeli, ona göre hareket etmelidir.
- “Tamamen tanıyorum” düşüncesine kesinlikle girilmemelidir. Aksi halde hayal kırıklıkları başlayacaktır.
- Farklı sorularla samimi cevaplar almaya çalışılmalıdır. Hoşunuza gitmeyecek cevaplarda bile karşı tarafa hissettirmemeli, saygı duymalısınız.
Çoğu zaman sosyal ilişkiler bazı çıkarlar üzerine kurulur. Tanımak için sosyal hayat içinde de görmeniz, zaman geçirmeniz gerekmektedir. Aksi halde kafanızda oluşturduğunuz iş profili, sosyal hayata tam uymayacak hayal kırıklığı yaşatacaktır.
İnsanları tanıma sanatı için en büyük etken baştada söylediğimiz üzere gözlemlemektedir. Sizde iyi bir gözlemci olmak için farklı eğitimler alabilir, kendinizi geliştirebilirsiniz. Aksi takdirde, iyi tanıdığınızı düşündüğünüz durumlarda aslında düşündüğünüz gibi olmadığının farkına varacaksınız.
Sizde bize danışan olarak müracaat etmek için bizimle iletişime geçebilirsiniz.
İyi günlerde kalın.
Uzman Klinik Psikolog Derya OĞUZ SARIALP

Kaybettiğin şeylere bakarak zaman harcama. Devam et, hayat geriye doğru akmaz.

