Merhaba değerli dostlarımız,
Hızla akan zaman, senenin çarklarını çevirirken kendimizi baharda bulduk. Dünyanın olayları, ihtiyaçlar, yokluklar, hırslar, işgaller, savaşlar derken gündemimizde yalnızca biz yokuz. Kendi hayatımızda garip olduk. Farkında mıyız gün gün azalan bizim hayatımız. Şu dünya kapısının ardına geçtiğimizde, burada çok önemli gördüğümüz hiçbir şeyin orada en ufak bir değeri olmayacak. Kendimizi, kendi hayatımızı başkasınınmış gibi tüketiyoruz. Oysa bize verilen her nefes çok değerli. Ömrümüz bizden alacaklı. Ömrümüzün bizden istediği şeyler var. Bunlar aynı zamanda kapının ardında yola devam etmemizi sağlayacak şeyler. Fakat yanlış yerden bakınca görülmüyor. Hayat ve kâinat öyle bir tablo ki, ancak doğru yerden bakınca görülebiliyor gerçek manzara.
Rabbimizi bilmeye, tanımaya geldiğimiz bu dünyada her şeyi bilme hevesiyle saldırıyoruz, ama bildikçe hayatımızın anlamını yitiriyoruz.
Allah’ı unutuyoruz, asıl meselemiz bu.
Sonuçta neye koşsak kavuşamıyor, neyi bulsak yitiriyoruz.
Kendi aklımız, vicdanımız, duygularımız bile bizi incitiyor, düşmanımız gibi davranıyor.
Kalbimiz Allah’ı bilmek için yaratılmış, Rabbimiz ile aramızdaki bağları hatırladıkça huzur buluyoruz, mutlu oluyoruz, ruhumuz nefes alıyor, aklımız vesvese taşımayı bırakıyor.
Allah’tan başka şeylere yöneldikçe yalnız kalıyoruz. Hayatımıza aldığımız şeyler sadece yalnızlığımızı artırıyor. Bir seraptan öbürüne koşuyoruz.
Kur’an’ı dinleyelim, kalbimizi dinleyelim. Ebedi ihtiyaçları ve korkuları olan bizlere Allah’tan başka kim, ne verebilir!?
Allah, yaratanımız.
Allah, yaşatanımız.
Allah, her şeyin sahibi, bizim de sahibimiz.
Allah, abes iş yapmaz o Hakîm’dir.
Allah, görür ve bilir.
Allah, en küçük iyiliğin de, kötülüğünde karşılığını verir.
Allah, zalimlere mühlet verir ama unutmaz.
Her şeyin dizginleri onun elinde, her şeyin anahtarı onun yanındadır.
Mülk onundur dilediği gibi tasarruf eder.
Onun mükâfatları hayal edilemeyecek kadar güzel olduğu gibi, kafirlere, zalimlere azabı da hayal ötesi şiddetlidir.
Her şey onun emriyle olur, her iş onun izniyle yürür.
Allah’ı tanımak insanın en değerli bilgisidir.
İnsan, Rabbini bildiği kadar insan olur, insan kalır.
Allah’ı hatırlamayan, Rabbini unutan insanın yalnızlığına kainattaki her şey gelse çare olmaz.
Allah’ı bilmek ilim, Allah’ı bilmeden bilinen her bilgi cehildir.
Dost istersen Allah yeter.
Gayret, çalışmak, sefer bizim; zafer Allah’ın…
ZAFER DERGİSİ
İyilik eden, mükafat bekliyorsa tefecidir. (Cemil Meriç) Kimse yaptığı iyiliğin ödülünü, mükafatını insanlardan beklemesin sadece Rabbimizden beklesin. Hiçbir iyilik karşılıksız kalmaz.
Varlığı anlamlı kılan değerler sisteminin nadide halkalarından biri olan iyilik, insanın benliğini süsleyen, ruhunu arındıran ve davranışlarını güzelleştiren niteliğiyle önce onu yaratılmışların en seçkini hâline getirir, sonra da toplumların insan onurunu merkeze alan erdemli bir hayat inşa edebilmelerini sağlar. Bu anlamda iyilik, zihin, inanç, duygu ve davranışların tamamını kuşatan bir bütün olarak insan ve toplum hayatının katmanlarını şekillendiren özdür, mayadır.
“Hayır”, “ihsan” ve “ikram” gibi ifadelerle dilimizde yer bulan iyilik, insanın iyiye, güzele ve doğruya öncelik veren yönünü ifade eden fıtratıyla ilişkilidir. Kur’an-ı Kerim, inancı, değerleri, ahlaki yapısı ve manevi varlığıyla iyilik sahibi insanları “salih”, “muhsin”, “sadık” gibi isimlerle zikrederken, Allah’ın verdiği maddi imkânları ihtiyaç sahipleriyle paylaşanları “infakta bulunan”, “sadaka veren” gibi vasıflarla anmıştır.
İyilik denildiğinde akla ilk gelen kavramlardan birisi olan “sadaka” ise sıklıkla maddi bir alana hapsedilerek anlaşıldığına şahit olduğumuz engin bir mefhumdur. Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in en sık kullandığı kavramlardan biri olan sadaka, “sıdk” kökünden gelir ve doğruluğumuzun, dürüstlüğümüzün, samimiyetimizin ve Yaratan’a karşı sadakatimizin davranışlarımıza aksetmesi anlamını taşır. Dolayısıyla iyilik, bir yönüyle Allah’a sadakatin belirtisi, diğer yönüyle ona güçlü bir şekilde bağlanmanın gereği, bir başka yönüyle de birbirine bağlı, birlik ve dirlik içindeki sadıklardan oluşan ümmetin ihtiyacıdır.
İslam dininin iyilik anlayışı, insanın her türlü niyet, istek, söz ve davranışında kendini bulabilen, maddi imkânlarla yahut bedensel güç ve kabiliyetlerle sınırlanamayan, geniş bir evrene sahiptir. En özlü anlamıyla dinin varlık nedeni, insanlığı iyiye ve iyiliğe davettir. Müslüman’ın temel görevi ise hayatın tamamını bir iyilik alanı olarak görmek ve insanları iyilik yolculuğuna seferber etmektir. Hz. Peygamber’in “Her iyilik sadakadır.” hadis-i şerifini ve Kur’an-ı Kerim’in “Aranızda insanları iyiliğe davet eden, onlara iyiliği emreden ve onları çirkinliklerden uzaklaştıran bir topluluk bulunsun.” emrini bu doğrultuda yorumlamak yerinde olacaktır. Dolayısıyla iyilik, farklı şekil ve renklerde de olsa Müslüman’ın hayatında daima var olması beklenen bir olgudur. Şimdi iyiliğin anlam dünyasına dair farklı açılımlara kısaca değinelim.
İYİLİK HAYIRDA YARIŞMAKTIR
Varlık dünyasına geldiğinden beri insanoğlunun hikâyesi, iki yoldan birinde olmakla ilgilidir: Şükredenlerin yolunda ya da kadir kıymet bilmezlerin yolunda. Cenab-ı Hak buyurur ki, “İnsanı (ömür boyu yürüyeceği) bir yola koyduk. O, bu yolu şükrederek veya nankörlük ederek yürür.” Kendisine iyilik ve erdem yolunu seçenler, “iyilik yarışına girip bu konuda öncülük ederler.”
Allah (c.c.) iyilik için yola revan olanları bir yandan, “Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın!” diye teşvik ederken, diğer yandan da daima dua makamında kalıp; “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Senin kudretin her şeyden yücedir.” yakarışıyla iyiliği tevazu içinde arzulamayı onlara öğretir.
İyilik yolcusu, Allah’a ait olup da emaneten kendisine teslim edilen mülkü, fakirin, yetimin, dulun ve yoksulun tebessümüne vesile kılmakla, mülkün gerçek sahibine şükrünü eda etmenin huzurunu yaşar. İhtiyaç duyduğu hâlde yardım isteyemediği için ezilen, incinen, horlanan gariplerin sofrasına aş sunmak, onun için sadece varlığın sahibine hamd etmektir. Çünkü iyilik yolcusu, “yaptığı her iyiliği Allah’ın en güzel şekilde bildiğini” idrak eder, bu idrakle umut ve huzur bulur.
