logo

Hoş Geldin, On bir Ayın Sultanı, Hoş geldin Ya Şehr-i Ramazan

Kur’an’a Göre İnfak ve Sadaka Kavramı [Kur’an’ın Söyledikleri 9. Bölüm] – Prof.Dr. Mehmet Okuyan

Kur’an’a Göre Dua Konusu [Kur’an’ın Söyledikleri 10. Bölüm] – Prof.Dr. Mehmet Okuyan

Kur’an’da Tevbe ve İstiğfar Kavramı[Kur’an’ın Söyledikleri 11. Bölüm] – Prof.Dr. Mehmet Okuyan

Kur’an ve Bölünmeye DÜşmeme [Kur’an’ın Söyledikleri 12. Bölüm] – Prof.Dr. Mehmet Okuyan

Kur’an’da Adalet Kavramı [Kur’an’ın Söyledikleri 13. Bölüm] – Prof.Dr. Mehmet Okuyan

Hz. Muhammed’in(S.A.V.) Rol Model Şahsiyeti

Şahsiyet; “şahs” sözcüğünden türetilen; fert, birey, kişi manasına gelen Arapça bir kelimedir. Şahsiyet, insanın manevi, kültürel ve ilmi değerlerini de içine alan seciye ve karakter anlamına da gelen bir kavramdır.  

Kendini bilen, idrak ve iradesiyle nefsine hâkim olan, davranışlarını toplumun değer yargılarına uygun biçimde yönetebilen, saygınlığı ile toplumda örneklik teşkil eden kişiler için de şahsiyetli tabiri kullanılır. Şahsiyetli insan aynı zamanda toplumun her konuda kendisini örnek alacağı rol model demektir.

Bilim adamları, şahsiyetin hem doğuştan gelen hem de çevre ile etkileşim sebebiyle sonradan kazanılan özelliklerden oluştuğunu ifade ederler. Ancak aynı görüş Peygamberler için söz konusu değildir. Çünkü Peygamberler Allah’ın iradesi doğrultusunda insanları; imanî, amelî e zihnî planda değiştirme ve dönüştürme amacıyla görevlendirilen müstesna insanlardır. Peygamberleri diğer insanlardan ayıran en önemli özellik ise, vahyin kontrolü altında olmaları; hiçbir şeyden etkilenmeden doğrudan kendilerine bildirilen emirleri tebliğ etme, bunların anlaşılması ve uygulanması hususunda insanlara rol model olacak bir şekilde hayat sürmeleridir.

Hz. Muhammed (s.a.v) bütün insanlık için gönderilen en son ve tol model peygamberdir. Kur’an’ın ifadesiyle İslam dini Onun ile kemale ermiştir. 23 senelik peygamberlik döneminde en basitinden en teferruatına kadar tüm insanlığa; itikatta, amelde, muamelatta, ahlak, adapta, adalette, liyakatte, emanette, tevazuda, hoşgörüde, şefkat, merhamette, darlıkta, genişlikte, külfette, nimette,  zorlukta- kolaylıkta velhasıl hayatın her alanında İslam’ın prensip ve hükümlerine göre bir Müslümanın nasıl bir hayat sürmesi gerektiğini sözleri, fiilleri ve takrirleri ile bizzat yaşayarak göstermiştir. 

Hz. Peygamber; müminlerin mihrapta imamları, minberde hatipleri, kürsüde vaizleri, mahkemede hâkimleri, harpte komutanlarıdır. O Ticari hayatta mutemet bir tacirdir. Sosyal hayatta güven duyulan samimi bir dost ve arkadaştır. Geçimli bir komşu, müşfik bir baba, şefkatli bir koca, müminlere bilmediklerini öğreten bir hocadır. Allah’a ve Ahiret gününe inanan annelerin babaların, çocukların, gençlerin, yaşlıların, yöneticilerin, yargıçların, komutanların, yöneticilerin, devlet adamlarının velhasıl tüm insanlığın örnek alabilecekleri önder, lider, mürşit ve rehberdir.  

Hz. Muhammed’in ahlâkı ve şahsiyeti hakkında en önemli kaynak Kur’ân-ı Kerîm’dir. Onun hayatı ve yaşantısı bizzat Kur’an’ın tefsiri mahiyetindedir. Nitekim Hz. Aişe validemizin ifadesiyle; “O’nun ahlakı Kur’an ahlakıdır. O yaşayan bir Kur’an’dır.”   C. Hak Hz. Muhammed’i âlemlere rahmet olarak,  (s.a.v)“Ey Muhammed! Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya,107) Ahlakı en güzel ve en  üstün olarak;  “Muhakkak ki sen en üstün bir ahlak üzeresin” hayatı ve şahsiyeti ve yaşantısı itibariyle rol model olarak, “Andolsun ki, Allah’ın Resulünde sizin için, Allah’a ve Ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzap, 21) 

Hz. Peygamber, tüm işlerinde Hakkı, hukuku, adaleti, liyakati, istişareyi, maslahatı gözeten bir beşer aynı zamanda bir yöneticidir. “Ey İnsanlar kimin benim üzerimde bir hakkı varsa gelsin alsın. Kime borcum varsa gelsin istesin.” Diyerek işledikleri değil, işleyecekleri suçları bile dokunulmazlık zırhı ile koruma altına alan, kendilerini başkalarından üstün görme gayreti içinde olanlara; bir devlet ve siyaset adamlığının nasıl olması gerektiğini göstermiştir. Devlet adamı kimliği ile Hakk’a, adalete ve meşverete dayalı siyaseti ile savaş içinde yaşamayı adet haline getiren, cahil ve bedevi bir toplumdan barış içinde yaşamayı şiar edinen bilgin ve medeni bir toplum inşa etmeyi başaran.  Hz. Muhammed’in devlet adamlığından günümüz yöneticilerinin alacakları dersler vardır.

Değirmen çeke, çeke elleri yara bere içinde kalan kızı Fatma’nın bir hizmetçi talebine karşılık; “Vallahi Suffe Ehli ihtiyaç içinde yaşarken, kızımda olsan senin bu ihtiyacına cevap veremem’ sözünden devlet imkânlarını pervasızca yakınlarının hizmetine sunan yöneticilerin alacağı dersler vardır.

