logo

İnsan ve Yaşam 2 / Uckun Kaan

İnsan ve Yaşam 3/ Uckun Kaan

Beyin ve Hayat Arasındaki Bağ! Beyninizin Hangi Bölgesinde Hangi İşlev Var? Keşfedin! | Oytun Erbaş

ÖRNEK İNSAN OLMAK

Hayal ve gerçek arasında İnsan

Mutluluk Bir Tercih Midir?

Egoyu susturmak neden en güzel benliklerimizi güçlendirir? Değişik bir zamanda yaşıyoruz. Bir yandan her şey hiç olmadığı kadar iyi durumda. Genel olarak şiddet, yoksulluk ve hastalık oranları düşüşe geçti. Eğitim, uzun ömürlülük, boş zaman bulabilme ve güvenlik konularında önemli artışlar var. Öte yandan, tür olarak hiç olmadığımız kadar bölünmüş durumdayız. Kabilecilik ve kimlik politikaları her tarafta yaygınlaşıyor.

Steven Pinker ve diğer entelektüeller çözümün; akıl, bireycilik, mümkün olduğunca çok sayıda fikrin özgürce ifade edilmesi ve bunların doğruluğunu değerlendirmek için etkili bir yöntem gibi görülen Aydınlanma Değerlerine geri dönüş olduğunu düşünüyorlar. Bunun çözümün bir parçası olduğuna ben de katılıyorum, ancak sorunun genellikle yeterince tartışılmayan bir kısmının çok daha temel bir konu olduğunu düşünüyorum: hepimizin egoları çok yüksek. 

Son zamanlarda medyadaki (ve özellikle YouTube’daki) tartışmaları izlemek kafamı beni yoruyor. Çünkü her birinde amacın her zaman kazanmak olduğuna dair artan bir inanç var gibi görünüyor. Diyalektik, iyi niyetli, kapsayıcı ilkeler ve insanlığı geliştirecek üretken yollar için karşılıklı bir arayış değil, sadece kazanmak ve yok etmek. Şimdi, beni yanlış anlamayın iyi bir entelektüel tahakkümü bir sonraki kişi kadar heyecan verici buluyorum. Ancak ucuz heyecanlar bir yana, gerçekten olumlu bir sonuç olmasını da çok önemsiyorum. Gerçeğe ulaşmak ve toplumu iyileştirmek bir WWE (güreş müsabakası) maçının açık hedefleri olmayabilir, ancak bunlar kesinlikle kamusal söylemin değerli hedefleridir. 

Burada ilginç bir paradoks da söz konusudur: Ego ne kadar susturulursa, kişinin hedeflerine ulaşma olasılığı da o kadar artar. Sanırım kendini geliştirme dürtüsünün kişinin hedeflerine ulaşmasını ne ölçüde engellediğini büyük ölçüde hafife alma eğilimindeyiz, kişinin hedefleri öncelikle eylemsel olsa bile.

Psikologlar ego terimini çok farklı şekillerde kullandıkları için, burada onu nasıl tanımladığımı açıklığa kavuşturmama izin verin. Ben egoyu, benliğin kendisini sürekli olumlu bir ışık altında görme ihtiyacı duyan yönü olarak tanımlıyorum. Hiç şüpheniz olmasın: benlik en büyük kaynağımız olabilir ama aynı zamanda en karanlık düşmanımız da olabilir. Bir yandan, öz-farkındalık, öz-yansıtma ve öz-kontrol için temel insani kapasiteler hedeflerimize ulaşmak için gereklidir. Öte yandan benlik, rol oynamış olabileceği herhangi bir olumsuz sonucun sorumluluğunu reddetmek için her şeyi yapacaktır. Bir araştırmacının ifadesiyle, benlik “kendini savunma mekanizmalarından oluşan bir öz-hayvanat bahçesi” yaratır. Benliği olumlu bir ışık altında görmek için kullanılan bu savunma stratejilerini “ego” olarak adlandırabileceğimize inanıyorum. Gürültülü bir ego, benliği sanki gerçek bir şeymiş gibi savunmak için o kadar çok zaman harcar ve sonra kendini savunmak için ne gerekiyorsa yapar ki, genellikle en çok çabaladığı hedefleri de bu sırada engeller.

Heidi Wayment ve meslektaşları son yıllarda Budist felsefesi ve hümanistik psikoloji ideallerine dayanan ve pozitif psikoloji alanındaki ampirik araştırmalarla desteklenen bir “sessiz ego” araştırma programı geliştirmekte. Paradoksal bir şekilde, egoyu susturmanın esenlik, büyüme, sağlık, üretkenlik ve sağlıklı-üretken bir özsaygı geliştirmede, yüksek sesle kendini geliştirmeye odaklanmaktan çok daha etkili olduğu ortaya çıktı. Açık olmak gerekirse, sessiz bir ego, bastırılmış bir ego ile aynı şey değildir.

Egoyu kimliğini tamamen kaybedecek kadar ezmek ne kendinize ne de dünyaya bir fayda sağlar. Bunun yerine, sessiz ego perspektifi denge ve bütünleşmeyi vurgular. Wayment ve meslektaşlarının ifade ettiği gibi, “Egonun sesi kısılır, böylece hayata daha insancıl ve şefkatli bir şekilde yaklaşma çabasıyla kendini olduğu kadar başkalarını da dinleyebilir.” Sessiz ego yaklaşımı, benliğin ve başkalarının çıkarlarını dengelemeye ve zaman içinde benliğin ve başkalarının öz farkındalık, birbirine bağlı kimlik ve şefkatli deneyime dayalı gelişimini geliştirmeye odaklanır.

Sessiz ego yaklaşımının amacı, benlik duygunuzu kaybetmek veya başkalarından saygı görme ihtiyacınızı reddetmek değil, kendinize ve başkalarına karşı daha az savunmacı ve daha bütünleştirici bir duruşa ulaşmaktır. Benliğinizi kaybetmeden veya narsisistik kazanma gösterilerine ihtiyaç duymadan başkalarını da kapsayan eşsiz bir kimlik geliştirebilirsiniz. Sessiz bir ego, kişinin kendi sınırlarını kabul ettiği, egosu tehdit edildiğinde sürekli savunmaya geçme ihtiyacı duymadığı ve yine de sağlam bir öz-değer ve yeterlilik duygusuna sahip olduğu sağlıklı bir öz-saygının göstergesidir.
Bauer ve Wayment’a göre sessiz ego, geliştirilebilen ve birbiriyle derinden bağlantılı dört yönden oluşur: bağımsız farkındalık, kapsayıcı kimlik, perspektif alma ve büyüme odaklı olma. Sessiz egonun bu dört niteliği, kendine ve başkalarına karşı genel bir denge ve büyüme duruşuna sahip olmaya katkıda bulunur.
• Bağımsız Farkındalık: Sessiz bir egoya sahip olanlar şimdiki ana yönelik meşgul, savunmacı olmayan bir dikkat biçimine sahiptir. Bir durumun hem olumlu hem de olumsuz yönlerinin farkındadırlar ve dikkatleri şimdiki anın daha çok ego güdümlü değerlendirmelerinden ayrılmıştır. Bunun yerine, gerçekliği mümkün olduğunca net bir şekilde görmeye çalışırlar. Bu, kişinin şimdiki anda kendisi veya başkaları hakkında keşfedebileceği her şeye açık olmayı, kabullenmeyi ve anın mümkün olduğunca doğal bir şekilde ortaya çıkmasına izin vermeyi gerektirir. Aynı zamanda, daha önce gerçekleşmiş olan düşünce ve duyguları yeniden gözden geçirme, bunları belki de kişinin o anda yapabildiğinden daha nesnel bir şekilde inceleme ve daha fazla büyümeye yol açacak uygun ayarlamaları yapma becerisini de içerir.
• Kapsayıcı Kimlik: Egolarının sesi kısılmış olan kişiler, kendilerinin ve başkalarının dengeli veya daha bütünleştirici bir yorumuna sahiptir. Diğer perspektifleri, başkalarının deneyimleriyle özdeşleşmelerine, engelleri yıkmalarına ve ortak insanlığa dair daha derin bir anlayışa ulaşmalarına olanak tanıyacak şekilde anlarlar. Dikkatli olma becerisi ve bununla birlikte gelen bağımsız farkındalık, özellikle kişinin kimliğine veya temel değerlerine meydan okunması gibi çatışma anlarında kapsayıcı bir kimliği kolaylaştırmaya yardımcı olabilir. Kimliğiniz kapsayıcıysa, yalnızca kendinize yardım etmek için çalışmak yerine başkalarına karşı işbirlikçi ve şefkatli olmanız muhtemeldir.
• Perspektif Alma: Sessiz ego, diğer bakış açılarını yansıtarak dikkati benliğin dışına taşır, empati ve şefkati artırır. Perspektif alma ve kapsayıcı kimlik iç içe geçmiştir, çünkü biri diğerini tetikleyebilir. Örneğin, kişinin başkalarıyla karşılıklı oluşan bağımlılığının farkına varması, onların bakış açısını daha iyi anlamasına sebep olabilir.

• Büyüme Odaklı Olma: Kendisi ve başkaları için zaman içinde prososyal gelişim ve değişim kaygısı, sessiz bir egoya sahip olanların anlık eylemlerinin uzun vadeli etkilerini sorgulamalarına ve içinde bulunulan anı kişinin kendisine ve varlığına yönelik bir tehdit olarak görmek yerine devam eden bir yaşam yolculuğunun parçası olarak görmelerine neden olur. Büyüme odaklı olma ve perspektif alma birbirini güzel bir şekilde tamamlar, çünkü ana yönelik bir büyüme duruşu, çoklu perspektifleri anlamak için bir alan açar. Her ikisi de nihai ürünün değerlendirilmesinden ziyade dinamik süreçlere odaklandığından, büyüme odaklı olmak bağımsız farkındalığı da tamamlayıcı niteliktedir.

Bu nitelikler birbirinden ayrı olarak değil, bütün bir ego işleyiş sisteminin parçası olarak görülmelidir. Sessiz ego sürekliliğinin neresinde olduğunuzu merak ediyor musunuz? İşte size kabaca bir tahminde bulunmanızı sağlayacak 14 madde. Eğer kendinizi bu maddelerin çoğuna güçlü bir onay verirken buluyorsanız, muhtemelen sessiz bir egonuz var demektir:
Sessiz Ego Ölçeği (QES)
1. Bir şeyler yaparken genellikle dikkat ederim.
2. İşleri veya görevleri otomatik olarak yapmam, ne yaptığımın farkındayımdır.
3. Gerçekten dikkatimi vermeden faaliyetlerimi aceleye getirmem.
4. Tüm canlılarla bir bağ hissediyorum.
5. Yabancılarla bir bağ hissediyorum.
6. Diğer ırklardan insanlarla bir bağ hissediyorum.
7. Birini eleştirmeden önce, onun yerinde olsaydım nasıl hissedeceğimi hayal etmeye çalışırım.
8. Birine kızdığımda, genellikle kendimi bir süreliğine onun yerine koymaya çalışırım.
9. Bir karar vermeden önce veya bir anlaşmazlıkta, olaya insanların bulunduğu yerden bakmaya çalışırım.
10. Olayları bir başkasının bakış açısından görmeyi kolay buluyorum.
11. Benim için hayat sürekli bir öğrenme, değişme ve büyüme sürecidir.
12. Kendiniz ve dünya hakkındaki düşüncelerinize meydan okuyan yeni deneyimler yaşamanın önemli olduğunu düşünüyorum.
13. Zaman içinde bir insan olarak çok geliştiğimi hissediyorum.
14. Düşündüğümde, yıllar içinde bir insan olarak iyi yönde gerçekten çok geliştim.

Sessiz Ego Ölçeğinde daha yüksek puan alanlar kişisel gelişim ve denge ile daha fazla ilgilenme eğilimindedir ve özgünlük, ustalık ve olumlu sosyal ilişkiler yoluyla büyüme arayışında olma olasılıkları daha yüksektir.

Sessiz bir ego, sağlıklı bir öz saygı, dayanıklılık ve yaşamın stres faktörleriyle başa çıkmak için sağlıklı stratejilere sahip olmakla olumlu bir şekilde ilişkiliyken, aynı zamanda insancıl tutum ve davranışlarla da ilişkilidir. Bu, sessiz bir egonun şefkat ile kendini koruma ve büyüme hedeflerini dengelediği fikriyle tutarlıdır. Gerçekten de, kişinin büyüdüğünün göstergelerinden birisi egonun sessizleşmesidir. Sessiz bir ego aynı zamanda alçakgönüllülük, ruhsal gelişim, esnek düşünme, açık fikirli düşünme, günlük deneyimlerin tadını çıkarma becerisi, yaşam memnuniyeti, risk alma ve yaşamın anlamlı olduğu hissi ile de ilişkilidir. Sessiz bir egonun tam bir varoluş yaşamaya çok elverişli olduğu aşikârdır. 

Kendi araştırmamda, sessiz bir egoya sahip olmak ile narsisizmin gerçek bir yönü olan “kendini feda eden kendini geliştirme” ölçüsündeki puanlar arasında ilişki olmadığını gördüm. Kendini feda eden kendini geliştirme aşağıdakine benzer maddelerle ölçülür:
• Başkaları için fedakârlık yapmak beni daha iyi bir insan yapar.
• Fedakârlıklarımla ne kadar iyi bir insan olduğumu göstermeye çalışıyorum.
• Bana güvenen arkadaşlarımın olmasını seviyorum çünkü bu bana kendimi önemli hissettiriyor.
• Başkaları bana güvendiğinde kendimi önemli hissederim.
Bu da egoyu susturmanın herhangi bir tür öteki kaygısıyla (örneğin şefkatli görünmeye yönelik ego güdümlü ihtiyaç gibi) ilgili olmadığını göstermektedir. Görünüşe göre sessiz ego, kendinin ve başkalarının büyümesi ve gelişmesi için gerçek bir endişe ile ilgilidir. Bu doğrultuda, sessiz egonun merhamet ve empati ölçütleriyle olumlu yönde ilişkili olduğunu ve kendini feda ederek kendini geliştirme ile olumsuz yönde ilişkili olduğunu buldum. Önceki araştırmalarla tutarlı olarak, sessiz bir ego ile öz-şefkat arasında da pozitif bir ilişki buldum. O halde, sessiz bir egoya sahip olanların sevgi dolu, verici insanlar olma eğiliminde oldukları, ancak aynı zamanda başkalarıyla ilgilendikleri kadar şefkatli bir şekilde kendileriyle de ilgilendikleri görülmektedir.
Heidi Wayment ve Jack Bauer tarafından yakın zamanda yapılan bir başka çalışma da sessiz egonun gerçekten de kendinin ve başkalarının ihtiyaçlarını dengelediği fikrini desteklemektedir. Sessiz bir egoya sahip olmanın, evrenselcilik ve yardımseverlik gibi kendini aşan değerlerin yanı sıra öz-yönelim ve başarı ile de ilişkili olduğunu bulmuşlardır. Ayrıca, sessiz egonun uyumlulukla bir ilişkisi bulunmamıştır.
Bu sonuçlar, büyüme ve denge değerlerinin sessiz ego yapısındaki merkeziliğinin altını çizmekte ve egoyu susturmanın benliği susturmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Tam da bu noktada, aşağıdaki denklemi paylaşmak istiyorum:
Egonun sessizleşmesi = Kişinin en iyi benliğinin ortaya çıkması
Bence toplumumuzun, kendimiz için endişelenmek ya da başkaları için endişelenmek arasında bir seçim yapmak zorunda olmadığımız gerçeğini fark etmesinin (ve uygulamaya koymasının) zamanı geldi. Aslında, bu temel kaygılar arasında sağlıklı bir denge kurmaya çalışmak; sağlık, büyüme, esenlik, yüksek performans, üreticilik ve gerçeğe ulaşma açısından en elverişli yöntemdir.

Okulda matematik, okuma ve sosyal eğitimin yanı sıra sessiz egonun dört özelliğini nasıl geliştireceğimizi de öğrendiğimizi hayal edin. Ya da kamuya açık hararetli bir tartışmadan önce, temel kuralların en azından tüm katılımcıların bu özellikleri uygulamaya çalışmasını içerdiğini hayal edin? Daha da iyisi, tartışmanın amacının “kim kazandı?” olması yerine, her katılımcının tartışma sonucunda diğer kişiden öğrendiği şeyleri belirtmesiyle tartışmanın sona ermesine ne dersiniz? Bu gerçekten çok mu sıkıcı olur? Eğer öyleyse, sanırım sorun düşündüğümden daha da derinlere iniyor.

Toplumumuzda bu becerilerin geliştirilmesinin daha fazla zihinsel sağlığa, faydalı gerçekliğe dayalı bilgiye ve insanlar arasında barış ve birliğe yol açacağını söylemenin abartılı olduğunu düşünmüyorum. Birbirimizi yok etmek yerine birbirimizden öğrenmeye ne dersiniz?

Prof.Dr. Kemal SAYAR| Psikiyatrist & Psikoterapist

Scott Berry Kaufman / Çeviri: Uzman Psikolog Lamia Kalender Ergül

Hatalarımızdan Nasıl Ders Çıkarırız?

Araştırmalar gösteriyor ki, yenilgilerimizden ders almak istiyorsak bazı duygusal ve bilişsel engelleri aşmamız gerekiyor. Er ya da geç herkes bir konuda hata yapar. Peki herkes hatalarından bir şeyler öğreniyor mu? Aslına bakarsanız kanıtlar çoğu insanın hatalarından ve yenilgilerinden sonra büyümek için mücadele ettiğini gösteriyor.  Araştırmacılar Lauren Eskreis – Winkler ve Ayelet Fishbach, “Hatalarla Yüzleşme” (Facing Failure) isimli oyunu geliştirdiklerinde, insanların başarısızlıklardan ne ölçüde ders çıkardığını test etmek istediler. Oyun; önceki turlardan alınan geri bildirimlerin sonraki turlarda daha iyi performans göstermeye yardımcı ve daha fazla doğru yanıtla birlikte daha fazla para kazandıran, ardıl çoktan seçmeli sorulardan oluşuyor. 