Hayırda yarışmaya, iyilikte öncü olmaya niyetlenen yolcu bilir ki, kalb-i selim ile ortaya konan her amel, hatta fiiliyata geçirilememiş iyi niyet dahi sevaba medardır. Yeter ki yüreği iyilik için çarpsın! Darlık ya da bolluk, azlık ya da çokluk, açlık ya da tokluk… Her hâlükârda hayat onun için hayır pınarıdır. Bu durumu Efendimiz (s.a.s.) şöyle anlatır: “Müminin işi ne hoş! Onun bütün işleri hayırlı ve kazançlıdır. Bu duruma müminden başka hiç kimsede rastlanmaz. Mümin bir nimete nail olduğunda şükrederse, bu onun için hayır olur. Darlık ve sıkıntıya düştüğünde sabrederse, bu da onu için hayır olur.”
İYİLİK SINANMAKTIR
Allah, sahip olduğu erdemleri fark edebilmesi için insana okumayı emretmiş, ilk Kur’an ayetinde ona yaratılışını hatırlatmış, ardından da mutlak anlamda ikram ve kerem sahibinin kendisi olduğunu vurgulamıştır. Okumayı ve anlamayı öğrendikten sonra insan, hayatı boyunca Allah’ın kendisine en büyük ikramı olan aklını ve kalbini iyi ya da kötü olma yolunda kullanır. Bu zihinsel ve duygusal çabanın insan ve toplum hayatına yansıyan tarafı ise insanın kerem sahibi Allah (c.c.) tarafından bahşedilen maddi imkânları ve bedensel yeterlikleri iyilik yolunca kullanmak ya da bencilce tüketmek konusunda sınanmasıdır. “Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak iyi ameller ise Rabbinin katında, sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır.” “Mallarınız ve çocuklarınız imtihandır. Allah katında ise büyük mükâfat vardır.”
İmtihan; arınmak, durulmak, kirlerinden kurtulmak, şeffaf ve berrak hâle gelmektir. Altın veya gümüş gibi kıymetli madenleri tortularından ayırmak için yapılan arıtma işlemine “fitne/imtihan” denir. Allah (c.c.) sergiledikleri iyilik örnekleri aracılığıyla mümin kullarını arındırır, temizler, hakikati ve varlığı idrak etmelerine engel olan kir ve tortuları kalplerinden uzaklaştırır. İyilik yolcuları, “Allah’ın, gönüllerini takvaya elverişli hâle getirdiği” kimselerdir. Benzer bir hâli en önemli iyilik araçlarından olan zekât ve sadakanın mallarımızı ve benliğimizi arındırmasıyla ilgili ayette de görmek mümkündür: “Ey Peygamber, onların mallarından onları temizleyen ve arındıran sadakayı al ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için rahmet ve vakar vesilesidir.”
Kendisini tanrılaştıran insan için iyilik bir hayati bir önem taşımadığı gibi “imtihan”ın karşılığı da yoktur. Kendini her şeyin maliki ve sahibi kabul eden bu karakter, sadece çağımız insanında somutlaşmış da değildir. Kur’an’ın bizlere aktardığı geçmiş toplum olaylarına bakıldığında, insanın kendisini merkeze aldığı, başkalarının mahrumiyetlerini giderme çabasını lüzumsuz gördüğü ve kendi refahını hayatın odağı hâline getirdiği zamanların daima yaşandığı görülecektir. Kur’an, insanın iyilik imtihanını kaybettiği ve paylaşma duygusu yerine bencilliği koyduğu dönemlerin nasıl felaketlerle anıldığını çarpıcı şekilde bizlere anlatırken, çağımızın içinde boğulmaya yüz tuttuğu vurdumduymazlık ve iyilik yoksunluğuna karşı da bizleri uyarmaktadır: “Örttüğünde geceye, aydınlattığında gündüze, Allah’ın erkeği ve kadını yaratmasına yemin olsun ki, davranışlarınız farklı farklıdır. Kim iyilikte bulunur, takva sahibi olur ve iyiliğe sadık kalırsa, ona iyiliği ve cenneti kolaylaştırırız. Kim de cimrilik yapar, kendini üstün görür ve iyi olanı inkar ederse, ona da zorluğu ve cehennemi kolaylaştırırız.”
İYİLİK SAMİMİYETTİR
İyilikle imtihan veya iyiliğin imtihanı aynı zamanda iyilik yapmış olma hâlinin getirdiği mutluluğu kontrol altında tutmayı gerekli kılar. Riya, üstünlük taslama, ihtiyaç sahibini hor görme, başa kakma, bilinsin ve duyulsun diye iyilikte bulunma gibi hâlleri iyilik ahlakı kabul etmez. Veren elin alan elden üstünlüğü, muhtaca yardımcı olan kişinin aynı zamanda tevazu ve şükür ile kuşanmasındadır. O, iyilikte bulunduğu insanı kendisi için bir rahmet vesilesi olarak görür; hayır ve ikramın ardından sözle bile karşılık beklemenin infak ahlakına aykırı olduğunu bilir.
İyilik yaptığı kişiyi kendi canı gibi bilmelidir gerçek iyilik sahibi. Kendini onun yerine koyabilmeli, ona samimi davranmalı, hoşa giden, güzel ve kıymetli varlıklarını iyilik yolunda kullanmalıdır. “Sevdiğiniz şeylerden paylaşmadıkça iyiliğe eremezsiniz.”, “Onlar, sevdikleri yiyeceklerden yoksullara, yetimlere ve esirlere ikram eder, bizler sadece Allah’ın rızası için sizlere ikramda bulunuyoruz, kesinlikle bir karşılık yahut teşekkür beklentisi içinde değiliz derler.” âyet-i kerimeleri, iyiliğin gönülsüz yapılan bir davranıştan ziyade muhabbet ve samimiyetle güzelleşen bir tutum ve anlayış biçimi olması gerektiğini hatırlatır.
İçtenlikle yapılan iyilik sadece iyilik göreni değil, aynı zamanda iyilikte bulunanı da samimiyetin huzur, rahmet ve eman iklimine erdirir. Gösteriş ve riyanın kirlerine boğulmuş iyilikler ise maddi ve manevi anlamda hiçlik, korku, yokluk ve derin bir pişmanlıktır. “Mallarını Allah yolunda paylaştıktan sonra başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin, Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Güzel söz ve bağışlama, peşi sıra gönül kırgınlığı olan sadakadan daha hayırlıdır. Allah kimseye ihtiyaç duymaz, halimdir. Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı hâlde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan ve maruz kaldığı şiddetli yağmurun kendisini çıplak bıraktığı bir kayanın durumu gibidir. Bu tür kimseler kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler.”
İYİLİK, KARDEŞLİK VE PAYLAŞMADIR
Sahip olduğu mal ve imkânları hiç durmadan artırmak, çok daha fazlasını elde etmek için çabalamak, elde ettikleriyle övünmek ve paylaşmaksızın biriktirmek insanı bencilleştirerek toplumun dışına iten hastalıklardandır. İnsanoğlu, Peygamber Efendimizin ifadesiyle, “tevazu gösterdikçe yücelir, verdikçe berekete erişir.” Bencilliği ve cimriliği toplumun birbiriyle kurması gereken sıcak ilişkilere engel olarak gören Kerîm Kitabımız da ensârın muhacirlere sunduğu, paylaşarak iyiliğe erme ahlakını bizlere örnek vermektedir: “Onlar, kendi ihtiyaçları bulunmasına karşın, muhtaç kimseleri kendilerine tercih ederler. Her kim bencillik ve cimrilikten kaçınırsa, işte onlardır kurtulanlar.”
İyilik ve paylaşmak kardeşliği ve samimiyeti inşa ederken; bencillik ve cimrilik zulmü, adaletsizliği, çatışma ve savaşı besler. Hazzını hayatın odağı haline getiren insan, esasen sadece bulunduğu toplumu imha edip parçalamakla kalmaz, aynı zamanda kendi fıtratını da bencilliğin karanlığında zulme uğratır. Sevgili Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurur: “Zulümden sakının. Çünkü zulüm, kıyamet gününde karanlık üstüne karanlıktır. Cimrilikten sakının. Çünkü bencilik ve cimrilik sizden öncelileri helak etti, birbirlerinin kanlarını dökmeye sevk etti, birbirlerinin hukukunu ihlal ettiler.”
Peygamberimiz (s.a.s.) ve onun sevgili arkadaşları, birbirini katleden, hukuk tanımayan, zulmü sıradanlaştıran, ekmeğin ve aşın sadece varlıklı kimselerin arasında dönüp durduğu, kısacası her karesine kötülüğün damgasını vurduğu cahiliye çağını, birbirine muhabbet ve merhamet duygularıyla davranan, öldürmek yerine yaşatmayı tercih eden, adaleti ve hakkaniyeti yaymak için mücadele eden, ekmeği ve aşı komşusu için önceleyen bir iyilik çağına, saadet asrına dönüştürdüler. Ashab-ı kiramın her biri, iyilikte, ikramda ve paylaşmada insanlara öncü oldular. Sahabe hayatına dair eserler onların kardeşlik, cömertlik, fedakârlık ve iyilik hikâyeleriyle süslendi.