İtibarlı sayılan kabilelerden birinin kızının suç işlemesi üzerine; kabile şerefinin lekelenmemesi adına cezasının affı istenildiğinde “Sizden önceki milletlerin tarihten silinip gitmelerinin sebebi; onların ileri gelenleri bir suç işlediğinde Ona ceza vermemeleri, halktan birisi suç işlediğinde ise cezasının infazı için yarış etmeleridir. Suçu işleyen kızım Fatıma’da olsa cezalandırmaktan asla vaz geçmezdim” diyen Peygamberin adaletle hükmetmesinden sözde adalet dağıtan yargıçlarımızın alacakları hukuk dersleri vardır.

 O Merhametlilerin en merhametlisiydi. Doğup büyüdüğü şehirden zorla çıkarıldığı Mekke’ye Mekke fatihi olarak geri döndüğünde herkesi kılıçtan geçirmeye gücü yettiği halde; öldürme yerine af yolunu seçen, savaş anında bile yaşlılara, kadınlara, çocuklara, savaşmayanlara diğer canlılara, dokunmayı yasaklayan Hz. Muhammed’in savaş ahlakından ve hukukundan; işgal ettikleri yerlerde, çocuk, bebek, yaşlı kadın demeden taş üstünde taş bırakmayan hukuk tanımaz çağdaş nöronların alacağı insanlık dersleri vardır. “Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, muhakkak ki insanlar çevrenden dağılır giderlerdi…” (Âl-i İmrân,159).

Büyük eziyetlere maruz kaldığı, sosyal hayattan tecrit edildiği bir anda; Mekkeli müşriklerin yeter ki davanızdan vazgeçin “İste seni başımıza kral yapalım. İste seni Mekke’nin en zengini yapalım. İste seni Mekke’nin en güzel kızları ile evlendirelim. “tekliflerini elinin tersiyle itip; “Vallahi sağ elime güneşi, sol elime ayı verseniz “La ilahe İllallah”Tevhid davasından vazgeçmem” diyen Peygamberin dava adamlığından bugün makam mevki ve üç kuruşluk menfaati için şahsiyetini ayaklar altına Müslümanların alacağı dersler vardır.

Ashaptan Ebu Zer’in: “Ey Allah’ın Resulü beni vali tayin eder misiniz?  Sözü üzerine Peygamber (s.a.v)’in ” “Ey Eba Zer! Sen zayıfsın. İstediğin idarecilik ise büyük bir emanettir. Bu emaneti ehil olarak alan ve üzerine düşeni yapanlar müstesna, kıyamet gününde bir rezillik ve pişmanlıktır.” Cevabını veren, Mekke fethedildiğinde Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından Kâbe gibi kutsal bir mekânın hizmet işlerinin, Müslüman olmamasına rağmen Osman bin Talha’ya teslim edilmesini emreden Hz. Muhammed’in yönetimde işi ehline vermesini esas alamsından;  liyakatin yerine kayırmacılığı hayata ikame eden yetkililerinin alacağı dersleri vardır.

Beni Rabbim terbiye etti, güzel terbiye etti.” Ben ancak muallim olarak gönderildim.” “Allah beni zorlaştırıcı olarak değil, lakin bir öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi.” Buyurmak suretiyle kendisini bir öğretmen olarak takdim eden, eğitimde kullandığı evrensel yöntem ve üslupla bedevi ve cahil bir toplumdan alim ve medeni bir toplum inşa etmeyi başaran Hz. Muhammed’in öğretmenliğinden eğitim-öğretim camiasının öğreneceği çok şeyler vardır. Bugün insanlığın içine düştüğü hazin dramdan kurtuluşunun çaresi O’nun eğitim öğretimde uyguladığı reçetede aranmalıdır.

İçinde yaşadığımız çağda, insanlığın en büyük sorunu haline gelen; kadına yönelik aşağılama, şiddet, taciz tecavüz gibi konularda insanlığın dikkatini çekmiş; Veda hutbesinde, kadın hakları konusunda Allah’tan korkulması uyarısında bulunmuş, kadınların erkekler üzerinde erkeklerinde kadınlar üzerinde haklarının bulunduğunu vurgulamıştır. Cahiliye döneminde insan yerine konulmayan kadınların mirastan pay almalarını sağlamıştır.  “İlim öğrenmek kadın ve erkek üzerine farzdır” buyurmuştur. Erkek çocukları ile birlikte kız çocuklarını okutan tahsil ve terbiyesini güzelce yaptıran ana ve babalara cenneti vadetmiştir.  

Çağımız tıpkı cahiliye dönemini andırmaktadır. Cahiliye döneminde kız çocuklarını diri, diri toprağa gömenlerin, kadınları cinsel meta gibi alıp satanların, sıfatı cahildir.  Bugün kadınları reklam aracı ve cinsel meta olarak kullananların, töre, kıskançlık, cinsel sapkınlık veya başka nedenlerle şiddete maruz bırakanların, katledenlerin, eğlence mekânlarında, umumhanelerde çalışmaya zorlayanların sıfatları aydındır, münevverdir.

Cahiliye döneminde nesilleri ifsat eden zina serbesttir. Bugün de AB yasalarına uyum adına yasal ve anayasal olarak serbesttir. O gün sömürü aracı olan içki, kumar faizcilik, tefecilik, yağmacılık sosyal hayatın bir parçası sayılmaktadır. Bugünde faiz, içki kumar hayatın ve ekonominin olmazsa olmazı kabul edilmektedir.  Hatta kumar modern usullerle devlet tarafından oynatılmaktadır. O gün kabilecilik adına yapılan savaşlar bugünde ırkçılık, mezhepçilik sapkın bir inanç adına yapılmaktadır. Filistin’de kardeşlerini Siyonist çetelerin eline teslim edenlerin Suriye’de Irak’ta, Libya’da ‘Bangladeş’te’ Sudan’da, Yemende ve birçok İslam ülkesinde savaşarak birbirlerini katledenlerin sıfatı mümindir, müslüman’dır

Müslümanların, ilimde, sanatta, teknolojide geri kalışlarının, sebebi Müslüman oluşları değil, Müslüman görünüp Müslüman gibi yaşamamalarından, Kuranı okuyup, içindekilerle amel etmemelerinden, Peygamberi sevdiklerini söyleyip sünnetine tabi olmamalarından cihat ibadetini terk etmelerinden kaynaklanmaktadır. 

