





Kol veya Bacakta Ağrı veya Şişlik Yumuşak Doku Sarkomlarının İlk Belirtisi. Vücudun herhangi bir yerinde görülebilen yumuşak doku sarkomları çocuklardaki kanserlerin yüzde 7’sini oluşturuyor. Baş, boyun, karın bölgesi, pelvis, kol veya bacakta başlayabiliyor ve ağrı, şişlik veya her iki belirti bir arada olabiliyor.
Lenfomada belirtiler hastalığın başlangıç yerine göre değişebilir. Kilo kaybı, ateş, terleme, yorgunluk, halsizlik, boyun, koltuk altı ve kasıktaki lenf bezlerinde şişlik gibi belirtilere dikkat edilmesi gerektiğine işaret etti. Hodgkin lenfoma çocuklarda görülen kanserlerin yüzde 3’ünü, Non-Hodgkin lenfoma ise yüzde 5’ünü oluşturuyor ve süratle ilerleyeceğinden tanı konur konmaz tedavi başlanması önem taşıyor.





Kronik kabızlık sorunu yaşayan çocukların çeşitli sağlık problemleri nedeniyle aldıkları ilaçlar da kabızlık yapabiliyor. Örneğin bebeklik döneminde kullanılan demir ilaçları bazen kabızlığı tetikleyebiliyor. Bazı sağlık problemleri de kabızlığa yol açabiliyor. Örneğin tiroit hormonlarının az salgılanması anlamına gelen hipotiroidi en sık kabızlık yapan hastalıklar arasında yer alıyor. Kabız olan çocuğun muayenesinde ‘anal fissür’ denilen çatlakların varlığının mutlaka araştırılması gerekiyor. Çünkü bazen anüs olması gerekenden biraz daha önde yerleşmiş oluyor ve bu durum da kabızlığa yol açabiliyor. Bunun yanı sıra ‘anal stenoz’ denilen, özellikle son yıllarda pediatri hekimlerinin farkındalığı sayesinde daha erken saptanan makat darlığı da kabızlık oluşturabiliyor. Bu sorunların tedavi edilmemesi halinde kronik kabızlık sürecine davetiye çıkaran bir durum oluşuyor. Aile içi sonuçlar, yeni bir kardeş, okula başlama, anne baba ayrılığı gibi durumlar da kabızlık sorunlarına yol açabiliyor. Kabızlığa yol açan etkenlerden biri de kalın bağırsakta sinir sisteminin iyi gelişmemesi. Eğer bu konuda şüphe varsa biyopsiye kadar giden süreçle sinir hücrelerinin mutlaka iyi gelişip gelişmediğinin ortaya konması, hücreler gelişmemişse bu durumda mutlaka cerrahi tedaviye başvurulması gerekiyor. Prof.Dr. K. Latif Abbasoğlu
Kabızlığa neden olan bir başka önemli etken de çocukların okula başladıktan sonra tuvalet alışkanlığını düzenleyememeleri. Okul çağındaki çocuklar okulda tuvalete girmemek için okul öncesi çocuklar da oyuna ya da çizgi filme dalmaları veya herhangi bir şeyle oyalanmaları nedeniyle dışkı yapmayı erteleyebiliyorlar. Bu alışkanlık kabızlığı tetikleyen önemli bir faktör olarak öne çıkıyor. Bunların yanı sıra katı dışkı yapma sırasında oluşan ağrıdan korktukları için bağırsak hareketlerini önleyen çocuklar bunu tekrar tekrar yaparak dışkılamayı engelleyebiliyor. Zamanla bu durum alışkanlık haline gelebiliyor.
Özellikle bebeklerde anne sütünden inek sütüne geçişlerde aşırı inek sütü tüketmek, katı gıdalara geçişler ve mama konsantrasyonunun değiştirilmesi kabızlığa en sık yol açan nedenler arasında yer alıyor. Eskiden meyve ve sebze yeme alışkanlıkları toplumda çok yaygın iken son zamanlarda bunun yerini fast-food tarzı beslenme aldı. Posalı ve sulu yemekler yerine katı gıdalarla beslenmek çocuklarda kabızlığı tetikleyen en önemli etkenler arasında yer alıyor.



Takviye besinler konusunda çok seçici olunmalıdır. Çocuk hekimi kontrolünde, kan sayımıyla çocuğun eksikleri saptandıktan sonra, bu eksiklerin yerine konması hedeflenmelidir. Örneğin demir eksikliği olan bir çocukta vitamin bombardımanı yapmak son derece yanlış olur. Önce demiri yerine koymak gerekir. İştah açıcı şuruplar ise önerilmez. Tüm bu söylediklerimiz altta organik bir sebebi olmayan iştahsız, sağlıklı çocuklar için geçerlidir. Altta yatan organik patolojisi olan çocuklar ayrı değerlendirilmelidir.
Zorla yemek yedirmek bir süre sonra inatlaşma ve semptom yaratmaya, çocuğun kendi kendini kusturma gibi istenmeyen davranışlar edinmesine sebep olabilir. Yemeklerden 10-15 dakika önce çocuğun dinlenmesi sağlanmalıdır. Aşırı yorgunluk açlığı baskılayabilir. Yemek masasında iştahsız çocuğun dikkatinin yemekte olması gerekir. Bu nedenle kitap-oyuncak benzeri şeyler kaldırılmalı ve televizyon kapalı olmalıdır. Beslenme süresi 20-30 dakika ile sınırlı tutulmalı, süre dolduğunda sofra kaldırılmalıdır.
İştahsız bir çocukta tüm organik sebepler ekarte edildikten sonra olayın psikososyal boyutu ele alınmalıdır. Uygun tat, form ve kokuda, besinsel değeri yüksek gıdaların hazırlanması ve öğünlerin düzenlenmesinden ebeveynler sorumludur. Bunlardan neyi ne kadar yiyeceğine ise çocuk karar vermelidir. İştahsız çocuğun gün boyu atıştırmasına, aşırı süt meyve tüketmesine izin verilmemelidir. Yemek zamanları eğlenceli dönemler olmalı, çocuklar kesinlikle zorlanmamalıdır. Rüşvet, tehdit ve cezalandırma kesinlikle önerilmez. İştahsız çocuk aile ile birlikte sofraya oturmayı öğrenmeli. Bilinmelidir ki; çocuklar büyükleri taklit ederler.

Tüm öykü ve muayene bulguları iştahsızlığı işaret ediyor ise yeme rutinleri ayrıntılı sorgulanmalı ve besin tipi, miktar ve nutrisyonel (beslenme) değerini de içeren 24 saatlik ya da 3 günlük diyet öyküsü, sıvı, kalori, mineral ve vitamin miktarının hesaplanmasında önemlidir. Elde edilen bilgiler beslenme yöntemi hakkında bilgi verirken, yetersiz kalori alımı veya yaşa uygun olmayan besin seçimleri, beslenme yetisi bozukluklarını işaret edebilir. Öte yandan sorunun altında yatan gastroenterolojik nedenler de olabilir. Bunların başında reflü (gastroözofagialreflü) gelmekle beraber çölyak ve diğer olası tanılar açısından incelenmelidir. Tiroid fonksiyonları da değerlendirilmelidir. Yemekten sonraki kusmalarda reflü ve özellikle ilk iki saat içerisindeki kusmalarda besin alerjileri açısından dikkatli olunmalıdır. Ancak bu tanılar, bebeklik ve çocukluk yaş gurubu için ayrı ayrı değerlendirilmelidir.
Çocuk beslenmesi ve gelişiminde pediatristlerin kullandığı bir takım göstergeler vardır. Bunlardan en kıymetlisi çocuğun kilo ve boy persentillerinin kendi yaş gurubundaki türk çocuklarıyla karşılaştırıldığı persentil eğrilerinde hangi aralıkta olduğudur. Persentil eğrilerinde ilerleyici düşme, yetersiz alım ve ileri inceleme gibi gereklilikler ortaya konur. Fizyolojik ihtiyaçların normal olarak giderildiği, normal büyüyen, mikro ve makro besin eksiklileri göstermeyen bir bireyde normal iştahtan söz edilebilir.
Birçok anne babaya göre çocukları yeterince yemek yemiyor ve iştahsızdır. Ebeveynler, iştahsızlığı tanımlarken sıklıkla çocuklarının çok az yediği, seçici beslendiği, kendi kendine beslenmekte zorlandığı, itirazcı beslenme davranışı ve tuhaf yeme alışkanlıkları olduğundan bahsederler. Bu tür sorunlar çocukların yüzde 25’inde görülür. Ancak bu çocukların çoğunda büyüme geriliği, mikro ve makro besin eksiklikleri gözlenmez.



Bağışıklık sistemi için önemli olan vitaminler, bizim olduğu gibi çocuklarımızın da hastalıklara karşı savunma sistemini destekliyor. Ancak ilaç şeklinde almak yerine meyvelerde bol miktarda olan vitaminleri doğal yoldan ve düzenli almak daha önemli. Hasta olduktan sonra vitamin yüklemesi yapmanın bir faydası yok.
Çocukların kış enfeksiyonlara yakalanması, aileleri bazen fazlasıyla endişelendirip gereksiz antibiyotik kullanımına neden olabiliyor. Oysa her gribal enfeksiyonda antibiyotiğe sarılmak, gereksiz ve sakıncalı. Çocukların geçirdiği enfeksiyonların çoğu virüslere bağlıdır. Her yüksek ateş ve yeşil burun akıntısı görülen çocukta antibiyotik tedavisine başlamak gerekmediğini vurguluyor. Antibiyotiklerin ancak doktorun önerisiyle kullanılması gerektiğinin altını çiziyor.