Bununla birlikte, birçok farklı çalışmada, araştırmacılar insanların başarısızlıktan ne kadar “az öğrendiğini” buldular. Aslında insanların hata yapmama teşvikleri artsa dahi hatalarından ders almadıklarını gördüler. “Katılımcılar, katılım ödemesinden %900 daha fazla öğrenme bonusu kazanma şansına sahipken bile, başarısızlıktan çok başarıdan kazandılar. Yani başarısızlıklarından ders çıkarmak yerine doğru yapmaya odaklandılar.” Bu sonuç farklı çalışmalarda da aynı olmuştur. “Devekuşu Etkisi” yatırımcıların piyasa değeri düştüğünde hisse senetlerini kontrol etmeyi bırakma eğilimini tanımlarken, işler iyi gittiğinde bunu zorunlu olarak yapmalarıdır. 2012 yılındaki bir araştırma, acemilerin genellikle olumsuz performans geri bildirimlerinden kaçındığını buldu. İnsanlar başarısızlıklardan ders çıkarmaktan neden kaçınırlar? Eskreis-Winkler ve Fishbach’ın, Psikoloji Biliminde Bakış Açıları (Perspectives on Psychological Science) tarafından yayınlanan yakın tarihli bir makalede araştırdıkları konu tam da bu oldu. Başarısızlıktan ders çıkarmanın önünde bir dizi duygusal ve bilişsel engel tespit ettiler ve bu engellerin üstesinden gelmek için somut adımlar belirlediler. 

Başarısızlık Duygularının Üstesinden Gelmek

Başarısızlık, özsaygımızın ve özdeğerlerimizin metaforik yeri olan egomuzu zedeler. Hata yaptığımızda kendimiz tehdit altında hissederiz ve bu tehdit hissi savaş ya da kaç tepkisini tetikleyebilir. Başarısızlık bağlamında “savaş”, görev değerinin toptan reddedilmesi, ilgili kişilerin eleştirilmesi veya karşılaştığınız durumun adaletsizliği gibi görünür. Bununla beraber, “kaç” reaksiyonu başarısızlığa karşı daha yaygın bir tepki olabilir. Hata yapmaktan kaçtığımızda kendimizi “etken” insan olarak algılamamızı sekteye uğratan şeylerden dikkatimizi uzaklaştırmış oluruz. 

2020’de yayınlanan altı deneyden oluşan bir dizide, Hallgeir Sjastad, Roy Baumeister ve Michael Ent, katılımcıları bir bilişsel test veya akademik performans hakkında iyi veya kötü geri bildirim almaları için rastgele seçti. Başlangıçta, bir görevde başarısız olan katılımcıların, gelecekte başarılı olmanın onları daha az mutlu edeceğini ve testlerin hedeflerini göz ardı etme eğiliminde olduklarını buldular. Araştırmacılar bu tür bir tepkiyi tanımlamak için “ekşi üzüm etkisi” terimimi kullanmaya başladırlar. Peki başarısızlığı ego için daha az tehdit edici hale nasıl getiririz? Araştırma bu konuda bize birkaç öneri sunuyor.

Diğer insanların başarısızlıklarını gözlemleyin. Eskreis – Winkler ve Fishbach makalelerinde, bir görevi üstlenmeden önce, diğer insanların başarısızlıklarına bakarak egoyu hatadan mümkün olduğunda uzaklaştırmayı öneriyorlar. Çalışmalarından birinde, katılımcıların yarısı Hatalarla Yüzleşme oyununda kendileri oynamadan önce diğer insanların başına gelen olumsuz sonuçlardan ders aldılar ve bu başarısızlıklardan kendi öğrendiklerine oranla daha çok şey öğrendiler. Başka bir deyişle, kayak öğrenmek için yola çıktığınızda, kendi başınıza tırmanış yapmadan önce, yapılan yaygın hatalara dair YouTube videoları izlemek yardımcı olacaktır. 

Biraz uzaklaşın. Araştırmacılar, olumsuz duygular anlayışınızın önüne geçiyorsa, kendi kendine mesafe koyma tekniklerini denemenizi öneriyorlar. Bu teknik, kişisel deneyiminizi tarafsız üçüncü bir şahsın bakış açısıyla görmeyi ve “neden başarısız oldum?” yerine “Jeremy neden başarısız oldu?” diye sormayı içerir. Kulağa sevimsiz gelse de bu yöntem işe yarıyor gibi gözüküyor. 

Amy L. Eva’nın Greater Good’da yazdığı gibi:

Araştırmaya göre, insanlar zor bir olayı tartışırken, mesafeli bir bakış açısı benimsediklerinde, tepkilerini daha iyi anlıyorlar, daha az duygusal sıkıntı yaşıyorlar ve daha az fizyolojik stres belirtisi gösteriyorlar. Uzun vadede, aynı sorunlu olayı haftalar veya aylar sonra hatırladıklarında da tepki verme noktasında azalma yaşarlar ve tekrar eden düşüncelere (veya zihnin geviş getirmesine) karşı daha az savunmasız haldedirler

Üçüncü şahsın başarısızlığı hakkında veya gelecekteki halimiz olarak geçmişteki hatalarımıza bakan birisi olarak yazı yazmak da yardımcı olabilir. 

Kendi başarısızlık hikayenizi paylaşın. İnsanlar kendi hatalarını, başarısızlıklarını saklama eğilimdedir. Bunun sebebi utanç duygusudur. Ancak başarısızlığı bir büyüme hikayesi olarak anlatıp başarıya dönüştürmenin yolları vardır. 

Eskreis-Winkler ve Fishback’ın Angela Duckworth ile 2018-2019 yıllarında yaptıkları bir dizi çalışmada; insanlardan, iş, fitness veya okul hayatı gibi farklı alanlardaki başarısızlıklarını başkaları için ilham verici hikayelere dönüştürmelerini istedi. Bu çalışma başarıyı körükledi. Ortaokul öğrencileriyle başarısızlıklarını paylaşan lise öğrencileri daha iyi notlar almaya başladı. İlkokul öğrencilerine tavsiye veren ortaokul öğrencileri daha sonra kendi ödevlerine daha fazla zaman ayırdı. Peki yetişkinler bu bilgileri gerçek hayata nasıl adapte edebilir? Örneğin, bir yöneticiyseniz, kendi performanslarını iyileştirmelerine yardımcı olmak için hatalarınızı çalışanlarınızla paylaşın. Bu onların (en az sizin kadar) başarısızlıktan ders almalarına yardımcı olacaktır. 

Başardıklarınızın farkında olun. Kendinizi desteklemenin başka yolları da mevcut. Araştırmalar, sürekli olarak uzmanların kendi alanlarındaki hataları daha iyi tolere edebildiklerini, çünkü geçmiş başarılara sahip olduklarını ve geleceğe daha bağlı olduklarını gösteriyor. 2014 yılında yapılan bir deneyde, 7. sınıf öğretmenleri, yapıcı eleştiri ile öğrencilerinin becerilerini hatırlatan güzel notları eşleştirdi. Böylece çocuklar cesaretlendi ve daha iyi notlar alabileceklerine inandılar. Araştırmalar ayrıca, öğretmenlerin, öğrenmeyi hedef haline getirerek başarısızlıkları da başarı olarak yeniden çerçeveleyebileceğini öne sürüyor. Bu içgörü işyerlerinde de uygulanabilir: hataları ortaya çıkarmayı değil öğrenmeyi herhangi bir projenin hedeflerinden biri haline getirebilirler. 

Hayal kırıklığı yaşayın. Başarısız olduğunuzda, hata yaptığınızda üzülmeyi deneyin. Üzüntünün başarısızlığa ve kayba bir tepki olarak evrildiğini ve deneyimlerimiz üzerinde düşünmemizi teşvik için var olduğunu öne süren çok sayıda araştırma var. Pişmanlıklar motivasyonu artırabilir. Üzüntü, gelecekte başarılı olmamıza yardımcı olabilecek hafızayı ve yargıyı geliştirir. 2014 yılında yapılan bir araştırmaya göre, çocuklar pişmanlık yaşayabilecekleri gelişimsel aşamaya geldiklerinde, başarısızlıktan daha fazla şey öğrenme olasılıkları artıyor. 

Hatalarımızın Ötesinde Düşünme

Egomuza yönelik duygusal meydan okumanın ötesinde, başarısızlık aynı zamanda bilişsel bir meydan okuma da sunar, yani başarısızlık sonrası gelen bilgilerin işlenmesi başarılı olduğumuz deneyimlerden daha zor olabilir. Eskreis – Winkler ve Fishbach, “Başarı kazanan bir stratejiye işaret ederken, insanların hatadan ders çıkarmaları da gerekiyor” demektedir. Karmaşık bir 2020 yılı deneyinde; katılımcılara, her biri hayali büyük bir başarı, orta düzeyde bir başarı ve küçük bir başarısızlık içeren ve her seçime gerçek para ödülleri eklenmiş 3 kutu sundular. Oyunu, başarısızlık senaryosunda en büyük para ödülü olacak şekilde tasarladılar. Çünkü başarısızlık daha çok bilgi içerir. “Kaybetme kutusunun yerini istatistiksel olarak öğrenmek, bir oyuncunun kazancını, orta dereceli bir galibiyetin yerini tespit etmekten daha fazla artırır, çünkü bunu bilmek başarısızlıktan kaçınarak daha fazla kazanç elde etmeyi garantiler.” Peki ya sonuçlar nasıl? Katılımcıların üçte biri, hayali başarısızlığın daha iyi bilgiler içerdiğini göremedi ve bu da sonuçta onlar içi dana fazla para kaybına sebep oldu. 

Bu tarz deneylerde neler olduğunu görmek çok zor değil: egomuz bir yana, hepimizin bir görevi zamanımıza ve çabamıza değip değmeyeceğine dair bir değerlendirme yapması gerekiyor. Hatalarımız beyne bir görevin yatırım değeri olmadığına dair sinyaller gönderir. Bu nedenle, başarı öyküsünün bizimle hiçbir ilgisi olmasa bile, doğal olarak başarıya meylederiz. Peki başarısızlıktan alınan derslere daha fazla dikkat etmek için neler yapabiliriz?

Uzun vadeli hedeflere odaklanın. Kendimize sık sık şu soruyu sormalıyız: Hatalarım ileride ödül olarak bana geri döner mi? Bu nedenle, başarısızlıklardan ders çıkarmanın önünde yer alan bilişsel engellerin üstesinden gelmek için hedefler ve taahhütler koymak önemlidir. Doktor olmak veya yelken yapmayı öğrenmek gibi uzun vadeli net bir hedefi kendimize hatırlatmak, kısa vadede başarısızlığı tolere etmemize ve bilgiden kaçınmanın önüne geçmemize yardımcı olabilir. 

Farkındalığı deneyimleyin. Eskreis-Winkler ve Fishbach’a göre başarısızlığın üstün bilgi içermesinin başka bir nedeni de beklentileri ihlal etmesi. İnsanlar neredeyse hiçbir zaman başarısız olmaya niyetlenmedikleri için, başarısızlık şaşırtıcı olabilir, bu da beynimizi uyandıran mutluluk etkisine sahiptir. Uyanık olan bir beyin de uyurgezer bir beyinden daha fazlasını öğrenir. Hatalar karşısında şaşırdığınızda bunu, dikkatli olmak ve onu görmezden gelmek yerine oturup etraflıca düşünmek için bir sinyal olarak görün. Gerçekten de birçok çalışma farkındalık uygulamasının – yani düşünce ve deneyimlerin yargılayıcı olmayan farkındalığını geliştirmenin – başarısızlıktan kurtulmanıza yardımcı olabileceğini öne sürüyor. 

Aldığınız dersleri düşünün. Başarısızlık, eğer bir şeyler öğreneceksek, başarıya oranla daha fazla yorumlama ve düşünme gerektirir. Bu yüzden Eskreis-Winkler ve Fishbach zihinsel yüklerimizi olabildiğince azaltmamızı önerir. Hatalarla Yüzleşme oyununun bir versiyonunda, araştırmacılar başarısızlıktan alınan derslerin altını çiziyor. “Not Alın: Sorunun sadece iki cevap seçeneği vardı. Yukarıdaki geri bildirime dayanarak doğru cevabı öğrenebilirsiniz! Başlangıçta seçmediğin seçenek doğrudur.” Bu uygulamayı kendiniz için notlar alarak kendi başınıza yapabilirsiniz: “Matematik sınavında başarısız oldum çünkü yeterince çalışmadım. Yani daha fazla çalışmalıyım, belki en az 4 saat.”

Daha az yapın. Araştırmacılar son olarak, başarısızlıkla sonuçlanacak gibi gözüken görevlerle daha az meşgul olarak önce öğrenme kapasitemizi artırmayı öneriyorlar. Başka bir deyişle, zor bir şey yapmayı öğreniyorsanız bunu diğer kolay görevlere göre öncelemeniz yerinde olacaktır. Böylece her defasında tek bir göreve odaklanabilirsiniz. Tekrar yapmak da yardımcı olacaktır. Pratik her şeyi mükemmele götürür ya da en azından yeterince iyi olmasını sağlar. 

Öz-şefkat pratiği yapın. Çoğu insan başarısızlıklarının ardından kendisine karşı daha sert davranmaya başlar çünkü ancak böyle gelişeceğine inanır. Aslında, son zamanlarda yapılan birçok araştırma, başarısızlıktan sonra sevdiğiniz birinin sizinle konuşabilmesi gibi, kendinize karşı nazik olursanız gelişme gösterme olasılığınızın daha yüksek olduğunu gösteriyor. Öz-şefkatin kendisinin haricinde bahsetmeye değer bir bileşeni daha vardır: ortak insaniyet. Bu kavram, insanlarla olan bağlantımızın ve insan deneyiminin evrenselliğinin farkında olmaktır. Hata yapmak, bu insan deneyimlerinden biridir, çünkü kaçınılmadır. Başarısız olup olmamak bir soru değildir, aslolan “ne zaman” başarısız olunacağıdır. Cevabı merak edilen tek gerçek soru deneyimden neler öğrenebileceğimizdir. 

Pekala, kendimize sormamız gereken bir soru daha olabilir: başarısızlığı kendimize mi saklamalıyız yoksa başkaları için bir derse mi çevirmeliyiz? Bu soru kulağa korkutucu gelebilir, ancak Eskreis-Winkler ve Fishbach’ın iddia ettiği gibi “hatalarda saklı olan bilgi kamunun yararınadır. Paylaşıldığında toplum adına yarar sağlar. 

Jeremy Adam Smith / Çeviren: Uzman Psikolog Lamia Kalender Ergül

ÖRNEK İNSAN OLMAK…

Eskilerin deyimi ile kamil yani olgun insan olabilmenin bir şekli de; davranışları ile örnek olan insan olabilmektir. Günümüz koşullarında davranışları ile örnek olan bir bakıma çevresinde bulunan insanların kendinden emin olduğu; güven veren, vicdanının sesini dinleyen, hoşgörülü, sabırlı ve merhametli insanlar artık mumla aranıyor dense yeridir. İnsan davranışları açısından değerlendirme yaptığımızda türlü türlü insan hallerinin varlığına tanık oluyoruz!..

Bazı insanlar vardır ki; yaşamdan zevk almazlar, olaylara bakışları kötümserdir, olumlu düşünme yetileri yok denecek azdır, çevrelerine de moral vermekten uzak bir tutum sergilerler

Bu gruba giren insanlar yarısına kadar dolu olan bardağın boş tarafına takıldıkları için, yaşadıkları olayların da olumsuz yanlarından etkilenir, olumlu yanlarından ders çıkarmazlar. İyimser insanlar için aynı benzetmeleri tabii ki yapamayız…

İyimser insan; olumlu düşünen, bardağın dolu tarafı ile ilgilenen kendini olumsuz etkileyen olaylardan da olumlu dersler çıkarmasını başarabilen insandır.

Elbette, yaşamın gerçekleri çoğu zaman acımasızdır! Bu gerçekler çoğu zaman insanları katı bir kimlik arayışına da yönlendirebilir. Ne var ki; yaşamları ve olgun davranışları örnek olan insanlar, gece karanlığında yeryüzüne ışık saçan yıldızlar gibidir! Bir bakıma içinde yaşadığımız ortamda insan olarak her birimizi etkiliyor… Eğitimden, sevgi dolu aile ortamından uzak, şiddet kültürünün etkisi altında kalarak yetişen çocuklarımızdan iyimser tabiatlı örnek bir model çıkmasını bekleyemeyiz.

Halbuki içinde yaşadığımız toplumun geleceği açısından örnek davranışlar sergileyen insanlara o kadar çok muhtacız ki…

Sağlıklı bir toplum yapısında; öğretmen öğrencisine, patron işçisine, anne ve babalar çocuklarına, milletin vekilleri temsilcisi oldukları seçmen kitlesine karşı örnek davranışlar sergileyebilmeli…

Gerçeğin böyle olmadığını hepimiz biliyoruz!..

Çocuklarımıza yönelik cinsel istismar, aile içi şiddet, iş yerlerinde kadınlara yönelik mobbing ve benzeri uygulamalar, Meclis çatısı altında vekillerin kavgası örnek olmaktan uzak davranış biçimleri arasında yer alıyor. Okul, aile ve iş yerleri insani değerlerin yaşandığı, örnek davranışların sergilendiği yerler olduğunda bunun topluma yansımaları da olumlu olacaktır.

Sokakta veya bir alışveriş merkezinde unutulan yüklü miktardaki parayı sahibine ulaştıran, denizde boğulmak üzere olan bir insanı canı pahasına kurtaran, kaza geçiren bir grup insanın yardımına koşan, canlı her varlığa yardım elini uzatan insanlar örnek davranış sergileyen insanlardır.

İnsanı yaşama bağlayan, yaşamın içinde gizlenmiş tuzaklardan koruyan, insanı yücelten ve geliştiren davranışlarda bulunanlar örnek insan olmayı hedeflemiş olan insanlardır. Çocuklarımıza yaşamı sevdirelim. Yaşama uzak durmanın değil, yaşama bağlı olmanın güzelliklerini anlatalım…

İnsanı ‘insan, yapan değerlerimizin kıymetini bilelim. Geçmişte bu değerlerimizi yaşatan kanaat önderlerimizin bugünün insanlarına da ders veren mesajlarına kulak verelim!

Örnek insan olmanın ‘iyi insan, olmaktan geçtiğini unutmayalım…

Kötümser olmanın sadece insanın kendine değil, çevresine de olumsuz etki bıraktığı gerçeğini de görmemezlikten gelmeyelim…

İdeal toplum, örnek insan olmayı amaç edinmiş iyi insanlardan oluşacak bir toplumdur.

Değerlerimizle barışık, güzel ahlak sahibi, sabırlı ve  ilkeli insanlar örnek davranışlarıyla geleceğimizi inşa eden insanlar olacaktır.