Dünya da huzur bulmak, ahrette kurtuluşa ermek istiyorsak her birimiz yaşayan Kur’an olmak Peygamberin ahlakıyla ahlaklanmak birbirimizi sevmek, çocuklarımıza miras olarak güzel ahlakı bırakmak, ırkçılık hastalığından kurtulup, ümmet bilincine ermek; Peygamberin sünnetine, İslam’ın hükümlerine tabi olmak zorundayız.  İslam’ı yaşamadıkça, sıfatımızın Müslüman olması Allah katında bizi kurtarmayacaktır.

Nasıl ki; Hz. Muhammed’i öldürmek için hain tuzaklar kuran, Cahiliye toplumu O’nun getirdiği ilkelere tabii olunca; “Anam babam sana feda olsun YA Resulellah! ”deme noktasına gelmişler ise; ” Kur’an’a sarılınca;  mallarını Allah yolunda vakfedecek Ensar, canlarını Allah için feda edecek serdengeçtiler olmuşlar ise, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerken, vicdanları sızlamayanlar, O’nun eğitiminden geçtikten sonra karıncayı incitmeyecek derecede merhamete gelmişler ise, Bu günkü Modern cahiliye toplumunun kurtuluşu da; Allah’ın kitabı ile amel etmeleri Peygamberinin sünnetine tabi olmaları ve Onun şahsiyetini kendilerine örnek edinmeleri ile mümkün olacaktır.  Zira “Allah onun ahlâkını övmüş, faziletleri en mükemmel şekliyle onda toplamış, Onu her türlü kusurlardan arındırmıştır”

Kur’an-ı Kerim Bizim Neyimiz Olur?

Kur’an sözlükte; “toplamak, okumak, bir araya getirmek” anlamına gelmektedir. “Kur’an, İslam’ın birinci temel kaynağıdır. Allah tarafından Cebrail (a.s) vasıtasıyla son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v) kolay anlaşılabilmesi için Arapça olarak indirilen” (Yusuf, ayet 2), Mushaflarda yazı olan, nesilden nesile tevatür yoluyla gelen, inananlara yol gösteren, yaşamlarını biçimlendiren, okunması ile ibadet edilen, Fatiha süresiyle başlayıp Nas süresiyle tamamlanan, , başkalarının benzerini getirmekten âciz kaldığı bir Allah  kelâmı ve mesajıdır.

            Kur’an-ı Kerim Peygamber (s.a.v)’in şahsında bütün insanlık için öğüt alınması için gönderilen ilahi emirler, yasaklar ve ölçüler manzumesidir. Kur’an geçmişten geleceğe bütün zamanların en yüksek, en kapsamlı, en derin ve en geniş hakikatlerini ihtiva eden bir hayat nizamıdır.

Peygamberimiz (s.a.v) tarafından Kur’an’ın özelliklerini şöyle anlatılır: Onda sizden öncekilerin olayları, sizden sonrakilerin haberleri ve sizin de hükmünüz vardır. O kesin çizgidir. Şaka değildir. Her kim kibirlenerek Onu terk ederse Allah onun belini kırar. Her kim ondan başka hidayet ararsa Allah Onu saptırır. O Allah’ın sapasağlam ipidir.  Hikmetli bir hatırlatmadır. Apaçık bir nurdur. Dosdoğru bit yoldur. Ayaklar onun sayesinde kaymaz. Alimler ona doymaz. Onun çokça tekrarı usanç vermez. Hayret verici yönleri tükenmez. Her kim onun ilmiyle amel ederse  ileri gider. Her kim onunla hükmederse adalet etmiş olur. Her kim ona tutunursa doğru yolu bulur.

Kur’an, sadece insanların ölüm ötesi hayatlarını ilgilendiren bir kitap değildir. İhtiva ettiği hükümleri ile doğumdan ölüme kadar her çağda ve her coğrafya da yaşayan insanlığı kuşatan; kadınından erkeğine, devlet başkanından sade vatandaşına, komutanından askerine, amirinden memuruna, patronundan işçisine kadar maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi açıdan tüm aradıklarını bulabilecekleri bir hidayet rehberi, emirler ve yasaklar bütünüdür. “Yaş ve kuru her şey Kitabı-ı Mübin’de vardır.” (En’am, Ayet 59)

İman, ibadet, ahlak, evlenme, boşanma, şahitlik, miras, ticaret, yargı eğitim yönetim gibi konuları ihtiva eden inanışta hakkı, amelde ihlası işlerde adaleti emreden Allah’tan bir nasihat, gönüllerdeki dertlere bir şifa, müminlere doğru yolu gösteren bir hidayet ve rahmet kitabıdır. “Ey insanlar! İşte size, Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdeki dertlere bir şifa, müminlere doğru yolu gösteren bir hidayet ve rahmet geldi.” (Yûnus, 57)

Kur’an-ı Kerim’i öğrenmek öğretmek, okumak, anlamak, uygulamak, anlatmak ve içindekilerle amel etmek her Müslümanın  üzerine düşen vecibedir. Sahabenin Kur’an hakkında dikkat ettikleri en önemli husus ve takip etikleri yol; peygamberden öğrendikleri her ayeti önce hayatlarında tatbik ettikten sonra diğer ayetleri öğrenmeleri ve başkalarına öğretmeleriydi.

Asrı saadette Kur’an’ı okumak, anlamak ezberlemek ve içindekilerle amel etmek ibadetlerin en büyüğü ve Allah’a yakın olma vesilesi sayılmıştır. Hz. Muhammed (s.a.v) sorulan bir soruya Hz. Aişe validemiz, “O Yaşayan Kur’an’dı” cevabını vermiştir. Asrısaadet Müslümanının günümüz Müslümanlarında farkı; Onların Kur’an’ın hükümlerini hayatlarında mutlak uygulamaları yani yaşadıkları gibi inanmalarıdır. Günümüz Müslümanlarının özelliği ise inandıkları gibi yaşamayıp yaşadıkları gibi inanmalarıdır. Hz. Ömer (r.a): İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanırsınız buyurmuştur. Kur’an başkalarına nasihat edip kendi söylediklerini yapmayanları şöyle ikaz etmektedir. “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?” “Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok çirkin bir davranıştır.” Saf Suresi; (2-3)

Peygamberimiz hadisi şeriflerinde; “Ümmetimin en faziletli ibadeti Kur’ân okumaktır.” “Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenip öğreteninizdir.” Kalbinde kurandan bir şey bulunmayan kimse harap olmuş ev gibidir.” “Kur’an-ı Kerim’den tek bir harf okuyana bile sevap vardır. Her hasene on misliyle değerlendirilir. Ben ‘Elif Lâm Mîm’ bir harf demiyorum. Aksine ‘Elif’ bir harf, ‘Lâm’ bir harf, ‘Mîm’ de bir harftir. Diyorum.”

