logo

Hayırlı Ramazanlar

Varlığı anlamlı kılan değerler sisteminin nadide halkalarından biri olan iyilik, insanın benliğini süsleyen, ruhunu arındıran ve davranışlarını güzelleştiren niteliğiyle önce onu yaratılmışların en seçkini hâline getirir, sonra da toplumların insan onurunu merkeze alan erdemli bir hayat inşa edebilmelerini sağlar. Bu anlamda iyilik, zihin, inanç, duygu ve davranışların tamamını kuşatan bir bütün olarak insan ve toplum hayatının katmanlarını şekillendiren özdür, mayadır.

“Hayır”, “ihsan” ve “ikram” gibi ifadelerle dilimizde yer bulan iyilik, insanın iyiye, güzele ve doğruya öncelik veren yönünü ifade eden fıtratıyla ilişkilidir. Kur’an-ı Kerim, inancı, değerleri, ahlaki yapısı ve manevi varlığıyla iyilik sahibi insanları “salih”, “muhsin”, “sadık” gibi isimlerle zikrederken, Allah’ın verdiği maddi imkânları ihtiyaç sahipleriyle paylaşanları “infakta bulunan”, “sadaka veren” gibi vasıflarla anmıştır.

İyilik denildiğinde akla ilk gelen kavramlardan birisi olan “sadaka” ise sıklıkla maddi bir alana hapsedilerek anlaşıldığına şahit olduğumuz engin bir mefhumdur. Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in en sık kullandığı kavramlardan biri olan sadaka, “sıdk” kökünden gelir ve doğruluğumuzun, dürüstlüğümüzün, samimiyetimizin ve Yaratan’a karşı sadakatimizin davranışlarımıza aksetmesi anlamını taşır. Dolayısıyla iyilik, bir yönüyle Allah’a sadakatin belirtisi, diğer yönüyle ona güçlü bir şekilde bağlanmanın gereği, bir başka yönüyle de birbirine bağlı, birlik ve dirlik içindeki sadıklardan oluşan ümmetin ihtiyacıdır.

İslam dininin iyilik anlayışı, insanın her türlü niyet, istek, söz ve davranışında kendini bulabilen, maddi imkânlarla yahut bedensel güç ve kabiliyetlerle sınırlanamayan, geniş bir evrene sahiptir. En özlü anlamıyla dinin varlık nedeni, insanlığı iyiye ve iyiliğe davettir. Müslüman’ın temel görevi ise hayatın tamamını bir iyilik alanı olarak görmek ve insanları iyilik yolculuğuna seferber etmektir. Hz. Peygamber’in “Her iyilik sadakadır.” hadis-i şerifini ve Kur’an-ı Kerim’in “Aranızda insanları iyiliğe davet eden, onlara iyiliği emreden ve onları çirkinliklerden uzaklaştıran bir topluluk bulunsun.” emrini bu doğrultuda yorumlamak yerinde olacaktır. Dolayısıyla iyilik, farklı şekil ve renklerde de olsa Müslüman’ın hayatında daima var olması beklenen bir olgudur. Şimdi iyiliğin anlam dünyasına dair farklı açılımlara kısaca değinelim.

İYİLİK HAYIRDA YARIŞMAKTIR

Varlık dünyasına geldiğinden beri insanoğlunun hikâyesi, iki yoldan birinde olmakla ilgilidir: Şükredenlerin yolunda ya da kadir kıymet bilmezlerin yolunda. Cenab-ı Hak buyurur ki, “İnsanı (ömür boyu yürüyeceği) bir yola koyduk. O, bu yolu şükrederek veya nankörlük ederek yürür.” Kendisine iyilik ve erdem yolunu seçenler, “iyilik yarışına girip bu konuda öncülük ederler.”

Allah (c.c.) iyilik için yola revan olanları bir yandan, “Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın!” diye teşvik ederken, diğer yandan da daima dua makamında kalıp; “Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Senin kudretin her şeyden yücedir.” yakarışıyla iyiliği tevazu içinde arzulamayı onlara öğretir.

İyilik yolcusu, Allah’a ait olup da emaneten kendisine teslim edilen mülkü, fakirin, yetimin, dulun ve yoksulun tebessümüne vesile kılmakla, mülkün gerçek sahibine şükrünü eda etmenin huzurunu yaşar. İhtiyaç duyduğu hâlde yardım isteyemediği için ezilen, incinen, horlanan gariplerin sofrasına aş sunmak, onun için sadece varlığın sahibine hamd etmektir. Çünkü iyilik yolcusu, “yaptığı her iyiliği Allah’ın en güzel şekilde bildiğini” idrak eder, bu idrakle umut ve huzur bulur.

Hayırda yarışmaya, iyilikte öncü olmaya niyetlenen yolcu bilir ki, kalb-i selim ile ortaya konan her amel, hatta fiiliyata geçirilememiş iyi niyet dahi sevaba medardır. Yeter ki yüreği iyilik için çarpsın! Darlık ya da bolluk, azlık ya da çokluk, açlık ya da tokluk… Her hâlükârda hayat onun için hayır pınarıdır. Bu durumu Efendimiz (s.a.s.) şöyle anlatır: “Müminin işi ne hoş! Onun bütün işleri hayırlı ve kazançlıdır. Bu duruma müminden başka hiç kimsede rastlanmaz. Mümin bir nimete nail olduğunda şükrederse, bu onun için hayır olur. Darlık ve sıkıntıya düştüğünde sabrederse, bu da onu için hayır olur.”

İYİLİK SINANMAKTIR

Allah, sahip olduğu erdemleri fark edebilmesi için insana okumayı emretmiş, ilk Kur’an ayetinde ona yaratılışını hatırlatmış, ardından da mutlak anlamda ikram ve kerem sahibinin kendisi olduğunu vurgulamıştır. Okumayı ve anlamayı öğrendikten sonra insan, hayatı boyunca Allah’ın kendisine en büyük ikramı olan aklını ve kalbini iyi ya da kötü olma yolunda kullanır. Bu zihinsel ve duygusal çabanın insan ve toplum hayatına yansıyan tarafı ise insanın kerem sahibi Allah (c.c.) tarafından bahşedilen maddi imkânları ve bedensel yeterlikleri iyilik yolunca kullanmak ya da bencilce tüketmek konusunda sınanmasıdır. “Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak iyi ameller ise Rabbinin katında, sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır.” “Mallarınız ve çocuklarınız imtihandır. Allah katında ise büyük mükâfat vardır.”