Atıf  ÖZGEN İDD Kurucu ve Yönetim Kurulu Üyesi

İNSANİ DEĞERLER

Anlaşılmak gibi bir derdimiz vardı. Ne zaman ki kendimizi anlatamadığımızı fark ettik. İşte o vakit susmalar dostumuz oldu.

Mizantropi kavramı insanlardan nefret etmek, insanları sevmemek ve onlara güvenmemek anlamına gelen bir durumdur. Bu kelimenin kökeni Fransızcadır. Türkçede insanlardan nefret eden kimse anlamına gelmektedir.

Mizantropi yaşayan kişi insanlara karşı negatif duygu ve davranışlara sahip olmasından ötürü etrafındakilerden uzak durur ve yalnız kalma isteği duyar. İnsanlarla iletişime girmemek için her türlü yolu dener. Negatif duygu ve düşüncelere sahip olduğundan dolayı mesafeli tutum sergiler ve asosyal birey haline gelir. Kalabalık ortamlara girmek istemez, adeta kaçarcasına uzaklaşır. İş yaşamında da sosyal olmayan, insanlarla az iletişim kurabilecekleri meslekleri tercih eder. Bu belirtilerin bir kısmı sadece mizantropi yaşayan kişilerde değil, psikolojik rahatsızlığı olan birçok bireyde görülebilir.

Mizantropi kavramı tek başına bir hastalık değildir. Bu nedenle, bazı kişilik bozuklukları mizantropik belirtiler gösterebilir ve tedavisinde kişilik bozukluklarıyla birlikte değerlendirme yapılır.

Özellikle çocukluk döneminde psikososyal ve psikoseksüel gelişim evrelerinde meydana gelen bazı psikolojik etkilerin kişi üzerinde bıraktığı bozukluklardan biri olarak ortaya çıkar. Tamamlanamayan ve problemli bir geçiş süreci yaşanan gelişim evrelerinde meydana gelen psikolojik etkiler, kişilik gelişiminde bazı problemlere yol açar. Çocukluk döneminde özellikle 0-6 yaş arasında yeterince ebeveyn sevgisi görememiş çocuklarda, yani aile sıcaklığını yeterince alamamış kişilerde bazı duygu gelişimi yüzeyde kalmıştır. Bunun sonucunda, yeterince giderilemeyen duygular ergenlik döneminden başlayarak yetişkinlik döneminde de süregelen birtakım psikolojik rahatsızlıklara yol açar. Kıskançlık, nefret ,empatiden yoksunluk, kimsenin duygularını umursamama ya da kendini üstün görme gibi belirtilerle ortaya çıkar. Mizantropi yaşayan kişiler depresyon, kaygı ,yalnızlık ve asosyal yaşam sorunları da yaşamaktadır. “İnsanları sevmiyorum çünkü hayvanları seviyorum”, ”Sadece hayvanları seviyorum, çünkü insanları sevmiyorum” gibi cümleler mizantropi yaşayan kişilerden sık duyulan cümlelerdir. Asıl sorunları insanlara güvenemedikleri için insanları sevememeleridir.

Mizantropiye Yol Açan Nedenler:

  • Travma: Özellikle çocukluk dönemi travmaları yetişkinlik döneminde bazı ruhsal hastalıklara yol açabiliyor. Duygusal gelişim açısından çocukluk çağı büyük önem taşır. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki çocukluk döneminde yaşanılan olumsuz deneyimlerin fazlalığı yaşamının ileriki yıllarındaki psikolojik problem riskini de beraberinde getirmektedir. Yaşanılan travma sonucunda kişi insanlardan uzak durmaya, onlara güvenmemeye ve insanlardan nefret etmeye yönelik negatif belirtiler gösterir.
  • Çocukluk Döneminde Değersizleştirilme: Değersizlik hissi yaşayan kişiler kendini beğenmeme ve suçlama eğilimindedirler. Aynı zamanda hayata karşı güvensizlik, negatif düşünceler, özgüven eksikliği, sevgisizlik ve yetersizlik duyguları yoğundur. Bu nedenle insanlardan uzak durma eğilimi, onları sevmemek, güvenmemek ve insanlara karşı negatif duygular gelişmektedir.
  • Çocukluk Döneminde Küçük Düşürülme: Çocukluk döneminde küçük düşürülmek bir çocuğun duygusal ve sosyal gelişiminde negatif etkilere yol açar. Özellikle sosyalleşmenin gerçekleşebilmesi için duygular en temel rolü üstlenir yani yaşama uyum sağlayabilmemizde bize rehber olur. Gelişim döneminde bu tip negatif duygular deneyimlemek bireyin yetişkinlikte asosyal bir yaşama sahip olmasına ya da insanlarla iletişim konusunda kendisini yetersiz hissetmesine yol açar. Mizantrop kişiler insanlardan uzak kalmayı tercih ederek asosyal bir yaşam biçimini benimser.
  • Yaşanılan Olumsuz Olaylar: İnsan psikososyal bir bütündür. İçinde yaşadığı toplumdan, çevresel faktörlerden ve toplumsal olaylardan bağımsız düşünülemez. Bu gibi olaylar dolaylı ya da dolaysız bir şekilde insan psikolojisini olumsuz etkiler.
  • Çocukluk Döneminde Yetersiz Duygu Kazanımı: 0-6 yaş döneminde duygu düzenleme becerisi gelişmeye başlar. Bu becerinin gelişmesinde anne ve babanın rolü büyüktür. Duygusal denge oluşturulabilmesi için herhangi bir uyaran karşısında verilen tepkilerin uygun bir şekilde kontrol edilmesi gerekir. Bebeklik döneminde çocuğun içindeki gerilimi düzenleyebilmesi yani duygu durumunu dengeleyebilmesi anne-baba ve çevre desteğiyle, ihtiyaçlarının giderilmesiyle oluşmaktadır. Çocuk kendini ifade etmeye başladığı dönemde yani dil gelişimi oluştuktan sonra duyguları hakkında konuşabilmesi, yerinde ifade edebilmesi konusunda cesaretlendirmek ve yargılamadan dinlemek çok önemlidir. Çocukluk döneminde duygu kazanımında ve duyguların ifade edilmesinde yeterince destek alamamış yetişkinler insanlara karşı negatif duygu ve tutum içerisinde olmaya eğilimlidir.

Psikolojik rahatsızlıkların birçoğunda mizantropi belirtileri görülür. Mizantropi bulguları tek başına bir hastalık değildir. Çocukluk döneminde yeterince sevgi alamamak, değersizleştirilmek, küçük düşürülmek, travmaya maruz kalmak ve yaşanılan olumsuz olaylar mizantropiye zemin hazırlar. Mizantropik belirtileri olan kişilerin psikolojik destek alması gerekir. İnsanlardan nefret etmesine neden olan yaşantılar psikoterapiyle ele alınarak beraberce anlamlandırılır, yeniden düzenlenir ve mizantropi sorunlarının çözümlenmesi sağlanır.

Psikolog Funda Buharalı.

  • Başkalarının kafasındaki siz imajınızdır. Sizin kafanızdaki siz ise gerçeğinizdir.
  • Başkalarının senin hakkında ne düşündükleri konusunda endişe duyduğun sürece, onlar senin sahibindir.
  • Başkasına harcanan her zaman hediyedir. Kime harcadığına dikkat et.
  • Bazı insanlar yağmuru hisseder, bazıları ise sadece ıslanır.
  • Belki de insan her şeyi içine atmaktan boğuluyor zamanla. – Stefan Zweig
  • Belki de kırılan kalbin en kötü tarafı insanın kendi kendini teselli etmek zorunda kalmasıdır.
  • Ben derdimi ne dostuma söylerim ne de düşmanıma. Zira dostum üzülür, düşmanım sevinir. Beni en iyi Rabbim bilir.
  • Dertsiz dua soğuktur. Dertliyken yapılan dua gönülden kopar.
  • Dışarıya yağmur, yüreğime hasret, fikrime sen… Ne yapıyorsunuz üçünüz burada…
  • Dışımızdaki dünya bizden daha hızlı değişiyorsa sonumuz yakın demektir.
  • Doğuştan sahip olduklarınızla yaşamayı öğrenmek bir süreç, bir katılım, yani yaşamınızın yoğrulmasıdır.
  • Düne tövbe, bugüne secde, yarına dua yakışır.
  • Dünya nüfusu arttıkça, insan sayısı azalıyor.
  • Düşman ne ölçüde sert olursa, sen o kadar memnun ol. Çünkü halis altın ayarını, taş üstünde gösterir.
  • Gençlik yaşlılığı beklemekte geçiyor, yaşlılık gençliğe hasretle. Kimsenin şimdi için zamanı kalmamış.
  • Gerçek aşk için plan yapılmaz. Gerçek aşk sizi tüm plansızlıklarınızla bulur.
  • Gittiğin yerde boşluk dolduran değil, gittiğin zaman boşluğu doldurulamayan ol.
  • Gördüğünüzde; size Allah’ı hatırlatan, konuştuğunda bilginizi artıran, ilmiyle de size ahreti hatırlatan, sizin için en hayırlı arkadaştır.
  • Edep’in ne kadar önemli olduğunu bilseydiniz, Allah’tan rızık yerine, edep talep ederdiniz.
  • Eğer bir insan sürekli seni üzüyorsa anla ki mutlu etmek istediği kişi sen değilsin.
  • Eğer doğruyu söylersen hiçbir şeyi hatırlamak zorunda değilsin.
  • Eğer vazgeçmek kolay olsaydı, gözden akan yaş bu kadar yakmazdı.
  • Eğlendiğin kişiyle arkadaş olmalısın, derdini açtığınla dost, yanında ağladığında sevdalı.
  • Eğriyi kendinde arayan, doğruyu kalbinde bulur.
  • En büyük emanet sahibi Allah’tır. Kim sevdiklerini Allah’a emanet ederse onları görmeden ölmezmiş. Allah’a emanet ol.
  • En büyük ve karlı yatırım, kendine yapılan yatırımdır.

Gençlik İnsan Hayatının En Zor Dönemidir

Psikiyatr Prof. Dr. Erol Göka ile ergenlik ve akabinde gelen gençlik döneminde karşılaşılan depresyon ve teşhisi epeyce zor olan maskeli depresyonu konuştuk… Bu konuda eğitimcilere, ailelere ve gençlere düşen görevleri mercek altına aldık.

Ergenlik ve uzantısı olan gençlik dediğimiz sürecin insanın hayat yolculuğundaki yeri nedir? Bu dönemlerde hayat ve kişilik nasıl şekillenir? “Gençlik çağı depresyonu” diye adlandırdığımız durum nedir?
Her zaman gençler vardı ama gençlik, insanın çocuklukla yetişkinlik arası uzun bir gelişim evresi olarak nispeten yeni bir dönem oldu. Gençlik, tarih boyunca çok kısa bir geçiş evresi, birkaç bahar süren bir delikanlılık dönemiyken, kısa bir buluğdan itibaren insanlar 15-16 yaş civarlarında yetişkin topluma kabul ediliyorlarken modernlikle birlikte, gençlik özerk bir toplumsal kategori haline geldi, on yılı aşkın bir süreyi kapsamaya başladı. Üstelik okuma ve meslek sahibi olma, ailesinden kopmanın zorlaşmasıyla birlikte bu süre daha da uzuyor. Yakın zamanlara kadar gençlik dönemini 13-23 yaşları arası olarak ele alırken bir süredir, 15-30 yaş arasındakilere “genç” diyoruz.

Sanılanın aksine gençlik, insanın en zor dönemi… Dersler, arkadaş çevresi, aile ortamı, haberler, velhasıl tüm dünya henüz bir kimliği bile olmayan, fiziki görünümü, boyu posu bile neredeyse her gün değişen genç insanın üzerine gelip duruyor. Herkes, ondan her alanda en iyi olmasını, tuttuğu her işi başarmasını istiyor. Genç insan böyle bir ortamda kimliğini şekillendirmek, nasıl bir insan olacağına karar vermek zorunda. Maalesef elinden gelen çok şey de yok. Ne doğacağı aileyi ne boyunu posunu ne yeteneklerini kendisi seçmiş ama tüm bunlardan sorumlu olmayı, onlarla iyi geçinmeyi öğrenmek, çoğu zaman çevresindeki yetişkinleri yatıştırmak zorunda…

Depresyon “ruhsal çökkünlük” ile seyreden bir ruhsal rahatsızlık. Her insan zaman zaman depresif olabilir ama depresyon hastalığından bahsedebilmemiz için uykusuzluk, iştahsızlık, keyifsizlik, mutsuzluk, kederlilik, suçlu hissetme, kolay ağlama gibi belirtilerin en az iki hafta sürmesi gerekiyor. Yoksa günlük hayatımız sırasındaki moral bozukluklarımız ya da canımızı sıkacak bir şey olduğunda ona verdiğimiz tepkiler hastalık demek değil. Gençler de depresyon hastalığına yakalanabilir. Gençlerin depresyonu genellikle çok tipik seyretmez; öfke patlamaları ve sinirlilik tabloya eşlik edebilir, depresyonu maskeleyebilir. Hastalık olarak depresyon ile genç olmak arasında hiçbir alaka yoktur ama gençlerin daha hüzünlü, sıkıntılı insanlar olmaları sanki böyle bir bağlantı varmış gibi bir görüntü ortaya çıkarır.

MASKELİ DEPRESYON

Gençlik çağı depresyonu ve yetişkinlerin yaşadıkları depresyon arasında ne gibi farklılıklar var? Çocuklarda ve ergenlerde sık görüldüğü söylenen “maskeli depresyon” dediğimiz kavramı açar mısınız? Belirtiler nasıl açığa çıkar? Ebeveynler hangi noktaları gözden kaçırmamalılar?

Gençlik depresyonu hem diğer depresyona benzer hem de ondan çok farklıdır. Kederli ve mutsuz olma, kendisine olan saygı ve güvende azalma, eskiden zevk aldığı şeylerden zevk alamama, keyifsizlik, uyku ve iştah sorunları tüm depresyonlarda ortaktır ama genç insanda bunları saptayabilmek çok zordur. Çünkü depresyonda olmasına rağmen bir maskeyle örtülü olduğundan genç insanın ruh hali gözden kaçabilir. Her şeyden önce depresyonda bile olsa genç insan yetişkinlere göre daha enerjik görülebilir, iletişim kurmakta zorluklar yaşanması nedeniyle depresif hali anlaşılmayabilir, içine kapanması kapris sanılabilir; dahası derslere, işine ve hobilere ilgisinin azalması, öfkeli ve gergin oluşu ahlaki problemmiş gibi algılanabilir. Ebeveyn ve öğretmenler, gençlerdeki keskin huy değişimlerine, arkadaş ilişkilerindeki ve derslerdeki sorunların artmasına, içe kapanmalara dikkat etmeli, öfke ve gerginlik hallerinde bunun bir depresyon maskesi olabileceğini mutlaka hesaba katmalıdırlar.


İletişim çağı olarak adlandırdığımız bu dönem her nasılsa insani ilişkilerin arasına set çekti… Hayatın dijitale kayması gençleri nasıl etkiliyor? Aileyle olan bağları ve iletişimlerine nasıl yansıyor?

Üzerine kocaman bir kitap yazılabilecek bir soru bu. “İnternet ve Psikolojimiz” kitabımın önemli bir bölümü, yaşadığımız zamanlarda gençlerin yetişkinlerden farklılıklarını anlatmaya çalışıyor. Gençler bir yanıyla bu yeni dünyanın ev sahipleri, biz yetişkinler ise konuklarıyız. Onlar içine doğdukları teknomedyatik dünyayı, sanallığı hiç garipsemeden yaşıyorlar. Biz ise hem dünyayı anlamıyoruz hem de gençlere kızmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Tamam, bunlar iyi yanlar ama gençler aynı zamanda günümüzün sorunlarını da en şiddetli biçimde yaşıyorlar. Bizden o kadar çok farklılaşıyorlar ki, uzmanlar onlara “app kuşağı”, “internet nesli” gibi adlar veriyorlar. Hayatı ellerindeki akıllı cihazlardan anlayabileceklerini sanıyorlar. Her şeyi cep telefonundaki uygulamadan bekleyen, hazır lopçu olmaya yatkınlar, sosyal medya uzun süreli ve derin düşünmelerini engelliyor. Akıllı cihazlara o kadar çok zaman ayırıyorlar ki, gerçek sosyal ilişkiyi ve iletişim kurallarını bilmiyorlar. Bu yüzden de ürkek ve çekingenler. Sanılanın aksine daha çok ailelerine yapışıyor, onlarsız bir şey yapamıyorlar. Ebeveyn de yeni dünyadan korkusu nedeniyle gençler üzerindeki denetimlerini artırmak istiyorlar, adeta helikopter gibi hep gencin etrafında dolanıyorlar. Özellikle genç erkekler okul ve hayat başarısı için uğraşmaktan, ideallerden vazgeçiyorlar.
Çalışmanın lüzumunu anlamakta zorlanıyorlar. Sosyal hayatları mutluluk üretemediğinden alkole ve madde bağımlılığına daha yatkın hale geliyorlar, internet oyunlarına bağımlı oluyorlar.

Ruh sağlığı uzmanları gençlik depresyonunda ve maskeli depresyonda nasıl bir tedavi uyguluyorlar?

Gençlik depresyonlarının belirtilerindeki farklılıklar, maalesef tedavi cevabında da kendisini gösteriyor. Antidepresan ilaç tedavisiyle yetişkinlerde sağladığımız başarıyı elde edemiyoruz. Tedavide daha çok psikoterapi ağırlıklı olarak yol alıyoruz. Genç depresif kişi ile görüşerek, onu anlamaya çalışarak, depresyonuna neden olduğunu düşündüğümüz sorunları birlikte ortaya koymaya ve çözmeye gayret ederek ilerliyoruz.

“GENÇLERE KARŞI ANLAYIŞLI VE SEVGİ DOLU OLMALIYIZ”

Aile kadar eğitimcilere de gençleri anlamak adına ne gibi görevler düşüyor?

Gençliğin insanlığın karşılaştığı yepyeni bir dönem olduğunu kavrayamazsak hiçbir soruna çözüm bulamayız bu bir. Bunu kavramışsak sıra gençleri anlamaya gelir. Gençlere hem bir yetişkin gibi davranmayı, saygı göstermeyi, onlardan dinlemeyi öğrenmeliyiz; hem de onların ne de olsa acemi ve sıkıntılı kimseler olduklarını bilip alabildiğince anlayışlı olmalıyız. Biz yetişkinler gençlere iyi davranıp sağlıklı örnekler olabilirsek, zaten mesele önemli ölçüde çözüme kavuşmuş demektir.
Aileler ve eğitimciler, genç insanın çevresindeki yetişkinler, biz hepimiz onlara karşı ne kadar anlayışlı ve sevgi dolu olursak ve gelişimleri için hoşgörülü bir ortam hazırlarsak, en büyük iyiliği yapmış oluruz. Çünkü böylece gençler yüksek enerjilerini bizimle kavga için değil, bizi örnek alarak daha verimli alanlarda kullanabilmek için fırsat bulacaklardır.