İYİLİK YAŞAMAK VE YAŞATMAKTIR
Belirli bir zamana ve mekâna sığdırılmış insan hayatı, belirlenen vaktin gelmesiyle sona erer. İyilik, insanı ölümün yokluk olduğu duygusundan kurtaran ve bedenin ölmesinden sonra bile feyzin ve bereketin yaşamasını sağlayan muazzam bir imkândır. İslam medeniyetinin yapı taşlarından biri olan vakıf kültürünü, kalıcı iyilik anlayışına ve insanın ölümünden sonra da iyilikleriyle yaşamasına en iyi örnek olarak göstermek mümkündür. Sevgili Peygamberimiz bu kalıcılığı anlatırken; “İnsan öldüğü zaman amel defteri kapanır ancak şu üç durumda (kişinin) defteri kapanmaz: Hayrı devam eden kalıcı bir sadaka (vakıf), kendisinden istifade edilen ilim ve kendisine dua eden salih bir evlat.” buyurmuşlardır.
İslam âlimleri iyiliğe öncülük edenlerin, hayır ve sıdk yolunda attıkları adımların levh-i mahfuzda kalıcı şekilde kaydedileceğini ve iyilik öncülerinin, açtıkları yolda yürüyen başka insanların sevabından da nasip alacaklarını düşünürler. “Ölüleri biz diriltiriz. İnsanların (yaşamları sırasında) yaptıklarını ve geride bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta kaydettik.” ayetini yorumlayan Kur’an âlimleri; insanın yaşadığı hayat boyunca iyilik ve güzellik yolunda attığı adımların geride iz bırakacağını ve bu izlerin yazılacağını ifade etmişlerdir.
Medine’de Mescid-i Nebevi’den uzak bir mahallede yaşayan Seleme oğulları, evlerini mescide yakın bir yere taşımak isteyince Sevgili Peygamberimiz, “Bulunduğunuz yerden taşınmayın. Oradan mescide gelinceye kadar attığınız adımları hesaba katmaz mısınız ey Seleme oğulları!” buyurmuşlardır. Müfessir İbn Kesîr, bu ayeti izah ederken, Sevgili Peygamberimizin şu hadis-i şeriflerini ayetin anlamını bütünleyici olarak rivayet etmiştir: “Her kim, İslâm dini içerisinde güzel bir yol, gelenek başlatırsa, o kimseye yaptığı işin mükâfatı ve peşi sıra aynı iyiliği sürdürenlerin ecri vardır. Üstelik o yolu sürdürenlerin sevaplarından herhangi bir eksilme de olmaz.”.
İyilik yolunu seçenler, yaptıkları maddi ve manevi iyilik yatırımlarıyla hem kendi hayatlarını ve yaşadıkları toplumların düzenini inşa ve ihya eder hem de peşleri sıra yaşayan insanları ve toplumları hayata bağlarlar. İyiliği gelenekselleştirerek nesillere miras bırakanlar, insanlığın yarınına da hayat verirler. Her insan öldükten sonra da yaşamayı ve iyilikle insanlığı yaşatmayı hedeflemeli ve insan, “yarın için neler biriktirdiğine bakmalıdır.”
Sevgili Peygamberimiz ve onun seçkin arkadaşları, sahip oldukları kıt imkânlara rağmen iyilik yolculuğuna öncülük ettiler. Resûl-i Ekrem, Medine’deki bazı arazilerinden başka Fedek ve Hayber hisselerinin bir kısmını da kalıcı sadaka hâline getirmişti. Hz. Ömer, Hayber’deki değerli bir arazisini Resûl-i Ekrem’in, “aslını alıkoy, geliriyle iyilik yap” yolundaki tavsiyesine uyup ihtiyaç sahiplerine bağışlamış, Hz. Osman ve Hz. Ali satın aldıkları su kuyusu ve kaynağını ihtiyaç sahiplerine tahsis etmişti. Diğer sahâbîler de ev ve arsa gibi mülklerini vakıf hâline getirmişlerdi. Câbir b. Abdullah, muhacir ve ensardan mal sahibi olup da vakıf yapmamış bir kimseyi bilmediğini ifade etmiştir.
İYİLİK BEREKETTİR
İyilik yolculuğu, birbirinin yüzüne bakarken esenliği ve bereketi dileyenleri mübarek yolculuğudur. Mümin, tanıdığı yahut tanımadığı insanlarla karşılaştığında onlara selam ve bereket dilemekle her gün başlar iyilik yolculuğuna. İyiliğin etrafında oluşan atmosfer, bir yanıyla insanın gönül dünyasına sekinet, refah ve genişlik sunarken diğer yönüyle de insanın sıhhatini, maddi imkânlarını, elde ettiklerini, paylaştıklarını ve iyilik uğrunda harcadıklarını artırır, değerli kılar.
İnsanlığın vazgeçilmez değerlerinden olan hak ve adalet yerine maddiyat ve menfaati koyan, haklı olanın üstünlüğü yerine üstünlerin haklılığı temelinde şekillenen çağımız insanı, paylaşmanın ve infakın meydana getireceği bereketi hayatından ne kadar da uzaklaştırmıştır! Oysa iyi insan olmak ve iyilikte yarışmak üzerine kurulu İslam medeniyeti, iyilik uğruna elden çıkarılanları eksilme olarak kabul etmez. İnfak etmek matematiksel olarak elden bir şeylerin çıkması anlamına gelse de hakikatte gönle, kalbe, aileye, yuvaya ve topluma nice bereket tohumları saçar: “Mallarını Allah yolunda harcayanların, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ise iyiliğin bereket kapılarını açtığını şöyle anlatır: “Kim helal kazancından bir hurma miktarı sadaka verirse -ki Allah sadece helal olanı kabul eder- Allah o sadakayı büyük bir hoşnutlukla kabul eder. Sonra onu sahibi için, sizden birinizin tayını yetiştirdiği gibi (özenle) dağ gibi olana kadar büyütür, bereketlendirir. Öyle ki lokma büyüklüğündeki bir sadakanın sevabı Uhut Dağı kadar oluverir.”
İyilik aynı zamanda Allah’a derinden şükretmenin yollarından biridir demiştik. Allah’ın bizlere emanet ettiklerine şükrettikçe O da bereketini bollaştırır. Şükrettikçe çoğalan nimet, paylaştıkça ve bölüştükçe insana yaşama sevinci aşılar. Her günün sabahında melekler, iyiliği paylaşanlar için hayır ve bereket duasında bulunur. Şüphesiz Allah hiç kimseye zerre kadar zulmetmez. Çok küçük de olsa yapılan iyiliğin sevabını kat kat arttırır ve kendi katından büyük mükâfatlar bahşeder.
İYİLİK ARINMADIR
Günlük hayatın meşgaleleriyle bedensel olarak tükenen, zihinsel ve duygusal olarak keşmekeş yaşayan insan, vaktin duraklarında durmaya, dinlenmeye, arınmaya, kendisini yeniden inşa etmeye ihtiyaç duyar. İyilik, anın ve mekânın içinde kaybolmakla yüz yüze kalan benliklerimize dokunarak bizlere eşref-i mahlûkat olduğumuzu hatırlatır. Bizleri onarır, besler, maneviyatımızı güçlendirir. Kimi zaman abdest, namaz, oruç ve dua gibi ibadetler kimi zaman da güler yüz, emek ve tecrübe paylaşımı, yaşlıya, engelliye, dula, yetime destek gibi sosyal faaliyetler ruhumuzu beyaz bir tülbent gibi süzer. “İnsanları Allah’a davet eden, salih ameller işleyen ve ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? İyilikle çirkinlik asla bir olamaz. Sen hep en iyi olanıyla karşılık ver. Bir de bakarsın ki aranızda düşmanlık bulunan kimse, âdeta akraban ve yakın dostun olmuştur.” “Şüphesiz ki iyilikler, günahları siler götürür.”
Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in iyiliğe dair vurguları, iyiliğin hem içe dönük, hem de dışa dönük boyutlarını gösterir. İyilik yapabilmek için salih kul olmak gerekirken, salih kulun manevi hayatını zenginleştirmek ve benliğini arındırmak için de iyilikle hemhâl olması lüzumludur. Kur’an’da yer verilen “Güzel sözler ancak Allah’a yükselir. Güzel sözü de, iyi davranışlar yükseltir.” ayet-i kerimesi, iyiliğin salih insanların söz ve davranışlarına değer katan yönüne işaret etmektedir.
