


Herkes fıtrat ve mizacına göre amel eder.

Anneliği “kadının fıtrat kodu” olarak tanımlıyorsunuz. Bir yaradılış unsuru olan anneliği çok özel kılan fıtri vasıflara dair neler söylenebilir?
Öncelikle “Annelik İbadettir” kitabım vesilesiyle sizlerle olmaktan dolayı büyük bir mutluluk duyuyorum. Satırlarım vasıtasıyla sizlerle buluşmak Yaradanımın bana en büyük armağanlarından. Bir diğer ve en önemli armağanı da anneliğim. Çok şükür ki Rabbimiz, bedenimizi adeta bir üretim fabrikası kılarak bir insanın yaratılışı ve gelişimi için burada muazzam bir sistem inşa etmiştir. Bu sistemi kurarken benden istediği doğurmaktır. Ve sadece bu nedenle dahi biz kadınların mayasına işlediği, fıtratımıza kodladığı anneliği alelade bir iş değil, fevkalade bir görev bilinciyle yapmamız elzemdir. Zira beni değerli kılan Rabbimin benden isteği “bir tane daha yapmaya karar verdik, kardeş istiyor, bakalım tatil dönüşü düşüneceğiz” hadsizliğiyle gerçekleştireceğim basit bir doğurma eylemi değildir. Doğurmak ki hedefimiz yaratılış sırrımızı idrak etmek, kendimizi Rabbin nazarıyla tanımak; Allah’a kulluk yapacak, ümmetin parlayan güneşi olacak, topluma fayda sağlayacak nesiller yetiştirmektir.
Bununla birlikte tüm annelerin şahit olduğu üzere, annelik yirmi dört saat hiç bitmeyen bir hizmettir. Özellikle yaşamın ilk yıllarında çocuklarımızla iç içe, gece gündüz, sarmaş dolaş bir hayat sürmemiz gerekiyor. Emzirmek, uyutmak, temizlemek, ninnilerle sarıp sarmalamak, ilk adımlarını karşılamak, ilk sözcüklerine övgüler yağdırmak, krizlerine güvenli liman olmak, hatalarını telafi etmenin yollarını öğretmek, oyunlar oynamak, her anlamda hayatın içinde doğru rol model olmaya çabalamak anneliğin zorunlu, bitmeyen ve elbette kalbî görevleri arasındadır. Bizler duygusal, ruhsal, fiziksel ve bilişsel olarak evlatlarımızın doyum kanallarıyız. Elbette bu minvalde babalarla sahada omuz omuza, kol kola olmamız elzemdir. Fakat konumuz annelik, neden sadece annelere bu yükü yüklüyorsunuz serzenişlerini şimdilik rafa kaldırabiliriz. Konumuza dönecek olursak gündelik hayatın koşturmacası, duygusal yoğunluğu içerisinde çocuklarımızın ihtiyaçlarını karşılamak için her zaman hazır ve nazır olmamız, her “anne” diye seslenişine mutlulukla şefkatle cevap veriyor olmamız kolay değildir.
Biz anneler de neticede etten kemikten oluşan, duyguları olan insanlarız, robot değiliz. Keyfimizin yerinde olmadığı, canımızın sıkıldığı, kafamızın takıldığı, enerjimizin kalmadığı anlarımız elbet vardır. Fakat mucizevi bir şekilde ne kadar uykusuz, yorgun, mutsuz dahi olsak konu evlatlarımız olduğunda sağlıklı bir anneysek eğer kolları sıvamaktan geri durmayız. Bizi başıboş bırakmayan, bizleri destekleyen, kuvvet veren Rabbimin lütufları sayesinde. Rabbimiz, Havva annemizden bu yana taşıdığımız fıtri heybemize şefkati, merhameti, letafeti, zarafeti de ekleyerek anneliğimizi kolaylaştıracak yardımcı güçlerle bizi donatarak, düşsek de evladımız için kalkmayı bilen anneleri ortaya çıkarıyor. Bize de fıtratımızla el ele ilerlemek, ailemizin her iki cihan saadetini korumak için araştırmak, öğrenmek ve hayatta tatbik etmek kalıyor.
Annelik sürecini, ilk durağında “eş seçimi” olan bir yolculuğa benzetiyorsunuz. Sizce bu eş seçimi ciddiyeti ile annelik bilinci ve farkındalığı arasında ne tür kriterlerin belirleyici olması önemsenmeli?
Annelik meşakkatli, uzun, bitmek bilmeyen bir yolculuk. Ve bu yolculuğun şüphesiz en ideal yol arkadaşı da bir çocuğun hayatının mihenk taşı, diğer rol modeli kıymetli eşlerimiz. Bu yüzden eş seçimini yaparken kriterlerimiz arasında ebeveyn seçimi başlığının da olması gerekliliktir. Zira evlilik kararı uzun vadede nesilleri de etkileyecek olan hayatî bir meseledir. Elbette ilk etapta fiziki uyuşma, hayat şartlarının ve amacının ortaklığı, aynı hayallere baş koymak seçenekleri sıralanabilir. Fakat salt “Malı, mülkü, tahsili yerinde. Daha iyisini mi bulacaksın?” telkini yetersiz ve tehlikelidir.
