logo

İnsanlık bir nimettir herkese nasip olmaz. Hz. Ali (R.A.)

İnsan Kulağından Zehirlenir | Söz Medeniyeti | Bekir Develi & Hayati İnanç | Bölüm 1

En Büyük Öksüzlük Köksüzlüktür! | Söz Medeniyeti | Bekir Develi & Hayati İnanç | Bölüm 2

Bakmak ve Görmek Arasındaki Sır! | Söz Medeniyeti | Bekir Develi & Hayati İnanç | Bölüm 3

Bilgisi Artanın Derdi de Artar! | Söz Medeniyeti | Bekir Develi & Hayati İnanç | Bölüm 4

Rabbin rızasını öncelemek

Kendini Kötü Hissetmenin Kronik Etkisi

Hz. Ali Pazılı Lider” Elbet Bir Gün Çıkacaktır…

Bilgi Neden Kıymetlidir?

Bir insanın yapmış olduğu hareketi başkalarının gözüne girmek için yapmasına riya ve gösteriş denmektedir. Bu şekildeki davranışlarda doğallık yoktur, ikiyüzlülük ve yapmacıklık vardır. Kişinin kendisiyle ve toplumla çelişik yaşaması, iki farklı şahsiyet sergilemesi söz konusudur. Böylesi davranışları benimseyenler kendileriyle, çevreleriyle, en önemlisi de Allah’la barışık değillerdir, devamlı bir ikilem içindedirler, huzursuzdurlar. Toplumun önündeyken farklıdırlar, yalnız kaldıklarında ise bambaşka bir şahsiyet olur çıkarlar.

Bireylerin farklı kimlikler sergilemelerinin kökenleri onların çocukluk dönemlerine kadar iner. Çocuklar, aile içinde karşılaştıkları baskı ve şiddet nedeniyle ebeveynlerinin yanında farklı, yalnız kaldıklarında da farklı davranışlar sergilerler. Ev ortamı onları adeta yalan söylemeye sürükler. Yaptıkları hataları inkâr ederler, suçları bir başkasına atmayı alışkanlık haline getirirler. Karşılaşacağı baskı nedeniyle en iyi yardımcı olarak yalanı kullanırlar. Ellerinden geldiğince uslu çocuk rolü oynamaya çalışırlar, anne babalarının yanında doğal davranmazlar, daha o yaşlarda “vaziyeti idare etmeyi” öğrenirler. Bazen de gereksiz veya aşırı ödüllendirmeler olumsuz etki yapar; çocuklar, anne babalarının gözüne girmek için bazı davranışları istemeyerek yaparlar, ilk fırsatta da tam tersi bir tavır içine girerler. 

Anne babalarının evlerinde sergiledikleri aile içi davranış tarzının bir başkası yanında tamamen değişmesi, arkasından kınadıkları ve son derece kötüledikleri kimselerle karşılaştıklarında yakınlık göstermeleri de onların şahsiyetlerinin şekillenmesinde olumsuz etkiler bırakır. Böylece çocuklar duruma göre tiyatro oynamayı hayatın tabii akışı gibi algılarlar. Gerek okul döneminde ve gerekse daha ileriki yaşlarda aynı tavrı besleyen etkenlerin neticesinde, böyleleri adeta iki kimlikli insanlar olurlar.

Bu atmosferde yetişen ve insanlarca beğenilmeyi her şeyin önüne koyan kimselerin yaptıkları ibadetlerde de aynı ikilem kendini gösterir. Başkalarının hakkında iyi düşünmesi için görülen alanlarda ibadet düşkünü olur çıkarlar, yapmadıkları ibadetleri başkalarını etkilemek için yaparlar. Bazen bu siyaset için yapılır, bazen de bir makama ulaşmak için. Bu tavır, bazen de masum bir yardım bağışında kendini gösterir. Fakir insanlara yapılacak yardımın herkes tarafından duyulması ve ne kadar iyiliksever bir insan olduğunun bilinmesi için ilan ve reklamın her türlüsü sonuna kadar kullanılır.

İnsanlar da onların bu reklamına aldanarak ne kadar cömert ve iyilik sahibi bir kişi olduğunu düşünürler. Halbuki bilmezler ki, onların bu davranışlarının esas nedeni yapmak istedikleri bazı işleri gölgelemek veya bazı yerler nezdinde muteber bir insan olduğu imajını uyandırmak veyahutta ileriki yatırımları için çıkabilecek pürüzleri daha baştan silmektir. İsimleri karanlık işlere karışmış nice insanın hayır ortamlarında boy göstermesini başka neyle izah edebiliriz ki? Bu aynı zamanda, menfaat ve istikbal için her şeyin hizmet aracı olarak görülmesi ve arzulara alet edilmesidir. Dolayısıyla yer ve zamana göre farklı karakter sergilemek ve ortama bir bukalemun gibi hemen uyuvermek, bunu yapan gözünde açıkgözlülük ve işbilirliktir. Aslolan onun hedeflediği şeye doğru yürüyebilmesidir ve bu amaçla önündeki her engeli hangi yolla olursa olsun aşmak azmindedir.

Meseleye dinin nasıl baktığına göz atacak olursak; insanların gözünde hiç tasvip görmeyen çift şahsiyetli olmayı Allah’ın asla sevmeyeceği aşikardır. Çünkü kulların hoş görmediğini Allah’ın da hoş görmeyeceği bellidir. Bunu da en iyi ibadetler alanında görmekteyiz. Rabbimiz kendisine yapılan ibadetlerde gösterişe kaçılmasını asla tasvip etmez ve şöyle buyurur: “Vay o namaz kılanların haline ki, onlar kıldıkları namazdan habersizdirler. Onlar gösteriş yaparlar.” (Maun, 4-6) Allah Teâlâ, insanları beğendirmek ve onların gözüne girmek için ibadet eden insanlara “böyle ibadet edeceğine hiç yapma daha iyi. İbadetini benim için yapmaya çalış. Çünkü o ibadeti sana emreden ve mükafatını verecek olan benim. O halde sadece rızama nâil olmak için eda et.” der gibidir. Hz. Peygamber de bir gurup riyakâr hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Bazı şehitler, malını tasadduk edenler ile alimler mükafat olarak cenneti isteyecekleri zaman, Allah Teâlâ her birine ‘Yalan söylediniz; biriniz desinler diye cömertlik etti; diğeriniz desinler diye savaşta kahramanlık gösterdi; diğeriniz de falan kimse alimdir desinler diye okudu.’ buyuracak ve bunların hiçbiri mükafat alamayacaktır.” (Muslim, 1905) Bu hadiste bizler için çok ibretlik dersler vardır. Gösteriş olsun, namım yürüsün, insanlar beni övsün diyerek yapılan iş, niyetini bilmedikleri için halkın gözünde büyük bir amel olarak gözükse bile, Allah o kulun kalbini iyi bildiğinden, içindekiyle dışındakinin farklı olduğunu gördüğünden, ona hiçbir sevap vermez, belki de cezalandırır. Bir başka hadiste bu gerçek daha açık bir şekilde ifade edilmektedir:

Hz. Peygamber ashabına der ki: “Sizin için en korktuğum şey küçük şirktir.” Ashabı şaşırarak “Küçük şirk de nedir?” diye sorarlar. Hz. Peygamber onlara şöyle buyurur: “Küçük şirk riya yani gösteriştir. Allah Teâlâ kıyamet günü herkesi yaptığı ameline göre mükafatlandıracağı zaman şöyle buyuracaktır: Dünyada kime gösteriş yaptıysanız, şimdi gidin onların yanına. Bakalım onlarda size verilebilecek bir mükafat var mı?” (Musned, 23630) Bu hadiste Hz. Peygamber, gösteriş için, insanların gözüne girmek için birtakım iyilikler yapanların kıyamet günü sevap alamayacaklarını ve mükafat almak kandırdıkları kimselerin yanına gönderileceklerini haber vermektedir. 

Bütün sorun insanın dünyaya bir imtihan için geldiğini zaman zaman unutmasıdır. Dünyayı ebedi ve devamlı yaşayacağı bir yer gibi görmesidir. Dünyanın geçici olduğu, insanın yaptıklarından hesaba çekileceği unutulduğunda veya önemsenmediğinde, muhatap kitlenin beğenisi ön plana çıkmakta, bu sefer Allah rızası değil de etraftakilerin hoşnutluğu gözetilmektedir. Bu ibadette bile kendisini göstermektedir. İnsan şeklen Allah’a ibadet etmekte ancak gönlünden bunu bir kula doğru yapmaktadır, arzusu onun gözüne girmektir. Dolayısıyla bir başka insana kulluk yapıyor gibidir.

Enbiya Yıldırım / Yeni Şafak

İslâm, önceliği imana vermekle birlikte, insanın Allah’a olan bağlılığını sadece iman etmekle kısıtlamaz, bunu eylem boyutuna taşımak ister. Gerçi bireyin doğasında da, Allah’a karşı saygı ve bağlılığını arz etmek, düşünce ve duygu dünyasında yaşadığı sübjektif olguları davranış olarak dışarı yansıtmak, iç alemindeki inanç ve duygularını sembolik bir anlatıma dönüştürmek ve O’na halini arz edip yardım talep etmek arzusu vardır.

Yaratıcı ile insan arasındaki iletişimin şekline bakacak olursak, Allah insanlarla iki şekilde irtibat kurmaktadır. Birincisi, doğrudan iletişimdir ki, Allah nadir olan bu iletişimde insana doğrudan seslenir. Kur’an’da bahsedilen, Allah’ın Hz. Musa’ya doğrudan seslenişi bu tür bir iletişimdir: “Allah, Musa ile de bizzat konuştu.” (Nisâ, 164. Ayrıca bkz. Meryem, 52) Diğeri ise Allah’ın görevlendirdiği melek vasıtasıyla insanla iletişim kurması, emirlerini iletmesidir. “Nuh’a, ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyûb’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettiğimiz gibi şüphesiz sana da vahyettik.” (Nisâ, 163. Ayrıca bkz. Şura, 51) ayetinde olduğu gibi. Her iki durumda da ilahî hitaba muhatap olanlar, peygamberlikle görevlendirilen kimselerdir. Dolayısıyla insanın iletişimi aracı vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Peygamberler açısından baktığımızda bu melek olmakta, diğer insanlar açısından ise Peygamber’in kendisi olmaktadır. Allah’ın kullarla iletişimi olduğu gibi, kulların da Allah’la iletişimi söz konusudur. Allah ile kulları arasında gerçekleşen en kapsamlı ve sürekli iletişimin, kulların Allah’la olan iletişimi olduğunu söylemek belki yerinde bir tespit olacaktır. Bu da kulun hangi şekilde olursa olsun yaratıcısına yönelmesiyle gerçekleşmektedir.

Bunun yanında İslâm, önceliği imana vermekle birlikte, insanın Allah’a olan bağlılığını sadece iman etmekle kısıtlamaz, bunu eylem boyutuna taşımak ister. Gerçi bireyin doğasında da, Allah’a karşı saygı ve bağlılığını arz etmek, düşünce ve duygu dünyasında yaşadığı sübjektif olguları davranış olarak dışarı yansıtmak, iç alemindeki inanç ve duygularını sembolik bir anlatıma dönüştürmek ve O’na halini arz edip yardım talep etmek arzusu vardır. Bu talep kişiyi, dinin dinamik fikirlerinin içten yaşanması olan eylemlere sevk eder. Böylece kişi, Allah karşısındaki tutumuna anlatımsal bir şekil verir ve aynı zamanda bu tutumunu, onu özümseyerek ve bizzat kendisi için ve Allah huzurunda teyit ederek tamamlar. Bu eylem, dinin dışsal formunda oluşur ve ibadet diye adlandırılır.

Bunun yanında İslâm, o şuur ve bilinç düzeyindeki insanın, Allah’a yönelme ve O’nunla iletişim kurma ihtiyacını karşılaması için periyodik ibadetler koymuştur. Ancak ibadet sadece bunların yerine getirilmesinden ibaret değildir. İbadet, İslâm’ın bütün hükümlerini kapsar. Sonuçta hepsi Allah tarafından yerine getirilmesi için istenmiştir. Dolayısıyla kulun yapması istenen her şey, yaratan buyruğu ve yerine getirilmesi zarureti açısından farklılık arz etmez. Bununla birlikte, insanın kendi istenciyle yaptığı ve Allah’a olan inancını ve bağlılığını simgeleyen tüm davranışlar da ibadettir. Bunların formlarının dinin bizzat kendisince belirlenmiş olması şart değildir. Dinin belirledikleri olabileceği gibi, insanın kendi insiyâkıyla Allah’a yönelmeyi tercih ettiği bir yolla da olabilir. Yeter ki dinin temel dinamikleriyle çelişmesin. Ayrıca ibadetler sadece ritüeller demek de değildir. İnsanın, Allah’a yönelişini sağlayan veya bu maksadı içeren her eylemi ibadettir.

Bunun yanında ibadetler rabbe bir şükran ifadesidir. İnsan kudret itibarıyla mükemmel olmadığının, Allah’ın kendisi üzerindeki ontolojik hakimiyetinin farkındadır. Bu durum özbenliğinde, yaratana karşı borçluluk ve onunla ahlâkî bir ilişkiye girme duygusu uyandırır. Çünkü Allah, oyun olsun diye yaratmadığı dünyada (Enbiyâ, 16) onu vekili yapmış ve kendi sıfatlarından hisse vererek sadece ibadet etmesi için dünyaya getirmiştir. (Zâriyat, 56) Zaten vermek istediği görevi insandan başkası da kabul etmemiştir. (Ahzâb, 72) Hiç şüphe yok ki, Kur’an’ın sembolik anlatımında kastedilen bu görevi yüklenme, ibadet etmeyi hedefleyen bir misyondur. Bu nedenle, hem yaratanına şükran duygularını ifade etmek, hem de kendi bedeni ve yaşadığı dünyayı nimet olarak sunan Allah’a yakın olmak, ibadetlere manevî bir zemin hazırlar.

Kul kendisinin hiçbir şeyine muhtaç olmadığını ve her şeyden müstağnî olduğunu bildiği Allah’a karşı yapacak tek şeyi vardır, o da saygı, sevgi ve bağlılığı somutlaştırıp teşekkür etmektir. Bu yüce kudret karşısında aciz bir kulun yapacağı farklı bir şey de yoktur. İhtiyaç kulun kendi içinden gelmektedir. Çünkü bir şekilde nimete karşılık vermek gerekmektedir. Bu nedenle, ibadet bir itaat davranışıdır. Allah’a bağımlılığın şuuruna ulaşmış insanın, bunun sonucuna içtenlikle, şükran ve minnettarlık duyguları içerisinde katılmasını simgeler.

Bunun yanında, kişiyi benlik bilincinin ötesindeki güçlerle etkin bir ilişki içerisine sokan ibadetler, insanların yaratıcı ile olan ilişkilerini yoğun ve dinamik tutan tek şeydir. Bunların yaşamın belli dilimine serpiştirilmiş olması bu açıdan önemlidir. Kişinin Allah ile olan bağının devamlı ve canlı kalmasına, O’na olan sevgi ve bağlılığının artmasına yardımcı olur. İnsan kendisini yaratanı ve O’nun yüklemiş olduğu sorumlulukları sürekli hatırda tutar. İbadetin kendisi ön plana çıkar görünmekle birlikte, periyodik ibadetler bireye diğer sorumluluklarını da hatırlatır, dinin istemiş olduğu ahlâkî değerleri benimsemesine büyük katkı sağlar ve mesuliyet bilincini pekiştirir. Çünkü bunları yerine getiren fertlerde diğer sorumlulukları da yerine getirme yönünde bir iştiyak ve titizlik oluşur.

İbadetler insan şahsiyetinin olgunlaşmasına da yardımcı olurlar. Kişinin, en üstün varlığa karşı sorumluluklarını yerine getirmenin verdiği huzurla, ruhsal enerjisinin ortaya çıkmasına, dinamikleşmesine katkı sağlar, mutluluk ve güven duygularını pekiştirir ve iç dünyasının dengede olmasını temin eder. Allah’a olan görevlerini yerine getirmenin hazzıyla O’nun gözetim ve yardımı altında olduğunu, zorluk ve sıkıntı anlarında yardım ve desteğini göreceğini düşünür. Çünkü ibadetlerin özü yaratıcıya duadır. Namaz ibadetindeki formları ve Fatiha da dahil okunan duaları göz önüne getirecek olursak, bu daha iyi netleşir. Kul baştan sona yaratıcıya yalvarmaktadır.

İslâm, insanların manevî tarafları yanında maddî yönlerini de disiplin altına aldığından ötürü, ibadetleri yerine getirmenin insanın gündelik ve sosyal yaşamına sağladığı katkıyı da zikretmek gerekir. İbadetler, ferdin karşılaşmış olduğu zorluklara katlanmasına, arzularını kontrol altında tutmasına, iradesini güçlendirmesine yardımcı olur. Toplu yapılan hac ve cemaatle namaz gibi ibadetler sayesinde, insanları sevmesini ve onların sorunlarıyla ilgilenmesini temin eder. Zekât gibi ibadetlerle de iyilik etmeyi, sosyal yardımlaşma ve dayanışma ruhunu kazanır. Sonuç olarak ibadetler birey ve toplum hayatının bütünleşmesine büyük katkı sağlar.

Enbiya Yıldırım / Yeni Şafak

Hangi hâkimin karşısına hangi konu ile çıkmak ve yargılanmak isterdiniz? Hangi hâkim sizi, size dair bir konuda sorgulasa ve yargılasa “Ben de hâkimle aynı kanaatteyim.” derdiniz, üstelik mahkûm olacağınızı bile bile. Hangi yüksek insanlık idealleri size bunu söylettirebilirdi? Hangi gerçek sizi bu denli kendinizden geçirir ve kendinizi haksız bulmak pahasına “doğruluk” denen şey uğruna kendinizi feda ederdiniz? Ne dersiniz, insan gerçekten de bu kadar objektif olabilir mi? Gerçi günümüz insanının, başkaları için dahi bu gerçekliği yakalayamadığı bir zeminde, henüz yeterince tanımadığı kendisine karşı bu denli gerçeği savunabilir olması mümkün mü? Ya da insanın kendisiyle ilgili bu yargısına dahi ne kadar güvenilebilir? Hakikaten insan, kendisini haksız çıkarmak pahasına bu denli doğrucu olabilir mi?  İnsan, kendisini haksız çıkardı diye o yargısı gerçekten bir hakikati, doğruyu temsil edebilir mi? Yani insan, aslında kendisine dahi haksızlık yapmadan kendisi hakkında doğru bir not verebilir mi? Bu soruyu, insanla ilgili doğru, gerçek ve sağlam bilgiler ortaya koymadan doğru cevaplayabilmek ya da doğruya ulaşabilmek ne yazık ki mümkün görünmüyor. 

İnsanların birbirine sürekli haksızlık yaptığı bir dünyada, insanın kendine haksızlık yapması niçin bir erdem olsun ki!.. Başkalarına yaptığı haksızlığı kendisine de yapmasının neresi orijinal ve farklı?

Tüm bu soruların cevabı, bugün insanın neye ihtiyacı olduğunu fark etmekle ancak gerçek karşılığını bulabilir. İhtiyaçlar, kuyuya düşen insan örneğiyle belki daha güzel tespit edilebilir. Kuyuya düşen insan, olmaması gereken bir yerde, bulunmak istemediği bir pozisyonda, çare arayan insandır. Mesela, bulunduğu yeri kazarak kuyudan kurtulabilir mi acaba? Yoksa bir yerlere tutunarak çıkmayı mı denemeli? Zıplasa olmaz mı? Kendisine uzatılacak bir ipe kavuşmak için bağırması bir çözüm olabilir mi? “Kurtarın beni!” derken, bir kurtarıcının bir şekilde onu kurtaracağı ümidini içinde taşıması kaçınılmaz değil mi? Bulunduğu yerde, şartlar gereği en çok ihtiyaç duyduğu duygu, “ümit” duygusu değil midir? Sadece duygulanmakla kalmaması için, ümidin üzerine, onu oradan kurtaracak somut birkaç adım daha atması, bir arayışının olması makul ve mantıklı görünüyor. Telaşlanmadan, sakin bir şekilde kurtuluşu planlamak… Çünkü, o an kendinin kötü durumunu bilmek, işin başında doğruymuş gibi görünse de bunun temelinde o esnada kendini kötü hissetmek yatıyor. İşte hayatın içinde her türlü durum ve pozisyonlarla kaderin cilvelerini yaşayan insanın, hayat ve olaylar karşısında dinç, diri, dinamik bir zihinsel duruşu olup olmadığı sorgulandığında, her an bulunduğu durumu değerlendirmesi, tamamıyla kendine bakışı, kendini değerlendirmesiyle ilgili süreçleri içinde barındırır.