Ailelerin ateşten çok tedirgin olmalarının bir nedeni de; beş-altı yaşa kadar ateşli havale geçirme ihtimali. “Ateş arttıkça mutlaka havale geçirecek diye bir şey yok. Özellikle genetik yatkınlığı olanlarda havale geçirme eğilimi varsa, daha ilk yükselme anında havale geçirebileceğini belirtiyor. Havale anında soğuk suya sokmak, soğan koklatmak, baş aşağı sarkıtmak gibi davranışları kesinlikle yanlıştır. Sakin bir şekilde yumuşak bir yere yatırıp kafası yan çevrilerek ortam havalandırılmalı ve en kısa zamanda bir sağlık kuruluşuna götürülmelidir.
Ateş, aslında öksürük gibi vücudun bir savunma mekanizması… Mikroplarla vücudun savaşabildiğinin bir göstergesi olan ateşi düşürmek enfeksiyonu tedavi etmiyor, sadece çocuğu rahatlatıyor. Ateşi çıkan çocuk için uygulanabilecek doğru yaklaşımlar şunlardır. Ateşi yükselen çocuk titriyor ve eli-ayağı soğuk diye üzerini örtmeyin, tam tersine soyun. Çocuğu sirke, alkol, soğuk su ile yıkamak ateşi ilk önce hızla düşürse de, sonra daha fazla yükselmesine sebep olur. Normal banyo sıcaklığındaki ılık suda oturabilir ya da ılık bezlerle vücuduna kompres yapılabilir.
Genelde dondurma ülkemizde sadece yaz aylarında tükettiğimiz bir yiyecektir. Çocuklarımıza da kışın dondurma yenmeyeceğini öğütleriz. Oysa sağlıklı koşullarda üretilmiş dondurma, çocuklar için iyi bir süt ürünü ve kalsiyum kaynağı. Yutakta ödem ve şişkinlik gibi rahatsızlıkları hafifletici etkileri de bulunan dondurmayı kışın tüketebilmenin kuralları var. Çocuklar, yemekten sonra dondurma yiyebilir. Ancak buzlu değil sütlü dondurma tercih edilmeli. Ayrıca çocuğa yalayarak küçük miktarlar halinde yemesi öğretilmeli ve sonrasında ılık su içmesi sağlanmalı.
Soğuk havalarda çoğumuz banyo yapan çocuğun hastalanıp üşüteceğine inanırız. Oysa banyo yapmak çocukları rahatlatıyor, burun tıkanıklarını açıyor ve enfeksiyonları vücuttan uzaklaştırıyor. Siz de fark edeceksiniz, banyo sonrası çocuğunuz mışıl mışıl uyuyacak. Eğer eviniz soğuk değilse, yattığı odada hava akımı yoksa çocuğunuzu yazın her gün, kışın haftada 3-4 kez banyo yaptırabilirsiniz.
Çocuğun bağışıklık sistemini sadece bir şurup ile güçlendirmek mümkün değil. Çocuğun uyku, oyun ve yemek saati belli bir düzen içinde olmalı ve bu rutin dışına çok çıkılmamalıdır. Kışın çocukları evden çıkarmayıp “Soğuk havada hasta olur” düşüncesinin de yanlış olduğuna değinerek, özellikle güneşli havalarda dışarı çıkarıp hava alma önerisinde bulunuyor. Çocukların hasta olup enfeksiyonları tek tek geçirdikçe bağışıklık sistemleri olgunlaşır. Doktorunuz önerirse bazı destek ürünler kullanabilirsiniz.
Çocuğunuz büyüme-gelişme eğrisine paralel gelişiyor ve doktorunuz gelişimini normal buluyorsa, fazla yemeye zorlamanızın hiçbir yararı yok. Önemli olanın çocuğun çok kilo alması değil dengeli beslenmesidir. Özellikle sebze, meyve, kırmızı et, yoğurt, yumurta tüketmesini sağlanmalı; ara öğünlerde cips, hazır gıda, çikolata, şeker verilmemeli. Ara öğünlerde tercih edilen yiyecekler kuruyemiş ve kuru meyveler olmalı. Eğer bunları yiyorsa, vitamin şurubuna ihtiyacı olmaz, fazladan verdiğiniz şurup da yarar sağlamaz.



Çocukların beslenmesinde tüm besin öğelerinden mutlaka tüketmesine özen gösterin.
Çocukların yanında kesinlikle sigara içilmemesi ve içilen bir ortamda bulundurulmasına dikkat edin.
Zatürreden korunmak için aşıları aksatmayın.
Zamanında tanı alıp tedavi edilen zatürrede oldukça hızlı iyileşme sağlanabiliyor.
Zatürre tedavisi süresinde çocukların mutlaka dinlenmesini sağlayın.
Tedavi sırasında ve gündelik yaşam içinde çocukların bulunduğu alanları sık sık havalandırın.
Alınan mikrobun yapısı, çocukta altta yatan farklı hastalıkların olması, beslenme ve uyku düzeni, bağışıklık sisteminin gücü, yaşam şartları gibi birçok etken aynı virüs ya da aynı bakteri kaynaklı zatürrenin bile farklı bir seyir izlemesine neden olabiliyor. Bu nedenle her çocuk bu hastalığı farklı şekilde geçiriyor. Muayene bulguları ve çocuğun genel durumuna göre kan sayımı ve enfeksiyon değerlerine göre antibiyotik tedavisi planlanıyor. Çok endikasyon yoksa ve hastalığın tekrarlama durumu yoksa akciğer filmi tercih edilmiyor. Genelde ağır zatürre ise damardan antibiyotik, daha hafif tipiyse ağızdan antibiyotikle tedavi uygulanıyor. Atipik pnömoniler gibi bazı hastalarda kombin antibiyotik tedavisi de gerekebiliyor. Tedavi genelde 10 gün içinde tamamlansa da bu süre çocuğun genel durumuna göre değişiyor. Çocukta solunum sıkıntısı yaşanıyorsa, oksijen düzeyi düşükse, beslenme güçlüğü yaşanıyorsa, kontrol altına alınamayan ateş, kusma ya da sürekli sıvı kaybı söz konusuysa tedavinin hastanede gözlem altında sürdürülmesi tercih ediliyor.


Sonbahar ve kış aylarında çocuklarda sıkça görülen zatürre bulaşıcıdır. Solunum yoluyla alınan bakteri veya virüs üst solunum yolunda tutulmuyorsa direkt akciğere inerek enfeksiyon yaratıyor. İyi beslenmeyen, hastalıklar nedeniyle bağışıklık sistemi zayıflamış olan, alerjik yapısı bulunan çocukların zatürre geçirme riski daha yüksek oluyor. Özellikle 0-1 yaş arası çocuklarda öksürük refleksleri çok zayıftır ve göğüs kafesini iyi kullanamadıkları için mikropları dışarı atamazlar. Bu nedenle 0-1 yaş arası bebekler en riskli gruptur. Bağışıklık sistemi gelişimi tamamlanmamış olan 1-5 yaş arasındaki çocuklar ise ikinci en riski grubu oluşturuyor.
Ciddi gelişmeler neden olsa da zatürre hala yaşam kayıplarına neden oluyor. Doktora gitmekte geç kalınması, aşılanmaların doğru yapılamaması ve göçler nedeniyle hayat kaybı yaşanıyor. Sorunun bu boyutta devam etmesinin bir diğer nedeni ise influenza haricinde birçok virüse bağlı zatürreye karşı hala bir aşının bulunamaması. Influenza aşısının risk gruplarında yapılması viral pnömonilerin büyük bir kısmını engelleyebiliyor. Aşılarla bakteriyel zatürre kontrol altına alınabiliyor. Sanayileşme ve endüstriye bağlı hava kirliliğinin artması gibi nedenlerle mikroplar havada daha uzun süre kalıyor ve dolayısıyla daha fazla enfekte olunuyor. Bunun yanında çocukların daha küçük yaşlardan itibaren kreşe gitmesi, alerjilerin artması, dünyanın her yerine seyahatler kolaylaştığı için mikropların artık çok daha rahat yer değiştirebilmesi gibi nedenlerden dolayı birçok enfeksiyon hastalığı gibi zatürre de devam ediyor.


Kız çocuklarında genital bölgeye bulaşan bakterilerin mesaneye ulaşması daha kolay çünkü bu yol erkeklere göre daha kısa. Bu nedenle kız çocuklarında idrar yolu enfeksiyonu daha fazla görülür. Günlük temizliğin tuvalet kağıdıyla önden arkaya doğru yapılması lazım. En ideali suyla yıkamaktır. Eğer ıslak mendille temizlik yapılacaksa, su bazlı olanların tercih edilmesinde yarar var. Çok sulu bırakılırsa da kurulanması gerekir. Bunların dışında sıkı giyinmemek, çamaşırın sentetik değil pamuklu olması önemlidir. Enfeksiyon tedavisinden önce idrar kültürü testi yapılır, kültürde üreyen bakteriye göre tedavi doktorun gerekli duyması halinde uygun antibiyotiklerle yapılır. Tedavinin ardından çocuklar 3-4 günde iyileşir. Ancak ilaçların 10 gün kullanılması gerekir. İyileşti diye ilacı bırakmamak önemlidir. İlaç bitiminden 3 gün sonra idrar kültürü yeniden alınarak kontrol edilmelidir. Erkek çocuklarda sünnet enfeksiyondan koruyucu bir etkendir.


İdrarın mesanede uzun süre kalması, orada hastalık yapan bakterilerin artmasına, koruyucu hücrelerin bozularak idrar yolu enfeksiyonu oluşmasına yol açar. Çocukları bezden kurtarıp tuvalet ihtiyacını söyler hale getirmek anneler için ciddi bir mesai istiyor. Bu alışkanlığı edindirmek de yetmiyor. Özellikle de yuva ve anaokulu çağındaki çocuklar birçok nedenle tuvalete gitmeye çekinir, idrarını tutar. Bu da idrar yolu enfeksiyonlarına yol açar. Okul öncesi çocuklar idrarını yapmayı alışkanlık haline getirebilmesi için; okuldayken 4-5 saat aralıklarla tuvalete götürülmesi gerekir. Çünkü idrarın mesanede uzun süre kalması, orada hastalık yapan bakterilerin artmasına, koruyucu hücrelerin bozularak idrar yolu enfeksiyonu oluşmasına yol açar.


