logo

İnsan ve Yaşam 6 / Uckun kaan

Hayat İçerisinde Farkındalık

“Dijital Uyaranlar” Sabahlarınızı Mahvediyor Olabilir mi?

Mutluluğun beyindeki şifreleri

Mutluluğun sırrı

Kim olduğunuzu tanımlayan değerlerin ne olduğunu hiç düşündünüz mü? “Ben nasıl biriyim?” sorusuna aradığınız yanıtlar arzularınızın etrafında mı yoksa eylemlerinizin etrafında mı şekilleniyor? Felsefe, psikoloji ve birçok spiritüel bakış açısı bu soruyu uzunca zamandır araştırıyor. Arzularımız, sıklıkla iç dünyamızı ve saf doğamızı yansıtan bir güç olarak görülürken eylemlerimiz, niyetleri gerçeğe dönüştüren unsurlar olarak kabul ediliyor. Yani bir tarafta isteklerimiz, diğer tarafta ise ortaya çıkan gerçeklik. Peki kim olduğumuzu hangisi daha çok tanımlıyor? Arzular ve eylemler arasındaki dengeyi nasıl koruyabiliriz? 

Kim olduğunuzu anlamaya çalışırken arzularınız size çok şey anlatabilir. Çünkü arzular yalnızca ne istediğinizi değil, aynı zamanda neye değer verdiğinizi, hangi alanlarda eksiklik hissettiğinizi ve nasıl bir yaşam düşlediğinizi de gösterir. Temel tanımıyla arzular, duygusal, psikolojik hatta zaman zaman spiritüel düzeyde hissedilen güçlü isteklerdir. Kaynağı bazen açlık, güvenlik ya da sevgi ihtiyacı gibi bedensel ve duygusal kavramlardan beslenirken bazen de yeni yerler görmek, yaratıcı bir şey üretmek ya da anlamlı bir yaşam kurmak gibi kültürel çevreniz, yaşam deneyimleriniz ve hayal gücünüz tarafından şekillenir. Arzuların mantıktan uzak, zaman zaman ilkel ve dürtüsel bir yanı da vardır. Çoğu zaman mantığın dokunamadığı yerlerde, gerçek yönünüzü işaret ederler. Bu yönüyle arzular, özde taşıdığınız değerleri, hayatta neye yöneldiğinizi ve neyi eksik hissettiğinizi görünür kılar.

Carl Jung’a göre, arzular çoğunlukla bilinç dışından doğar ve kişinin “bütün” bir benliğe ulaşması için nelere ihtiyaç duyduğunu gösterir. Jung’un yaklaşımında arzular, bastırılmış yönlerin, gölgede kalmış benlik parçalarının bir ifadesi olarak kabul edilir. Onlara kulak vermek, yalnızca bir isteği gerçekleştirmek değil, aynı zamanda kendinizi daha derin bir düzeyde tanımak ve iyileştirmek için de bir fırsattır. Diğer yandan, Budizm gibi bazı kadim spiritüel öğretiler, arzuya bağlanmanın acıya yol açtığını savunur. Bu öğretilere göre arzu, tatminsizliğin ve beklentiye bağlı hayal kırıklıklarının kaynağıdır. Arzunun peşinden sürüklenmek, sürekli daha fazlasını istemek, zihni huzursuz eden döngüsel bir açlığa dönüşebilir. Bu bakış açısında amaç, arzuyu bastırmak değil; onun geçici doğasını görmek, ona tutunmadan ve ona kimliğinizi teslim etmeden yaşamaktır.

Bu iki farklı yaklaşım ilk bakışta çelişkili gibi görünse de aslında birbirlerini tamamlayıcıdır. Çünkü sağlıklı bir yaşamda arzular ne bastırılmalı ne de tümüyle belirleyici hale getirilmelidir. Önemli olan doğru dengeyi kurarak arzuların yön verdiği ama eylemlerin inşa ettiği kimliğinizi keşfetmektir.

Eylemlerimiz gerçekten kim olduğumuzu yansıtır mı?

En temel tanımıyla eylemler, yaptığınız şeylerdir. Aldığınız kararlar, tekrar ettiğiniz davranışlar, hayatta gittiğiniz yön… Eylemler bir nevi, arzuların dışa vurumudur. Eğer arzular “neden” sorusunun cevabıysa, eylemler ise “nasıl” sorusunu yanıtlar.

Her gün bilinçli ya da otomatik olarak yaptığınız seçimler ve arzularınızdan beslenen eylemler, zamanla sizi siz yapan temel taşlara dönüşür. Felsefede bu düşünceye özellikle vurgu yapılır: Kişilik, tekrar eden eylemlerle inşa edilir. Yani iyi biri olmak, iyi davranmaya devam etmekle mümkündür; tek seferlik niyetler yeterli değildir. Psikoloji de benzer bir görüşü savunur: Düzenli davranış kalıpları, zamanla kişinin kendine dair algısını ve benlik tanımını oluşturur. Yani arzular eylemleri beslerken eylemler de arzuları besleyerek kimliği şekillendirir. Bir başka deyişle eylemler sadece başkalarının gözünde sizi tanımlamakla kalmaz, size de kendinizi tanıma fırsatı sunar.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır: Eylemler her zaman derinlikten, yani içsel bir yerden doğmayabilir. Bazen sosyal beklentiler, alışkanlıklar, dış baskılar ya da onay ihtiyacı bizi belirli davranışlara yönlendirebilir. Bu gibi durumlarda yaptığınız şey ile gerçek arzunuz arasında bir kopukluk oluşur. Böyle zamanlarda dışarıdan çok şey yapıyor gibi görünseniz de içinizde tatmin eksikliği oluşabilir. Çünkü eylemleriniz, sizi içsel benliğinizle buluşturmaz; aksine, ondan uzaklaştırır. Dolayısıyla sadece çok şey yapmak ya da sürekli hareket halinde olmak, kendinizi tanıdığınız ya da özünüzle temasta olduğunuz anlamına gelmez.

Kısacası, arzular niyeti ortaya koyar, eylemler onu şekillendirir. Ancak bu ikisi arasında bağ kurulmadığında, kimlik parçalı, yönsüz ya da yüzeysel kalabilir. Gerçekten kim olduğunuz, arzularınızla eylemlerinizin birbiriyle bir bütünlük oluşturduğu yerde doğar. Kendinizi tanımlayan şey ne sadece neyi hayal ettiğiniz, ne de yalnızca neyi yaptığınızdır.

Arzu – eylem dengesi ile kimliğimizi nasıl tanımlarız?

Arzular ve eylemler, birlikte çalışan iki güçlü mekanizmadır. Kimliğin asıl şekillendiği yer ise, bu iki alanın birbiriyle uyum içinde çalıştığı noktadır. Arzular, kim olmak istediğinizi söylerken eylemler, o kişi olma yolundaki adımlarınızı temsil eder. Arzunun rehberliği olmadan eylem mekanikleşir, eylem olmadan arzu ise soyut bir kavram olarak kalır. Dolayısıyla gerçek bir benlik inşası, arzularınızı duyabildiğiniz ve bu arzular doğrultusunda bilinçli seçimler yapabildiğiniz bir dengeyle mümkündür. Bu denge, hem kendinize karşı tutarlı hissetmenizi sağlar hem de dış dünyada kimliğinizi daha net bir şekilde ifade etmenize yardımcı olur. Peki arzu ve eylem arasındaki bu dengeyi kurmak nasıl mümkün?