Eş seçiminin ebeveyn seçimi olduğunun bilinciyle hareket eden bir kadın uzun vadede görecektir ki bundan daha iyi bir karar ve kriter olamaz. Ebeveyn seçimi kriterimiz nedir peki? Çocuk sevgisini kalbinde taşıyan, çocuğa empatik yaklaşabilen, çocuğa merhamet duyan, çocuk dostu ebeveyn olmaya aday bir eş seçimi yapılmalıdır. Çocuklarımızın sosyal ve psikolojik kişilik yapıları üzerinde genetik faktörlerin kuvvetli bir etkisi vardır. Yine temiz bir soy, yetiştiği ailenin tutum ve davranışları da evlilik hayatımızda sıklıkla şükredeceğimiz vasıflar olacaktır. Allah’ın huzurunda ve Allah’ın rızası için kurulan yuvalarımızda birbirimizin kusurlarını, hatalarını, endişelerini kucaklayacağımız, birbirimize ipekten elbise olacağımız müstakbel eşlerimizin Kur’an’ın emirlerini ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetlerini içselleştirmesi, hayatını bu yönde tanzim eden iman ve ibadet eksenli bir eş olması önemlidir. Kur’an ve peygamber ahlakıyla kuşanan eş zaten özü sözü bir, güvenilir, yardımsever, empatik, uyumlu bir eş ve ebeveyn olacaktır. Rabbini bilen, Rabbini seven, Rabbini anan, imanını hayatı için ölçü yapan eş Efendimiz’in (s.a.v.) “Sizin en hayırlınız hanımlarına karşı en iyi davranandır.” hadisi gereğince eşini Yüce Allah’ın emaneti bilip saygısını, sevgisini, ilgisini, desteğini eşinden esirgemeyecektir. Yine imanlı bir aile kurmak amacıyla yola çıkan bizler için, müstakbel eşin, maişetini helal yollardan temin etmesi de önemlidir. Hiç şüphesiz eşinin gözyaşlarını eliyle silen bir peygamberin ümmeti olarak, bir annenin çocuklarını sinesinde huzurla, mutlulukla uyutacağı ortamı sağlayacak olan kişi ‘babadır’.
Müstakbel eş sizi bir hizmetkâr, çocuklarına bakıcı nazarıyla yaklaşan, elinden telefon düşmeyen, dava adamı(!) olarak işinin ve gündeminin yoğunluğundan dem vurup ailesine ayıracağı vakti zul gören, yaptıklarınızı takdir etmek bir yana “Bütün gün ne yapıyorsun ki zaten!” diye aşağılayan değildir. Peygamberlik gibi zorlu bir görevi üstlendiği halde hanımlarının gönlünü hoş tutan, elbiseni yamayan, hamur yoğuran, ayakkabısını tamir eden, koyunlarını sağan bir ümmetin üyesi olduğunun bilinciyle eşine, ailesine destek olmaktan gocunmayacak kişilere ihtiyacımız var bizim. Kısacası, hedefimiz imanlı kalbi, secdeye koşan hali, ümmetin parlayan güneşi olacak evlatlar yetiştirmekse eş seçimimizde de manevi hayatın örtüştüğü, gönüllerin uyuştuğu, ahlaki vasıfların göz doldurduğu, birbirimizin kusurlarını örtecek elbiseler olabileceğimiz ve çocuklarımızın hayatına doğru rehberlik edeceğine inandığımız imanlı ve ahlaklı bir eşle hayatımızı birleştirmenin yollarını aramalıyız.
Anneliğe niyetlenen bir hanım, henüz ana rahmine dahi düşmemiş müstakbel yavrusu için neleri göz önünde bulundurmalı, ne tür manevi hazırlıklar yapmalı?
Allah-u Teâla benden nasıl bir annelik bekliyor, çocuk eğitiminde önceliklerim neler olmalı? Allah’ın rızasını mı gözeteceğim yoksa dünyevi hayatı için deli divane mi olacağım? Yeter ki mesleğini eline alsın, kariyer yapsın, maddi açıdan rahat etsin diye mi koşturacağım? Yoksa Allah’ın emirlerini yerine getiren, manevi yaşantısıyla Müslümanlığın aynası olabilecek, salih bir evlat mı yetiştirmek istiyorum? Bu noktada anneliğe niyet eden bir hanım, amellerin niyetlerden daha hayırlı olduğunu salık veren bir dine mensup olarak niyetlerini gözden geçirmeli ve niyet tazelemesi yapmalıdır. Sonrasında çocukluk yaralarını, geçmişten gelen travmalarını, ruhi sarsıntılarını, evliliğinde kalbini yoran pürüzleri, gelecek hedeflerini masaya yatırmalı, çocuk olunca hepsi düzelir cahilliğini bir kenara bırakıp gerekirse bir uzmanla ruhunu, evliliğini tedavi yoluna başvurmalıdır.
Zira çocuk olunca hiçbir şeyin düzelmeyeceği gibi, sesini kıstığımız içimizdeki çocuk ayaklanacak, eşlerin bir arada geçireceği süre sekteye uğrayacak ve halının altına süpürdüğümüz sorunlar ayyuka çıkacaktır. Manevi anlamda da kendimizi bir süzgeçten geçirerek eksik gedik yaptığımız ibadetlerimize çekidüzen vermek, hayatımızda Allah’ın saatine -namaz saatlerine- göre bir rutin oluşturmak, Rabbi hatırlatan sosyal bir çevre içinde var olmak, yoksa oluşturana kadar geçici yalnızlığı tercih etmek, helal dairede yaşamaya özen göstermek ve elbet İkra ümmeti olarak ebeveynliğimizi sağlam bir temel üzere oturtmak, yeterince iyi ebeveyn olabilmek, evlatlarımızın manevi binalarını inşa etmek için dinî ve pedagojik manada okumalar yapmak, seminerlere katılmak ve şüphesiz ellerimiz karıncalanıncaya kadar dua etmek önemlidir.