Yeryüzünde hüzün ve elemi her gün tadan mazlum milletlerin acılarına bigâne kalanların gönül huzuruna ermeleri beklenemez. İnandığı değerler doğrultusunda her türlü ihtiyaç sahibinin elinden tutmayı bir erdem olarak benimseyenler ise yaşamanın ve yaşatmanın değerini fark ederek maneviyatlarını inşa ederler.
TÜRKİYE DİYANET VAKFI
Bilgi paylaştıkça artar, fikir paylaştıkça gelişir.
İnsan anlam arayan bir canlıdır. Kişi yetiştirilme tarzına ve içine girdiği çevreye bağlı olarak bu anlamı dinde, bilimde, felsefede ve sanatta bulur. Bilim, felsefe ve sanattan farklı olarak din, insanların zihinlerindeki temel iki soruya bilinçli veya bilinçsiz cevap bulur. Bu sorular “neden varım?” ve “ne olacağım?” sorularıdır. Dücane Cündioğlu bir konuşmasında, “Din anlam verir ancak açıklamaz. Bilim ise doğası gereği açıklar ancak anlam vermez” demişti. Daha doğrusu anlam aramaz. Bunun sonucu olarak din ısıtır fakat aydınlatmaz, bilim ise aydınlatır ama ısıtmaz.
İnsanların dine yönelmesi aynı zamanda dindar insanların uzun yaşam ile ilişkisi olabilir mi? Örneğin temel kişilik özellikleri olan tedbirlilik ve uzlaşılabilirliği ele alalım. Kişiliklerinde bu özellikleri barındıran insanlar bir görevin gereklerine, çevresindekilerin istek, duygu ve ihtiyaçlarına göre davranışlarını düzenleme eğilimine sahiptir. Bu sebeple, dindarlığın bu iki kişilik özelliği ile ilişkili olması şaşırtıcı değildir. Ancak aynı kişilik özellikleri daha iyi sağlık davranışı göstermekle de ilişkilidir. Diğer taraftan evlilik, aile, toplum, iş ve din gibi sosyal kurumlara bağlılık da yaşam boyunca özdenetimde; yani kişilik özellikleri açısından tedbirlilik ve uzlaşılabilirlikte artışa yol açabilir. Bu açıdan dindarlığın uzun yaşamla ilişkisi incelenirken bu değişkenlerle karşılıklı etkileşimini anlamak önem kazanır.
Dindarlık bir yönüyle ibadet mekânına gitme ve toplu dini ritüellere katılma sıklığı, bir yönüyle ahlaki ilkelere uyum, bir yönüyle de zararlı alışkanlıklardan uzak durmayı ve doğru sağlık davranışları içinde olmayı sağlaması açısından araştırmalara konu olmuştur.
Din ve sağlık konusuna ilginin geçmişi modern psikoloji kuramcıları W. James, S. Freud ve C. G. Jung’a kadar uzanır. Ancak seksenli yıllardan sonra dindarlık, ruh ve beden sağlığı arasındaki ilişki çok sayıda araştırmanın konusu olmuştur. Bu konuda Hıristiyan ve Yahudi toplumları üzerinde çok sayıda araştırma yapılmış olmasına rağmen Müslüman toplumları içine alan çalışmaların sayısı azdır. Bunlardan bir tanesi de sınırlı sayıda denekle (282) ve dini eğitim veren kurumlardaki öğrencilerden oluşan dar bir çerçevede yürütülen A. Ayten’in araştırmasıdır. Bu araştırmada tütün ve alkol kullanmama en fazla, sağlık kontrolü ve düzenli aşı olma en az uyulan sağlık davranışı olmuştur. Kadınlar, neredeyse tüm literatürde olduğu gibi, bu araştırmada da erkeklere kıyasla daha dindar bulunmuş, sağlık davranışlarına uyumlarının ve yaşam doyumlarının da daha yüksek olduğu görülmüştür. Yaş ve yaşam doyumu arasında hem bu araştırmada hem de Ayten’in 14-62 yaş arasındaki denekleri içine alarak yaptığı araştırmada bir ilişki bulunamamıştır. Suhail ve Chaudry’nin 16-80 yaş arasındaki 1000 Pakistanlıyı içine alan araştırması da bu yönde bir ilişki saptamamıştır. Ancak Ayten’in araştırması dindarlık ile yaşam doyumu arasında bir ilişki bulmuştur. Okulicz-Kozaryn, Dünya Değerler Araştırması verilerinden yola çıkarak, dindar toplumların seküler olanlara kıyasla daha yüksek yaşam doyumuna sahip olduğu sonucunu çıkartmıştır. Araştırmacı bunu “aidiyet ihtiyacının” karşılanmasına bağlamıştır.
ABD, Avrupa ve Asya’da dine inananların inanmayanlardan daha uzun yaşadığı çok sayıda araştırmayla ortaya konmuştur. Bunun dua etmeye mi, yoksa başka nedenlere mi bağlı olduğu tam olarak açık değildir.
On Emir’den biri, cennete gitmek için anne ve babaya saygı göstermektir. Bunun açıklaması, doğru yaşayanların uzun ömürle ödüllendirileceğidir. Bu ilkeler anne-babaya saygının topluluğun devamı için gerekli olduğu, saygıya dayalı aile hayatının ve sosyal yapının istikrarlı bir uygarlığa, sağlıklı ve uzun bir hayata imkân vereceğine işaret etmektedir. Çağlar gerisinden gelen bu eski görüşler, günümüzde aile, din, sosyal ilişkiler ve sağlığın birbiriyle ilişkisini çok iyi ve açık bir biçimde tanımlamaktadır. Bunun nedeni insanların tarih boyunca gözlem ve deneyimlerinden yola çıkarak anne-babaya saygıyı içine alan iyi bir aile hayatının ve başka insanlara kendini adamanın sağlık için iyi olduğunu gözlemlemiş olmalarıdır.
STRES TEPKİSİ, BİLİNÇLİ FARKINDALIK VE DİN
Dinin sağladığı yararın önemli ölçüde ritüellerden ve bu ritüellerin insan fizyolojisi üzerindeki özelleşmemiş etkilerinden kaynaklandığını düşünenler de vardır. İnsanın takvim yaşı, hastalık ve ölümün temel belirleyicisidir. Ancak hastalık ve ölümü çok sayıda değişken etkiler. Bu nedenle biyolojik yaşlanmanın ve bunu etkileyen diğer faktörlerin anlaşılması bilimsel ve klinik ilginin merkezi olmuştur. Hücresel düzeyde yaşlanmanın zaman içinde ortaya çıkan kritik etkisini anlamak insanın yaşam süresini çözmek açısından değer taşır. Telomerler her kromozomun ucunda bulunan başlıklardır ve telomerlerin uzunluğu hayat süresini kestirmek açısından önemli ipuçları verir. Telomerler ilerleyen yaşla kısalır ve kalp damar hastalıkları için yaştan bağımsız olarak risk faktörü oluşturur. Telomerler aterosikleroz ve diyabet gibi yaşa bağlı hastalıklarla kısalır ve kronik stres ve uzun süreli depresyondan etkilenir. Bu bulgu hücresel düzeyde yaşlanmanın psikolojik süreçlerle nasıl etkileştiği ve niteliğinin değiştiği sorusunu gündeme getirmiştir. Bunun üzerine araştırmacılar telomerlerin kısalmasında etkili olan zihinsel tehdit (stres) ve bunu yavaşlatan bilinçli farkındalığın (mindfullness) hücresel yaşlanma üzerindeki etkilerine odaklanmıştır.