Bu basit örneğin, insanın günlük hayatı ya da varlığa dair ontolojik durumuyla ne alakası var diye sorulabilir. Bir kavram olarak “haksızlığın” önemli bir boyutu; ara sıra başkalarının bize yaptığı haksızlık değil, en önemlisi, insanın kendine yaptığı haksızlıktır. Dünya hayatında varlık itibarıyla bir yolcu mesabesinde olan insan, sürekli yol almaktadır. İnsan yol alırken ne hayat durur ne de zaman… Hiç durmak bilmeyen bir yolcudur aslında insan. Bu esnada sürekli yakınan, ağlayan, sızlayan, kendini kötü hisseden bir canlı olmak yerine yolculuğun ciddiyetinin farkında ama telaşsız ve sakin, neşesi yerinde ve bu nedenle yolculuğu da iyi geçen ve sürekli yol alan bir yolcu olmak insan denen canlıya daha çok yakışmıyor mu? Depresif insanların dünyasını karartan en önemli etkenin stres olduğunu söylerler. Halbuki üzerinde pek durmadıkları bir gerçek var ki o da ümittir. Yani içimizi aydınlatan o ümit denen ışığın eksikliğidir insanı normal olmaktan uzaklaştıran… Ümitsizlik, yani bulunduğu durumu, zamanı ve zemini yani aslında bir bahaneyle “kendini” kötü hissetmek… Bu yanlış algının insana maliyeti çok yüksektir ve derdi parayla satın almak boyutunda da enayiliktir. İdealsizlik, üretebileceği bir şeylerin olmaması, kendisi ya da çevresiyle ilgili bir hedeften mahrum yaşamak, yapacağı hiçbir şeyin olmaması yani entropi eksikliği… Eylemsizliğe kendini mahkum hissetmek… “Kolu kanadı kırık olmak” derler ya… Aslında ihtiyacı olan şeyi bilmemek, ihtiyaçlarının farkında olmamak, hatta ve hatta normal insanlara çok saçma gelecek ama, mutlu olmayı istememek… 

Oysa ruhun huzura olan ihtiyacı o kadar fazla ki… Acıkanın acıkması, susayanın susaması gibi, yani ekmek gibi, su gibi ihtiyacı olduğunu fark edememek ne garip değil mi? İşte günümüz insanı, ne yazık ki mutlu olabilmeyi hayal edemeyecek kadar karamsar, kendi oksijenini kesen, kendini aç ve susuz bırakan bir halde yaşıyor. Kendine küs, kendinden habersiz, nereye gittiğinin farkında değil. Kendini mübalağasız, bir intihara endekslemiş durumda. Yol üzerindeki çakıl taşlarını kayalar mesabesinde görüyor. Gözlerini kısmış, ışığa duyarsız kalıyor. Yürümeyi denese ulaşacağı mesafeler var; ama “Ben travma doluyum, elim ayağım kırık.” demeyi tercih ediyor. Mevlana’nın, yolda yürürken üzeri kirlenen insan örneği, günümüz insanına ışık olmalı. Üzerini temizleyerek yola devam etmek yerine “Battık ki battık!” diyerek daha çok kirlenmeyi tercih etmemeli insan. Nitekim bazı mağduriyetler insanı korur, bazı eksiklikler insana süs olur, bazı durumlar vardır ki bize en güzel duygulara sahip olmayı öğretir. Bazı mağduriyetler, yolun devamında bizleri avantajlı hâle getirir; üstelik mevcut halde de koruma kalkanımızdır ama haberimiz yoktur. Yani her zaman, erken giden çabuk yol almayabilir. Her zaman, güçlü olan kazanamayabilir. Bazen küçük balık olmak daha iyidir. Hatta bazı şeyleri görememek bazen bizi daha iyi insan yapabilir. Farkında değilizdir ama güç, bazen herkesin taşıyamayacağı bir fazlalık olabilir. Ah bir fark edebilsek, aslında her şeyin bizim hiç bir müdahalemiz olmadan da bir şeyler ifade edebileceğini… Hangi pozisyonlar bizi bulunduğumuz yerde anlamlı kılar, hangi durumların aktif öznesi olmak iyidir, sükunet ve teenni insana nerede lazımdır, sabır neye yarar, huzur nasıl elde edilir bir bilsek; belki bu kadar düz çizgi hâlinde bir belirsizliğe, bir amaçsızlığa, bir boşluğa doğru sürüklenmeyeceğiz!.. 

Evet, kendi kendimize ürettiğimiz kaoslar değildir hayat. Hayat, bizim düşündüğümüzden çok farklı anlamların hayatın ta kendisi olduğunu görmekle anlam bulur aslen. İçinde bulunduğumuz durum bize ümitsizlik veriyorsa, doğru bir yerde durmuyor ve doğru düşünemiyoruz demektir. “Güzel bakanın güzel düşündüğü bir dünya” sevgi doludur, huzur doludur. Hayatın aslı ve özüyle aramızdaki engelleri kaldırsak, kendi aslımıza ve özümüze döneriz. Duyguların ezberi değil, kendisidir aslolan. Hissetmek, doğru hissetmek, doğru duygulanmayı ve düşünmeyi getirir. Yani tahayyül olmadan taakkul olmadığı gibi, tezekkür de olmaz. Bazı zevkler aslında bizi bitirir, bazı duygularsa ayağa kaldırır. Nelerden zevk alıp nasıl duygulandığımızla ilgili. Nereye gitmek ve ne olmak istediğimizle ilgili. 

Evet, bir gönül dostu, bir gün alışveriş yaparken oradaki satıcıya, “Çürüklerden de koy!” der. “Çürüklerden de koy!” Anlamak zor değil mi? Ufuk meselesi… “Niçin?” diye sorar satıcı… “Yoksa onları satamazsın!” cevabını alır. Hayata dair, “Aklımıza gelen her sorunun sadece bir cevabı vardır.” diyenlerdenseniz, buradaki hikmeti anlamak gerçekten çok zor… Hangi hayat daha yaşanılmaya değerdir, sil baştan tekrar düşünmeniz gerekir. Tekrar düşünmek, yani “Çürükleri de almaya razı mısınız, değil misiniz?” “Çürük” sizin için ne ifade ediyor? Sadece “sağlamları” alıp her zaman kendinizce avantajlı bir yerde mi durmayı tercih ediyorsunuz yoksa “Yoksa”nın cevabını siz verin… İrfanınızca verin!.. Bu cevap verilmeli… Verilmeli ki, ardından gelen hikmetler anlaşılabilsin… Biraz cesaret, biraz talep, biraz gayret, biraz coşku. Herhangi birini hiçbirine feda etmeden, tekdüze düşünmeden, yapabildiğimizi değil aslında isteyebildiğimiz kadarını…

DR. ALPER YÜCEL ZORLU / Feyz Dergisi

Tüm Yılı Ramazan İkliminde Yaşamak

Sufiler Ramazan ayını tüm yıl boyunca hasretle beklerler. Çünkü bu mübarek ay, Sufilere hedefledikleri tüm idealleri kolayca gerçekleştirme fırsatı verir. Ramazan adeta bir kulluk bayramıdır, sâlikin kulluğunu doyasıya yaşama mevsimidir.

Allah Teâlâ yüce kitabında “Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım.” buyurmuştur. Hayata gelmenin amacı Rabbe kulluktur, bu ise niçin ve neden demeden O’nun tüm emir ve yasaklarına uymakla gerçekleşir. İşte Ramazan-ı Şerif kulluğun kolay kılındığı, kalplerin ibadete yumuşatıldığı, şeytanların bağlanıp, rahmet kapılarının sonuna kadar açıldığı bir aydır. Bu ay hac dışında her ibadeti en yoğun şekilde yaşatır bize. Ramazan boyunca, dinin direği olan namazı camilerde kolayca ikame ederiz. Hatta beş vakit namazın verdiği manevî zevkle yetinmez, iftar sonrası vakitlerimizi de teravih ile doldurur, orucun yorgunluğundan sanki namazla dinleniriz. Bilhassa namazda okunan Kur’an kalplerimizi nura gark eder. İşte Ramazan tüm bu hediyelerin buket halinde Müslümana sunulduğu aydır.

Bu sebeple tüm sufiler bu ayın ihyasına özel önem verirler. İmam Rabbânî bu hususta bize şu hatırlatmada bulunur: “Bilmek gerekir ki, Ramazan ayı büyük ve değerli bir aydır. Bu ayda eda edilecek olan nâfile namaz, zikir, sadaka ve benzeri ibadetler, diğer aylardaki farz ibadetler seviyesindedir. Bu ayda edâ edilecek olan bir farz, diğer vakitlerdeki 70 farza denktir. Bu ayda bir oruçluya iftar veren kişiyi bağışlarlar, boynunu cehennem ateşinden azât ederler ve o oruçlunun sevabı kadar kendisine sevap verirler, hem de oruçlunun sevabından bir şey eksilmez.” (Mektûbât, I, 45)

O GÜN TÜM İBADETLERİMİZ DİLE GELECEK

Mevlânâ’ya göre âhirette imanımıza ve sıdkımıza en büyük şahidimiz Ramazan’daki bu ibadetlerimiz, orucumuz, infakımız ve namazımızdır. O gün tüm bu ibadetlerimiz dile gelecek ve şöyle diyecektir:

“Allah’ım, bu kişi helal lokmayı bile senin emrine uyarak yemedi. Susuzken su içmedi, bu kişi nasıl olur da harama el atar?”

“O, çok sevdiği kendi malından ayrıldı, yoksula verdi. Bu adam, eline fırsat düşünce nasıl olur da hırsızlık yapar?” (m. V.189-190)

Mevlânâ’nın da ifade ettiği üzere Ramazan-ı Şerif ferdi planda bir ibadet mevsimi değildir sadece. O tüm Müslümanları rahmetiyle kuşatan ictimai bir yardımlaşma mevsimidir ayrıca. Toplumun zengin ile fakir kesimleri zekât, sadaka, infak ve iftar sofraları ile buluşur ve kucaklaşır adeta. Peki, tüm bu güzellikleri yerine getiren müminleri nasıl bir mükâfat beklemektedir. Şüphesiz Rabbimiz Ramazan ayını ihya edenlere pek çok mükâfat verecektir, ama bunlar arasında bir tanesi vardır ki bu mükâfat başka hiçbir nimetle eşdeğer tutulamaz. Bu nimet marifetullahtır:

İNSANI RABBİ İLE BAŞ BAŞA BIRAKAN İBADET ORUÇTUR

Marifetullah: Sufilere göre Rabbimizin buyurduğu üzere dünyaya gelmekten amaç Rabbe kulluk, kulluktan amaç ise Rabbimizi tanımak, marifetullaha ulaşmaktır. Zira İbn Abbas (r.a) “liyâbudun-bana kulluk etsinler” ayetini “li yârifun-beni tanısınlar” şeklinde tefsir etmiştir. Marifet sadece kuru bilgi değil her daim Rabbimizle kalben beraber olma tecrübesidir. Ramazan ayında bu sırra ermenin sebebini Kelâbâzî şöyle açıklar: “İbadetler arasında insanı nefsinden en uzun müddet ayıran, Onu Rabbi ile baş başa bırakan ibadet oruçtur. Namaz gün içerisinde belli ve kısa vakitlerde kılınır; dolayısıyla oruca göre daha kolaydır. Çünkü kişi namazı bitirince bütün maddi hazlarına geri dönebilir. Orucun vakti ise, fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar devam eder. Nefsi terk etme manası, oruç dışında diğer ibadetlerde bu kadar uzun ve yoğun şekilde devam etmez. Bu zorluktan dolayı hadis-i kudside Rabbimiz şöyle buyurur: “Âdemoğlunun her ameline kat kat sevap verilir, bire ondan yedi yüze kadar. Bunun tek istisnası ise oruçtur. Zira oruç Benim içindir ve onun mükâfatını Ben Azimüşşan veririm. Çünkü oruçlu kimse benim (rızam) için yemesini, içmesini ve cinsî arzusunu terk etmiştir.” (Kelâbâzî, Bahru’l-fevâid, s. 180) Kelâbâzî “orucun mükafatını ben veririm” buyruğunu “orucun mükafatı bizzat Benim, Rabbül aleminim” şeklinde yorumlar. Bu ise Rabbin marifetidir, marifetullaha kavuşmaktır, dünya ve ahirette bu mükafata eşit olabilecek başka hiçbir nimet yoktur. (Bahru’l-fevâid, s. 181)

Oruçta nefis aradan çıkmış, kul Rabbi ile baş başa kalmıştır. Kul kendisinin acziyetini, Rabbinin kudretini görmüştür. Sufiler bu durumu “çıkarırsan nefsini aradan, kalır seni Yaradan.” vecizesi ile ifade ederler. Bu durumda sufilerin orucu sadece mide ve ferc ile değil esas kalp ile tutulur. Mide yeme-içmeden vazgeçtiği gibi, kalp de Allah’tan başka her şeyden yüz çevirir.

ÜÇ TÜRLÜ ORUÇ VARDIR

Büyük sufi müfessir İbn Acîbe, “Sayılı günlerde olmak üzere (oruç size farz kılındı).” (Bakara, 184) ayetini tefsir ederken, orucu üçe ayırır.

1- Ona göre avâmın orucu yeme içme gibi maddî şeylerden kendilerini alıkoymak şeklinde olur. Çünkü onlar gıybet, yalan ve benzer günahlardan uzak kalamazlar.

2- Avamın bir öte basamağında olan halli kimselerin orucu ise kendilerini Hak’tan ayrı bırakan her tür fuzuli işlerden uzak durmak şeklinde olur.

3- Maneviyat yolunda hayli mesafe kat etmiş sufilerin orucuna gelince onlar, kalbi Allah’tan alıkoyan her dünyevi düşünceden muhafaza eder, her şeyi Allah için yapar, kalplerini daima Rablerinin zikri ile meşgul ederler. İşte böyle oruç tür tutanların orucu ebedîdir, iftar ile oruçları şeran sona erse bile manen kalbî oruçları devam eder. Onların oruçları da, namazları gibi daimîdir. (el-Bahru’l-medîd, I, 186).

RAMAZAN’DA GELEN İLAHİ YARDIM

Allah Teâla bu ayda ibadetleri kolaylaştırmış, şeytanları bağlayarak ilahi yardımını göndermiştir. Şimdi sıra biz de olup bizde kendimize düşeni yapmalı, nefislerimizi kâmil manada oruç ile bağlamalıyız. İmam Rabbani Ramazan-ı şerifi yılın geri kalan aylarının özeti olarak görür ve şöyle der:

“Eğer bir kimse bu ayda hayırlı ve iyi işler yapmaya muvaffak olursa, bütün yıl boyunca kendisine başarı ihsan ederler. Eğer bu ayı gönül dağınıklığı (tefrika) ile geçirirse, bütün yıl boyunca dağınık olur. İmkân nispetinde gönül dirliği ve huzuru (cemiyyet) içinde bulunmaya gayret etmeli ve bu ayı ganimet saymalıdır. Bu ayın gecelerinden her gecede Cehennemi hak eden binlerce kişiyi âzâd ederler. Bu ayda Cennet’in kapılarını açarlar, Cehennem’in kapılarını kapatırlar. Şeytanları bağlayıp rahmet kapılarını açarlar” (Mektûbât, I, 45)

Bu sebeple Ramazan ayının kıymetini bilemeyenler, bu ayı gafilcesine geçirenler büyük kayıptadır. Gafil geçirmekten kastımız oruç tutmamak değildir, zira mazereti olmadan oruç tutmamak zaten bir Müslümanın yapacağı iş değildir. Gafletten kastımızı şu hadislerde açıkça ifade edildiği üzere Ramazanın ruhuna uymayan işler yapmaktır. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur:

“Kim ki, yalancı şahitliği ve onunla amel etmeyi terk etmezse, (oruçlu için) Allah’ın onun aç ve susuz kalmasına ihtiyacı yoktur.”

Oruçlu iken vakitlerini malayani işlerle geçiren, dedikodu, riyakârlık, yalan ve iftira gibi haram işlerden çekinmeyen kimseleri Mevlana hazretleri şöyle zemmeder:

Oruç ayında yemek bulamayan kedi de oruç tutar. Tutar ama onun orucu gaflete dalmış bir kuşu avlamak içindir. Bu yüzden kedi kendini uyur gibi gösterir.

Böyle gösteriş sahibi riyakârlar, yüzlerce kişiyi gerçek Müslümanlar hakkında kötü zanna düşürüp, cömert kişilerle, oruç tutanların adını da kötüye çıkarırlar. (m. V.193-94)

Nitekim bazı kesimler iftar sofralarını israf, lüks ve gösteriş ortamlarına çevirmekte, Müslümanların ve orucun üzerine gölge düşürmektedir. Yüce Rabbimizden niyazımız Ramazan-ı şerifi en güzel şekilde ihya etmeyi hepimize nasip etmesi, her tür malayaniden bizleri koruması, orucumuzu tüm bedenimizle özellikle de kalbimizle tutmayı bizlere ihsan etmesidir. Oruçtan mükafatımız bu dünyada marifetullah ahirette ise ruyetullah (Allah’ın cemalini görmek) olsun. Amin.

Kaynak: Prof. Dr. Süleyman Derin, Altınoluk Dergisi, 376. Sayı

“Cılkı çıkmış” derler ya? İnsan sormadan edemiyor, hangi yalan masum, hangi tevazu doğru, hangi cömertlik gerçek? Çünkü artık yalanda kalite arar olduk. “Doğru dürüst” yalan istiyoruz artık. İçinde ayrı bir kurnazlık olmasın, sadece o yalana ait olsun, hiç olmazsa doğru dürüst yalan olsun. Hangi amaçla söyleniyorsa, gerçek beklentisi neyse, o yalan da o işe yarasın. “Doğru dürüst” yalan istiyorum arkadaş! Deniz kokunca böyle oluyor işte… Hiçbir şeyin hakikisini bulamıyorsunuz, yalanın bile!..

O yalan her şeyden önce söyleyene ait olsun. Bize ait olduğunu bilelim ki, tövbe edebilelim. Yani inkarı mümkün olmasın, o yalanı yeni bir yalanla pekiştirmek zorunda olmayalım, değil mi? Hırsız dahi “doğru dürüst hırsız” olsun, çalsın ama üzerine bir de”ben hırsız değilim” yalanını eklemesin!.. Daha fazlası “katmerli sahtekarlığa” giriyor çünkü. “Bin kere tövbeni bozmuş olsan da…” sözü artık bu topraklarda bu kadar yanlış anlaşılmamalı, değil mi? Böyle olsun ki, “İyi” ve “kötü” kavramları bu kadar iç içe geçmesin… İyinin iyi, kötünün kötü olduğunu bilelim, bilebilelim. Bilelim ki, hepimizi perçeminden tutabilecek bir hukuku olsun bu işlerin… Eskiden “kötünün” içindeki “kötüyü” hissedebiliyor, idrak edebiliyorduk. “İyinin” içindeki “iyiyi de” fark ediyor, idrak ediyorduk. “Yaldızlı yalanın” da bir anlamı vardı. Çünkü “yalan” bir şeyler ifade ediyordu. “Hırsıza merhameti, tecavüzcüye hoş görüyü” tartışmaya başladı insanlar. Niye? Bu şartlarda iyinin doğrunun güzelin hakkını kim, nasıl verecek öyleyse? Neye nasıl tövbe edeceğiz, hangi konuda nasıl muhasebe yapacağız, düşünmek istediğimizde nasıl düşüneceğiz? “Deniz’i” kirlerin temizlendiği yer olarak düşünüyorsak eğer, deniz de hakikaten temiz olmalı. Bu konuları hangi zeminde ve nasıl, hangi gerçeklik üzerinden mütalaa edeceğiz, değil mi? Kirlerin temizlendiği bir deniz ikliminde, ortamında isek, hatamızı, günahımızı doğru dürüst tesbit etmeli ve hiç değilse ona tövbe etme imkanımız olmalı. Hiç kimseyi değil, kendimizi kandırmamayı hedeflemeliyiz önce. Aksi halde, kendimize dahi söyleyecek bir “sözümüz” yoksa, kime neyi söyleme ya da söylememe peşinde olabiliriz ki!..

Söz ehline söyleniyorsa eğer, buradan hareketle, bu sözlerin bir muhatabı olmalı. O muhatab ki, iyi, doğru ve güzel olanın peşinde koşuyorsa eğer, ilk önce Allah’a karşı samimi olmalı, kendine karşı da samimi olmalı. Allah’a karşı samimi olmak, ihlas ile alakalı olduğundan, ihlasın ilk basamağında insanın kendine karşı samimiyeti yatabilir ancak. Aksi halde ihlas elde edilemez. İnsanın kendine karşı samimiyeti ne demektir? Her şeyden önce, efradını cami, ağyarını mani olmayacak şekilde yani tam tanımıyla “yalanın yalan olduğunu”kabul etmeli, kendini temize çıkarmak adına “kendine yalan söylememelidir.” Kendine yalan söylemek, insanın kendini kendi yalanıyla kandırmaya çalışması demektir. Kendine yalan söylemeden, başkalarına yalan söylemek mümkün müdür acaba? Yani insan, başkalarına yalan söylerken, kendini kandırmadan yalan söylemesi mümkün olabilir mi hakikaten? İşte bu asla mümkün değildir. Aksi halde -çok komik gelecek ama- o insan, iyinin iyi, kötünün de kötü olduğunu bilmiyor demektir.

İnsanın kendini dahi böylelikle, bir şekilde kandırması mümkün ise eğer, ne kadar tehlikeli bir dünyada yaşadığımızı düşünebiliyormusunuz? Hiçbirşeyin gerçek olmadığı bir dünya tasavvur ediniz, özellikle “değerler” açısından… Nitekim, bir şeyin gerçek cephesiyle değerlendirilememesinin değişik nedenleri olabilir. Konuya böyle yaklaşmanın adına “duygusallık” deniyor bugün. Yani, gerçeği değerlendirmede acziyete düşmek… Meselenin, değişik pekiştirme, yansıtma, yüceltme ve akla uygun hale getirme teknikleriyle, kendi mecrasından, kendi gerçeğinden farklı bir biçimde değerlendirilmesi!… Duygusallık, yani konuyu, kendi kabul edebileceği bir şekle indirgemek… Ya da yeni bir iç yalanla, kendi ulaşamayacağı bir şekle yükseltgemek… Ve o “gerçeği” kendisinden uzaklaştırmak… Haydi bakalım, artık siz, kendi yanlışınızda ya da kendi doğrunuzda, “kendim” diyebileceğiniz bir değer ya da değersizlik bulabilecek misiniz?