Çocuğun manevi eğitiminin anne rahminde başlaması ne demektir?
Kutsal emanetimizi layığıyla taşımak, sağ salim büyütmek için birtakım tedbirler almamızı gerekli kılar. Yediğimize, içtiğimize, söylediklerimize, dinlediklerimize, izlediklerimize, ibadetlerimize tüm helal ve haramlara her zamankinden daha fazla dikkat etmemiz gerekir. Çünkü kendimizden başka bir canlıyı da helal dairede ve imanî ölçülerle büyütme zorunluluğumuz, sürümümüze yüklenmiştir. Abdülkadir Geylani “Kadının hamilelik alametleri ortaya çıktığında şeytanın dünyaya gelecek olan çocuğa zarar vermeye fırsat bulamaması için anne ve baba yiyecek, içecek, gıda ve diğer ihtiyaçlarını haramdan, şüpheli şeylerden uzak tutmalıdır. Bu suretle doğacak çocuk ana babasına itaat eder, ihsan ve iyilik üzere bulunur.” tavsiyesi anne rahminden itibaren terbiyenin başladığına işaret eder. Embriyoloji uzmanları da yaptıkları araştırmalar neticesinde bebeğin ana rahminden itibaren annenin duygusal ve ruhsal durumundan sinirler yoluyla etkilendiğini tespit etmişlerdir. Kısacası evladını İslami dairede sağlıklı bir şekilde yetiştirmek isteyen anneler, helal ve harama azami derece dikkat edip haram maişetle elde edilen, sağlığa zararlı katkılı yiyecek ve maddelerden korunması gerektiği gibi duygusal ve ruhsal problemlerini de çözüme kavuşturarak hem kendi sağlığı hem de evladının gelişimi için ifrat ve tefrite meyletmeyen bir hayatın neferi olacaktır.
Doğumdan sonra da “3S tesiri; annenin sütü, sevgisi, sözleri”; içinde biyolojik, psikolojik ve tüm yaşama tesir eden yönleri olan güçlü tesirler… “Cennet annelerin ayakları altındadır.” hadisine layık olmak açısından konuyu değerlendirir misiniz?
Dokuz ay boyunca nice zahmetle taşıdığımız, binbir sancı ve acıyla doğurduğumuz evlatlarımız doğar doğmaz yine dünya nimetine, dünyadaki ilk helal lokmalarına da anneleri sayesinde kavuşurlar. Daha yeni doğum yapmış, felç olmuş bedeniyle, ağrıyan dikiş yerleriyle evladını doyurmanın derdine düşer bu sefer de. Taklit edilemeyecek nice devayı barındıran anne sütüyle çocuğunu buluşturmak için dişini sıkar adeta. Evlat, içeriği hâlâ çözülemeyen bir devayla karnını doyururken, sinede her uyuyuşunda anne sevgisini, şefkatini, güveni de yudumlar. Gece gündüz saatlerce emziren annenin, sabırlı bekleyişine kalbinden süzülen sözleri, duaları, temennileri de sıralar. Yeri gelir bir damla uykuyla kolik sancılarını dindirir. Uykusuz gecelerin sabahında bir damla daha emsin diye koltuk köşelerinde iki büklüm bekleyiverir. Bir düşünelim. Rabbim anneye eşdeğer, anne kadar fedakâr ve şefkatperver birini yaratmış mıdır?
Hayır. İşte bu hadisle de Peygamber Efendimiz (s.a.v.) anne hakkının başımızın üzerinde yeri olması gerektiğini, annenin evladından razı olduğu takdirde evladın cenneti kazanabileceğini müjdeliyor. Annenin çocukları üzerinde herkesten fazla emeği olduğunu takdir eden Rabbim bizlerden evvela kulluk görevlerimizi yerine getirmemizi, sonrasında ise annelerimizin hakkını gözetmemizi, gönüllerini hoş tutmamızı, saygıda kusur etmememizi istiyor. Ne büyük bir muştu! Görüyor, biliyor, tanıyor. Canımızdan can, kanımızdan kan verişimize şahit. El hamd. Evlatlara da cenneti kazanmak için annelerine iyi davranmak, güzel söz söylemek, onları azarlamamak, “Rabbim küçükken onlar beni nasıl yetiştirdilerse, şimdi Sen onlara (öyle) rahmet et.” diyerek dua etmek ve Allah’ın izniyle cennetin kapısını aralamak düşüyor.
Yeni dünya düzeninin va’z ettiği ve anneliği fıtri mecrasından uzaklaştıran süreçler, anneyi de çocukluğu da doğallıktan ve fıtri doyum, deneyim ve ilgilerden mahrum bırakıyor. Anne ve çocuk ne olmalıydı? Bu şartlarda ne olabildi? Annelik yoluyla gerçekleşebilecek manevi beklenti ve sorumluluklarımız açısından konuyu değerlendirebilir miyiz?
Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere,
Anne gitti ve sular buruştu testilerde,
Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir.
Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir
Bir vakitler anne açarken kapıyı,
Şimdi kimse yok kapayacak kapıyı
Sorunuz Sezai Karakoç’un bu dizelerini doladı dilime.