Gençler, bir kimlik sahibi olmak isteyen insanlardır ve bunun için öncelikle felsefi ve ahlaki olarak yetiştikleri, yaşadıkları dünyayı eleştirecekler, var olanı beğenmeyeceklerdir. Onlar, bizi eleştirirken kendi arayışlarının gereğini yerine getiriyorlar. Bunda alınacak bir durum yok. İşin ilginç yanı, gençler bizi ne kadar eleştirirlerse eleştirsinler, son tahlilde nasıl bir yolda yürüyeceklerine karar vermek için bizi örnek alacaklardır. Gençlerimizin verimli bir hayat sürmelerini sağlamak için ya onlara güzel örnekler olmalı, bunu yapamıyorsak açık yüreklilikle itiraf etmeli, örnek alabilecekleri güzel insanları göstermeliyiz.
Bu dünyada misafiriz, yetişkinler ve yaşlılar yolculuğun sonuna doğru ilerliyorlar. Elbette hepimiz ölecek yaştayız ama gençlerin önlerinde daha uzun yıllar olduğu da gerçek. Bizim bırakıp gideceğimiz hanelerin, yeryüzünün müstakbel ev sahipleri onlar… Gençler, bizim insan kardeşlerimiz, onlara diyecek hiçbir kötü sözümüz olamaz çünkü onlar, genetik, sosyal ve kültürel olarak tamamen bizim imalatımız. Onlara bakarak ne ektiğimizi görüyoruz.

Bir de hiç unutmayalım, Allah vergisi olarak, gençler daha güçlü, kuvvetli, daha zinde ve zekiler… O yüzden hepimiz genç olmak, genç kalmak için çırpınıp duruyoruz. Gençlerin tek eksiği tecrübe… Onu da deneye yanıla ve en çok da bizden öğrendiklerini tatbik ederek kazanacaklar. Çok değil kısa bir süre sonra onlar da yetişkin olacak, kendilerinden sonra gençlik dönemine girenlerden sızlanmaya başlayacaklar… Gençlerimize ne kadar güvenir, onların tecrübe kazanmaları için müsamaha gösterirsek, kendimizin ve onların enerjisini didişme yerine daha hayırlı işler için sağlamalarına yardımda bulunmuş olacağız. Gençlerimizle didiştiğimizde elimize bir şey geçmiyor üstelik onları bizden uzaklaştırmış, tecrübesizliğin, acemiliğin kollarına bırakmış oluyoruz.  

Araştırmalar gençler arasında madde kullanımının arttığını gösteriyor. Depresyon, madde kullanımı ve intihar arasında nasıl bir ilişki var?

Madde kullanımında bir artıştan söz edilebilir. Özellikle son yıllarda ergenler arasında yapılan araştırmalar, bu bulguları göstermekte. Örneğin 2012 yılında ülkemizde yapılan lise öğrencilerinin katıldığı bir çalışmada yaşam boyu madde kullanım oranı yüzde 10 olarak saptanmış olup yakın zamanda yurt dışında yapılan bir çalışmada gençler arasında madde kullanım sıklığının arttığı bulunmuştur. Anne babanın çocuğa yeterli özeni gösterememesi, aile içi çatışmalar, çocukların problemlerine yeterince ilgi gösterilmemesi, çocuğun anlaşılamaması gibi ailesel faktörlerle birlikte, arkadaş çevresinin etkisi, medyada madde kullanımıyla ilgili özendirici yayınların yapılması gibi çağın getirdiği bazı olumsuz şartlar, bu bağımlılığı teşvik edebilmekte. Madde kullanımına neden olan çeşitli sebepler olabilmektedir. Bu sebepler incelendiğinde kendini olumsuz olarak değerlendirme, olumsuz duygular hissetme, agresif davranışlar sergileme gibi bazı depresif belirtileri bağımlılığın nedenleri olarak görmekteyiz.

Hem depresyon hem madde kullanımı intihar için ayrı ayrı önemli risk faktörleri olmakla birlikte ikisi beraber olduğunda intihar için güçlü tetikleyicilerdir. Depresyon bireyde içe kapanma, tükenmişlik duygusu yaşatabileceği için madde kullanımına, aynı şekilde de intihara kapı açabilir. Özetle, depresyon, madde kullanımı ve intihar birbirlerinin hem sebebi hem sonucu olan bir kısır döngü olarak düşünülebilir.

“GENÇLER, VARLIĞIMIZIN MANEVİ SERMAYESİ, NESLİMİZİN MİRASIDIR”

Bir yandan da sorularımı sorarken bile ebeveyn ve eğitimcilerden bahsediyorum. Peki gençlere kendilerini depresyondan, kötü alışkanlıklardan kısaca onlara kendilerini kötü hissettirecek her tür durumdan korunmak için neler önerirsiniz?

Evet, aslında gençlerin kendisini kötü hissetmesi, olumsuz duygular, huzursuzluk gibi depresyon semptomları kişinin kendisiyle baş başa kaldığında daha yoğun olarak hissettiği durumlar olabiliyor. Sıradan olaylarla karşılaştıklarında bile bu durumları iç dünyalarında objektif değerlendiremedikleri için kolayca ümitsizliğe düşebiliyorlar.

Bu noktada gençlerin yardım arayışından kaçınmamaları gerektiğini, bazen gözlerinde büyüyen problemlerin paylaştıkça küçülüp çözümlenebilecek parçalara dönüşebileceğini bilmelerinde fayda var. Bazen de olumsuz duygular hissedecekleri durumlar karşısında; aynı durum sevdiği bir arkadaşının ya da bir yakınının başına geldiğinde ona neler önerilebileceğini düşünmeleri, kendilerine karşı öz şefkat duygularını fark etmelerinde kolaylaştırıcı bir yöntem olacaktır. Gençlerimizin ebeveynleri tarafından anlaşılmak gibi beklentilerinin de olduğunu bilmekte fayda var. Gençlerimiz, beklentilerinin, duygularının, birey olarak kimliklerinin anlaşılmasını bekleyen hayatımızın merkezindeki insanlardır. Onlar, bizim varlığımızın manevi sermayesi, varlığımızı geleceğe taşıyacak neslimizin mirasıdır…

Sağlıklı Yaşam / YEŞİLAY

  • Hayaller size gücünüzün olduğunu gösterir. – Helen Schucman
  • Hayat bazı şeyleri kafana vura vura. Bazı şeyleri de kalbini kıra kıra öğretir…
  • Hayata karşı ilk küskünlüğümüz, yanımızda sandığımız kişileri, karşımızda görmemizle başlar.
  • Hayatı gözyaşlarınla ödüllendireceğine; gülücüklerinle cezalandır.
  • Hayatın gerçek amacı bilgi değil eylemdir.

Hayal ve gerçek arasında İnsan

Zamanımızın çoğununu, gelecekteki kendimizi memnun ve mutlu edecek yarınlar inşa etmek için harcıyoruz. Anlık mutluluğumuzu, keyfimizi sağlayacak şeyler yerine, gelecekteki kendimizin refahı için sorumluluk alıyoruz. Aslında her ne zaman bir şey “istiyorsak” – bir promosyon, evlilik, araba, dondurma – onu elde ettiğimizde, bizim parmak izimize sahip o, bir saniye, bir dakika veya on yıl sonraki kişinin, bizden miras aldığı şeyden hoşlanacağını umarak davranıyoruz.

Oysa tıpkı onu mutlu edeceğini düşünerek geleceğini planladığımız çocuklarımız gibi, kendi zamansal neslimiz de oldukça nankördür. Olması için çok çabaladığımız şeyler gelecekteki kendimizi mutlu etmezken; olmaması için elimizden geleni yaptığımız, kaçındığımız şeyler de bir zaman sonra daha mantıklı, yapmadığımız için hayıflandığımız şeylere dönüşmektedir. Gelecekteki kendimiz onun için yaptıklarımızdaki iyi niyetimizi takdir edebilir, elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığımızı da. Fakat bu, bizim için “şimdi” en iyi olacağını düşündüğümüz şeyin, gelecekteki kendimiz için yeterince bile iyi olmadığı gerçeğini değiştirmiyor.

Fakat bu nasıl olabilmektedir. Gelecek yıl veya en azından bu öğleden sonra olacağımız kişinin zevklerini, beğenilerini, tercihlerini, ihtiyaçlarını ve arzularını bilmiyor muyuz? Gelecekteki kendimizin hayatını şekillendirirken onu iyi anlamıyor muyuz? O halde neden bizim olmazsa olmaz diye hayatımıza koyduğumuz şeyler, onlara üzücü, sıkıcı ve gereksiz görünüyor? Neden bizi düşündüklerinde (geçmişteki kendimiz) seçimlerimizi, kararlarımızı durmadan eleştiriyorlar? Bizim hakkımızda düşündüklerinde gurur ve takdir yerine, neden pişmanlık ve avuntu hissediyorlar? Biz onları ihmal etmiş, yadsımış olsak, hadi neyse, ama biz onları mutlu etmek için hayatımızın en iyi yıllarını verdik. Onlarda mı bir bozukluk var, yoksa biz de mi?

Optik illüzyonlar (Müler-Lyer çizgileri, Necker kübü v.s.) istisnasız herkesin yanlış yapmasına neden oldukları için değil, daha ziyade herkesin aynı yanlışı yapmasına neden oldukları için ilginçtirler. Optik illüzyonların algımızda yarattığı hatalar yasaları olan, düzenli ve sistematik hatalardır.

Kişisel geleceğimizi hayal etmeye çalışırken yaptığımız hatalar da yasaları olan, düzenli ve sistematik hatalardır. Optik illüzyonların nasıl görme yeteneğimizin gücünü ve sınırlarını hatırlatıyorsa, bu hatalar da öngörü yeteneğimizin gücünü ve sınırlılıklarını gösteren bir örüntüye sahiptir. Bu kitap, insan beyninin kendi geleceğini nasıl ve ne kadar iyi hayal edebildiği ve bu geleceklerden hangisinden onun daha çok hoşlanacağını nasıl ve ne kadar iyi öngörebildiğine dair bilimin söylediklerini tanımlamaya çalışmaktadır.

Zaman içinde ileriye bakma eylemi veya geleceği dikkate alma
İnsanoğlu geleceği hakkında düşünebilen tek hayvandır. Gelecek hakkında hiçbir hayvanın düşünmediği, düşünemediği, düşünemeyeceği biçimde düşünebiliyoruz ve bu basit, her yerde ve her zamanda olan, sıradan eylem insan oluşumuzun tanımlayıcı öğelerinden biri. İnsan beyninin, en karmaşık makinelerin bile yapamayacağı en olağanüstü başarısı, yapıtı bilinçli deneyimdir. Büyük Piramiti görmek, Golden Gate’i hatırlamak veya uzay gemisini hayal etmek, bunları inşa etmekten çok daha olağanüstü eylemlerdir. Ve bu üç eylemden birisi ise diğerlerinden çok daha harikuladedir. Görmek dünyayı olduğu gibi deneyimlemektir; hatırlamak onu olmuş olduğu gibi deneyimlemektir; hayal etmek ise dünyayı olmadığı, hiç olmamış olduğu, fakat olabileceği gibi deneyimlemektir. İnsan beyninin en büyük başarısı, gerçeklik dünyasında var olmayan şeyleri ve epizodları hayal edebilme becerisidir. Geleceği düşünmemizi olanaklı kılan da bu beceridir zaten.

Beyin iki yolla geleceği yapar: biri diğer hayvanlarla da paylaştığımız bir yöntemle, diğeri ise hiçbir hayvanın yapamadığı ama sadece insan beyninin yapabildiği bir yöntem. Bunlardan ilki en yakın olan, yerel ve kişisel bir gelecek hakkında tahminde bulunmaktır. Şimdiki ve geçmiş olaylardan edinilen bilgiyi kullanarak, olması en olası bir sonraki olayı tahmin edebilmektir. Fakat beyin bunu yaparken bilinçli bir düşünceye ihtiyaç duymaz. Tıpkı aritmetik bilgisi olmadığı halde, abaküs ile ikiye iki ekleyerek dördü bulabiliyorsa, benzer şekilde beyin de geçmişi şimdiye ekleyerek geleceği bulabilir, onlar hakkında düşünmeye hiç gerek olmaksızın. Bu tür tahminlerin bir diğer özelliği zamansal olarak çok uzun vadeli olmamalarıdır. Aslında beynin bu anlık, yerel ve kişisel gelecek hakkında tahminde (prediction) bulunduğunu söylemek yerine, bir tür sonralama (nexting) yaptığını söylemek daha doğru olabilir. Anlık, yerel ve kişisel gelecek hakkında beynin bu otomatik, sürekli, bilinçli olmayan tahmin becerisi çok şaşırtıcı ve elzem olmakla birlikte türümüzün ağaçlar arasından çıkıp giysilere bürünmesine neden olan becerisi bu değildir. İnsan olarak ürettiğimiz gelecek türü ki, bunu bir tek biz yapabiliyoruz, tamamen farklı bir tür gelecektir.

Frontal lobu hasar görmüş insanların davranışları gözlemlediğinde bu kişilerin sıradan durumlarda son derece normal davrandıkları – dökmeden çay içebildikleri, perdeler hakkında konuşabildikleri – gözlemlenmiştir. Ama öğleden sonra ne yapacakları ile ilgili konuşmaya gelince, bu onlar için imkânsız bir eylem haline gelmiştir. Prefrontal korteksteki hasar planlama becerisinin kaybına neden olmaktadır. Frontal lobun belli bölgelerindeki hasarlar insanların daha soğukkanlı olmasına neden olmakla birlikte, onları plan yapma becerisinden de mahrum bırakmaktadır. Endişe ve planlamayı kavramsal olarak birbirine bağlayan şey her ikisinin de geleceği düşünme ile yakından ilişkili olmasıdır.

Hasar görmesi durumunda, planlama ve endişenin özellikle etkileniyor olması, frontal lobun, modern yetişkin insanın kendini geleceğe yansıtırken kullandığı vasıta olduğuna işaret etmektedir. Onsuz şu an içine hapsolur, geleceği hayal edemez ve dolayısıyla da onun ne getireceği ile ilişkili kaygı duyamaz oluruz. Frontal lob, sağlıklı yetişkin insanı, zaman içine yayılan var oluşunu göz önünde bulundurma kapasitesiyle donatır.

İnsanlara geçmiş, şimdi ve gelecek ile ilgili ne kadar düşündükleri sorulduğunda, en çok gelecek hakkında düşündüklerini iddia etmişlerdir. Neden böyle olduğuna dair soruya en belirgin cevap, gelecek hakkında düşünmenin haz verici olabildiğidir. Aslında gelecek hakkında düşünmek o kadar keyif verici olabilir ki, bazen orada olmaktan ziyade, orada olmayı düşünmeyi tercih edebiliriz.

Mutlu gelecekler hayal etmek bizi mutlu edebilirken aynı zamanda sorun yaratan bazı sonuçları da olabilir. İyi olayları kötü olaylara nazaran daha çok düşünme eğiliminde olduğumuz için, gerçekte iyi olayların olma olasılığını olduğundan çok daha fazla değerlendirebiliriz. Bu, kendi geleceğimizle ilgili gerçekçi olmayan biçimde iyimser olmamıza neden olur. Hatta bizim iyimser inançlarımıza meydan okuyan olumsuz olaylar bile bizi daha az iyimser yapmak yerine daha çok iyimser yapabilmektedir.

Gelecek hakkındaki düşüncelerimiz sadece mutlu olayları hayal etmekten ibaret değildir elbette. Sıklıkla insanlar gelecek hakkında kaygılı düşüncelerinden dolayı yakınırlar. Olumsuz olayları ummak, öncelikle, onların etkisini azaltır. Olumsuz olayları hayal etmemizin bir diğer nedeni de korku, kaygı, endişe gibi duyguların yaşamlarımızda bir takım faydalı rolleri olmasıdır. Olumsuz yaşantıların olacağını düşünmek, bunların yaratacağı duygulardan kaçınmak için bizi motive eder.

Geleceği göz önünde bulundurmak haz verir ve acıdan kaçınmamızı sağlar. Ama bu, gelecekle ilgili bu kadar yoğun biçimde düşünüyor oluşumuzun en önemli nedeni değildir. Olması olası olan şeyleri bilmek isteriz ki, böylelikle onlarla ilgili bir şeyler yapabilelim. Bilgi güçtür. Burada ve şimdi olup, anın keyfini çıkarmak yerine, beynimizin geleceği bu kadar ısrarla canlandırmaya (simüle) çalışmasının en önemli nedeni beynimizin yaşantılamak üzere olduğumuz deneyimleri kontrol etmek istemesidir.

Neden gelecek deneyimlerimiz üzerinde kontrol sahibi olmak istediğimizin biri doğru biri yanlış olmak üzere iki cevabı vardır. Doğru olan yanıt, insanların kontrol sahibi olmayı tatmin edici bulmalarıdır. Etkin olmak, şeyleri değiştirmek, etkilemek, şeylerin olmasına neden olmak, insan beyninin doğal olarak karşılamaya çalıştığı temel ihtiyaçlarından biridir. Ve bebeklikten beri davranışlarımızın çoğu kontrol sahibi olma yönündeki eğilimimizin bir ifadesidir. İnsanoğlun dünyaya kontrol etme tutkusu ile birlikte gelmesi ve bu dünyadan yine bu tutkuyla ayrılıyor olması bir gerçektir. Araştırmalar bu giriş çıkış arasında herhangi bir yerde, insan şeyleri kontrol edebilme becerisini kaybettiğinde mutsuz, çaresiz, ümitsiz ve çökkün hale geldiğini göstermektedir.

Kontrol etme arzumuz o kadar güçlüdür ki, şeylerin kontrolümüzde olduğu hissi o kadar ödüllendiricidir ki, sıklıkla kontrol edilemez olanı da kontrol edebilecekmiş gibi davranırız. Aslında bu illüzyona bağışık olan tek insan grubu, pek çok durumda olayları ne dereceye kadar kontrol edebileceklerini doğru biçimde tahmin edebilen klinik depresyonda olan insanlardır. Bu durum araştırmacıların kontrol duygusunun, ister gerçek ister illüzyon olsun, ruh sağlığının kaynaklarından biri olduğu sonucuna varmalarına neden olmuştur.

