
2*0*2*3
Dünyamız ne kadar dijitalleşse de insan halen insan ve her türlü davranışının merkezinde de insan olması yatıyor. Ancak dijital dünyanın da doğal olarak kendine has kuralları var. Dijital dünyada var olmanın değişik yolları bulunuyor ve bu yolları deneyerek durumunuzu daha da iyileştirmeniz mümkün. Ancak bunun yanında dijital dünyayla ilgili sayısız şehir efsanesi ya da ön kabullenişe de rastlamak mümkün…


Bu çağ teknoloji çağı ve bu çağa ayak uydurmak zorundayız, bunu dijital dünya olarak adlandırıyoruz ve bu dünyayı ikiye ayırdık; yaşadığımız gerçek dünya ve dijital dünya olmak üzere. Dijital hayattaki kullanıcılar olarak bütün ihtiyaçlarımızı internet üzerinden yapıyoruz Her bireyin kendi dijital dünyası vardır. Kendi portföylerimizle oluşturduğumuz dijital ortam ve sosyal medya başlı başına uzmanlık alanı oldu. Dijital dünyada var olmamız bizim amacımıza bağlı ticaret yapmak, varlığımızı kanıtlamak, ihtiyaçlarımızı karşılamak ve bilgi edinmek olabileceği gibi tamamen kişisel de olabilmektedir. Dijital dünyada hizmet verebiliriz ve hizmet alabiliriz. Sosyal psikolojiye göre insanlar verdiklerine doğrudan karşılık gördüklerinde tatmin olan bir sosyal varlıktır.
Dijital dünyanın bizler üzerinde yararlı ve zararlı etkilerinde bulunmaktadır; yararları ve zararları bireyler kendileri yaratırlar, sosyal medya çok yönlü kullanım şekilleri olan bir platform yönetmek ve uygulamak aslında çok kolaydır.

Kızılötesi filtre kullanımları yaygın olduğundan, kızılötesi ışık spektrumunun çok özel aralıklarını geçmek veya engellemek için üretilmiştir. Bu, teknolojiyi, kızılötesi ışık ışınını güvenlik sistemleri, tüketici ürünleri için tarama sistemleri veya kablosuz kontroller gibi çeşitli iletişim amaçları için değerlendiren sensörlerde faydalı kılar. Kızılötesi filtre bu nedenle etkileşime girdiği ışık aralığının ne olduğu ile sınıflandırılır. Sınıflandırma terimleri dar bant geçidi (NBP), geniş bant geçidi (WBP) ve yansıma önleyici (AR) içerir. Filtreyi geçmesine izin verilen veya engellenen ışığın dalga boyu için tolerans seviyesi genellikle ± 10 nanometredir.

Kızılötesi teknolojisinin gelişimi fotoğrafçılığın yanında başka birçok kullanıma da yol açmıştır. Çevre ve kirlilik kontrolü izleme sensörlerinde, dünyadaki ozon tabakasını analiz etmek için klimatolojide, askeri uygulamalarda ve uçak kontrollerinde yaygın olarak kullanılır. Kızıl ötesi emisyonlar, kanın analiz edildiği veya diğer biyolojik aktivitelere bakmak için spektroskopi ekipmanının kullanıldığı tıbbi bilimlerde de önemlidir.

Fotoğrafçı esasen sonuçları hemen göremediği kör olan resimler çekerken, kızılötesi fotoğraf filtrelerini kullanmak hantal bir görevdi. Bu, iyi bir fotoğraf elde etmek için film ve ayarlarla ilgili çok pahalı deneylere yol açtı; filmin kalitesi, film geliştirilinceye kadar bilinmeyen kaldı. Binlerce resim depolayabilen ve film geliştirme süreci gerektirmeyen dijital kameraların ortaya çıkışıyla, kızılötesi filtre fotoğrafçılığı çok daha popüler hale geldi. Kızılötesi filtre kullanılarak fotoğraflanan dış mekan ortamındaki en koyu özellikler okyanus, kuru zemin ve yapay taş ve beton yapılar olma eğilimindedir. En fazla ısıyı Dünya’dan geceleri uzaya geri getiren ve dolayısıyla kızılötesi spektrumdaki en parlak olan özellikler, kızılötesi fotoğrafçılığa eterik, hayalet benzeri bir görünüm veren bitki örtüsü, yaban hayatı ve kumlu toprak veya plajlardır. geniş bir görsel çekiciliği var.