Arzularınızı tanıyın.

Her arzu bir şey anlatır ama her arzu sizi yansıtmaz. Bu nedenle neyi neden istediğinizi sorgulamak çok önemlidir. İsteğiniz dış dünyanın beklentilerine mi dayanıyor, yoksa sizi gerçekten besleyen bir ihtiyaçtan mı doğuyor? Bu ayrımı yapabildiğinizde, hangi arzunun size ait olduğunu netleştirebilir ve kendinizi daha iyi tanımaya başlayabilirsiniz.

Eylemlerinizi sorgulayın.

Yaptıklarınızın ne kadarının otomatik, ne kadarının bilinçli olduğunu fark edin. Her gün tekrar ettiğiniz eylemler hayatınızı nasıl şekillendiriyor? Bir başkasının onayını kazanmak için mi bu şekilde davranıyorsunuz, yoksa içsel bir yöneliminizi mi ifade ediyorsunuz? Bu sorular, sizi eylemlerinizle özünüz arasında bir bağ kurmaya yönlendirir.

Somut adımlar atın.

Büyük arzular göz korkutucu olabilir. Bu yüzden onları küçük ve uygulanabilir adımlara bölmek faydalı olabilir. “Kendimi ifade etmek istiyorum” gibi soyut bir arzu yerine, “haftada bir gün yazı yazacağım” gibi net hedefler koymak eylemi kolaylaştırır. Küçük ama sürekli adımlar, kimliğinizi yavaş ama güçlü bir şekilde dönüştürür.

Farkındalıkla bağımsızlaşın.

Toplum, sosyal medya ve yakın çevre çoğu zaman fark etmeden arzularınızı şekillendirebilir. Gerçek arzularınızı ayırt edebilmek için zaman zaman dış uyaranlardan uzaklaşmak, kendinize sessiz alanlar yaratmak ve iç sesinizi dinlemek oldukça değerlidir. Bu içe dönüş, sahici bir kimlik keşfi için zemin hazırlar.

Cesareti küçümsemeyin.

Bir arzunun eyleme dönüşmesi her zaman kolay değildir; belirsizlik, konfor alanının dışına çıkma korkusu ya da başarısız olma endişesi sizi durdurabilir. Ancak gerçek kimlik, işte tam da bu noktada cesaretle atılan adımlarla şekillenir. Küçük bile olsa, her özgün eylem sizi özünüze bir adım daha yaklaştırır.

Düzenli iç gözlemle dengeyi koruyun.

Arzu ve eylem arasındaki denge sabit değildir, zaman zaman bozulabilir. Bu sebeple kendinize düzenli olarak şu soruları sorun: “Bugün yaptıklarım neye hizmet etti?”, “Bu hafta arzularımla eylemlerim ne kadar uyumluydu?”, “Hayal ettiğim yaşamla attığım adımlar arasında bağ kurabildim mi?” Bu tür iç gözlemler sayesinde hem arzularınızla temasınızı korursunuz hem de eylemlerinizin yönünü sık sık hatırlarsınız.

Farkındalık: Bir şeyin bilincinde olma anlamına gelir. Mesela korkularınızı yenmek için onlar ile yüzleşmeniz gerektiğini bilmeniz bir farkındalıktır. Farkındalık nedir? Sorusunun en kısa cevabı budur. Uygulama ise bir düşünceyi veya kuramı gerçekleştirme işidir. Korkularınızı yenmek için onlar ile yüzleşmeniz gerektiğini biliyorsunuz ve korkularınız ile yüzleşiyorsunuz buna da uygulama denilmektedir. 

Bu iki terim arasında ki farkı ve bağlantıyı bilmek çok önemlidir. Nitekim birçok insan, bilgi sahibi olaraktan, yani herhangi bir konuda farkındalık düzeyini yükselterekten, bazı varlıklara sahip olmak istiyor. Ancak, böyle bir durum söz konusu değildir.

Mesela cesaret kitapları okuyarak daha cesur olamazsınız. Cesaret kazanma üzerine, binlerce kitap, makale okuyun, farkındalık düzeyinizi artırın ancak yine de cesaret kazanamazsınız.

İşte bu makalemde sizlere, teoride öğrenilen bilgi ile uygulamada herhangi bir eylemi gerçekleştirme arasındaki farkı anlatıcam.  Çünkü bazı insanlar bazı problemlerinin sadece farkına vararak, bilgi sahibi olarak o problemlerini çözdüklerini veya çözebileceklerini sanıyorlar. Gerçek hayatta sorunları ile yüzleşince ise “olmuyor, yapamıyorum” gibi söylemlerde bulunuyorlar. Bunun sebebi ise bazı gerçeklerin farkında olmamalarından kaynaklanıyor.

Şunu unutmamak gerekir ki bir işte başarılı olmak istiyorsak ilk olarak o işin teorisini, yani o işte neyin doğru neyin yanlış yapıldığının farkına varmalıyız. Sonrasında ise teoride öğrendiklerimizi uygulamaya geçirmeliyiz. Herhangi bir eyleme başlamadan önceki işleyiş her zaman bu şekilde olmalıdır; önce bilgi, sonrasında ise uygulama.

Buraya kadar bir sıkıntı yok. Sıkıntının başladığı nokta, insanların farkındalık düzeylerini artırarak, uygulamada yaşayacakları duygudan kaçmaya çalışmaları. Mesela kişi “reddedilme korkusunun” neden var olduğunu, reddedilse bile yaşamaya devam edeceğini, reddedilme korkusunun mantığını, kısaca reddedilme korkusu hakkında her şeyi biliyor. Okumuş, araştırmış farkına varmış ve bu farkındalık sayesinde reddedilme korkusunu yaşamayacağını düşünüyor. Ancak öyle bir dünya maalesef ki yok.

Nitekim kazandığınız farkındalık sayesinde sizler sadece o işin nasıl yapıldığını, doğru tekniklerinin neler olduğunu ve buna benzer bilgileri öğrenirsiniz.  Ama mücadele edeceğiniz duyguyu yenebilmeniz için o işin uygulama kısmına geçmelisiniz. Bir eylem karşısında hissedeceğiniz olumsuz duyguları anca bu şekilde yenebilirsiniz. Bu durumun sebebini sizlere şu şekilde açıklıyım; Beynimiz herhangi bir acı, stres, gibi olumsuz bir duyguyu hissetmeye başlayınca, belli bir süreden sonra hissettiği o olumsuz duyguya karşı, güçleniyor ve artık o duyguyu umursamamaya başlıyor. Mesela spor salonuna yazıldığınızda, ilk günler en hafif ağırlıklar bile sizlere çok ağır gelir ancak kaslar belirli bir strese  maruz kaldıktan sonra, artık gelişmeye başlar ve  önceden  zorlanaraktan kaldırdığınız ağırlığı çok daha kolay bir şekilde kaldırmaya başlarsınız. Bu durumun adı  gelişimdir. Gelişimin yasası hem fiziki hem de mental gelişim açısından aynıdır,  değişen hiçbir durum söz konusu değildir. Kısacası gelişim için muhakkak ki zorlanılmalıdır.