Rabbim bu dünyaya benim elimle bir fidan dikmeyi istediyse o fidanı varlığımla doyurmak, yetiştirmek, korumak zorundaydım. Anne ve çocuk etle tırnak gibi, göz göze, koyun koyuna, ekmek gibi su gibi birbirlerine her ihtiyaç duyduklarında “o anda” raks etmelilerdi. Fakat yeni dünya düzeninde anne ya hiç tanımadığı iki ayda bir değişen bakıcıların eline ya kreşin eline ya da artık hayatın yükünü omuzlamaktan yorgun düşmüş anneanne ve babaannelerin eline bırakıyor. Rabbim, DNA’mıza annelik kodunu işlemişken, bedenimize, gönlümüze, evimize, hayatımızın merkezine cennet biletlerimiz “evlatlarımızı” yerleştirmişken hangi mevki, hangi terfi, hangi kariyer hedefi beni istidadıma uygun annelik vazifemi gerçekleştirmekten alıkoyabilir? Rabbim günü geldiğinde evlatlarım için benden hesap sormayacak mı? Gelip geçici nefsani arzular için annesine hasret evlatlar büyütmeyi nasıl göze alabiliriz? İşe geç kalacağım, yöneticim kızacak, iş arkadaşım beni ekarte edecek zorunlulukları ve hırsıyla ayaküstü emzirmeler, yapay bir biberonla sağılmış sütü vermeler, sabah mahmurluğuyla anne seslenişine şahit olamamalar, kucağa alışmasın diye iki kuru öpücüğü layık görmeler… Çalışma koşullarından kaynaklanan stres, tahammülsüzlük ve yorgunluk evde sağaltılır.
Bütün gün annesini özlemle bekleyen yavruyu kucaklamak, öpücüklere boğmak varken anne negatif söylemler ve mutsuz bir ifadeyle yemek ve temizlik işleriyle ilgilenmeye başlar. Tüm bunlar aslında kadında vicdan yükü olur ve gün gelir bu yükün altında kalır. Bu yüzden eğer bir ihtiyaç ve zorunluluk yoksa bir çocuğun gelişiminde altın çağ olarak kabul edilen 0-6 yaş dönemi kapitalist düzenin gereği ve bencil hedefler neticesinde ehil olmayan ellere bırakılmamalıdır. Burada altını çizmek istediğim nokta şudur. Kastettiğim “kadın çalışamaz, evinde oturmalıdır” mantıksızlığının ötesinde ev hanımlığını, eşliği, anneliği köle kabul eden fakat sırf kariyeri için emir altına girmeyi şeref sayan kadınlarımızadır. Bir anne evladını kendi donanımı ve terbiyesi ile yetiştiremedikten sonra alınan eğitimlerin, sahip olunan diplomaların ne önemi kalır ki? Nitekim çocuğun ahlaki gelişimini, eğitimini haram helal ayrımı yapmayan, okuma yazma bilmeyen ve kendini geliştirme adına harekete geçmeyen, tüm gün televizyon karşısında ömrünü heba eden bakıcılara teslim etmek ne kadar mantıklıdır? Bununla birlikte çalışma zorunluluğu olan hanımlar için güvenli bağlanmanın sağlandığı ilk iki yıl veya hiç değilse ilk 6 ay bebeğinizle beraber olmanız, sonrasındaysa birincil bakım verecek olan kişiyi seçerken sizinle aynı ahlaki değerlere, maneviyata, kurallara, yaşantıya sahip olmasını hedeflemek olmazsa olmazlarınızdır. Birincil bakım verenle güvenli bağ kurmasına, bakım verenin değişmemesine, işten geldikten sonra da birebir nitelikli zaman geçirmeniz de sağlıklı gelişim için önemlidir.
Bugün şiddetin, istismarın, ahlaksızlığın kol gezdiği coğrafyamızda küçümsenen annelik vazifesi esasen insanlığın ve toplumun temelini sağlamlaştıran inançlı, ahlaklı ve sağlıklı bir nesil yetiştiriciliğine imkân sağlayan madden ölçülemeyecek değerli bir yatırımdır. Eğer ben anneliğime ibadet kıymeti verip cennet biletimi yakmak istemiyorsam Rabbin rızasını gözeterek, gecesini gündüzünü salih bir evladın ahlakını inşaya, ruhunu işlemeye adamalıyım. Anne ve çocuğu her iki tarafı da hayat boyu yaşayacağı eksiklerle mutsuz edecek “Çocuk da yaparım, kariyer de” safsatasına sarılmak, haz ve hız çağında çocuklarımızı telefonun, tabletin, ilgisiz ve bilgisiz bir bakıcının eline bırakmak kendi himayemizdeyken Hz. Ali timsali olacak, Hz. Hatice annemizin izinde gidecek evlatlarımızı zayi etmekten öteye gitmez. Değişen dünya düzeninde evlatlarımızın bizlerin koşulsuz sevgisine, ilgisine, rehberliğine daha fazla ihtiyacı var. Gelin evlatlarımızın altın çağlarında yanlarında olup İslami yaşantımızla, ahlakımızla, donanımımızla ışıl ışıl parlayan bir ayna misali onların gönül hanelerinde hareler yandıralım. Bilelim ki bin bir emekle ilmek ilmek ektiğimiz evlat tohumlarını hamdolsun nidalarıyla biçmek, hesap günü alnımız ak bir şekilde Allah’ın huzuruna çıkmak, evlatlarını ihmal etmeyen annelerin mükâfatıdır.