Bir kızılötesi filtre genellikle tüm görünür ışığı engellemek ve yaklaşık 800 nanometre dalga boyunda ışık olan kızılötesi ışığın geçmesine izin vermek için tasarlanmış bir ışık filtresidir, görünür ışık ise dalga boyunda 400 ila 700 nanometre arasındadır. Bu tür filtrelemenin yaygın bir kullanımı, siyah beyaz geleneksel fotoğraflara benzeyen fotoğraflar çeken kızılötesi kamera filtreleridir. Kızılötesi fotoğraflar ve standart siyah-beyaz fotoğraflar arasındaki fark, kızılötesi görüntülerin, bir ısı biçimi olan kızılötesi ışık yayarken, kara veya gökyüzü gibi özelliklerin daha koyu göründüğü bitki örtüsü ve hayvanlar gibi biyolojik nesneleri parlak bir şekilde göstermesidir. Bazı kızılötesi filtre türleri ters bir işlev görür ve yalnızca kaynak gözlüklerinde görülebilmesi için bu gibi ısı enerjisini tıkayan kaynak gözlüklerinde kullanılanlar gibi kızılötesi ışığı engeller.

Bunu yaparken de basit yöntemler uygulayarak en azından tuzaklardan kaçınmak mümkün olabilir. Paylaşılan bilgiyi sorgulamak, parazit bilgiyi görmezden gelmek, insanlığın eski dostu basılı bilgi kaynaklarını taramak ve sürekli olarak nitelikli bilgi edinmek için çaba harcamak gerek. İçimizde oluşmaya başlayan karanlıktan kurtulabilmenin ve etrafa ufacık da olsa bir ışık yayabilmenin yegâne yolu bilgi ile ama doğru ve özgür bilgiyle donanmaktan geçiyor.

Gerçek ve değerli bilgiye ulaşmak aslında sandığımızdan çok daha zor. Bilginin yolu üzerinde kurulu birçok tuzağı aşabilmek, zaman, emek ve hatta ekip işi. Sonsuz veri tabanına ulaştığımızı sandığımız dijital çağda giderek taassuba gömülmemiz, bilgi ile ilişkimizi yeniden gözden geçirmemizi zorunlu kılıyor.
Çeşitli kitle iletişim araçları da Obskürantizmin hizmetinde. Yani bilgiden doğan teknoloji yine bilgiyi saklamak ve ulaşılmasını zorlaştırmak için kullanılabiliyor. Bunun en iyi örneği on yıllardır insanoğlunun hayatında yer eden televizyon. Bir diğeri ise özgürleştirici bir alan olarak gördüğümüz sosyal medya. Başlangıçta toplumlararası sınırları fiziki olmasa da iletişim anlamında kaldıran, bilgi ve kültür alışverişini kolaylaştıran, diğer yandan özgürlük fikrinin yayılımında ciddi katkı sağlayarak kullanılan bu mecra kısa sürede iktidar erkini elinde bulunduranlar tarafından da çözümlendi. Küçük şaşkınlıklarını atlattıklarından beridir bu mecrayı da parazit bilgi ve sansür işbirliğinde bir propaganda aracına dönüştürmeyi başardılar. Üstelik korku endüstrisinin acı sosunu da üstüne serperek. Parazit bilgi anahtar kavramlardan biri, çünkü özgür düşünceyi savunduğunu iddia eden biri bile gerçek bilginin üstüne örten bu parazit bilginin alıcısı ve taşıyıcısı olabiliyor.

Bilgiyi tekelinde tutmak aynı zamanda gücü de elinde tutmak anlamına gelir. Bu güce sahip olmak isteyenler bilgiye erişimi zorlaştırmanın yanında, bilgiyi anlaşılmaz kılmaya da çalışırlar. Bunun için de en kullanışlı araç dildir. Özellikle inanç sistemlerini tekelinde tutmak isteyenler onu sadece belli kesimlerin konuşabildiği ama insanlığın çoğunun anlamadığı dillerin içine hapseder. İnanç sistemleri dışında da toplumların dilleri üzerinde yapılan “tuhaf” planlar aynı amacı taşırlar. Obskürantizm özgür düşüncenin karşıtıdır ve genellikle radikal dincilik ve faşizmle birlikte hareket eder. Gerçekte bilgiye karşı, bilimi reddeden, toplulukları bilgisiz/cahil bırakmayı hedefleyen bu düşünce sistemi her disiplinin içine sızabiliyor ve eğitim sistemi de onun yoğun saldırıda bulunduğu alanlardan biri.