Herhangi bir konuda farkındalık düzeyinizi artırdığınızda, kendinizi zorlamış olmazsınız. Yani gelişimin, ana yapı taşı olan; Zorlanmaya maruz kalmazsınız, sadece bilgi sahibi olduğunuz konu hakkında bilgilenmiş olursunuz. Bu yüzden diyebiliriz ki, farkındalık sizlere zaman kazandırır ve bilgi verir. Uygulama ise güç verir. Bu gücün adı; özgüven olur, özdisiplin olur, fiziksel bir güç olur fark etmez. Uygulama sizlere daima güç verir. Hayatınız içerisinde, herhangi bir işte başarılı olmak istiyorsanız; ilk olarak o iş hakkında yeterli bilgiye sahip olmalısınız (teori ) ve ardından uygulamaya geçmelisiniz. Başarı bu şekilde gelir. Çünkü bir işte başarılı olmak için farkındalık ve uygulamaya aynı oranda ihtiyaç vardır. Onlar bir elmanın iki yarısıdır. 

Uygulamanın Zorluğu

Bir probleminiz hakkında bilgi sahibi olmak, farkındalığınızı artırmak günümüzde çok zor birşey değildir. Çünkü bilgi, teknoloji sayesinde bir saniye uzağımızda. Mesela sosyal fobiniz var ise siz bu fobinizin neden var olduğunu, kimlerde görüldüğünü, çözümünü her şeyini öğrenebilirsiniz. Ancak farkındalık düzeyinizi artırmanız sizin o probleminizi çözdüğünüz anlamına gelmez. O problemi çözebilmeniz için harekete geçip rezil olma korkusu ile yüzleşmeniz gerekir. İşte tam da bu nokta da sıkıntı başlıyor. Çünkü uygulamaya, harekete geçmek gerçekten zordur !

Herhangi bir korkuya sahip insan için korkuyla yüzleşmesi zordur. Elinde hiçbir varlığı olmayan bir insan için maddi varlık kazanmaya çalışmak, harekete geçmek zordur. Kısacası, harekete geçmek insan nefsine ağır gelir ve harekete geçmek istemeyiz. Ancak  sizlere şunu açık ve net bir şekilde söyleyebilirim ki “Eğer bazı varlıklara ulaşmak istiyorsak, harekete geçmekten başka hiçbir şansımız yoktur.” Ya olumsuz hissetmemize rağmen harekete geçicez ya da hiçbir şey kazanamıcaz. İşte cesaret denilen olgu da böyle durumlarda ortaya çıkar ve gelişir. 

Hayatınız içerisinde, ” olumsuz duyguları hissediyorum, harekete geçemiyorum” diye şikayet etmekten, mızmızlanmaktan vazgeçin. Çünkü şikayetleriniz, mızmızlanmalarınız hayatın umrunda değil. Harekete geçmek sadece sana veya bana zor bir durum değil, herkese zor. Bu yüzden şikayet etme gibi bir lükse sahip değiliz. Sadece uygulama ne kadar zor olsa da cesurca hareket geçmeliyiz.

Farkındalık düzeyinizi herhangi bir konuda artırmak demek; o konu hakkında bilgi düzeyinizin artması ve konu ile ilgili ne yapacağınızı, hangi adımları atacağınızı bilmeniz demektir. Bir konuda farkındalık düzeyinizi artırırsanız, uygulamada ne yapacağınızı bilirsiniz.

  • Yapacağınız işi daha önce yapmış olan kişiler ile görüşmek. 
  • Günümüzün en büyük teknolojisi internetten yararlanmak , özellikle forum sitelerinden
  • Kursa gitmek. Param yok gibi bir bahane üretmeyin. Nitekim birçok ilde, belediyenin ücretsiz kursları mevcuttur. 
  • Psikolojik problemlerinizde çok sıkıntıdaysanız, psikologa gitmek. 
  • Yapmak istediğiniz iş hakkında makaleler ve kitaplar okumak
  • Farkındalık düzeyinizi artıracak en etkili adım ise; deneyimlemektir . Hiçbir şey bilmeden bir işe girmeniz sonucunda büyük ihtimalle başarısız olursunuz. Ancak çok büyük tecrübe kazanırsınız. Ayrıca bir konuda çok bilgi sahibi olsanız bile harekete geçince,  hata yapma şansınız yine çok yüksektir. Bu yüzden, hata yapma korkusu yüzünden deneyimden kaçmayın. Hata yapmak saçma bir sebepten olmadıktan sonra sizlere her zaman kazandırır.
  • Düşünmek, ama gerçek anlamda. Düşünme eylemi, herhangi bir konuda farkındalık düzeyinizi artırabilir. Çünkü bir konu üzerine düşünmeye başladıkça, odaklanırsınız. Ve zihniniz odaklanmış olduğunuz bir konu hakkında fikirleri aklınıza getirir. Bu fikirler bazen yolda yürürken bile aklınıza gelebilir.
  • Youtube da onlarca “özgüven nasıl kazanılır?” adlı video var. Şuan gir ve hepsini akşama kadar izle yine de özgüvenin artış olmaz. Çünkü sen o tarz videoları izleyerekten sadece farkındalık düzeyini artırdın. Yani bilgi sahibi oldun. Gerçek anlamda özgüven kazanmak için uygulamada korkularınla yüzleşmeli ve kendine olan bakış açını değiştirmelisin.
  • Farkındalık sizlere hayata yeni bakış açıları sunabilir, uygulamada sunabilir. Okuduğunuz bir kitap veya bir makale sonrasında yeni davranış şekilleri geliştirebilirsiniz. Uygulamada ise farkında olmadan bir eylemi gerçekleştirirsiniz ve sonrasında derseniz ki  “Ben bu eylemi, bu zamana kadar neden yapmamışım” Neticede ise artık uygulamada kazanmış olduğunuz yeni davranış kalıbını gerçekleştirmeye başlarsınız.
  • Duygusal anlamda güç, harekete geçmekten, hayatın içine girmekten sonra gelir.
  • Farkındalık ve uygulama, bir elmanın iki yarısıdır. Eğer herhangi bir konuda başarı istiyorsanız ilk önce o konu hakkında farkındalık düzeyinizi yükseltmeniz, ardından uygulamaya geçmeniz gerekir .
  • Düşünmek en iyi farkındalık düzeyini artıracak eylemdir. Herhangi bir konuda düşünmeye başladığınızda zihniniz sizin önünüze hep düşündüğünüz konu ile alakalı düşünceler getirecektir.
  • Farkındalık sizlere bilgi, uygulama güç verir.
  • Herhangi bir konuda, bilginiz çok olabilir ancak bilginiz sizlere harekete geçirecek gücü vermez. Sizlere harekete geçme gücünü verebilecek tek şey harekete geçmektir.
  • Hayatın uygulamada zor olmasının sebebi, ilkel zihnimizdir. Çünkü ilkel zihnimiz sadece konfor alanında oturup, uyumak ister . Senin başarıların onun umrunda değildir .