Anne Kalbiyle Bakmak / Çocuk Gelişimci Buse Aybuke Erdoğan
Gönül Kültür ve Medeniyet Dergisi


İnsan vücudundaki organların mucizevi çalışmasını anlamak bile akıl gerektirirken, bu sistemin kör tesadüflerle oluştuğunu iddia etmek elbette akıl ve bilim dışı bir yaklaşım olur. Böylesine kusursuz bir sistem, şuursuz tesadüflerle var olamaz. İnsanın içinde böyle bir elektronik devrenin kurulu olması, onun Allah tarafından yaratılmış olduğunun apaçık bir delilidir. Vücudumuzda Allah’ın varlığına dair pek çok delil görebiliriz. Bilimsel çalışmaları incelediğimizde; vücudumuzda var olan damarlarımızın uçlarının yan yana gelmesiyle toplam uzunluklarının 160.000 km olduğu saptanmıştır. Aynı şekilde tekrar damardan örnek vermek gerekirse bir insanda kılcal damarların uzunluğu 40.000 km iken dünyanın çevresinin de yaklaşık 40.000 km olduğu gözlemlenmiştir. Bütün bunların kör tesadüflerle oluştuğunu iddia etmek mümkün değildir. 40 bin kilometrelik damarların küçücük bir insan bedenine sığdırılmasını tesadüfi ve basit bir hadiseymiş gibi göremeyiz. Zira içinde yaşadığımız dünyanın çevresinin de aynı sayılarla eşdeğer olduğunu gördüğümüz zaman, her şeyin mutlak sahibi olan bir Güç olduğunu anlamamız zor olmayacaktır. Fakat hâlâ hayretler uyandıran şu evrenin başıboş ve sahipsiz olduğunu söyleyenler de azımsanmayacak kadar çoktur. 40 bin kilometrelik tüyler ürperten bir damar ağının küçücük bir insan vücuduna sığdırılması ve aynı zamanda bu ağların katiyyen birbirlerine karışmamaları, yine bize kudretli bir Zatın var olageldiğini haber vermektedir. Ve yine kusursuz yaradılışın apaçık bir örneği olan ve sadece 150 gr. olan böbrekler, bir günde 1500 litre kanı süzerek vücutta muhteşem bir şekilde görevini yapmakta iken ortalama 110 kg olan bir diyaliz makinesi, 4 saat çalıştığında sadece 75 litre kanı süzme özelliğine sahiptir.
İnsan kalbi ise ortalama olarak günde en fazla 100.000 defa atmaktadır. Bu çok yüksek bir sayıdır. Kalbin 24 saatte 100.000 defa atması ise, vücudun nasıl muazzam ve kusursuz bir sistemde çalıştığını göstermek için ziyadesiyle yeterli olmaktadır. Yine insan kalbinden örnek verecek olursak; kalp denen muhteşem makine 1 dakikada 5-6 litre kan pompalamakta, bu da kalbin 1 saat içerisinde yaklaşık 300-350 litre kan pompalamakta olduğunu göstermektedir. Hayretler uyandıran ve bazen aklımızın bile yetersiz kaldığı durumlarda tefekkür edip tüm bu güzelliklerin sonsuz bir kudretin eseri olduğunu bilmemiz gerekir. Bilhassa içinde bulunduğumuz çağda basit bir oyuncağın bile bir mucidi olduğunu varsayarsak aklımızın yetersiz kaldığı, hayret verici dünya denen alemde her şeyin sahipsiz olduğunu iddia etmek elbette mantık hatası olacaktır. Her şeyin bir mucidi olduğu gibi, bu muntazam evrenin de bir Yaradanı vardır. Ateizm ise, basmakalıp düşüncelerden başka bir şey değildir. Vesselam.
İlim Bilim / Havva Öz


Rabbinin yaratıcılığı üzerine derinlemesine düşün… İnsanı yaratışındaki incelikler ve cömertlik üzerine… Kitaplardan öğrendiğin ve daha bilmediğin nice şeyler üstüne… (Alak Suresi: 1-5)
Okumak uzun bir yolculuk; adeta bir serüvendir. Bir kez bu yolculuğa başlayan birinin ise, kimlerle ve hangi serüvenlerle karşılaşılacağı öngörülemez. Kitaplar… Hakikate ve olağanüstülüğe dair anlatılar; yalanlar ve gerçekler. Bir yandan ise akıp gitmektedir zaman ve hayatımız tükenmektedir. Okumak bu hayatı, salt seyircisi olduğumuz, akışını izlediğimiz, şu veya bu hedeflere koşulduğumuz, çoğu kez tükenmesini beklediğimiz ve artık telafi etme şansına sahip olmadığımız yaşantımızı yoğunlaştırır ve derinleştirir. Edilgenliği bükerek hayatın karşısında bir seyirci olmaktan bizi kurtarır. Vakit ya da imkân!.. Bunların bahaneler olduğunu hepimiz biliyoruz. Oysaki sıradanlaşmaya karşı direnmek, insanlığımızın olmazsa olmazı.