Doğumda hiçbir genetik faktör ve problem yaşamayan anne ailenin bir ile dört yaş arası konuşamayan çocuklarının farkına varmasıyla işitme engelli olduğu anlaşılır. Bu çocuklar konuşamadıklarından dolayı daha çok gözlem yardımıyla incelenmektedirler. Çocuğun gelişimi normal olup konuşmayı öğrenebilir fakat büyük kazalar, duygusal şoklar nedeniyle konuşma yetilerini kaybedebilirler. (Aile içi şiddet, cinayete tanık olma, tecavüz vakaları) İlk yetişkinlik döneminde çocuğun yasadığı her türlü kötü olay bireyin kendini ifade etmesini zorlaştırır ve konuşma gelişimini negatif olarak etkiler. Gecikmiş konuşmanın en önemli belirtileri; öğrendikleri kelime sayısının azlığı, ben ve benim zamirlerini kavramakta zorlanmaları, cümle kuramamaları, eksik heceler, çevredeki insanların konuşmalarını dinlememe, isteklerini ifade edememe, isteklerini ve duygularını hareket yardımıyla ifade etme, çekme itme, vurma, işaret etme, elleyerek göstermedir.
Biyolojik sebepler: bunlar doğuştan ya da sonradan oluşan etkenlerin insan biyolojisine verdiği zarar neticesinde konuşma yetilerinin tamamen ya da kısmen kaybolmasıyla ortaya çıkar. İnsan biyolojisinin bebeğin gelişim aşamasından başlayıp doğumla birlikte çocuğun vücudunun şeklini aldığı, doğumdan sonrada belirli organların gelişimin devam ettiği (Beyin, akciğer ve çeşitli organlar) bilinmektedir. Zekâ geriliği olan bireyin, doğuştan veya genetik unsurlar sebebiyle konuşmasında çeşitli problemler oluşabilmektedir. Beynin, insan biyolojisi açısından çok kıymetli bir organ olduğu unutulmamalı ve bu organın en ufak bir zarar görmesi neticesinde tüm vücudun bundan etkilenerek çok ciddi anlamda deformasyonuna, çeşitli hastalıkların oluşumunun tetiklenmesine sebep olacağı bilinmelidir. Mikrobik hastalıklar, ses tellerinin bozulması, ameliyatlar, beyin felci sinir ve kas sağlığının bozulması, konuşma organlarının zarar görmesi, gelişime bağlı olarak çene ve dil kaslarının yetersizliği gibi biyolojik sebeplerden sayabiliriz.

Söylenenleri işitmeyen bu çocuklar ihtiyaçlarını konuşarak anlatamaz, sinirlenirler ve kendilerini kötü hissederler. İşitemeyen çocuklar saldırgan olabilir, kendilerine olan güvenleri azalır ve çevresiyle etkileşimi kaybolur. İşitme engeline sahip bireyin ailesiyle birlikte öğretmeni de ilgilenmez ise ihmal edilen bireyin sözel tepkileri azalır böylece yazma ve okuma öğrenimindeki problemler de artar.

Dil ve konuşma öğreniminin kazanılmasında duyu organlarımızın önemi çok büyüktür. Çevre uyarılarını alan çocuk kısa sürede kendi dilinin gramerini anlar ve kazanır böylelikle dil kurallarını pekiştirerek kavrar. Yeni doğan bebek için ilk sesler ağlama, hıçkırık, gülme olabilir bu sesleri çıkaran bebek duyu yolu ile kendini duyar ve sesleri anlamlandırarak hisseder. Bebeğin konuşmaya başladığı ilk evreler çevresini taklit ederek sesler çıkarmaya başlamasıyla mümkün olmaktadır. Dilin kazanımı seslerin sınıflandırılması, organizasyonu ve sıralanmasıyla gerçekleşir.


Öğretmenler, işitme engelli öğrenciler için bireysel çaba sarfederek çeşitli sorunları gidermeye ve eğitime devam etmeye çalışmaktadırlar. İşitme engelli çocuğun tanısının konması ve ailenin bunu kabullenmesi, bu konuda bilgilenmesi gerekmektedir. Ülkemizde işitme engellilerin teşhisinin gecikmesinin sebeplerinden, Odyologların sayısının azlığı, yanlış cihazlandırma, bilgi ve yönlendirmenin eksik olması gibi pek çok neden sayılabilir.


Dilin gelişimi, insanın doğumuyla başlayıp ömür boyu süren bir eğitim sürecini kapsamaktadır. Doğum anından itibaren bebeklik döneminde çevreden duyduğu sesleri anlamaya çalışan bebek, ağlama, bağırma, gülme gibi sesler çıkarır ve duyduğu sesleri taklit etmeye çalışır. Bebek ilerleyen yıllarda ses taklitleri, heceler, kısa cümleler ile dil gelişimde belirli aşamaları geçerek konuşulanları, sesleri anlaması ve konuşmaya başlaması ile bu süreç devam eder.



Doğum Anı Faktörleri: Doğum anında oluşan kazalar, komplikasyonlar, bebeğin kordonunda meydana gelen problemler, doğum anında bebeğin oksijensiz kalması, bebeğin erken doğumu, ağırlığının çok düşük olması, kan değişimini gerektirecek kadar ciddi sarılık vakası, doğum anında bebeğin baş, kol ve gövdesinde, omurilikte, boyun ve kulakta görülen zedelenmeler.
Doğum Sonrası Faktörler: Kulak yapısında deforme (orta ve iç kulak) çeşitli çocuk hastalıklarının meydana gelmesi (yüksek ateşle gelen havale, kızıl ve kızamıkçık, menenjit) devamlı orta kulakta akıntı ve iltihaplanma, çeşitli kazalar (kafatasına ve kulak kısmına darbe, kulakta yırtılma, kafatasında çatlak, yüksek sese maruz kalma ve kulağa sokulan sert cisimler)


Hamilelik döneminde ortaya çıkan ruhsal değişiklikler lohusalıkta daha belirgin hale gelebilir.Lohusalık dönemine damgasını vuran en önemli psikolojik değişiklik ruhsal labilitedir (“değişkenlik”, “dalgalanma”). Çoğu anne bu değişiklikleri kısa sürede atlatırken, ileri durumlarda annede doğum sonrası depresyonu adını alan ve tedavi gerektiren durum ortaya çıkabilir.


Yine dolaşım yavaşlamasına bağlı olarak anne adaylarının bir kısmında bacaklarda varisler şiddetlenir veya önceden hiç varisi olmayan anne adaylarında hamilelik döneminde varisler ortaya çıkabilir. Dolaşımın yavaşlamasına bağlı olarak anne adaylarının bir kısmında basur ortaya çıkar veya önceden var olan basurun şiddeti artar. Hamilelik döneminde dolaşım sisteminin mekanik basıya bağlı olarak yavaşlamasıyla ortaya çıkan bu değişikliklerin hemen tümü, bebek doğduktan ve bası ortadan kalktıktan sonra kaybolur. Bu nedenle hamilelik döneminde varis ve basurlarda, çok şiddetli belirti vermediği sürece cerrahi tedavi tercih edilmez ve mümkün olan her durumda doğum sonrası beklenir. Her iki durum da lohusalık döneminde hızla hafifler.
Hamilelik döneminde dakika solunum sayısı ve dakika kalp atım sayısı artar. Lohusalık döneminde bu değişiklikler kısa zamanda geri dönerler. Bazı lohusalarda dakika kalp atım sayısı geçici olarak hamilelik öncesi değerlerden daha düşük olabilir. Hamilelik döneminde büyüyen rahimin diyafragma kasına (diyafragma göğüs kafesi ile karın boşluğunu birbirinden ayıran yapıdır) ve akciğerlere bası yapması özellikle hamileliğin ilerleyen dönemlerinde nefes darlığı hissinin ortaya çıkmasına neden olur. Bebek doğduktan sonra bu bası ortadan kalktığından bu belirti kısa zamanda ortadan kalkar. Hamilelik döneminde dolaşım sisteminde önemli değişiklikler ortaya çıkar. Bu değişikliklere bağlı olarak hamilelikte tansiyon değerleri düşme eğilimi gösterir. Hatta bazı anne adaylarında ayakta dururken düşen tansiyon değerleri bayılma hissine neden olabilir. Lohusalık döneminde bu değişiklikler de hızla geri döner. Hamilelik döneminde rahimin ana toplardamarlara bası yapması nedeniyle vücudun alt kısmında kan dolaşımı nispeten yavaşlar. Buna bağlı olarak anne adaylarının önemli bir kısmında, sıvı tutulmasının da katkısıyla, özellikle ayakta durmakla artan ödem (şişme) meydana gelir.


Sonuç olarak, günümüzde tüp bebek tedavisi, çocuk sahibi olmak isteyen kısır çiftler için en büyük umut kaynaklarından biridir. Ancak unutulmamalıdır ki tüp bebek tedavisi her ne kadar bir mucize olarak görülse de hiçbir tüp bebek adayı bir diğeriyle aynı değildir. Tüp bebekte başarı için en önemli faktör sonucu etkileyebilecek tüm değişkenlerin büyük dikkatle analiz edilerek her çiftin durumuna özel tedavi stratejisinin belirlenmesi, tedavide kullanılacak yöntemlerin doğru olarak seçilmesi ve hastanın ihtiyaçlarının her zaman ön planda tutulmasıdır. Uzman Dr. Senai Aksoy
Açıklanamadığı düşünülen pek çok kısırlık aslında günümüzde çeşitli testler yapılarak açıklanabilmekte. Örneğin bazı vakalar, erken evrede olduğu için teşhis edilemeyen endometriozis kaynaklıdır (bu durum laparoskopi ile teşhis edilebilmektedir) Bazıları ise hafif derecede hormonal bozukluktan veya immünolojik implantasyon sorunundan kaynaklanıyor olabilir. Araştırmalara rağmen nedeni saptanamayan kısırlık vakalarında özellikle de kadın 35 yaşın üstündeyse ve diğer tedavilere cevap vermiyorsa, tüp bebek doğru tedavi seçimidir.