“Kim Kur’an’ı okur, ezberler, helâl kıldığı şeyi helâl kabul eder, haram kıldığı şeyi de haram kabul ederse Allah, o kimseyi cennete koyar. Ayrıca hepsine cehennem şart olmuş bulunan ailesinden on kişiye şefaatçi kılar. “Sadece şu iki kimseye gıpta edilir: Biri Allah’ın kendisine Kur’an verdiği ve gece gündüz onunla meşgul olan kimse, diğeri Allah’ın kendisine mal verdiği ve bu malı gece gündüz O’nun yolunda harcayan kimse.” “Ümmetimin şereflileri, Kur’an-ı Kerimi hıfzederek onu hâfızalarında taşıyanlar ve yaşayanlardır.” Buyurmuşlardır.

Peygamberimizin hadisi şeriflerinden aldıkları ilhamla ecdadımız tarafından Kur’an’ı öğrenme, öğretme hafız olma, hafız yetiştirme konusuna büyük önem verilmiş, bunun iş için Kur’an kursları açılmış, vakıflar dernekler kurulmuş ve binlerce Kur’an hafızı yetiştirilmiştir. Günümüzde de bu konuda Müslümanlar birbirleri ile adeta yarışa girmişlerdir.

Sahabenin Kur’an hocalarından olan Abdullah ibn Mesud, ilk halkanın müntesipleri olan Sahabe neslinin nasıl bir Kur’an anlayışına sahip olduklarını bize şöyle anlatmaktadır. “Bize  Kur’an lafzını ezberlemek zor, onunla amel etmek ise kolay gelirdi; bizden sonrakilere ise Kur’an’ı ezberlemek kolay, onunla amel etmek ise zor gelmektedir. Kur’an, hükümleriyle amel edilsin diye indirildiği halde insanlar onun tilaveti ile yetinir oldular.”

“Kur’an hem zikirdir hem fikirdir. Hem hikmettir hem ilimdir hem hakikattir. Hem şeriattır. Hem de gönüllere şifa, Müminlere yol gösterici ve rehberdir.” Peygamberimiz; “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız: Bunlar, Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” “Kim evvelki insanların ve sonraki insanların ilmini isterse, istiyorsa, Kur’an-ı Kerim’i araştırsın, deşelesin!”  Nitekim ünümüzde Kur’an-ı Kerim Müslümanlar tarafından çokça okunan hafızlarımız tarafından ezberlenen bir ilahi kitap olmasına rağmen ne yazık ki içindekilerle gereği gibi amel edilmeyen ölülerimizin ruhları için üflenen bir dua kitabı muamelesi görmektedir.

Peygamberimizin hadisi şeriflerinde Müslümanları Kur’an okumaya ve ezberlemeye ve başkalarına öğretmeye teşvik ederken içindekilerle amel edilmesi gerektiğini de vurgulamıştır. Nitekim hadisi şerifte; “Dikkat edin! Kim Kur’an-ı Kerimi öğrenir, öğretir ve içindekilerle amel ederse ben onu Cennete sevk ederim ve Cennet için delil olurum.” “

Hz. Muhammed (s.a.v) ”Ölülerinizin üzerine Yasin okuyunuz. Çünkü mezardaki ölü suya düşüpte her şeye sarılan kimse gibidir. Evladından, anasından, babasından kardeşinden ve yakınlarından dua bekler. Her gün hayattakilerin gönderdikleri dağlar gibi nurlar mezarlara girer” buyurur.

Kur’an ister yüzünden okunsun ister ezberlensin isterse dinlensin Kur’an hakkında Müslümanların sorumluluğu Kur’an’ı öğrenmek, okumak, anlamak, hükümleri ile amel etmek ondan sonra da başkalarına öğretmek ve anlatmak olmalıdır.

Müslümanlar Kur’an’ı hayatlarının rehberi yapabilseydi; İslam coğrafyasında yoksulluk, yolsuzluk, güvensizlik, ayırımcılık, iç çekişme, kan davaları, cinayetler, fuhuş, faizcilik, haksızlık, adaletsizlik, liyakatsizlik, kayırmacılık gibi olumsuzluklar hayatlarının bir parçası haline gelmezdi.

Şunu unutmayalım kişiyi kurtaracak olan hafızasındaki değil, hayatındaki Kur’an’dır. O halde Kur’an tasavvurumuzu yeniden gözden geçirmemiz, Kur’an’ı yeniden keşfetmemiz hayatı ve eşyayı Kur’an perspektifinden yeniden değerlendirmemiz gerekir. “Allah şu Kur’an ile bazı kavimleri yükseltir; bazılarını da alçaltır.” C. Kur’an’ı bizleri emir ve yasaklarına uyan, Kur’an’ı hayatına rehber edinenlerden eylesin!

MUSTAFA KIR / Maarifin Sesi

Ramazan ayında psikoloji nasıl olmalı?

İftarda ve Sahurda Tüketin! Sağlıklı Oruç Tutmanın Yolları | Dr. Ümit Aktaş ile İlaçsız Yaşam

 Dua ve zikir sesli mi, yoksa sessiz mi yapılmalıdır?

Duanın, alçak sesle, hüzünlü ve tazarru (yalvararak) ile yapılması adaptandır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Rabbinize yalvararak ve için için dua edin…” (el-A’râf, 7/55) buyrulmaktadır. Ancak içtenlikle ve samimi olduğu sürece, sesli olarak dua edilebilirse de sessiz olması daha uygundur. Hz. Peygamber (s.a.s.), bir yolculuk esnasında sesli olarak tekbir ve tehlil getirmeye başlayan bir grup sahabîye, “Ey insanlar! Kendinize merhamet edin; siz ne duymayana dua ediyorsunuz ne de uzakta olan birisine. Muhakkak siz, işiten, yakın olan bir zata dua ediyorsunuz ki O sizinle beraberdir.” (Müslim, Zikir, 44 [2704]; bkz. Buhârî, Cihâd 132 [2992]; Megâzî 39 [4205]) buyurmuşlardır.