Günün birinde geriye dönüp baktığımızda ise bir hiçliğin boşluğuyla değil, bir serüvenin yoğunluğuyla ürpermeli yüreğimiz. Hayat aldırış etmez, gözlerimizin yaşına bakmaz, öyle ye da böyle geçiverir. Ama geçen kendi hayatımız; kendi ölümümüzdür izlediğimiz. Bu hayat, kelimenin tam anlamıyla okumayanlar, yani hayatı derinlemesine kavrayarak anlama çabası içerisinde olmayanlar için, ikinci sınıf bir hayattır. Ancak soy kafalar, iddiası ve davası olanlar, akıntıya doğru değil akıntıya karşı kürek çekmek, başka bir ifadeyle hayatı değiştirmek, anlamak ve anlamlandırmak isteyenler çıkacaklardır bu serüvene.
Kendisini olduğu kadar insanlığı da değiştirmek ve yön vermek isteyenler, tıpkı eski seyyahlar ve kâşifler gibi, çıktıkları yolculuğun nereye varacağını bilmeseler de sürdürürler yolculuklarını. Yorulmayanlar için bir sonu yoktur yolculukların. Bir koşunun bittiği yerde, diğeri başlar. Onların ufku, bakışlarının erimiyle sınırlı olmadığı gibi, davranışları da göçmen kuşlar gibi içgüdüleriyle koşullanmış değildir.
Yolculuklar ise sadece bazı arzularımızı giderip, kimi cehaletlerimizi ortadan kaldırabilir. Ama genel anlamda bilgisizliğin sıkıntısını ve çaresizliğini ancak kitaplar giderir. Bilmenin yükü ve heyecanı ise dostlarımız kadar kitaplarla da paylaşılabilir. Hem de ancak bu yolla zamanın saydamlığında insanlığımıza dair bir iz bırakabilir. Bilmek ve bu yolla düşünmek hem özgürleştirir insanı, hem de sorumlu kılar. Çünkü insan, ancak sorumluluğu ölçüsünde bir insandır.
Benim için de okumak, erken başlamış bir serüven, belki de bir mecburiyetti. Küçük ve ücra bir beldede yalnız büyümenin bir mecburiyeti… Uzağında ve acemisi olduğum bir dünyada, kendi yolunu açmak gibi bir mecburiyete binaen olan bu yolculuğu, başlangıç yıllarında görece olarak kitaba erişim kolaylığı besleyecekti. Babamın o küçük kitaplığı ve sonra kitabev(ler)i. Çok şükür ki okuma çevremi oluşturacak kardeşlerim, dostlarım, yoldaşlarım oldu hep. Evet! Giderek dünyam büyüdü belki. Ama kimi şeyler büyürken, kimisi ise küçülmekteydi.
Gerçi başka konularda olsa da en azından okuma konusunda üzerimde bir baskı yoktu. Tesadüflerle, karşılaşmalarla, eğilimlerin itmesiyle ve bir ölçüde de olsa tavsiyelerle yolumu açmaya çalışacaktım. En önemli avantajım ise ideolojik bir baskı mekanizması içerisinde olmamam ve bu nedenle büyük ölçüde edebiyat ağırlıklı, özellikle de klasiklerden oluşan kitaplar okuyabilmemdi. Elbette o da kısıtlı bir atmosferin görece desteğiyle yürüdüğüm bir yoldu ama bu konuda kuşağımın şanslı insanlarından birisi sayılabilirim. Yine de daha fazla, daha doğru ve daha seçili kitaplar okuyabilirdim/okumalıydım ama tüm bunlar, iyi bir çevrenin ve uygun kütüphanelerin varlığını gerektirmekteydi.
Günümüzde okuma imkânı arttı belki ama insanların yolunu yitirmesi için başka tuzaklar peyda oldu. Dolayısıyla görece olarak herhangi bir zamanı üste çıkarmak pek de doğru değil. Sadece doğru çevreler var; benim o yıllarda sahip olamadığım bir edebiyat veya felsefe çevresi gibi. İşte o çevreler ve o okumalardır ki, çocukluğunuz bittiğinde ve sizi o güne değin iyi kötü taşıyan koruyucu “el” artık kifayet etmediğinde, dolayısıyla rüştünü ispatlamaya çalışan biri olarak karmakarışık bir dünyanın önünde kendinizi yapayalnız hissettiğinizde, yüreğinizde parlayan alevler ya da aklınızda çakan kıvılcımlarıyla önünüzü aydınlatacak ve size çıkış yollarını gösterecektir.
Her (doğru) kitap, uzaklardaki bir dostun yüreğinize ektiği tohumlar ya da kulağınıza fısıldadığı uyarılardan oluşur çünkü. Siz onları bir solukta okuyup geçebilirsiniz ama günü geldiğinde, tıpkı kurtarıcı bir esin gibi, apansızın kapkaranlık dünyanızı ışıtarak sizi doğru bir güzergâha çıkarır. İşte o nedenledir ki Kuran, “oku/düşün” hitabı ile başlar. O temel kitabı ve sonuçta tüm kutsal kitapların açtığı izlekte çoğalan bir nice kitabı okumanız ve sizin de çoğalmanız için.
Peki, ne okumalı? Tıpkı oyuncak marketinde başıboş bırakılmış bir çocuğun şaşkınlığı olmayacak mıdır henüz işin başındaki bir okuyucuyu onca yazar ve kitapla baş başa bırakmak? Dalgalar arasındaki bir kâşifin bile, en azından bir sandalı, dümeni ve pusulası olduğu, bir tedarik ile yola çıktığı ortada değil midir? Aksi hâlde, abur cuburla beslenen birinin mide fesadına uğraması gibi, okuduklarıyla giderek daha da şaşkınlaşabilir insan. Bir yol gösterici, tecrübe ve çevre, tam da bunun için gerekli değil mi? Bir yolcu gibi bir okurun da aşacağı eşikler ve izleyeceği yollar bulunmaktadır ve işte bunun içindir ki iyi kötü bir yol haritası, bir yoldaşı ya da kılavuzu olmalıdır.