Endometriozis derecesi ne olursa olsun, tüplerin çevresindeki pelvik bölge sıvılarında ‘toksik madde’ artışı ile ilişkilidir. Kadının tüpleri, spermin yumurtayı döllemek için beklediği bölge olduğundan, sadece ilaç tedavisi veya aşılama uygulandığı durumlarda yumurta(lar) döllenmek üzere tüplere girdiğinde bu toksik maddelere maruz kalmaktadır. Toksinlere neden olan endometriyotik birikimin temizlenmesi için cerrahi uygulandığında ise tümünün temizlenememesi ya da cerrahi sonrası tekrar oluşmaya başlaması durumunda aynı sorun tekrar edecektir. Ancak tüp bebek tedavisinde yumurtalar, yumurtalıktan toplandığı için bu toksik maddelerle temas etmeden vücuttan alınabilmektedir. Bu nedenle günümüzde tüp bebek tedavisi, endometriozis kaynaklı kısırlık vakalarının çoğunda öncelikli olarak seçilen tedavi şeklidir. Ancak unutulmamalıdır ki endometriozisi olan kadınların yaklaşık %30’unda endometriyal dokuda doğal öldürücü hücre çoğalması nedeniyle immünolojik bir implantasyon (embriyonun rahime tutunması) problemi de yaşanmaktadır. Bu durum tedavi edilemezse, tüp bebek ile başarı elde edilme olasılığı da düşüktür.

Tüp Bebek orta ve şiddetli erkek kısırlığı durumlarında öncelikle tercih edilen tedavi şeklidir. Aşılama (IUI) tekniği (ilaçlı veya ilaçsız) bu tür erkek kısırlığı vakalarında tüp bebeğe kıyasla yeterince etkili olamamaktadır. Tüp bebek, erkek kısırlığında uzun süredir kullanılan bir tedavi olmakla beraber, 90lı yıllarda mikroenjeksiyon (ICSI) yönteminin ortaya çıkışı ile kadın kısırlığı vakalarında elde edilen başarıya eşdeğer bir başarı oranı elde edilmeye başlanmıştır. Mikroenjeksiyon (ICSI) tek bir spermin yumurtaya enjekte edilerek döllenmenin sağlanmasıdır.







İlişkinin sıklığı yanı sıra zamanlaması da son derece önemlidir. İnsan dışında hemen hemen bütün canlılar yumurtlama dönemini bilirler. Östrus ya da kızgınlık dönemi olarak adlandırılan bu devrede cinsel istekleri artar ve çiftleşirler. Hatta kedilerin bu özelliği pek çok espiriye de konu olmaktadır. Oysa insanlarda durum farklıdır. Kadında belirgin bir kızgınlık dönemi yoktur ve pek çok kadın yumurtlama dönemini fark edemez. Çeşitli yöntemler ile kadının adet düzeni saptanır ve ovülasyon dönemi tespit edilebilir. Fertil dönem denilen gebe kalma olasılığının yüksek olduğu dönemde bu nedenle gün aşırı ilişki önerilir.



Çok sık ya da seyrek adet görmek
Geçirilmiş pelvik enfeksiyon öyküsü
2’den fazla sayıda düşük
Kadın yaşının ileri olması
Erkekte testislerin küçük olması
Prostat enfeksiyonu öyküsü.
varsa vakit kaybetmeden profesyonel bir yardim ya da öneri almak için girişimde bulunmak akıllıca olacaktır.

Eğer bir çiftte fertilite problemi varsa bu gebeliği nasıl etkiler? Gebe kalma pek çok faktörün etkisi altındadır. Örneğin sperm sayısı olması gerekenin yarısı kadar olan bir erkek ve normal bir kadından oluşan çiftte gebelik şansı yarı yarıya azalır. Gebeliği etkileyen her faktör için durum böyle değildir. Örneğin kadında her iki tüpün de tıkalı olduğu durumlarda gebelik şansı neredeyse yok gibidir. Benzer şekilde testislerinde sperm üretimi olmayan ya da spermleri testisten dış dünyaya taşıyan kanalların fonksiyon görmediği erkeklerin de doğal yollardan çocuk sahibi olmaları büyük sürpriz olur. Bu açıdan bakıldığında çocuk isteği ile hekime müracaat eden çiftlerde hem erkek hem de kadın detaylı olarak incelenmelidir. Çiftin her ikisinde de problem olduğunda gebelik şansı bunların toplamı ölçüsünde değil çarpımı ölçüsünde azalır. Eğer insan ömrü 300-400 yıla çıkarılabilse ve bu süre zarfında kadından yumurta, erkekten de sperm üretimi sağlanabilse, açıklanamayan infertilite vakalarının tamamına yakını gebe kalabilirdi. Bu durum infertilitede zamanın önemini açıkça ortaya koyan bir olgudur. Gebelik olasılığı arttırılmalıdır ve bu da ancak tıbbi tedavi ile mümkün olmaktadır.

Kadının yaşı: Biyolojik saat ilerledikçe kadının gebe kalma şansı giderek azalır. Bunun en önemli nedeni yaş ile birlikte yumurtalıklardaki yumurta sayısı ve kalitesinin azalmasıdır. 20 yaşında bir kadın ile 21 yaşındakinin gebe kalma olasılıkları arasındaki fark çok büyük değilken 30lu yaşlarda bu fark daha fazla anlam kazanır.
Cinsel ilişki sıklığı: Cinsel ilişki sıklığı açısından normal ya da anormal diye bir sınıflama yapmak doğru değildir. Önemli olan ilişki sayısının az ya da çokluğu değil yeterliliğidir. Bunun için optimum sayı haftada 3 ilişkidir.
Zamanlama : Cinsel ilişki sıklığının yanı sıra ilişkinin zamanlaması da önemlidir. Yumurtlamanın olduğu günlerde girilecek olan ilişki, gebelik olasılığını arttıracaktır.
Süre: Çiftin ne kadar zamandır çocuk istediği önemli bir noktadır. Gebe kalmaya uğraşan çiftlerde aradan geçen süre uzadıkça, tıbbi yardım almadan başarılı bir gebelik elde etme olasılığı da o ölçüde azalmaktadır.
Patoloji: İnfertiliteye neden olabilecek bir patolojinin varlığı da gebelik şansını azaltır. Bunlara en güzel örnek geçirilmiş ameliyatlar ya da endometriozisdir.

“Ne zaman çocuk sahibi olmayı planlıyorsunuz ?” sorusu pek çok yeni evli çiftin en çok karşılaştığı sorudur. Aslında bu soru yeni evlenen çiftlerin kendi kendilerine de ilk sordukları soruların başında gelir. Özellikle kadının çalışmadığı, geleneksel aile yapısındaki çiftlerde balayında gebe kalma hayali kuran çok genç çift vardır. Çocuğun ailenin geçimi ve işleri için önemli olduğu, kırsal alanda ise sadece çocuk sahibi olmak için evlenen kadın ve erkekler azımsanamayacak kadar çoktur. Bizim toplumumuz gibi çocuk sahibi olmanın ayrıcalık ve prestij olarak görüldüğü toplumlarda ise infertilite neredeyse hayati öneme sahiptir. Bir başka grup ise, çalışma hayatının zorlukları içinde evlenmeye zaman bulamamış ancak yaşı ilerlediği için bir an önce evlenip çocuk sahibi olmayı düşünen bireylerden oluşur. Tüm bu bireylerin ortak yanılgısı istedikleri anda, hatta belki balayında gebe kalabileceklerini düşünmeleridir. Pek çok sinema filminde ve romanda kahraman tek bir ilişki ile ya da bebek istediği zamanda gebe kalabilirken gerçek hayatta durum bu değildir.

Tedavi tanı konulan kadının çocuk sahibi olmak istemesine göre değişir. Eğer çocuk sahibi olmak istenmiyorsa takip yeterli olacaktır. Bu durumda geçirilmiş olan enfeksiyonun alevlenme riski vardır. Çocuk istenilmesi durumunda ise yumurta ile spermin bir araya gelmesini sağlayacak tedavileri uygulamak gerekir. Öncelikle tıkalı olan tüplerin cerrahi yollardan açılma olasılığı laparoskopi ile değerlendirilmelidir. Laparoskopi genel anestezi altında yapılan ve göbek deliğinden ince bir teleskopun karın içine sokularak karın içi organlarının görüntülenmesi prensibine dayanan bir ameliyattır. Laparoskopide eğer mümkünse tüplerin ucu açılmaya çalışılır. Ancak bilinmelidir ki tek başına tüplerin uçlarının açılması yeterli olmayabilir. Tüplerin içinde biriken sıvı basınçla içeride bulunan tüycükleri harap etmiş olabilir. Aynı şekilde hidrosalpikse neden olan enfeksiyon tüplerin ucunda yapışıklık yaptığı gibi tüpün içerisinde de yapışıklıklara sebep olmuş olabilir. Yine tüpler uygun şekilde açılmalarına rağmen tekrardan bu kez cerrahi işleme bağlı olarak yapışabilir. Bu nedenle tedavi sonrasında eğer tüplerin açılabildiği düşünülüyorsa bir süre normal yollardan gebelik oluşması beklenir. Bu süre genellikle 6 ay kadardır. Bu süre içinde gebelik oluşmadığı taktirde tüp bebek uygulaması düşünülebilir.