Kişinin kendi teknesini akan zaman nehrinde kontrol edebilmesi, varacağı yer neresi olursa olsun, hazzın ve ruhsal sağlığın bir kaynağı olmakla birlikte; teknenin nereye varacağı bundan çok daha önemlidir. Kaptan olmak başlı başına çok keyifli olmakla birlikte, tekneyi yüzdürmenin amacı onunla bir yere varmaktır. Varacağımız yerin niteliği, vardığımızda nasıl hissedeceğimizi belirler. İnsanın yaygın geleceği hakkında düşünebilme becerisi en iyi hedefleri seçmemizi ve en kötülerinden kaçınmamızı sağlar. Teknemizin yönünü kontrol etmek isteriz ve istemeliyiz de çünkü bazı gelecekler diğerlerinden daha iyidir. Ve biz bu kadar uzak mesafeden de olsa, hangisinin daha iyi olduğunu seçebilmeliyiz. İşte baştaki soruya verdiğimiz cevaplardan yanlış olanı da budur. Teknemizi idare ederken nereye gitmemiz gerektiğini bildiğimizi düşünerek hareket ederiz, fakat bu boşunadır. Teknemiz istediğimiz yöne gitmeyeceği veya istediğimiz hedefe varamayacağı için değil, fakat gelecek bizim şimdi öngördüğümüzden köklü biçimde farklı olacağı için bu çaba boşunadır. Geleceği düşünerek, onu kontrol edebildiğimizi, buradan iyi olan hedefleri seçebildiğimizi zannederiz. Oysa gelecek bizim şimdi öngördüğümüzden köklü biçimde farklı görünmektedir. Nasıl görme yeteneğimizle ilgili illüzyonlar veya geçmişe yönelik illüzyonlar deneyimliyorsak, aynı biçimde öngörümüz ile ilgili illüzyonlar da deneyimliyoruz. Ve bütün bu illüzyon türleri insan psikolojisinin aynı temel ilkeleri ile açıklanabilmektedir.

Deneyimin onu yaşayan kişi dışındakiler için gözlemlenebilir olmadığı gerçeği
Mutluluk sözcüğü birbiriyle ilişkili üç şeyi ifade etmektedir: duygusal mutluluk, ahlaki mutluluk ve yargısal mutluluk. Duygusal mutluluk bir duygu, bir deneyim, öznel bir durumu ifade eden bir terimdir. Onu tanımlarken ya onun ortaya çıkmasına neden olan durum veya nesnelerden ya da ona benzer duygulardan bahsedebiliriz. Aslında bu öznel bir deneyimi tanımlamamız istendiğinde yapabileceğimiz tek şeydir. Duygusal mutluluk bir deneyim olduğu için ancak öncülleri veya diğer deneyimlerle ilişkisi bakımından yaklaşık olarak tanımlanabilmektedir. Her ne kadar duygusal mutluluğu tanımlamakta zorlansak da, onun gerçekliğinden ve öneminden kuşkumuz yoktur. İnsanlar mutlu olmak ister ve istedikleri diğer her şey bu amaca ulaşmak için istedikleri şeylerdir.

Mutlu olma arzusu hepimizde vardır. Ama bu arzunun ne ile karşılandığı önemli olduğu için kelimenin anlamına dair yoğun bir karmaşa söz konusudur. Böyle olduğu için mutluluk kelimesinin iyi bir duyguyu değil, ancak özel yollarla yaratılabilen çok özel bir iyi duyguyu tanımladığı düşünülebilir. İki bin yıldır filozoflar mutluluğu erdemle tanımlamaya çalışmışlardır, çünkü istememiz, peşinden koşmamız gereken mutluluğun bu olduğunu düşünmüşlerdir. Fakat erdemli yaşamanın mutlu olmaya neden olacağı için erdemi mutluluğun kendisi olarak tanımlamak neden ve sonucu aynı terimle ifade ederek kafa karıştırmaktan başka işe yaramaz. Mutluluk bir deneyimi tanımlamak için kullandığımız bir terimdir, yoksa ona yol açan eylemleri tanımladığımız bir kelime değil.

Mutluluk ile ilgili bir diğer sorunda insanların mutlu kelimesini şeylerin değerine dair inançlarını ifade etmek için de kullanıyor olmasıdır. Yani insanlar bazen mutluyum dediklerinde bunu yaşamakta oldukları öznel deneyimi ifade etmek için değil, o şeye dair duruşlarını ifade etmek için söylerler. Örneğin, eşinizin altı aylığına üst düzey bir göreve layık görülerek yurt dışına gideceğini öğrendiğimiz de, altı ay ayrı kalacağımız için son derece üzgün hissediyor olmamıza rağmen, “senin için mutluyum” dediğinizde ki gibi.

Mutluluk kelimesini ahlaki veya yargısal anlamı içinde değil de, sadece öznel bir deneyimi ifade eden anlamı için de kullandığımızı kabul etsek bile, iki öznel deneyimin birbirinden farklı veya aynı olduğunu nasıl belirleyebiliriz. Gerçek şu ki bilemeyiz. İki mutluluk deneyiminin birbirinde farklı olup olmadığını farklı insanlara sormak yerine aynı kişiye sormayı deneyelim. Fakat bu durumda bile kıyasladığımız iki öznel deneyimi aynı anda yaşayamıyoruz. Şu anki deneyimimizi, geçmişteki deneyimizin anısıyla karşılaştırıyoruz. Geçmişteki yaşantıları hatırlayışımız kusurlu olduğu, için yeni ve eski mutluluk deneyimlerimizi karşılaştırmak iki öznel deneyimin gerçekten farklı olup olmadığını anlamak için riskli bir yoldur.

Bütün mutluluk iddiaları kişinin belli bakış açısından yapılan iddialardır. Kişinin kendine özgü geçmiş deneyimleri şimdiki deneyimi değerlendirmesi için bir bağlam, bir lens, bir arka plan oluşturur.

Beyin karşılaştığı uyaranın ne olduğunu tanımlamadan önce ona uygun tepkiyi belirler. Yani karşılaştığım bu şey nedir sorusundan önce, şimdi ne yapmalıyım sorusunu cevaplar. Beyin nesneyle karşılaştığı anda birkaç ana unsuruna analiz eder, bu unsurların varlığına yokluğuna bağlı olarak çok hızlı ve basit bir karar verir: bu nesne hemen tepki vermemi gerektirecek kadar önemli mi?

Neden uyarılmışlık hali yaşadığımızı bilmeden, uyarılmış hissedebileceğimiz gerçeği kendi duygularımızı tanımlama becerimize dair önemli içerimlere sahiptir. Fizyolojik uyarılmışlık hali birden fazla şekilde yorumlanabilir ve uyarılmışlık halimizi yorumlayışımız ona neyin neden olduğunu düşünüyor oluşumuza bağlıdır.

Deneyim ve farkındalık sıklıkla birlikte bulunmalarına rağmen iki ayrı duruma işaret eder: birincisi bir iş içinde olmayı, onunla uğraşıyor olmayı ifade ederken, diğeri bu uğraşı içinde oluşun bilincinde olmayı ifade eder. Farkındalık kendi deneyimimizi deneyimlemek gibidir. Kör görüş tabir edilen duruma yol açan beyin hasarından muzdarip kişilerin görebilmelerine rağmen, gördüklerinin farkında olmama durumunu yaşarlar. Deneyimlerler, ama deneyimlediklerini bilmezler.

Deneyim ve farkındalık arasındaki benzer bir ayrışma duygular için de söz konusu olabilir. Duygusal durumları ifade eden kelimelerden yoksun olma durumu olarak adlandırılan alexithymia durumuna sahip kişilere ne hissettikleri sorulduğunda “hiçbir şey” veya “bilmiyorum” cevabı alınır. Alexitymikler duygularını tanımlayacak kelime haznesinden yoksun olmaktan ziyade kendi duygusal durumlarına dair içsel farkındalıktan yoksundurlar. Duyguları varmış gibidir, ama sanki onlardan haberdar değildirler. Örneğin duygusal olarak uyarıcı resimler gösterildiğinde verdikleri fizyolojik tepkiler normal insanların verdiğinden farklı değildir. Ama sözel olarak resimlerin uyandırdıkları hoşnutsuzluk duygusuna ayırt etmeleri istendiğinde, korkunç bir kaza resmini bir kedi yavrusu resminden ayırt edememektedirler. Tıpkı görsel deneyim ve farkındalığın ayrışabilmesi gibi duygusal deneyim ve farkındalık da birlikte olmayabilir. En azından bazı kişiler mutlu, üzgün, kızgın oldukları halde bazı zamanlar böyle hissettiklerini bilememektedirler.

Görüldüğü gibi bireyin mutluluğunun ölçülebilmesi ve bu ölçümün yeterince geçerli ve güvenilir olduğundan emin olmak oldukça zordur. Dolayısıyla öznel deneyimin bilimsel olarak incelenmesi çok zor görünmektedir. Fakat imkansız değildir. Bunun için öncelikle, öznel deneyimin doğası gereği, onu kusursuz biçimde ölçebilecek bir alet olamayacağını kabul edip, belli hatalara rağmen gerçeğe yaklaşmayı denemek gerekiyor. İkinci olarak, öznel deneyimin bütün diğer kusurlu ölçümleri içinde dürüst, dikkatli bireyin kendi bildirimlerinin en az kusurlu olan olduğunu kabul etmek gerekiyor. Üçüncü kabulümüz ise ölçümlerdeki kusuru azaltmak için mümkün olduğunca çok sayıda ölçüm yapmak gerektiğidir.

Şeylerin gerçekte de zihinde göründükleri gibi olduğuna dair inanç
“Eğer şöyle olsaydı nasıl hissederdin”i hayal etmek en önemli zihinsel eylemlerimizden biridir. Ve bunu her gün yaparız. Kiminle evleneceğimiz, nerede çalışacağımız, ne zaman emekli olacağımız hakkında kararlar veririz. Bu kararları sıklıkla, böyle değil de şöyle olması nasıl hissettirir sorusuna dair inançlarımıza dayandırırız. Hayatlarımız dilediğimiz veya planladığımız gibi olmayabilir ama eğer öyle olsalardı mutlu olacağımızdan, üzüntülerimizin biteceğinden kuşkumuz yoktur. Kendimizi ne zaman bir karar verme aşamasında bulsak alternatiflerin sağlayacağı gelecekleri hayal ederiz ve onları yaşarken kendimizi nasıl hissedeceğimizi düşünürüz. Hayal etme becerimiz, hayali hiçbir şeyden görüntüler, hayaller yaratmamıza yarayan güçlü bir alettir. Fakat bütün araçlar gibi kısıtlılıkları vardır. Geleceği görmemizi sağlayan hayal etme becerimizin eksikliklerini anlamak için geçmişi görmemizi sağlayan hafıza becerimizin ve şimdiyi görmemizi sağlayan algı yeteneğimizin eksikliklerini anlamak gerekiyor.

Deneyimlerimiz belleğe yüklenirken tümüyle değil belli başlı unsurlara indirgenerek depolanır. Ve ne zaman deneyimimizi hatırlamak istersek, belleğimiz çok çabuk biçimde elindeki ipuçlarıyla o anı yeniden dokur ve biz sanki o an tümüyle saklanmış gibi bir illüzyona kapılırız. Çalışmalar göstermektedir ki beynimiz geçmiş deneyimlerimizi hatırlamaz, onları yeniden dokur. Dolayısıyla da olaydan sonra edinilen bilgi olayın nasıl hatırlandığını değiştirir. Hatırlama eylemi gerçekte depolanmamış olan ayrıntıları tamamlamayı içerir. Tamamlama o kadar çabuk ve bilinçdışı gerçekleşen bir süreçtir ki, bunu ne zaman yaptığımızı bile bilmeyiz.

Geçmiş yaşantılarımıza dair hatırladıklarımızı kaplayan bu güçlü ve fark edilemeyen tamamlama özelliği şimdiyi algılayışımızı da etkiler. Görsel algı esnasında beyin kör noktaya düşen cisimleri göremez ama tamamlama özelliği sayesinde gerçekte görmediği şeyi gördüğü diğer şeyler bağlamında doldurur. Bu eksik olanı en iyi tahminle tamamlama özelliği sadece görsel algıya da özgü değildir üstelik. Algımız gerçeğin olduğu gibi bir kopyası değildir. Beynimiz duyu organlarından gelen uyarıyı işler. Algılar birer portre gibidir. Fotoğraf değildir. Çizilen şeyin gerçekliği kadar, çizen ressamın niteliğinden de etkilenir.

Örneğin, çocuklar nesneyi algılayış biçimlerinin, nesnenin gerçek özelliği olduğunu sanırlar. Dolayısıyla da herkes o nesneyi onun gördüğü gibi görmelidir. Dünyadaki şey ile zihindeki şeyin aynı olduğunu sanırlar. Tabii olgunlaştıkça gerçekçilikten, idealizme yaklaşırlar ve algının aslında tümüyle bakış açısına ilişkin olduğunu anlarlar. Fakat bu gerçekçilik olgunlaşmayla gitse de tümüyle terk etmez. Yetişkin olmalarına rağmen insanlar bazı durumlarda realist gibi davranmayı sürdürmektedir.

Bir şeyle ilgili öznel deneyimimizi öncelikle otomatik olarak gerçekliğin doğru bir temsili olarak kabul ediyoruz. Daha sonra eğer zaman, enerji ve yeteneğimiz varsa, bu varsayımımızı reddediyor ve gerçek dünyanın bizim algıladığımızdan farklı olabileceğini göz önüne alıyoruz. Realism bütün yaşamımız boyunca algılarımızdaki ilk basamaktır. Gördüğümüze inanıyoruz ve gerektiğinde ise ona inanmaktan vazgeçiyoruz. Beynimiz dış gerçekliğin kendi yapabileceği en iyi yorumunu sunar bize. Ve bu yorumlar sıklıkla o kadar iyidir, dünyanın gerçekte olduğu biçime o kadar benzemektedir ki, gördüğümüzün gerçek değil, bir yorum olduğunu fark etmeyiz. Beynimizin bu tamamlama hilesini göz ardı edip, belleğimiz ve algılarımızın geçerliliğini düşünmeden kabul ettiğimizde yaptığımız hatayı geleceğimizi hayal ederken de yapıyoruz.

Geleceği hayal ederken, zihin gözümüzün kör noktası gibi davranıyoruz ve bu eğilim de duygusal sonuçlarını tartmaya çalıştığımız gelecek olayları yanlış hayal etmemize neden oluyor. Sorun hayallerimize, düşünmeden, gerçeklerin doğru bir temsiliymiş gibi davranıyor olmamızda. Belli belirsiz akademik olarak, beynimizin tamamlama hilesini kullandığını fark ediyor olsak da, elimiz de olmadan geleceğin bizim hayal ettiğimiz biçimde tüm detaylarıyla gerçekleşeceğini umuyoruz. Aslında beynin dahil ettiği detaylar dışarıda bıraktıkları kadar sorun da yaratmıyor.

Geleceği hayal ettiğimizde hesaba katmadığımız, dışarıda bıraktıklarımız zannettiğimizden çok daha önemlidir. Olmayanlarla ilgili düşünme becerisinin yokluğu günlük yaşamda güçlü bir hata kaynağıdır. İki olgu arasında nedensel ilişki test edilirken, olası tüm koşullar ( A ve B varken; A var ama B yokken; A yok ama B varken ve hem A hem B yokken ki durumlar) dikkate alınır. Olgular arasındaki nedensel ilişkiye buna göre karar verilir. Ama gündelik yaşamda nedensel ilişkilere dair çıkarsama yaparken; olan olaylara dikkat edip, olmayan olayları gözden kaçırıyoruz.

Yokluk durumlarını düşünme konusundaki beceri eksikliğimiz hatalı yargılara varmamıza, kişisel kararlarımızda şaşırmamıza neden olabilmektedir. Yokluklara, olmayan şeyler karşı dikkatsizliğimiz geleceğimiz hakkında düşünüş biçimimizi de etkilemektedir. Elbette her şeyi hayal edemeyiz. Ama nasıl gelecek olaylarla ilgili hayal ettiğimiz her detaya gerçekleşecekmiş gibi davranıyorsak, hayal etmediğimiz detaylara da sanki gerçekleşmeyeceklermiş gibi davranıyoruz. Diğer bir deyişle hayalimizin gerçekliğin ne kadarının tamamladığını göz ardı ettiğimiz gibi, ne kadarını dışarıda bıraktığını da göz ardı ediyoruz.

Kendi dikkatimizin odağından kaçmak çok zordur, yani göz önüne almadığımız şeyi göz önüne alabilmek. Ve bu gelecek olaylara verebileceğimiz duygusal tepkileri sıklıkla yanlış tahmin etmemize neden olmaktadır.

Görsel olarak yakında olan nesneler, uzakta olan nesnelere göre nasıl daha ayrıntılı görünüyorsa, zamansal olarak daha yakın olaylar da daha ayrıntılı görünmektedir. Yakın gelecek daha ayrıntılandırılırken, uzak gelecek daha bulanık ve pürüzsüz görünür. Geçmiş veya gelecekte daha uzakta olan olaylar hakkında daha soyut biçimde düşünürüz, neden olduklarına sorgularız. Fakat yakın geçmiş veya gelecek için daha somut biçimde düşünürüz, nasıl olduklarını veya olacaklarını sorgulama eğilimindeyiz.

Zaman içinde görmek, uzay içinde görmeye benzer. Ama zamansal ve uzaysal ufuk arasıda şöyle bir fark vardır. Beyin uzaktaki cismi bulanık ve ayrıntısız algılarken, onun aslında uzakta olduğu için öyle göründüğünü bilir. Ama zamansal olarak uzak bir olayı hatırlar veya hayal ederken, beynimiz ayrıntıların zamansal uzaklık nedeniyle bulanıklaştığını gözden kaçırıp, sanki gerçekte bu kadar yalın ve belirsiz oldukları için öyle hatırladığı veya hayal ettiği sonucuna varmaktadır. Yakın geleceğin canlı detayları uzak gelecekten daha çok hissedilebilirdir, dolayısıyla yakın gelecekte olacak olayları hayal ettiğimizde uzaktakilere göre daha çok heyecan ve kaygı duyarız.