Kısa bir yazıda bunların hepsine birden cevap vermek zor, ancak bilgi saklamanın bir ideolojik aygıt olduğu gerçeğinden hareketle bazı çıkarımlar yapmak mümkün. Obskürantizm, dilimize Karanlıkçılık ya da Bilmesinlercilik olarak çevrilmiş olup, sözlük anlamı şöyledir; “Egemen güçlerin kendi hoş görmediği kavramlara, kişilere, topluluklara ilişkin toplumun bilgi erişimini sistematik olarak kısıtlama çabası”. Obskürantizmi kullanışlı yapan önemli özelliklerinden biri “gerektiği yerde gerektiği kadar bilgi vermesidir.” Açığa çıkan/çıkarılan bu bilgi sadece bilgiyi kendi çıkarına kullanacak olanların işine yaracak şekilde düzenlenmiştir. Toplumun çeşitli kesimleri bilgiyi alır, kendine göre yorumlar ve artık içinde yaşadığımız dijital çağda sosyal medya aracılığıyla bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu bilginin taşıyıcısı olur.
Sosyal medyanın hayatımıza girişiyle birlikte yerleşen bazı düşünce ve kalıplar bilgi ve bilgiye erişimle ilgili bizleri bir ya da birkaç yanılgıya sürüklüyor olabilir. Yaşanan bazı örneklerden yola çıkarak ortaya attığımız “Artık hiçbir şey gizli kalmıyor”, savının gerçeği ne denli yansıttığı ise tartışılır. Gün boyu sayısız bilgiye maruz kalıyoruz. Bu yoğun bilgi akışının zihinde yarattığı doygunluk, bilgi ile ilişkimizi gözden geçirmemiz konusunda bize zaman ve alan bırakmıyor. Üstelik burada elde edilen bilginin değeri ve katkısı da meçhul… Bilgi ile ilgili yanılgılar üzerine biraz kafa yorulduğunda ise cevaplaması zor sorular birbiri ardına geliyor;
Bilgiye gerçekten erişebiliyor muyuz? Erişebildiğimiz bilgi doğru ve gerçek mi?
Bazı bilgiler sadece dip gürültüsü yaratmak ve toplumu gerçeklerden uzaklaştırma amacıyla özellikle mi ortaya sürülüyor? Siyasi erk ve çeşitli mekanizmaların bilgi saklayabilme yeteneği sandığımızdan daha mı fazla? Bilginin sahibi kim? Farkında olmadan taşıyıcısı olduğumuz bilgiler kimlerin işine yarıyor?

Sanchez, “Yüzde yüz emin değiliz ve cismin dünyaya yakın nesneler olarak bilinen gruptan olma ihtimalini reddetmiyoruz. Emin olmanın tek yolu, örnek almak” diyor. Bu da yakın gelecekte olabilecek bir şey. Planlandığı gibi giderse, Çin bu on yıl için Kamo’oalewa ve bir kuyruklu yıldızdan örnek almayı düşünüyor. Kamo’oalewa’nın esrarı işte o zaman çözülecek.

Gök bilimciler bu asteroidi izlerken, alışılmadık biçimde kırmızı olduğunu gördüler, bu da metalik minerallerin varlığına işaret ediyor. Juan Sanchez, nelerden oluştuğunu anlamak için güneş ışınlarının Kamo’oalewa yüzeyinden nasıl yansıdığını incelediklerini belirtiyor. “Silikatlı minerallerden oluştuğunu anladık. Dikkatimizi çeken de, görünümünün dünya yakınlarındaki diğer asteroitlere değil, Ayın yüzeyine benzemesi oldu” diyor. Bilim insanları daha önce buna benzeyen tek taş parçasının 1970’lerdeki Apollo Uzay gemileri tarafından Ay’dan alınan bir örnek olduğuna dikkat çekiyorlar. Bu da Ay’dan kopan bir parça olabileceği görüşünü destekliyor.
Yaklaşık 40 metre uzunluğunda ve teknik olarak bir Ay’dan çok “yarı uydu” olarak değerlendiriliyor. Sanchez’e göre yarı uydu, Dünya ile ortak yörüngesi olan cisimlere deniyor. Dünya, Güneş etrafında dönerken, yarı uydu da dünyaya yakın bir mesafeden aynı yörüngeyi izliyor. Ayın aksine, Kamo’oalewa dünyanın değil, güneşin etrafında dönüyor. Dünya olmasa da mevcut yörüngesinde dönmeye devam ederdi deniliyor. Bilim insanları şimdiye kadar beş yarı uydu tespit etti. Ancak bunlardan incelemesi en kolay olanı Kamo’oalewa. Zira yılda bir kez, Nisan ayında dünyadaki büyük teleskoplarla gözlemlenecek kadar parlak görünüyor. Diğer yarı uydular bu kadar görünmediği için incelenemiyor.
Arizona Üniversitesi’nde gök bilimci olan Benjamin Sharkey, Nature dergisinde yayımlanan yeni araştırmayı kaleme alan yazarlardan biri. Kamo’oalewa’nın normal bir asteroite benzemediğini söylüyor. Araştırmaya katılan bilim insanlarından Juan Sanchez de BBC’ye yaptığı açıklamada, “Belki de Ay ile bir gök taşı çarpışması sonucunda, muhtemelen Ay yüzeyinden fırlamış bir parçadır” dedi. Kamo’oalewa’nın ne olduğunu anlamanın tek yolu üzerinden örnek alıp incelemek. Bunun 10 yıl içinde yapılabileceği söyleniyor. Yine de bilim insanlarına ortaya atılan bu son görüşün doğru olduğunu düşündürtecek nedenler var.
Kamo’oalewa ufak bir asteroit. Uzunluğu yaklaşık 40 metre. Epeydir dünyaya görece olarak yakın bir yörüngede güneş etrafında dönüyor. Nereden geldiği ve aslen ne olduğu ise henüz tam olarak kanıtlanmış değil. Bilim insanları bir süredir Kamo’oalewa asteroitinin (küçük gezegen) kökenini araştırıyor. 2016’da keşfedilen Kamo’oalewa hakkında dünyaya yakın paralel bir yörüngede döndüğünden başka pek bir şey bilinmiyor. Ancak yapılan yeni araştırmalar Kamo’oalewa’nın gizemli kökeni hakkında yeni ipuçları ortaya çıkardı. Buna göre Kamo’oalewa, Ay’dan kopmuş bir parça olabilir.