Pelvik enfeksiyonu tanısının konması için jinekolojik muayene esnasında rahim ağzından gelen akıntının özellikleri ve yumurtalıklarda ağrı olduğu göz önünde bulundurulur. Pelvik enfeksiyonları gonore’nin yanı sıra klamidya isimli bakteriler de yol açabilir. Çoğunlukla bu tür enfeksiyonlarda her iki bakteri birlikte bulunur. Gonore bakterisinin enfeksiyona neden olup olmadığını anlamak için mikroskop incelemesi ya da kültür yapılır. Pelvik enfeksiyonlarının neredeyse tamamında antibiyotik tedavisi uygulandığından hangi bakterinin hastalığa yol açtığı çok önem taşımaz. Gonore bakterisinin yol açtığı enfeksiyonların tedavisin tablet veya iğne şeklinde antibiyotik tedavisi uygulanır. Tedavi hastanın eşine de uygulanır. Daha ağır durumlarda hastanın hastanede yatılı olarak tedavi edilmesi gerekir. Tedavinin en önemli amacı hastalığın vücuda daha fazla yayılmasını önlemek ve genital organlarda kalıcı hasar bırakmasını önlemek. Tüplerin tıkanmasını önlemek için tedaviye erken başlanması çok önemli. Dr. Senai Aksoy


· Bel soğukluğu cinsel yolla bulaşır. Cinsel yolla bulaşan diğer hastalıklar gibi olduğu erkekten kadına bulaşması daha kolay,
· Erkekte ve kadında belirti olmaksızın hastalık bulunabilir,
· Gençlerde daha sık görülür,
· Kadınlarda görülen enfeksiyona ‘pelvik enfeksiyon’ denir.
Hastalığın nedeni olan Gonore bakterisi erkeklerde sperm kanallarının tıkanmasına kadınlarda ise tüplerin tıkanmasına yol açar. Buna bağlı olarak üreme sorunları ve hamile kalamama durumları yaşanabilir. Ayrıca Fallop tüplerinde neden olduğu hasar dış gebelik yaşanması olasılığını artırabilir.

Teşhis koymak için kullanılan en önemli yöntemler FSH, LH, prolaktin, duruma göre troid hormonları, ultrasonografidir. Şayet beyin içerisinde bir patolojiden şüphelenilmişse CT veya MR incelemeleri gerekebilir. Bazı vakalarda ise HSG (histerosalpingografi), SİS (salin infüzyon sonografi) ya da histeroskopi ile rahim içerisinin gözlenmesi gerekebilir. Gebelik sekonder amenorede en sık görülen nedenlerden biridir. Bundan dolayı öncelikle kadının hamile olup olmadığı araştırılmalı. Kadının hamile olmadığı durumlarda adet görememe nedenine uygun olan tedavi şekli uygulanır. Ancak öncelikle iyi beslenememe, aşırı zayıflık, stres, depresyon, aşırı egzersiz gibi neden varsa bu durumlar düzeltilmeli. Rahim (uterus), rahim ağzı (serviks) ya da vajen gibi organlarla ilgili bir anatomik bozukluk söz konusu ise tedavi bunu düzeltmeye yönelik ameliyat olarak belirlenir. Beyindeki hipofiz bezinde aşırı prolaktin hormonu (süt hormonu) üretimine neden olan bir tümör mevcutsa, tedavi tümörün boyutuna göre ilaç tedavisi veya ameliyat şeklinde yapılır. Yumurtlama bozukluğu (anovulasyon, polikistik over sendromu) gibi nedenlerden oluşan amenore durumlarında tedavi için östrojen ve progesteron hormonu içeren ilaçlar, doğum kontrol hapları kullanılır. Uzm. Dr. Senai Aksoy
Hipotalamus (beyinde talamusun altında bulunan ve üçüncü ventrikülün tabanını oluşturan önbeyin bölgesidir), hipofiz, over (yumurtalık) ve uterus (rahim) düzenli adet gören bir kadında tamamen normal çalışır. Beyinde bulunan hipotalamus ve hipofiz FSH ve LH hormonları aracılıyla yumurtalıkları uyarır. Bu sayede uyarılan yumurtalıklar östrojen ve progesteron hormonu salgılar. Östrojen ve progesteron hormonu da rahim iç tabakasını yani endometriyumu uyararak adet kanamalarının oluşmasını sağlar. Normal ve her ay düzenli bir adet kanamasının oluşması için bu organlar arasındaki ardışık mekanizma gereklidir. Mekanizma herhangi bir aşamada bozulduğunda adet görememe ya da adet düzensizliği oluşur. Ayrıca bu mekanizmaların dışında adet kanamasının olabilmesi için kanın akış yolunda (rahim ağzında, vajinada, kızlık zarında) herhangi bir nedenle tıkanıklık olmaması gerekir.

15 yaşına kadar adet dönemi başlamamışsa
Göğüs büyümesi başladıktan sonraki 3 yılda adet dönemi başlamamışsa veya göğüsler 13 yaşına kadar büyümemişse
Periyodunuz aniden 90 günden fazla süre kesilmişse
Dönemleriniz düzensizlşmişse
7 günden fazla kanamanız varsa
Her zamankinden daha çok kanamanız varsa ya da her 1-2 saatte birden fazla ped veya tampon kullanıyorsanız
Dönemler arası kan kaybettinizse
Döneminiz boyunca şiddetli ağrılarınız varsa
Tampon kullandıktan sonra birdenbire ateşlendiyseniz ve hasta hissediyorsanız





şişkinlik, sinirlilik
sırt ya da bel ağrısı
baş ağrısı, göğüs ağrısı
akne, yemek isteği
Aşırı yorgunluk
depresyon, kaygı
Stres duyguları
uykusuzluk hastalığı
kabızlık, ishal
Hafif mide krampları




Adet döneminde görülen kanama miktarının veya gününün artması durumu özellikle myom varlığında oldukça belirgindir. Ayrıca polikistik overde de karşımıza çıkmaktadır. Ek olarak rahim iç zarının (endometrium) enfeksiyonu; yani endometrit de görülmektedir. Kanamaların sebebi üreme organlarından kaynaklanmakta ise; yani hormon düzensizliği değilse, tedavi nedene yönelik olarak yapılır. Örneğin; rahimde büyük myom veya polip varsa hasta ameliyat edilmelidir. Özellikle son yıllarda bu ameliyatların çoğu laparoskopi denen kapalı ameliyat yöntemleri ile de tedavi edilebilmekte ve hastanın hastanede kalış süresi ve ameliyat sonrası ağrı ve işe dönüş süresi önemli derecede azalmaktadır.

Adet düzensizliklerinin oluşmasını sebepleri açısından iki ana başlıkta değerlendirilmektedir. Organik kökenli adet düzensizlikleri vakaların %25’ini oluşturmaktadır. Üreme organları ile ilgili çeşitli problemlerden kaynaklanan düzensizliklerdir. Rahimde miyom, polip, tümör veya over (yumurtalık) kistleri gibi problemler bu tür adet düzensizliklerinin sebebi olabilmektedir. Disfonksiyonel uterin kanamalar ise vakaların %75’ini oluşturmaktadır. Yapısal bir problem olmaksızın, yalnızca hormonal problemlere bağlı adet düzensizlikleridir. Öncelikle düzensiz adet kanaması yakınması mutlaka bir kadın hastalıkları ve doğum uzmanı tarafından değerlendirmelidir.
Her kadın zaman zaman adet düzeninde sapmalar, gecikmeler ya da ara kanamalar yaşayabilir. Normal insan hayatında yaşanılan stresler, sıkıntılar, ani kilo değişiklikleri, spor, üzüntüler gibi pek çok faktör adet düzenini etkileyebilir ve düzenli işleyen bu mekanizmada sapmalara neden olabilir. Adet düzenindeki sapmaların hiçbir türlüsü normal değildir ve araştırılması gerekir. Çünkü kadın üreme sistemindeki hemen hemen bütün patolojilerin en sık verdiği belirti adet düzensizlikleridir. Her adet düzensizliği anormal olmasına rağmen her zaman bir patolojiyi, kisti, myomu ya da kanseri işaret etmez. Altta yatan anatomik bir patoloji olmadığı halde normal adet düzeninde meydana gelen anormal kanamalara Disfonksiyonel Uterin Kanama (DUK) adı verilir. Burada önemli olan nokta kanama bozukluğunu açıklayacak oluşumun bulunmamasıdır.
Üreme çağındaki bir kadında normal adet kanaması, 21-35 günde bir olup, 2-6 gün sürer. Bu adet kanamaları 20-60 ml kan kaybı ile sonuçlanmaktadır. 7 günden uzun süren, 80 ml veya daha çok kan kaybı olan, 21 günden kısa veya 35 günden daha uzun aralıklarla olan kanamalar anormal olarak değerlendirilir.

Kadın sağlığı konusunda en önemli noktalardan biri de adet döngüsüdür. “Regl dönemi” ya da menstruasyon kanaması” gibi farklı farklı isimlerle ifade edilse de bu süreçte kadınları endişelendiren en önemli sorun adet gecikmesidir. Senede birkaç günlük gecikmeler normal kabul edilirken daha sık yaşanan adet düzensizlikleri miyom ve kit ya da çeşitli hastalıklara işaret edebilir. Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Doç. Dr. Arda Lembet

Kadınlarda cinsel isteksizlik tedavisinde cinsel eğitim, psikoterapi, ilaç tedavisi uygulanabilir. Altta yatan nedenler tespit edilip düzeltildikten sonra tıbbi tedavi yapılabilir. Cinsel isteksizlik kullanılan ilaçların yan etkisi nedeniyle gelişmiş olabilir. Antidepresan kullanan kadınların %56’ında cinsel isteksizlik olabilir, antidepresan bırakıldıktan sonra hastaların %70’inde düzelme görülebilmektedir. Cinsel istekte kullanılan antidepresan dozunu azaltılması ya da ilaç değişimi (bupropion, mirtazapin gibi ilaçlar psikiyatri uzmanının da görüşü alınarak) ile gelişme sağlanabilmektedir. Ağrı nedeniyle cinsel isteksizlik yaşayan hastaların ağrılarına yönelik tıbbi sebeplerin bulunması ve bunlara yönelik tedavilerin yapılması gerekir. Cinsel isteksizlik nedeni TSH, prolaktin ya da testosteron eksikliği ise, bu eksikliklere yönelik hormon tedavisi yapılır. Prof. Dr. Ömer Faruk Karataş

Düzenli egzersiz yapılması.
Stres düzeyinin azaltılması.
Partner ya da eş ile iletişimin sağlanması ya da düzeltilmesi.
Kötü alışkanlıklar varsa bırakılması (sigara, alkol, madde bağımlılığı gibi…)
Kilo kontrolü ve obezite ile mücadele.
Sistemik hastalıkların düzenli tedavisi.
Uzun süreli kullanılacak ilaçların buna göre düzenlenmesi.
Özellikle proteinler başta olmak üzere diyetin bu tedavi doğrultusunda düzenlenmesi cinsel isteği artırmak için yapılabilir.