Şimdi buradan nereye gideceğiz ya da bu yol bizi nereye çıkartır? “Kendiniz açısından”, ulaşılacak bir hakikat kaldı mı artık? Var mı, iyi, doğru ve güzel olan bir ufuk çizginiz? Yani hala kaldı mı? Bir “değer” sahibi, olduğunuzdan bahsedebiliyor musunuz hala?

Burada ne diyeceğiz? İronik bir biçimde”varsa vardır, yoksa yoktur” mu, diyeceğiz. Evet, bu soru o kadar önemli ki, tamamiyle hayat, insan, gerçek, iyilik ve kötülük kavramlarına bizim vereceğimiz cevabı belirliyor çünkü. Biz olmasak bu cevap sağlıklı verilemeyecekse eğer, biz niye varız? Evet, buna verilecek cevaplar, bizi “biz” yapıyor çünkü.

Şimdi artık, yeni yeni, o koca Yunus’un “Beni bende demen, bir ben var içimde” sözünü anlamayı hak eder hale geldik sanırım. Ontolojik açıdan varlığa dair, devamında bilgelik açısından hikmete dair bir arayışımız varsa eğer, “marifet” denen güzele ulaşmak istiyorsak; gelin önce içimizdeki “yalan putlarını” kıralım. Kıralım ki, nefsin zincirleri bağlamasın elimizi, kolumuzu…

İşte tam da burada, artık tevazu derken, eğer biliyorsak tevazunun ne olduğunu, “tevazu yapma erdemini” ahlakımızın baş köşesine yerleştirebiliriz. “Merhamet” derken, içimizde bir şeyler “kıpır kıpır” harekete geçiyorsa gözyaşlarıyla birlikte, dışarıya ağlamak zorunda değiliz artık “riya” adına!.. “Kibir” denen şeyi, kendimize yalan söylemeden bir çırpıda yırtıvermek cehdinde isek, tevazuyla merhamet kolkola arkadaş olmuştur artık içimizde… Hakikatin peşinden koşmak adına “dürüst” isek, yalanın defteri çoktan dürülmüştür içimizde, bizi “biz” yapan bir “değer olarak… Kötülüklerin başının, kendimize karşı söylediğimiz yalanlar olduğunu farketmişsek eğer, dünyada yalan söyleyebileceğimiz insan kalmamıştır artık yeryüzünde… Dolayısıyla “riya” yoktur içimizde… Riya yoksa, hased yoktur, kibir yoktur, zillet yoktur. Yani “Kötülük” yoktur. Üstelik biz onları yok saydığımız için değil, “yok ettiğimiz” için yoktur.

Tabii, biz bunları “yok” addederek “iyilikler” adına pembe bir dünya kuramayız hiç şüphesiz. İnandığını yaşayan insan ancak, “inanca dair” bir dünya kurabilir. Aksi halde yine başa döneriz kendimizi kandırmak hususunda. Yani “ilk yalana…” Evet, ta işin başında, ilk yalanı son yalan haline getirmedikçe, ahlaken hiçbir konuda gerçek bir muhasebe yapamayacağız demektir. Çünkü “pisliğin üzerini örtmek başka şeydir, pisliği yok etmek yine başka!” Velev ki bir “pislik” varsa ortada, ya biz onu görmeliyiz, ya da bize onu göstermeliler ve göstereni de biz iyi dinlemeliyiz. Çevremizde işi bilen “dostlar” olmalı, kendisini dinleyebileceğimiz. Hakikaten “dost” olmalı ve biz ona güvenmeliyiz. Güvenmeliyiz ki, sözünü dinleyebilelim. O dost ki, arasıra “burnumuzdan kıl almalı” bize bizi anlatmak için. Bir hastanın doktora güvenmesi gerektiği gibi güvenmeliyiz ona, ön yargısız ve işinin ehli olduğu düşüncesiyle. Her tarafı “kazıkla dolu” ruh bedenimizde, gerektiğinde o kazıkları büyük bir maharetle sökmeli dost, bizim acı çekme ve iniltilerimize kulak asmadan…

Merhametli ve müşfik dosta güvenirken, hem sabretmeli hem de üzerimize düşeni yapmalıyız ki, sağlıklı bir sonuç alabilelim. Yıllarca o kazıklarla yaşamaya alışmış bir insan, tabii ki, ilk etapta yadırgayacaktır yapılan muameleyi. Belki sahte benliğine büyük darbeler almanın acısıyla isyan dahi edebilir. Ama aslında kıymetini bilse tek şansının ve kurtuluşunun bu olduğunu, hastalığının farkında bir “cerrahi vaka” gibi, bir an önce “tedavi olmayı” arzulardı hiç şüphesiz. İşte, “kendine karşı samimi olmak, kendine yalan söylemek” burada önem kazanıyor. Yani “hasta” olduğunu kabul etmekte… Hasta olduğunu kabul etmeyen niye doktor arasın ki… kabul eden ise niçin tedaviden kaçsın… Yalanın “doğrudürüst” yalan olmasını bu yüzden istedik işte. Çünkü, hasta olduğunu kabul etmek sadece sözle olmaz. Tedaviden kaçmak, fiilî yalancılığın ta kendisidir de ondan. Burada gerçekten arayışı olan insan, aniden kendini Bakırköy Ruh ve Akıl Hastalıkları Hastanesi’nde, hastalar arasında bulan insan gibidir. Çevresine bakar ve hastaları görür. Hem de çok ağır hastaları… Kendisinin onlardan farklı, aklı başında bir insan olduğunu fark ettiği an ise, “ben hasta muamelesi görmek istemiyorum, çünkü ben onlardan farklıyım” diyen ve dışarı çıkmak isteyen, dışarı çıkma talebinde bulunan “sağlıklı insan” durumuna gelir ki, işte bu gerçeğin ta kendisidir. Aksi halde, bu örnekten hareketle, gerçek hayatta hasta olduğunu fark etmeyen insan durumuna düşer ki, bu da onun gerçekten hasta olduğunu gösterir ama o, bu gerçeği henüz fark edememiş insan durumundadır.

Evet, bu durumda, ya kendinin farkında olan bir insan olarak, tedavi olmak isteyen bir konumda duracağız ya da hastalıklarını fark edememiş “gerçek bir hasta” olarak hayata devam edeceğiz… Tercih sizin, ya kendinize yalan söylemeye devam edin, ama hiç olmazsa yalanın ne olduğunu bilerek… Ya da tedavi olmak için önce “dürüst” olmayı tercih edin…

Kendine yalan söylemek, kendi kendine şarkı söylemekten farksızmış gibi size yeterince çarpıcı gelmiyorsa eğer, bir aynaya bakarak “kendi kendine yalan söylemek” üzerinde düşünün lütfen…

DR. ALPER YÜCEL ZORLU

Asrın en büyük davası nedir?

Kur’ân ve Sünnet ışığında hiç değişmeyen “gerçek” ve “mutlak hakikat” neyse dava her zaman odur. Bu değişmez… Bu kavramlara muğlak anlamlar yükleyerek yani aslında mahiyeti hakkında düşünmeden asla yol alınamaz. Çünkü muğlak anlamların muğlak sonuçları olur. Biz ise bir davanın peşindeyiz. O nedenle bu asırda bizi bu hakikate ulaştıracak konu, bu asırdaki davamızın ta kendisidir. Önemli olan, yerinde saymamak, yol almaktır. Düşmanlarınız kendilerini size göre tanımlamaya başladıklarında kendi davanızda bir yol aldığınızdan bahsedebilirsiniz… Ya da kendi başarılarınızı ve yenilgilerinizi kendi değerleriniz açısından gözden geçirdiğinizde vardığınız sonuçlar sizi sağlam ve güvenli, tedbirleri içinde, yeniliğe açık bir yola çıkartıyorsa yine kendi davanızda yol aldığınızı düşünebilirsiniz… Hedefleriniz ya da söylediklerinizin insanda, dünya toplumlarında bir karşılığı varsa yine kendi davanızda bir yol aldığınızdan bahsedebilirsiniz… Bunun tam karşılığı “toprağa tohum ekmektir.” İletişim çağında düşünceleri hayata geçirmek çok zor değildir ama daha büyük akıl ister…

Davalar “inanmış insanların” sırtında yükselir. Yani idealleri olan insanın… İdeallerini dava edinmiş adamların… “Nasıl?” ve “Niçin?”e gelince; inanan bir yürek ânı kurtarma peşinde değildir. Onun yürek genişliği, her şeyden önce insanlığını korumaktan, ahlakını geliştirme, ülküleri en kâmil manada gerçekleştirme idealinden hiçbir zaman kopmamakta ve hatta her zaman fikirlere, düşüncelere açık yapısıyla da her tür düşünceyle yüzleşmeye açık… Kendine olan güveni, onu hiçbir şey karşısında küçük düşürmeyecek kadar büyük, çünkü “inanıyor ve üstün…” Allah’ın (c.c.) adalet ve merhametinin yeryüzünde temsilcisi bir yürek… “Büyük davayı” taşıyabilecek bir yürek… Ne elitist ne indirgemeci, her zaman hakikat kokan bir dava, hakikatin her tarafına sindiği insanların davası… Bir şeyin bitmesi ya da başlamasıyla alakalı olmayan, kendisi hiç bitmeyecek bir dava… “Doğrusu bu” diyen bir sesin onayıyla yol alan bir dava… “Büyük omuzların” sırtında taşınabilecek bir dava… Adı konmamış dava olur mu derseniz, Kur’ân ve Sünnet ışığında adını biz koyacağız… Popüler başlıkların reddinin ya da kabulünün kolaylığı gibi ucuz kolaycılıklara düşmeden, tüm ciddiyetiyle, gerçekten inanarak… Çünkü bu dava “inanmışların davası…” Ne kendisinden önce ne kendisinden sonra “tazeliğini yitirmeyecek” bir dava… Davamız var olduğu için bizi var eden bir dava…

Necip Fazıl Kısakürek, Gençliğe Hitabesi’nde bu davanın gençlerin güçlü omuzlarında yükseltilmesini ister ve herkesin kendi üzerine düşeni yerine getirmesi kaçınılmaz olduğundan “Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını gediğine koymaktan” bahseder:

“Kim var?” diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert “Ben varım!” cevabını verici, her ferdi “Benim olmadığım yerde kimse yoktur!” fikrini besleyici bir dava ahlakına kaynak bir gençlik…
“Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispetle usule, stratejiye uygun bir gençlik…”
“Tek cümleyle, Allah’ın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlarıyla manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak ve O’ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve O’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik…”
“Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil! Allah’ın selâmı üzerine olsun…”
Bütün bunların kaynağı bellidir. Son Nebi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in “İslam her eve her çadıra girecektir.” müjdesi… Bu müjdeyi baş tacı edenler ancak ümmet olabilir, millet olabilir… İnanan gönüllerde, hangi milletten olursa olsun, inanç kardeşini baş tacı etmek vardır. Onunla bölüşmek vardır. İnanç kardeşiyle yol arkadaşlığı vardır. Onun başına bir şey geldiğinde içi burkulmak, üzülmek vardır. Onun sevinciyle sevinmek vardır. Allah’ın (c.c.) yeryüzünde inanan kullarından muradı bu olduğu içindir ki, “La ilahe illallah” lafzı, ancak böyle gerçek anlamını bulur. Yoksa sadece malumu ilan değildir… Hepsi “kulluk sözleşmesine” dâhildir.

Asrın en büyük davası “bir davaya inanmış adam” olmak davasıdır. Bunun içine her şeyden önce aidiyet duygusu, mensubiyet şuuru girer. Aidiyeti olmayan insan, çıplak dolaşan adam gibidir. Elbisesi, rengi, ruhu yok… Devamında insanı sevecek ki, kendi davası uğruna fedakârlık yapacak bir ruh halini korusun, geliştirsin, Allah katında amele dönüştürsün. Yoksa niçin tebliğ aşkı olsun ki… Nasıl yapacak, insanı sevmeden, kendini sevmeden, insana ve kendine değer vermeden… Bu ne soğuk bir kirlilik ki, içinde sevgi yok… Evet, sevgi yoksa hased var, riya var, bencillik var… Böyle bir dava adamını, en ucuz davalarda dahi göremezsiniz… Dolayısıyla temsil kabiliyeti yok… Sadece kendini temsil ediyor, herhangi bir davayı değil… Örneği Peygamber ahlakı olmayanın aidiyeti, temsil kabiliyeti olmaz, sadece içi boş bir “fısıltı.” Aidiyet olmadan, kime ve neye üzülecek, neyi dert edinecek… Bugün pek çok insan var ki, Hristiyan’a üzülüyor, Budist’e üzülüyor, ama sıra yeryüzünde “Ben Müslümanım” diyen kim varsa, ona karşı ön yargılı ve hatta “timsah gözyaşları” içinde, kendi davasına karşı oldukça riyakâr… Ve ilk fırsatta “satacak” kadar da fedakâr(!) ve omurgalı(!)…

Bir derdi olanların “derdi ne?”

Bir derdi varmış gibi olmakla derdi olmak arasında büyük fark var. Çünkü bugün bir “davası” olmayanın, İslam’a ait tüm değerlerini gözden geçirmesini kaçınılmaz kılacak bir durum bu. Niye okuyoruz, niye konuşuyoruz, niye düşünüyoruz konuları dahi, bir hedeften arınmış ya da bağımsız olursa, bugün bunun anlamı nedir? Bunun adını “ihlas” koymaya kalkışanlar, muhaleset ahlakına dair oturmamış yapılarını bir kez daha gözden geçirmek durumundalar. Ne yapmak istiyorlar, nasıl yapmak istiyorlar? Yapmak istedikleri ya da yapıp eyledikleri şeyler, Müslümanların ya da başkalarının zihinlerinde, ahlaklarında, gidişatlarında ne tür bir değişiklik yapıyor ya da yapma kudretine haiz?.. Bütün bunlar aslında İslam dünyasının genelinde fert fert yapılması gereken bir sorgulamanın sadece başlangıç cümleleri olabilir. O da, durduğu yeri tespit bakımından… “İslam dünyasının durumu” sorgulaması da kendi adımıza sorumluluklarımızı kuşanmak noktasında yapılan bir sorgulamadır. Çünkü kimsenin iyilik ya da kötülük halleri, bu sorgulamanın cürmünü hiç kimse adına hafifletmez. Bir büyüğümüz “Yeni başlıyoruz.” demişti… O nedenle bu sorgulama, söyleyecek sözü, yapacak işi olanlar içindir, “yatanlar” için değil… Günübirlik gruplaşmaların siyasi yansımaları hep vardır. Ama bu sorgulama bunun da ötesinde anlamlar taşımalı ki, kuşatıcılığı olsun, parçalanmışlıklardan nasibini almasın, birleştirici olsun… Herkesi düşündürsün, harekete geçirsin… “Uyandırsın…” Kültürel farklılıkların ötesinde bir muharrik güce dönüşsün… Aksi halde İslam dünyasının durumunu “içler acısı” kelimesinin ümitsizliğe sevk eden sınırlarında bir tespite mahkûm eylemiş oluruz ki, bunun da hiç kimseye bir faydası olmaz; ne harekete geçirir ne de besler ve büyütür…

Her şeyden önce inanan insanların Allah’a (c.c.) güvenmesi, hayırlı sonuçları Allah’tan umma ve beklemeyi bilmesi gerekir. Ama bunun için dahi her inananın kendine dert edindiği, davaya yol aldırıcı bir işi ve kendi özelinde dert edindiği bir davası olmalı. Olmalı ki, sonuçlarını Allah’a bağlayabilsin, O’ndan umsun, O’na yaslansın, O’ndan yardım istesin, O’na dayansın… Tek cümleyle içinde ve dışında bunu başarması gerekir. Her inananın, “Allah” deyince öncelikle durup düşünmesi gerekir. Allah, inanan ve inanma ihtiyacında olan bizler için sadece metafizik hazların kaynağı değildir. Olmuş olacak her şeyi bilen, olayların ardındaki gerçek fail ve müsebbip, her şeyi nasıl murad ediyorsa öyle olan, “ol” deyince olduran “sınırsız güç”tür. Her şeyi yoktan var eden ve her şeyi yeniden yok edip yeniden var edecek ve hesaba çekecek olan “mutlak kudret”tir. Her şeyi yapma kudretinde olduğu halde bizi “sınayan”dır. Herkesin imtihan şartları kendine özel olduğu halde, insanların kalbini aynı sevgiyle birleştirendir.

Alparslan’ın derdi neydi?

Alparslan’ın derdi neydi derken, İmam-ı Rabbanî’nin, İmam Gazalî’nin, Abdülkadir Geylanî’nin derdi neydi diye düşünmek lazım. Selahaddin Eyyubî’nin de derdi aynıydı… Bu dert onları bir ömür boyu uykusuz ve dert sahibi yaptı. Dertlendiler… Ama hiç yakınmadılar… “Allah’ın yardımı” sözünden başka söz çıkmadı ağızlarından… Normal olan, günümüz problemlerinin, günümüzün düşünürlerini, bilgelerini, âlimlerini, Allah dostlarını ortaya çıkarması, onları sahaya davet etmesidir. Bu anlamda, günümüzün dertlileri kimler acaba? “Çıkılan bir yol” var mı? Ya da yol üzerine konmuş “ilahî murad ne?” Tarihte insanların ülküleri vardı, Osmanlı’da bunun adı “Kızılelma” idi. Selahaddin Eyyubi’de Kudüs’tü… Alparslan’da diyar-ı Rum’du, Anadolu idi… İster gönüllerin fethi, ister cihadla fethedilmiş fiilî fetihler olsun, hepsinde, fetih ruhuyla geldikleri topraklarda ancak fetih ruhuyla kalınabileceğinin bilinci vardı. Onlar hep, attıkları her adımda inanmışlığın vakarını, izzetini, şerefini, müjdesini düşünerek hareket ettiler. “Gayret bizden tevfik Allah’tan” dediler. Bereketi bunda umdular ve yaptıkları her iş bereketlendi. Liderlerini seçerken titizlendiler, istişare ettiler. Liderin söylediğini yerde bırakmadılar. İnanmış gibi yapmadılar, inandılar… “Allah kalbimizi biliyor” derken, bu söz, kendilerine imanlarını itiraf etmek içindi. Başkalarını riyakârca gönüllemek ya da onların gözünde bir yer edinmek için değil… Davasına inandığı için, arkadaşı yaşasın diye ölmeyi de bildiler, gerektiğinde layıkıyla öne çıkmayı da… Görev, sorumluluk, hak ilişkisi, zihinlerinde netti. Dünyevi bir hesap ya da ikbal uğruna değerlerini asla pazarlamadılar. Birbirlerine güveniyor ve birbirinden emindiler. Kafalarında tabir yerindeyse bir “değerler yönergesi” vardı. Sınırları biliyordular. Gerektiğinde muaheze edilmekten, yargılanmaktan çekinmediler. Birlikte muhasebe yapabiliyorlardı. Çünkü bir “dertleri/davaları” vardı ve onu “dert edinmiştiler.”

Bu zamanın farkı ne?

Bu zamanın farkı, kendi değerlerine olan bağlılığın azalması nedeniyle içinde hak, adalet adına çağlayan düşüncelere, başka felsefe ve ideolojilerden referanslar edinmeleri… Kendi örnek rol modellerini güncel boyutta yetiştirememiş olmaları… Kendi ana caddelerini ve ana gündemlerini yitirmiş olmaları… Kendi değerlerindeki bütünselliği ilmik ilmik anlamak ve mücadelesini vermek yerine, yanlış örneklere sapmaları… Kendi özlerinin ilmi, fikri temelleri üzerinde yeterince tefekkür etmeyip, güncel karşılıklarını ortaya koymamaları… Yaşanılan dönemin insan tipini layıkıyla tanımamış ve tanımlamamış olmaları… Ve tüm bu halleriyle “kendi bacaklarına sıkan adam”, “bindiği dalı kesen adam”, “üzerinde oturduğu hazinenin farkında olmayıp dilenen” durumuna düşmüş olmalarıdır. Bazıları akademiyi, bazıları kelamı, bazıları felsefeyi ön plana çıkarıyor. Hiçbiri tek başına toplumu ayağa kaldırma ya da insanı inşa etme kudretine haiz değil… Her birinin de insanların şahsında, büründüğü kendinden menkul bir “kılık” var. İnsanlara içindeki özü değil, kendi şeklini ve usulünü dayatan bir yapıya sahip. “Mızrağın çuvala sığmadığı” yerlerde ise insan ihtiyaçları açısından cazip bir sunuma sahip değiller. Çünkü “bütüne dair” bir kuşatıcılıkları yok. Bunun da nedeni, insana dair bütüncül bir tespite kapı aralamadan sunulmaya çalışılmaları… Kendi içinde taşıdığı estetik ve esnekliklere günümüz insanının çok ihtiyacı olduğu halde, bunun gizli bir hazine gibi saklanıyor olması. Ana hatlarının ise riyakârca ve pazarlamacı ya da dayatmacı bir sığlıkta sunulması. Kendi içinde sürekli kavga eden bir yapıya dönüşmüş olması da cabası… Oysa o sakladıkları ya da bulamadıkları şeyin içinde, her devirde insana yetecek olan fıtrat dini İslam’ın, günümüz insanına yetecek incelikleri var. Sadece düşünemedikleri ve açıklayamadıkları için “yok” muamelesi yapılan alanlar bunlar… Tüm bunlar geçmişte kendi ilmi usulleri içinde yol almış ekoller… Hatta birçoğu, geleneğin içinde “irfana” dönüşmüş ve toplumlar bundan alabildiğine istifade etmişler. Bugün ise bunları anlatacak güvenilir bir “ağza” ihtiyaç var. Herkesin bildiği doğrular bazen hangi ağızdan çıktığı ile de ayrı bir anlam kazanıyor, şekilleniyor. “Ben seni anlıyorum, senin ihtiyacın olan şeyi biliyorum.” ilmine ve özgüvenine sahip bir ağız… Merhametli bir ağız… Çağı okuyan, insanı anlayan bir ağız… Günlük kısır tartışmaların dışında bir ağız… Güvenini kaybetmişlere güven verecek bir ağız… Çünkü asıl tebliğimiz, güvenirliliğimizdir… Dürüstlüğümüzdür…

Oysa inanan insanların ellerinde öyle ilahî bir koz vardır ki, geleceğe dair müjdeli haberlerden tutun da “duruş” ifade eden tüm müspet tutumların açıklanmış olması yeterince yol aldırıcıdır. Üstelik insanın ilahî olanla bağı, tüm bunları anlaşılır kılmaktadır.