Galaksi dışı yeni gezegen olasılığı, bu gök cisminin kendisine eşlik eden bir yıldız önünden geçerken onun ışığının bir kısmını engellemesi ile oluşan kararmanın teleskoplarla gözlenmesi sonucu tespit edildi. Güneş Sistemi dışında binlerce gezegenin belirlenmesinde de bu teknik kullanıldı. Nature Astronomy dergisinde yayımlanan araştırma, ABD’deki Harvard-Smithsonian Astrofizik Merkezi’nden Dr. Rosanne Di Stefano ve ekibi tarafından yürütüldü. Diğer galaksilerdeki gezegen sistemlerini keşfetmede bu yöntemin kullanıldığını belirten Stefano, “Bu ikili X ışını, herhangi bir mesafede ışık bükümünü ölçebileceğimiz yegane yöntem ve gezegen keşfine uygun” ifadesini kullandı. Ancak Stefano, Samanyolu galaksisindeki gezegenleri keşfetmeye uygun olan bu yöntemin, büyük mesafeler söz konusu olduğu için galaksi dışını gözlemede sorun yaratabileceğini belirtiyor. Zira mesafe nedeniyle teleskoba ulaşan ışık miktarı azaldığı gibi, gözlenen alanda pek çok gök cisminin toplanmış halde karmaşa oluşturması tek tek yıldızların tespitini zorlaştırıyor.




Beşeri Coğrafya’nın temel çalışma alanlarından biri olan nüfus coğrafyası dinamik ve kompleks yapısıyla hızla değişiklik gösteren özelliğe sahiptir. Kelime anlamı olarak; Yunanca demos (halk) ve graphe (tasvir- yazma) kelimelerinin birleşiminden ortaya çıkan (İng. Demography) demografi nüfus bilimi demektir. Nüfus pek çok bilim dalının araştırma konuları arasındadır. Bu kapsamda multidisipliner bir özellik taşıyan nüfus çalışmalarında, coğrafyanın yanı sıra tarih, sosyoloji, antropoloji, istatistik ve iktisat akla ilk gelen bilim dallarıdır.
Coğrafya biliminin iki ana dalından biri olan Beşeri Coğrafya kapsamında nüfus coğrafyasının yeri ve önemi büyüktür. Nüfus coğrafyası; insanın mekânsal dağılımını ve bu dağılışta etkili olan doğal ve beşeri unsurları coğrafi prensipler çerçevesinde ele alan, sosyal ve kültürel etkileşimi gelişen ekonomik faktörlerle birlikte açıklayarak, nüfuslanma sürecinde etkili olan unsurları bir bütün halinde inceler.