KENDİNE BİLGİ KAT

“Dijital Uyaranlar” Sabahlarınızı Mahvediyor Olabilir mi?

Güne nasıl başladığınız; gün boyunca nasıl hissedeceğinizi, zihinsel netliğinizi, duygusal dengenizi ve hatta üretkenliğinizi belirler. Ancak günümüzde pek çoğumuz bu önemli zaman dilimini kendimize ayırmak yerine, gözümüzü açar açmaz dijital uyaranlara bakarak kullanıyoruz. Alarmı kapatmak için uzandığımız telefonla başlayan bu döngü; sosyal medya akışlarında kaybolmak ve kısa videolar izlemekle devam ediyor. Bu durumda beynimiz, henüz doğal ritmini bulamadan, güne yapay bir uyarılma haliyle başlıyor. Bu yeni dijital alışkanlıkların arkasında ise “dijital uyaranlar, bir diğer ismiyle dijital uyuşturucular” yer alıyor. Kısa vadeli bir haz sağlayan bu uyaranlar, siz farkında olmadan sabah rutininizi mahvediyor olabilir. Peki dijital uyuranlar nelerdir? Sabah rutinlerini ve beyni nasıl etkilerler? Sizin için araştırdık!

Dijital uyaranlar nelerdir?

Dijital uyaran ya da uyuşturucu (digital drugs) terimi; beynin kimyasal dengesini etkileyerek zihinsel durumları değiştiren dijital içerikleri tanımlar. Bunlar arasında en yaygın olanı, binaural beats (ikili ritimler) adı verilen seslerdir. Bu sesler, kulaklara farklı frekanslar gönderir ve beyin bu farkı bir üçüncü frekans olarak algılar. Örneğin, sağ kulağınıza 210 Hz, sol kulağınıza 200 Hz’lik bir ses verildiğinde, beyniniz bu iki sesin farkını yani 10 Hz’lik ritmi de ayrıca işler. Ortaya çıkan bu üçüncü frekans ise, alfa, beta, theta gibi beyin dalgalarıyla eşleşerek rahatlama, içe dönme ya da uyarılma gibi etkiler yaratabilir. Bu sesler herhangi bir müzik gibi keyif almak için değil; beynin dalga frekansını belirli bir moda yönlendirmek amacıyla dinlenir. Bu nedenle bilinçli ve sınırlı şekilde kullanıldığında faydalı olabilirken, sürekli ve amacı dışında kullanıldığında zihinsel denge üzerinde olumsuz etkiler yaratma potansiyeline de sahiptir.

Öte yandan dijital uyuşturucu kavramı yalnızca seslerle sınırlı değildir. Günümüzde bu kavram, giderek daha geniş bir alanı kapsayacak şekilde kullanılmaktadır. Özellikle sabah saatlerinde tüketilen, zihni aniden uyararak dopamin salımını artıran her türlü dijital içerik bu tanımın içine dahil edilebilir. Buna sosyal medyada gördüğümüz kısa videolar, algoritmaların önerdiği dikkat çekici gönderiler, sabah uyanır uyanmaz okunan haber başlıkları, mobil oyunlar ya da anlık mesajlar bile dahildir. Bu içerikler, her ne kadar “zararsız” gibi görünse de beynin ödül merkezini harekete geçirerek kısa süreli bir haz veya uyarılma hissi yaratır. Başka bir deyişle sabahları bilinçsizce tüketilen bu içerikler, sizi daha güne başlamadan tepkisel bir zihinsel moda sokar. Oysa sabah saatleri, içsel dengeyi kurmak, odaklanmak ve günün yönünü belirlemek için en hassas ve değerli zaman dilimlerinden biridir. Dijital uyaranlara maruz kalmak, bu alanı sessizce ele geçirir.

Dijital uyaranlar sabah rutinini nasıl etkiler?

Uykudan uyandığınızda, bedeniniz ve zihniniz tam anlamıyla uyanmış olmaz. Beyniniz, gece boyunca salgılanan melatoninden çıkıp yeni güne adapte olmaya çalışır. Bu süreç doğal olarak kortizol ve dopamin seviyelerinin artmasıyla gerçekleşir. Ancak siz bu geçişe izin vermeden dijital uyaranlara maruz kalırsanız, beyin dengesiz bir uyarılma ile karşılaşır.

→ Beynin ödül sistemi ele geçirilir.

Dopamin, beynin “ödül sistemi” olarak bilinen mekanizmasında önemli rol oynayan bir kimyasaldır. Motivasyon, haz, merak ve hareket arzusu gibi pek çok içsel dürtünün temelinde dopamin yatar. Normal şartlarda dopamin, küçük başarılar elde ettiğinizde, sosyal bağlantı kurduğunuzda ya da fiziksel olarak aktif olduğunuzda salgılanır. Bu doğal döngü sayesinde, zihinsel ve duygusal olarak dengede kalırsınız. Ancak sabah uyanır uyanmaz telefon ekranına bakmak ya da uyarıcı ses içerikleri dinlemek, dopamin seviyenizde ani bir yükselmeye yol açar. Bu yapay dopamin yükselişi, bir tür “tatmin yanılsaması” yaratır. Henüz hiçbir şey üretmeden, hareket etmeden ya da zihinsel olarak uyanmadan, beyin bir ödül aldığını zanneder.

Bu durum kısa vadede enerji verse de beynin doğal işleyişi bu tür ani yükselişleri telafi etmek ister. Bu nedenle bir süre sonra dopamin seviyesinde ani bir düşüş yaşanır. Bu da moral bozukluğu, isteksizlik ya da odaklanma problemi yaratabilir. Sabahları dijital içeriklerle başlayan bu döngü ise, günün geri kalanında daha sık dikkat dağınıklığına ve tatminsizlik hissine neden olabilir.

→ Stres seviyesi yükselir.

Uyandıktan sonraki ilk saat, sinir sisteminizin güne nasıl tepki vereceğini şekillendiren kritik bir zaman dilimidir. Bu dönem, bedenin “dinlenme ve sindirme” halinden yavaşça “uyanıklık ve hareket” moduna geçtiği bir geçiş sürecidir. Eğer bu geçiş gün ışığı, hafif hareket, sessiz bir ortam gibi yavaş ve doğal uyaranlarla desteklenirse, sinir sistemi dengeli bir şekilde uyanır. Ancak tam tersi şekilde, güne sosyal medya içerikleriyle, ekran ışığıyla ya da hızlı görsel ve işitsel uyarıcılarla başlarsanız, sinir sisteminiz ani bir şekilde yüksek uyarılma haline girer. Bu durum beynin, bir tehdit algılamış gibi tepki vermesine neden olur ve kortizol (stres hormonu) seviyesi hızla yükselir.

Artan kortizol, kısa vadede uyanıklığı artırsa da uzun vadede zihinsel dengeyi bozar. Sabah saatlerinde dijital içerik tüketimi; özellikle duygusal tetikleyiciler içeren haberler, kıyaslamaya neden olan sosyal medya gönderileri ya da hızlı akışlı videolar, kaygı seviyelerinin artmasınakarar verme yetisinin zayıflamasına ve duygusal tepkilerde aşırılığa yol açabilir. Farkında olmadan kendinizi, daha gün başlamadan önce zihinsel olarak bir “savaş-kaç” durumunun içinde bulabilirsiniz. Bu durum tüm gün boyunca gerginlik hissine, odaklanma güçlüğüne ve içsel huzursuzluğa neden olabilir. Yani, sabahları ilk karşılaştığınız dijital içerikler, günün tamamına yayılacak duygusal tonunuzu belirleyebilir.