Bununla birlikte kadınlarda da erkeklere nazaran daha az oranda testosteron bulunmaktadır. Kadınlarda en önemli fonksiyonu ise cinsel istek düzeyi üzerinedir. Testosteron ile birlikte;
Estradiol
Prolaktin
Progesteron
Tiroid hormonları kadınlarda cinsel fonksiyonlar üzerine etkilidir.

Cinsel ilişki isteğinde azalma ya da hiç olmaması.
Cinsel fantezi ve düşüncelerde azalma olması ya da hiç olmaması
Cinsel ilişkiyi başlatmada azalma olması ya da hiç olmaması ve cinsel partnerin cinsel ilişki başlatma çabalarına cevapsızlığın olması.
Cinsel ilişki sırasında heyecan ve haz almada azalma olması ya da hiç olmaması
İç ve dış erotik işaretlere karşı tepkisizlik.
Cinsel ilişkilerin yaklaşık %75-100’ünde genital ya da genital dışı hazzın azalması ya da hiç olmaması.

Uyarılma bozuklukları,
Orgazm bozuklukları,
Ağrı ve tiksinti bozuklukları, Kadınlarda cinsel işlev bozukluk tanıları için bu şikayetin hastalarda son 6 aylık dönemin %75’i kapsaması ve hastada stres yaratıyor olması gerekir.
Cinsel istek cinsel ilişkiye girmeye istekli olunması durumudur. Normal cinsel fonksiyon nörolojik, vasküler ve endokrin sistemler tarafından düzenlenir. Bunlara ek olarak biyolojik faktörler, dini inanışlar, sağlık durumu, kişisel tecrübeler, ırk ve sosyokültürel düzey de önemli role sahiptirler. Cinsel istek heyecanlanmayı sağlayan (dopamin, norepinefrin, melanokortin, oksitosin ) ve baskılayan (seratonin, opioid…) yolakları düzenleyen nörotransmitter ve hormonlar (prolaktin, tiroid hormonları, testosteron) gibi nöromodülatörler tarafından ayarlanır. Kadınlar için yeterli cinsel istek; istek için dopamin, cinsel uyarılma ve orgazm için epinefrin, norepinefrin ve serotonin arasındaki hassas denge sayesinde olur. Cinsel isteksizlik; kadınlarda tekrarlayan ya da sürekli olarak cinsel fantezi olmayışı ve cinsel ilişki isteğinin olmamasıdır. Hipoaktif cinsel istek bozukluğunda, hasta için bu durum stres yaratıyor olup, cinsel isteksizliğe yol açabilecek tıbbi ya da psikolojik başka bir durum, ilaç ya da madde kullanımı ya da travmatize bir cinsel ilişki öyküsünün olmaması gerekir.
Kadınlarda cinsel işlev bozukluğu, kadınların istediği şekilde cinsel ilişkiye girmesine engel olabilecek çeşitli problemlerin oluşturduğu bir tanımlamadır. Cinsellik biyolojik/fizyolojik olma yanında aynı zamanda psikosomatik bir durumdur. Cinsel işlev bozukluklarında hem psikolojik hem de somatik problemler vardır. Kadınların özgüveni, iyilik halleri, kendileri ve partnerlerinin yaşam kalitesi üzerinde olumsuz etkilere sahiptir. Kadınlarda cinsel işlev bozuklukları yaşla birlikte görülme sıklığı giderek artan bir durumdur. Kadınlarda cinsel bozuklukların görülme sıklığının %38 ile %63 arasında değiştiği düşünülmektedir. 65-79 yaş arası kadınlarda, özellikle cinsel partneri olan kadınlarda olmayanlara göre daha sık olup bu oran %88’e kadar yükselebilmektedir. Kadınlarda cinsel isteksizlik heyecanlanmayı sağlayan sistemlerin az çalışması, baskılamayı sağlayan sistemlerin çok çalışması ya da ikisinin birlikte olmasıyla olur. Bu sistemlerin çalışmasını etkileyen hastalık ve ilaçlar, hormon eksiklikleri kadınlarda cinsel isteksizliğe yol açar. Özellikle menopoz sonrası hem azalmış östrojen nedeniyle, hem de vajina atrofisine bağlı ağrılı cinsel ilişki nedeniyle cinsel isteksizlik görülebilir. Kadınların hem fiziksel hem de ruhsal durumunu etkileyen cinsel bozukluk tanısı için ayrıntılı hikaye alınıp, tam bir fizik muayene yapılmalıdır.
Kadınların yaklaşık %40’ı tüm yaşamları boyunca çeşitli cinsel problemler yaşamaktadır. Kadınlarda cinsel istek yıllar içinde değişkenlik gösterir. Evlilik, hastalık durumu, gebelik ve menopoz gibi hayatlarında ciddi değişiklik olduğu dönemlerde cinsel istekte artma ya da azalma olabilmektedir. Kadın cinsel işlev bozuklukları tanısı koyulamayan ve tedavi verilmeyen bir sürü kadın olduğu düşünülmektedir. Bu durum hem hastaların cinsellik ile ilgili konuşmaktan çekinmesi, şikayetlerini bildirmemesi; hem de bir kısım hekimlerin cinsellikle ilgili problemlere nasıl yaklaşacağına tam olarak hakim olmaması ile açıklanabilir. Cinsel problemlerin tanısının konulabilmesi soruların nasıl sorulduğu, ne sorulduğu ve kim tarafından sorulduğu ile ilişkilidir. Cinsel işlev bozukluğu hem kadınları hem de erkekleri olumsuz etkileyen bir durumdur. Çiftlerden herhangi birinde var olan cinsel sorun bir diğerini de olumsuz yönde etkilemektedir. Bu nedenle cinsel işlev bozuklukları çiftin hastalığı olarak kabul edilmekte ve çoğunlukla birlikte tedavi edilmektedir. Bu nedenle son yıllarda Androloji alanında erkek cinsel işlev bozuklukları yanı sıra kadın cinsel işlev bozuklukları da çok sayıda bilimsel araştırma yayınlanmıştır. Cinsel işlev bozuklukları konusunda tecrübeli hekimler ile kadınlar için tanı alabilme ve tedavi olabilme şansı da yükselmektedir.

Cinsel isteksizlik yaşayan kişide direk olarak ereksiyon problemi vardır denilmesi doğru bir yaklaşım değildir. Ereksiyonu sağlama mekanizmasında testosteron ve cinsel istek önemli rol oynamaktadır. Kişide cinsel istek olmadığı durumlarda zaten ereksiyon yaşanmamaktadır. Cinsel isteksizlik yaşayan kişide bu bağlamda ereksiyon sorunu ortaya çıkabilmektedir. Ancak burada sorunun temelinde cinsel isteksizlik yatmaktadır. Diğer taraftan, tersi durumlarda yani ereksiyon sorununa bağlı olarak da cinsel isteksizlik yaşanabilmektedir. Ereksiyon sorunu yaşayan kişi ilişkiyi sağlayamadığı için; başarısızlık duygusu, bunun getirdiği tedirginlik ve korkudan dolayı ilişkiye girmek istememektedir. Bu durum da ikincil kazanç olarak cinsel isteksizlik gelişmesine neden olabilmektedir. Aynı problem erken boşalma problemleri yaşayan kişilerde de söz konusu olabilir. Erken boşalma sorunu olan erkekler devamlı aynı sonuçla karşılaşıp partnerini memnun edemeyeceği fikrine kapılarak ilişkiden kaçınmakta ve kronik dönemde cinsel isteksizlik yaşayabilmektedir. Cinsel isteksizliğin belirlenmesinde detaylı bir değerlendirme gerekmektedir. Öncelikle detaylı bir öykü alınarak sorunun ne olduğu, cinsel isteksizliğin birincil tablo mu yoksa altta yatan diğer cinsel fonksiyon bozukluklarına bağlı olarak ikinci kazanç olarak mı geliştiği değerlendirilmelidir. Olaya neden olan olası psikolojik faktörler irdelenmelidir. Hastanın muayenesinde klinik yakınmalarının derecesini sorgulanmalıdır. Neden olabilecek organik bir hastalık varlığı veya ilaç kullanımı araştırılmalıdır. Prof. Dr. Mehmet Murad Başar