İnsanlar, siyasî iradeler, haklı olarak, kendi ülkelerinin varlık ve beka derdine alabildiğine düşmüş, düşürülmüş durumdayken, İslam adına duruşları ancak bir savunma duruşunu korumaya yeterken maalesef bu toplulukların kendi iç dinamizmlerini sağlamak adına ortaya koyabildikleri yeni bir söylem, veri, duruş olmadığı çok aşikâr. Dünyada pek çok ülkeye kendi geleceklerini belirleme hakkını çok gören bir askeri ve ekonomik tahakküm de var. İnsanoğlunun aç gözlülüğü ve güvensizliği… Böyle bir ortamda, ancak “dava sahibi olanlar” yol alabilirler. Bir dava zaman zaman unutuluyorsa “dava olmaktan” çıkmış demektir. Artık o sancağın taşıyıcıları farklıdır ve yeryüzünde o sancak hiç sahipsiz kalmamıştır. “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah öyle bir kavim getirecektir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı vakarlıdırlar; Allah yolunda cihad ederler ve hiç kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah’ın lütfu geniştir; O, her şeyi bilir.” mealindeki Maide Suresi 54. ayet, bu davaya sahip çıkacak olanların çok imrenilesi makamını anlatmaktadır. Çünkü bu dava, Hz. Peygamberin (s.a.v.); “Sağ elime güneşi, sol elime ayı verseniz yine de davamdan vazgeçmem.” dediği davadır. Adını bizim koymak istediğimiz dava ise, yukarıda anlatılanları gerçekleştirme yolunda ilmen, fikren, fiilen ne gerekiyorsa bunu akletmek ve başarmak davasıdır vesselam… Tüm bu idealler ise hiçbir zaman olmadığı gibi, bu zamanda da asla lidersiz olmaz…
DR. ALPER YÜCEL ZORLU

HZ. ALİ R.A

Haksızlık etmek ve hak sahibine hakkını vermemek demek olan zulüm, insanların dünyasını ve de ahiretini karartan en büyük kötülük ve günahtır.

Bu yüzden Kur’an, zulmü şiddetle yasaklar, zalimlerden ve zulümleri sebebiyle başlarına gelen kötü sonuçlardan bilgiler aktararak insanları uyarır. Firavun kıssası bunun en meşhurudur. Yeni doğmuş erkek çocukları katletmekten geri durmamış, adaleti hakim kılmayı isteyenleri yok etmek için her yola başvurmuş, ancak sonunda kaybeden ve pişmanlık yaşayan Firavun olmuştu.

Kur’an şöyle buyurur;

“Firavun boğulmak üzereyken şöyle dedi: “Elhak inandım ki, Allah’tan başka ilah yokmuş! Ben de  müslümanlardanım.” (Yunus, 90)

İnsanlık firavunlarla imtihan olmaya devam ediyor. Yakın zamanda dünyada ve coğrafyamızda yaşanan vahşet zihinlerde daha canlılığını korurken, bugün başta Filistin ve dünyanın birçok yerinde insanlar zalimlerin pençesinde can çekişiyorlar. Firavun’un yaşadığı hazin sonu bütün zalimlerin ve destekçilerin yaşayacağı noktasında tereddüt yok. Dikkat edilmesi gereken husus, zulme ve hiçbir haksızlığa ortak olmamaktır. Can, mal ve insan onurunu dokunulmaz kılan Yüce Allah, bu değerleri tehdit edenlere karşı Firavun’un hanımı Asiye’nin duruşunu örnek verir. Kendisini tanrı ilan etmiş, dediği dedik, dünyada şaşalı bir hayat bahşeden zalim kocasının karşısında durmuş, adaleti savunan Musa’nın yanında yer almıştı.

Kur’an şöyle nakleder;

“Allah iman edenlere Firavun’un karısını örnek gösterir: Firavun’un karısı,“Rabbim!” demişti, “Yüce katında, cennette benim için bir ev yap; beni Firavun’dan ve yaptıklarından kurtar ve beni bu zalimler topluluğundan da selâmete çıkar!” (Tahrim, 11)

Firavunun sunduğu saray ona zindandı. Zulmün karanlığını gördü ve ölümü göze alarak kocasının zulmüne ortak olmadı. Anne, baba, eş, evlat da olsa zalimin sevilmeyeceğini, ucunda ölüm dahi olsa yanında durulmayacağını, zalimin sunduğu konfordan istifade edilemeyeceğini öğretti.

Yapılan duaların kabul olması ve cennette ev sahibi olabilmenin yolunun haksızlık yapmamaktan ve  haksızlık yapanın yanında yer almamaktan geçtiğini öğretti. Bu nedenledir ki Allah, Firavun gibi zalimin hanımdan övgüyle bahsetmiştir.

Zulüm denildiği zaman ilk akla gelen, insan hayatına yapılan saldırıdır. Hak gaspı, alınteri kazanca çökmek, iftira ve dedikodularla insan onurunu ayaklar altında çiğnemek, dine ve dini değerlere yapılan her türlü saldırı ve Allah’a ortak koşmak da zulümdür.

Yüce Allah buyurur ki;

“Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş dolduruyorlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir.”(Nisa, 10)

“İnanıp da imanlarına herhangi bir zulüm/haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.”(Enam, 82)

“Allah’ın mescidlerinde O’nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olması için çalışandan daha zalim kim olabilir? ”(Bakara, 114)

“Allah hakkında yalan yanlış şeyler uydurandan daha zalim kim vardır!” (Hud, 18)

“Lokmân oğluna öğüt verirken ona şöyle dedi: “Sevgili oğlum! Allah’a ortak koşma; çünkü O’na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir zulümdür/haksızlıktır.”(Lokman, 13

Hz. Peygamber (sas) de Muaz’ı Yemen”e vali olarak gönderirken şu tembihte bulunmuştu:

“Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur.”

(Buhârî, Zekât, 63; Müslim, Îmân, 29)

Zulüm, İman’ı Kirletir / Mahmut Göl

İnsanın utanmasına sebep olan şey doğru, güzel ve hayırlı bir iş olabilir mi? Utanmak insânî sınırın korunmasına dair tabiî bir refleks ise böyle bir şey düşünülebilir mi?

Âdem babamız ve Havva annemiz ilk günahı işlediklerinde üstleri açılmıştı. Panikle cennet yapraklarını alıp örtünmeye çalıştılar. Birbirlerinden mi hayâ ettiler? Belki de… Ama esas Rablerinden hayâ ettiler, çünkü verdikleri bir söz vardı. O sözü tutamamışlardı. Hayâlarından ne yapacaklarını şaşırdılar. Bu, sınırın ihlalinden çok sınırı koyana duyulan tazim ile ilgiliydi. Memnû fiili işlediklerinde ortaya çıkanla akılları başlarına geldi. O anda tattıkları ilk his hayâ idi. Hayâ sonra tövbeyi getirdi.

UTANMA DUYGUSU FITRİ MİDİR?

Allah’ın koyduğu sınırlar hayânın sınırlarıdır. Hayâ ettiren her iş ortak insanlık özünü sarsan, zedeleyen iştir. Allah’ın insanlara koyduğu öz kendi dininin de özüdür. Öz, fıtrattır. Din, fıtrat dinidir. Fıtrat; ilk yaratılış hali, temiz ve aslî tabiattır. Her çocuk bu fıtrat üzere doğar. Fıtratı anne, baba, çevre yoğurur ve kendine benzetir. Yeni doğanın fıtratı ya da İslam inanışı hayânın tabiî sınırlarıdır. Hayâ o yüzden nebevî beyanla dinin ahlâkıdır. (İbn Mâce, Zühd, 17)

Hayâ iyilikle kötülüğün olduğu kadar güzellikle çirkinliğin de sınırıdır. Nerede bir güzellik varsa orada hayâ vardır, nerede bir çirkinlik var ise orada hayâsızlık… Tersi de doğrudur. Nerede bir hayâsızlık varsa orası da o iş de fâilleri de çirkindir. Nerede bir hayâ emaresi varsa orası güzeldir, güzelliktir. Ar damarı çatlamışlar hayâsızlığın artmasını isterler; hayâ edilmesinden, sınırların muhafazasından hoşlanmazlar. Her türlü fuhşiyat, menhiyat ve mefasidin yayılmasını ilericilik olarak görürler, temiz kalma ve fıtratı koruma çabasını ise gericilik sayarlar.

Hayâ insanlık ayarıdır, çünkü hayâ eden tıpkı anne-babamız gibi bir pişmanlık hissi içinde kendisi ile baş başa kalır. Kendiyle kalış, aslında fıtrata ricattir. Hayâ eden aslına dönmüştür. Aslına dönen, muhatabına ortak insânî zemini hatırlatmıştır. Hayâ etmek bir hatırlatma, bizi biz yapan ortak paydayı işaret etmektir. Hayâ, hepimizin Yaratıcı nezdindeki şerefini hatırlamaya davettir. Hayâ eden bize ayna olmuş ve ruhumuzdaki aslî makamımızı göstermiştir. Orası Rabbimiz nezdinde mükerrem olarak ayarlanmış fıtrî suretimizdir.

Utanç hissi fıtrat ayarıdır. Utanç duyan özüne dönmüş, utanmaz özünden şaşmıştır. Utanmazın sınırı kalmamıştır, çünkü o izzetini çiğnemiştir. Onun cezası kendisine benlik kaygısının unutturulmasıdır. Hayâsı olmayanın haddi, haddi olmayanın hakkı kalmamıştır. O artık günahkârdır, kendisine biçilen fıtrat çizgisini tanımayan bir hadsizdir. Böylesine ar damarı çatlamış derler. Damar çatladıysa kan durmaz, akar. O artık istese de utanamaz. Zaten düşünerek, bilinçli olarak utanılmaz. Utanç özün refleksidir. Özüne ihanet eden refleksini kaybeder. Onun artık en baş ile bir irtibatı kalmamıştır.

En baş, anne ve babamızın sınırı geçmekle yaşadığı hâldir. O hâl aczini ve rahmete olan muhtaçlığını itiraftır. İnsanı hayâsı kurtarmıştır. Şeytanı saptıran hayâdan mahrumiyetidir. İddiası olanın hayâsı gölgelenir. Kıyas iddiayı alevlendirir. Alevi ancak hayâ söndürür. Hayâsız aczini ve eksikliğini göremez. O kıyasların ve indî mülahazaların kısır döngüsünde kalır. Bu kısır döngünün sonu ise lanetlenmektir. Şeytan, hayâ etmeyip kendi mantığında ısrar edince huzurdan kovuldu. Hayâsızlık onu yüze bakamayacak bir yere düşürdü. Yüzsüzlük bir şeytan tıynetidir. Hayâsızlık o yüzden yüzsüzlüktür.    

Rabbimiz karşısında aczimizi idrak hayâ ile başlar. Hiçliğimize rağmen bize verilen kıymet ve sayıya gelmez nimetleri tefekkür hayâyı artırır. Hayâsını takip eden yücelir. Hayâsını muhafaza etmek utanmak, küçük düşmek demek değildir. Birisi hakaret eder, utanırız. Ayıplar, utanırız. Küçük görür, utanırız. Bunların hepsi aslında fıtratın tepkisidir. Allah insanı mükerrem yaratmıştır. Asalet genetik kodumuzdur. İnsanlık onuru denen şey bilincimizin ufkuna erişemediği bir yüceliktir. Vicdan bu yücelikle yaşar. Utandığımız ve hayâ ettiğimiz her şey o yüceliğin bizi Yaratan nezdinde hiç sayılmasına duyulan tepkidir.

Batılı zihin utanmaktan gocunur. Utancın başkasına haklılık ve meşruiyet zemini sağladığını düşünür. O yüzden utanmayı, küçülten ve karşısındakine haklılık sağlayan bir menfi haslet olarak küçümser. Benliği muhafaza için utanmamak gerektiğini düşünür. Batılı mantıkta utanç duyan, utanca şahit olanı haklı saydığını zımnen ifade etmiştir ki bu yenilgiyi kabul etmektir. Hâlbuki utanmak ortak insani zemine işaret etmek, dolayısıyla herkes için kazanmaktır. Utanç, aramızdaki ortak bağı hatırlatmak, utananı da utandıranı da hepimizi Yaratan’ın gözünden görmeye davet etmektir.

Utanmak ortak bir insani dildir. Utanç hisseden, başlangıç noktasına, saf ve fıtri hâle avdet etmiştir. Temiz geldik; temiz kalmak ve temiz geri dönmek zorundayız. Hayâ fabrika ayarımızı hatırlamaktır. Utanan o ilk temizliği sorar ve sorgular. Sorgu insânî olanı hatırlamak ve hatırlatmak içindir. Davete icabet eden arınır. Davete icabet etmeyen dipsiz bir kuyuya doğru düşmeye başlar. Artık onun yapabileceğinin sınırı kalmaz. O yüzden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz: “İlk peygamberlerden itibaren halkın hatırında kalan bir söz vardır: Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” (Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78) buyurmuştur.

“Utanmadıktan sonra dilediğini yap” sözünü kimileri utanılmayacak her işin yapılmasında bir beis olmadığı şeklinde de anlamışlardır. İnsanın utanmasına sebep olan şey doğru, güzel ve hayırlı bir iş olabilir mi? Utanmak insânî sınırın korunmasına dair tabiî bir refleks ise böyle bir şey düşünülebilir mi? Hayâda da bazen haddi aşabiliriz. İnsanın hayâsına sınır çizemediği anlar olabilir. Kur’an’ımızda hayâ ile ilgili geçen ayetler böyle bir durumun vaki olabileceğini gösterir.

HAYÂ İLE İLGİLİ AYETLER

Utanma ve çekinme anlamlarına gelen hayâ kelimesi Kur’ân’ımızda üç farklı ayette geçer. Birinci ayet Hz. Musa’nın yanına gelen Hz. Şuayb’ın kızı hakkındadır. “Derken babalarının yanına dönen o iki kızdan biri utana sıkıla Mûsâ’nın yanına geldi: ‘Hayvanlarımızı suvarmana karşılık ücretini ödemek için babam seni yanına çağırıyor’ dedi.” (Kasas, 25) Bir peygamber kızının yabancı bir erkeğin yanına hayâ ederek gelişi, utana sıkıla ifadesi ile anlatılmıştır. Burada nefsin çirkin bir davranışa düşme tehlikesini görüp rahatsız olması anlamında kullanılan hayâ fıtrî ve tabiî olandır.

İkinci ayet Peygamberimize yapılan bir muameleye ilişkindir: “Ey iman edenler! Siz, bir yemeğe çağırılmadıkça, zamanını gözetmeksizin, Peygamber’in evlerine girmeyin. Ancak davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Peygamber’i üzmekte, fakat o (size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez.” (Ahzab, 53) Peygamberimiz, evinde söze dalıp oturanların bu davranışından rahatsız olmakta, fakat hayâsından müdahale edememekteydi. Hicab ayeti olarak geçen bu ifadelerle Allah’ın hak olanı söylemekten hayâ etmeyeceği belirtilir ve haklının hakkını söylemekten hayâ etmemesi gerektiği ihtar edilir. Dolayısıyla hayâ hakkı aramaya mâni olmamalıdır.

Üçüncü ayet müşriklerin Kur’an’da arı, karınca, sinek gibi küçük yaratıkların örnek olarak gösterilmesinin fesahatle bağdaşmadığı yolundaki iddialarına karşıdır: “Allah, hakikatleri beyan için bir sivrisineği, hatta küçüklük ve kıymetsizlikte ondan daha aşağı bir şeyi misal getirmekten çekinmez.” (Bakara, 26) “Çekinmez” fiilinin “hayâ etmez” şeklinde de çevrilebileceği bu ayete göre ise hayâ hakkın söylenmesine mâni olmamalıdır.

Hâsılı Kur’ân’daki hayâ ayetleri biri makbul, diğer ikisi makbul olmayan üç farklı hayâdan bahseder:

  1. Fıtrat gereği olan hayâ makbuldür, merguptur, memduhtur.
  2. Hayâsı, kişinin hakkını aramasına mâni olmamalıdır.
  3. Hayâ hakkı söylemeye mâni olmamalıdır.

BİR İNSAN NEDEN UTANIR?

İnsan bazen haklı olsa da utanır. Haklı iseniz, doğru yaptığınızdan eminseniz niye utanasınız? İnsan yine de utanır, çünkü fıtratın ve vicdanın ihlâli söz konusudur. Burada utanç şahsi değil, insanlık özünün zedelenmesine dairdir. O yüzden utanç sadece benliğe ait bir his değildir. İnsan başkası adına da utanabilir. Hatta bütün insanlığın utancını bile yüklenebilir: “Sanırım insanların her suçunda ben varım/Günah uzun bir kervan, tâ ucunda ben varım.” (Necip Fazıl) Başkası için utanmak bir erdemdir; özümüzdeki ilahi cevherden insânî ortak öze sıçramaktır. Bu Hak dostlarının ortak ahlâkıdır.

İnsanlığın yüceliği, herkesi onları Yaratan’ın zaviyesinden görmekle fark edilir. Yaratılanı Yaratan’dan ötürü seven, yaratılandan yine Yaratan’dan ötürü hayâ edebilir. Sevmek nasıl bir ortak payda ise hayâ da ortak bir paydadır. Yaratan herkesi ya dinde kardeş ya da hilkatte eş kılmıştır. Sevgi bunun fark edilmesi, hayâ ise bu hakikatin terk edilmesi ile ortaya çıkar. Hayâ edenin yüzünün kızarması, gözlerinin bocalaması ve hareketlerinin şaşkınlığı muhatabını insânî olana davet eden bir ihtardır. Hayânın açığa çıktığı yer sınırın çatıldığı, dinin ve fıtratın ihlal edildiği yerdir.

Günümüzde ar damarı çatlamış yüzsüzler hayâyı bir düşüklük olarak takdim etme çabasındalar. Onun insanı aslî mevkiine yükselten çağrısını kendi bet sesleri ile bastırmaya çalışıyorlar. Hayâ insanlık ayarımızdır. Hepimizin başlangıç noktası ve asaletimizin şah duygusudur. Toplumdaki hayâ çizgisini korumak, ar damarını çatlatmamak “ben Müslümanlardanım” diyen herkesin önceliği olmalıdır. Hayâmızın sınırı fıtratımızın ve dinimizin sınırıdır. Hakkın hatırı âlîdir. Allah kendisinden hayâ edilecek en yüce varlıktır. O’nun hakkı hakların en yücesi, O’nun sınırları insanlığımızın sınırlarıdır. Hayâmız bu sınırın muhafazası noktasında ne hakkı söylememize ne de hakkımızı aramamıza mâni olmamalıdır. Hayâsızlık nasıl bir tehlike ise hayâsı yüzünden hakkı ve hakkını savunamama da öyledir.

Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Altınoluk Dergisi, Sayı: 438

Şerefli fakirle şerefsiz zengin arasındaki en önemli farkın ne olduğunu düşündüm uzun uzadıya… Bula bula tek şey buldum ama bilmem ki taliplisi çıkar mı? Çünkü o tek şey Allah’ın rızasından başka bir şey değildi. O nedenle fakirlikle şerefi, zenginlikle şerefsizliği yan yana getirerek düşündüm. Oysa her iki kelimeyi yan yana getirerek düşünmemin sebebi, fakirliğin şeref, zenginliğin şerefsizlik getirmesi ya da şerefsizlikle sonuçlanması değildi. Aksini düşünmek servet düşmanlığı- servetin çok matah bir tercih olduğunu düşünenler için- anlamına gelirken, fakirlikte şerefi ya da izzeti pekiştiren bir unsur bulmak da -günümüzde hele- asla mümkün değildi. Nitekim şerefli zengin olmanın karşıtlığının şerefsiz fakirlik olmadığı gibi. Peki derdimize ne oldu da, fakirlikle şerefi zenginlikle şerefsizliği birbirinin tamamlayıcı cüzleri gibi sunduk ya da sunma ihtiyacı hissettik dersiniz?