Doğal çevre şartları bitki ve hayvanlar açısından son derece önemli olduğu gibi, aynı zamanda bu şartlarda hayatını sürdüren insan üzerinde de etkilidir. İnsanların gerçekleştirdiği faaliyetlerin hiç biri örneğin iklim ve toprak özellikleri anlaşılmadan tam ve doğru olarak açıklanamaz. (Örneğin bir kutup ayısı, deve, kaktüs, bir eskimo, bir bedevi vs..)
Beşeri coğrafya insanın mekânla olan karşılıklı etkileşimini incelediğine ve her etkiye karşılık bir tepki oluşacağına göre, önce doğanın esnan üzerindeki etkisini değerlendirmek gerekmektedir. Coğrafya her zaman öncelikle insanın içinde yaşadığı çevre şartlarını incelemekte daha sonra da bu ortamda yaşayan insanın hayat tarzını ve faaliyetlerini değerlendirmektedir.
Belirtilen inceleme alanlarında faaliyet gösteren coğrafyanın insan- mekân ilişkisini açıklarken diğer bazı bilim dallarından yararlanması kaçınılmazdır. Coğrafyacı, araştırmalarında yararlanmak üzere meteoroloji, jeoloji, hidroloji, botanik, antropoloji, tarih, sosyoloji, demografi, iktisat, zooloji, astronomi ve kartografya gibi fiziki ve sosyal bir çok bilim dalına gereksinim duymaktadır. Ancak coğrafya meteorolojinin yaptığı gibi iklim ve iklimi oluşturan süreçlerin ayrı ayrı incelenmesi değil bunların insan hayatı ve faaliyetleri üzerindeki rolünü incelemektedir. Örneğin basınç, rüzgar, yağmur, şimşek, fırtına gibi meteorolojik olaylar, bunları ortaya çıkaran süreçler ve atmosferin değişen hallerini incelemez, bunların hesaplarını yapmaz ve hesaplara bağlı olarak hava tahminlerinde bulunmaz. Coğrafyacı meteorologların yaptığı bütün bu ölçümlerin ve hesaplamaların sonuçlarından yararlanır. Örneğin çeşitli ortalamalar çıkarır, basınç, yağış, izoterm haritaları yapar, bunlardan yararlanarak iklim tiplerini belirler ve bu iklim tiplerinin akarsuların debisi ve rejimi, bitkilerin fizyonomileri, nüfus dağılışı, tarım ekonomisi, köylülerin hayat tarzları ve mesken şekilleri üzerindeki etkisini araştırır. Botanik bitkilerin anatomisi ve yapılarını, aynı bitki türünün cinslerini, hastalıklarını ve ait oldukları familyalar ile isimlerini araştırır. Coğrafya ise karakteristik bitkileri, belirli coğrafi çevredeki savan, step, doğal mera, tundra gibi bitki toplulukları üzerinde durur. Bu bitki topluluklarından insanların nasıl yararlandıkları ve yararlanabilecekleri, yeryüzündeki dağılışları, tahrip edilmeleriyle meydana gelebilecek erozyon ve bunların sonuçları üzerinde durur. Coğrafya ele aldığı konuyu açıklayabilmek için çeşitli bilim dallarından yararlanır fakat bu yararlanmanın ölçüsüne dikkat etmek zorundadır. Coğrafi amaca hizmet ettikleri oranda yararlanmaya özen gösterilmelidir.


konumlarına bağlı kalarak gösterir. Coğrafi bilginin büyük bir kısmı haritalarda sunulduğu ve gösterildiği için haritalar fiziki coğrafya çalışmaları için temel bir rol oynarlar. Bir coğrafyacı için haritaları okuma yetisi temel gereksinimlerden biridir. Günümüzde haritalar gazetelerde, televizyonda haberlerde ve özellikle hava durumu haberlerinde çokca kullanılan bir araçtır. Ayrıca cep telefonlarımıza yüklü navigasyon (seyrüsefer) yazılımları da birer harita yazılımlarıdır.
Coğrafyadaki araçlar aynı zamanda matematik modelleme ve istatistik de içerir. Coğrafik süreçleri modellemek için kullanılan matematik ve bilgisayarlar doğal ve insani olayları anlamak için oldukça güçlü araçlardır. İstatistik ise farklılıkları, eğilimleri ve desenler hakkında soru sorabileceğimiz coğrafik verilerin işlenmesine yönelik yöntemler sunar.
Uydu tabanlı görüntüleme cihazları coğrafik çalışmalar için hayati önemi olan karalar, okyanuslar ve atmosfer hakkında oldukça zengin bir veri imkanı sağlarlar. Uzay ve hava araçlarından elde edilen görüntülerin işlenmesi, geliştirilmesi ve analiz edilmesi uzaktan algılama olarak bilinir. Uzaktan algılama, coğrafi bilgi sistemleri ve GPS bilgilerini birbirine bağlayan son teknolojik gelişmeler ve internetle birlikte hayatımıza giren Google Earth gibi görüntüleme araçları da coğrafyacıların ilgisini çekmektedir.


olaylara karşı hala hassas ve kırılgan halde olmamıza neden oluyor.

yerdeğiştirmesine, deniz seviyesi yükselmesine, şiddetli fırtınalar gibi büyük hava olaylarının sıklıklarının artmasına ve kuraklığına neden olurlar.
Günümüzde çevresel değişimler milyonlarca yıldır dünyamızı şekillendiren doğal süreçlerin bir sonucu olarak değil aynı zamanda insanların faaliyetleri sonucu da gerçekleşmektedir. İnsan ırkı yeryüzünde zaman içinde sayıca arttıkça insan etkisinde kalmamış ancak bir kaç yer kalmıştır. Öyleyse küresel değişim sadece doğal süreçleri değil aynı zamanda onları etkileyen insan faaliyetleri de içerir. İşte fiziki coğrafya bu etkileşimi anlamada anahtar bir rol üstlenir.
Fiziki coğrafya kısaca insanın çevresindeki doğal dünya ile ilgilenir. Doğal süreçler herzaman faaliyet halinde oldukları için içinde yaşadığımız çevre de her zaman değişim halindedir. Bazen yerkabuğu levhalarının uzun jeolojik dönemlerde hareket edip kıtaları ve okyanus havzalarını meydana getirdiği gibi değişiklikler yavaş ya da belirsizdir. Bunun yanında kasırga rüzgârlarının ormanları düzleştirmesi ya da evleri uçurması ya da yıkması gibi değişimler oldukça hızlıdır.









gelecekteki iklim değişikliği ile ilgilenir.