Beri yandan, bedensel büyümemize eşlik eden düşünsel inkişafın da izlenmesi gereken aşamaları bulunmaktadır. İhmal edilecek böylesi bir öngörü eksikliği, düşünsel arayışlarımızı geciktirebileceği gibi, durdurabilir de. Sözgelimi ideolojik bir okuma kaygısıyla şartlanmış bir süreç, bizi okumanın altyapısı hususundaki çeşitlilikten uzaklaştırabilir; bundan büsbütün kaçınmak ise toplumsal ve siyasal farklılıkları yeterince tanımamızı engelleyebilir. Oysa salim bir düşünsel gelişme için iyilikler ve olumluluklar kadar, kötülükler ve olumsuzluklar da tanınmalıdır. Tabi ki dilin kullanımındaki incelikler, kavramsal çeşitlilikler, insan psikolojisinin ayrıntıları, olayların veya kavramların çok anlamlılığı da.
Şiiri, öyküyü, romanı hatta masalı tanımayan; Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Balzac’ı, Hamsun’u, Yunus’u, Fuzuli’yi atlayan; bu okumaları liseli, üniversiteli yıllarında bitirmesi gerekirken tüm acemiliğiyle hayatın önüne bırakılan bir okuyucu tarafından girişilecek felsefi ya da itikadi okumalar, ister istemez birçok satırı atlayarak, birçok kavramı sıradanlaştırarak, en kötüsü dili ve düşünceyi katlederek sürdürecektir yolculuğunu.
Daha kendi ruhunun derinliklerine aşina olmadan, aşkın ve hüznün farkına varmadan, bireysel yaşamının trajedisini duyumsamadan çıkılacak bir insanlaşma serüveni, bırakın insanlaşmayı, yaşamayı bile ağzına gözüne bulaştıracaktır. Bu ise, tıpkı ara aşamalarını ikmal etmeden modern şehir ve teknolojiyle yüz yüze bırakılan ülkemizin insanlarının yaptığı gibi şehirlerin, tarihin ve doğanın katledilmesiyle sonuçlanacaktır.
Bu tip bir acelecilikle ise Seyyid Kutub, Mevdudi, Ali Şeriati, Aliya, Malik Bin Nebi… gibi Hz. Muhammed (s.) de anlaşılamayacak; dolayısıyla din bile, tarihsel ve düşünsel derinliği yeterince anlaşılmadığı için salt bir kurallar yığınından ve biçimsel uygulamalardan ibaret bir sığlığa indirgenecektir. Seçemeyen, ayrıntıları önemsemeyen, basamakları sırasıyla tırmanmayan, adımlarını uygun bir biçimde atmayan okuyucu giderek yolunu şaşıracak; daha da kötüsü, kendini erdemli kentin bilgesi olarak gören Molla Kasımlar ortaya çıkacaktır.
Edebiyatı ve şiiri küçümseyen, düşmeden düşünmeye yeltenen, aşkı ve iniş çıkışları yaşamamış, yağmurlarda ıslanmamış, karlarda yolunu yitirmemiş, kendi hayatını riske sokmamış, aklını yorucu bir hesaplaşmanın giyotini altına yatırmamış, dahası bilimi ve felsefeyi kendi sorumluluk alanının dışına sürerek bir gereksizliğe mahkûm etmiş okuyucu, sonuçta bir gün okuduklarından hiçbir şey anlamadığının ya da okuduklarının hiçbir işe yaramadığının ve hatta hayatın kendi ufkunun dışında aktığının bile farkına varamayacaktır.
Beri yandan korkuları, kaygıları veya biçimsel hassasiyetleri nedeniyle tek yanlı okumalarla, tabir caizse tek tür çeşniyle beslenmiş, dolayısıyla da insan ruhunun derinliklerini kavramamış bir yazarın eserleri de ister istemez yüzeysel, kuru ve can sıkıcı olacaktır. Tıpkı bunun gibi erken girişilen bir felsefi veya bilimsel okumalar da kavramsal altyapısı oluşmayan bir zihnin içinden, tıpkı bir elekten süzülen sular gibi akacak, kendisine tortulanacağı, yuvalanacağı kıvrımlar ve oyuklar bulamayacaktır. Kant’ı okumadan Hegel, ya da Gazali’yi okumadan İbn Rüşd anlaşılamayacaktır. Kuran ise, hiçbir entelektüel çabası olmayan bir okuyucu açısından sadece bir dinî görevler kataloğu, salt bir emirler külliyatı hâline gelecektir.
Hele yanında birkaç sözlük bulundurmayan, okuduklarının altını çizmeyen, önemli notlarını saklamayan, zaman zaman dönüp okuma serüvenine yeniden bir göz atmayan okuyucu açısından kitaplar bir süre sonra tüm büyüsünü ve yol göstericiliklerini de yitirebilecektir.