İmtihan; arınmak, durulmak, kirlerinden kurtulmak, şeffaf ve berrak hâle gelmektir. Altın veya gümüş gibi kıymetli madenleri tortularından ayırmak için yapılan arıtma işlemine “fitne/imtihan” denir. Allah (c.c.) sergiledikleri iyilik örnekleri aracılığıyla mümin kullarını arındırır, temizler, hakikati ve varlığı idrak etmelerine engel olan kir ve tortuları kalplerinden uzaklaştırır. İyilik yolcuları, “Allah’ın, gönüllerini takvaya elverişli hâle getirdiği” kimselerdir. Benzer bir hâli en önemli iyilik araçlarından olan zekât ve sadakanın mallarımızı ve benliğimizi arındırmasıyla ilgili ayette de görmek mümkündür: “Ey Peygamber, onların mallarından onları temizleyen ve arındıran sadakayı al ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için rahmet ve vakar vesilesidir.”

Kendisini tanrılaştıran insan için iyilik bir hayati bir önem taşımadığı gibi “imtihan”ın karşılığı da yoktur. Kendini her şeyin maliki ve sahibi kabul eden bu karakter, sadece çağımız insanında somutlaşmış da değildir. Kur’an’ın bizlere aktardığı geçmiş toplum olaylarına bakıldığında, insanın kendisini merkeze aldığı, başkalarının mahrumiyetlerini giderme çabasını lüzumsuz gördüğü ve kendi refahını hayatın odağı hâline getirdiği zamanların daima yaşandığı görülecektir. Kur’an, insanın iyilik imtihanını kaybettiği ve paylaşma duygusu yerine bencilliği koyduğu dönemlerin nasıl felaketlerle anıldığını çarpıcı şekilde bizlere anlatırken, çağımızın içinde boğulmaya yüz tuttuğu vurdumduymazlık ve iyilik yoksunluğuna karşı da bizleri uyarmaktadır: “Örttüğünde geceye, aydınlattığında gündüze, Allah’ın erkeği ve kadını yaratmasına yemin olsun ki, davranışlarınız farklı farklıdır. Kim iyilikte bulunur, takva sahibi olur ve iyiliğe sadık kalırsa, ona iyiliği ve cenneti kolaylaştırırız. Kim de cimrilik yapar, kendini üstün görür ve iyi olanı inkar ederse, ona da zorluğu ve cehennemi kolaylaştırırız.”

İYİLİK SAMİMİYETTİR

İyilikle imtihan veya iyiliğin imtihanı aynı zamanda iyilik yapmış olma hâlinin getirdiği mutluluğu kontrol altında tutmayı gerekli kılar. Riya, üstünlük taslama, ihtiyaç sahibini hor görme, başa kakma, bilinsin ve duyulsun diye iyilikte bulunma gibi hâlleri iyilik ahlakı kabul etmez. Veren elin alan elden üstünlüğü, muhtaca yardımcı olan kişinin aynı zamanda tevazu ve şükür ile kuşanmasındadır. O, iyilikte bulunduğu insanı kendisi için bir rahmet vesilesi olarak görür; hayır ve ikramın ardından sözle bile karşılık beklemenin infak ahlakına aykırı olduğunu bilir.

İyilik yaptığı kişiyi kendi canı gibi bilmelidir gerçek iyilik sahibi. Kendini onun yerine koyabilmeli, ona samimi davranmalı, hoşa giden, güzel ve kıymetli varlıklarını iyilik yolunda kullanmalıdır. “Sevdiğiniz şeylerden paylaşmadıkça iyiliğe eremezsiniz.”, “Onlar, sevdikleri yiyeceklerden yoksullara, yetimlere ve esirlere ikram eder, bizler sadece Allah’ın rızası için sizlere ikramda bulunuyoruz, kesinlikle bir karşılık yahut teşekkür beklentisi içinde değiliz derler.” âyet-i kerimeleri, iyiliğin gönülsüz yapılan bir davranıştan ziyade muhabbet ve samimiyetle güzelleşen bir tutum ve anlayış biçimi olması gerektiğini hatırlatır.

İçtenlikle yapılan iyilik sadece iyilik göreni değil, aynı zamanda iyilikte bulunanı da samimiyetin huzur, rahmet ve eman iklimine erdirir. Gösteriş ve riyanın kirlerine boğulmuş iyilikler ise maddi ve manevi anlamda hiçlik, korku, yokluk ve derin bir pişmanlıktır. “Mallarını Allah yolunda paylaştıktan sonra başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin, Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Güzel söz ve bağışlama, peşi sıra gönül kırgınlığı olan sadakadan daha hayırlıdır. Allah kimseye ihtiyaç duymaz, halimdir. Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı hâlde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan ve maruz kaldığı şiddetli yağmurun kendisini çıplak bıraktığı bir kayanın durumu gibidir. Bu tür kimseler kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler.”

İYİLİK, KARDEŞLİK VE PAYLAŞMADIR

Sahip olduğu mal ve imkânları hiç durmadan artırmak, çok daha fazlasını elde etmek için çabalamak, elde ettikleriyle övünmek ve paylaşmaksızın biriktirmek insanı bencilleştirerek toplumun dışına iten hastalıklardandır. İnsanoğlu, Peygamber Efendimizin ifadesiyle, “tevazu gösterdikçe yücelir, verdikçe berekete erişir.” Bencilliği ve cimriliği toplumun birbiriyle kurması gereken sıcak ilişkilere engel olarak gören Kerîm Kitabımız da ensârın muhacirlere sunduğu, paylaşarak iyiliğe erme ahlakını bizlere örnek vermektedir: “Onlar, kendi ihtiyaçları bulunmasına karşın, muhtaç kimseleri kendilerine tercih ederler. Her kim bencillik ve cimrilikten kaçınırsa, işte onlardır kurtulanlar.”