şeklindedir.


Çevresel süreçler ve insan faaliyetleri arasındaki birçok bağlantı da coğrafik sentezin konularıdır. Örneğin, coğrafyadaki klasik çalışmalardan birisi insanların afet algısıdır- insanların evlerinin büyük bir taşkın ya da fırtına sonucu sular altında kalması sadece bir an meselesi iken neden akarsu ve deniz kıyılarına ev yaparlar? Burada, coğrafyacılar algı ile hidrolojiyi ve bilişsel öğrenmeyi çalışırlar. Doç. Dr Tolga Görüm ve Cengiz Yıldırım
Coğrafyanın özgün bakış açılarından ilki mekânsal bakış açısıdır. Coğrafyacılar olayın nasıl oluştuğunun yanında bu olayın nerede olduğunu ve bu olayın yakın ve uzak çevredeki diğer
olaylarla nasıl bir ilişkisi olduğu ile ilgilenir. Mekânsal bakış açısı üç seviyede odaklanır. Bunlardan ilki yer (place) seviyesidir. Coğrafyacılar tek bir yerdeki ya da bir bölgedeki süreçlerin
nasıl bir bütünleşik ilişki içinde olduklarını çalışır. Örneğin, bir şehir coğrafyacısı belirli bir şehrin mekânsal yapısını ve ticari merkezlerinin nasıl ve nerede geliştiklerini ve bunların özgün karakteristiklerini çalışabilir. ya da bir fiziki coğrafyacı bir milli park içindeki ekoloji, iklim ve toprakları inceleyebilir. Mekân (space) seviyesinde coğrafyacılar yerlerin birbirleri ile ne kadar bağımlı olduklarına bakarlar. Bu durumda ekonomik coğrafyacı mal, bilgi ve para akışının farklı boyutta ve mesafede bulunan şehir ve kasabaları birbirlerine nasıl bağladıklarını araştırabilir. ya da bir fiziki coğrafyacı bir akarsu içine dökülen çökellerin kaynaklarını haritalayabilir ve bunların akarsuyun aşağı çığırındaki etkisini çizelge ile gösterebilir.
Coğrafyanın diğer bilimlerden farkı insanın faaliyetleri ile doğa olaylarını kendine has geniş bir bakışı açısı ile incelemesidir. Coğrafyacıların mekânsal bakış açısı, coğrafyacıların
geleneksel çalışmaların sınırlarını aşan fikirlerin sentezine olan ilgisi ve coğrafyacıların mekânsal bilgi ve olayları temsil ve idare eden araçları kullanması bu geniş bakış açısı içindedir.

Başlangıçta, coğrafya, doğa, farklı alanların ekonomisi ve nüfus hakkında bir tür ansiklopedik bilgi topluluğuydu. Daha sonra, coğrafi bilimler sistemi bu bilgi üzerine kuruldu. Farklılaşma süreci, bilimin bölünmesini etkiledi, yani. Bir yandan, doğal bileşenlerin (iklim, toprak, kabartmalar), çiftlikler (tarım, sanayi), nüfus ve diğer yandan, bu bileşenlerin bölgesel kombinasyonlarının sentetik olarak incelenmesi ihtiyacı, coğrafi sistemde aşağıdakiler göze çarpmaktadır: – fiziki-coğrafi veya doğal fiziksel coğrafyayı (peyzaj bilimi, arazi mülkiyeti, paleocoğrafya), jeomorfoloji, klimatoloji, arazi hidrolojisi, okyanusoloji, jeoloji, jeokriyoloji, biyocoğrafya ve toprak coğrafyasını içeren bilim; – sosyal coğrafya bilimi, yani bölgesel ve genel ekonomik coğrafya, ekonomik sektörlerin coğrafyası (tarım, sanayi, ulaştırma), nüfus coğrafyası ve siyasi coğrafya: – teknik bilim olan kartografi, ancak aynı zamanda diğerleriyle ortak amaç ve hedeflerden dolayı bu sisteme girer. coğrafi bilimler – bölgesel coğrafya, doğa, ekonomi ve nüfus ile ilgili bilgilerin bölgelere ve ülkelere göre entegrasyonunun incelenmesi – coğrafi bilimler dışında diğer disiplinler, tek bir coğrafya sistemine dahil edilir; uygulamalı doğa – askeri coğrafya ve tıbbi coğrafya. Aynı zamanda, birçok coğrafi disiplin, bilimler arasındaki keskin sınırların bulunmamasından dolayı bir dereceye veya diğer bilimlerin sistemlerine (biyolojik, ekonomik, jeolojik) aittir.Tekrarlı hedeflerin yanı sıra, coğrafyadaki her disiplin, kendi amacını araştırır. kapsamlı ve derin bir çalışma için gerekli çeşitli yöntemlerle öğrenilir. Tüm bilimlerin kendi genel teorik ve bölgesel bölümleri ve uygulamalı bölümleri vardır. İkincisi bazen “uygulamalı coğrafya” adı altında birleştirilir, ancak bağımsız bir bilim oluşturmazlar, sonuçlarındaki coğrafi disiplinler, durağan ve keşif yöntemleriyle yürütülen ve haritalandırmanın eşlik ettiği araştırma materyallerine dayanır.
Coğrafya, doğal ve endüstriyel bölge komplekslerini ve bileşenlerini inceleyen bir sosyal ve doğa bilimleri sistemidir. Tek bir bilim içindeki disiplinlerin böyle bir kombinasyonu, ortak bilimsel görev ile incelenen nesneler arasındaki yakın ilişkidir.