Psikolojik nedenlere bağlı cinsel isteksizlik stres başta olmak üzere çeşitli etkili faktörlere bağlı olarak zaman zaman değişik tablolar gösterebilir. Cinsel istek tablosunda zaman zaman azalma yaşanabildiği gibi artışlar da olabilir. Ama organik faktörlere bağlı gelişen cinsel isteksizlik başlangıçta hafiftir ve zamanla ilerleyerek belirgin hale gelir.
Prostat Ve Şeker Hastalığı; Her iki hastalık da yaşam kalitesini bozmaktadır. Özellikle, gece uyku düzenini etkileyecek şiddete varan prostat yakınması olan kişilerde yaşam kalitesinin bozulması sonucu cinsel isteksizlik gelişebilir. Diğer taraftan, prostat yakınması olan kişilerde cinsel fonksiyon bozukluğu da sık izlenen bir sorundur. Şeker hastalığının direk olarak cinsel isteksizlikle bir ilgisi bulunmamaktadır. Ama yaşam kalitesini bozması ve kronik bir hastalık olması bu hastalarda da psikojenik faktörleri devreye sokarak dolaylı olarak cinsel isteksizliğe neden olabilmektedir. Diğer taraftan, şeker hastalığı organik olarak cinsel fonksiyon bozukluğuna neden olan en önemli sağlık sorunlarından biridir. Beslenme ve cinsel isteksizlik konusunda herhangi bir ilişki kurmak zordur. Afrodizyak etkili çilek, çikolata, ginseng, kakao yağı içeren gıdalar gibi bir takım besinler cinsel dürtüyü uyarıcı etkisi bulunmaktadır.
Antidepresan ilaçlar uzun süreli kullanıldığında özellikle 6 aydan sonra santral etkili mekanizmalarda etki göstererek cinsel fonksiyonu ve isteği baskılamaktadır. Uzun süreli antidepresan kullanan hastalara bu etkilerinden dolayı sertleştirici ilaçların kullanımı önerilmektedir. B 12 vitamini eksikliğinin cinsel istek ve cinsel fonksiyon üzerine etkili olabileceğine dair çeşitli yayınlar bulunmaktadır. Ancak, bu konu da henüz yeteri bilgi yoktur. Diğer taraftan, B 12 vitamini özellikle erkeğin gençleştirilmesi amacıyla destek tedavisi olarak kullanılmaktadır. Antidepresan ilaçları gibi bir kısım tansiyon ilaçları da benzer etki ile cinsel isteksizlik yapabilmektedir. Diğer taraftan, tansiyonun varlığı zaten cinsel fonksiyon için risk faktörleri arasında yer almaktadır. Dolayısı ile cinsel fonksiyon bozukluğuna bağlı ikincil kazanç olarak cinsel isteksizlik gelişebilir hipertansif kişilerde. Testisin iki temel fonksiyonu sperm üretimi ve testosteron hormonu sentezidir. Özellikle, ileri derece varikosel testis boyutlarında küçülme ve sonuçta testiküler fonksiyon bozukluğuna neden olabilir. Böylece, testosteron sentezini azaltarak cinsel isteksizliğe neden olabilmektedir.


HPV’nin bulaşmasını kolaylaştıran sebeplerin başında çok eşlilik gelmektedir.Erken yaşta cinselliğe başlamak, güvenli olmayan cinsel ilşkiye girmek bu tür HPV virüsüna bağlı kanserlerin hazırlayıcı nedenlerinden bir tanesidir. Genital siğiller in tanısı deneyimli bir hekim tarafında göz ile kolaylıkla konulabilmektedir.Şüpeli siğillerde ve/veya tiplendirme yapmak için ise biyopsi veya sürüntü alınarak da tanı koymak mümkündür. Erkeklerde penis kanserine yol açabilen HPV makat bölgesi civarına yerleştiğinde, makat ve kalın bağırsağın son kısmı olan rektum bölgesinde kansere rastlanabiliyor.Bunun dışında HPV, özellikle oral seks yoluyla erkeklerde geniz, bademcik, dil, gırtlak kanserive bazıdurumlarda yemek borusu kanserine de neden olabilmektedir. Erkeklerde Hpv tedavisi mutlaka yapılmalıdır.Erkekte kondilom tedavisi için en iyi yöntem yakma yöntemidir.Erkekte kondilom tedavisi için seçenekler sırası ile koterizasyon, lrrp veya lazer ile doktorun seçeneğine göre yakma işlemi gerçrekleştirilir.Tedavide genital siğilleri yakmanın yanı sıra dondurmak, cerrahi olarak çıkarmak ve küçük siğillerde özel kremler sürerek tedavi etme seçeneğide bulunmaktadır.Erkekte HPV tedevisi seçenekleri arasında yakma yöntemi en kalıcı yöntem olup nüksler yani tekrarlar daha azdır. Üroloji Uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Hamit Öztürk / Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

“Human papillorna Virüs” daha çok hem erkek hemde kadın genital bölgede ve bu bölge mukozalarında enfeksiyon yapan ve kondilom(condyloma acuminatum) adı verilen siğil şeklinde kitlelerin oluşumuna neden olan bir çeşit virüstür.HPV bir kez vucuda girdiğinde hücreler içine yerleşir ve dönemsel olarak tekrarlıyan enfeksiyonlara yol açar.HPV virüsü ve buna bağlı genital siğil enfeksiyonu cinsel yolla bulaşan hastalıklar gurubuna yer almasına rağmen çok nadiren de olsa cinsel ilişki dışında da bulaşabildiği bilinmektedir. Virüsün bulaşması kişinin enfekte bölgesinin örneğin penis veya kadın dış genital organı gibi diyer bireyin genital bölgelerine veye ağız makat gibi bölgelerine deri- mukoza temesı ile bulaşır. Rahim ağzı kanserine yol açan HPV virüsünün, erkeklerde de penis kanserine neden olduğu bilinmektedir.Genellikle erkeklerin taşıyıcı olduğu ve bu nedenle korunmasınında kadınlar kadar önemli olduğunu unutmamak gerekmektedir.Genital siğil erkek hastalar için de önemli riskler oluşturmakta olup tespit edildiğinde, zaman kaybetmeden tedavi edilmelidir.

Hıv virüsünün vücuda kan ve cinsel temas ile bulaşması sonucu vücudun bağışıklık sistemini etkilemekte olan AIDS oldukça riskli ve tehlikeli bir rahatsızlıktır. Vücudun bağışıklık sistemini zayıflatarak hastalıklara karşı savunmasız bırakan hıv virüsünün vücuda girişi ile oluşan AIDS rahatsızlığında erken tanı ve tedavi oldukça önemlidir. Prof. Dr. Murat Arslan

Genellikle herpes virüsünün cinsel organlara bulaşması yoluyla ortaya çıkan siğil ve yaraları ifade eden genital herpes hastalığı, doku teması yoluyla karşı bireye bulaşmaktadır. Herpes tanı ve tedavisi süresince uzman bir hekimin muayenesinde takip edilmelidir.
Bel soğukluğu bir diğer adıyla üretrit, idrar yolu enfeksiyonlarının bir kısmını oluşturmaktadır. Sıklıkla idrar yapma sırasında yanma, sık idrara çıkma ve kötü kokulu akıntı ile kendini göstermekte olan üretrit, bel soğukluğu uzman bir ürolog hekimin tetkikleri ile teşhis edilmektedir.



Sarılık… Hepatit B… Cinsel yolla veya kan yoluyla bulaştığını biliyoruz ve aşısı var; aşısını yaptırıyoruz. Yine de Hepatit B aşısı olan kişiler, hiç test etmeden istediği herkese kanını veremez ya da herkesten kan alamaz veya cinsel yollarla bulaşan her türlü hastalığa karşı korunmaz. Çünkü bu aşıların da %100 koruma sağlamadığını biliyoruz. Aynı durum koronavirüs aşısı için de geçerli. Aşıyı yaptıran kişiler sonsuza kadar korunuyorum, benim maske takmama, sosyal mesafeye dikkat etmeme ya da ellerimi temiz tutmaya gerek yok diye düşünmemeliler. Dünyanın en başarılı aşısında bile mutlaka bir korumama yüzdesi var. Özetle; 2021’in yaz aylarında maskeleri atabilecek konuma gelebiliriz diye düşünüyoruz ama maskeyi atsak bile mesafeye dikkat etmemiz gerekecektir. Maalesef eski normale dönmemiz en az 3-4 sene kadar sürecektir. Yine mesafeye dikkat edeceğiz. Kalabalık partiler, toplantılar yapmayacağız. Bir arada olsak bile otururken bile mesafemize dikkat etmemiz gerekecek. Ve tabii ki, ellerimizi her zaman yıkayacağız. Sadece koronavirüsten korunmak için değil, diğer bakterilerden korunmak için de ellerimizi yıkamaya her zaman devam etmemiz gerekiyor.
Corona aşısı yaptırabilmek için Covid’i geçiren kişilerde de, geçirmeyen kişilerde de öncelikle İmmünglobülin M’nin ve İmmünglobülin G’nin negatif olması gerekiyor. Yani, vücudun daha önce bu virüsle tanışmamış olması lazım. Eğer, kişi Covid’i geçirdiyse ve vücudunda kalıcı İmmünglobülin G, yani koruyucu antikorlar varsa zaten doğal yoldan aşılanmış demektir. Yani, vücudumuz bu mikroorganizmayı tanımış, hafıza hücrelerine bunu yerleştirmiş; aşılanmış olarak düşüneceğiz. Corona aşısı ilk planda bu hastalıkla hiç tanışmamış olan, yani hem İmmünglobülin M’si hem de İmmünglobülin G’si negatif olanlara yapacağız. Böyle bir çalışma yapılacaktır veya yapılmaktadır: Covid – 19 hastalığını geçirmiş olmasına rağmen vücudunda İmmünglobülin G seviyesi yükselmemiş olanlar var; bazı hastalarda durum böyledir. İmmünglobülin G’si yükselmemiş olan veya yükseldikten sonra negatifleşenlere yapılacak mı? Evet, bunun üzerinde de corona aşısı çalışması yapılabilir. Corona aşısı için eğer o kişi risk grubunda olan bir kişi ise yani hem yaş, hem yaşadığı ortam nedeniyle veya mesleğinden dolayı risk grubunda olan bir kişiyse ikinci aşama olarak onlara da corona aşısı yapılabilir.
Corona aşısı hakkında merak edilenlerden bir tanesi de kaç doz yapılması gerektiğidir. Piyasada sıkça adı duyulan dört aşı da bir doz yapılıyor, daha sonra üç-dört haftalık bir süreç geçmesi gerekiyor. Corona aşısı için ortalama 28 gün olarak düşünülebilir. 28 günlük süreç geçtikten sonra ikinci dozun; yani destekleyici, kuvvetlendirici dozun yapılması gerekiyor. Çünkü ilk doz yapıldığında vücudumuzdaki antikor seviyesi bir miktar yükseliyor. Yani virüsü tanıyan, virüse karşı güçlenmiş askerler dediğimiz antikorlar yükseliyor ama daha sonrasında düşme eğilimine giriyor. Bu seviye düşmeden, yani ortalama 28. günde ikinci doz yapıldığında tam azalmadan, antikor seviyesi tekrar yükseliyor ve ikinci dozla beraber hem daha hızlı hem de daha yüksek bir antikor seviyesi elde ediliyor. Bu da daha uzun süren, daha kalıcı bir antikor seviyesi demektir. Yani corona aşısını iki doz yapmak gerekiyor.
Corona aşısı bunu nasıl sağlıyor? Vücudu, zayıflatılmış ya da hastalık yapma gücü olmayan mikroorganizmalarla uyarmış oluyor, yani vücudun hafıza hücrelerine bu virüsü tanıtmış oluyorsunuz. Bir gün covid-19 virüsünün gerçeği, hastalık yapma yeteneğinde olan hali insan vücuduna girdiğinde; vücut bir önceki aşı çalışmasından virüsü tanıdığı için daha hızlı cevap verebiliyor ve virüsü öldürebilecek antikorları bir an önce virüsün/bakterinin üzerine salarak zaman kazanmış oluyor. Aslında hastalık yapan virüsün, zayıf halini, yani hastalık yapmayan halinin vücuda tanıtılması işlemine aşı deniyor. Corona aşısı gerekli mi sorusunun bir diğeri de aşıyı yaptırma sebebimizdir. Bağışıklık sistemimizde birtakım askerler vardır. Bu askerlere, bu düşmanı yani virüsü tanıtmak zorundayız ki, daha güçlüsü geldiğinde, hastalık yapan mikroorganizma vücuda girdiğinde hazırlıklı bir şekilde olabilelim.