Bir eylem olan umuttan söz ediyorum. Bir yaşama sevinci olan. Merak olan. İnsanı yıldızlara baktıran, toprağı, ağaçları, denizleri, dağları merak ettiren umuttan. Her nefes alışımızda bizi bir sonraki nefesimizden beklentiler içine sokan umuttan. Bir can gücü, bilme, anlama, yorumlama, yaşama gücü olan umuttan. Kendisinden umut kesmediğimiz umuttan.
Umut “fakirin ekmeği” değil. Böyle bir umuttan umudumuzu kesmişizdir. Bir yaşama korkaklığı, bir gerçeklikten kaçma biçimi olan “boş umutlardan” söz etmiyorum. Yorgun, canı çıkmış, içi geçmiş umutlardan asla! Yolculuğumuz bizi geleceğe sebatla, dirençle, tutkuyla, can ateşiyle bağlayan umuda olmalı.
Ölmediysek, bunak değilsek, bilincimizi gölgeleyecek ağır engellerden azade isek, “herhangi bir anında” umut vardır. Kırılsa da umut sürer. Yaşam varsa umut vardır. İnsansak, biyo-ekolojik varlığımızın yanında, ürettiklerimizle, yarattıklarımızla hayat vardır. Değer vardır, mana vardır. Teknoloji, sanat, edebiyat, inanç düzenleri, düşünce, bilim vardır. Umutsuz bilim olur mu, umutsuz felsefe? Umudu kesmek de umut ister. Güven gereksinimi olan insan organizması, güveni geleceğe taşır, umutlanır. Buna kök umut diyelim. Yaşamda kalmamızı sağlayan, bedenimizin duyduğu, sürdürdüğü, çoğu kez farkına bile varmadığımız kök umut. “Artık yaşamak için hiçbir sebebim kalmadı” deyip de yaşamını hâlâ sürdürenlerin umudu kök umuttur. Bunu yitirirsek, organizmamız yok olmaya kucağını açar. Kök, gövdeyi beslemekten vazgeçince beden ağacımız kurur.
Kök umuda, beklenti de diyebiliriz. Umut, değerlerle, sorumlulukla yaşadığımız beklentilerdir. Yaşam alanında gücünü gösteren beklenti, değerlerle manalarla yaşadığımız hayatta umuda dönüşür. Beklenti, bu gezegendeki yaşamımızı sürdürmek için belli bir gelişim düzeyindeki hayvanlarla ortak olarak sahip olduğumuz gücümüzdür. Ona yorum, mana, değer kattığımızda umudu yaşarız.
Yaşam karşısında besleyip hiç söndürmemeye çalıştığımız o büyük umuda, temel umut diyelim. Temel umut, yaşadığımız yaşamın gelecekte daha yaşanası olacağı beklentisine dayanır. Bu umut, evrene, evrendeki yaşama, hayata duyduğumuz umuttur; doğaya, canlılığa, cana beslediğimiz umut. Temel umudu düşünerek, duyarak, anlayarak, yorumlayarak, düşleyerek eylemlerle beslememiz gerekir. Onu sürekli olarak tazelemek gerekir. Yoksa çabucak bayatlar, eskir, kokuşur. Biz umudu beslersek, umut da bizi besler. Zorluklar karşısında bizi diri tutar. Direnme gücümüzü, zorluklarla baş etme gücümüzü yükseltir.
Temel umudun üstünde insana, onun canına duyduğumuz umut gelir. İnsanın oluşturduğu, yaşadığı kültüre (Ben ona “hayat” diyorum!) umuttur. “Nesine umutlanalım, yaşadığımız hayatın? Her şey bozuk, yanlış, sahte. İnsan, insanı ezmek, yok etmek, sömürmek istiyor. Umut hayatın neresinde durur?” Yanıtını verdik biraz önce. Kökünde durur. Bu soruları sorma olanağını veren kök umuttur. Temel umuttur. Umutsuzluk sandığımız şey, geçici umut kaybıdır. Umut yitirilmedikçe süremez. Bizi geleceğe taşıyan güç içimizdedir. Homo sapiens sapiens yaşamdan hayata çıkmış, canını keşfetmiş, geliştirmeye çalışmış bir canlı türüdür. Canımıza olan umut, can umudu, gelecek karşısında yapmamız gerekenleri bize duyurduğu, yaşattığı için önemlidir. Umut sorumlulukla birlikte sürer. Bunun için umut ahlakın bir gereğidir. Bu gezegendeki hayata kayıtsız kalamayız. Umutsuz kalamayız. Umut bizi diri tutar, hazırlıklı kılar. Talepte bulunur. Açacak can tomurcukları için bize çağrıda bulunur. Can tomurcukları: İnsanın yaşayabileceği darlıktan, sığlıktan, basıklıktan, yoksulluktan, haksızlıktan, sömürüden arınmış bir dünya özlemiyle yaşamla, hayatla mücadele edecek, eyleyen, duyan, düşünen insanlar.
Umut ocağımızın ateşini hep güçlü tutalım ki, bilimde, sanatta, düşüncede, inançta güzel bir dünya için mücadelemizdeki karanlıkları aydınlatacak ışığı besleyebilelim. Gerçekçi, devrimci, araştıran, sorgulayan, dur durak bilmez, yorgunluktan, yılgınlıktan uzak umut yolculuğunu sürdürebilelim. Umudumuzu bizi eylemsizliğe, çökkünlüğe götürecek biçimde yitirmeye hakkımız yoktur. Umut için her zaman bir sebebimiz vardır. Bu sebep, yaşamın, hayatın kendisidir. Geleceğin bilimi, geleceğin düşüncesi, geleceğin sanatının insana açabileceği yeni ufukları oluşturmak, yaşamak için yitirmememiz gereken umut, canla başla yerine getirmeye çalıştığımız en büyük sorumluluğumuzdur.
Prof. Dr. Ahmet İNAM ODTÜ Felsefe Bölümü / Bilim ve Ütopya