Vücudun biyolojik saatini yöneten sirkadiyen ritim, hem uyku kalitesini hem de gün içindeki enerji seviyelerini doğrudan etkiler. Bu ritim; ışık, karanlık, fiziksel hareket ve sabah-akşam alışkanlıkları gibi dışsal etkenlerle hassas bir denge içinde çalışır. Sabahları bu ritmin doğal olarak devreye girebilmesi için beynin dış dünyadan yumuşak uyaranlar alması gerekir. Bu sayede melatonin seviyesi azalırken uyanıklık sağlayan hormonlar doğal bir geçişle devreye girer.

Ancak bu süreç, sabahları uyanır uyanmaz ekran ışığına ve hızlı dijital içeriklere maruz kalındığında bozulur. Üstelik geceleri uyumadan önce de aynı uyaranlara maruz kalıyorsanız, bu bozulma daha da derinleşir. Sonuç olarak, kaliteli bir uyku uyuyamaz, sabahları dinç uyanamaz ve gün içinde daha fazla dijital uyarana ihtiyaç duyarsınız. Bu da sizi bir döngüye sokar: kötü uyku → sabah yorgunluğu → dijital uyarana ihtiyaç → daha kötü uyku. Böylece dijital uyuşturucular, yalnızca zihinsel değil, fizyolojik düzeyde de doğal düzeninizi alt üst edebilir.

Dijital uyuşturucuların olumsuz etkilerini fark ettiğinizde, bu içeriklerden tamamen uzak durmak isteyebilirsiniz. Ancak teknolojiyi tamamen hayatınızdan çıkarmanız gerekmiyor. Asıl önemli olan, bu dijital uyaranlarla, özellikle sabah saatlerinde,nasıl bir ilişki kurduğunuz.

→ Dijital uyaranları bir araç olarak kullanın.

Binaural beats, ses frekansları veya meditasyon uygulamaları gibi dijital içerikler, doğru kullanıldığında zihinsel geçişleri destekleyebilir. Ancak amaçsızca değil; yalnızca belli bir ihtiyaca hizmet edecek şekilde ve sınırlı sürelerle kullanılmalıdır. Örneğin, meditasyon yaparken veya yazı yazarken belirli frekansta bir ses desteği almak, bu pratiği derinleştirerek teknolojiyi sizin için çalışan bir araca dönüştürebilir.

→ “Altın saat”i ekransız geçirin.

Uyandıktan sonraki ilk 30–60 dakika, zihinsel ve duygusal denge açısından günün en hassas zamanıdır. Bu süreyi dijital ekranlardan uzak, sessiz ve farkındalık dolu bir şekilde geçirmek, hem stres seviyelerini düzenler hem de dopamin sisteminin doğal bir şekilde devreye girmesine izin verir. Telefonunuzu başka bir odada bırakmak ya da uyanır uyanmaz ekran yerine gün ışığına yönelmek bu süreci destekleyebilir.

→ Yavaşlamanızı sağlayacak içerikleri tercih edin.

Sabah saatlerinde yüksek tempolu, dikkat dağıtıcı içerikler yerine, zihni sakinleştiren ve bedeni yumuşak bir şekilde harekete geçiren içerikler tercih edebilirsiniz. Örneğin, doğa sesleri, yönlendirmeli meditasyonlar ya da yavaş tempolu müzikler, güne berrak bir zihinle ve duygusal dengeyle başlamanıza yardımcı olur.

→ Sabah ritüellerini dijital alışkanlıkların önüne koyun.

Dijital içerikler genellikle “hemen bir şeyler hissettme” vaadiyle kullanılır. Ancak gerçek huzur ve enerji, bedensel ve fiziksel farkındalıkla elde edilir. Güne dijital dünyadan önce, kendi bedeninizle ve zihninizle bağlantı kurarak başlamak, gün boyunca nasıl hissedeceğinizi etkiler. Su içmek, yoga pratiği yapmak, yazı yazmak veya sadece sessizce oturmak gibi küçük ritüeller, dopamin sisteminizi doğal yollarla uyarır. Üstelik bu alışkanlıklar, dijital uyaranların yerini alabilecek kadar güçlü ve sürdürülebilirdir.

LIVETOBLOOM / ALEYNA TEPE İPER

Ben, Ben, Ben

Zamanımızın en kıymetli şeyinin bilgi olduğu söyleniyor. İnternet de bilgiye ulaşmanın ve paylaşmanın en önemli aracı haline geldi. Peki ya nasıl bir bilgi? Özel hayatımıza dair bilgileri paylaşmak ne kadar doğru? Hem ne kadar doğru bilgiler paylaşıyoruz ki? Neden beğenilmek istiyoruz? …vs. Bu konuda sorular çoğaltılabilir.

Günümüzün kaçınılmaz trendi sosyal medyayı takip etmek, olmazsa olmazlardan. Akıllı telefonlar sayesinde sosyal medya da her an yanımızda, cebimizde.Toplu taşıma araçlarına bindiğinizde çoğunluk telefonuyla hipnotize olmuş gibi.Ne oluyor da bu bağımlılıktan insanlar kurtulamıyor?

Akıllı telefonların ve sosyal medyanın çıkış amacı, daha kısa sürede yeni bilgiyi herkesle paylaşmak. Çünkü globelleşen dünyada en değerli şey bilgi ve zaman… Günümüzde sosyal medya, hızlı haber ve bilgi alış verişi, reklam, satış pazarlama, manzara resimleri, kişisel albüm ve özlü sözlerin kullanıldığı hızlı iletişim yoludur. Her şeyde olduğu gibi yeteri kadar ve amacına uygun olarak kullanılmasının insana hem sosyalleşmesi açısından hem de olanlardan haberdar olması açısından faydası vardır. Bu nesilde yaşayan insanlar da buna ayak uyduruyor.

Bazı insanlar amacına uygun olarak yeteri kadar bağımlı olmadan sosyal medyayı kullanırken, bazıları hiç kullanmazken, bazılarının da aşırı olarak orada bulunma, paylaşma ve gözükme isteği neden var? Kendini ne oluyor da durduramıyor? En güzel poz, en güzel mekanlar, en trend her şey. En, en, en… Ya da diğer bir deyişle BEN, BEN, BEN de diyebiliriz. Peki paylaşılan resimlerin, mutluluk pozlarının, mutlu aile tablolarının, işaretlenen mekanların kaçı doğru? Bir kişi sürekli Twitter, Facebook, Instagram, Vine, Pinterest hesaplarında ne yaptığıyla ilgili paylaşım ve özellikle özçekimini koyuyor, sonrasında kaç beğeni aldığı ve almadığıyla kendini meşgul ediyorsa, o kişinin bundan kazanımı nedir? Neden internet fenomeni olmak bu kişiler için bu kadar anlamlıdır ve içselleştirilmiştir?