İyilik ve paylaşmak kardeşliği ve samimiyeti inşa ederken; bencillik ve cimrilik zulmü, adaletsizliği, çatışma ve savaşı besler. Hazzını hayatın odağı haline getiren insan, esasen sadece bulunduğu toplumu imha edip parçalamakla kalmaz, aynı zamanda kendi fıtratını da bencilliğin karanlığında zulme uğratır. Sevgili Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurur: “Zulümden sakının. Çünkü zulüm, kıyamet gününde karanlık üstüne karanlıktır. Cimrilikten sakının. Çünkü bencilik ve cimrilik sizden öncelileri helak etti, birbirlerinin kanlarını dökmeye sevk etti, birbirlerinin hukukunu ihlal ettiler.”

Peygamberimiz (s.a.s.) ve onun sevgili arkadaşları, birbirini katleden, hukuk tanımayan, zulmü sıradanlaştıran, ekmeğin ve aşın sadece varlıklı kimselerin arasında dönüp durduğu, kısacası her karesine kötülüğün damgasını vurduğu cahiliye çağını, birbirine muhabbet ve merhamet duygularıyla davranan, öldürmek yerine yaşatmayı tercih eden, adaleti ve hakkaniyeti yaymak için mücadele eden, ekmeği ve aşı komşusu için önceleyen bir iyilik çağına, saadet asrına dönüştürdüler. Ashab-ı kiramın her biri, iyilikte, ikramda ve paylaşmada insanlara öncü oldular. Sahabe hayatına dair eserler onların kardeşlik, cömertlik, fedakârlık ve iyilik hikâyeleriyle süslendi.

İYİLİK YAŞAMAK VE YAŞATMAKTIR

Belirli bir zamana ve mekâna sığdırılmış insan hayatı, belirlenen vaktin gelmesiyle sona erer. İyilik, insanı ölümün yokluk olduğu duygusundan kurtaran ve bedenin ölmesinden sonra bile feyzin ve bereketin yaşamasını sağlayan muazzam bir imkândır. İslam medeniyetinin yapı taşlarından biri olan vakıf kültürünü, kalıcı iyilik anlayışına ve insanın ölümünden sonra da iyilikleriyle yaşamasına en iyi örnek olarak göstermek mümkündür. Sevgili Peygamberimiz bu kalıcılığı anlatırken; “İnsan öldüğü zaman amel defteri kapanır ancak şu üç durumda (kişinin) defteri kapanmaz: Hayrı devam eden kalıcı bir sadaka (vakıf), kendisinden istifade edilen ilim ve kendisine dua eden salih bir evlat.” buyurmuşlardır.

İslam âlimleri iyiliğe öncülük edenlerin, hayır ve sıdk yolunda attıkları adımların levh-i mahfuzda kalıcı şekilde kaydedileceğini ve iyilik öncülerinin, açtıkları yolda yürüyen başka insanların sevabından da nasip alacaklarını düşünürler. “Ölüleri biz diriltiriz. İnsanların (yaşamları sırasında) yaptıklarını ve geride bıraktıkları eserlerini yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta kaydettik.” ayetini yorumlayan Kur’an âlimleri; insanın yaşadığı hayat boyunca iyilik ve güzellik yolunda attığı adımların geride iz bırakacağını ve bu izlerin yazılacağını ifade etmişlerdir.

Medine’de Mescid-i Nebevi’den uzak bir mahallede yaşayan Seleme oğulları, evlerini mescide yakın bir yere taşımak isteyince Sevgili Peygamberimiz, “Bulunduğunuz yerden taşınmayın. Oradan mescide gelinceye kadar attığınız adımları hesaba katmaz mısınız ey Seleme oğulları!” buyurmuşlardır. Müfessir İbn Kesîr, bu ayeti izah ederken, Sevgili Peygamberimizin şu hadis-i şeriflerini ayetin anlamını bütünleyici olarak rivayet etmiştir: “Her kim, İslâm dini içerisinde güzel bir yol, gelenek başlatırsa, o kimseye yaptığı işin mükâfatı ve peşi sıra aynı iyiliği sürdürenlerin ecri vardır. Üstelik o yolu sürdürenlerin sevaplarından herhangi bir eksilme de olmaz.”.

İyilik yolunu seçenler, yaptıkları maddi ve manevi iyilik yatırımlarıyla hem kendi hayatlarını ve yaşadıkları toplumların düzenini inşa ve ihya eder hem de peşleri sıra yaşayan insanları ve toplumları hayata bağlarlar. İyiliği gelenekselleştirerek nesillere miras bırakanlar, insanlığın yarınına da hayat verirler. Her insan öldükten sonra da yaşamayı ve iyilikle insanlığı yaşatmayı hedeflemeli ve insan, “yarın için neler biriktirdiğine bakmalıdır.”

Sevgili Peygamberimiz ve onun seçkin arkadaşları, sahip oldukları kıt imkânlara rağmen iyilik yolculuğuna öncülük ettiler. Resûl-i Ekrem, Medine’deki bazı arazilerinden başka Fedek ve Hayber hisselerinin bir kısmını da kalıcı sadaka hâline getirmişti. Hz. Ömer, Hayber’deki değerli bir arazisini Resûl-i Ekrem’in, “aslını alıkoy, geliriyle iyilik yap” yolundaki tavsiyesine uyup ihtiyaç sahiplerine bağışlamış, Hz. Osman ve Hz. Ali satın aldıkları su kuyusu ve kaynağını ihtiyaç sahiplerine tahsis etmişti. Diğer sahâbîler de ev ve arsa gibi mülklerini vakıf hâline getirmişlerdi. Câbir b. Abdullah, muhacir ve ensardan mal sahibi olup da vakıf yapmamış bir kimseyi bilmediğini ifade etmiştir.

İYİLİK BEREKETTİR

İyilik yolculuğu, birbirinin yüzüne bakarken esenliği ve bereketi dileyenleri mübarek yolculuğudur. Mümin, tanıdığı yahut tanımadığı insanlarla karşılaştığında onlara selam ve bereket dilemekle her gün başlar iyilik yolculuğuna. İyiliğin etrafında oluşan atmosfer, bir yanıyla insanın gönül dünyasına sekinet, refah ve genişlik sunarken diğer yönüyle de insanın sıhhatini, maddi imkânlarını, elde ettiklerini, paylaştıklarını ve iyilik uğrunda harcadıklarını artırır, değerli kılar.