Din İşleri Yüksek Kurulu

Duaların kabul olması için ön şartlar var mıdır?

Duanın kabul edilmesi için şu hususlara riâyet edilmesi gerekir:

a) Duadan önce tövbe ve istiğfar edilmelidir. Günah işleyen, haramlardan uzak durmayan bir kulun duası kabul edilmeye layık değildir. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in (s.a.s) şu hadisi çok dikkat çekicidir: “Allah yolunda seferler yapmış, üstü başı tozlanmış bir adam ellerini semaya kaldırarak, ‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ diye yalvarıyor. Oysa yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, gıdası haramdır. Böyle birisinin duası nasıl kabul olur?” (Müslim, Zekât, 65 [1015]).

b) Duaya Allah’a hamd, Peygambere salât-ü selâm ile başlanmalı; yine salât-ü selâm ve Allah’a hamd ile bitirilmelidir. Fedâle b. Ubeyd’den (r.a.) rivâyete göre o, şöyle demiştir: “Resûlullah (s.a.s.), (mescidde) oturmakta iken bir adam geldi, namaz kıldı, sonra şöyle dua etti: Allah’ım beni bağışla, bana acı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), ‘Ey namaz kılan, acele ettin, namaz kılıp oturduğun vakit Allah’a layık olduğu şekilde hamd et, sonra bana salât ve selâm et, sonra da yapacağın duayı yap.’ Bundan sonra başka biri namaz kıldı. Namazdan sonra Allah’a hamd etti ve Peygambere salât ve selâm getirdi. Başka bir şey yapmadı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), o kimseye: ‘Ey namaz kılan kimse! Dua et, duan kabul edilsin.’ dedi.” (Tirmizî, De‘avât, 65 [3476]; Nesâî, Sehiv, 48 [1284]).

c) Dua içten, tevazu ile ve yalvararak yapılmalıdır. Bir âyette şöyle buyrulmaktadır: “Rabbinize alçak gönüllülükle yalvararak ve için için dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.” (el-A’râf, 7/55). Bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmaktadır: “Allah’a kabul edileceğini gerçekten inanarak dua ediniz. Bilin ki Allah, ciddiyetten uzak ve umursamaz bir kalp ile yapılan duaları kabul etmez.” (Tirmîzî, Deavât, 66 [3479]).

d) Israrla dua edilmelidir. Bir mümin, ettiği duanın kabul edilmesi hususunda aceleci olmamalıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Sizden herhangi biriniz ‘dua ettim de kabul olunmadı’ diyerek acele etmediği sürece duası kabul olunur.” (Buhârî, De‘avât, 22 [6340]; Müslim, Zikir, 90-92 [2735] ).

e) Umut ve korku içinde dua edilmelidir. Kur’ân’da şöyle buyrulmaktadır: “Onlar gerçekten hayır işlerinde yarışırlar, (rahmetimizi) umarak ve (azabımızdan) korkarak bize dua ederlerdi. Onlar bize derin saygı duyan kimselerdi.” (el-Enbiyâ, 21/90).

f) Dua her zaman yapılabilirse de bazı vakitlerde yapılması daha makbul görülmüştür. Bu vakitlerden biri de seher vaktidir. Allah Teâlâ, geceleri dua, ibadet ve istiğfar ile meşgul olanları Kur’ân-ı Kerîm’de övmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Onlar, geceleri az uyurlardı. Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.” (ez-Zâriyât, 51/17-18). Hz. Peygamber’e (s.a.s.), ‘Ey Allah’ın Resûlü, hangi dua daha makbuldür?’ Diye sorulunca, ‘Gece yarısı ve farz namazlardan sonra yapılan duadır.’ cevabını vermiştir.” (Tirmizî, De‘avât, 79 [3499]).

Din İşleri Yüksek Kurulu

İslâm dinine göre dua için mutlaka uyulması gereken özel bir zaman ve mekân tahsis edilmiş değildir. Her yerde her zaman dua edilebilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Akşama ulaştığınızda ve sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde, Allah’ı tesbîh edin (namaz kılın). Göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur.” (er-Rum, 30/17-18) buyurularak, ibadet ve duanın gün içine yayılmasının önemi vurgulanmıştır. Bununla birlikte Kur’ân ve hadislerden anlaşıldığına göre gece seher vaktinde yapılan dualar daha makbuldür (Tirmizî, Deavât, 80). Âl-i İmrân sûresi 16-17. âyetlerde cennetlikler şöyle müjdelenir: “(Onlar) ‘Rabbimiz, biz iman ettik. Bizim günahlarımızı bağışla. Bizi ateş azabından koru’ diyenler; sabredenler, doğru olanlar, huzurunda gönülden boyun büküp divan duranlar, Allah yolunda harcayanlar ve seherlerde (Allah’tan) bağışlanma dileyenlerdir.” Bir başka âyette de şöyle buyrulmuştur: “Onlar, geceleri az uyurlardı. Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.” (ez-Zâriyât, 51/17-18).

Hadis-i şeriflerde duaların kabul edileceği bazı vakitler belirtilmiştir: Ramazan geceleri, Arafat vakfesi, Berât ve Kadîr geceleri, Cuma günleri, gece vakitleri, ezân okunduğu ve kamet getirildiği vakitler ve farz namazların sonrası bunların bir kısmıdır (Buhârî, Cum`a, 37 [935]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 166 [757]; Cum`a, 13-15 [852]; Ebû Dâvûd, Salât, 35 [521]; Tirmizî, Deʽavât, 79, 122 [3499, 3585]; 85 [3513]; İbn Mâce, Sıyâm, 48 [1752]; İkâmetü’s-salavât, 191, [1388-1390]).