Şimdiki deneyimin kişinin geçmişe ve geleceğe bakışını etkileme eğilimi
Bilim adamları gelecekle ilgi tahminlerinde yanıldıklarında, hemen hemen her zaman, geleceğin çok fazlaca şimdiye benzeyeceğini düşündükleri için bu hataya düşmüşlerdir. Sıradan insanlar da bu konuda bilim adamlarına benzerler. İnsan beyninin geçmişi hatırlar, geleceği hayal ederken nasıl boşlukları doldurduğundan, tamamladığında bahsetmiştik. Beyin bu tamamlama işlemini yaparken, boşlukları bugün ile doldurur. İnsanlar geçmişlerinde de şimdi düşündükleri, yaptıkları veya söyledikleri gibi düşünmüş, yapmış ve söylemiş olduklarını hatırlayarak, yanlış hatırlamaktadır. Geçmişe dair anılarımızdaki boşlukları şimdinin malzemesiyle doldurma eğilimi özellikle duygularımızı hatırlamaya çalıştığımızda baskındır.

Eğer geçmiş delikleri olan bir duvarsa, gelecek de duvarı olmayan bir deliktir. Hafıza tamamlama hilesini kullanır. Ama hayal gücünün kendisi tamamlama hilesidir. Eğer şimdi, hatırladığımız geçmişimizi hafifçe renklendiriyorsa, hayal ettiğimiz geleceğimize çok daha yoğun biçimde nüfuz etmektedir.

Beynimiz dünyanın duyulabilir unsurlarını hayal etmek istediğinde kendi duyu alanlarına başvurur. Gerçekte karşımızda olmayan bir nesnenin nasıl olduğunu bilmek istediğimizde belleğimizden o nesne ile ilgili bilgiyi görsel kortekse yollar ve zihinsel bir görüntü deneyimleriz. Gerçek olaylara duygusal tepkiler vermemize neden olan beyin bölgelerimiz hayali olaylara da duygusal tepkiler vermektedir. Olayları hayalimizde canlandırır ve bu canlandırmaya verdiğimiz duygusal tepkiyi kaydederiz. Hayal gücü nesneleri önceden görmemizi sağladığı gibi, olayları da önceden hissetmemizi sağlar. Ön duygulanım mantıksal düşünmeye kıyasla gelecek duygularımızı daha iyi tahmin etmemize imkân verir. Aslında insanlar şimdiki zamanda duygularını hissetmekten alıkonulduğunda, gelecekte nasıl hissedeceklerini geçici olarak tahmin edemez hale gelirler.

Fakat ön duygulanımın da sınırları vardır. Bir şeyi hayal ederken hissettiklerimiz her zaman onları gerçekten görür, duyar, giyer vs iken nasıl hissedeceğimizi gösteren iyi bir rehber değildir.

Beyin gerçeği algılamayı birincil ve en önemli görevi olarak görmektedir. Örneğin, görsel dikkatimizi çeken gerçek bir nesne varken bir başka nesneyi hayal edemeyiz. Gerçeğin önceliği vardır. Gelecek olaylar, beynimizin duygusal alanlarına ihtiyaç duyduğunda ve hali hazırda o alanlar şimdiki zamanın olayları tarafından kullanılıyorsa, beynimiz hayal edilen olaya dair duygusal bir tepki veremeyecektir. Aynı anda iki şeyi göremez veya hissedemeyiz. Hayal gücünün istekleri gerçek karşısında her zaman reddedilir. Hem duyusal hem de duygusal sistemler bu politikayı uygular. Duyusal sistemin hayal gücünün talebini reddettiğini fark edebilirken, aynı şeyi duygusal sistem yaptığında bunu fark edemeyebiliyoruz.

Dünyadan aldığımız bilgi akışının yarattığı duygusal deneyim duygulanımı oluştururken, belleğimizden kaynaklanan bilgi akışının yarattığı duygusal deneyime ön duygulanım denmektedir. Ve bu ikisi çok sıklıkla birbirine karışır. Şimdiki zamanda, yaşanmakta olan an içinde kötü hissetmekle meşgulsek, hayali bir gelecek için iyi hissetmek mümkün değildir. Bunun gerçeklik ilkesinin kaçınılmaz sonucu olduğunu fark etmek yerine, düşünmekte olduğumuz gelecek olayın hissetmekte olduğumuz mutsuzluğun kaynağı olduğunu sanırız. Geleceği hayal edip, sonra onun bize nasıl hissettirdiğini dikkate almamız çok doğal. Fakat beynimiz hali hazırdaki olaylara tepki vermeyi öncelediği için, yanlış biçimde yarını da şimdi hissettiğimiz gibi hissediyoruz.

Hayal gücü nadiren şimdinin sınırlarını aşabilir. Bunun nedenlerinden biri kullanmak zorunda olduğu donanımı algıdan ödünç almak zorunda olmasıdır. Bu iki sürecin aynı platformda işlemek zorunda oluşu, bazen hangisinin işlemekte olduğunu karıştırmamıza neden olmaktadır. Geleceği hayal ederken hissettiklerimizin, o geleceğe vardığımızda hissedeceklerimiz olduğunu farz ediyoruz. Fakat aslında geleceği hayal ederken hissettiğimiz, sıklıkla şu anda olanlara verdiğimiz bir tepkidir.

Zaman bir nesne değil, soyutlamadır. Dolayısıyla, olduğu gibi hayal edilmesi mümkün değildir. Fakat duygusal geleceğimizi öngörmek; zaman içinde, zaman hakkında, zaman boyunca düşünmemizi gerektirir. Fakat eğer zaman gibi soyut bir kavramın zihinsel görüntüsünü yaratamıyorsak, onun hakkında nasıl düşünür ve tartışırız? İnsanlar soyut bir şeyle ilgili olarak düşünmek zorunda kaldıklarında, o soyut şeye benzettikleri somut bir şeyi hayal ederler ve onun hakkında düşünürler. Çoğumuz için uzay zamana benzeyen somut şeydir. Ve zamanı uzaysal bir boyut olarak tahayyül ederiz. Geçmiş arkamızda, gelecek önümüzdedir. Metaforla düşünmek zayıflığımızı güçlü yanımızla dengelememize olanak sağlayan akıllıca bir teknik: görselleştirebildiğimiz şeyleri görselleştiremediklerimiz hakkında düşünmek, konuşmak, karar vermek için kullanabiliriz.

Diğer yandan metafor çok aydınlatıcı olmakla birlikte yanlış da yönlendirebilir. Ve zamanı uzaysal bir boyut olarak tahayyül etmek bu ikisine de yol açmaktadır.

Keyif verici şeyler en büyük hazzı ilk deneyimlendiklerinde verirler ve bu verdikleri haz tekrarla birlikte azalır. Bu alışmadır. İnsanoğlu bu eğilimi yenmesine yardımcı olan iki araca sahiptir: çeşitlilik ve zaman. Alışmayı yenmenin bir yolu kişinin deneyimlerini çeşitlendirmesidir. Alışmayı alt etmenin bir diğer yolu ise deneyimlerin tekrarları arasındaki zamanı artırmaktır. Zaman ve çeşitlilik alışmayı alt eden iki yoldur ve ikisinden birisine sahipseniz, diğerine ihtiyaç yoktur. Hatta eğer tekrarlar arasındaki süre yeterince uzunsa çeşitlilik sadece gereksiz olmakla kalmayıp hatta kayba neden olabilmektedir. Fakat zamanı uzay metaforu ile algıladığımızda, bir şeyin zamansal aralıklarla tekrarlandığında vereceği hazzı tasavvur ederken bunu uzaysal bir tasarımla düşünüyoruz. Ve çeşitliliğin daha çok hazza neden olacağını farz ederek kararlar alıyoruz. Oysa zamansal olarak takip eden deneyimler arasındaki zaman alışmayı alt edecek kadar uzundur ve bu durumda çeşitlilik maksimum hazzı düşürebilmektedir.

Zamanı tahayyül etmek çok zor olduğu için zaman zaman onu uzaysal bir boyut olarak düşünüyoruz. Ve hatta bazen hiç tahayyül etmiyoruz. Zihinsel bir görüntüyü inceleyebilir, kimin neyi nerede yaptığını görebilir, fakat ne zaman yaptıklarını göremeyiz; zihinsel görüntüler zamansal değildir. O halde gelecekte olacak şeylerle ilgili nasıl hissedeceğimize nasıl karar vereceğiz? O olaylar şimdi olsaydı nasıl hissedeceğimizi hayal ederiz ve sonrasında şimdi ve sonranın aynı şey olmadığı gerçeğini göz önüne alarak ayarlamalar yaparız. Bu tarz yargılama yöntemindeki sorun başlangıç noktalarının varacağımız nokta üzerinde çok derin etkilerinin olmasıdır. Başlangıç noktaları önemlidir, çünkü sıklıkla başladığımıza yakın bir yerde dururuz. İnsanlar gelecekteki duygularını öngörmek için, gelecekteki olayı sanki şimdi oluyormuş gibi tahayyül edip, sonra duygulanımını olayın zamandaki gerçek yerine göre düzeltirken de aynı hataya düşmektedir. Genellikle gelecek duygularımızı tahmin etmeye çalışırken başlangıç noktası olarak şimdiki duygularımızı kullandığımız için, geleceğimizin gerçekten o zaman hissettireceğinden çok, şimdiki gibi hissettireceğini zannediyoruz.

İnsan beyni uyarımın mutlak büyüklüğüne değil, farklılık ve değişimlere karşı aşırı derecede duyarlıdır. Mutlak değil de görece büyüklüklere karşı duyarlılığımız fiziksel özellikler için olduğu gibi öznel özellikler içinde geçerlidir. Karşılaştırma yaparken, geçmişi hatırlamak, olası olanları düşünmekten daha kolay olduğu için karar verirken yanılmaktayız. Diğer yandan geçmiş yerine olası olanlarla karşılaştırma yaptığımızda da yanılmaktayız.

Değer bir şeyin başka bir şeyle kıyaslanmasıyla ortaya çıkar; herhangi bir durumda yapabileceğimiz bir den fazla karşılaştırma biçimi vardır ve bir biçimde karşılaştırma yaptığımızda bir şeye biçtiğimiz değer, farklı bir tür karşılaştırma yaptığımızda değişir. Karşılaştırma yapmakla ilgili bu gerçeklerin gelecek duygularımızı tahayyül etme becerimize dair içerimi şudur: gelecekte bir şeyin bizi nasıl hissettireceğini öngörmek istediğimizde; şimdi yapmakta olduğumuz karşılaştırmayı değil, gelecekte yapacağımız kıyaslamanın biçimini göz önüne almalıyız. Fakat çoğu zaman düşünmeden, en kolayı tercih ederek karşılaştırma yaptığımız için şimdi yaptığımız karşılaştırmaların gelecekte yapacaklarımız olmayabileceğini dikkate bile almıyoruz.

Yaptığımız karşılaştırmalar duygularımız üzerinde derin etkilere sahiptir. Dolayısıyla şimdi yaptığımız karşılaştırmaların yarın yapacaklarımız olmadığını fark edemediğimizde gelecekte nasıl farklı hissedeceğimizi değerlendiremiyoruz. Gelecekte olacağımız kendimizin dünyayı şimdi gördüğümüz gibi görmeyeceğini fark edemiyoruz.

Bir şeyin akla uygun olmasına veya görünmesine neden olma eylemi
İnsan beyni belirsizliği kullanır. Çoğu uyaran belirsizdir, yani birden fazla anlama gelebilir. Bağlam, sıklık ve yakınlık belirsiz bir uyaranla karşılaştığımızda ona hangi anlamı vereceğimizi belirleyen etkenlerden üçüdür. Fakat bunlar kadar önemli bir başka etken de tercihtir. Beynimiz bir uyaranı birden fazla şekilde yorumlama özgürlüğüne sahip olduğunda, onu istediği gibi yorumlama eğilimi göstermektedir. Yani tercihlerimiz uyaranları nasıl yorumladığımızı, bağlam, sıklık ve yakınlık nasıl etkiliyorsa öyle etkilemektedir.

Başımıza gelen deneyimler pek çok farklı anlama gelecek şekilde muğlâktır. Bir deneyime olumlu bir anlam atfetmek insanoğlunun oldukça başarılı olduğu bir iştir. Buna rağmen başımıza gelen her şeye şükreder bir mutluluk içinde dolaşmayız ortalıkta. Dünya böyledir, biz şöyle olmasını isteriz; ama dünyayı deneyimleme biçimimiz de- onu görüş, hatırlayış ve hayal ediş biçimimiz- katı gerçeklik ile rahatlatıcı illüzyonların bir karışımıdır. Dünyayı olduğu gibi algılasaydık yatağımızdan çıkamayacak kadar çökkün olurduk; diğer yandan onu olmasını istediğimiz gibi algılasaydık da yine hiçbir şey yapamayacak kadar aldanmış olurduk. Gerçeksiz de illüzyonsuz da yapamayız. Her birinin belli bir amacı vardır; her biri diğerinin etkisini sınırlayarak dünyayı bu ikisinin bir uzlaşısı olarak deneyimlememizi sağlar.

İnsanların psikolojik bir bağışıklık mekanizmaları vardır. Ve sağlıklı bir psikolojik bağışıklık sistemi, içinde bulunduğumuz durumla baş etmemize olanak verecek kadar iyi hissetmemizi ve onunla ilgili bir şey yapmamıza sevk edecek kadar da kötü hissetmemizi sağlayan bir denge bulmalıdır.

Deneyimlerimizi, gerçek ve illüzyon arasındaki dengeyi muhafaza ederek, olumlu biçimde görmeye çalışırız. Fakat deneyimlerimizle ilgili bu görüşleri inandırıcılıkları oranında benimseriz.

Görüşlerimizi dileklere, isteklere, hayallere değil; gözlenebilir gerçeklere dayandığında inandırıcı buluruz. Beynimiz gözün gördüğüne inanır, gözün reddettiğine inanmaz. O halde bir şeye inanacaksak bunun gerçeklerle desteklenmesi, en azından çelişmemesi gerekmektedir.

Fakat gerçekleri toplama, yorumlama ve analiz etmenin çok farklı yolları vardır. Ve bu farklı yollar aynı gerçeklerden farklı sonuçlar çıkarılmasına neden olur. Kendimiz ve deneyimlerimizle ilgili gerçekleri toplama ve analiz etmemiz söz konusu olduğunda istediğimiz sonuçları verecek yöntemleri kullanırız. Beyin ve göz arasında, beynin gözün gördüğüne inanmayı kabul ettiği, fakat buna karşılık gözün de beynin istediğini görmeyi kabul ettiği sözleşmeye dayalı bir ilişki vardır.

Gerçekler bizim onlardan çıkarmayı tercih ettiğimiz sonuçlara meydan okuduklarında onları ince eleyip sık dokur, onları daha ayrıntılı analizlere tabi tutarız. Benimsediğimiz sonuca inanmak için destekleyici tek bir gerçek kafi iken, aksi durumda pek çok gerçeğin varlığına ihtiyaç duyarız. Kendimizle ilgili inanmak istediğimiz ve inanmak istemediğimiz şeyler için de böyle davranırız. Hoşlandığımız sonuçlara inanmamız gerçeklerin izin verip vermediğini sorarken, hoşlanmadıklarımıza inanmamız için gerçeklerin bizi zorlayıp zorlamadığına bakarız. Pek tabii, hoşlanmadığımız sonuçlar inanılmak için çok daha zorlu bir ispat sürecinden geçmek zorundadırlar.

Gerçeği çarpıtılmış olarak görmek ancak deneyimlerin muğlaklığı sayesinde mümkün olabilmektedir: yani deneyimler, bazıları diğerlerinden daha olumlu olan, çok sayıda farklı ve inandırıcı bakış açısıyla görülebilir.

Gerçekleri yoğururken bunu neden yaptığımızı bilmeyiz. Çünkü olumlu görüşleri kasıtlı yaratmak inandırıcılıklarını yok eder. Olumlu görüşlerin inandırıcı olabilmesi, onların dürüstçe karşılaştığımız gerçeklere dayandırılabiliyor olmasına bağlıdır. Bunu, gerçekleri bilinçdışında pişirip, bilinçli olarak tüketmemiz sayesinde başarabiliyoruz. Bu yöntem işe yarıyor, ama kendimize yabancı olmak pahasına.

Gelecekteki bir olaya bakışımızın, o olay olup bittikten sonraki bakışımızla aynı olacağını zannediyoruz. Aslında görüşlerimizin değişecek olduğunu düşünmüyoruz, çünkü normal olarak onları değiştiren süreçlerin farkında değiliz. Bu gerçek, kişinin duygusal geleceğini öngörmesini zorlaştırabilir.

Psikolojik bağışıklık sistemimizden haberdar olmamak, beynimizin, gelecekteki olayları oldukları anda değerlendireceği koşulları yanlış öngörmemize neden olmaktadır. İnsanlar neden yapmadıklarından, yaptıklarına nazaran daha çok pişman olurlar? Çünkü psikolojik bağışıklık sistemi eylemsizlikler için olumlu ve inandırıcı görüşler üretme konusunda, eylemler için olduğundan çok daha fazla zorlanmaktadır.

Psikolojik bağışıklık sistemi, her savunma sisteminde olduğu gibi, uyaranlara belli bir kritik eşik geçildiği andan itibaren tepki verir. Deneyimler bizi yeterince mutsuz ettiğinde psikolojik bağışıklık sistemi gerçekleri suçu kendimizden uzaklaştıracak şekilde yeniden yorumlayıp, deneyimimizle ilgili bize daha olumlu bir görüş sunar. Fakat bunu, kendimizi olumsuz duygular içinde hissettiğimiz her deneyim için yapmaz. Bu gerçeğin paradoksal sonucu, kötü bir deneyim için olumlu bir görüş üretmenin, çok kotu bir deneyime nazaran bazen çok daha zor olmasıdır. Yoğun olumsuz duygular onu hafifletecek mekanizmaları harekete geçirirken, ortalama olumsuz duygular geçirememektedir. Ve bu gerçek, duygusal geleceğimizi öngörmemizi zorlaştırmaktadır. İnsanlar savunmalarının daha hafif düzeydeki acılarla değil, daha yoğun acılarla harekete geçtiği gerçeğinin farkında olmadığı için, farklı düzeylerdeki olumsuz yaşantılara verecekleri kendi duygusal tepkilerini yanlış öngörmektedir.