İnsanlığın vazgeçilmez değerlerinden olan hak ve adalet yerine maddiyat ve menfaati koyan, haklı olanın üstünlüğü yerine üstünlerin haklılığı temelinde şekillenen çağımız insanı, paylaşmanın ve infakın meydana getireceği bereketi hayatından ne kadar da uzaklaştırmıştır! Oysa iyi insan olmak ve iyilikte yarışmak üzerine kurulu İslam medeniyeti, iyilik uğruna elden çıkarılanları eksilme olarak kabul etmez. İnfak etmek matematiksel olarak elden bir şeylerin çıkması anlamına gelse de hakikatte gönle, kalbe, aileye, yuvaya ve topluma nice bereket tohumları saçar: “Mallarını Allah yolunda harcayanların, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ise iyiliğin bereket kapılarını açtığını şöyle anlatır: “Kim helal kazancından bir hurma miktarı sadaka verirse -ki Allah sadece helal olanı kabul eder- Allah o sadakayı büyük bir hoşnutlukla kabul eder. Sonra onu sahibi için, sizden birinizin tayını yetiştirdiği gibi (özenle) dağ gibi olana kadar büyütür, bereketlendirir. Öyle ki lokma büyüklüğündeki bir sadakanın sevabı Uhut Dağı kadar oluverir.”

İyilik aynı zamanda Allah’a derinden şükretmenin yollarından biridir demiştik. Allah’ın bizlere emanet ettiklerine şükrettikçe O da bereketini bollaştırır. Şükrettikçe çoğalan nimet, paylaştıkça ve bölüştükçe insana yaşama sevinci aşılar. Her günün sabahında melekler, iyiliği paylaşanlar için hayır ve bereket duasında bulunur. Şüphesiz Allah hiç kimseye zerre kadar zulmetmez. Çok küçük de olsa yapılan iyiliğin sevabını kat kat arttırır ve kendi katından büyük mükâfatlar bahşeder.

İYİLİK ARINMADIR

Günlük hayatın meşgaleleriyle bedensel olarak tükenen, zihinsel ve duygusal olarak keşmekeş yaşayan insan, vaktin duraklarında durmaya, dinlenmeye, arınmaya, kendisini yeniden inşa etmeye ihtiyaç duyar. İyilik, anın ve mekânın içinde kaybolmakla yüz yüze kalan benliklerimize dokunarak bizlere eşref-i mahlûkat olduğumuzu hatırlatır. Bizleri onarır, besler, maneviyatımızı güçlendirir. Kimi zaman abdest, namaz, oruç ve dua gibi ibadetler kimi zaman da güler yüz, emek ve tecrübe paylaşımı, yaşlıya, engelliye, dula, yetime destek gibi sosyal faaliyetler ruhumuzu beyaz bir tülbent gibi süzer. “İnsanları Allah’a davet eden, salih ameller işleyen ve ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? İyilikle çirkinlik asla bir olamaz. Sen hep en iyi olanıyla karşılık ver. Bir de bakarsın ki aranızda düşmanlık bulunan kimse, âdeta akraban ve yakın dostun olmuştur.” “Şüphesiz ki iyilikler, günahları siler götürür.”

Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in iyiliğe dair vurguları, iyiliğin hem içe dönük, hem de dışa dönük boyutlarını gösterir. İyilik yapabilmek için salih kul olmak gerekirken, salih kulun manevi hayatını zenginleştirmek ve benliğini arındırmak için de iyilikle hemhâl olması lüzumludur. Kur’an’da yer verilen “Güzel sözler ancak Allah’a yükselir. Güzel sözü de, iyi davranışlar yükseltir.” ayet-i kerimesi, iyiliğin salih insanların söz ve davranışlarına değer katan yönüne işaret etmektedir.

Yeryüzünde hüzün ve elemi her gün tadan mazlum milletlerin acılarına bigâne kalanların gönül huzuruna ermeleri beklenemez. İnandığı değerler doğrultusunda her türlü ihtiyaç sahibinin elinden tutmayı bir erdem olarak benimseyenler ise yaşamanın ve yaşatmanın değerini fark ederek maneviyatlarını inşa ederler.

İslam’da İyilik Tasavvuru / Haydar BEKİROĞLU (DİB Daire Başkanı)

Hani! Bir zaman İsrailoğulları’ndan, Allah’tan başkasına kulluk etmeyin; anne ve babaya, öksüzlere, düşkünlere iyilik yapın; insanlara iyi söz söyleyin, “salatı ikame edin, zekatı yapın “, diye kesin söz almıştık. Sonra, içinizden pek azınız hariç sözünüzden döndünüz. Ve sizler, döneklik yapanlarsınız. Bakara 83

Oruç özelinde ramazandaki her bir güzellik bizi elimizden tutup bunun eğitimini yaptırır. Sabrı öğretir, başkalarının hâli ile hallenmeyi öğretir. Dünyanın faniliğini asıl olanın ahiret yurdu olduğunu öğretir.

Ramazan Ayı

Oruç ve Kur’an mevsimi yeniden geldi. Kelime anlamında saklı olduğu gibi bizi tozlardan arından yağmur misali günahlarımızdan arındırmaya geldi. Ramazan öyle bir ay ki, toplumda herkesi etkiliyor. Yani ben buradayım diyor. Şükür ki bize ramazan ayı ikram edilmiş. Şükür ki bize oruç hediye edilmiş. Şükür ki Rabbim bizi acıyıp vahyini, Kur’an-ı Kerim’i lütfetmiş. 

Ramazan ve Ahiret Bilinci

Her ibadet öncelikle bizi temizler. Niyetle başlarız. Bize kıvam verir. Bizi yeniden inşa eder. Orucun birçok hasleti vardır. Resulü Ekrem’in lisanından öğreniyoruz ki oruç,kötülüklere kalkandır. Sabrı öğretir. Bedenimize ve ruhumuza sıhhat kazandırır. Sahurlar berekettir. İftarlar sadece aile efradı ile değil, tanıdık tanımadık birçok gönle girmemize vesile olur. Sadaka-ı fıtır, zekat ve yardımlarla ihtiyaç sahiplerinin yüzü her zamankinden fazla güler. 