Stres tepkisi yaşamsal öneme sahip olmakla birlikte, hücre düzeyinde esas sorun stres verici uyaranla başa çıkmak konusunda uygun olmayan tepki verilmesidir. Duygular amaca yönelik davranışın ortaya çıkması için yapılan yorumun bir sonucudur. Buna karşılık hatalı çıkarımlara dayanan ve korku yaratan inançlar uzun ömür için zararlıdır. Zihinsel değerlendirme sonucunda bir durum tehdit olarak algılanır, kişi kendini suçlamaya başlar ve bu uzun süre devam ederse, bu hücresel düzeyde değişime neden olur. Buna karşılık bilinçli farkındalık ve buna benzer meditasyon/gevşeme teknikleri bazı kişilerde zihinsel değerlendirmeyi tehdit algısından mücadeleye (gelişme için fırsat olarak görmeye) çevirmeye ve böylece kendini suçlayıcı düşüncelerin ve stres tepkisinin uyarıcı etkisinin azalmasına neden olur. Bu tür uygulamaların stresin telomerlerin kısalması üzerindeki etkisini hafiflettiği sonucu çıkarılmaktadır. Farklı meditasyon türleri yaşanılan ana odaklanmayı sağlar, farkındalığı artırır, olumlu zihinsel değerlendirmeye imkan verir, kontrol duygusu doğmasına veya kontrol ihtiyacından vazgeçmeye zemin hazırlar. Böylece kişi kendisini zorlayan duygusal yaşantıyı yargılamadan kabul ederek stresini yönetebilir. Bilinçli farkındalık (mindfullness) uygulamaları bu alışkanlığı kazandırmayı amaçlar. Ayrıca bilinçli farkındalık doğrudan olumlu uyanıklık durumunun doğmasına yol açabilir. Benzeri yöntemleri uzun yıllar önce kendinde ve danışanlarında uygulamış bir kişi olarak, bu yöntemlerin herkeste beklenen sonucu vermediğini, hatta bazı kişilerde kaygıyı artırdığına tanık olduğumu belirtmek isterim. Kişisel düşüncem bu uygulamaların büyük ölçüde uygulanan yöntemin özelleşmemiş etkisinden(**) kaynaklandığı yönündedir. Aşağıda yer alan araştırma da bu düşüncemi destekler niteliktedir.
Dini bağlılık ve bilinçli farkındalık arasındaki ilişkiyi inceleyen Türkiye’ye özgü çalışmanın çok sınırlı olduğunu belirtmiştik. Mevcut çalışmalardan biri C. Aydın’a aittir. Aydın’ın bulgusuna göre iki değişken arasındaki ilişki düşük, ancak anlamlı düzeydedir. Aydın söz konusu pozitif ilişkinin neredeyse tüm dinlerde, o dine inananların kurallara uyma sürecinde yüksek bir farkındalıkla hareket etmelerinin beklenmesiyle bağlantılı olduğunu belirtmiştir.
DUA NE KADAR İŞE YARIYOR?
Kişinin kendisini dine adamasının ve duanın sağlık üzerindeki etkisi ve hasta bir insanı iyileştirme potansiyeli konusunda birçok araştırma yapılmıştır. Bunlar arasında çift kör çalışmalar da vardır. Bu gayretler, psikolojik, sosyolojik ve davranışsal faktörlerin sağlık ve iyilik hali üzerindeki etkilerinin toplumun bir bölümü tarafından küçümsenmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü bilimin sözcülüğünü yaptığı modern tıp, çok kere sağlığı basit, mekanik bir neden-sonuç ilişkisine indirgeyerek birçok hastada hayal kırıklığı doğurmuştur. Diğer taraftan bu hayal kırıklığının bir sonucu olarak “alternatif tıp” adı altında bütünüyle kontrol dışı ve bilimsel olmayan bir alan doğmuştur. Bu alanda uzmanlıkları ve kerametleri kendilerinden menkul kişiler, kendilerine farklı isimler vererek çaresiz insanlara umut vaat ederek, onları istismar etmiştir. Tamamlayıcı tıp, alternatif tıptan farklıdır ve hekimler eliyle yürütülmesi yakın zamanda ülkemizde yasalarla düzenlenmiş ve bazı durumlarda hastalığın niteliğine ve evresine bağlı olarak sınırlı ölçüde katkı sağlayan bir alandır. Ancak bazı tıp otoriteleri, tamamlayıcı tıp kavramına da karşı çıkmakta ve tıbbın bir bütün olduğunu ve zaten kendi içinde birbirini tamamladığını söyleyerek tartışmayı derinleştirmektedir.
SONUÇ
Hem on bir yaşındaki 1528 çocuğun seksen yıl süreyle izlendiği Terman grubuyla, hem başka gruplarla yapılan çalışmalar; iyi sağlığın gerçekte çok karmaşık bir olgu olduğunu ve dini inancın uzun hayata uzanan bir yol için önemli fikirler vereceğini ortaya koymuştur. Örneğin, bazı insanların dini inanışları çok güçlü olabilir ve zamanlarını uzun uzun dua ederek geçirebilirler. Bu hayat tarzı birçok insanın kendini daha iyi hissetmesine, daha müşfik ve sevecen olmasına neden olabilir. Ancak araştırmalarda sağlık açısından bunun önemini ortaya koyan bir sonuç çıkmamıştır.
Prof. Dr. Acar Baltaş
Bütün dünyada insanlar kendilerini dini bağları ve inanışları açısından çok güçlü, orta güçte, zayıf ve inançsız olarak değerlendirirler.
On bir yaşındaki 1528 çocuğun seksen yıl süreyle izlendiği Terman grubunun (**) sonuçları incelendiğinde, orta yaş döneminde dine bağlılığın erkekler açısından belirleyici olmadığı bulunmuştur. Bu gurupta yer alan erkeklerin dini inanışlarının sağlıklarıyla ilişkisi, aile ve meslek gibi çok sayıda faktör tarafından etkilenmiştir. Erkekler sosyal alanda eşlerine bağlı oldukları ve onların izinden gittikleri için, dini bağlar sağlıkları açısından daha az önem taşımaktadır.
UZUN YAŞAYAN DİNDAR KADINLAR
Ancak aynı araştırmada dini bağları güçlü olan kadınların daha uzun yaşadıkları açık olarak görülmüştür. Bu kadınların çocukluk dönemleri incelendiğinde, yaşıtlarına kıyasla daha tedbirli ve cömert oldukları, benmerkezci olmadıkları saptanmıştır. Bu çocukların ergenlik dönemlerinde aileleri tarafından yumuşak, sempatik ve aileleriyle güçlü duygusal bağlara sahip olarak yetiştirilmiş oldukları anlaşılmıştır. Mutlu bir şekilde büyüyen bu gençler, otoriteye uyum göstermeye eğilimli ve gelecekle ilgili olumlu beklentiler içinde olacak şekilde yetiştirilmiştir Kolayca anlaşılacağı gibi, bu kadınlar sigara içmeye, alkol ve madde kullanmaya uzak olmuşlardır.
Dini eğilimleri yüksek olan kadınların uzun yaşamalarının hangi nedenlere bağlı olduğu araştırılmış ve bu kadınların iç barışa ve kendilerini iyileştirme potansiyeline ulaşmalarında uzun zaman dua etmenin ve kendilerini dine adamalarının rolü incelenmiş, daha sonra bu özelliklerin uzun yaşamı nasıl etkilediği anlaşılmaya çalışılmıştır.
Dini duyguları çok kuvvetli olan kadınların çok dost canlısı, ancak kaygı düzeylerinin yüksek olduğu görülmüştür. Orta yaşlarında ölçülen kişiliklerindeki bu kaygılı olma özelliğinin iyi ve sosyal bağlarını güçlendiren davranışlar geliştirmelerinde yardım ettiği bulunmuştur. Daha açık bir şekilde söylersek, bu kadınlar için kimliklerinin ve davranışlarının temel ve değişmez bir parçası olarak dinin, uzun bir yaşam sürmelerine neden olduğu sonucuna varılmıştır.
Dini bağları en zayıf olan kadınların grup içinde en kısa yaşam süresine sahip oldukları anlaşılmıştır. Genç yetişkinliklerinde dini bağları olmayan veya zayıf olanların bu tutumlarını hayatları boyunca sürdürdükleri görülmüştür. Bu kadınların bir bölümü evlenmemiş veya evliliğini sürdürmemiş, çocuk sahibi olmamış ve başkalarına yardım etmek konusunda çok istekli gözükmemiştir. Dinsel inanışla uzun yaşam arasında bulunan sonuçlar rastlantı değildir. Çok iyi düzenlenmiş başka araştırmalar da bu sonuçları desteklemiştir. Örneğin yedi yıl süren ve 50 yaş üzerinde 90 bin kadını içine alan bir araştırma buna örnektir. Bu dev çalışma, dindar kadınların araştırma süresince daha az öldüğünü ortaya koymuştur. Ayrıca bu durum yaş, etnik köken, gelir, eğitim, sigara ve alkol gibi sağlığı etkileyen diğer faktörler hesaba katıldığı zaman da geçerli olmaya devam etmiştir
İÇİNDE YAŞANILAN KÜLTÜRÜN DİNDARLIKLA İLİŞKİSİ
Dini değerlere bağlılık, dindar bölgelerde sosyal olarak önemli sayılmakta ve dini normlara bağlı kalmanın, stresi azaltan ve sağlığı geliştiren psikolojik faydalar sağlayabileceği düşünülmektedir. Alternatif bir görüşe göre, dini ritüellerin uygulandığı bir yerde yaşamanın toplumun dindar olmayan kesimini de olumlu etkileyeceği yönündedir. Başka bir deyişle, oldukça dindar bir çevrede bulunan fakat dindar olmayan insanlar, böyle bir çevrede olmaktan olumlu etkilenir, böylelikle dindar olan ve olmayan kişiler arasındaki uzun ömürlülük farkı azalır.