Bebeklikten itibaren hepimizin öğrenmesinin bir yolu, gözlem yapmaktır. Eğitim psikolojisinde, gözlemsel öğrenmeyi kendi deneyimlerimizle değil, başka birinin davranışını izleyerek ve bu davranışın sonuçlarını not etmeyi öğrenme olarak tanımlarız. Örneğin, hepimiz çok küçük çocuklar olarak nasıl konuşulacağını sadece etrafımızdaki insanları izleyerek ve dinleyerek öğreniriz. Etrafımızdaki tüm yetişkinlerin yürümesini izleyerek basit hareketleri (yürüme gibi) yapmayı öğreniyoruz. Bazen gözlemsel öğrenme o kadar doğaldır ki bunun gerçekleştiğinin farkına bile varmayız.
Eğitim psikolojisi tarafından tanımlanan bir başka öğrenme türü de, uygulama veya hafızamızı kullanma gibi aktif ve yapıcı düşünce süreçleri yoluyla öğrenme olan bilişsel öğrenmedir. Bir örnek olarak, saate bakarak zamanı nasıl söyleyeceğinin öğretilmiş olması olabilir. Birisi size büyük ve küçük okun anlamını öğretti ve ilk öğrenirken zamanı söyleme alıştırması yapmanız gerekti. Bu öğrenme süreci tamamen zihninizin içindeydi ve herhangi bir fiziksel hareket veya davranış içermiyordu. Tamamen bilişseldi, yani içsel bir düşünce sürecidir.
Eğitim psikologlarının üzerinde çalıştığı bir sonraki öğrenme türü şartlandırma yoluyla öğrenmektir. İki tür koşullandırma belirledik. Birinci tip, klasik koşullanma, çevremizdeki belirli bir şeyi daha sonra ne olacağına dair bir tahminle ilişkilendirmeyi öğrenmektir. Klasik koşullanmanın en ünlü örneği, köpeklerine her zil çaldığında onlara yiyecek vereceğini öğreten Rus bilim adamı Pavlov’un araştırmasıdır. Sonunda, köpekler zil sesini her duyduklarında salya akmaya başladı. Yani, klasik koşullanma, bize bundan sonra ne olacağını söyleyen çevresel bir işarete tepki verdiğimiz zamandır.
İkinci koşullandırma türü edimsel koşullanma olarak adlandırılmaktadır. Burada, belirli bir davranışın ardından genellikle bir ödül veya cezanın geldiğini öğreniyoruz. Genellikle ödüllerin takip ettiği davranışları sürdürmeyi ve cezaların takip ettiği davranışlardan kaçınmayı seçeriz. Örneğin, belirli bir öğretmenin sınıfta birçok soru sorduğunuzda size olumlu yanıt verdiğini öğrenebilirsiniz, bu nedenle bunu yapmaya devam etmeniz teşvik edilir. Soru sorduğunuzda başka bir öğretmen kaşlarını çatar ve size kötü şeyler söylerse, bu sosyal ceza size o sınıfta soru sormamayı öğretir.
Son olarak, eğitim psikolojisi, işbirlikli öğrenme adı verilen bir grupta öğrenmeye karşı bireysel olarak öğrenmedeki farklılıkları tartışır. Öğrencilere grup projeleri vermek gibi işbirlikli öğrenmeyi geliştirmek için tasarlanmış birkaç farklı özel sınıf tekniği vardır. Bazı öğrenciler bireysel öğrenmeyi tercih ederken, diğerleri işbirlikli öğrenmenin sosyal yönlerinden zevk alacaklardır.
Etkili Öğrenme Stratejileri
Şimdiye kadar öğrenmeyi tanımladık ve farklı öğrenme türleri hakkında konuştuk. Ancak eğitim psikolojisi, her tür öğrenmenin farklı türdeki öğrenciler için nasıl en etkili olabileceğini de inceler. Eğitim alanındaki popüler bir teori, farklı öğrencilerin farklı öğrenme stillerine sahip olabileceğini, yani bireysel öğrencilerin belirli metodolojiler yoluyla daha etkili bir şekilde öğrenebileceklerini ileri sürer. Biraz daha açıklamak için, bir şeyi nasıl öğrenmeyi tercih ettiğinizi düşünün. Büyük bir nesneyi çok sayıda küçük parçayla nasıl bir araya getireceğinizi öğrenmeniz gerekiyorsa, bunu bir gösteride başka birinin yapmasını izlemek ister misiniz? Yoksa hemen işe koyulup parçaları bir araya getirmeye mi başlamak istiyorsunuz? Veya bir kitapta iyi yazılmış talimatları mı okumak istiyorsunuz?
Bazı insanlar bir şeyleri görsel olarak öğrenmeyi tercih ediyor gibi görünüyor – biz bu insanlara görsel öğrenenler diyoruz. Bazıları talimatları dinlemeyi tercih ederken, biz bu insanlara işitsel öğrenenler diyoruz. Ve son olarak, bazı insanlar yaptıkları şeye gerçekten dokunmayı ve hissetmeyi tercih ediyor – biz bu insanlara dokunsal veya kinestetik öğrenenler diyoruz. En etkili olmak için, öğretmen bir sınıfta ne tür öğrenicilere sahip olduğunu keşfetmeli ve öğretim tarzını bu öğrenciler için öğrenme tarzıyla eşleştirmeye çalışmalıdır.
Makale Özeti
Özetle, öğrenme, bir bireyin bilgi, davranış veya dünyayı işleme yöntemlerinde kalıcı değişiklikler yaşadığı bir süreçtir. Gözlemsel, bilişsel, klasik koşullandırma, işlemsel koşullandırma, bireysel öğrenme ve işbirliğine dayalı öğrenme dahil olmak üzere birkaç farklı öğrenme türünü ele aldık. Son olarak görsel, işitsel ve kinestetik gibi farklı öğrenme tarzlarından bahsettik. Peki sen çok ne tür öğrenmeyi seviyorsun?
SK SEZGİN KOYUN