Sadece evlerimiz değil, camilerin neşesi farklılaşır. Sokaklar ve çarşılara bile ramazan ayı iner ve kendini hissettirir. Ramazanın içinde var olan güzellikler esasında bizi büyük güne hazırlar. Oruumuzu sadece Allah için tutarız. Çünkü kıyamet var. Zaten istesek de oruca riya karıştıramayız. Biz sadece ağzımızla değil, bedenimizle ve ruhumuzla da oruç tutarız. Yani esasında oruç bizi tutar. Kötülüklerden uzak eyler. Efendimizin nasihati ne kadar da anlamlı değil mi? Biz oruçlu iken bizi rahatsız edenlere karşı sadece “ben oruçluyum” dememizi öğretti. Kötülükleri başınızdan savın, oralarda oyalanmayın tembihatıdır bu. Çünkü ahiret var, hesap var. Ve biz dünyadaki işlerimizi ahiret yurdunu ve hesabı unutmadan yaparız. Oruç özelinde ramazandaki her bir güzellik bizi elimizden tutup bunun eğitimini yaptırır. Sabrı öğretir, başkalarının hâli ile hallenmeyi öğretir. Dünyanın faniliğini asıl olanın ahiret yurdu olduğunu öğretir.

Sahur bize başlangıç sınırını, haddimizi öğretir. İftar ise yine sınırımızı ama bu sefer Allah’ın izin verdiği vakti öğretir. Ayların sultanıdır ramazan. Çünkü sözlerin sultanı Kur’an-ı Kerim bu ayda nazil olmuştur. Efendimiz ile Cebrail arasında geçen o kutlu olayı mukabeleyi bu ayda ihmal etmeyiz. Kur’an-ı Kerim yoldaşımız olsun da kıyamet günü hesabımız kolay olsun diye. Sayfa, sayfa, satır satır okur veya dinleriz. Derdimiz sadece sevabı için değildir. Derdimiz aynı zamanda kendimizi ve toplumumuzu yeniden inşa etmektir. Yani Kur’an-ı Kerim bize ne diyor sorusunu en çok bu ayda sorar ve öğrenme derdinde oluruz. 

Ramazan, Gazze ve Doğu Türkistan

Ramazan ayında yeryüzü büyük bir sofraya döner. Doğudan batıya dalga dalga oruçlar başlar, akşama da iftar anı gelir. Sonra namazlar ve teravih coşkusu vardır. Bu ramazan hüznümüz büyük. Yanı başımızda ve uzaklarda mazlum, mahzun ve mağdur kardeşlerimiz var. Rabbim bizi onlar için fiili ve kavli duayı birlikte yapanlardan eylesin. Ümmetin her bir ferdi için imkanımız ve gücümüz neye yeterse yerine getirmeyi nasip eylesin. Unutmayalım ki biz sofralarımızı donatırken onlar sahur ve iftar için oturacak sofra bulamıyorlar. Türkiye Diyanet Vakfımız hamiyetperver vatandaşlarımızın katkılarını ulaştırmak için üstün gayret gösteriyor. Her zaman ama özellikle bu mübarek ayda desteklerimiz devam etsin inşallah. Rabbim nusretini ihsan eylesin. 

Duamız odur ki Rabbim idrak ettiğimiz mübarek ramazan ayının bereketini başta Gazze ve Doğu Türkistan’daki kardeşlerimiz olmak üzere hepimizin üzerimize ihsan eylesin.

Şükrü Kabukçu / Manisa İl Müftüsü

Fabrika Ayarlarına Dönmek: Tövbe

Tövbeyi nasıl anlamalı?

Tövbe insanın ilk yaratılış haline, özüne, özündeki Rabbine dönüşüdür. Malum, her insan İslam fıtratıyla doğar. Her gü­nah fıtrattan çıkıştır. Tövbe, insanı fıtrat yörüngesine yeni­den oturtma ameliyesidir. Modern hayat günah üzerine ku­rulu bir düzense, insan bu düzenin iradesiz mahkûmudur. Günahsız yaşamanın imkânsız olduğu bir dünyada tövbe bir kaçış koridoru, bir acil çıkış kapısıdır. İnsan günahla insan­lıktan, yani raydan çıkar. Tövbe, raydan çıkmış bir trenin yeniden raya yerleştirilmesi gibi, zaman zaman günah ve is­yanla yoldan çıkan insanın yeniden iman rayına oturmasıdır. Tövbe kaç defa gittiysen git, hep ilk defa gelmişsin gibi karşı­landığın bab-ı rahmettir.

Yine tövbe bir yenilenme halidir, insanın ezelde yapmış ol­duğu kulluk sözleşmesini hatırlaması ve halini o sözleşmeye uygun şekle döndürmesi demektir. însan melekliğin ve şey­tanlığın tam ortasında, her ikisine elverişli bir formata sahip­tir. Melekliğin de şeytanlığın da bir sınırı yoktur. İşte tövbe şeytanlığa meyleden iradeyi, içindeki Allah’a döndürür. Şu ayeti hatırlayalım: “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekil­lendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sa­kınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.”

Tövbeyi bir çarpışma durumuna benzetebiliriz. Bu manada tövbe, insanın içindeki Allah ve şeytanın, iyilik ve kötülüğün mütemadi savaşında şeytana kazandırdığı mevzileri geri al­mak için bir adım geri çekilerek hatalarını tespit edip kendini yenilemiş bir vaziyette, yeni bir stratejiyle yeniden harekete geçirmesi planıdır. Diğer taraftan tövbe bir özeleştiridir. İn­sanın bir şeyi eleştirmesi için ona dışardan bakması gerekir. Dışardan bakmak için de onun dışında olması iktiza eder. Özeleştiri insanın kendine, kendi söz ve davranışlarına dışarı­dan bakarak ve gayriindi bir tarzda ölçüp biçme imkânı verir. Kendine göre değil, hakikate göre hareket edip etmediğini in­san ancak bu şekilde gözlemleyebilir.