Araştırmacılar, dindarlık ve hayat süresi arasındaki ilişkiyi ölüm ilanlarını inceledikleri iki örneklem üzerinden ele almışlar. İki ay boyunca Des Moines, IA’da yayınlanan ölüm ilanlarına, ardından Amerika Birleşik Devletleri’ndeki 42 metropol alanının çevrimiçi gazetelerindeki ilanlara odaklanmışlar. Dini bağlılığa ek olarak, sosyal entegrasyon, gönüllülük, medeni durum ve cinsiyet gibi diğer değişkenleri de ölçümleyerek ulaştıkları bulgular şöyle özetlenmiştir: (2)
- İki örneklem grubunda da dindarlar, dindar olmayanlara kıyasla 9.45 ve 5.64 yıl daha uzun yaşamıştır. Bu fark, öz raporlama yöntemine dayanan önceki araştırmaların bulgularını desteklemektedir. Ayrıca, cinsiyetler arası uzun yaşam süresi farkının 4.8 yıl bulunduğu Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi 2012 verisine kıyasla, dindarlığın etkisinin yüksek olduğu görülmüştür.
- Birleşik veri dizisinin analizi, dindarlık ve uzun yaşam ilişkisine sosyal entegrasyon ve gönüllülük değişkenlerinin kısmen aracılık ettiğini göstermiştir. Gönüllülük ve sosyal katılım, dini bağlılığın sağladığı uzun ömür artışının yaklaşık bir yılını açıklamaktadır. Bu araştırmaya göre dinin uzun yaşam üzerindeki doğrudan etkisi yaklaşık dört yılı bulmaktadır.
DİNİN SOSYAL KATILIMLA İLİŞKİSİ
Modern araştırmalar da Terman Grubunun (*) bulgularıyla birçok noktada örtüşmektedir. Buna göre mütedeyyin (dini bütün) olmanın, ilahi hayat konusunda ampirik bilgi sunmasa da manevi bağları güçlü bir topluluk veya cemaate ait olmanın, kişinin yaşam süresini uzattığı yönünde kanıtlar ortaya koyuyor. Varılan sonuç kilise, sinagog veya cami gibi özel gruplara özgü değildir. Dini bütünlüğün özellikle kadınlar üzerindeki olumlu etkisi, sosyal ilişki ağının zenginleşmesi ve yükümlülüklerden kaynaklanmaktadır. Araştırmacılar bu sonucu gördükten sonra sağlığı geliştiren sosyal bağlara odaklanmaya karar vermiştir. Ele aldıkları ilk soru, “Bir topluluk için gönüllü hizmet yapmak, çok sayıda arkadaş sahibi olmak sağlığı geliştirir mi?” olmuştur.
Bütün araştırmalarda dinin erkeklere kıyasla kadınlar için daha önemli olduğu ve kadınların dini etkinliklere daha çok katıldıkları bulunmuştur. Amerika kaynaklı araştırmalar Afrika kökenli siyahların dini etkinlere daha sık katıldıklarını ve daha dindar olduklarını ortaya koymuştur. Bunun nedeni olarak da ayrımcılığa uğrayan insanların bir topluluğa ait olma ihtiyacını daha güçlü hissetmeleri ve kiliseden bu desteği almaları olarak açıklanmıştır. Ancak siyah Amerikalıların her türlü değerlendirmede beyazlardan daha kısa yaşadığı bilinmektedir.
3617 Kişinin 7.5 yıl izlendiği çalışmada ayda bir veya daha fazla kiliseye gidenlerin araştırma süresi içinde ölüm riskinin yüzde 30-35 daha düşük olduğunu bulmuşlardır. İbadet mekânları modern dünyanın köyü gibidir. Psikolojik ve sosyal alanlarda, topluluk içindeki sıkı bağlar bireyin iyilik halinin devamı için önem taşır. Kentleşme insanların birbirine yaklaşmasını zorlaştırmıştır. İnsanlar kentlerde bu tür bağları sosyal kulüplerde, sivil toplum örgütlerinde veya toplu spor etkinliklerinde arar. Ancak ibadethaneler köy kavramına en yakın yapıdır. Dini kurumların üyeleri ortak bir inanç sistemini paylaşır, düzenli olarak bir araya gelir ve ihtiyaç duyan üyelere yardımcı olur. İbadet grupları, sosyal olarak kabul görülen davranışlar için yol gösterir ve zorlar. Ayrıca gönüllü etkinlikler ve katkılar ile iyi işleyen bir yapıyı sürdürür ve korur. Kısacası bireylerin bu kolektif topluluğa yaptığı katkı, grup içinde bireylerin toplamından daha büyük bir etkinin doğmasını sağlar. Böylece topluluk kendisiyle düzenli etkileşime geçenleri bu yolla ödüllendirmiş olur. Bazılarına göre düzenli dini etkinliklere katılmanın insan hayatını uzatan etkisi burada gizlidir.
Bu nedenle dinsel bağlılığın gücünü ve sağlık üzerindeki etkisini değerlendirirken, dini yayınlar izleme ve dini kitaplar okumayı ölçü almamak gerekir. Burada esas olan dini topluluğun etkinliklerine aktif olarak katılmaktır. Dinsel inanışın ortaya çıkardığı olumlu sağlık davranışları ve özellikle dini bir cemaatin gerekli kıldığı sosyal katılım, dini bütün insanların sağlıklı kalmasının nedenini açıklamaktadır.
DİNİN YAŞLILIK DÖNEMİNDE UZUN YAŞAMA ETKİSİ
Dini etkinliklere katılmak ölüm riskini azaltan bir durum olsa da bu yararın ölçüsü, yukarda belirttiğimiz gibi, yaş, cinsiyet ve ırk gibi birçok faktöre bağlıdır. Amaç sahibi olmanın sağlıklı yaşlanmak için, ölüm riskini de azaltması dâhil, birçok açıdan yararlı olduğu birçok araştırmayla doğrulanmıştır. Yetişkinlik yaşlarında amaç sahibi olmanın etkisi Amerika Orta Yaş İstatistik Ofisi’nin (MIDUS) verilerinden hareket ederek 14 yıl süreyle değerlendirilmiştir. Buna göre amaç sahibi bireylerin oluşturduğu kümede, diğer psikolojik ve duygusal refah değişkenleri kontrol edildikten sonra bile, değerlendirmeyi takip eden 14 yıl boyunca daha az ölüm yaşanmıştır. Dahası, bu uzun ömürlülük, katılımcıların yaşına veya bir işten emekli olup olmadıklarına bağlı görünmemiştir. Bu çalışma, hayatı bir amaç etrafında şekillendirmenin hem daha genç yaşta hem de ileri yaşta, yaşam süresiyle olumlu ilişki içinde olduğunu düşündürmektedir.
Yaşlılıkla birlikte amacın önemi netleşir. Özellikle ileri yaşlarda, birçok psikolojik ihtiyaç karşılandığı için dini etkinliklere katılmak daha sık tercih edilir. İnsanların fonksiyonel yeterlilikleri azaldıkça, artan zamanlarında çevrelerindeki insanların maddi ve manevi ihtiyaçlarıyla daha çok ilgilenme fırsatı bulur ve kendi ihtiyaçları da bu çevrede yer alanlar tarafından karşılanır. Ayrıca din, yakınlarını kaybedenlerin acılarıyla başa çıkmak ve ritüelleriyle kaybın üstesinden gelerek iyilik halini sürdürmek için yatıştırıcı ve tedavi edici etki yapar. Din kayba anlam yükler ve bu acıyı değerli kılar. “Şehit olanın peygamber efendimizin yanında yer alacağı” inancı evlat acısına katlanmayı kolaylaştırır.
Bütün bunların ötesinde din, yaklaşan ölüm gerçeğinin yarattığı korku ve kaygıyla başaçıkmayı kolaylaştırır. Diğer taraftan din bütün bu sıralanan yararları gençler için de sunar. Ancak sıralanan ihtiyaçlara bağlı olan stresler yaşlılarda çok daha baskındır çünkü gençlik döneminde streslerle başaçıkmak için çok sayıda farklı seçenek vardır.