Yaşadığımız deneyim, yaşamak istediğimiz değilse vereceğimiz ilk tepki onu bırakıp yenisini almaktır. Ne zaman deneyimimizi değiştiremiyorsak o zaman deneyimimize bakışımızı değiştirmek için yollar ararız. Kaçınılmaz ve değiştirilemez koşullar psikolojik bağışıklık sistemini harekete geçirir. Fakat insanlar bunun olacağını, acının yoğunluğunda olduğu gibi, fark etmezler. Kaçınılmaz koşullar psikolojik savunmaları harekete geçirerek, o koşullara dair olumlu görüşler geliştirmemizi sağlar. Fakat kaçınılmazlığın psikolojik bağışıklık sistemlerini harekete geçireceğini ummayız ve bu ciddi hatalar yapmamıza neden olabilir.

Hazlarımızı maksimize etmek ve acılarımızı minimize etmek için, deneyimlerimizi onları üreten koşullarla ilişkilendirebilmeliyiz. Fakat aynı zamanda bu koşulların, bu deneyimleri nasıl ve neden ürettiklerini de açıklayabilmeliyiz. Açıklamalar deneyimlerimizden tümüyle faydalanmamızı sağlar. Fakat aynı zamanda bu deneyimlerin doğasını da değiştirir. Örneğin deneyimler olumsuz olduğunda onları kendimizi iyi hissettirecek şekilde açıklamaya çalışırız. Açıklamalar, olumsuz olayların etkisini yatıştırırken, aynı şeyi olumlu olaylar söz konusu olduğunda da yapar. Açıklanamayan olaylar duygusal etkilerini artıran ve yaygınlaştıran iki niteliğe sahiptir. İlk olarak, nadir ve sıra dışı oluşlarıyla etkilerler bizi. Açıklanamayan olaylar nadir görülür ve nadir olaylar doğal olarak daha büyük bir duygusal etkiye sahiptir. Açıklamalar ise bir olayın nasıl ve neden olduğunu anlamamıza, dolayısıyla nasıl ve neden bir daha olabileceğini görmemize izin verir. Açıklanamayan olayların oransız biçimde daha çok duygusal etkiye sahip olmasını bir diğer nedeni, özellikle onları durmadan düşünmeye devam etmemizdir. Bir olayı açıklayabildiğimizde onu katlar ve belleğimizin bir köşesine koyarız ve diğerine geçeriz. Fakat bir olay açıklanamıyorsa, durmadan zihnimizi meşgul edecektir. Açıklamalar olayların duygusal etkilerini azaltır, çünkü onları daha olası hale getirip, onlarla ilgili düşünmeyi bırakmamıza neden olur. Belirsizlik mutluluğumuzu muhafaza edip uzatabilir. Dolayısıyla insanların belirsizliği tercih edeceğini düşünebiliriz. Fakat genelde tam tersi söz konusudur. Her şeyi açıklama arzumuz, mutluluğumuzu azaltabilmektedir.

Düzetilebilir, yeniden şekillendirilebilir veya geliştirilebilir olabilme
Uygulama ve koçluk hemen hemen bildiğimiz her şeyi sayesinde öğrendiğimiz iki araçtır. Hangi beceri olursa olsun bunun edinilmesi her zaman için doğrudan deneyim ve/veya doğrudan deneyime sahip kişileri dinlemenin bir ürünüdür. Bizi mutlu eden veya etmeyen şeylerle doğrudan deneyimimiz vardır. Ve etrafımızda biz mutlu edecek veya etmeyecek şeylerden bahsedecek pek çok insan vardır. Bütün bu uygulama ve koçluğa rağmen mutluluk arayışımız sıklıkla hüsrana uğramaktadır. Hoşnutluk ve gururla hatırladığımız deneyimleri tekrarlamaya çalışırız, diğer yandan sıkıntı ve utançla hatırladıklarımız tekrarlamaktan kaçınmaya çalışırız. Sorun bunları sıklıkla doğru biçimde hatırlayamamamızdır.

Doğal olarak, fakat yanlış biçimde, zihnimize hemen gelen şeylerin, sıklıkla karşılaştığımız şeyler olduğunu zannederiz. Bir deneyimin sıklığı onu hatırlamamızı kolaylaştıran tek belirleyici değildir. Aslında nadir veya sıra dışı deneyimler en kolay hatırlanabilenler arasındadır. En az olası deneyimin sıklıkla, en olası hatıra olması gelecek deneyimlerimizi öngörme becerimizi baltalamaktadır. Çünkü bu anıların neden çabucak zihne geldiğini fark etmiyor oluşumuz nedeniyle, yanlış biçimde, onların gerçekte olduğundan daha yaygın olduğu sonucuna varıyoruz. Sıra dışı olayları hatırlama ve onlara başvurma eğilimi, hatalarımızı bu kadar sıklıkla tekrar ediyor oluşumuzun nedenlerinden biridir.

Zihnimiz herhangi bir şeyin sonundaki unsurları, baştaki veya ortadakilere nazaran daha iyi hatırlama eğilimindedir. Bir deneyimin hazzını, son kısmına bakarak yargılıyor oluşumuz gerçeği ilginç karalar almamıza neden olabilmektedir. Bir deneyimin toplam hazzı, onu oluşturan anların nitelik ve niceliğine bağlıdır. Bir deneyimin nasıl sonlandığı ondan aldığımız toplam hazdan daha önemlidir. Fakat sadece bunun hakkında düşünmeye başlayana kadar.

Beyin, geçmiş olaylar hakkında tahminde bulunurken gerçekleri ve kuramları kullanır. Aynı şekilde geçmiş olayları tahmin ederken de gerçekleri ve kuramları kullanır. Fakat duygular geriye olaylarda olduğu gibi somut gerçekler bırakmadığı için, bir zamanlar nasıl hissettiğimize dair anıları inşa ederken, beyinlerimiz kuramlara daha çok dayanmaktadır. Ve bu kuramlar yanlış olduğunda, kendi duygularımızı yanlış hatırlarız. Hissetmiş olmalıyız diye inandığımız şekilde hissettiğimizi hatırlarız. Bu tür geriye bakış hatası ile ilgili sorun, bunun bizi ileriye bakışımızla ilgili hatalarımızı keşfetmekten alıkoyabilmesidir. İleriye ve geriye bakışlar, her ikisi de gerçek deneyimimizi tanımlayamıyor olmaları gerçeğine rağmen kusursuz bir birliktelik içinde olabilirler. Bir olay sonucunda mutlu olabileceğimizi öngörmemize yol açan kuramlar, aynı zamanda geçmişte de öyle olduğumuzu hatırlamamıza yol açar. Böylelikle kendi yanlışlıklarının delilini ortadan kaldırmış olurlar. Bu öngörülerimizin hatalı olduğunu keşfetmemizi çok zorlaştırır. Gerçekte nasıl hissettiğimizi doğru biçimde hatırlayamamamız, deneyimlerimizden faydalanamamamızın nedenlerinden biridir.

Sosyal ve linguistik bir hayvan olmamızın yararlarından biri de her şeyi kendimiz keşfetmek zorunda olmadan, diğerlerinin deneyimlerinden faydalanabiliyor oluşumuzdur. Deneyimlerimiz hakkında birbirimizle iletişim kuruyor olduğumuz gerçeği, bahsettiğimiz sorunların üstesinden gelmemize olanak sağlamalıdır. Her ne zaman birine bir şey anlatsak, onların dünyaya bakış biçimini daha çok kendimizinkine benzeyecek şekilde değiştirmeye çalışırız. Eğer belli bir inanç, kendi aktarımını kolaylaştıracak bir özelliğe sahip ise, o inanç gittikçe daha artan sayıda kişi tarafından kabul edilme eğilimindedir. Bu biçimde, inançların aktarım başarısını artıran pek çok özellikten en belirgin olanı, doğruluktur. Doğru inançlar bize güç verir ki, bu da neden bu kadar kolaylıkla aktarıldığını anlamamızı kolaylaştırır.

Fakat doğru olmayan inançların da benzer şekilde aktarılmasını anlamak zordur. Doğru olmayan inançlar eğer bir şekilde kendi aktarımlarını kolaylaştırıyorlarsa, inanç aktarımında hakim olurlar. Mutluluğa dair kültürel bilgeliğimizin bir kısmı böylece aktarılmış yanlış inançlara dayanmaktadır. Ne para, ne de çocuk sahibi olmak, kültürel bilgeliğimizin öngördüğünün aksine, aslında çok da mutluluk verici olaylar değildir. Fakat bu inançların doğruluğuna bakmadan, aktarım mekanizması, çocukların ve paranın mutluluk getireceğine inanmamızı sağlayarak bu inançları var etmiştir. Bu gerçek, işlerimizi ve ailelerimizi bırakacağımız anlamına gelmez. Çocuk yetiştirme ve para kazanmanın mutluluğumuzu artıracağına inanıyor olsak da, aslında bu şeyleri kendimizi aşan nedenlerle yapmaktayız. İnanç aktarımı da gen aktarımında olduğu gibi bireyin değil, türün refahını koruyan ilkelerle sağlanır. Genellikle bireyler sosyal sistemleri sürdürmenin kendi kişisel görevleri olduğunu düşünmedikleri için, bu fikirler kendilerini bireysel mutluluk reçeteleri altına gizlemelidirler. Yani yanlış da olsa inançlar onları doğuran sosyal sistemleri korudukları için aktarılmaya devam eder.

Hayal gücünün sınırlılıkları düşünüldüğünde zaman boyutunda hareket etmek yerine uzay boyutunda hareket edebilir ve şu anda düşünmekte olduğumuz gelecekteki olayı, şimdiki zamanda deneyimleyen bir başka kişiyi bulabiliriz. Kişiler hali hazırdaki deneyimlerinden bize bahsettiklerinde, aslında bize, mutluluğu ölçümleyebilmek için altın standart olarak kabul ettiğimiz, öznel durumlarını bildirmektedirler. O halde kendi duygusal geleceklerimizi öngörmek için başvurabileceğimiz yollardan biri de, aynı deneyimi şimdiki zamanda yaşayan birine ne hissettiğini sormaktır. Geleceği canlandırmak için, kendi geçmiş deneyimimizi hatırlamak yerine, diğer insanlardan kendi içsel durumlarına bakmalarını isteyebiliriz. Belki de hatırlamayı ve hayal etmeyi tümüyle bırakıp gelecekteki kendimiz için diğer insanları vekil tayin etmeliyiz. Diğer insanların kendimiz olmadığını belirtilerek, onların benzer durumlarda ne hissettiğini öğrenmenin çok işe yarayamayacağını düşünülebilir. Fakat araştırmalar, gelecekteki deneyiminizi öngörmekte, rasgele seçilmiş bir kişinin deneyimine başvurmanın, hayal gücünüzden daha başarılı olduğunu göstermektedir.

Hayal gücü üç kusura sahiptir. İlk kusuru bize fark ettirmeden tamamlama ve dışarıda bırakma eğiliminde olmasıdır. Hayal gücünün ikinci kusuru şimdiki zamanı geleceğe yansıtma eğilimidir. Üçüncü kusuru ise hayal gücünün bir kere olduklarında, olayların şimdi hayal ettiğimizden daha farklı hissettireceklerini fark edememesidir.

Bütün bu kusurlar nedeniyle, kendimiz hayal etmek yerine, gelecekteki duygularımız hakkında, şimdiki zamanda yaşayan birinin deneyimini öğrenmek suretiyle daha doğru tahminlerde bulunabiliriz. Araştırmalar kişiler hayal gücünün gerektirdiği bilgiden yoksun bırakıldığında ve böylelikle diğerlerini vekil olarak kullanmaya zorlandığında gelecek duyguları hakkında olağanüstü doğru öngörülerde bulunabildiklerini göstermektedir. Bu demektir ki, yarınki duygularımızı tahmin etmenin en iyi yolu, diğerlerinin bugün nasıl hissettiğini öğrenmekten geçer. Buna rağmen insanlar bu tekniği kullanmak istememektedir.

Çünkü çoğu insan kendini diğer insanlardan daha farklı görür. Kendimizi her zaman diğerlerinden daha üstün değerlendirmeyiz ama hemen her zaman kendimizi biricik ve farklı görürüz. Benlik, kendini çok özel bir kişiymiş gibi düşünür. Kendimizi bu kadar özel olarak düşünmemize neden olan şeylerden biri, kendimiz özel olmasak da, kendimizi biliş biçimimizin özel olmasıdır. Kendimizi içerden bilen tek kişiyiz. Kendi düşünce ve duygularımızı deneyimleriz, fakat diğerlerinin deneyimlediğini çıkarsamak zorundayız. İkinci nedense kendimizi özel olarak düşünmekten hoşlanıyor olmamızdır. Biricikliğimize değer verdiğimiz için onu abartmamız şaşırtıcı değildir. Üçüncü nedense, kendimizle birlikte aslında herkesin farklılığını abartmamızdır. İnsanların birbirinden, gerçekte olduklarından, çok daha farklı olduklarını düşünmeye eğilimliyiz. Bireysel benzerliklerin yoğunluğuna rağmen, az sayıdaki bireysel farklılıkları dikkate alırız. Bütün bunlardan dolayı sonunda insanların olduklarından daha farklı ve çeşitli olduklarını düşünürüz.

Diğerlerinin çeşitliliğine ve kendimizin biricikliğine dair inancımız özellikle duygular söz konusu olduğunda güçlüdür. Bireylerin çeşitliliğine ve biricikliğine dair bu mitsel inanç, diğerlerini gelecekteki duygularımızı tahmin etmek için vekil olarak kullanmaktan alıkoymaktadır. Kendimizi biricik varlıklar olarak tahayyül ettiğimiz için, diğerlerinin duygusal deneyimlerinden öğrenebileceğimiz dersleri sıklıkla reddetmekteyiz.

Mutluluğu bulmak için basit bir formül yok. Fakat muhteşem beynimiz, bahsettiğimiz nedenlerden ötürü, sağlam adımlarla geleceğimizi öngörmemizi sağlayamıyorsa bile, en azından bu yolda bizi tökezleten şeylerin ne olduğunu anlamamıza izin veriyor.

PROF. DR. KEMAL SAYAR

Daniel Gilbert den özetleyen Sinem Koytak

  • Hayatta zamandan kıymetli ne var? Kime harcadığına dikkat et.
  • Hayattaki en büyük zafer hiçbir zaman düşmemekte değil, her düştüğünde ayağa kalkmakta yatar.
  • Hep düştük ama sonunda kalktık. Ayağımıza taş değdi diye yolumuzdan mı dönseydik?
  • Hepimiz karanlık içerisindeyiz ancak bazılarımız yıldızlara bakmayı akıl edebiliyor.
  • Her ağlayan güçsüz değildir. Tıpkı her gülenin mutlu olmadığı gibi.
  • Her şeyi yapabilirsin! Sadece kalk ve yap!
  • İyi dostu olanın aynaya ihtiyacı yoktur.
  • İyi görünmek için çabalamak yerine iyi ol. Hem kendini değiştir hem kendi dünyanı.
  • İyi olmaya devam et. Karşındakine iyilik yapman gerektiği için değil, içindeki iyiyi yaşatmak için.
  • İyiyi ara, doğruyu ara, güzeli ara fakat kusuru arama.
  • Kelimelerin güzellik karşısında anlamsız kaldığını sende gördüm.
  • Kendi ekmeğini yiyip oturmak, altın kemer bağlayıp bir kişinin karşısında ayakta durmaktan iyidir.
  • Kendine ait küçük bir ev ve karakterli bir eş; Dünyanın tüm altın ve incilerine bedeldir. – Wolfgang Von Goethe
  • Kendini hak ile meşgul etmeyenler batıl ile işgal edilmeye mahkumdur.
  • Kırılmış biri çok güzel susar. Her şeyine hasret kalırsın!

Mutluluk Bir Tercih Midir?

Mutlu olmak için neye sahip olmak gerekir? Mutlu olmak için çok para mı gerekir? İnsan para sahibi olunca mutlu olur mu? Çoğumuza göre mutlu olmak için sevgili bulmak, evlenmek, araba, ev sahibi olmak lâzımdır. Çoğunluk mutluluğun varılacak bir hedef olduğunu düşünür. Bazılarımız ise mutluluğu, başına konacak bir talih kuşu gibi görür; eğer insanın şansı varsa mutlu olur; yoksa mutsuz.

Peki, sizin mutluluk anlayışınız hangisi?  Siz de mutluluğu varılacak bir hedef olarak mı tanımlıyorsunuz?

Önce neyin mutluluk getirmediğini anlatmaya çalışayım. Çoğu insana ters gelse de çok para sahibi olmakla mutluluğun hiç bir ilgisi yoktur. Benzer şekilde başarılı olmak da şöhret sahibi olmak da insanı mutlu etmez. Esas olan insanca yaşayacak bir gelire sahip olmaktır. Parasızlıktan sürünen bir insanın mutlu olması mümkün değildir. Yeterince parası yoksa insan kesinlikle mutsuz olur. Ama insanın “insanca yaşayacak” bir gelirin üzerinde para sahibi olması mutluluk getirmez. Çok para çok konforlu bir hayat sağlar ama insanı mutlu etmez.

Paranın mutluluk getirmeyeceği düşüncesi, “Easterlin Paradoksu” olarak bilinir. Easterlin‘in 1970’lerin başında Amerika, Japonya ve İngiltere’de yaptığı araştırmalara göre, ailelerin geliri artınca mutluluk seviyeleri artmıyordu.

Amerika’da piyangodan büyük ikramiyeyi kazananlar üzerinde yapılan araştırmada da benzer sonuçlar elde edildi. Piyangoyu kazanan şanslı insanların mutlulukları ortalama bir yıl sürüyordu.

Antik Yunan’da mutluluk, ahlaklı olmak ve erdemli bir hayat yaşamak demekti. Aristo’ya göre “Mutluluk, ancak erdemli ve kusursuz bir karaktere sahip olmakla mümkündür. Kişi ancak hayatının bütününü soylu bir biçimde yaşarsa mutlu olabilir.”

Platon ise mutluluğun akıl, arzular ve ruhun uyumuyla yakalanacağını söyler. Bugün “New age” akımıyla yeniden yükselişe geçen “ruh-zihin-beden” uyumuyla anlatılmak istenen bu mutluluk anlayışı Platon’un öğretisine dayanır. Bence en güzel mutluluk tanımını Epikür yapmıştır. Mutlu olmak için insanın üç şeye ihtiyacı vardır: “Dostluk, Özgürlük ve Düşünmek.”