Nitekim ne fakirlik şeref ne de zenginlik şerefsizlik anlamına gelmiyordu. İkisi arasındaki farkı fark etmek, bunların hayattaki karşılıklarının insanı insan yapan gerçek değerler üzerine değil, insanı insanlıktan soyunduran bir yüzeyellikle malül oluşlarının bize sunduğu resmin ne kadar farkında olup olmadığımızın sorgulanmasına dair duruşumuzla alakalı idi. Üzeri resimlerle kaplı kağıt parçalarının ya da mülkiyetin insanda sınırsız bir abartıyla donattığı malikiyet duygusunun bu denli önemsenmesinin insanın derinlerinde bir yerlerde büyük yarıklar ya da çatlaklar açması başka ne ile açıklanabilirdi ki…

İzzet ve şeref noktasında elle alınırsa, izzet ve şeref, paralı ya da parasız olmaktan bağımsız bir ahlak sabitesidir diyebiliriz. Nitekim sadece zenginliği nedeniyle ilgi ve itibar bekleyen bir zengin, gün olup fakir düşünce, zengin karşısında kendini boynu bükük hisseden bir fakir rolünü benimserken, sadece zenginliği nedeniyle zengine saygı gösteren bir fakir de gün olup zengin olursa, fakirleri ezecek bir zengin olacaktır. Al birini vur ötekine… İkisi de şahsiyet eksikliğiyle malül, ikisi de sadece eksikliğini hissettiği şeylerle güçlü… Elbiselerinden ve rollerinden sıyrıldıklarında ise, geriye hiçbir şeyleri kalmıyor…

Oysa ikisi arasındaki temel fark hakikaten Allah rızası olmalıydı, talip oldukları şey Allah rızası olmadığı için, kavuştukları ya da ellerine geçen şey de Allah rızası olmadı. Çünkü bu fark, zengin ve fakirin, paraya dayalı dünyalık rollerinden sıyrılmalarıyla, hakikaten “kendileri” olmalarıyla su yüzüne çıkan ya da fark edilebilen bir şeydi. Siz buna, ister kalite deyin, isterseniz kumaş… Bunu anlamanın en kolay yolu, elbiseleri geçici olarak değişmeye dayalı bir empati ya da farkındalığı yakalayabilmekten geçiyor. Yani İslam’ın insana, ısrarla düşünmesini istediği şeyden…Yani zenginliğin ve malın bir imtihan aracı, yoksulluğun da bir imtihan vesilesi olduğunu anlamaktan…

Ama bunu yaparken sadece duygulanmak için değil, zekat, yardım ve infak hususunda amel ya da ahlaka dönüşmemiş bir tefekkür için değil, başkalarının ihtiyaçlarını gidermek ve kendimize ihtiyaçlarımızın ötesinde bir dünya kurup, kendi ihtiyaçlarımızı abartmamak için de diyebiliriz. Yoksa, Uruguaylı bir yazarın dediği gibi; “Diken önce fakirlerin ayağına batar.” gerçeğini kim değiştirebilir ki… Koskoca bir dünyayı Marksist görmek istemiyorsak, dünyadaki gerçekliği müslümanca kuşanmayı bilmemiz gerekiyor. Dünyadaki olaylara hikmet nazarıyla bakmak, insanın günlük hayatına dair gerçekleri daha güçlü bir şekilde görmemize yarıyorsa, hayata dair yeni bir hikmetten mahrum olmadığımız ya da olmayacağımız anlamına gelir bu. Aksi halde, kader ekranında “kaderi” değil, “kaderci-liği” okuruz hiç farkında olmadan.

Bu da fakirliği sadece gayret ya da kabiliyet eksikliği, zenginliği nefis ve benlik kökenli bir imtiyaz gibi görmemize yol açan bir kibir ve ucub (kendini ve yaptıklarını beğenmişlik) kültürüne taşır bizleri. Aslında o an, hayat içinde göremediğimiz şey sadece kitaplarda okuyup adını bildiğimiz ama canlı canlı yaşadığımız halde farkında olmadığımız “nefsimiz” yani “ene”mizdir. Yani bencilliğimiz, yani güçlü çıkar duygumuz, yani vahşi tarafımız, yani kapitalizme teşne olan çirkin yüzümüz… Demekki günümüzün en güçlü İslami anlayış ve hizmeti, fakiri düşünmek, nefsimizi bu konuda terbiye etmek, “komşusu açken tok yatmamak”, başkalarından daha kolay kazandığımız serveti hiç zorlanmadan daha güçsüz ve daha fakir olanlara aktarma ya da onlar için de yeni dünyalar kurabilme erdemini gösterebilmektir.

Ve bunu sadece Allah rızası için yapmanın adına İslam’da “ahlak” dendiğini bilmek ve bu uğurda “ahlaklı toplum” oluşması için çaba harcamaktır. Bunu “din adına” yaptığını iddia etmekse, bazen “din bezirganlığına” düşme tehlikesi ve şüphesini, düşünce iklimimizden uzak kılmamalı. Çünkü bu da “riya insanı olma” ve “riya toplumuna” kayma riskini beraberinde getiriyor. Yani kendini ve başkalarını kandırmayı… Yani Allah rızasından uzaklaşmayı…

Aksi halde İslami kimliğin evrensel standartları, ahlaki muhtevası, toplumsal duruş ve faydaları ortaya konamamış, hayat içinde Peygamberî sünnetin meyveleri toplanmadığı gibi, sinelerde vahyin rüzgarları değil, -Allah korusun- küfrün tahakkümü esecektir…

Dr. Alper Yücel Zorlu / Şerefli Fakirle Zengin Arasındaki Fark

“Nefsin her türlü pisliği yapabileceğini kabul etmekle” başlar kadim irfan. İnsanlık tarihinde bireysel kötülüklerin ötesinde toplu gelen bela ve afetlerin veriliş nedenleri, adaletsizlik ve toplu katliamlar en az insan sayısı kadar kötülüğün de tescilidir adeta. Her insanda bu potansiyelin oluşu ise her bireyde bu gerçeğin tescilidir. Bu, günümüz için de böyledir. Modern zamanlara ait kötülüklerin geçmiş devirlerden daha az kaliteli (!) olduğunu bu devirde yaşayan hiç kimse iddia edemez.

Bu kadim kabulden sonra “Ben başkayım, nefsim başka.” demekle de mücadele insanının asıl tefekkürü başlar. Aksi halde içimizdeki iyilik düşüncesine kapı aralayamaz ve anlamlandıramazdık. Tüm iyilik hallerimize rağmen kötülüğe râm olduğumuz her düşünce de iyilik potansiyeli taşıyan her insan için gayr-i ihtiyari “Ben başkayım, nefsim başka.” dedirtir insana. Çünkü iyiliğe olan meyli de aşikârdır insanın.

Kendisiyle nefsi arasına bir mesafe koymak… Günümüzde ahlaki arayışlara cevap verebilmek açısından olmazsa olmaz yaklaşım bununla başlamak zorundadır. Aksi halde insanın, kendini kötülerin kötüsü ilan etmesi ve buna inanması kaçınılmaz görünüyor. Çünkü bu konuda elinde yani içinde, iç dünyasında yeterli sermayeye sahip… Hissettiği ama her zaman fiiliyata dökmediği bir yapısı da var. 

Nefsin her türlü pisliği yapabileceğini kabul etmenin ardından -ki bu herhangi düzeyde bir yakîni dahi gerektirmez, sadece doğru olduğu için dahi kabulü esastır- nefsi tanımak ise ayrı bir cehdi gerektirir ve ulaşılabilecek en kaliteli sonuçtur.

Lakin nefsi herhangi bir yakîn ile tanımadan önce “içinden geçenleri kendisi zannetmemek” sıradaki en önemli düstur… İlk tespitle aynı gibi görünse de yani “ben başkayım, nefsim başka” düşüncesiyle, aslında ikisi bir değil… Çünkü birincide insan, içinden geçenlere anlam veremeyebilir. Ama içinden geçenleri bizzat kendine mâl etmesi, hedef tahtasına sürekli kendini koyması anlamına gelir ki asıl tehlike budur. O nedenle insana dair bazı bilgiler etraflıca üzerinde durmayı gerektiriyor. Üstelik insanı tanımlamak adına geçmişin bütün birikimi, bugün bu bilgileri gayeci bir mantıkla nasıl değerlendireceğimiz ya da sorgulayacağımız konusunda kilitlenmektedir. Çünkü çağın insanını tanımadan, bu bilgilerin kullanımı “havada kalmakta” ve adeta berhava olmaktadır. “Soru sormak aklın dindarlığıdır.” der Heiddeger. Bugün doğru sorular sormanın en elzem konu olduğu çok açık.

Yukarıdaki tespitlerden sonra, “pisliğin üzerini örtmemek” ve temizlenme cehdi ise asıl marifet. Beyhude yakınmaların önüne geçmek için bu da kaçınılmaz görünüyor. Aksi halde mesafe alınamıyor. Nefis terbiyesi ile ilgili bütün düşünsel metaforlar sadece insanı “Bak, senin de nefsin var.” demeye ya da “Evet, benim de nefsim var ve ben nefsime istemeden de olsa uyabilirim.” kabulüne yöneltse de, yani böyle bir kabule yarasa da, bu bilgi, tek başına insanı harekete geçirmeye yetmiyor. “Pisliği temizlemek” ise doğru hareketin ta kendisi… Pislikten rahatsız olmak insanı harekete geçiren en kutsal, insanı insan yapan en güçlü duygu. İnsanın, insan ruhunun asıl mayası bu… Kötülüğü kendine yakıştıramaması… Ki buna da “müsbet benlik” ya da “izzet-i nefs” deniyor.

Bir şeyi anlaşılması gerektiği gibi anlayamamak; yerine göre kibir, haset vs. hastalıkların bizdeki köklü varlığı nedeniyledir. Bunlardan kurtulmak feraset sahibi olmayı doğurur. Zaten aradaki fark feraset farkıdır. Çünkü bir gerçeği hakkıyla görmeye kuşatmaya engel, kalpte bazı hastalıkların varlığıdır. O nedenle insanda zihin sıçraması gibi değişiklikler nefsi tanıma ayrıcalığı üzerinden söz konusu edilegelmiştir. Dünya-ahiret gerçeği üzerinden düşünüldüğünde bu kaçınılmaz olarak böyledir. Dünyevi işlere kafasının iyi çalışması insanın dünyevi potansiyeline dair bir karine teşkil etse de ahireti ihmal etmesi çok büyük bir kafasızlıktır.

Bazı ezberler, işaret ettiği hakikat üzerinden muhkem bir değer ifade etse de günümüz insanının iç dünyasına nüfuz edebilme hususunda daha farklı fikrî mesaileri ön plana çıkarmak bugün kaçınılmaz görünmektedir. İnsanı tanıma ya da tanımlama adına bu çaba gerçekten hafife alınamayacak ve derinlikli bir çaba olmak zorundadır. Burada insana hitap eden en önemli faktör, örnek rol model görme ihtiyacıdır. Çünkü benlik algımızı etkileyen her şey, güçlü çeldiriciler olarak bugün karşımızda durmaktadır. Bu engelleri aşmak, örnek bir rol model olmadan hiç de kolay olmasa gerek… Hatta insan nefsinin herhangi bir andaki durumu, o anki psikolojisiyle yakından alakalıdır ve anlık değerlendirmelerini alabildiğine etkiler. Ahlaka dair bazı güzel özelliklerin sıfatlaşmamış olması bunu kaçınılmaz kılar. Anlık hata kaçınılmazdır… Çünkü her nefis hastalığı bir davranışla, her zafiyet bir duyguyla beraberdir. Sessizlik yani sessiz kalmak, nötr olmak, hareketsiz durmak dahi bu gerçeği değiştiremez. Biz bunu ahlaken bazen tevekkülsüzlük, bazen cimrilik, bazen müsriflik, bazen kibir, bazen hased, bazen de riya olarak ortaya koyar ya da sergileriz. Hatta öyle ki, huy halini almış kötü davranışlarımızla kendimize bir paradigmalar dünyası dahi kurar, kendimizce bize ait bir “ben” kurgularız. O nedenle de tabii olarak çevremizdeki insanlar bizi göründüğümüz şekliyle algılarlar. Yani bu konu çok barizdir.

Nefsimizin herhangi bir andaki durumu o anki psikolojimizle yakından ilgilidir demiştik. Anlık psikolojiler ise hiç de zannedildiği gibi anlık değildir. Hepsi de insanı, dışarıdan görüldüğü ya da tanımlandığı şekliyle şekillenene kadar belli süreçlerde insanı yapılandırarak gelen olayların, eylemlerin, düşüncelerin, duyguların sonucudur. Böyle düşünüldüğünde insandaki duruş ya da davranışların çok köklü temelleri olduğu anlaşılır. Hepsi de bir “süreç” meselesidir. Böyle bakıldığında ise “değişim” hiç de kolay olmayacaktır. Yani tüm yetişme ve davranış bozukluklarıyla ve iç dünyasının tefsire muhtaç haliyle insan alabildiğine hasta bir varlıktır. Kendine karşı samimi olmayan insanlarda bu, nevrotik bir eda içinde sırıtır ve sırıtmak zorundadır.

Burada önemli olan, insanın da tüm bu olup bitenlerin bir şekilde farkında oluşudur. Ama bu, insanı iyiliğe dair harekete geçirmek şöyle dursun, kendine dair yapılandırılmış ahlaki süreçlerin etkisiyle, zihninde kendine kılıf edineceği bir kısım bilgi kırıntıları da varsa, “Ne yapayım, ben böyleyim.” ya da hatta astrolojik bir kılıfla “Benim burcum böyle.” dahi diyebilir, dedirtebilir. “Pisliğin üzerini örtmek” dediğimiz işte tam da budur. Ve bu tavrın bin bir türlü şekli vardır. Herkesin imtihan şartlarının farklı oluşunu kaçınılmaz kılan bu durum, insanın kendini tanıma eyleminde fark edilmiş pencerelerden biridir de diyebiliriz. İnsanoğlu “burcum böyle”, “harcım böyle” diyerek bu vesileyle kendi hamuruna yeni pislikler katmaya ve karmaya devam eder.

İnsan aslında “benim” diyerek sahiplendiği her şeyde ona olan aidiyetini de dillendirmiş olur, sadece onu sahiplenmeyi değil… “Benim aklım” “benim dinim” “benim nefsim” gibi… Çünkü kendisi de ondan bir parçadır. Hem o vardır hem “ben” dediği kendisi… Bütün söylemleri “ben” dediği “kendisine” bir yer açmak, oradaki varlığını dillendirmek içindir. İşte o “ben”i, olmak istediği kendisidir aynı zamanda… İnsan hem kendi içinde hem kendi dışında “niyet” denen tarafgirlikle hayata damgasını vurur varlık olarak. Yunus’un “Bir ben vardır bende, benden içeru” demesini böyle anlamakta bir sakınca olmasa gerek… Niyetiyle insan hem kendine hem çevresine her konuda “onay” verir. Onayladığı şeylerle “varlık” bulur. Kendini, olmak istediği “ben”iyle ortaya koyar. Ama bu durum, insanın kendi içindeki çatışmalarına engel olmadığı gibi, varlıkla ve hayatla olan ilişkilerinde gayri ihtiyari bir “nesne” ilişkisine girmesini kaçınılmaz kılar. Çünkü aklı, kalbi ve nefsi, insana kendi iradesi dışında verilmiş imtihan unsuru, imtihanı destekleyici, insanı insan kılan keyfiyetlerdir.

Bazı büyüklerin söylediği aforizmalar düşünce konforumuza büyük katkılar sağlıyor. “Halde kalan yolda kalır.” “Erteleyen helak olur.” “Daha sonrayı halleden her şeyi halleder.” gibi kararlılık ve usul cümleleri neyi nasıl yapacağımız hususunda düşünceye kapı aralıyor. “Önce refik, sonra tarik” gibi.

İnsanın manevi doğumunu, salih bir insanla yol arkadaşlığına bağlar büyükler. Dikkatini çekmek gibi… Ona bir şeyler hatırlatmak, yolda yalnız kalmamak adına… Hedef bellidir… Allah’ın rızası… Kemale ermek… Aklı doğru kullanmak… Neyi nasıl yapacağı hususunda Kur’ân’ın ve Sünnet’in bilgisini vermek… Edep ve usul üzere yol almak… Gayret kemerini kuşanmak… Azmetmek, cehdetmek, bilmeden bulmadan olmamak… “Bil, bul, ol” demiş büyükler… Seyyid Şerif Cürcânî bu konuda çok güzel örneklerden sadece biridir. Üstün ilmine rağmen Seyyid Şerîf Cürcânî, ilimdeki çok yüksek derecesine rağmen, asıl kemâlâta, Alâüddîn-i Attâr Hazretleri’nin sohbetinde bulunduktan sonra, ondan feyz alarak kavuşmuştur. Bu halini bizzat şöyle ifade etmiştir: “Hocam Alâüddîn-i Attâr’ın sohbetine kavuşunca Rabbimi tanıyabildim.” (İslam Alimleri Ansiklopedisi) Sonraki asırlarda yetişen âlimler, onun talebelerinden ilim almakla iftihar etmişlerdir.

Nitekim kendisinin tasavvuf tanımı şöyledir: “Tasavvuf: Hepsi çalışmak ve ciddiyet olan bir yoldur. Denilir ki tasavvuf; beşeri sıfatları sakinleştirmek, nefsanî davalardan uzaklaşmak. Resulullah’a (sav) uymaktır.” Günümüzde böyle büyükleri görmek maalesef çok zordur. Onların ilim yolundaki muhteşem çabaları, Allah’a olan aşkları, Resulullah’a olan sevgileri denebilir ki emsalsizdir. Yine de günümüzde Allah (c.c.) kendi yolunda ciddi bir gayret ve sağlam bir niyetle hareket edene vereceğini verir. Anlaşılan o ki bu işin sırrı “ihlas”tır. Tıpatıp aynı şeyleri yapamasak da aynı güzelliklerin kapısını aralayabiliriz. Herkesin anonim kafa karışıklığından nasibini aldığı günümüzde doğru sorulara doğru cevaplar vermek ve sadık ve müstakîm yolların açılması mümkündür. Peygamber Efendimiz’den (sav) gelen haberler bize bunu müjdelemektedir. Özellikle günümüzde, yazının başında söz konusu edilen düşünme biçimi olmadan günümüzün psikolojik çeldiricilerinden, engellerinden kurtulmak mümkün görünmüyor. Engin yaşantısı, muhkem duruşu, abidevî ihlasıyla, bizlere bu konuda yol aldırıcı bir yapıyı bizzat yaşayarak gösteren Şenel İlhan Beyefendi’ye ne kadar teşekkür etsek azdır. “Kitap yazmak değil adam yazmak” tabiri onun için kullanılmaktadır… Bizim gibi öğrenciler için daha fazlasını söyleyebilmek zaten mümkün değil… Ama yolda öğrenci olmak her şeyden daha güzel… Allah (c.c.), yolunda mücadele ve mücahede edenlere yollarını açacağını vaad ediyor ve Allah’ın va’di ise hiç şüphesiz haktır… Asıl dayanağımız hiç şüphesiz O’dur. Bu düşünce bugün tek tutunacağımız dal, ana yol, doğru görüştür vesselam… Asıl tefekkür ve icraat alanı da budur…

Dr. Alper Yücel Zorlu

Her an kötü bir cürüm işleyebilirim. Gücüm, hürriyetim ve iradem bana bu imkanı sağlıyor. Sadece karar vermek kalıyor geriye… İşte şu andan itibaren kötülükle aramda ince ip ince bir perde var. Çizginin öbür tarafına geçip kötü bir insan olmam hususunda yani davranış açısından kötü bir şeyi başarmama çok az kaldı. Nefsime ve şeytana uymama… Nefs ya da şeytana ne tür anlamlar yüklediğime göre bu cümle bende farklı çağrışımlar yapıyor. Bir şeyi satın almak için paraya olan ihtiyaç gibi, kötülük yapmak için de nefsin potansiyel enerjisine ihtiyacım var. Nefsin başarılı olması yani sağlam bir kötülük fiilini başarması için ise sıkı bir destekçiye ihtiyacı var ki o da şeytan… Zaten gereğini yapmak için o da kenarda büyük bir iştahla bekliyor… Şeytan, yani benim şeytanım… İkimiz de yani nefsim ve şeytanım, her an her kötülüğü yapmak için gayet dinç ve kuvvetli bir şekilde hazır bekliyoruz. Yeter ki bir fırsat doğsun… Canına okuyacağız şu dünyanın… Canına okuyacağız ama ateş ve azaptan bahsediyorlar. O biraz beni frenliyor. Korkutuyor. Bir de yapacaklarım karşılığında “iyi insanlar” bana zarar verirler diye de korkuyorum. Haksız da sayılmam. Eminim onlar, bazı değerlerini korumak için her şeyi yaparlar…

Evet, yukarıdaki cümleler, siz kıymetli okurlarıma “şeytanın ve nefsin sözcülüğünü yapmak” gibi geldi değil mi? Tabi ben, konuyu biraz allandırıp pullandırdım. İnandırıcı olmaya çalıştım. Umarım inandırabilmişimdir. Çünkü bir şeyin gerçekleşme basamaklarını yazmaya çalıştım. Bunlar çoğu zaman dile dökülmeden ve belki de hiç düşünmeden yapılabilecek şeyler… Aklı ve vicdanı devre dışı bıraktığınızda maalesef akıl böyle işliyor. Siz yine de hatta içinize sine sine hep sanki bunu böyle yapıyormuş gibi hissetseniz de bunlara inanmayın. Çünkü bu seslere inanmamak sizin “iman” tercihinizdir. Aksi halde, yukarıda da okuduğunuz gibi, kötülük yapmak hiç de zor değil… Hatta yukarıdaki satırları okurken aklınıza ilk gelen kötülük ihtimalleri, belki de yapmaya en yatkın olduğunuzu zannettiğiniz kötü şey türleri olabilir. Eh, ne de olsa insanın elinden gelen şeyler var. Zaten mesele, elinden geldiği halde kötülüğü tercih etmemek, kötülük yapmamak, en önemlisi de kötülüğe niyetlenmemek değil mi? “Ameller niyetlere göredir.” hadisini biraz da işin bu tarafından okuyup daha işin başında niyeti “iyi, doğru ve güzel” hale dönüştürmek, belki de hepsinden daha güzel… Çünkü böylesi, “taklidi imana” kıyasla, “tahkiki iman” örneğinde olduğu gibi, taklidi iyiliğe kıyasla tahkiki iyilik gibi olacaktır. Yani niyet faktörünü herhangi bir konuda sağlam, iyi, doğru tercihlerde bulunmaya dair kendi içimizde bir eminlik duygusunu yakalayarak, “kalitesi tereddütsüzlük olan” bir halet-i ruhiyeye dönüştürmek… Kötülükte tereddüt ve nihayetinde red, iyilikte kararlılık ve istikrar…

Kendimizle baş başa kaldığımızda neler düşündüğümüz konusuna gelince işte Allah zikri bu yüzden vardır. Bütün tasa, düşünce, kaygı ve gailelerden uzak, Rabbi ile baş başa kalmak… Ama böyle bir eğitim ve alışkanlığı, muhabbeti olmayan insanı da bir takım tehlikeler beklemektedir. Kendimizle baş başa kaldığımızda içimizdeki yanlış seslere kulak vermemek, “Ben başkayım, nefsim başka” diyerek, kendimiz hakkında doğru insan olduğumuza dair bir güven içinde olmak, bizi temsil eden gerçek kendimizdir, aslımızdır, şahsiyetimizdir. İçimizden geçen kötü şeylere “inanma eğilimi” ile “kötü insan olmak” farklı şeylerdir. Bizi biz yapan işte o içimizdeki kötü seslere hiç itibar etmemek ve bunları fiiliyata, gerçeğe dönüştürmemektir. Eğer kendimize güvenemiyorsak “Ben bunu asla yapmam” diyerek de güvensizlikle güven arasındaki hassas durumu, iyilikten yana tavır koyma adına kendimize telkin ve âleme ilan etmiş oluruz. Nefsin dışarıdan ama bir o kadar da iç içe yaşayan yardakçısı şeytan ise de ruhun da iyi arkadaş, salih insan ya da dostlar gibi yardımcıları olduğunu unutmamak lazım. Kendimizle ilgili asıl gerçek budur.