Boşa mecnun olup leyla arama
Dizginle aşkını çöl şımarmasın
Sevda lehçesinde çok söz var ama
Beyhude konuş ki dil şımarmasın
Gönül zarar eder dünya kârıyla.
Yoğrul aşıkların ahuzarıyla.
Yanıp tutuşursan dostun narıyla
Savrul boşluklara kül şımarmasın
Hayal ülkesinde mevsim hep bahar
Aklını başına topla vakit dar
Kurak topraklarda bülbül olmak var
Gönül ver dikene gül şımarmasın
Yol bilmezse sazındaki perdeler
Türkü isyan eder yüzüne güler
Yüreğinden süzülsün ki nağmeler
Mızrap şımarmasın tel şımarmasın
UĞUR IŞILAK – DİZGİNLE AŞKINI

Bir kahve alıp yürüsek uzaklara, ne yol bitse ne de kahvemiz.

Kahve günün hangi saatinde içilmeli?
‘Sabahları kahve içemeden kendime gelemiyorum’ diyorsanız dikkat. Sabah aç karnına tüketilen kahve; mide rahatsızlıklarına, uykusuzluğa ve sinire neden olabilir. Kahve ile ilgili merak ettiklerinizi Medipol Üniversitesi Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Arif Kaçan ile konuştuk.
Kahve günün hangi saatinde içilmeli?
Vücudumuzun bizi uyandırması için geliştirdiği mekanizmada günün belli saatlerinde kortizol hormunun seviyesi artar. Kortizol ( stres hormunu ) üretiminin en üst seviyeye çıktığı zamanlarda, kahvaltıdan sonra ve ( 08.00-09.00, (12.00-13.00) ve (17.30-18.30) dışındaki saatlerde kahve tüketilmelidir.
Dünyanın en sevilen içeceğinden biri olan kahveyi günde ne kadar tüketmeli?
Günde ortalama 300-400 mg kafein tüketimi genel olarak güvenilirdir. ( 500 mg fazla anlınmamalıdır.)
Kahvenin türüne göre değişmekle birlikte ortalama bir fincan kahvede 80 – 200 mg kafein vardır.
Ortalama 3-4 fincan kahve içilebilir.
Kahvenin faydalarından bahsedebilir misiniz?
- Depresyonu önler
- Zihinsel performansı arttırır
- Astım krizlerini azaltır.
- Metabolizmayı hızlandırır.
- Bağırsakları yumuşatır
- doğal antioksidanlar
- potasyum, niasin, magnezyum, demir ve manganez gibi mineralleri içerir.
Kahve çok tüketildiğinde hangi sağlık sorunlarına neden olabilir?
- Düzensiz ya da hızlı kalp atışı
- Tansiyon
- Uykusuzluk,sinirlilik
- Mide rahatsızlığı
- Kan basıncında artış
- Vitamin ve mineral kaybı gibi olumsuz etkileri vardır. Hamilelerde düşüğede neden olabilmektedir.
Medipol Sağlık Grubu

Ev sahibi eviyle değil; ev, ev sahibiyle onurlanmalıdır.

Traditional Interior Design Ideas: How to Blend Classic Elegance with Modern Comfort for Your Home 🦢

Evin dışı tabiata, içi insana göredir.

Incorporating Wabi Sabi Aesthetics in Modern Homes | Interior Design