Günde kırk defa Fatihayı okuyor olmamızın insanın tövbeye olan ihtiyacı açısından çok derin bir anlamı var. İnsan günde kırk defa inhirafa uğrama, yoldan çıkma haliyle malul oldu­ğundan kırk defa gelip o kapıya yüz sürerek ahd ü peyman ta­zeler. Âdeta her namazda hatta her rekâtta bir kere daha özür dileyerek düzeleceğine söz veriyor.

Tövbe aynı zamanda bir yenilenme süreci, bir iç restorasyon­dur. Deformasyonlardan sonra iç saffeti yeniden kazanmak için ruha arız olmuş günah lekelerinden arınmayı ifade eder. İnsan günah işlemekten korunamayacağı için tövbeden bir an bile dûn olamaz. Doğruluğu teorik ve deneysel olarak ispat­lanmış entropi kanununu Albert Einstein, bütün bilimlerin birinci kanunu olarak tanımlar. Termodinamiğin ikinci ya­sasıdır. Entropi kâinatta düzenden kaosa, intizamdan bozul­maya doğru sürekli bir yönelişin adıdır. Eğer dış müdahale olmazsa» kâinatta bozulma kaçınılmazdır. Eğer sıcağı besle­mezseniz, soğuk olur. Bir yeri düzenli olarak temizlemezse­niz, kirlenir. îşte tövbe bu dış kontrolün adıdır.

insan sürekli tövbeyle kendini yenilemez, arınma kurnasına koşup ruhunu tazeleyemezse, bozulması kaçınılmazdır. Çün­kü en değerli şey bozulduğunda en değersiz olur. Bir salata­lığın bozulması sadece buzdolabını kokutur. Etin bozulması evi kokutur. İnsanın bozulması ise hiçbir şeye benzemez. Bir ağaçtan bir milyon kibrit çıkar ama bir kibrit bir milyon ağacı yakmaya yeter. Öyleyse bir insanın bozulması, bütün insanlı­ğın bozulması demek olacağından büyük tehlike arz eder. Bu noktada tövbe insanın asli hüviyetine dönüşünü ifade eder. Öyleyse tövbe pasif değil, aktif bir eylemdir.

Tövbenin kul ile Rabbi arasındaki canlı boyutu

Öncelikle tövbeyi ritüel boyutuna hasretmeyip yaşam biçimi olarak genellemek gerekiyor. Ona belli zaman ve mekândaki pratikleri yerine getirerek yapılan bir uygulama olarak bak­mamak lazım. Evet, onun da bir usulü var fakat tövbe daha temelde bir yaşam biçimidir. însanın sürekli Rabbi karşısın­da boynunu büküp mahcup durması, af dileme halinde ol­ması demektir.

Hıristiyanlıktaki tövbe ile mukayese, konuyu daha net ortaya koyacaktır. İslam’da tövbe için herhangi bir zaman ve mekân şartı veya sınırlaması yoktur. Belli zaman ve mekânlar töv­benin kabule karin olmasını sağlar ama asla garanti etmez ve tövbe için şart da değildir. Bu uygulama din adamlarının elinde tahrif edilmiş bir Hıristiyanlık âdetidir. İtiraf veya di­ğer adıyla günah çıkarma, kişilerin zaaflarının kilise tarafın­dan bilinerek toplumu daha rahat kontrol altına tutmak için icat edilmiş bir tezgâhtır. Kilisenin topluluklar üzerinde he­gemonyasını sürdürmesinde bu uygulamanın yeri büyüktür. Üstelik günah çıkarma işine bir de belge icat edilmiştir. Oysa İslam insanın günahı sadece Allah’a itiraf etmesini em­reder. Hatta günahın başkasına anlatılması, affedilme olasılı­ğını zorlaştıran bir şeydir. Abdullah îbn Ömer anlatıyor:

Ben Resulullah’tan şöyle buyurduğunu işittim: Mümin kul Rabbine yaklaşır ve Rabbi onun üzerine örtüsünü koyar ve “İşlediğin falanca günahı biliyor musun?” der. Kul “Evet, ya Rabbi,” diyerek suçunu itiraf eder. Tam cehenneme gidece­ği korkusu onu kaplamışken Rabbi ona “Sen işlediğin güna­hı insanlardan gizledin. Bunun üzerine ben de seni dünyada rezil etmediğim gibi bugün burada bu günahlarım gizleye­rek seni affediyorum.”

Aslına bakarsak, insanı helake götüren günah değil, tövbe- sizliktir. Çünkü tövbeden uzak durmak ya ümitsizliği ya da umursamazlığı ifade eder ki ikisi de küfrün bir başka veçhesi­dir. Efendimiz [s.a.v.] buyuruyor: “Her kul günah işler. Günah işleyenlerin en hayırlısı tövbe edenlerdir.” En büyük günah ise yaptıklarının affolunmayacağı inancıdır.

Tövbe ayrıca, insanın geçmişiyle hesaplaşmasıdır. Bundan do­layı tövbe eden sadece affedilmez, aynı zamanda ödüllendirilir. Peki, nedir bu ödüller? Burada üç avantajdan bahsedebiliriz. Bi­rincisi, tövbenin kendisidir, yani kişiye tövbe etme fırsatının ve­rilmiş olmasıdır. İkincisi, günahlarının silinmesidir. Üçüncüsü ise işlediği günahların iyiliğe dönmesidir ki yani her günah ken­di cinsinden iyiliğe tekabül edip kayıtlara öyle geçer. Efendimiz [s.a.v.] bu konuda, “Nefsim elinde olana yemin ederim ki eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder, sizin yerinize günah işleyen, ardından tövbe eden bir topluluk getirirdi,” buyurur.

Gerçekten de ardından tövbe gelen günah, açık denizdeki fır­tınaya benzer. Gemiyi sarsar ama güvertede pislik bırakmaz. Nitekim kriz fırsatın öteki adıdır, denir. Bu açıdan günah, insanın günah öncesi durumdan daha iyi bir yere gelmesine vesile de olabilir. Hatırlayalım, insan olmamız, irade nime­tiyle ödüllendirmemiz, cennete namzet kılınmamız, kâinatın Rabbini tanımamız gibi bir dizi nimet Hz. Âdem’in günahı­nın neticeleridir.