İstediği beğeniyi alamadığında üzülen hatta depresyona girenler bile var. Psikoterapi seanslarında gerçek hayatının farklı, sosyal medyada gösterdiğinin farklı olduğunu ve bundan duyduğu kaygıyla seanslara gelen danışanlar var.

Burada temel soru, o kişinin fenomen olmaya neden bu kadar ihtiyaç duyduğu ve beklentisi olmadığında kendini neden bu kadar üzdüğüdür. Her insanın ailesinden, sevdiklerinden ve sosyal çevresinden yeterince övgü, beğeni alması kişiyi hayata motive edicibir durumdur. Ama kişinin özgüveni tamsa başkalarından onay almadığında kendi iç dünyasında bir boşluk , değersizlik hissetmez. Takdir, övgü ve yüreklendirme kuşkusuz hayatın lezzetlerindendir. Ancak bu tip fenomen hırsı olanların iç dünyasındaki boşluğa, yetersizliğe, değersizliğe geçici merhem olmaktadır.

Bu tip kişilerin çocukluk hikayelerine bakıldığında, anneleri ya da bakım veren kişi tarafından aşırı yüceltme ve büyüklenmeci duygularla beslenmiş öz benlik görmekteyiz. Maalesef anne farkında olmadan çocuğun kendi potansiyelini ortaya çıkartabilmesine, gerçek kendiliğe, kimliğine ulaşabilmesine ket vurmaktadır. Çocuğun sahip olduğu potansiyelden daha fazla değer yükleyerek, dış dünyayla düş kırıklıklarıyla tanışmasına bir nevi set çeker.

Bir diğer hikaye de, çocuklukta yaşanılan değersizlikler, saldırılar, küçümsenme deneyimleridir.Kişi çocukluğunu bu tanımlarla ifade etmektedir.Her iki hikayenin de vardığı sonuç aynıdır.Kişi kendi mükemmel dünyasında, sahte yani annesinin, babasının, çevresinin, toplumun ona değer biçtiği hayatıyaşamaktadır.Kişi adeta bir fanus içerisindedir.Fanusu kırılırsa kendisini çok değersiz, küçük ve aşağılanmış hissedeceğinden, fanusu kırılmasın gerçek dünyayla tanışmasın diye, sürekli ilgiyi, beğeniyi, takdiri kendine çekmek ister.Bundan da beslenir.Çünkü gerçek dünya acıdır ve beklediği ilgiyi göremezse bunu kaldıramaz.Kişi şişirilmece değerlerle yetiştirildiğinden, dış dünyayı tanıma fırsatı verilmediğinden depresyona girebilir, saldırganlaşabilir, karşısındaki kişiye değersizleştirici şekilde davranabilir.Bunların hepsi savunmadır.

Eğer sizde de bu aygıtları kullanmak bağımlılık derecesine ulaştıysa ve sürekli sanal ortamda gözükme çabanız varsa, kendi değerinizi hissedebilmeniz için başkalarının onayına, sevgisine değil, kendi iç dünyanıza dönüp kendinizle kavuşma gayreti içerisinde olmanızı salık veririm.

Öncelikle hangi sıklıkta girdiğinizi, paylaşımlarınızın sayısını ve içeriklerine göz atarak kendi farkındalığınızı oluşturabilirsiniz.Sonrasında kendinizde belirleyeceğiniz sınırlamalarla sosyal medyaya giriş çıkışları azaltarak, belirli aralıklarla girerek, paylaşımınız beğeni almadığınızda duygularınızı tanımlayarak kendinizi keşfe çıkabilirsiniz.Baktınız altından kalkamıyor ve bu sizin canınızı acıtıyorsa psikoterapiyle sorunun kaynağına terapistinizle inebilir, özgüveninizi geliştirebilirsiniz.Hayata daha sağlam adımlarla, kendi farkındalığını eline almış biri olarak devam edebilirsiniz.

Kendiliğinizi yaşadığınız nice günleriniz olsun.

Mutluluğun beyindeki şifreleri

Sizin de dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. Son zamanlarda yolda karşılaştığımız,göz göze geldiğimiz, yürürken izlediğimiz hemen herkes gergin, huzursuz ve mutsuz. Bugünlerde en çok gereksinim duyduğumuz şey artık mutluluk. Neden ciddi, asık suratlı, gülmeyi unutan insanlar olduk, bunun analizini bilimcilere bırakıp beyinde mutluluk hissini oluşturan, duygu durumunu etkileyen şifrelerden bahsetmek istiyorum.

Nâzım Hikmet’in o güzel şiirinde Abidin Dino’ya sorduğu gibi, mutluluğun resmi çizilebilir mi? Biyokimyacılar artık bu resmi çiziyor. Bize mutluluk hissini veren, ruhsal durumumuzu dengeleyen, yaşama bağlayan hormonun adı “serotonin”. Serotonin, beyinde ve sinir hücrelerinde elektriksel sinyaller taşıyan bir nöron aktarıcısı; mutluluğun bir göstergesi, bir resmi. Serotonin kanda artınca beyindeki sinyal sistemleri hızlanır, başka bir deyimle, beyin faaliyetleri daha aktif hale geçer.

Sabah, gün ışığıyla birlikte beyinde serotonin düzeyi yükselmeye başlar, merkezi sinir sistemi ya da kısa adıyla beyin vücudu uykusundan uyandırır, diğer hormon sistemleri aktive olur ve hayat başlar. Akşam olup hava kararınca serotonin hormonu azalmaya başlar, uyku hormonu devreye girer. Uyku hormonunun adı “melatonin”. Yattığımızda deliksiz, dinlendirici bir uyku ancak melatonin hormon salgısıyla olur. Gece artık rüya görmeye başladığımız derin uyku (REM evresi) serotoninin en çok azaldığı, melatoninin en çok arttığı saatlerdir. Daha sonra sabaha karşı melatonin yavaş yavaş azalır, serotonin artar ve vücut tekrar uyanmaya başlar.

Kış günleri, kapalı, karanlık havalar genellikle bizi mutsuz eder, daha depresif, daha gergin oluruz. Kuzey ülkelerinde, İsveç, Norveç, Finlandiya’da kışın geceler uzundur, yılın neredeyse 6 ayı karanlıktır. Ve yapılan istatiksel çalışmalar dünyada intihar oranlarının en yüksek olduğu ülkeler olarak kuzey ülkelerini gösterir. Peki, kuzey ülkeleri dünyada hayat standartları en gelişmiş, yaşam koşulları kolay, daha refah bir toplum olmalarına rağmen insanlar neden intihar eder?

Toplum bilimcilerinin bunu açıklayacak birçok yorumu olabilir, ama şurası kesin ki, karanlıkta mutluluk hormonu yani serotonin salgısı baskılanıyor, insanlar daha mutsuz, daha enerjisi düşük ve yaşamdan kopuk oluyor. Güneş ışığı serotonin salgısını uyarıyor, artırıyor ve daha pozitif aktivite için bir enerji yüklüyor. Bu nedenle güzel ve güneşli bir günde insanlar kendilerini daha enerjik ve mutlu hisseder. Depresyon ile serotonin arasındaki ilişki üzerine birçok çalışma yapılmış ve makale yazılmış. Hemen tüm çalışmalarda ortak görüş; depresyonda kandaki serotonin hormonunun düşük olduğu yönünde.