Rus sosyolog Mihail Bahtin, Saussure ‘ünlü dilbilimsel düalizminin tam karşısında yer alarak, toplumsal iletişim açısıyla tarihsel bir yapısalcılık geliştirmişti. Dili soyut dilbilim sistemi olarak açıklayan, dilbilimde bireyi edilgen olarak gören Saussure ‘e karşı Bahtin, dilin tarihsel bir niteliğiyle birlikte somut sözlü iletişimle canlı bir biçim kazandığını ifade ediyor ve ekliyordu: “Dilin canlılığı, ancak ondan yararlananların diyalojik etkileşiminde görülür.” Dil toplumsal bir olgu olarak üretkenliği ile dünün ve günümüzün toplumsal açılımları ile birlikte gelecekteki içkin olasılıkları belirler. Dilin tüm kuralları, grameri, biçimsel ve anlamsal ilişkileri, söz haline gelmezse, yani konuşularak somutlaşmazsa diyalojik anlamda eksik kalacaktır. Bahtin’ci bir yaklaşımla, Faruk Nafiz Çamlıbel, Han Duvarları’nda üç günlük yolculuğun tarihini yazarken vezin, şekil ve içerik bakımından çok farklı olmasına rağmen Maraşlı Şeyhoğlu’nun koşmasını da şiire alarak, şiirine farklı bir toplumsal açılım getirmiştir.

”Dil işaretler sisteminden ibarettir” diyen Saussure, eşzamanlı (bir sistem olarak dilin o andaki varlığı) ve artzamanlı (tarihsel süreci içerisinde) olmak üzere dile iki farklı açılım yapar ve dilbilimi kendi içinde satranca benzetir. Her bir taşın değerinin bütünle ilişkisi, kendi iç hareket kuralları oyunu belirler ve satrancı anlamak için önce sistemini bilmek gerekir. “Nasıl her dilbilimsel terimin değeri diğer bütün terimler karşısındaki durumundan geliyorsa, taşların göreli değeri de satranç tahtasındaki konumlarına bağlıdır.” Saussure, dilin toplumdan ve bireyden bağımsız kollektif bir fenomen, tek tek sözlere indirgenemeyecek bir sistem olarak var olduğunu dolayısıyla konuşma dilinin de bu dilbilimsel kodlar sistemine bağlı olduğunu ifade ederek, anlamların, kavramların bilinçten, zihin durumlarından türetildiği ya da dogmatik olduğu bütün idealist anlayışları yapısal çerçeve dışında bırakır.

Ferdinand de Saussure, “Genel Dilbilim Dersleri” kitabında, dilin toplumsal bir olgu örneği olduğunu ifade eder. Dilin kollektif karakteri ve konuşmanın bireyci kullanımı dolayısıyla dil ile konuşmayı da birbirinden ayırır. Dil, konuşmacıların ruhsal durumlarına ya da toplumun evrimine indirgenemez, toplumsal, edilgen kurallar bütünü; konuşma ise öznel ve etkendir. Toplumsal bir olgu olarak dil, sözleriyle bütünün eksik bir yansımasını sergileyen bireylerin konuşmalarından bağımsız biçimde varolan belirli bir sistem ya da yapıyı oluşturmaktadır. Nasıl herkes tüm tıp sistemini bilemezse, tüm dil sistemine de herkesin hakim olması olanaksızdır. Tıp örneğinden eylemle, herkeste sağlıklı olma bilinci vardır ama.


Konu başlıkları bir disiplinin kavramsal ve kuramsal çerçevesinin anlaşılabilmesi için en önemli araçlardandır. Bilim dalının kapsamı ancak o bilim dalının faaliyet gösterdiği araştırma konuları ile ortaya konulup, sınıflandırılabilmektedir. Disiplinlerarası nitelikteki bilim alanlarında bu konu sınıflamasını yapmak oldukça zordur. Tüm bu zorluğa rağmen iletişim bilimleri disiplininin kuramsal çerçevesine katkı sağlamak amacıyla bu alanının konusal kapsamı ortaya konulmaya çalışılmıştır. Türkiye’de iletişim bilimleri ilk kez ana bilim dalı olarak 1998 yılında Anadolu Üniversitesi’nde; bilim dalı olarak 1999 yılında Marmara Üniversitesi’nde; fakülte altında bir bölüm olarak 2009 yılında Çukurova Üniversitesi’nde açılmıştır. 1992 yılında Anadolu Üniversitesi iletişim fakültesi ismini iletişim bilimleri fakültesi olarak değiştirmiştir.