Kur’an’da tövbe ve peygamberlerin kıssaları

Kur’an’da 86 yerde tövbe kelimesi ve türevleri geçer. Bunla­rın hemen tamamında tövbe etmenin insanı yüceltmesinden bahsedilir. Ayet-i celileler müminlerden bahsederken “Onlar günah işlemeyen kimselerdir,” demez. Aksine, “Çirkin bir amel işlediklerinde, nefislerine zulmettiklerinde…” sözleriy­le günah işlemenin değil, haddini bilmemenin yani günahı itiraf etmemenin mümin olmaya aykırı olduğunu ifade eder. İçlerinden çarpıcı bir ayet şunları beyan buyurur: “Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları, yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını iste­yenler ki Allah’tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir.”

Bu hususta dikkat ederseniz, şeytan da Hz. Âdem de kusur işlemiştir: “Âdem Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.” Fakat Âdem günahını itiraf ederek adam, iblis günahta ısrar ede­rek şeytan olmuştur. “Dediler ki: ‘Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.’”

Keza Hz. Musa bir adam öldürmüş ve ardından lafı hiç eğip bükmeden direkt suçunu itiraf ederek tövbe etmiştir: “Musa halkın habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada biri kendi tarafından, diğeri düşmanı taraflından; kavga eden iki adam gördü. Kendi tarafından olan, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Musa da ona bir yumruk indirip onu öldürdü. Musa, ‘Bu şeytanın işidir. O gerçekten apaçık bir saptırıcı düşman­dır,’ dedi. Musa, ‘Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmettim. Beni affet,’ dedi. Allah da onu affetti. Şüphesiz o, çok bağışla­yandır, çok merhamet edendir.”

Diğer örnekte Hz. Yunus bir hata etti. Emr-i ilahi gelmesi­ni beklemeden kendisini dinlemeyen kavmini terk etti. Balı­ğın kanunda direkt konuyu kendi suçuna getirerek Rabbine kendisini şikâyet etti: “Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine) zulme­denlerden oldum.” Halbuki asıl suç kavminindi ama o başka­larının suçuna değil, kendi günahına odaklandı. “Evet, benim de yanlışlarım olmuştur ama işi bu raddeye, beni bu duruma onlar getirdi yarabbi,” diyebilirdi. Bunu söylemekte yerden göğe kadar haklıydı fakat o değil suçlu aramak, kavmini şikâ­yet edip serzenişte bulunmak; tövbe ederken tek bir kelimeyle bile bunlardan bahsetmeden doğrudan kendini zalim olmakla suçladı ve af diledi. Buradan anlıyoruz ki tövbe tedavidir ve bu yüzden itiraf da teşhistir. Eğer tedavi görmek istiyorsak, önce teşhisi koymalıyız.

Kur’an çok yerde Peygamber Efendimizi de [s.a.v.} tövbe etme­ye davet etmiştir. “Allah seni affetsin! Doğru söyleyenler sana iyice belli olup, yalancıları bilinceye kadar beklemeden niçin onlara izin verdin?”  “Hem kendinin hem de inanmış erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile!” Hadislerde onun af ve mağfiret dileği daha belirgindir: “Ey insanlar! Al­lah a tövbe edip ondan af dileyiniz. Zira ben ona günde yüz defe tövbe ederim.” Özellikle günahtan azade bir hayat yaşamanın tamamen imkân­sızlaştığı bir çağda günahla alude ruhları tövbeyle temizlemek, en önemli kulluk vazifemizdir. Zira Rabbimiz, “Oysa sen on­ların içinde iken Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma dilerlerken de Allah onlara azap edecek değildir,” buyuruyor. Artık Efendimiz [s.a.v.] içimizde değil. Topyekûn bir ümmet ola­rak azaptan korunmanın istiğfardan başka yolu kalmamıştır.

Nasuh tövbesinin farkı

Nasuh kelimesi Arapça mübalağa kalıbıdır. İhtiva ettiği ma­nanın en ziyadesini ifade eder. Lügatte bir söküğü dikmek, elbisedeki bir yırtığı onarmak, tamir etmek gibi anlamlara gelir. Istılahtaki manası ise samimiyettir. “Din samimiyettir,” hadisindeki en-nasîha kelimesinin samimiyet manasını ifade etmesi de buna delildir.

Peki, tövbenin nasuh olması ne demektir? Farz olan ibadet­ler bile zamanla özünden kopup âdete dönüştüğü gibi, tövbe de gerçek anlamını yitirip bir ağız alışkanlığına dönüşebilir. Kişide, tövbe için söylenmesi gereken sözleri telaffuz ederek gerçekten tövbe ettiği kanısı oluşabilir. Dolayısıyla kişi işlediği cürümden hicap duyup Rabbi karşısında ruhen ıstırap hisset­meden sadece “estağfirullah” demekle tövbe etmiş olmaz. Bu yönüyle nasuh, tövbenin ruhudur. Hakikatte işlediği her günahı hatırladığında kişiyi hicaptan kıvrandırmayan tövbe geçerli olmaz. Efendimizin [s.a.v.] “Tövbenin alameti nedir?” sorusuna “Pişmanlıktır,” demesi bunun en açık delilidir. Tev- be-i nasuh hulus-i kalp ve hüsnüniyetle kişinin pişmanlığı en derinden hissederek günahtan pişmanlık duyması ve âdeta ciğeri yırtılırcasına inim inim inleyerek yakarmasıdır, insan ruhunu arındırıp dupduru hale getirecek böyle bir tövbe, ilahi iradeyi de devreye sokacak, rahmet-i Rahmân kendisine bir daha günah işleme fırsatı tanımayacaktır.