Vücutta serotonin salgısının azalması 3 nedenle olabilir: Beyin hücrelerinden serotonin üretiminin azalması, serotoninin bağlandığı reseptörlerin sayısının ya da aktivitesinin azalması ve serotoninin yapısında kullanılan “triptofan” isimli maddenin azlığı. Her 3 durumda da insanlarda depresyon, obsesif bozukluk, anksiyete, panik, hatta aşırı sinirlilik oluyor. Olayın başka bir boyutu da depresyonun kendisi de vücuttaki serotonin düzeyini azaltıyor.

Bu nedenle depresyon tedavisinde kullanılan antidepresan ilaçlar, kandaki serotonin düzeyini artırmaya yönelik ilaçlar. Yapılan çalışmalar, kadınların serotonin eksikliğine erkeklerden daha fazla duyarlı olduğunu gösteriyor. “Biological Psychiatry” Dergisi’nde, serotonin yapımında önemli rolü olan triptofan maddesini kanda azaltarak serotonin salgısının baskılandığı durumlarda erkeklerin daha sinirli ve agresif olduğu ancak depresyona girmediği, ama kadınların duygu durumlarının kolayca depresyona doğru kaydığı gösterilmiş. Belki de bu nedenle kadınlar, kapalı havalardan daha fazla etkileniyor, daha mutsuz oluyor.

İnsanlar mutsuzken neden daha çok yemek yer?

Araştırmalar gösteriyor ki, mutsuzluk, üzüntü ve depresyon iştahı artırıyor, tatlı isteğini tetikliyor, buna karşılık mutluluk hormonları iştahı azaltıyor, yemek hissini baskılıyor. Serotonin, gün ışığı ve iştah ilişkisini araştıran ilginç bir çalışma var. Araştırma çok katlı bir plazada, beyaz yakalı, masa başı çalışanlarının ağırlıklı olduğu bir iş merkezinde yapılıyor. Plazanın 2 katında çalışanlar çalışma için denek, diğer 2 katındaki çalışanlar ise kontrol grubu kapsamına alınıyor. Tüm katlara içinde çikolata, gofret gibi şekerli gıdaların olduğu otomatlar konuluyor ve 1 ay boyunca çalışanların otomattan çikolata, gofret vb. tüketimi izleniyor. 1 ay sonra plazanın 2 katının aydınlatma sistemi değiştiriliyor ve gün ışığına eşdeğer şekilde artırılıyor, diğer 2 katın aydınlatması aynı bırakılıyor. Bir ay sonra görülüyor ki, gün ışığına eşdeğer olarak aydınlatılan 2 kattaki çalışanların tatlı tüketimi yarı yarıya azalmış. Bu araştırmadan sonra yeni konsept olarak çalışma ortamı iş aydınlatmaları gün ışığına eşdeğer olarak artırılıyor. İnsanlar ışığın az olduğu ortamlarda, kışları serotoninin azaldığı durumlarda daha depresif oluyor ve daha fazla tatlı tüketiyor. Ruhsal durum ile iştah arasında da doğrusal bir ilişki var. Ruhsal durum iyi olduğunda iştahın azaldığı, moralin daha bozuk ve depresif olduğu günlerde iştahın ve tatlı isteğinin arttığı biliniyor.

Mutluluğu doğal yollarla yakalamak için yapılması gerekenler

1- Gün ışığı, mutluluk hormonunu artırır. Gün ışığında daha fazla kalın, çalışma ortamınızı gün ışığına eşdeğer aydınlatın. Yapılan çalışmalar, gün ışığının D vitamini artırdığı, D vitamininin de serotonin yapımında rol oynadığı biliniyor. Teknolojinin gelişiminin, insanın doğal yaşamını olumsuz etkilediği, insanların daha fazla kapalı alanlarda kaldığı ve depresyonun da buna paralel olarak artması sürpriz değil. Fırsat buldukça dışarı çıkın, kapalı ortamlarda kalmayın.

2- Egzersiz ve spor, serotonin yapımını artırır. Düzenli egzersiz yapın. Hayatınıza her güne aktivitenizi artıracak bir program koyun. Haftada 3 gün ağır bir spor yapmak yerine haftanın her günü küçük açık hava yürüyüşleri yaparak serotonin düzeyinizin daha fazla artmasını sağlayabilirsiniz. Hareketsiz bir yaşam mutluluk hormonunu azaltır, depresyona eğilime iter. Bu nedenle depresyonun en iyi ilacı, dışarı çıkmak ve yürümektir.

3- Stresten uzak durun, stres serotonini azaltıyor. Stres oluşturan her şeyi mümkün olduğu kadar yaşamınızdan uzaklaştırın ya da azaltmanın yollarını arayın.

4- Uzun açlık, dengesiz beslenme, şok diyetler, tek gıda rejimleri serotonini baskılar ve mutsuzluk verir. Yapay tatlandırıcılar, kafein kullanımı da serotonin düzeyinin azalmasına neden olur. Bunlardan uzak durun. Diyet yapacağım diye depresyona girmeyin.

5- Düzenli olarak B6 ve B12 vitamini ve folik asitten zengin gıdalarla beslenin. B6 vitamini, serotonin ve diğer sinir ileti ağlarındaki iletişimi sağlayan maddelerin yapısında bulunur. B6 vitamini tahıllar, ceviz, bezelye, patates, brüksel lahanası, muz ve avokadoda yüksektir. B12 vitamini ve folik asit, serotonin yapımında birlikte rol oynar. Kırmızı et, karaciğer, yumurta, peynir ve keten tohumu B12 vitamini açısındanzengindir. Yeşil yapraklı sebzeler, tahıllar, bezelye ve brokolide folik asit oranı yüksektir. 

6- “Triptofan”dan zengin yiyeceklerle beslenin. Triptofan vücudun temel aminoasitlerinden birisi ve serotonin yapımında çok önemli rol oynuyor. Süt, peynir, yoğurt, yumurta, kırmızı et, soya fasulyesi, kuruyemişler, badem, triptofandan zengin. Portakal, mandalina, domateste de triptofan yüksek. Her gün mutlaka bu yiyeceklerden biraz alın.

Bu yazıyı gülümseyerek okumaya var mısınız? Avrupa’da kadınlar arasında hızla yayılan gülümseme akımının kaynağı Harvard Üniversitesi’nde ispatlanan, beyindeki tetris etkisi…

Avrupa’da en çok satanlar listesinde uzun süre kalan “The Beauty Bible” (Güzellik İncil’i) kitabının yazarı Josephine Fairley gülümsemenin gücünü araştırdı. Fairley’e göre, “Gülümse, dünya da seninle gülümser” klişesi aslında her daim işe yarıyor. Araştırmacılar ise meseleyi şöyle ele alıyor: Ofislere gülen güneş fotoğrafları yerleştiriyorlar. Bu fotoğraflardan sonra ofisteki insanlar daha pozitif davranmaya başlıyor. Etraflarına bakış açıları genişliyor. İletişimleri artıyor.