Din İşleri Yüksek Kurulu

Kur’ân-ı Kerim’de dua ile ilgili âyetler geniş bir yer tutar. İki yüz kadar âyet doğrudan dua ile ilgilidir. Ayrıca tesbîh, hamd, şükür, istiâne (Allah’tan yardım dileme), istiâze (kötü ve şerli olan her şeyden Allah’a sığınma), tazarru (kendi eksikliğini bilerek Allah’a yalvarma), tövbe ve istiğfar gibi kulun Allah’a yönelişini ve isteklerini ifade eden çok sayıda âyet de dua ile alakalıdır. Dua ile ilgili âyetlerin bir kısmında insanların Allah’a dua etmeleri emredilmiş, duanın usûl, âdâb ve tesirleri üzerinde durulmuştur (en-Nisâ, 4/32; el-A’râf, 7/29, 55, 180; Yûsuf, 12/86; el-Mü’min, 40/60). Örneğin Allah Teâlâ; “Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): ‘Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm.’…” (el-Bakara, 2/186) buyurarak insanların dua ile kendisine yönelmelerini istemiştir.

Bazı sûre ve âyetler dua metinleri mahiyetindedir. Fâtiha sûresi buna güzel bir örnektir: “Rahmeti sonsuz, merhameti tükenmez olan Allah’ın adıyla. Bütün övgüler, âlemlerin Rabbi olan Allah’a yaraşır. O, sonsuz merhametiyle lütuf ve ihsanda bulunan, rahmetiyle hey şeyi kuşatandır. Hesap gününün tek hâkimidir. (Rabbimiz) yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ulaştır. (Hidâyete erdirerek) nimet verdiğin kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların, ya da sapıtanların yoluna değil.” (el-Fâtiha, 1/1-7). Bakara sûresinin 201. âyeti, dua olarak en çok okunan ayetlerdendir: “…Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver; bizi cehennem azabından koru.” Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) dua ederken sıkça bu âyeti okumuş (Buhârî, De‘avât, 55 [6389]; Müslim, Zikir, 26 [2690]) ve okunmasını tavsiye etmiştir (Müslim, Zikir, 23 [2688]).

Peygamberimiz (s.a.s.), ümmet-i Muhammed’in her bir ferdini kuşatıcı mahiyetteki Bakara sûresinin sonundaki şu duaların her gece okunmasını tavsiye etmiş ve okuyan kişiye (sevap olarak veya kötülerin şerrinden muhafaza etmesi bakımından) yeteceğini ifade buyurmuştur (Buhârî, el-Meğâzî, 12 [4008]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 255 [807]): “…Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın! Kâfirler toplumuna karşı bize yardım eyle!” (el-Bakara, 2/286).

Âl-i İmrân sûresindeki; “Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla…” (Âl-i İmrân, 3/8), “…Rabbimiz! İman ettik; bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru!” (Âl-i İmrân, 3/16), “Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve Peygamber’e uyduk. Şimdi bizi (birliğini ve peygamberlerini tasdik eden) şahitlerden yaz…” (Âl-i İmrân, 3/53) ayetleri, mü’minlere istikâmet üzere olmayı, bağışlanma dilemeyi ve hidâyete ulaşma yollarını öğreten dua ayetlerindendir. Yine Âl-i İmrân sûresinin 191-194. ayet-i kerîmelerinde; inananların her halükârda Allah Teâla’yı andıkları, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ettikleri belirtilmekte ve ardından yaptıkları dualarında; cehennem azabından Allah’a sığındıkları, günahların bağışlanıp kötülüklerinin örtülmesini, vefat ederken iyilerle birlikte canlarının teslim edilmesini, âhirette vadettiği nimetlere ulaştırmasını ve hesap gününde kişiyi rezil rüsvâ etmemesini niyazda bulundukları ifade edilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de her hususta Allah’a niyaz eden ve yakaran peygamberlerin duaları da bulunmaktadır. Bu bağlamda Hz. Âdem (a.s.) ve eşi Hz. Havva’nın cennetten çıkarıldıktan sonra bağışlanmaları için yaptıkları “…Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’râf, 7/23) şeklindeki duayı, mü’minler tevbe istiğfar ederken daima zikrederler.

Hz. İbrahim’in (a.s.) duaları Kur’ân-ı Kerim’de bir hayli yer tutar. Bunların başında; “Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlat ihsan et!” (es-Sâffât, 37/100), “Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin.” (el-Bakara, 2/128) duaları gelir. Yine Hz. İbrahim’in (a.s.) Rabbine ilticâ ederek çocuklarının ve zürriyetinin tevhid üzere olmaları, ibadet ve taat üzere yaşamaları için yaptığı dualar bizler için örnek mahiyettedir: “Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle; ey Rabbimiz! Duamı kabul et!” (İbrahîm, 14/40), “Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni, Naîm cennetinin vârislerinden kıl… (İnsanların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme. O gün ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah’a kalb-i selîm ile gelenler o günde fayda bulur.” (eş-Şuarâ, 26/83-89).

Toplumu ifsat etmek isteyenlere karşı Hz. Lût (a.s.) şöyle dua etmiştir: “Rabbim! Beni ve ailemi, onların yapageldikleri kötü şeylerden kurtar.” (eş-Şuarâ, 26/169), “…Rabbim! Şu fesatçılar güruhuna karşı bana yardım eyle.” (el-Ankebût, 29/30). Hz. Yûsuf (a.s.) da kendisine tuzak kuranlara karşı şöyle dua etmiştir: “…Ey Rabbim! Zindan bana, bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum!” (Yûsuf, 12/33), “Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler arasına kat!” (Yûsuf, 12/101). Hz. Şuayb’ın (a.s.) kavminin hadsizliklerine karşı yaptığı; “…Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.” (A’râf, 7/89), “… Başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim.” (Hûd, 11/88) şeklindeki niyâzları, ilticâ ve tevekküle örnek teşkil eden dualardandır.