Epikür’ün mutluluğu bulma yolu son derece yalındır. Epikür, evinin bahçesinde buluştuğu dostlarıyla sıradan ama lezzetli yiyecekler yemekten ve sohbetten zevk alır. Epikür’e göre insan, anlamlı bir hayat yaşamak için düşünmeli ve fikirlerini dostlarıyla paylaşmalıdır. Bütün bunları yapabilmek için de özgür olmalıdır. (Epikür ve arkadaşlarının “Bahçe filozofları” diye ünlenmeleri bu yüzdendir.)

Epikür’ün dediği gibi mutlu olmak için özgür olmaya ihtiyacımız var. Özgür olmayan insan mutlu olamaz. Dostlara ihtiyacımız var. Dostlarla bir sofrayı paylaşmaya ve onlarla sohbet etmeye ihtiyacımız var. Bir de elbet, hayat hakkında düşünmeye ve bu hayatı anlamlandırmaya ihtiyacımız var. Mutlu olmak için gerçekten, “özgürlük, dosluk ve düşünebilmek” yeterli.

Mutlu olmak için kimseye, hiçbir şeye ihtiyacımız yok. Mutluluk hayataki bedava olan şeylerle elde ediliyor. Mutluluk; sevgi ve şefkat ilişkileri içinde yaşanan bir duygu. İnsan; içinde sevgiyi, şefkati büyüttüğü zaman mutlu oluyor.

Başından yeterince sıkıntı geçmiş her insan bilir ki mutlu olmak için zengin olmak, başarılı olmak ya da şöhret sahibi olmak gerekmez. Bana göre mutluluk öğrenilen bir şeydir. Eğer sağlıklıysak ve insanca yaşayacak kadar bir gelirimiz varsa hepimiz mutlu olabiliriz. Mutluluk içinde bulunduğumuz durumları nasıl algıladığımız; yaşadıklarımızdan iç dünyamıza neyi, nasıl aktarmayı tercih ettiğimizdir. Mutluluk sadece bizim tercihimizdir.

TEMEL AKSOY

  • Mutlu olmayı yarına bırakmak, karşıya geçmek için nehrin durmasını beklemeye benzer ve bilirsin, o nehir asla durmaz. – Grange
  • Mutluluk elin erişebileceği çiçeklerden bir demet yapma sanatıdır. – B. Goddard
  • Mutluluk her şeyden önce vücut sağlığındadır. – Curtis
  • Mutluluk içinizde başlar. Kimsenin sizi mutlu etmesini beklemeyin.
  • Mükemmel kişiyi aramaktan vazgeç. Tek ihtiyacın olan sana sahip olduğu için şanslı olduğunu düşünen biridir.
  • Nankör insan her şeyin fiyatını bilen hiçbir şeyin değerini bilmeyen kimsedir.
  • Ne kadar hazin bir çağda yaşıyoruz, bir önyargıyı ortadan kaldırmak atomu parçalamaktan daha güç.
  • Ne kadar yaşadığımız değil, nasıl yaşadığımız önemlidir.
  • Ne kadar yükselirsen, uçmayı bilmeyenlere o kadar küçük görünürsün.
  • Ne renk olursa olsun gözlerin, hepimizden dökülen gözyaşı aynı renk…
  • Rüyaları gerçekleştirmenin en iyi yolu uyanmaktır.
  • Rüyanda görüyorsan onu özlemiş; Rüyanda görmek için yatıyorsan sevmişsin demektir.
  • Rüyalar, gerçeklerin öncüsüdür.
  • Risk almak, başarıya giden yolda atılan en önemli adımdır.
  • Rekabet, yeteneklerinizi geliştirmek için en iyi motivasyondur.
  • Para her şeyi yapar diyen adam, para için her şeyi yapandır.
  • Pratik insan, istediğini elde etmeyi bilendir. Filozof, insanların ne istemesi gerektiğini bilendir. Başarılı insan istemesi gerekeni elde etmeyi bilendir.
  • Plan yapmamak, başarısızlığı planlamaktır.
  • Pozitif düşünce, hayatın tüm zorluklarına karşı en güçlü silahtır
  • Paylaşmak, mutluluğun anahtarıdır.
  • Önemli olan ne kadar uzun bir hayat yaşadığımız değil, hayatı nasıl yaşadığımızdır. Bir çiçeği koklamadan yaşamış sayılır mı insan?
  • Öyle bir zamanda gel ki, vazgeçmek mümkün olmasın.
  • Öğrenmek, yaşam boyu süren bir yolculuktur.
  • Özveri, sevginin en saf halidir.
  • Özgürlük, insanın en değerli hakkıdır.

Saadet bizim dilediğimizle, Allah’ın bizim için dilediği şeyin bir araya gelmesinden doğar.

Seni hayallerine ulaştıracak en önemli şey, cesaretindir.

  • Seveceksen öylece sev. Ne kusursuz insan ara ne de insanda kusur.
  • Sevgilim, seni sevmek bir renk olsaydı kalbim aşkın gökkuşağı olurdu.
  • Sevgiliye verilen en güzel hediye imanla dolu sadakattir.
  • Sevilmek güçlü hissettirir, sevmek cesaretli. İnsan hem sevip hem sevildiğinde tüm yükleri hafif gelir.
  • Sevmek zaman ayırmaktır. Boş zamanları doldurmak değil…
  • Sevmek, sevilmek bu kadar güzelse… Onları yaratan kim bilir ne kadar güzeldir.
  • Silgi kullanmadan resim çizme sanatına hayat diyoruz…
  • Siyah da beyazın zıttıdır ama yanına en çok o yakışır.
  • Siyah neden gökkuşağında olmak istesin ki, gece tamamıyla ona aitken…
  • Siz kendinizi başarılı yapmazsanız, kim sizi başarılı yapar ki?
  • Sözünü tartmadan söyleyen, aldığı cevaptan incinmesin. Mevlana
  • Tek kelime kararını, tek duygu yaşamını, tek bir insan seni değiştirebilir. – Konfüçyus
  • Toplumun genelinin neler döndüğünden haberi yoktur. Hatta haberi olmadığından bile haberi yoktur.
  • Toprağın kalitesi ürününden, ağacın kalitesi özünden, insanın kalitesi sözünden belli olur.
  • Şunu asla unutma; gülerken kaybettiklerini, ağlayarak kazanamazsın!
  • Şefkat, insanlığın en yüce erdemidir.
  • Şans, hazırlıklı olan zihinler için fırsat yaratır.
  • Şüphe, bilimin başlangıç noktasıdır.
  • Vazgeçtiklerin için ödüllendirilirsin ama vazgeçemediklerinle sınandıktan sonra.
  • Virgül değilim kimseye eğilmem.
  • Vicdan, insanın içindeki en doğru rehberdir.
  • Vefa, dostluğun en güzel ifadesidir.
  • Vizyon sahibi olmak, geleceği şekillendirmektir.
  • Üç günlük dünya için gayret üstüne gayret, edebi bir yaşam için gayret yok hayret (N. Fazıl Kısakürek)
  • Üç şeyini bozma; Karakterini, kalbini, vicdanını…
  • Üstada sorarlar sevgi mi nefret mi diye, “nefret” diye cevap verir ve ekler; çünkü onun sahtesi olmaz.
  • Ümit, karanlık günlerin en büyük ışığıdır.
  • Üretkenlik, başarıya giden en kısa yoldur.
  • Üstün başarı, sürekli çabanın sonucudur.
  • Uçurtmalar rüzgâr gücü ile değil o güce karşı koydukları için yükselirler.
  • Umut içerisinde yolculuk etmek gidilecek yere varmaktan daha güzeldir.
  • Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
  • Unutma, senin için başkasından vazgeçen bir gün mutlaka başkası için senden vazgeçer (Mevlâna).
  • Yanlış bildiğin yolda; herkesle yürüyeceğine, doğru bildiğin yolda; tek başına yürü.
  • Yapılacak yığınla hata varken, biz hep aynı hatayı tekrar tekrar yaparız.
  • Yaşın değil yaşadıkların öğretir sana hayatı.
  • Yıllar geçmiş zaman değişmiş deme, ölüm hiç değişmiyor.
  • Yolunu değiştirmeden gittiğin sürece, ne kadar yavaş gittiğinin bir önemi yoktur.

İyi İnsan Olmanın Altın Kuralları

İyi bir insan olmak, toplumda olumlu bir etki bırakmanın ve iç huzurunun anahtarıdır. Hayatımızın her anında, etrafımızdaki dünyayı daha iyi bir yer yapma fırsatına sahibiz. İşte bu yolda ilerlerken rehberlik edebilecek altın kurallar vardır. İyi insan olmanın temelinde empati, anlayış, hoşgörü, dürüstlük ve sevgi yatar. Kendimizi ve diğerlerini anlamaya, saygı göstermeye ve yardım etmeye odaklanmak, içimizdeki olumlu enerjiyi dışarıya yansıtmamıza yardımcı olur. İyi insan olmanın altın kuralları keşfedildiğinde ve bunlar günlük yaşantıya entegre edildiğinde daha sağlıklı bir yaşamda sürülür. Unutmayalım ki küçük adımlar, büyük değişimlerin başlangıcı olabilir. Haydi, iyi bir insan olmanın merdivenlerini birlikte tırmanalım ve dünyaya olumlu bir iz bırakmanın önemini keşfedelim.

İyi İnsan Olmak Neden Önemli?

İyi bir insan olmak, birçok açıdan önemli olup, toplumun ve bireyin yaşam kalitesini olumlu yönde etkiler. Başkalarının duygularını anlama ve onlara karşı anlayışlı olma yeteneğini geliştirir. Bu, daha sağlıklı ve mutlu ilişkiler kurmamıza yardımcı olur. Bununla beraber hem aile içinde hem de sosyal çevrelerde daha olumlu etkileşimler yaşamamızı sağlar. İyi insanlar, toplum içinde uyumlu bir şekilde yaşamayı ve başkalarıyla yardımlaşmayı öğrenirler. Bu, sosyal uyumu arttırır ve toplumsal huzura katkı sağlar.

İyi insanlar, başkalarının ihtiyaçlarını fark eder ve yardımcı olma eğilimindedirler. Başkalarının hayatına olumlu katkılar yaparak toplumda dayanışmayı ve yardımlaşmayı arttırırlar.İyi insanlar, başkalarının güvenini kazanır ve saygı görür. Güven ve saygı, insanlar arasındaki ilişkilerin temel taşlarıdır ve toplumsal düzenin sürdürülebilmesi için önemlidir. İyi bireyler, çevrelerindeki insanlar için olumlu rol modelleri oluştururlar. Özellikle genç nesiller için iyi davranışlar sergilemek, onların da iyi insanlar olmalarına ilham verir. İyi biri olmak kendi iç huzurumuzu arttırır. Kendi değerlerimize ve etik değerlere uygun hareket etmek, kişisel tatmin ve ruhsal denge sağlamaya yardımcı olur.

İyi insanlar, toplumsal sorunların çözümüne katkı sağlarlar. Empati ve anlayışla başkalarının ihtiyaçlarını görebilir ve sosyal sorunların üstesinden gelmek için daha fazla çaba gösterebilirler. Bu insanlar, olumlu değerlere dayalı yaşadıkları için iç huzura ve mutluluğa daha yakın olurlar. Kötü niyetli davranışlar, genellikle iç huzursuzluğa yol açar ve kişinin kendisiyle barışık olmasını zorlaştırır. İnsanların yaşamlarında olumlu bir etkiye sahip olmanın yanı sıra toplumun da gelişimine katkı sağlarlar. Kendimizi ve çevremizi daha iyi bir insan olmak için sürekli olarak geliştirmeye ve olumlu değerleri hayatımıza entegre etmeye çalışmak oldukça önemlidir.

İyi İnsan Olmanın Altın Kuralları

İyi bir insan olmanın altın kuralları, toplum içinde daha sevgi dolu, saygılı, anlayışlı ve adil bir birey olmamızı sağlayan değerli prensiplerdir. Bu kurallar, insanlar arasındaki ilişkileri güçlendirir, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu teşvik eder ve daha pozitif bir dünya yaratmamıza yardımcı olur. Bu tarzda bi insan olmanın bazı kuralları vardır. Bunlar ise şöyledir: 

Empati ve Anlayış

İyi bir insan olmanın temel taşlarından biri, başkalarının duygularını anlamak ve empati göstermektir. Onların perspektifinden bakmayı denemek, onları daha iyi anlamamıza ve desteklememize yardımcı olur.

Saygı ve Hoşgörü

Herkesin farklı düşüncelere, inançlara ve yaşam tarzlarına sahip olabileceğini kabul etmek gerekir. Saygı ve hoşgörü, farklılıklara karşı anlayışlı olmamızı ve başkalarını değerli hissettirmemizi sağlar.

Yardımlaşma ve Cömertlik

İyi insanlar, başkalarına yardım etmekten ve paylaşmaktan mutluluk duyarlar. İhtiyacı olanlara destek olmak ve cömertlikle hareket etmek, toplumdaki dayanışma ve yardımlaşma bağlarını güçlendirir.

Doğruluk ve Güvenilirlik

Güvenilir olmak, insanlar arasındaki ilişkilerin temelini oluşturur. Doğruluk, dürüstlük ve güvenilirlikle hareket etmek, diğerlerine karşı daha iyi bir bağ oluşturur.

Minnettarlık ve Şükran

İyi insanlar, sahip oldukları şeyler için minnettarlık duyarlar ve hayatta verdikleri değeri göstermek için şükranlarını ifade ederler.

Affetme

İnsanlar hata yapabilir ve kusurlu olabilirler. İyi insanlar, hataları affetmeyi ve diğerlerine ikinci bir şans vermeyi bilirler.

Sabır ve Hoşgörü

Sabırlı olmak, karşılaşılan zorluklarla başa çıkabilmek için önemlidir. Aynı zamanda, başkalarının hatalarını hoşgörüyle karşılamak ve onlara zaman tanımak, sağlıklı ilişkiler kurmak için önemlidir.

Sorumluluk Almak

İyi insanlar, kendi eylemlerinin sonuçlarından sorumlu olmayı bilirler ve sorumluluklarını yerine getirmek için çaba gösterirler.

Olumlu ve İyimser Olmak

Pozitif bir bakış açısıyla dünyaya bakmak, olumsuzluklarla başa çıkmayı kolaylaştırır ve diğerlerini de olumlu yönde etkiler.

Dürüstlük ve Adalet

İyi insanlar, dürüst ve adil olmaya özen gösterirler. Başkalarıyla adil bir şekilde davranmak, toplumda daha adil ve eşitlikçi bir ortamın oluşmasına katkı sağlar.

Bu altın kurallar, her gün uygulayabileceğimiz değerlerdir. İyi bir insan olmak, sürekli olarak bu prensiplere bağlı kalmayı ve başkalarına sevgi, saygı ve anlayışla yaklaşmayı gerektirir. Unutmayalım ki küçük güzellikler, dünyayı büyük ölçüde değiştirebilir ve her birimiz iyi insan olma yolunda birbirimize ilham verebiliriz.

İyi İnsan Olunca Yaşanılan Kazanımlar

İyi bir insan olmak, insana ve çevresine pek çok olumlu kazanım sağlayan değerli bir özelliktir. İyi insanlar, toplumda, iş hayatında, aile içinde ve kişisel yaşamlarında pek çok avantaj elde ederler. Bu kazanımlar arasında ise şunlar vardır: 

  • İyi insanlar, insanlar arasında güven ve saygı ile dolu sağlıklı ilişkiler kurma eğilimindedirler. Sevgi ve hoşgörü temelli yaklaşımları, başkalarıyla daha anlayışlı, destekleyici ve uyumlu bir şekilde iletişim kurmalarını sağlar.
  • İyi insanlar genellikle pozitif enerji yayarak etraflarındaki insanları olumlu yönde etkilerler. Bu pozitif etkileşimler, hem kendilerinin hem de çevrelerindekilerin ruh halini yükseltir ve mutluluk duygusunu artırır.
  • Sözlerinde duran ve sorumluluk sahibi olma eğilimindedirler. Bu da onların güvenilirliklerini artırır ve çevrelerindeki insanlar tarafından saygı görmelerini sağlar. İyi bir itibar, kişisel ve profesyonel hayatta başarıyı tetikleyebilir.
  • Güzel insanlar, diğer insanların duygularını anlamak ve anlayış göstermek konusunda daha yatkındırlar. Empati yeteneği, çatışmaların çözümünde ve uyumlu ilişkilerin geliştirilmesinde önemli bir rol oynar.
  • İyi insanlar, diğer insanların ihtiyaçlarını ve sorunlarını anlama eğilimindedirler. Bu da onları yaratıcı ve etkili çözümler üretme konusunda daha yetkin hale getirir.
  • İnsanlar, iş hayatında ve kariyerlerinde daha başarılı olma eğilimindedirler. İyi iletişim becerileri, ekip çalışması ve liderlik vasıfları, onları iş dünyasında değerli bir varlık haline getirir.
  • Bu insanlar, olumsuz duygulardan daha az etkilenirler ve olumsuzluklar karşısında daha az stres yaşarlar. İyilik, iç huzuru ve mutluluğu artırır.
  • Etraflarındaki insanlar üzerinde olumlu bir etki yaratır ve toplumu daha iyi bir yer haline getirmeye katkı sağlarlar. Küçük jestler ve yardımlar, toplumda birçok insanın hayatını değiştirebilir.
  • Kendilerini ve başkalarını kabul etme, geliştirme ve anlamada daha olumlu bir tavır sergilerler. Bu da onların kişisel gelişimlerini destekler ve kendilerine olan saygılarını artırır.
  • İyi insanlar, ahlaki değerlere ve etik prensiplere önem verme eğilimindedirler. Bu tutum, daha güçlü bir karakter geliştirmelerine ve doğru kararlar vermelerine yardımcı olur.

Her daim iyi bir insan olmak, sadece çevremizdeki insanlar için değil, bireysel yaşamımız için de büyük faydalar sağlayan önemli bir özelliktir. İyilik ve sevgi dolu bir yaklaşım, hem kişisel mutluluğumuzu artırır hem de çevremizdeki dünyayı olumlu bir şekilde etkiler

HAYAT BURADA

  • Zaman, imanı kurtarmak zamanıdır.
  • Zengin kişi fakiri düşünmez, fakirin çektiğini bilmez, fakire yabancıdır yüreği varsa yoksa para biriktirmek altın almaktır hedefi.
  • Zaman, hayatın en değerli sermayesidir.
  • Zenginlik, sadece maddi varlıklarla ölçülmez; bilgi ve tecrübeler de birer zenginliktir.
  • Zorluklar, başarının gizli anahtarlarıdır.

Comments are closed.