Dahası var: Gülümsemek stresi azaltıyor ve bir süre sonra beyin de gülümsemeye daha yatkın hale geliyor. Gülümseyen insanların daha cazibeli bulunduğuna dair sonuçlar ise cabası… Mesela Penn State Üniversitesi bünyesinde yapılan bir araştırma gülümsemenin insanı daha sempatik, nazik ve hatta yetkin gösterdiğini ortaya koyuyor. Zira çalışanlar, güler yüzlü yöneticilerin onlara daha fazla güven aşıladığını ve şirkete olan bağlılıklarını artırdığını söylüyor. Çünkü gülümseyen yöneticiler, iletişime açık imajı verdikleri gibi şirkette işlerin de iyiye gittiğini hissettiriyorlar. Bu da insanlara hayat standartlarını koruyacaklarını düşündürüp güven veriyor.

Beyin size ayak uydurur

Bir başka araştırma ise gülümsemenin esnemek gibi bulaşıcı olduğunu ortaya çıkarıyor. İsveç Uppsala Üniversitesi’nde, aynı odada bulunan insanlardan biri gülmeye başladığında diğerlerini de etkilediği ispatlanmış. Fakat somurtkanlıkta bu geçerli değil. İnsanlar, diğerlerinin mutsuzluklarına mutlulukları kadar ilgi duymuyor. Hatta deneklere hangisinin daha kolay olduğu sorulduğunda yüzde 90’ı somurturken yüz kaslarının ağrımasından şikâyet etmiş.

Daha güncel çalışmalar ise gülümsemenin beyni de değiştirdiğini ortaya çıkarıyor. Gülümseme eylemi, negatif durumlarda dahi beyni pozitif düşünmeye yönlendiriyor ve pozitif motifler çiziyor. Yani, moraliniz bozuk, mutsuz, kederli hallerinizde gülümserseniz beyin de “gülümsüyor”, iyiye giden bir şeyler olduğuna inanmaya başlıyor.

“Siyah ya da beyaz”, “iyi ya da kötü” gibi gördüğümüz meseleler beynimizde keskin çizgilerle ayrılmıyor. Beynimiz bir olayla karşılaştığında önce “gri” bulutlarla kaplanıyor. Gülümsediğimizde bu bulutlar beyaza dönüşüyor. Somurtursak siyahla kaplanıyor ve düşünce sistemimiz bu yönde çalışmaya başlıyor. Yani, Winnie the Pooh’un depresif eşeği Eeyore gerçek bir Polyanna olabiliyor… Tabii biraz daha gülümserse.

Yapılan araştırmalara göre, gülümsemek kendimize daha fazla güvendiğimizi gösteriyor, nazik görünmemizi sağlıyor.

Gülümsemenin tetris etkisi

Achor, beyindeki bu dönüşüme “pozitif tetris etkisi” diyor. Tetris etkisi, Achor’un da 12 yılını geçirdiği Harvard Üniversitesi tarafından yapılan bir deney. Bir işi belirli bir süre yaptığınızda, onu monoton ve hayatınızın bir parçası haline getirdiğinizde, beyniniz buna yatkın hale geliyor.

Yapılan araştırmada denekler 1.5 saat boyunca durmadan tetris oynuyor. Oyunu bıraktıklarında çevrelerindeki objeleri birbiriyle eşleşecek şekilde görüyorlar. Beyinleri sürekli olarak bu mantığı uygulamaya devam ediyor. Hatta uyutulan denekler rüyalarında gördükleri objeleri de tetris gibi eşliyorlar. Bunun belirli bir süresi yok. Beyinleri bunu sürekli yapmaya devam ediyor. Yani bu etkiden kurtulamıyorsunuz.

Tetris etkisini, Avrupalı kadınlar gülümseyerek hayatlarına uyarladılar. Her şeye gülümsüyorlar ve pozitif düşünmeye başlamanın kendilerine daha fazla pozitif etki olarak döneceğini düşünüyorlar. Bu bir döngü aslında: Mutlu görünüyorsun, göründükçe daha mutlu oluyorsun, sonra daha da mutlu oluyorsun… Peki bu döngü nasıl daim kılınıyor?

İşin sırrı 21 gün… Yani 21 gün boyunca aynı aktiviteyi yaptığınızda, beyin bunu yaşam döngünüz içerisinde algılamaya başlıyor. 21 gün boyunca -zoraki de olsagülümserseniz mutlu bir insan haline geliyorsunuz. Bunu uygulayan kadınlar bir süre sonra en küçük mutluluklarda bile kocaman gülümsediklerini ve her sorunu gülümseyerek aşabileceklerine inandıklarını söylüyor.

‘Hiçbir maliyeti yok ki!’

Achor, “Defalarca olumlu düşünmek için beyninizi eğitebilirsiniz” diyor. “Mutluluk bir iş ahlakıdır ve bir atlet kendini geliştirmek zorundadır. Siz de böyle düşünün, beyinlerimizin de gelişmeye ve yenilenmeye ihtiyacı var.” Zira beynimiz bizi kurtarma konusunda gerçekten istekli. Negatif düşünme bataklığında aşağı sürüklenirken ufak bir gülümsemeyle, pozitife odaklanmaya başlıyor ve yaratıcı yönü devreye giriyor.

Belki şu anda gülümsemek için insanüstü bir çaba harcadığınızı düşünüyor olabilirsiniz. Fakat sonrasında ufak şeylerden büyük mutluluklar duyabilirsiniz. “Gülümsemek insanın doğasında olan bir şey” diyor Achor. Yani aslında gülmeye epey meyilliyiz ama içimizdeki öfke bunu bastırmaya çalışıyor. Anchor, son kitabını annesinin sözüyle noktalıyor: “Gülümsemenin hiçbir maliyeti yok ki!”

Peki ne zaman gülümseyelim?

  • Sabah kalktınız ve güzel bir kahvaltı sizi bekliyor. (Gülümseyin)
  • Caddeye çıkar çıkmaz boş bir taksi önünüzde durdu. (Gülümseyin)
  • Bindiğiniz toplu taşıma aracında size yer verdiler. (Gülümseyin)
  • Yanından geçtiğiniz çiçekçi teyze renkli çiçekleri diziyor. (Gülümseyin)
  • Biri, sokak hayvanları için bir kaba yemek koyuyor. (Gülümseyin)
  • Bir işyeri üşüyen evsizlere çay veriyor. (Gülümseyin)
  • Radyoda en sevdiğiniz müziği yakaladınız. (Gülümseyin)
  • Yemekhanede sevdiğiniz tatlı var. (Gülümseyin)
  • Tamam bu biraz zorlama ama yağmurda bir araba sizi ıslattı ve tam bağıracakken kafanızı kaldırdınız, biri size selpak uzatıyor. (Gülümseyin)
  • Fırından ekmek alırken, ihtiyacı olan biri için ekmeğin parasını ödeyip asın. (Gülümseyin)
  • Sokaktan geçen bozacıyı dinleyin. (Gülümseyin)
  • Bu akşam televizyonda sevdiğiniz film var. (Gülümseyin)

HT HAYAT / Neşe Şenol

Comments are closed.