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ’nın (a.s.) yaptığı birçok duayı görmekteyiz: “… Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim. Beni bağışla…” (el-Kasas, 28/16) “…Rabbim! Beni zalimler güruhundan kurtar.” (el-Kasas, 28/21). O, kavminin yaptığı hatalardan dolayı Allah’a şöyle yalvarmıştır: “…Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kabul et. Zira sen merhametlilerin en merhametlisisin!” (A’râf, 7/151), “…Rabbim!… İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk mi edeceksin?… Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin! Bize, bu dünyada da iyilik yaz ahirette de. Şüphesiz biz sana döndük…” (A’râf, 7/155-156). Firavuna dini, tebliğ etmekle görevlendirilen Hz. Mûsâ’nın (a.s.) kendisine verilen görevin hakkıyla başarıya ulaşması için yaptığı şu niyazlar; özellikle kısa, canlı, ahenkli ve etkili cümleleriyle Kur’ân’daki dua örneklerindendir: “…Rabbim! Yüreğime genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden (şu) bağı çöz ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, kardeşim Harun’u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece seni bol bol tesbih edelim. Ve çok çok analım seni. Şüphesiz sen bizi görmektesin.” (Tâhâ, 20/25-35).

Hz. Süleymân’ın (a.s.) yaptığı şu dua, yaratıcıya nasıl hamd ve şükredileceği hususunda örnektir: “…Ey Rabbim! Beni, bana ve ana-babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat.” (en-Neml, 27/19). Hz. Eyyûb (a.s.) de Rabbine şöyle niyaz eder: “…Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin.” Bunun üzerine Yüce Allah onun duasını kabul ederek dert ve sıkıntılarını gidermiştir (el-Enbiyâ, 21/83-84). Yine denize atılan ve bir balık tarafından yutulan Hz. Yûnus’un (a.s.), karanlıklar içinde; “…(Rabbim!) Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!” (el-Enbiyâ, 21/87) şeklinde yaptığı dua, bütün mü’minlerin dilinde tevbe ve istiğfâr duası olmuştur.

Kur’an-ı Kerim’de Peygamberimize (s.a.s.) ve mü’minlere yapmaları öğütlenen bazı dualar da zikredilmektedir: “… De ki! Allah bana yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O’na güvenip dayanırım. O yüce Arş’ın sahibidir.” (et-Tevbe, 9/129), “…Rabbim! Aramızda gerçekle hükmet, anlattıklarınıza karşı ancak Rahman olan Rabbimizden yardım istenir.” (el-Enbiyâ, 21/112), “…Rabbim! Eğer onlara yöneltilen tehdidi (dünyevî sıkıntıyı ve uhrevî azabı) mutlaka bana göstereceksen, bu durumda beni zalimler topluluğunun içinde bulundurma Rabbim!” (el-Mü’minûn, 23/93-94), “…Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım! Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım!” (el-Mü’minûn, 23/97-98), “…Bağışla ve merhamet et Rabbim! Sen merhametlilerin en iyisisin.” (el-Mü’minûn, 23/118), “…Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım eden bir kuvvet ver.” (el-İsrâ, 17/80), “…Rabbim, benim ilmimi artır.” (Tâhâ, 20/114).

Kur’ân’daki dua örneklerinde, insanların sadece kendileri için dua etmemeleri; anne-babalarına, eşlerine, çocuklarına, diğer yakınlarına ve bütün mü’minlere de dua etmeleri istenir: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar (annem-babam) beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!…” (el-İsrâ, 17/24), “…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” (el-Furkân, 25/74), “…Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” (el-Haşr, 59/10). Hz. Nuh ve Hz. İbrahim de kendilerinin, ana-babalarının, etraflarındaki mü’minlerin ve kadın-erkek tüm inananların bağışlanmasını için dua etmişlerdir (Nûh, 71/28; İbrâhim, 14/41).

İnsan dua ederken elbette kendisi için iyi olduğunu düşündüğü şeyleri ister. Ancak Kur’ân Kerim, insanın bazen hayır istediğini düşünerek şer olacak şeyi istediğine de dikkat çeker: “İnsan, hayır için dua ettiğini düşünerek (bazen) şerri ister. Zira insan pek acelecidir!” (İsrâ, 17/11). Nitekim Bakara sûresi 216. ayette; “…Bazen hoşlanmadığınız (kötü gördüğünüz) bir şey sizin için hayır olabilir. Arzu ettiğiniz bir şey de sizin için şerli olabilir. Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz.” buyrulmaktadır. Hz. Nuh (a.s.) da duasında bu durumu dile getirmiştir: “…Rabbim! Senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ziyana uğrayanlardan olurum!” (Hûd, 11/47).

Aynı zamanda inananlar için bir öğüt, hidayet, rahmet ve şifâ kaynağı olan Kur’ân Kerim’de, kulların maddî ve manevî hastalık, sıkıntı vb. durumlarda Yüce Allah’a sığınması öğütlenmektedir (et-Tevbe, 9/14; Yûnus, 10/57; el-İsrâ, 17/82; el-Enbiyâ, 21/83-84; eş-Şu’arâ, 26/80; Fussılet, 41/44). Bununla birlikte Kur’ân Kerim, insanın darlıkta olsun genişlikte olsun daima dua etmesini ister. Sadece başı dara düştüğünde dua etmesini yeterli görmez. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; “İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder; fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider…” (Yûnus, 10/12).

Bir şeyin olmasını isteyen kişi hem elinden geleni yapacak hem de dua edecektir. Nitekim Kur’ân’da Mü’minlere, iman etmelerinden sonra ısrarla sâlih amel işlemelerinin emredilmesi, sözlü ve fiili duanın birbirinden ayrılmaması gerektiğini göstermektedir: “İman edip salih amel işleyenlere, zemininden ırmaklar akan cennetler verileceğini müjdele…” (el-Bakara, 2/25). Bu itibarla akıl ve irade sahibi insan, ancak ortaya koyduğu en temel eylemlerden birisi olan kulluk ve dua ile Allah katında bir kıymete erişebilir: “(Resûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” (el-Furkân, 25/77).

Kur’ân-ı Kerim’de yer alan duaların sadece dünya hayatıyla sınırlı olmadığı, ahiret âleminde de devam edeceği anlaşılmaktadır. Cennetliklerin, ahirette kavuşacakları nimetlerden dolayı Allah’a samimi bir kalple yapacakları dualarda büyük bir mutluluğun ve huzurun izleri görünmektedir: “Onların oradaki duası: «Allah’ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz!» (sözleridir). Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise «selâm» dır. Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (Yûnus, 10/10).