SONUÇ
Birçok kişi için din ruhsal düzeyde ölüm ve yaşamla ilgilidir. Bu konuya başlarken önceki yazıda belirttiğim gibi, din “neden varım ve ne olacağım?” gibi çok temel iki varoluşsal soruya basit, sade ve anlaşılır cevap oluşturur. “İyi bir mümin olarak yaşamak ve yüce Yaradan tarafından cennet ile ödüllendirilmek”. Bu felsefi temel, dini bir inanç temeli ile sınırlamayıp, bir yaşam biçimine dönüştürür. Böylece çok sayıda araştırmanın biriken sonucu dini etkinliklere düzenli olarak katılanların ve ritüellerini uygulayanların yaşam süresinin, katılmayanlara kıyasla daha uzun olduğunu göstermektedir.
(**) Terman Grubu, 1921 yılında 11 yaşında 1528 üstün zekalı çocuğun dahil olduğu ve ölümlerine kadar izlendikleri dünyanın en uzun araştırması
Prof. Dr. Acar Baltaş
Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın zorlaştırmayın.
“Sana nasıl davranılmasını istiyorsan, sen de başkalarına aynı biçimde davran” demek, “Herkes benim gibidir” veya “Benim istek ve beklentilerim herkes için geçerlidir” demekten farklı değildir. Büyük oğlum sekiz yaşındayken, doğum günü hediyesi olarak kendisinden dört yaş küçük kardeşine o dönemde kendi grubundaki çocuklar arasındaki moda olan ve kendisinin çeşitli tiplerini biriktirdiği bir oyun figürü almıştı. Gerçekte küçük oğlum model araba meraklısıydı. O yaşlar için anlaşılabilecek bu iyi niyetli ancak fazlasıyla basit düşünce tarzı, kendini evrenin merkezi saymanın bir göstergesidir.
Aile çevremizde bir tanıdığımız vardı, yeni tanıştığı insanlarla hemen senli-benli olur, isimleriyle hitap eder, el şakası yapar ve yarı müstehcen fıkralar anlatmaya başlardı. Bunun pek uygun kaçmadığı kendisine hatırlatıldığı zaman da “Ama onlar da bana aynı şekilde davranabilirler, ben buna izin veriyorum ve bundan hoşlanıyorum” anlamına gelecek bir şeyler söylerdi.
İş hayatımda bu ilkenin dayandığı varsayımın verimliliği ve ilişkileri olumsuz yönde etkilediği çok sayıda örnek görüyoruz. Yöneticiler işe insan seçerken kendi ayna hayallerini tercih ederler. Kendilerine bağlı çalışanları motive ederken de kendilerini motive eden her ne ise, onu motivasyon öğesi olarak kullanırlar. Motivasyon, gayretin yönünü ve yoğunluğunu belirler. Ve değerler tarafından şekillenir. Yöneticinin değeri para ise, birlikte çalıştığı kişileri maddi ödüllerle harekete geçirmeye çalışır. Başarı konusunda birçok yöneticinin ağzından duyduğum şu sözler kimseye yabancı gelmeyecektir. “Ben işe yeni başladığımda, yöneticim bana bir şey söylediğinde bunu yapmak için dağları delerdim, ovaları aşardım…”. Bu ifadenin arkasında, herkesin kendisi gibi olması gerektiği varsayımı yatar. Yöneticiye göre kendisini motive eden neyse, çalışanını da aynı şeyin motive etmesi gerekir.
BAHÇIVANLARI ÖRNEK ALIN
İyi yöneticiler, iyi öğretmenler, bahçıvanları örnek alırlar. Bahçıvan her çiçeğin ve bitkinin gelişmesi için farklı su, sıcaklık, ışık ve bakıma ihtiyaç duyduğunu belirler. Onlar da astlarının, öğrencilerinin bireyselliğine ve özgün kişiliğine saygı gösterirler.
İyi öğretmenler gibi iyi yöneticiler de her bireyin farklı olduğunu ve empatinin, herkesin duygularını kendi duygusu gibi kabul etmek anlamına gelmediği bilir. Bu nedenle genel ahlak öğretisindeki kuralın aksine, “herkese kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa, öyle davranmak gerekir.” Bunun için de sıradan öğretmenlerin ve yöneticilerin yaptığı gibi “genelleyerek” değil; insanların hayatında iz bırakan öğretmenlerin ve örnek alınan iş liderlerinin yaptığı gibi “bireyselleştirerek” yaklaşmak ve yönetmek gerekir. Uzun yıllar önce ve empatinin henüz yaygın olarak bilinmediği dönemlerde yönettiğin seminerlerde, bu yaklaşımı dile getirdiğimizde katılımcılar daima aynı soruyu sorarlardı: “Nereden bileceğim?” , “Bunun da birkaç yolu var. Bu yollardan bir tanesi tek kelimelik bir cevap : “Sorun” ikincisi, karşınızdakinin tutumuna ve beden diline dikkat edin.
Genelleyerek değil, bireyselleştirerek, çalışanlarının hayatımda iz bırakan bir iş liderine dönüşmek için, çalışanı gerçekten tanımak gerekir. Çünkü tanımak sevmekten zordur. Bunun yolu da ona zaman ayırmak ve hayat yolculuğundaki makasları ve dönüm noktalarını öğrenmekten geçer. Bunun için de duygusal emek vermek gerekir. Böyle bir yönetici çalışanı ile birlikte olduğu zaman, birçoklarının yaptığı gibi kendisi konuşup, çalışanına ders vermek veya “ne kadar hayran olunacak bir insan olduğunu”, anlatmak yerine onu anlayacak sorular sorar.
GENELLEMEK YERİNE ÖZELLEŞTİRMEK
Böyle bir konuşma sırasında yönetici, çalışanlarıyla aşağıdaki konularda sohbet edebilir: örneğin,
- Onlara güçlü yanlarını sorar. Bu yönünü hayata bugüne kadar nasıl yansıttığını öğrenir. Bu başarıyı gösterdikleri sırada dış koşulların ne olduğunu anlamaya çalışır. Yardım isteyip istemediğini, eğer istediyse, kimden destek aldığını, neden onu seçtiğini öğrenmeye çalışır.
- Bugüne kadar en büyük keyifle çalıştığı ve kendisini birlikteyken çok iyi hissettiği yöneticisinin kim olduğunu sorar. Tam tersi duyguları kendisine yaşatan yöneticiye sorar. Kendisiyle nasıl bir ilişki yaşamak istediğini anlar. Bunun altında yatan nedenleri anlamaya çalışır.
- Bütün bu sohbetler sırasında ayrıntılara dikkat eder, verilen mesajların arkasındaki duyguları anlamaya çalışır, emin olmadıkları yerde kapı açıcılar kullanıp, sohbeti derinleştirir. Sohbetlerin hiçbir aşamasında yargılamaz ve çalışanda açık veya örtük bir yetersizlik duygusu doğurmaz. Yargılamamanın çalışanı savunmaya yönelttiğini ve kendini olduğu gibi ortaya koymaktan uzaklaştırdığını bilir. Bunun yerine dikkatlerini çalışanın anlattıklarından ve yaşadıklarından ne sonuç çıkarttığını anlamaya yöneltir.
- Böyle bir yönetici, her çalışanının bireysel özelliklerini tanıdığı ve onu anladığı için, “genelleyerek” yönetmek yerine bireyselleştirerek ve özelleştirerek yönetir ve herkese aynı biçimde davranırsa, eşitliği sağlamış ve adil bir yönetici olarak algılanacağı yanılgısından kurtulur.
Yukarıda sıraladığım bilgilerle donanmak her insanın biricik ve özel olan yönünü anlamayı, ona gurur veren başarılarını tanımayı, hayat yolculuğundaki fedakarlık ve hayal kırıklıklarını tanımaya imkan verir. Çalışanla bağ kurmaya imkan veren böyle bir ilişki yakınlaşma doğurur ve yöneticinin astının hangi özelliklerini hayata yansıtarak başarılı olacağını anlar.
Birçok yöneticinin “benim böyle bir şeye zamanım mı var” dediğini de biliyorum. Yine kendi uygulamalarımdan çok iyi biliyorum ki, eğer çalışanlarını, onları tanımak ve geliştirmek için zamanlarının yüzde onunu ayırmayan ve duygusal emek vermeyen yöneticiler, çalışanların neden olduğu sorunları çözmek için giderek zamanlarının daha büyük bir bölümünü ayırmak zorunda kalıyorlar.