Ne olur, nefsimiz şeytanı bahane etmesin, biraz da aklımız kalbimiz, dışarıdaki doğru insanları, dürüst insanları, salih arkadaşları, Allah’ın veli kullarını bahane etsin, değil mi? İnsanın aslında “Hz. İnsan” oluşu, “eşref-i mahlukat” oluşu, Allah’ın yeryüzündeki halifesi oluşu, eğer talip olunursa insanla ilgili gerçeğin ta kendisidir. Ah bir fark edebilsek bunu… Nefse uyma ihtimalimiz ise hiç akıldan çıkartılmaması ve teyakkuz, uyanıklık halinde olmamızı gerektiren bir “gerçeklik” durumudur. Yani “vaka ayrı, olgu ayrı” dedikleri şey… Henüz yapmadığımız ya da asla yapmayacağımız şeyler yüzünden kendimizi suçlamamak.. İşte meselenin özü bu… Çünkü aksi halde sürekli aklından hiç de istemediği şeyleri geçiren insanın kendisiyle ilgili algısı yani kendine verdiği not maalesef iyi olmuyor. İşte şeytanın bizi bizle istismar edip nefsin de bahaneye baktığı olay ya da yer burası… O halde “takva” denilen durum; insanın yani kendimizin, her kötü şeyi yapma ihtimalinin bir potansiyel, bir güç, bir duygu olarak bizde var olmasına rağmen, o durumları gönül semtimize yaklaştırmama ve yakıştırmama iradesidir. Bakın kötülük ne de çok işe yarıyor.

Her kavramı kendi zıtlarıyla beraber düşünerek yapılan bu diyalektiğin adına “nefs muhasebesi” deniyor. Yoksa adeta şeytanın sözcülüğünü yapar gibi, “ben adiyim, ben rezilim” diyerek nefs muhasebesi yapanlar, ağlayıp sızlayan ama gerekeni yapmayan insan durumuna düşerler ki bu da aslında fiilen hiçbir işe yaramaz. Ağlayıp sızlayarak “pisliğin üzerini örtmek” değil, “temizlik yapmak”tır aslolan… Sırf bu nedenledir ki iyilik yapmaya “niyetlenmek” dahi çok büyük bir mükafatla sonuçlanıyor. Çünkü iyilik yapmaya niyetlenmek, Allah’tan yana tavrını ortaya koymak anlamına geliyor. “Siz bana bir adım atarsanız, ben size on adım atarım.” demiyor mu Yaradan.. Unutmayalım ki nefsimiz ne kadar büyükse ruhumuz da o kadar büyüktür…
Eğer biz “Şeytana uyma!” sözündeki her bir kelimeyi hakkını vererek idrak etmezsek, ihtar ve uyarı cümlelerinin kendi içimizdeki sakındırıcı, engelleyici, durdurucu değerinden yararlanamayız. İman etmemiz gereken bir gerçek var ki o da;
“Şeytan vardır, nefis vardır.”
“Allah vardır, ahiret vardır.”
“Azap vardır, mükafat vardır.” gerçeğidir.

Bu makalenin sonunda belki de en önemli şey, günümüzde hangi şeylerin iyi, hangi şeylerin kötü olduğunu da şöyle icmalen söylemek olmalı. Çünkü nedense günümüz, “bana göre” te’vilinin çok yapıldığı bir dünya. Herkes, kendini haklı çıkarmak ya da iyi bir bahanenin arkasına saklanarak nefsini dillendirmek için iyilerle kötülerin, iyiliklerle kötülüklerin yerini değiştirmekte bir sakınca görmüyor. Bu durumda, yukarıda anlattıklarımız maalesef hiçbir işe yaramıyor. Yani dürüstlük ve adalet duygusu olmazsa iyi bir yerde durduğumuz hususunda emin olamıyoruz.

Sonuç olarak; çevremizdeki güzelliklerin kıymetini bilmek, onların bizdeki duygusal ve derûnî karşılıklarını hissetmek, “iyi insan” olmaya doğru yelken açtığımızın en büyük delilidir. İnsan ruhunun estetik boyutu bunu kaçınılmaz kılar. İnsanın sanata olan ilgisinin temelinde de estetik duygusu ve tefekkürü yatmaktadır. İnsan, kendi üzerindeki harika sanatları fark ederse gerçek sanatkar olan Allah’ı da hisseder. Allah (cc) ile kurulacak duygusal bağlar ise kötülüğün peşini bırakmadığı günümüz insanının en büyük can simididir. Yoksa kâinatta iyilik ve güzelliğin mayası daha güçlü çalınmıştır ve o güzellikler hep vardır ve mevcuttur. Ama bizim açımızdan, sadece talip olunmayı, tercih olunmayı beklemektedirler… İnsanın erdemi, kendini yaratan karşısında kendinde varlık görmemesidir.
İyilik ve güzellikler içinde kalmanız dileğiyle…

Kötülük Yapabilirim!… / Dr. Alper Yücel Zorlu

Bilgi Neden Kıymetlidir?

Herkesin kendi değerlerini savunmasında gerekli alt yapı (üst bilgi) ya ne denli sahip, kendi konularına ne kadar hâkim olup olmadığının nedense hiç sorgulanmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Oysa amacını ticaret olarak belirleyen şirketler hiç durmadan kendi amaçları doğrultusunda kurslar verip, seminerler düzenliyor, mensuplarına farkındalık eğitimleri verdiriyor, ana gövdenin bir parçası hükmündeki her çalışanına ana gövdenin ciddi bir parçası olmayı öğretiyor, en azından hedefliyorlar. Böylelikle bütünün bir parçası olmak ama iyi bir parçası olmak hedefleniyor. Herhangi bir zaafla ana gövdenin aksayan taraflarının olmasını hiçbir işletme mantığı kabul etmiyor. En azından görünüşte zincirin en çürük halkası kadar sağlam olduğunu çoktan aşmış görünüyorlar. Çünkü en çürük halka kavramını kabul etmiyorlar. Bu konuda bilginin en ince ayrıntılarına girmeyi denedikleri ve bu uğurda gerekirse belli ellerde toplanmış örtülü bilgiyi dahi sisteme kazandırmak adına sistematize etmeye çalıştıklarını görüyoruz. Bazen bilgiyi en otantik şekliyle bizzat yerinde ve kaynağında alabildikleri gibi, bazen de zamana yayarak her bir çalışanını üst düzeyde bilgiyle donatmayı ihmal etmiyorlar. Profesyonellik dedikleri bu olsa gerek.

Yani hedefe her seferinde isabet kaydetmenin prensiplerini öğrenirken, yayın sağlamlığı, okun kalitesi, pazunun germe kuvveti hesap edilerek, bu işi en iyi kimin yapabileceği de ortaya konmuş oluyor. Bu vesileyle, her şeyi bilenin her şeyi berbat etmesine müsaade edilmemiş oluyor. Üstelik de her şeyi bilen, olması gerektiği yerde oluyor. Bu durum, aslında en iyi bileni seçme yarışı değil, işi en güzel şekilde yürütmenin aklını ve yolunu bulmaktı. Burada asıl problem insanoğlunun hata yapma ihtimaline karşı sistemin güvenli hale getirilebilmesiydi. Otomasyon dahi hataları azaltırken, tecrübenin henüz pabucu dama atılmamıştı. Nitekim otomasyon dahi tecrübenin ekmeğinden beslenmek zorundaydı. Yanlış sistemler kurmakla doğru sistemler kurmak arasındaki fark… Aslında hayatı doğru okuma ve doğru yaşama kılavuzu gibi olan bu söylediklerimle amaçladığım şey, bilgi, yargı ya da durum; sosyal bilimlerden edindiğimiz birikimin insan hayatına ne kadar girebildiğini sorgulamaya yönelik bir çaba… Niyet sahih olunca, nihai noktada görülen hatalar açıklanabilirdi. (Kaldı ki II.Abdülhamid Han hatayı kabul etmiyordu. Çünkü hata ya cehaletten kaynaklanıyordu, ya ihmalden… Oysa cehalet de ihmal de kabul edilemezdi.) Asıl problem, niyet sahih olmayınca başlıyordu. Bu konuda bazen fenomenler öne çıkarıldı, bazen bilgi felsefesi adına bazı şeyler sorgulandı, bazen de birbirine benzer olaylardaki benzerlik ve analoji üzerinde duruldu. Tüm bunlarda amaç, hayatla ilgili önümüze çıkan durumların doğru tanımlanmasıydı. Bu uğurda kavramlar tartışıldı. Çünkü kavramlar doğru bir biçimde yerli yerine konulmadan düşüncenin basamaklarında yükselmek ya da doğru düşünebilmek mümkün görünmüyordu. Bu nokta aşıldığında ise, mantığın, düşüncenin grameri olduğundan hareketle, bir bakıma doğrunun doğruluğuna daha sağlam tesciller, dayanaklar arandı. Doğru yapılıp yapılmadığı ya da aslında doğrunun ne olduğu sorgulandı. Doğruyu bulma ve yakalama adına ortaya konan tüm bu kriterler arasında, hangi basamakta zaaf oluştuysa, işte o zaman demagojiler, teviller ve entelektüel hilebazlıklar ve hile-i şer’iyelerin kapısı aralandı. Bir dalganın yayılması ve bir çizginin ana hattından giderek uzaklaşması gibi, yanlışlar mesafeleri arşınlamaya başladı. Artık, bilenlerin yetmediği, en iyi bilenlerin arandığı bir dünyaya mecburen adım atılmıştı. Çünkü tam da doğruyu ararken, yanlışlar cüretkâr davetçiler haline gelivermişti.

Bugün gelinen nokta ise, hatalara bile bile lades dememek gerektiği noktasıdır. İngilizlerin ‘That’s a ciruous’ diye tanımladığı, ‘Hayat ciddidir’ yaklaşımı ki, bugün Avrupalı’nın hayata bakış açısında yansıttığı rasyonalitenin ta kendisidir. Bizde ise hayat, ciddiyetten öte ciddidir, çünkü ‘Dünya, ahretin tarlasıdır.’ Ne şirketlerin verimlilik ve çok kazanma hırsı uğruna yaptığı çabalara benzer ne de dünyevi herhangi bir amaca indirgenecek kadar ucuzdur. Nereden bakılırsa bakılsın, hem mutlak değeri, hem de izafi değeri güçlü bir konudur ki, kıymetini ancak irfan ehli idrak eder ve bizi kıymetli kılan da, ancak ve ancak değerlerimizdir. İşte manevi hayatımız da, dünyayla kıyaslanmayacak kadar kıymetli, hataları en aza indirerek yaşamaya çalışmak durumunda olduğumuz bir hayattır. Günümüzde de manevi hayatımızı tabir caizse ya profesyonel bir müslüman yani ihlaslı, temiz, ince ruhlu, hoşgörülü, gayretli bir biçimde ya da hiç kimsenin yapılan işi hazzetmediği iş bilmez, gayretsiz, ufuksuz, boş bedbahtlar olarak yürütürüz. Seçim mi, seçim size kalmış…

Eğer inanıyorsanız, dünya imtihan dünyası ya!..

Dr. Alper Yücel Zorlu / Feyz Dergisi

İyi Bir Müslim Olmak İçin Büyük Bir Bedel Gerekir

İnsanın bir şeye verdiği değer ödediği bedel ile doğru orantılıdır.

Hiçbir bedel ödemeden elde edilen şeylerin pek kıymeti olmazmış. Aynen baba mirası gibi çok kolay harcanır. Çok kolay vazgeçilir. Ancak yıllarınızı verip dişinizle tırnağınızla emek vererek kazandığınız bir şeyden asla vazgeçmezsiniz. Bedel ödediğiniz bir şeyin kıymeti başkadır. Ona verdiğiniz emek, ödediğiniz bedel buna mani olur. Bizim insanımız İslam’ı baba mirası olarak kucağında hazır buldu. Onun için bir emek vermedi. Bir bedel ödemedi. Doğunca adın hasan, aklı erecek çağa gelince sen Müslümansın, rabbin Allah, kitabın Kur’an, Peygamberin Hz. Muhammed, mezhebin Hanfi…şafi.. Sünni ya da Şii denildi o kadar. Halkın dini hassasiyetleri erozyona uğradığı için duyarlılık en asgari seviyededir. Kitabınız duvarda asılı, imanınız gönlünüzde saklı, hayat sahasında varlığını göstermeden ilelebet devam edip gidersiniz. Hiç kimse demez ki; biz niçin yaratıldık, Kur’an ne diye gönderildi, kimler için gönderildi, bizim hayatımızda bu kitabın yeri nedir? Dinimizle bu kitabın ilgisi nedir? Bu kitabın hayatla, hayatımızla bir bağı var mıdır? Neye göre yaşayacağız ve neye göre hesaba çekileceğiz? İla ahir bir dünya sorunun cevabı hiç merek edilmez.

Tüm bunların cevabını bulmak için yapacağımız ilk şey; Kur’an da, iyi bir mümin olan resulün izini sürmek olacaktır. Bunun için her fırsatta Kur’an’ı tertil ile ağır ağır anladığımız dilden okuyarak, ayetler üzerinde düşünerek vermek istediği mesajı anlamaya çalışmamız gerekmektedir. İşte o zaman tüm bu soruların cevabını ondan öğrenme şansını elde etmiş olacağız. Bu minval üzere okuyanlar görecekler ki dinimizin kaynağı olan Kur’an,  geleneğin bizleri musikisi ile uyutmaya çalıştığı duygusal bir kitap değilmiş. Kur’an; insan, hayat ve kâinatın tümünü kuşatan bir anlayışla bunların tümü hakkında hüküm belirlemede söz sahibi olan bir kitapmış…

Baba mirası olarak hazır bulduğumuz İslam hakkında bilgi sahibi olmak için rabbimizin gönderdiği kitabı okumadan duyup gördüklerimiz ve el yordamı ile bir hayatı yaşamaya çalıştığımız bir gerçektir. Bu nedenle dininin kitabını okumadan yaşayıp giden insanlarımız bilmedikleri bir dini nasıl yaşadılar dersiniz? Halk ifadesiyle uydum kalabalığa yöntemi ile yaşayıp gittiler. Fakat kalanlar da onlardan farklı değil. Bunlar da aynen öncekiler gibi halkın teamüllerine uygun olarak yaşamaya devam ediyorlar. İşin doğrusunu öğrenmek için en ufak bir gayret göstermeden!.. Bu nedenle kırk yıllık “kânide” bir değişme olmazken, dünkü “Hans” İslam’ı tercih edip Mümin olunca, hayatı 360 derece değişiyor. Okuyor, araştırıyor, düşünceyi ana kaynağından öğrenmek için her imkânı kullanmaya çalışarak kendisini yetiştiriyor. Birde bakıyorsunuz ki kırk yıllık Müslümanlara ders verecek konuma gelmiş. Yürüyen kaplumbağa duran tavşanı geçmiş. O bu değişimi Kur’an’a borçlu olduğunun farkındadır. Biz ise hala geçmişimizle öğünmenin, hamaset dolu efsanelerin ninnisiyle uyumaya devam ediyoruz. Kur’an’ın bize vaat etmiş olduğu hayat, sadece bir ömürlük dünya hayatımızla ilgilide değil. Dünyayı içerdiği gibi ahiret hayatını da içermektedir.

Eğer dünyayı onun ilkelerine göre yaşamayacak olursak ebedi hayatımızı da ebediyen kaybetmiş olacağız.

Bu nedenle diyoruz ki, kendimizi sorgulayarak gelmiş olduğumuz nokta çok güzel bir noktadır. Sahip olduğumuz bu nimet tüm dünyadan daha değerlidir. Dünya bizim olsa bir gün yok olup gidecektir. Fakat sahip olduğumuz İMAN ve o imana uygun yaşamak bize ebedi kurtuluşun kapısını açacaktır.

İnsan, bir yönüyle zayıf, aciz bir varlık iken, bir başka yönüyle de rabbine isyan edecek kadar zalim ve cahildir. Bu tür davranışlar kendini bilen, Rabbini bilen insanlardan sadır olması mümkün değildir. Dikkat ederseniz bu davranışlar genelde Allah’a gereği gibi inanmayan müşrik, kafir, münafık, ateist, materyalist, kapitalist…. Sıfatlı insanların eylem ve söylemleri ile tezahür etmektedir. İnsanlık tarihi boyunca doğru yoldan çıkmış toplumlara gönderilen her elçinin muhatap olduğu bir durumdur. Allah Teâlâ her elçiyi kendi kavminden seçerek göndermiştir. Bu nedenle elçi seçilen kişi düne kadar kendilerinden biri iken bu gün ben, Allah’ın elçisiyim ve sizin yaptığınız yanlış, sizleri rabbimin dinine çağırıyorum deyince; o toplumun ileri gelenleri bütün öfkelerini kusarak; Allah seni mi elçi seçti? Senin bizden nasıl bir üstünlüğün var? Diyen insanlar, itirazlarının dozunu artırarak işi Allahın böyle bir elçi göndermediğine kadar vardırmışlardır. Bu andan sonra artık kendileri yaptıkları iftiralarla Allah adına konuşmaya başlamışlardır. Resullere genelde şöyle itirazlar yapılmıştır:

Sen gerçekten elçi isen yanında melekler olmalı değil miydi? Altından evin olmalı, içinden ırmakların aktığı bağların bahçelerin olmalı değil mi? Ya da göğe çıkmalısın, oradan bize okuyacağımız bir kitap getirmedikçe göğe çıktığına da asla inanmayacağız. Doğru söylüyorsan bizi tehdit ettiğin azabı getir.

Haydi, göğü parça parça üzerimize düşür… ve bu minval üzere itirazlarına devam etmişlerdir. (İsra 17/90-95)

Tüm bunlara verilen cevap:

“Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?” “Yoksa size mahsus bir kitabınız var da ondan mı okuyorsunuz?” (Kalem 68/36-37)         

 “…De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer olan bir elçiyim.”(İsra /93) “Benimle sizin aranızda gerçek şahit olarak Allah kâfidir de. Zira O, kullarını hakikaten bilip görmektedir.”

(İsra17/96)

Görüldüğü gibi bu insanların bir delile dayanan tutarlı bir düşünceleri yoktur. Kör cehaletten ve asılsız yalanlan ve iftiralarından başka:

 “Onlar bir kötülük işlediklerinde ‘Biz atalarımızdan böyle gördük, böyle yapmamızı emreden

Allah’dır’ derler. Onlara de ki; Allah kötülük işlemeyi emretmez. Allah adına bilmediğiniz bir şeyi mi? söylüyorsunuz?”(Araf7/28)

 (Ey resulüm! ) “De ki: Rabbim adaleti emretti. Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O’na çevirin ve dini yalnız Allah’a has kılarak O’na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi (yine O’na) döneceksiniz.”(Aaf 7/29)

 Buraya kadar anlatılanlar geçmişte Allah’a resulüne ve onun ayetlerine yapılan iftiralar isnat edilen yalanlar idi. Vahyin tamamlanmasından günümüze kadar ve günümüzde yapılanlara baktığımızda geçmişi aratmayan anlayışların aynen devam ettiğini görüyoruz. Ferdi olarak yapılan iftiraları görmek için internet ortamına kısa bir göz atarsanız; İslam’a- Kur’an’a yapılan inkâr ve iftiraların bin türlüsünü görmeniz mümkün olacaktır.