Sonuç itibariyle Kur’ân-ı Kerîm’de, kulun; her hâlde Allah’a hamd-u senâ etmesi, O’na niyaz edip günahından afv ve mağfiret dilemesi, darlıkta ve genişlikte, hastalıkta ve sıkıntılı durumlarda O’ndan yardım istemesi, dünya ve ahiret saadeti için Allah’a yalvarması istenmektedir. Yine insanın; sadece kendisi için değil de anne-babası, eşi, çocukları, akrabaları ve bütün mü’minler ve onların tevhid üzere kulluk edip, taatten ayrılmamaları için dua etmesi de öğütlenmektedir. Yapılan bu yakarışlar karşısında Yüce Allah’ın, kulunun her an yanında olduğu ve ona cevap verdiği, dualarını kabul edip sıkıntılarını giderdiği de Kur’an-ı Kerim’de bildirilmektedir. Hz. Âdem’den (a.s.) Peygamberimiz’e (s.a.s.) kadar bütün peygamberlerin her fırsatta Allah’a niyazda bulunup ona iltica ederken yaptıkları yakarışlar, bizler için en güzel dua örneklerini teşkil eder.

Din İşleri Yüksek Kurulu

Sözlük anlamı ile dua “çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek” demektir. Dinî bir terim olarak ise insanın bütün benliğiyle Allah’a yönelerek maddî ve manevî isteklerini O’na arz etmesidir. Temeli, insanın Allah’a hâlini arz etmesi ve O’na niyazda bulunması olduğuna göre dua, Allah ile kul arasında bir irtibattır.

Duada daima tâzim (Allah’ı yüceltme) ve bu tâzimle birlikte istekte bulunma anlamı vardır. Dua aynı zamanda zikir ve ibadettir. Böylece duada biri zikir ve saygı, diğeri de dilek olmak üzere iki unsur hep yan yana bulunur. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s.), “Dua, ibadetin özüdür.” (Tirmizî, De‘avât, 2 [3371]) buyurmuştur. Aynı sebeple en önemli ibadet olan namaz, dua (salât) kelimesiyle ifade edilmiştir (el-En’âm, 6/52; el-Kehf, 18/28). Diğer bir âyette de; “De ki; duanız (kulluğunuz) olmasa Rabbim size ne diye değer versin.” (el-Furkân, 25/77) buyrulmak suretiyle insanın ancak Allah’a olan bu yönelişiyle değer kazanabileceği belirtilmiştir. Duanın sadece Allah’a yöneltilmesi; Allah’tan başkasına, putlara veya kendilerine üstün nitelikler izafe edilen başka yaratıklara dua ve ibadet edilmemesi Kur’ân’da ısrarla vurgulanmıştır (eş-Şuarâ, 26/213; el-Kasas, 28/88).

Din İşleri Yüksek Kurulu

Duanın kabul edilmesi için şu hususlara riâyet edilmesi gerekir:

a) Duadan önce tövbe ve istiğfar edilmelidir. Günah işleyen, haramlardan uzak durmayan bir kulun duası kabul edilmeye layık değildir. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in (s.a.s) şu hadisi çok dikkat çekicidir: “Allah yolunda seferler yapmış, üstü başı tozlanmış bir adam ellerini semaya kaldırarak, ‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ diye yalvarıyor. Oysa yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, gıdası haramdır. Böyle birisinin duası nasıl kabul olur?” (Müslim, Zekât, 65 [1015]).

b) Duaya Allah’a hamd, Peygambere salât-ü selâm ile başlanmalı; yine salât-ü selâm ve Allah’a hamd ile bitirilmelidir. Fedâle b. Ubeyd’den (r.a.) rivâyete göre o, şöyle demiştir: “Resûlullah (s.a.s.), (mescidde) oturmakta iken bir adam geldi, namaz kıldı, sonra şöyle dua etti: Allah’ım beni bağışla, bana acı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), ‘Ey namaz kılan, acele ettin, namaz kılıp oturduğun vakit Allah’a layık olduğu şekilde hamd et, sonra bana salât ve selâm et, sonra da yapacağın duayı yap.’ Bundan sonra başka biri namaz kıldı. Namazdan sonra Allah’a hamd etti ve Peygambere salât ve selâm getirdi. Başka bir şey yapmadı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), o kimseye: ‘Ey namaz kılan kimse! Dua et, duan kabul edilsin.’ dedi.” (Tirmizî, De‘avât, 65 [3476]; Nesâî, Sehiv, 48 [1284]).

c) Dua içten, tevazu ile ve yalvararak yapılmalıdır. Bir âyette şöyle buyrulmaktadır: “Rabbinize alçak gönüllülükle yalvararak ve için için dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.” (el-A’râf, 7/55). Bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmaktadır: “Allah’a kabul edileceğini gerçekten inanarak dua ediniz. Bilin ki Allah, ciddiyetten uzak ve umursamaz bir kalp ile yapılan duaları kabul etmez.” (Tirmîzî, Deavât, 66 [3479]).

d) Israrla dua edilmelidir. Bir mümin, ettiği duanın kabul edilmesi hususunda aceleci olmamalıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Sizden herhangi biriniz ‘dua ettim de kabul olunmadı’ diyerek acele etmediği sürece duası kabul olunur.” (Buhârî, De‘avât, 22 [6340]; Müslim, Zikir, 90-92 [2735] ).

e) Umut ve korku içinde dua edilmelidir. Kur’ân’da şöyle buyrulmaktadır: “Onlar gerçekten hayır işlerinde yarışırlar, (rahmetimizi) umarak ve (azabımızdan) korkarak bize dua ederlerdi. Onlar bize derin saygı duyan kimselerdi.” (el-Enbiyâ, 21/90).

f) Dua her zaman yapılabilirse de bazı vakitlerde yapılması daha makbul görülmüştür. Bu vakitlerden biri de seher vaktidir. Allah Teâlâ, geceleri dua, ibadet ve istiğfar ile meşgul olanları Kur’ân-ı Kerîm’de övmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Onlar, geceleri az uyurlardı. Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.” (ez-Zâriyât, 51/17-18). Hz. Peygamber’e (s.a.s.), ‘Ey Allah’ın Resûlü, hangi dua daha makbuldür?’ Diye sorulunca, ‘Gece yarısı ve farz namazlardan sonra yapılan duadır.’ cevabını vermiştir.” (Tirmizî, De‘avât, 79 [3499]).

Din İşleri Yüksek Kurulu

Comments are closed.