Ameliyat. Örneğin, testis toplardamarlarında şişme yaşanması (varikosel) durumunda, ameliyat ile bu tüpler tamir edilebilir.
Enfeksiyon tedavisi. Üremeye etki eden enfeksiyonlar antibiyotikler aracılığıyla tedavi edilebilir fakat bu her zaman üretkenliği tekrar sağlayamayabilir.
Hormon tedavisi ve ilaçlar. Hormon veya ilaç alımı, hormon seviyelerindeki dengesizlikleri düzeltebilir. Bu tedavinin meni analizlerinizde tam anlamıyla etkisini gösterebilmesi için üç ile altı ay arasında bir süre beklemeniz gereklidir.
Yardımcı üretkenlik teknolojisi (ART). ART tedavisi, isteğiniz ve özel durumunuza göre, bir dönor yardımıyla, normal boşalma yolu ile veya cerrahi yollar ile sperm alınması yoluyla üretkenliği sağlar. Elde edilen sperm ise, kadının genital sistemine enjekte edilerek veya intrasitoplazmik sperm enjeksiyonu yapılarak kullanılır.

Yasadışı ilaç kullanımı. Kas gücü ve büyümeyi artırmak için alınan anabolik steroidler, testislerin sperm üretiminin azalmasına sebep olabilir. Uyuşturucu maddelerin alımı da sperm sayısını ve kalitesini düşürebilir.
Alkol. Alkol, testesteron seviyesini azaltarak sperm üretiminin düşmesine sebep olabilir.
İş. Uzun süreli bilgisayar veya monitör başında oturmak, uzun süreli masa başı işleri veya işten dolayı oluşabilecek stres kısırlık riskinizi artırabilir.
Tütün kullanımı. Sigara içen erkekler, içmeyenlere göre daha az sperm sayısına sahiptir.
Duygusal stres. Üretkenlik konusunda yaşadığınız stres de dahil olmak üzere, pek çok uzun süreli duygusal stres, sperm üretiminde gerekli olan hormonları etkileyebilir.
Kilo. Obezite, hormon değişiklikleri yaparak, erkek doğurganlığını azaltabilir.
Uzun süre bisiklet sürmek. Uzun süreli bisiklet kullanmak da testislerinizi azaltmak sureti ile doğurganlığı düşürebilecek olan muhtemel sebepler arasındadır.

Ağır metallere maruz kalmak. Herhangi bir ağır metale uzun süre maruz kalmak doğurganlığı azaltabilir.
Radyasyon veya X-Ray. Radyasyona maruz kalmak sperm üretimini azaltabilir. Bu gibi durumlarda sperm üretiminin normale dönmesi yıllar sürebilir. Büyük dozda radyasyon alınması ise sperm üretimini kalıcı olarak düşürebilir.
Testislerin fazla ısınması. Saunaların veya sıcak banyoların sıklıkla kullanılması, geçici olarak sperm sayınızı azaltabilir. Uzun süre oturmak, sıkı giysiler giymek veya dizüstü bilgisayarınızı dizinizin üstünde uzun süre kullanmak skrotum bölgenizdeki ısıyı artırarak sperm üretimini düşürebilir. Sperm sayınıza etki etmeyecek bir iç çamaşırı giymeniz önerilmektedir.
Ancak bazı çiftler için en doğru yöntem mikroenjeksiyon yani tüp bebek yöntemidir. Mikroenjeksiyon yöntemi ile başarı oranı %80 olup hamilelik oranı ise %40 oranlarında sağlanabilir. Mikro cerrahi ve üremeye yardımcı olan teknikler ile daha eskilerde netice alınamayan çiftler bile çocuk sahibi olabiliyor. Daha önce baba olmuş bir erkeğin ilerleyen zamanlarda varikosel nedeni ile tekrar çocuk sahibi olması mümkün olmayabilir. Erkek kısırlığının tedavi aşamalarında kaliteli ortam ve teknikler de başarı oranlarını etkiler. Prof. Dr. Bülent Traş




“Endometriozis, uterusun endometrial kaplaması dışında ortaya çıkan ve normal adet döngüsüne ve hormonal etkilere cevap veren endometrial hücrelerdir. Adenomyozis, miyometriyel adı verilen rahim kasında aktif olmayan ve mevcut olan endometrial hücrelerdir”, detaylar Bay Fevzi Shakir, Kuzey Londra’da Kraliyet Serbest Hastanesinde Danışmanlık Jinekolog ve Endometriozis Uzmanı ve Endometriosis UK Danışmanı. Peki, ağır dönemlerinizin ve acınızın neden olduğu durumu nasıl anlıyorsunuz? Muhtemelen doktorunuz sizi pelvik ultrason için veya bazı durumlarda MRI için gönderecektir. Shakir, “Endometrioziste olduğu gibi kesin tanı doku biyopsisidir. Bazen endometriyal biyopsi ile saptanabilir, ” diyor. “Eğer bir kadının ağır, acı verici dönemleri ve / veya gebe kalma zorluğu ve ultrasonografisi adenomiyoziyi düşündürüyorsa, bu olasılık ve olasılıkla, bu iki durumun ve yönetimin farklılaşmasının bir endometriozis / endoskopik cerrahi uzmanı tarafından yapılması daha olasıdır.



Proteinler, bağışıklık sisteminde görev alan antikorların yapımında önemli rol almaktadır. Glutamin ve arginin, bu yapılarda rol alan önemli aminoasitlerdendir. Bu aminoasitler genel olarak hayvansal besinlerin içerisinde yer almaktadır. Et, tavuk, balık, yumurta ve kurubaklagiller önemli protein kaynaklarıdır ve yeterli miktarlarda tüketilmelidir. Esansiyel yağ asitleri grubunda yer alan omega 3 yağ asitleri, kroner kalp hastalığından inflamasyona kadar birçok hastalığın önlenmesinde gerekli olan önemli yağ asitidir. FMF beslenmesinde; balık yağı, ceviz yağı, , avokado yağı, fındık vb. kuruyemişlerin yağları gibi enfeksiyonu önleyen omega 3 yağ asiti bakımından zengin olan bu yağlar diyetlerde yer almalıdır. FMF hastalığında beslenme dışında dikkat edilmesi gereken başka dış faktörler de vardır. Birçok hastalıkta olduğu gibi FMF hastalığında da stres önemli bir tetikleyicidir. Bu konu ile ilgili yapılan bir çalışmada bireylerde stresli etkinliklerin artmasının atak sıklığını arttırdığı belirtilmiştir. Yine aynı çalışmada, ağır fiziksel aktivite ile FMF atakları arasında pozitif ilişki görülmüştür.
Kolşisin tedavisi alan hastalarda üzerinde durulması gereken bir başka vitamin B12’dir.Kolşisin, B12 vitamini eksikliğine neden olabilmektedir. Kolşisin kullanan hastaların B12 replasman kullanma gerekliliği günümüzde net olmayan bir konudur. Bu konu ile ilgili araştırmalar sınırlı olup, ülkemizde yapılan bir araştırmada; düzenli kolşisin kullanan 95 FMF hastasının B12 vitamin düzeyi ölçülmüş ve 90 kişilik kontrol grubuyla kıyaslama yapılmıştır. B12 vitamin eksikliği açısından bireylerin değerlendirildirildiği bu çalışmada, hasta bireylerin %12,6’sında, kontrol grubunda ise %3,3’lük bir eksiklik saptanmıştır. Sonuç olarak, düzenli kolşisin kullanan hastalarda kontrol grubu ile kıyaslanıldığında anlamlı düzeyde fazla kişide B12 vitamin eksikliği saptanmıştır. Çalışmanın sonuçları doğrultusunda uzun süreli düzenli kolşisin alan hastalarda klinik olarak asemptomatik B12 vitamin eksikliği gelişebileceğinden, bu eksikliğin tedavi edilmemesi durumunda vitamin eksikliğine bağlı ciddi sorunlar ortaya çıkabileceğinden, hastaların düzenli aralıklarla B12 düzeylerini ölçtürmesi önerilmektedir.
Dengeli beslenmenin bir parçası olan vitamin ve mineraller, bağışıklık sisteminin etkili birer oyuncularıdır. Antioksidan vitamin ailesinin başında C, A ve E vitamini yer almaktadır. Son zamanlarda yapılan araştırmalar, D vitamininin de bağışıklık sisteminde etkin bi rolü olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Ülkemizde D vitamini eksikliği oldukça yaygındır. Buna ek olarak FMF’ye sahip çocuklarda yapılan bir araştırmada; serum D vitamininin, diğer çocuklara nazaran daha düşük olduğu bulunmuştur. Bu araştırma göz önüne alınarak, FMF’li çocuklarda D vitamini takip edilmeli ve D vitamininden zengin olan süt, yoğurt, yumurta, balık, FMF’li hastaların beslenme listesinde yer almalıdır. Dyt. Büşra Altıntaş