 El insaf! Gücü kuvveti, hâkimiyeti elinden alınmış, eğitimi bitirilmiş; öğretimi en asgariye indirilmiş, kendisine iktidar isteme düşüncesi kafalardan silinmiş, sahiplenenleri sindirilmiş, hayattaki işlevselliği iptal edilmiş, bireysel bir inanç olarak birkaç Müslüman’ın sinesine mahkûm edilmiş bir İslam!

Özellikle bu halinden istifade ederek tarihin tüm başarısızlıklarını, ahlaki zaaflarını, kişisel hatalarını, onun ilkelerine uymamaktan kaynaklanan tüm bozulmaları “vur abalıya”/ vur garibana mantığı ile İslam’ı ve Müslümanları günah keçisine çevirdiklerini göreceksiniz. Bundan daha vahimi, bir milletin bin yıllık geçmişini bir kalemde silerek, Kabul edilen laik ve demokratik sistemle yeri doldurulmuş, hayattan silinmek için her yola başvurulmuş, iş temelinden halledilmiş; Allah’ın dünya işlerine asla karıştırılmayacağı kanunla kayıt altına alınmıştır. Artık modern dünyada kimse Allah’a hesap vereceğini, günahı, sevabı, ahireti düşünmez olmuştur. Sistem kökten değiştirilmiştir. Kelimenin anlamıyla herkes tam hürriyetlerine kavuşmuş; Artık yeryüzünün yeni ilahı insan olmuştur. Hayatın merkezine insanı koyan anlayış, doğru ve yanlışın kararını çoğunluğun tercihine bırakmıştır. Böylece toplumun yeni ilahı Allah değil çoğunluk olmuştur. Bundan böyle İlahlık Allah’ın elinden alınıp çoğunluğun iradesine teslim edilmiştir. Hal ve durum bu iken, iyi bir mümin olmak için yeni bir seçim yapmak zorundayız. Yeni ilahımız kim olacak?!  Şimdi karar sizin. Siz kime teslim olacaksınız? Allah’a mı çoğunluğa mı? Kişisel iradenizi kullanmada sonuna kadar hürsünüz. Sonucuna katlanmayı göze aldığınız sürece kimse size mani olamaz. Bu konuda Allah bile kullarına müdahale etmediğini beyan ediyor:

“Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğriler birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tağutu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir bilendir.”

Ancak!

“Allah, inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur/ Allahtan gayri ilahlardır. Onları aydınlıktan alıp karanlığa götürürler. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebediyen kalacaklardır.” (Bakara 2/256-257)

 Selam hakka tabi olanların  üzerine olsun!..

Hüseyın Bülbül / İktibas Çizgisi

Genel kabule göre ahlakın temeli ve kaynağı dindir. Her toplumun din ve inançları ona bir takım davranış, düşünüş ve uygulamaları Allah/Tanrı/Yaratıcı/Vicdan adına emreder ya da tavsiye eder. Ancak ahlakı hep din ile ilişkili konuşmak tartışmalıdır. Felsefî derinliği olan ahlak, toplumların, coğrafyaların yüzlerce yıl içinde ortaya koyduğu birikim içerisinde şekillenen davranış biçimleri haline gelmiştir. Yaşadığı toplumun inanç, gelenek ve göreneklerini benimsemeyen bireylerin ahlakını da içselleştiremeyeceği açıktır. Ancak buna rağmen sosyal hayat içinde dindarlık ile ahlakı özdeşleştirmenin doğru olmadığı kanaatindeyiz. Diğer bir ifade ile her ahlaklı olanın dindar olduğu ya da bunun zıddının doğru olduğu söylenemez. Peki bu durumda dindar kime denir? Dindar, kısa tanımıyla inandığı dinin gereklerini yerine getiren kişiye denilir. Bunu İslam kaynakları açısından ele alırsak şöyle açıklayabiliriz: Kur’an’da bugün Türkçe’ de kullanılan dindar kelimesinin tam karşılığı yoktur. Buna mukabil “takva” kavramı vardır. Takva “Allah’tan sakınmak” anlamına gelmekte ve “Allah’tan sakınarak, O’nun sevgisini ve merhametini kaybetme korkusuyla günahtan elini, dilini çekmek” anlamına gelmektedir. Bunu gerçekleştiren kişi de “takvalı”, “kâmil insan” olur. Esasen dindar kişi yerine “kâmil insan” demek daha doğru olur.

Riyâkârlık (Gösteriş) ile dindarlık ve takva asla bir arada bulunamaz.

İnsanlarla ilişkilerimizde Hz. Ömer’in dediği gibi “İnsanların ibadetlerine değil, ahlaklarına bakın” düsturundan hareket etmek gerekir. Zira dindarlığın sahtesi olur, ancak ahlakın sahtesi olmaz, olsa da kendini hemen ele verir. O halde kişi sözüyle ve davranışları ile kul hakkı (insan hakkı) na uyup uymadığını ortaya koyar. Ahlakî zaafları olan bir kişinin öncelikle dinine de zarar verdiğini unutmamak gerekir. “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” diyen Hz. Peygamber’in bu sözünü iyi anlamak gerekir. Namazı, orucu ve diğer ibadetleri tamamlamak üzere gönderildim demiyor. Yani bir bakıma ahlakı ibadetlere önceliyor.

Dindarlık Türkçe ’de ‘dinine düşkün’ olma durumunu tanımlarken takva ‘Allah’tan sakınma’ halini açıklar. Dolayısıyla ‘inandığı dinin gereklerini yerine getirme hususunda hassas kişi’ demektir. Bunun kesin bir ölçüsünü ortaya koymak zordur. Bir kişinin riyakâr olup olmadığını da anlamak kolay değildir. Halbuki ahlak insanın suretinden ve siretinden, çevresiyle ilişkilerinden anlaşılabileceğini de gözlerden uzak tutmamak gerekir.

Her nedense ahlaklı insan olmak Kur’an’da olduğu şekliyle bizim kültürümüze girmedi. Hep dindarlık üzerinden anlaşıldı. Kavramlar tasavvurumuzu inşa ettiğine göre esasını insanın özünden alan ahlak yer almadığından iyi insan yetiştiremedik. Örnek insan böyle bir insan olmadı. Mutasavvıfların ‘kâmil insan’ tanımına da itibar edilmedi. Eğitimimizin daha ziyade öğretime dönüşmesi değerlerin benimsetilmesine olumsuz tesir etti. Metafiziğimizi ihmal ettik. Metafiziğimizden fiziğimize yöneldik. “Bugün ne giysem” esas gündemimiz oldu. ‘Bugün Allah için ne yapsam’ diye bir hayat felsefemiz olamadı. Ya da “Bugün insanlara nasıl bir faydam oldu” şeklinde bir derdimiz pek kalmadı. Vaaz kürsülerindeki anlatımlar cami kapısından dışarı çıkmadı. Edep, âdâp ve erkânı unuttuk. Türk kültürüne değil, popüler kültürün rüzgarına kapıldık.

Oysaki ahlak insanlığını, İslamlığının/Müslümanlığının önüne almaktır. Dinler ahlak üzerine inşa edilir. Çünkü dinler hayatı tesis eder. Ahlakın yıkıldığı bir toplumda her şey yıkılır. Ahlak sadece dindarlara değil, herkese lazımdır. Her insan kendisi için kutsal olan neyse onun üzerinden ahlakını tesis eder. Hiçbir din ahlaksızlığı emretmez. Diğer bir ifade ile dindarlık ahlaklı olmanın garantisi değildir.

Peygamberlerin insanlığa öğrettikleri en önemli düstur “Kork Allah’tan korkmayandan, korkma Allah’tan korkandan” şeklindedir.

Allah’a, yaratıcısına, Tanrı’ya hesap verme duygusunu taşıyan her insan için ahlaklı yaşamak bir ödevdir.

Ahlakın içine hayata dair her şey girer. Liyakat, düzenli yaşamak, itidalli olmak, saldırgan ve ayrıştırıcı (fitneci) olmamak, insanlarla alay etmemek ve bunun gibi pek çok konu. Ahlakın öncelemediği bir eğitim sistemi kendine, ailesine ve ülkesine faydalı bireyler yetiştiremediği gibi bilakis suç işleyen fertler yetiştirir. Ahlaklı olmak her şeyden önce eğitimli, sorumluluk sahibi ve yasalara saygılı olmak bilinciyle mümkündür. Merhum Erol Güngör’ün ifade ettiği gibi, “İnsana ahlakî şahsiyetini asıl veren yer, onun yakın çevresidir. Ailesindeki büyükler, okuldaki öğretmenleri ve birlikte bulunduğu arkadaşları.”

İş ve toplumsal ahlakı yerleştirmiş toplumlar kalkınır. Liyakatsiz işe yerleştirmelerin, atamaların olduğu ve yaygınlaştığı, hukukun üstünlüğünün olmadığı toplumlar sefalete ve ayrışmaya mahkûmdur. Ahlakın, hukukun egemen olduğu toplumlarda deprem, sel ve benzer  felaketlere yol açan ihmaller ya olmaz ya da çok az olur. Bu açıdan bakıldığında fert ve toplum olarak kurtuluşumuz ahlak ve liyakat temelli bir bakış açısı ve iş yapma becerisiyle mümkün olacaktır.

İnsanlar dinlerin/inandıkları dinlerin dediğinin aksine yapıyorlar. Oysa inanmak dış dünyadaki kötülüklerle aramıza deyim yerindeyse kalın bir perde çekmekle mümkün.

İslam dini “Anne-baban ve akrabaların aleyhine de olsa doğruluktan ayrılma” der.

17. yüzyıldan itibaren yaşadığımız temel mesele her alanda gerilemeye ve çöküşe doğru yol alan ahlakımız olmuştur. Devlet hayatında, toplumsal hayatta, ilim ve kültür hayatında hülasa hayatın tüm cephelerinde noksanlaşan, noksanlaştıkça güveni de azaltan şahsiyet erozyonu olmuştur. Nitekim Kâtip Çelebi buna işaret ederek; Girit’in alındığını ancak maliyenin tükendiğini, ilmiye sınıfının gerilediğini ve beşik ulemasının ortaya çıktığını, dinî alanda yapılan kısır birtakım tartışmaların toplumda kutuplaşmaya neden olduğunu belirterek bunları dönemin padişahına rapor eder.

Hz. Peygamber,

“Sizin en hayırlınız kadınlarına en hayırlı olanınızdır.”

“İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.”

“Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyor.

Ahlaklı toplum oluşturmada rol modellerin olması çok önemlidir. Ahlak okuyarak öğrenilmez. Sadece farkına varılır. Güzel davranışlar görülerek ve izlenerek öğrenilir. Bunları pekiştirecek eğitimciler de gereklidir. Doğru söylemeyi en kritik yerlerde bile öne almak lazımdır. Yapılan yanlış işi bile doğru söyleyecek, itiraf edecek cesaretli nesiller yetiştirmek gerekir.

Ahlakî çürüme toplumları içten çökertir.

Ahlaksızlık sadece cinsel eylemlere indirgenemez. Cinsel eylemler içinde de sadece kadına özgü görülmez.

Erkek için de ahlaklı ve namuslu kavramları kullanılmalıdır.

Ahlak, toplumsal aidiyet ile de şekillenir. İnsanları tanımak ahlakları ile olur. İbadetleri ile olmaz. “Sen yüce bir ahlak üzeresin” ayeti Hz. Peygamber’e bir hitaptır. Kalemler onun ahlakına duyulan hayranlığı yazar. Peygamberler güzelliklerle insanı buluşturan vuslat rehberleridir. İnsanlığın zirvesi peygamberlerin ulaştığı ve ideal olarak belirlediği çizgidir. Bu sebeple insanları, zirvede olanlar, zirveye tırmananlar, zirveden yuvarlananlar, zirveye tırmanmaya yanaşmayanlar olarak ayırmak mümkündür.

‘İyi insan olma/yetiştirme’ projesi olarak ahlak, esasen her ailenin, toplumun, devletin birinci ödevidir. Bunu, eğitimi, eğlence programları, TV dizileri, basını olmak üzere topyekûn bir seferberlik ile sadece normlarında yer vermekle değil, her konuda, her vesile ile gerçekleştirecek bir duyarlılığa sahip olmakla gerçekleştirebiliriz.

Sözlerimi merhum Milli şairimizin şu mısraları ile bitirmek istiyorum:

Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdân’ın

Ne irfanın kalır tesiri katiyen ne vicdanın. (Mehmet Akif Ersoy)

Prof. Dr. Mehmet Nadir ÖZDEMİR / Akademik Akıl

Şefkat abidesi bir annenin duygu okyanusunda med-cezirlere yol açan en önemli neden, yavrusunun gözlerinde beliren nem ve gözyaşıdır. Cennetleri onun ayakları altına serdiren temel faktör de ana yüreğinin, Rahman’ın merhamet tecellileriyle mayalanmış olmasıdır. Çok enteresandır; ümmet, imam, ümmi vb. gibi derinlikli ve kuşatıcı kavramlar Arapçada “anne” anlamına gelen “ümm” kelimesinden türemiş ifadelerdir.

Peygamber Efendimiz’in (sav), Allah’ın kullarına olan merhametini anlatırken bir annenin yavrusuna olan şefkatini örnek göstererek paralellik kurması çok dikkat çekicidir: Bir defasında ashabdan biri bir çocukluk hatırasını anlatırken demişti ki;

“Çalılıkta dolaşırken bulduğum bir kuş yuvasından yavruları alıp koynuma koymuştum. Tam bu sırada yavrunun anası başımda dolaşmaya başladı, acıdım, yavruları bırakmak için ihramımı açmaya çalıştığım sırada kuş hemen koynumdaki yavrusunun yanına daldı, kanatlarını yavruları üzerine gerip kollamaya başladı.” Efendimizin (sav) buna sorusu şöyle oldu: “Bu annenin yavrusuna bu kadar acıması sizi hayrete mi düşürdü?” Efendimiz (sav) şunu ilave etti: “Hiç şüpheniz olmasın Allah’ın (cc) kullarına acıması bu annenin acımasından (kıyas kabul etmeyecek derecede) fazladır.”

Bir defasında da kadının biri çocuğunu kaybetmiş, deli gibi bir oraya bir buraya koşuyor, yavrusunu arıyor, bulduğu yabancı çocukları da bağrına basıp hemen oracıkta emziriyordu. Kadının bu heyecanını gören Efendimiz (sav) yanındakilere; “Böylesine şefkatli şu kadın hiç yavrusunu ateşe atar mı?” diye sordu. 

“Atmaz!” dediler. Efendimiz (sav) de tasdik etti; “Ben de öyle biliyorum, atmaz” dedikten sonra buyurdu ki: “İşte Allah (cc) da bu kadından çok daha fazla merhametlidir. Kullarını ateşe atmaz, onlar kendilerini ateşlik amelin içine atmadıkça!”

Yine; “Bir yolculuktan dönülüyordu. Mola verilmiş, bir kadın da ateş yakarak hazırlık yapmaya başlamıştı. Ateşin alevleri yükselince kadın koşuşturan çocuğunun ateşe düşmesinden korktuğu için hemen onu bağrına bastı ve ateşe düşmesi halindeki dehşeti de tasavvur ederek buna gönlünün dayanamayacağını hayal edip orada bulunan Efendimize (sav) dönerek sordu: 

–Sen Allah’ın (cc) peygamberisin değil mi? Efendimiz (sav) de

–Hiç şüphen olmasın, buyurdu. Bunun üzerine kadın şöyle dedi:

–Allah’ın (cc) kullarına merhameti bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok değil mi? Efendimiz (sav):

– Hiç şüphen olmasın öyledir, buyurunca kadın:

– Öyle ise bir ana yavrusunu ateşe atmaz, diye sızlandı. Efendimizin (sav) gözleri yaşardı da buyurdu ki:

 – Yüce Allah (cc) ancak kendisine isyan edenleri ateşe atar. Müstahak olmayanları asla!

MERHAMETTEN MARAZ MI DOĞAR?

Bu ifade vulgarize halk kültüründe sıkça kullanılan suistimal edilmiş bir deyimdir. Bu sözle; egoizm ve konformizm ikliminde büyümüş, kapitalizmin de etkisiyle kendisini ve çıkarlarını en üstün değer olarak gören bir algı ile kirletilmiş günümüz insanına merhamet, şefkat, fedakârlık vb. gibi kavramların birer enayilik olduğu anlayışını pompalayarak:

“Bir insan neden bir başkasına yardımda bulunsun ki, tüm kazanımları kendi emeğinin, aklının ürünüdür(!) Karşısındaki de çalışıp kazansaydı… Beraber mi çalışıp kazandılar? Güçlü olan yaşar, zayıf olan elimine olur. Hayatın kanunu bu (!) ‘diyalektik yasa’ böyle işliyor.” demek isterler. Bu acımasız, değer tanımaz felsefe, materyalizm ve pozitivizmin bir sonucudur. Siz insanlara; tek değer olarak “madde”yi kutsar, diğer ahlaki normları yadsırsanız “insan insanın kurdudur” anlayışını da hâkim kılmış olursunuz mesajını verir.

Bu sakat dünya görüşünün komplikasyonlarının neler olduğunu görmek istiyorsanız, çağımız problemlerine şöyle bir göz atmanız yeterli olacaktır:

Anarşi ve terör, savaşlar, etnik fanatizm, global mali kriz, aile kurumunun çöküşü, sağlıklı nüfus artışının durması ve popülasyonun her geçen gün yaşlanması, boşanmaların çığ gibi büyümesi, evliliğin aşağılanması, zina ve gayr-ı meşru ilişkilerin özendirilmesi, eşcinsellik, lezbiyenlik gibi sapkınlıkların cinsel tercih ve özgürlük adı altında demokratik bir hak gibi lanse edilmesi, uyuşturucu kullanımının yaygınlık kazanması, stres, anksiyete, intiharlar ve hepsinden de önemlisi sevgisizlik…

Bilmem ki listeyi daha fazla uzatmaya gerek var mı? Hepsi de modern zamanların acil çözüm bekleyen hastalıkları…

Olayın temelinde insanı madde olarak algılayıp, ruhunu arka plana atan anlayış yatmaktadır.. Hedonizmin esiri olmuş insanlar her türlü bedensel haz ve zevki fetiş boyutta tadarken, tatminsizliğin pençesindeki arayışlar, sapkınlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Oysa mutluluk ruhun hazzıdır ve ancak tatmini manevi değerlerle mümkündür. Materyalizm ve pozitivizmin kıskacındaki insanlık, maalesef bu bataklığa saplanmış, debelenip durmaktadır. Nüfus negatife geçmektedir. Nüfus her geçen gün yaşlanmakta, toplum; genç kuşak olmayınca dinamizmini yitirmektedir. Suç oranları, limitleri zorlamaktadır. İstatistiklere göre batıda doğan çocukların %30’dan fazlası gayrimeşru ilişki sonucudur. Bu durum bilim adamları ve füturistleri “nerede yanıldık, ne yapmalıyız?” diye kara kara düşündürmektedir. Keşke yaşam tarzlarını, ne idüğü belirsiz özgürlük ilahına kurban etmek yerine Allah’ın istediği şekilde düzenlemiş olsalardı… İşte o zaman her türlü zevki meşru dairede tadacak, düzeyli ve kaliteli bir hayat sürecek, mutlu olacaklardı:

“Gerek erkekten, gerek kadından kim, mü’min olarak, iyi amel (ve hareket)de bulunursa hiç şüphesiz onu (dünyâda) çok güzel bir hayat ile yaşatırız ve (o gibilere) her halde yapageldiklerinin daha güzeliyle ecir veririz.” (Nahl-97)

İnsanların limitsiz bir özgürlük anlayışı ile örgüledikleri ve kurguladıkları bir dünyadan asla hayır gelmeyecektir. Böyle bir özgürlük anlayışı; sınır tanımayan bir cinsellik, doymak bilmeyen bir ego ve hep daha fazlasını isteyen bir zenginlik, makam ve şöhret hırsına yol açacaktır. Bencilleştikçe azgınlaşan, azgınlaştıkça kalabalıklar içerisinde yalnızlaşan insan, zaman içerisinde kendinden uzaklaşacak, uzaklaşa uzaklaşa gün gelecek kendini de unutacaktır. En tehlikeli olan da budur. Nitekim “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan (fasık) kimselerdir.” (Haşr, 19)

SEVGİSİZLİK VE HASET HASTALIĞINDAN KURTULMAK

Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız problemlerin temelinde esas itibarıyla “sevgisizlik” olgusu yatmaktadır. Sevgi öyle bir iksirdir ki tüm rahatsızlıkları tedavi edici bir etkiye sahiptir. 

Sevginin olmadığı yerde kıskançlık vardır, bencillik vardır, kin, öfke, kibir, kabalık vardır. Siz hiç düşünebiliyor musunuz; seven insanın sevdiğine karşı kötü duygular besleyebileceğini… Sevginin olduğu yerde ancak merhamet vardır, diğergâmlık, fedakarlık vardır. Orada “ben” yok “sen” vardır. Allah bizleri bu hastalığın şerrinden muhafaza buyursun. (Amin.)