Gazeteler,
Radyo Kuruluşları,
Televizyon Kanalları,
Haber Ajansları,
Film Yapım Şirketleri,
Dijital Ajanslar,
Reklam Ajansları
Gibi alanlarda ya da kamuda ya da özel sektörde hizmet veren kurum ve kuruluşlarda iletişim uzmanı veya danışmanı olarak, medya analisti, medya yöneticisi ya da içerik üreticisi olarak iş olanağı bulabilirler. Pedagojik formasyon alan mezunlar, okullarda medya okuryazarlığı üzerine de bir kariyer planı çizebilir.

Temel Fotoğrafçılık,
İletişim Sosyolojisi,
Sözlü ve Yazılı İletişim Becerileri,
Hukukun Temel Kavramları,
Kitle İletişim Kuramları,
Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri,
İletişim ve Etik,
Tüketici Davranışı,
Dijital Medya,
Haber Toplama ve Yazma Teknikleri,
Popüler Kültür ve Modernleşme,
Kültürlerarası İletişim,
Halkla İlişkiler Plan ve Uygulamaları,
Görsel Medya Uygulamaları,
Stratejik Planlama ve Yönetim Bilimleri
Ve benzeri daha birçok dersten 8 yarıyıllık eğitim süreleri boyunca sorumlu olacaklardır.

Türkiye’de iletişim araştırmalarının 1914 yılında Columbia Üniversitesi’ne Ahmet Emin Yalman tarafından sunulan “The Devolopment of Modern Turkey as Measured by its Press” adlı basın tarihi konusundaki çalışması ile başladığı bilinmektedir (Tokgöz, 2000, 2002, 2006, 2014 ; Aziz, 2006). Türkiye’de ilk iletişim okulu olan ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi içerisinde yer alan Gazetecilik Enstitüsü’nün 1950 yılında eğitime başlamasına kadar olan zamanda, günümüzde olduğu gibi çeşitli disiplinlerin iletişimi konu alan çalışmalar yaptığı görülmektedir. Gazetecilik enstitüsü İstanbul Gazeteciler Cemiyeti’nin eğitimli gazeteci yetiştirilmesi talebinin bir sonucu olarak üç yıllık gazetecilik eğitimi vermek üzere açılmıştır. 1964 yılında Ankara Gazeteciler Cemiyeti’nin öncü girişimiyle ve yabancı dil bilen gazetecilerin yetiştirilmesi talebinin sonucu olarak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde kitle iletişim araçları üzerine dört yıllık eğitim verecek olan Basın Yayın Yüksek Okulu öğrenci alımına başlamıştır (Tokgöz, 2014: 118 ; Yüksel, 1988: 228). Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda 1971 yılında tamamlanan ilk doktora tezi Ünsal Oskay tarafından hazırlanan “Gelişim Açısından Kültür Değişimi” isimli çalışmadır (Tokgöz, 2014: 122). İletişim alanındaki ilk doktora tezleri 1971-1979 yılları arasında ilk beşler diye anılan Oskay, Tokgöz, Aziz, Kocabaşoğlu ve Abisel tarafından tamamlanmıştır (Tokgöz, 2006: 3).

İletişim, XX. yüzyıl boyunca ortaya çıkan evrensel çatışmalara ve toplumsal dışlama üzerine temellenen diktatörlüklerin belirmesine bağlı olarak beliren bir gereksinim olarak değerlendirilmektedir. Bu tarihsel ve toplumsal durum, gözlemciler ve özneler için yeni sorular ortaya koymaktadır. Bunun neticesinde iletişim, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından neredeyse her türden toplumsal ve ekonomik sorunu çözmeyi sağlayabilecek, çevresinde bir toplumsal uzlaşmanın gerçekleştirilebileceği bir merkez değer olarak görülmüştür. Bu dönemdeki iletişim bilimlerinde uzmanlaşmış araştırmacıların bir çoğu Avrupalı psikososyologlardır.

İletişim bilimleri disiplinler arası niteliğinden dolayı bir çok disiplinin kavşağında yer almaktadır. Toplum bilimlerinin alt konusu olan bu alanın, bilimsel meşruluk sorunuyla sürekli ilgilenmek durumunda olduğu görülmektedir. Bu durum, iletişim alanını pozitif bilimlerden esinlenerek genellikle şemaları benimsemeye ve bilimsel modeller aramaya yöneltmiştir. Bununla birlikte iletişim bilimlerinin üçlü bir gereksinimden (epistemolojik, tarihsel-toplumsal-politik ve teknik) doğduğu ileri sürülmektedir