SONUÇ
Olgun anne babalar çocuklarının, ehil öğretmenler öğrencilerinin, bilge yöneticiler birlikte çalıştıkları kişilerin, hayırlı eşler hayat arkadaşlarının potansiyellerini hayata yansıtmalarına aracılık ederler. Bunun sonucunda onlarda değerli oldukları duygusunu yaşatır ve onların hayatında unutulmaz iz bırakırlar.
Prof. Dr. Acar Baltaş
Cümleler doğrudur sen doğru isen Doğruluk bulunmaz sen eğri isen
DÜRÜST OLMAYAN DAVRANIŞLAR VE KÜLTÜREL FARKLILIKLAR
İnsanların özlerinde dürüst olduğunu, ancak koşulların onları baştan çıkardığını söyleyenler olduğu gibi; insanın doğası gereği yoldan çıkmaya eğilimli olduğunu söyleyenler de vardır. Bir araştırma grubu konuya bilimsel bir cevap bulmak için, insanlara zaman içinde birden fazla hile yapma fırsatı vererek ne olduğunu anlamaya çalışmıştır. Bunun için bilgisayar ekranını A ve B olarak ikiye bölerek her yarıya farklı sayıda noktalar yerleştirmiş ve A tarafındaki cevapların 10 katı fazla ödül kazandıracağının bilgisini vermişlerdir. Bu bir hekime A ve B tedavi planları (ilaçları) arasında tercih yapmalarını, ancak A planına özel bir prim seçeneğinin dahil olduğunu söylemekten farklı bir durum değildir.
Bu araştırmanın ortaya koyduğu sonuç şudur: Araştırmaya katılanlar hile miktarını yavaş yavaş artırmış ve bir noktaya gelince iyice yoldan çıkıp ölçüsüzce hile yapmışlardır. Araştırmacılar ayrıca bu sıçramanın farklı insanlarda farklı zamanlarda meydana geldiğini görmüşler ve buna “canı cehenneme” etkisi adını vermişlerdir. Bizim dilimizde benzer durumlara önce “bal tutan parmağını yalar” sonra da “battı balık yan gider” dendiği bilinir. İnsanların büyük çoğunluğu bir noktaya kadar saygın görünüşlerini korumaya çalışıyor, ancak bir noktayı geçince her şeyi boş verip, “durumdan mümkün olduğunca yararlanma” yolunu tutuyor.
Tövbenin Yararı
Bu mekanizma sadece çıkarla ilgili konularla sınırlı değildir. örneğin diyet yapanlar bu duyguyu son derece iyi tanırlar. Diyete büyük çoğunlukla kararlı ve sıkı başlanır, sonra biraz gevşer, sonra da boş verilir. İnsanı yaptığı yanlışa son vermeye yönelten, bir başka deyişle “tuttuğu balı yalamaktan” ve “balığı yan gitmekten” vaz geçirten bir mekanizma var mıdır? Bu Katoliklerin “günah çıkartması”, Marksistlerin topluluk önünde yaptıkları “özeleştiri” ve Müslümanların “tövbesi”dir. Ancak bu süreç her zaman beklendiği gibi işlemeyebilir ve hatta tam tersine sonuç verebilir. Bazıları günah işler, sonra tövbe eder (günah çıkartır) rahatlar, sonra yeni bir tövbeye kadar günahlarına devam edebilir.
Tövbe ettikten veya günah çıkarttıktan sonra kişi kendisini hafiflemiş ve rahatlamış hisseder, yeni bir sayfa açar ve bu duyguyu korumak için bir süre bu durumunu sürdürür. Araştırmacılar bunu anlamak için, katılımcılara bir kağıt vermişler ve onlardan “yakın bir zamanda yaptıkları kötü bir şeyi yazmalarını ve daha sonra da bunu yırtarak çöpe atmalarını” istemişlerdir. Bundan sonra en başta anlattığımız uygulamayı yaptıklarında hile miktarının azaldığı görülmüştür. Araştırmacılar bu durumun ne kadar devam ettiğini araştırmamışlardır. Bu, insanların zaaflarını önlemek ve topluma düzen getirmek için dini uygulamalardan günlük hayata uyarlanabilecek bir sonuçtur. örneğin büyük şirketlerin yöneticileri, politikacılar ve kamu hizmetinde çalışanlar için bu tür mekanizmalar oluşturulabilir ve onlara da hizmetlerinde ve hayatlarında yeni bir sayfa açma fırsatı verilebilir.
Yaptığı doğru olmayan şeyleri itiraf ederek yeni bir sayfa açmanın yararlı sonuçlar verdiği Güney Afrika’da beyazlarla siyahların birbirinden intikam almadan bir arada yaşamalarına imkan vermiştir. Ancak bu Mandela gibi çok istisnai bir liderin önderliğinde gerçekleşmiştir. Benzer bir barışma uygulaması da Kolombiya’da yaşanmıştır. İşkenceci polis ve askerler, kurbanların ve yakınlarının olduğu ve televizyondan da yayınlanan toplantılarda, insanlara karşı işledikleri suçları olabildiğince açıklıkla anlatarak pişmanlıklarını dile getirmişler ve bir “barış sürecinin” başlamasında sorumluluk almışlardır.
Kültürel Farklılık
Dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan insanların hile yapmak konusunda farklılık gösterip göstermediği de araştırılmıştır. çünkü bu araştırmanın yapıldığı ülkelerde Kanada ve İskandinav ülkeleri hariç; ABD, İsrail, İtalya, Türkiye’de yaşayanlar, kendi ülkelerinde hilenin daha yaygın olduklarını söylemişlerdir.
Ariely ve arkadaşlarının yaptığı araştırmanın amacı ahlaki esnekliğin alanlarını ölçmekti. Bunun sonucunda insanların % 15’inin hilelerini “normal” gördüklerini ve hile yaptıktan sonra da kendilerini iyi hissetmeye devam ettiklerini buldular. Hile konusunda kültürel farklılık, hile veya dürüst olmayan davranışın yapıldığı alan konusunda saptanmıştır. örneğin intihal konusunda bazı kültürler, bilimsel çalışmalarda “biraz” aşırmayı hoş görebiliyor ve bunu ahlaki bir sorun olarak değerlendirmiyor. Benzer farklılıklar sadakatsizlik, sahte markalı ürün kullanmak, vergi kaçırmak, internetten yasal olmayan içerik indirmek alanlarında da bulunmuştur. Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, farklı kültürler “bal tutanın parmağını yalaması”na gösterilen hoşgörüyü, konuya göre daraltabiliyor veya genişletebiliyor. Hatta bazı durumlarda ahlak alanının dışına bile çıkartılabiliyor. örneğin yüksek ölçüde yolsuzluğun olduğu ülkelerde, polise, gümrüğe veya resmi görevlilere açıktan “ödeme yapmak” normal karşılanabiliyor.
Araştırmacı grubunun ilginç bulgularından biri şu olmuştur: Dört doğru cevabın bir bardak bira kazandırdığı bir araştırma modeli oluşturulmuş ve bu model Başkent Washington’da meclis personelinin , New York’ta ise banka çalışanlarının devam ettiği barda sınanmıştır. Bunun sonucunda banka çalışanlarının daha çok hile yaptığı bulunmuştur.
Sonuç
İnsanların çok büyük bir çoğunluğu hem aynaya baktığında kendini saygıdeğer bir birey olarak görmek, hem de durumun kendisine sunduğu imkanlardan yararlanmak eğilimindedir. Doğruluğu ve dürüstlüğü toplumda yaygınlaştırmanın yollarından biri “vicdan” eğitimine zaman ayırmaktan geçer. Günümüzde şehirli ailelerin çocuk yetiştirirken birinci önceliği “başarı”dır. Açık veya örtük ailelerin büyük çoğunluğunun özlemi “Dünyada bir konuda en iyi olacak bir insan” yetiştirmektir. Bunun yerini, “Dünya için iyi biri olacak bir insan yetiştirmek” aldığı zaman Dünya yolsuzluk liginde Türkiye’nin yeri 144 ülke arasında 88.likten farklı bir konuma gelecektir.
Vicdanlarımız, tehlike, tehdit, haz ve çıkar söz konusu olduğunda sınanır. Rivayet o ki, bir Osmanlı Paşasına “Sen dürüst müsün diye sormuşlar?” O da: “Bin altına kadar” deyince dinleyenler, cevaptaki bilgece derinliği anlayamayıp şaşırmışlar. O da eklemiş, “En çok bu miktara hayır dedim”. Bir antik düşünürün dediği gibi, “Hiçbirimiz sınanmadığımız günahın masumu değiliz”.
Prof. Dr. Acar Baltaş