Sahabe-i kiramın farklılık ve üstünlükleri de zaten, söz konusu bu rahatsızlıktan Resulullah (sav) Efendimiz’in “sevgi ve merhamet” potasında arınarak kurtulmuş olmalarından kaynaklanmaktadır: “… Kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran; size Kitab’ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resul gönderdik.” (Bakara /151)

Bu sayededir ki şu övgüye de mazhar olmuşlardır:

“Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar da kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler. Onları, rüku edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar, Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp isterler. Belirtileri, secde izinden yüzlerindedir. İşte onların Tevrat’taki vasıfları budur. İncil’deki vasıfları ise sanki bir ekin; filizini çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış, sonra sapları üzerinde doğrulup boy atmış (ki bu,) ekicilerin hoşuna gider. (Bu örnek,) Onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir. Allah, içlerinden iman edip salih amellerde bulunanlara bir mağfiret ve büyük bir ecir va’detmiştir.” (Fetih/ 29)

Allah’ın izni ile aynı müjdeye naçizane bizlerin de muhatap olabilmesi mümkündür. Bu manada Efendimiz’in (sav) büyük müjde ifade eden bazı meşhur hadisleri vardır:

“Ebu Hureyre’nin bildirdiğine göre, bir gün “Resulullah (sav) kabristana geldi ve: “Ey mü’minler yurdunda yatanlar, selam üzerinize olsun. İnşaallah biz de size kavuşacağız buyurdu.” Sonra hasretle iç geçirerek; “Kardeşlerimi öyle göreceğim geldi ki” diye ekledi. Yanında bulunan sahabeler: “Ey Allah’ın Resulü biz senin kardeşlerin değil miyiz?” dediler. Resulullah (sav); “Sizler arkadaşlarımsınız, kardeşlerim henüz gelmiş değildir.” buyurdu. Bir başka rivayet de şöyledir: “Mutlaka Allah’ın kullarından, nebilerin ve şehitlerin kendilerine gıpta edecekleri kullar vardır. Sahabeler tarafından denildi ki; “Onlar kimlerdir ey Allah’ın Resulü, bize haber ver ki onları sevelim.” Resulullah onların bu isteği üzerine, şöyle buyurdu; “Onlar öyle bir topluluktur ki, aralarında mal (ticari ilişki) ve akrabalık olmaksızın birbirlerini severler. Onların yüzleri nurdur. Nurdan minberler üzerindedirler. Halk korktuğu zaman korkmamayı sürdürürler. İnsanlar mahzun oldukları zaman onlar üzülmezler” dedi ve sonra “Dikkat edin! Mutlaka Allah’ın evliyası için korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.” ayetini okudu.”

Görüldüğü üzere burada anahtar kavram “sevgi” olmaktadır. O halde yapılması gereken şey öncelikle samimi olarak tövbe etmek, daha sonra da tüm negatif duygulardan arınarak aramızda sevgi, saygı, merhamet, cömertlik ve fedakârlık gibi ahlakları karakterimiz haline getirmek olmalıdır. Ancak böylelikle Fetih Suresi 29. ayette ifade buyrulan “ekin başakları” gibi olabilir ve yine aynı ayette vurgulandığı üzere bizi yetiştiren “ekici”lerimizi üzmemiş ve hoşnutluklarını kazanmış oluruz. Allah’tan (cc) en büyük dileğimiz, Fetih-29’da ifade buyrulan büyük müjdelere bizleri de mazhar kılmasıdır.

Yazımızı Hz. İsa’nın (as) şu güzel duasına bizler de iştirak ederek noktalayalım:

“Allah’ım! Bugün yine sabahladım. Bugün de başıma gelecek fenalıkları engelleyecek gücüm yoktur. Arzu ettiğime ulaşabilecek kuvvetim de yoktur. Biliyorum bütün güç sendedir. Ya Rabbi, ben yaptığım işimle sana rehin düşmüşüm. Benden daha fakiri yoktur. Rabbim beni düşmanımın önünde gülünç duruma düşürme, dostuma kötülük yaptırma, dinimde musibete uğratma! Rabbim en büyük arzumu dünya kılma. Bana acımayanı üzerime musallat etme. Ey ebedî diri ve hayat sahibi olan Allah’ım, duamı kabul eyle.” (Amin)

Dr. Mehmet Öztürk / Feyz Dergisi

İyi insan olmak deyince aklınıza neler gelir?

Yardımsever, herkese anlayışlı davranan, kimsenin kalbini kırmayan, kendini işine adamış, sorumluluk duygusu yüksek, herkesin isteğine evet diyen, sevecen…

Peki herkesin arzuladığı bu olumlu özellikler nasıl olur da zararlı olur?

Bu sorunun cevabı var cevabı iyi insan olmaya verdiğimiz anlam ilgilidir.

Yorgun olduğunuz ve gerçekten kimseye yardımcı olmaya gücünüzün yetmediği bir gün arkadaşınız arıyor ve sizden yardım istiyor?  Ne yaparsınız?

Çevreniz tarafından da “herkesin yardımına koşan, kimseye hayır demeyen iyi bir insan” olarak biliniyorsunuz. Ve iyi insan etiketine yüklediğiniz anlam ise şunlar

‘’İyi bir arkadaşsam sevdiğim insanın yanında olmalıyım, herkes için fedakarlık yapmalıyım.”

Neden herkes için fedakârlık yapmalı?

“Çünkü iyi bir arkadaş olmazsam kimse beni sevmez, yeterince fedakârlık yapmazsam artık kimse yanımda olmaz, arkadaşsız kalırım.”

Bu düşünceye inan birisi ilişkilerde gerçek duygusunu dile getirir miydi? Bunu düşünün siz buna inanıyor olsaydınız ilişkiden nasıl davranırdınız?

İyi insan olmazsam kimse tarafından sevilmeyeceğim diye düşünen ve bu düşünceye inan kişiler gerçek duygularını ilişkiye getirmezler. Diğerlerinin duygularıyla ilişkide var olmaya çalışırlar. Öfkesini dışa vurmaktan çekinir, ihtiyaçlarını söylemekten korkarlar. Sınır koymaya çekinirler. Hayır demekten zorlanır, isteklerini ifade edemezler.

Başkaları mutlu olsun ve beni de sevsin diye yapılan davranışlar kişinin davranış repertuarını elinden alır, kısıtlar, esnek davranmasına engel olur, özgün olma becerisini olumsuz etkiler. Duygusal ihtiyaçları karşılanmadığı sadece başkalarının duygusal ihtiyaçları için çaba harcadığı için mutsuz olur fakat bunu ifade edemez. Gerçek bir birey olmayan eksik yanıyla, iyisiyle, kötüsüyle bütün insanlık halini yansıtmayan kişi beklediği saygınlığa da ulaşamaz.

İyi insan olmak gibi olumlu ve görünürde zararız bir etiketin nasıl ağır yüke dönüştüğünü, duygu ve davranışlarınızı nasıl kısıtladığını görüyoruz.

İyi insan olmanın zararlarını yaşamamak için çok iyi insan olmayı değil daha sahici insan olmayı deneyin.

İhtiyaçlarınızı önemseyin ve farkında olun ki diğerleri de sizi önemsesin.

Yapamayacağınız ya da yapmak istemediğiniz bir durum varsa öncelikle kendi tercihlerinize saygı duyun ki diğerleri de size saygı duysun.

Öfkenizi de merhametinizi de kabul edin ki diğerleri de sizi olduğu gibi kabul etsin.

İhtiyaçlarınızın farkına varmak, eksik yada yeterince iyi olmayan yanlarınızla barışmak için terapi almayı deneyebilirsiniz. İlişki problemleri de terapinin ana konularındandır.

Sağlıkla ve kabulle..

Psikolog Emine Varol

İnsan Olmak!

Aslında tüm mesele bu!

İnsan kalabilmek, ve bunun için mücadele etmek!

Hayat yolculuğu beşerden insanlığa doğru olan bir süreçtir. Hz. insana…

İnsan dünyaya insan olarak değil beşer olarak gelir.
Beşer, emekler, koşar, yaşar , şaşar, sonra kendini aşar.
Bu mücadelenin tamamı insan olabilmek ve insan kalabilmek içindir.
Beşer egosu ve beni aşarak kendi olma mücadelesini verir. Kendine ulaşan , insan olur
ve insanlığa hizmet eder. İstek, haz, hırs ve çıkarları bir kenara itip başkaları için bir dünya kurma derdine düşer. Başkaları onun için bir aynadır, kendine çeki düzen vereceği bir ayna.
Ondan sonra işte kendini aşar.

Beşer olarak geldiğimiz dünyaya kendimizi arayarak devam ederiz yolculuğumuza.  İlk adım niyet sonrasında ise düşünmek. Düşünmeye başlamak yolda olmaktır. Sorgulamakla devam eder yolculuk, her şeyi sorgulamakla..

Sonra anlamlandırmaya başlarız. Anlam yükleriz dünyaya, doğaya, insana…
Yüklediğimiz bu anlamlar şekillendirmeye başlar ruhumuzu. Ve öğrenmeye başlar insan…
En büyük gücün bilgi olduğunu keşfeder. Sonra seferler başlar, dış alemden iç aleme…
Her arayış bir seferle başlar …
Sonra insan bedenini, zihnini, duygularını ve en sonunda da ruhunu keşfetmeye başlar.
Ve bu dört unsura yatırımlar yapmaya. Sadece bir bölümüne yatırım yapmak ve onu beslemek, onu ön plana çıkarmak farklı sonuçları çıkarır.
Bedeni ön plana çıkaran kendini beğenmişliğe, aklı ve zihni ön plana çıkaran vahşiliğe, duyguları ön plana çıkaran hayvaniliğe, sadece ruhunu ön plana cıkaran mistikliğe neden olur.
Oysa insan dört unsurun da bir arada geliştiği , denge durumu, eşrefi mahluktur.

O’nun için yaratılmamış mıdır tüm kainat?
İnsan olabilmek… Aslında tüm mesele bu. Ve insan kalabilmek.
Tam oldum dediğinde her şey yeniden başlar.
İnsan olma serüveni , insanlara faydalı olma süreciyle devam eder.
İnsanlara doğruluk, iyilik, hak, adalet ve ahlakla davranmak…

İstikameti olan bir doğruluk, iyilik , adalet ve ahlak…

Bu hayat yolculuğunda beşerliklen insanlığa ve insanlığın en üst mertebesine çıkmak
için , kişinin iki önemli yol arkadaşı vardır; edep ve haya.
Edep ve haya kişinin yaratıcı karşısında haddini, diğer tüm canlı ve cansız mahlukatlar
içinde yeri ve konumunu bilmesini sağlar.
Edep ve haya sahibi kişi kendine, çevresine ve doğaya saygılıdır. Kendi özü ve özelini koruduğu gibi , başkalarının özü ve özelini de korur. Utanma duygusu olduğu için örnek bir ahlak abidesidir.
Edep ve haya varsa hayat da vardır.

Yunus’un dediği gibi:

“İlim ilim bilmektir

ilim kendin bilmektir

sen kendini bilmezsin

Ya nice okumaktır.”

Önce ilim bilmektir. Peki nedir ilim? Kadim kültürümüze göre ilim, emaneti yani insana verilmiş, ilim, marifet, bilgiyi bilmesi, insan olmayı bilmesi, devamında kendini bilmesidir.

Ama insan kendinden kaçar oldu. Kalabalıklara, Avm’lere, kafelere , statlara…

Bilgisayar, tablet , cep telefonlarına …

Instagram, Twitter , Youtube, Facebooka…
Bir türlü kendiyle başbaşa kalamaz oldu. Korkuyor çünkü kendiyle yüzleşmekten… Yaptıklarından, yapmadıklarından, yapamadıklarından, sorumluluklarından…

Korkuyor vicdanı ile başbaşa kalmaktan…
Kayboldu insan kalabalıkların, gürültünün, hız ve hazzın içinde.
Ağaç ararken ormanın içinde kayboldu.

Doğum ile başlayan hayat yolculuğu ölene kadar devam eder. İnsan için bu bir kemale erme yani tekamül yolculuğudur. Anlamlı ve güvenli bir hayat sürmek isteyen insan kendisine bazı varlık soruları sorar? Nereden geldim, nereye gidiyorum ve şu anda neredeyim?
Kökenim ne, sonum ne olacak, ve şu anda ne yapıyorum, neyle meşgul oluyorum, derdim ne?
Bu sorularda üç zaman dilimi vardır. Geçmiş , gelecek ve şu anda yaşanan zaman.
Bu üç zaman bilgisi ve yukarıdaki soruların cevapları anlamlı olup birbirlerine bağlı tek bir bilgi olursa , kişinin hayatıda anlamlı olur.
İnsanın bulunduğu evrende hemcinslerine, çevreye, canlılara, hayvanlara , doğaya verdiği tahribat ve zarar bu üç bilginin bir arada ve anlamlı olmamasındandır.

Beşerlikten insanlığa geçiş sürecinde herkes farklı bir sınıftadır. İnsanın değerini ne sahip olduğu ev ve araba, ne oturduğu semt, ne milleti ve memleketi, ne anne babası ve soyu, ne makam, mevki ve şöhreti, ne diploması ve mezun olduğu okul, ne boy, pos ve güzelliği belirler. İnsanın değerini sahip olduğu ilim ve ahlak seviyesi belirler. Ancak bu durum dışardan bakılınca hemen anlaşılmaz. İnsanı iyi tanımak gerekir. Hz. Ömer efendimize bir sahabe gelip başka biri hakkında “Çok iyi bir insandır” dediğinde, Hz. Ömer Efendimiz, “Bir insanı tanıman için onunla komşuluk , alışveriş ve yolculuk yapman gerekir” demiştir. Dolayısıyla tek bir davranıştan kimseyle ilgili fikir sahibi olamayız. Faydalı bulduğumuz davranışlarda dahi kolaylıkla yargıya varamayız. 

Tüm başarıların arkasında güçlü bir irade vardır. Sürekli olan alışkanlıklar karakteri değiştiriyor. Alışkanlıklar, olumsuz arzular iradeyi zorlayabilir. Prensiplerimiz iradeyi güçlendirir. Prensiplerimizin ruhumuzda kök salması için az yemeli, az uyumalı ve az konuşmalı. 

Dünyanın ve insanlığın geldiği bu noktada yukarıdaki bilgi ve soruların kendimizi aramamıza ve bulmamıza vesile olması dileğiyle.

Mustafa TEZCAN

Nasıl bir insan olmak istiyorsunuz?

Herkesin kendini tanımlamada eksiklikleri var. Ama insan bunu kolay kolay kabul etmez. Direnir.  Bu direnme güdüsü aslında insana kötülere karşı direnmek için verilmiş. Tıpkı bir bıçağın adam öldürmek için değil, ekmek ve benzeri işlerde insanın işlerini kolaylaştırsın diye üretilmesi gibi. Ama insan bu, özgür tercihleri ile bıçağı yapılış amaçları dışında kullanarak kötü sonuçlar oluşturabiliyor. Sonraki süreçte gerekçesi de vardır.

Peki, siz nasıl bir insanız? Nasıl bir insan olmayı hedefliyorsunuz?

Yaşadığınız hayatta hedeflediğiniz şeylerin başarılmasından çok doğruluğu için ne kadar iyi insan olabildiniz?

Kendinizi şu anda iyi bir insan olarak görebiliyor musunuz? Edindiğiniz, duyduğunuz şeyler sizi doğruluğa mı götürdü yoksa zaman içinde size alışkanlık kazandırarak daha kötü bir insan olmaya mı?

Doğrunun mücadelesini verdiğinizden emin misiniz?

Ya doğru diye yaptıklarınız yanlışsa, bunca harcadığınız zamanınızı geri alamayacağınızı biliyor olmalısınız.

Zamanı durduramıyoruz, siz yaşamakla ve o hayatla sorumlu tutulacağınızın bilincinde ne kadar olursanız, doğruyu bulma ve üzerinde tefekkür ederek vicdanın onayı ile iyi bir insan olmak için direnebilirsiniz.

Başkalarının hayatlarını tecrübe etme şansınız yok. Tecrübeyi siz yaşayacaksınız. Edindiğiniz bilgi ve kazanımlar sizin asıl yönlendiriciniz ve şekillendiriciniz olacaktır.

Eğer bir mücadelenin içerisindeyseniz, öncelikle bunun doğru bir yol ve yordamla yapılıp yapılmadığı konusunca kendinizi ciddi anlamda sorgulamanız gerekir. Çevresel zorunlu etkilerle bulunduğunuz mücadele sizi sadece kişilik çoğalması ile parçalar ve tutarsız çelişkili bir ruh yapısına taşır.

Aldığınız kararlar başkalarının kararları mı yoksa sizin zihinsel çalışmanızın bir ürünü olan süreç mi?

Doğru olan başkalarının kararlarını kabul ederken, nasıl bir kabul sürecinden geçiriyorsunuz?

Bir hiyerarşik emir zinciri içinde, üsten gelen o bilginin sizin için mutlak uyulması gerektiği anlamına mı geliyor? Eğer böyleyse, siz etten, kemikten, kandan oluşan bir robota dönüşmüşsünüz. Size ne söylenirse onu yapmayı kendinize vazife edinmiş ve o vazife ile de biraz mevki, biraz maaş kazanmayı yeterli görmüşsünüzdür.

Böyle bir durumda sizin kişiliğiniz yoktur. Savunduğunuz ve kavgasını verdiğiniz şeyler, size sürekli empoze edilmiş ve ileri gelen şahısların eteklerinin gölgesinden yaşam alanınızı oluşturur. Kötü bir insan portesi değil mi?

Tepkilerini bir direktif doğrultusunda verebilen, robotik bir karakter. Tek tip düşüncelerin öbekleştiği yerlerde zihinsel gelişimin ve üretken bireysel ve toplumsa olguların oluşması son derece zordur.

Kendinize yakın hissettiğiniz kurumlarda yer almanız sizin bu sorgulayıcı yönünüzü bastırıyor ve sizin kişiliğinizin önünde kurallar koyuyorsa, doğrunun söylenmesi adına, bulunduğunuz yeri gözden geçirmelisiniz.

Aldatılıyor olabilir miyim? diye düşünmeniz gerekiyor. İnsanız hepimiz aldatılabiliriz. Adanmışlıkların maliyetini bireysel ve toplumsal olarak ayırmak gerekiyor. Eğer siz, toplumsal sorunları çözmede bir kurumda pozisyon alıyorsanız ki bu sivil toplum örgütleri olabilir, siyasi partiler olabilir, o zaman çok daha sorgulayıcı olup doğru ile yanlışın ayırt edilmesi konusunda çaba sarf etmelisiniz. Çünkü karar verme sürecinde yanlış bütün tercihleriniz, toplumsal bedel ödettirmede size bir pay ayıracaktır. Bireysel yanılgılarınız ise sizinle sınırı olup direk etki alanı, siz ve en yakın çevreniz olacaktır.

Sorunlar çözülmüyorsa ve üstenci bir söylemle yukarıdan hep pansuman niyetinde yatıştırıcı nutuklar tabana atılıyorsa, tabanda ciddi bir algı sorununun oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Ameliyat masasına yatmadan önce verilen narkozun etkisi ile tepkisiz kalan hasta gibi bir taban…

Ama bu ameliyat bitmiyor, ardışık biçimde narkozlar veriliyor. İnsanların itiraz etmesi istenmiyor. Kimi zaman kolluk güçleri ile bastırılmaya çalışılıyor, kimi zaman STK ve siyasi oluşumların üst yöneticileri ile bastırılıyor. Konuşmaktan korkan topluluklar haline geliyoruz. Tarihte iz bırakmış erdemli şahsiyetlerin erdemli davranışları… günümüz insanına onları anması, hatırlaması yeter hale geldi.

Örneğin ballandıra ballandıra Ashab-ı Keyf’i anlatırlar. Allah’ın yiğit dediği insanlar. Allah’ın ölümsüzleştirdiği ve gelecek insanlara örnek gösterdiği yiğit insanlar. Oysa her zamanın bir Ashab-ı Keyf’i olmalıydı. Hiç mi onların sorgulaması ile kıyam edişlerini örnek alacak gençlerimiz yok? Buna yok demek elbette haksızlık olur. Ama uyanan genç hücreler, hemen bir narkoz süreci ile gerekçeler oluşturularak susturulur. Bulunduğu kurumlar onların üzerinde örtülü büyük bir baskı kurar. Çünkü bir düzen var ve düzenle karşı karşıya gelmek istemeyen üst yöneticiler var. Onlar heyecanını kaybetmiş, gençliğin heyecanını da sürekli kontrol altına tutarken makam ve itibarlarını da muhafaza etmenin hesapları içinde.

Nasıl bir insansınız? Nasıl bir insan olmak istiyorsunuz?

Bu sorular, gençlerimiz için üzerinde çok düşünülmesi gereken sorular.

Doğrularınızı kim belirliyor? Allah mı yoksa mensubiyetini taşıdığınız kurumlar mı?

Cesaretinizi kimden alıyorsunuz? Vicdanınızın sizi koşturduğu doğru bilginizden mi? Yoksa kalabalıkların işittiği propagandadan mı?

Eğer değişim istiyorsanız, kendinizden başlamalı ve bunu önyargı ile kabullerinizi veren çevrenizle sürdürmelisiniz. Değişimin gerekliliğine inanmıyor ve doğruluk konusunda ilerleyemediğinizi düşünüyorsanız, o zaman Allah’ın sizi neden desteklemediğini bir kez daha olsun düşünün derim.

Zafer inananların ise, siz gereği gibi inanıyor ve onun sesini Ashab-ı Keyf gibi yükseltebiliyor musunuz?

Yoksa korkunuz; yuttan atılmak, açıkta kalmak, çevrenizden kınanmanız, ticaretinizde kayıplara uğramak mı?

Selam ve dua ile…

ANADOLU GENÇLİK

Comments are closed.