Daha da önemlisi, biraz da yayınevlerinin sorumsuzlukları nedeniyle şaşkına dönmüş, kendi ihtiyaçlarının farkına varamamış, tam aksine bir yığın ucuz ve kolay eserle ifsat edilmiş, aldatılmış okuyucu için, kendisini koşulduğu bu hamallıktan kurtararak bir okuma disiplini ve seçkisiyle irşat edecek, ama görüşlerinin baskınlığıyla da ezmeyecek tecrübeli bir seçici veya bir okuma çevresi, adeta bir lütuftur. Böylesi bir öğretmen, dost, ya da yol gösterici çevre, bir “acemi” için kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Kendi yolunu kendi elleriyle kazıyanların meşakkatlerini küçümsemiyorum. Ama salt kılavuz yoksunluğu nedeniyle de sıradan bir engeli aşmak için hayatını heba etmek, akıl sahibi bir varlık için, abestir. Akıl ise, işte böylesi dolambaçları kolaylaştırmak, tecrübenin kazandıracağı sonuçları önceden görebilmek ya da tecrübelerden yararlanmak için vardır.
Tıpkı ibadetlerde olduğu gibi, okumalar açısından da uygun olanı, az ama sürekli olanıdır. Azı çoğaltmak ise kitaplarla sağlayacağımız dostluklarla ilgilidir. Okumayı gündelik bir zaruret, asla ihmal edilmeyecek bir gereklilik olarak görmeksizin sürdürülen okumaların günün birinde aksamaya başlaması veya büsbütün terk edilmesi ise hiç de sürpriz değildir. Ki bu tür okumaların ömrü, sadece gençlik heyecanlarıyla sınırlıdır. Bu heyecanlar durulduğunda, okumalar adeta bir safra gibi, ilk sıkıntıda bir yana bırakılır ve artık hiç hatırlanamaz olur. Neler mi eksilir insanın dünyasından? Dünyanın en yetkin yol göstericileri, en içtenlikli dostluklar.
Her gün hiç aksatılmayacak en azından bir saatlik bir okuma dahi -ki, bu süre, her gün boş gözlerle çevreye bakındığımız sürenin dahi ancak bir bölümüdür-, bizi kısa sürede kâinatın zirvelerine çıkarabilecektir. Küçümsemeden, sabırla, satırları atlamadan, seçerek, paylaşarak, telafi edemeyeceğimiz tek şey olan vaktimizi en azından boşa tüketilmiş bir vakit olmaktan kurtarabiliriz. Gençlik yıllarının sorumsuz ve serazat hâlleri içerisinde tüketilen, kendi dilinin inceliklerine vakıf olunmadan ve de hiç değilse bir yabancı dil öğrenilmeksizin atlanılan günlerinin öneminin ise, ancak hayatını boşuna geçirmişliğin faturası önümüze konulduğunda farkına varılacaktır.
Okumak ve öğrenmek, iyi kötü bir geleneğe ya da bir çevreye yaslanmayı gerektirir. Düşünce ise ancak bir iletişimsel ve eleştirel topluluk içerisinde, orada yurtlanmayı mümkün kılan bir çevrede oluşumunu sürdürebilir. Mazeretlerin geçerliliği ise hiçbir başarısızlığı bağışlanabilir kılmaz. “Ne yiyeceğiz?” sorusu etrafında tükettiğimiz zamanın hiç değilse bir kısmını “ne okuyacağız?” sorusuna hasredebilirsek, boşuna okumaların kurbanı olmaktan da kurtulabiliriz. Böylece fast-food yiyecekler gibi içi boş çoksatarların albenisinden olduğu kadar, kimi yayınevlerinin yayınladığı sözde edebi veya bilimsel kitapların salt dinsel veya bilimsel patentlerinin suistimalinden de kendimizi kurtarabiliriz.
Önemli olanın ise sadece ideolojik bir doyuma değil, güzelliğin ve niteliğin evrensel duyumuna ulaşmak oluşun zevkini bize kazandıracak olan da yine kitaplardır. Ama ne yazık ki çoğu kez sığ olan derinlikli olanı alt etmekte, kötü değer iyi değeri salt kolay elde edilebilirliği nedeniyle piyasadan kovmaktadır. Kendini yorucu bir çaba için hazırlamamış olan okuyucu ise eline aldığı kitabın bir su gibi akıcı olmasını, zahmetsizce tüketilmesini yeğlemektedir. Bir avcı olmayı değil bir av olmayı tercih ettiği ölçüsünde ise okumalar, tıpkı oyun oynamak, televizyon seyretmek ya da sosyal medya mecralarındaki yeni aylaklıklar gibi salt zamanı tüketmeye ayarlı, amaçsız bir uğraştan öteye gidemeyecektir.
O hâlde, okumayı ciddi ve yaşamsal bir uğraş olarak aldığımızda en başta okuyacağımız kitabın baskı sayısına, çoksatar olmasına ya da yazarının tanınmışlığına değil, bu kitabın bize nitel bir katkı sağlayıp sağlayamayacağına; sorularımıza cevap vermekten de öte bize yeni sorular sorabilecek bir düzey kazandırıp kazandıramayacağına; bilimsel, estetik ya da kavramsal açıdan inkişafımıza katkıda bulunup bulunamayacağına yöneltmeliyiz dikkatimizi.
Tüm bunlar ise okumayı artık salt bir boş vakitler değerlendirmesi olmaktan çıkararak bir yaşam-bilime, bir okuma serüvenine dönüştürecektir. Okuduğumuz vakitleri en dolu vakitler haline getirebildiğimizdedir ki okumalarımız, işte ancak o zaman kelimenin tam anlamıyla bir bilgelik yoluna dönüşebilecektir.
FARKLI BAKIŞ / Ümit Aktaş