Nefis muhasebesinin tövbeyle münasebetine gelecek olursak, muhasebe duygusu insanın sürekli kendisini kontrol etmesi­ni, tövbe şuuru ise bu kontrol neticesinde eğer bir bozulma ve kokuşma oluştuysa, hiç tereddüt etmeden hemen geri adım atmasını sağlar. Bir türlü mensup olduğu hareketi ya da temsil ettiği ideolojiyi bırakamayan insanlar, tövbe şuuru gelişmemiş insanlardır. Onlar aynı yerde kırk yıl bulunmakla övünür, hiç değişmemekle iftihar ederler. İçlerinde bulunduğu durumdan bir kere olsun şüphe etmez, düşünce ve söylemlerini bir kere gözden geçirip özeleştiri yapmazlar. Eleştiri elemek, elekten geçirmektir. Özeleştiri insanın kendi duygu, düşünce ve dav­ranışlarını elekten geçirip çürüğü sağlamdan ayırmasıdır.

Günümüzde maalesef kendini değiştirmek bir kenara, halini hiç bozmama durumu çok makbul bir durum gibi takdir edi­lir. Halbuki Efendimizin [s.a.v.] davetine en sert mukabelede bulunanların temel argümanları da buydu. Bu yüzden ara­larında benzer bir psikoloji söz konusudur. Onu dinlemeyi hiç düşünmediler, anlamaya çalışmadılar. Tek söyledikleri, atalarının üzerine olduğu şeyin mutlak hakikat olduğuydu. Peygamberin davetini reddederken de bundan başka hiçbir dayanakları yoktu.

Düşünün, Hz. Ömer altıncı yılda Müslüman oldu ve İs­lam’a girmesine vesile olan Peygamberin mucizesi Kur’an ayetleriydi. Tâhâ suresinin ilk ayetlerini duyduğunda âdeta beyninde şimşekler çakmış, kendinden geçmişti. Bu demek­tir ki altı yıldan beri reddettiği bir inancın ne getirdiğine ne söylediğine bir kere olsun dönüp bakmamıştı. Bu durum, o gün Mekke’deki azılı müşriklerin tamamının ortak tav­rıydı. Neticede altı yıl sonra Hz. Ömer Mekke’deki önyargı duvarını yıkmıştır. Bundan dolayı ondan sonra Mekke’de Müslümanların sayısı hızla artmıştır. Hz. Ömer’e Faruk sıfatı­nın verilmesinin hikmeti de budur.

Toplumsal veya düşünsel bir tövbeden söz edebilir miyiz?

Ferdî tövbenin dışında kalan bu noktalar önemlidir. Evet, tövbenin toplumsal boyutu vardır. Tıpkı bir ferdin heva ve hevesine uyarak günah işlemesi gibi, bazen de topyekûn bir millet yoldan çıkıp yanlışa düşebilir. Bu bazen sürü psikolo­jisiyle, bazen toplumun tamamına tesir etmiş travmatik bir hadisenin etkisiyle, bazen de genel kabule karşı koyma kor­kusuyla gerçekleşir. Böyle bir durumda hiç tereddüt etmeden toplu halde tövbe edip hatadan dönmek gerekir.

Kur’an’da Hz. Yunus kıssası bir topluluğun karıştığı isyanı ve yine toplu tövbeyi anlatır. Bu anlamda Hz. Yunus kıssa­sı toplumsal tövbe örneğidir: “Yunus’un kavminden başka, keşke (azabı görmeden) iman edip, imanı kendisine fayda veren bir tek memleket halkı olsaydı! (Yunus’un kavmi) iman edince, dünya hayatında (sürüklenebilecekleri) rezil­lik azabını onlardan uzaklaştırmış ve onları belli bir zamana kadar yararlandırmıştık.”

Hz. Yunus’un kavmi gibi topyekûn bir tövbe hareketi olma­sa da Emeviler dönemindeki Tevvâbîn hareketini de burada anmak yerinde olacaktır. Kısaca hatırlayacak olursak, Hz. Hüseyin’i, Emeviler’e karşı harekete geçmek için ısrarla Kû- fe’ye çağıran halk, Hz. Hüseyin’in bu davete icabet ederek yakınlarıyla beraber Kûfe’ye doğru yola çıktığında Kerbe- la’da katledilmesine göz yumdu. Zamanla yaptıkları hatanm büyüklüğünün farkına vararak tövbe ettiler ve tövbelerinin kabul olması için Hz. Hüseyin’in intikamını almaları ya da bu uğurda ölmeleri gerektiğini insanlara anlatmaya başladı­lar. Kısa zamanda hatırı sayılır kitleye ulaşan ve aralarında çeşitli sahabilerin de bulunduğu bu hareket, kendisine tövbe edenler anlamında Tevvâbîn adını verdi. Nitekim Hz. Hüse­yin’in intikamını almak için gerçekleştirilen bu ilk önemli te­şebbüs, kanlı bir şekilde sonlandı. Hz. Yunus’un kavminden farklı olarak, bu hareketin siyasi bir yönü de bulunmaktadır. Toplu olarak yaptıkları hatanın farkına vararak tövbe etmeleri ise iki kavmin de ortak noktasıdır.

Bunun dışında düşünsel tövbeden de bahsetmek mümkündür. Tarih, toplum ve tabiatın etkisinden çıkarak salt hak arayışı insanı en sonunda gerçeğe götürecektir. Yine de gerçeğin keş­fi yeterli değildir. Hak tecelli ettikten sonra hakka tabi olmak, tövbe bilincinin gelişmiş olmasıyla doğrudan alakalıdır. Bir in­san hakikati keşfetse ya da bütün çıplaklığıyla hakikat tecelli etse, eğer tövbe bilinci gelişmemişse, o güne kadar söyledik­leri ve yaptıklarını elinin tersiyle bir kenara iterek “Ben hakka tabi oluyorum zira hak tabi olunmaya en müstahak olandır,” demediği müddetçe hakkın kişiye hiçbir faydası olmayacaktır. Roger Garaudy’in tabiriyle, bir nehir denize doğru aktığında kaynağına ve fıtratına sadık kalır.

Söz konusu hakikat arayışı ve fikrî çaba son derece önemlidir. Buna rağmen, yola koyulmuş bir insan düşebilir. Düşmek aynı zamanda yürüdüğünün de delilidir. Zira yola koyulmayan düşe- mez. Bir şey yapmayan hata da yapamaz. Hata yapmak iş yapanla­ra mahsus bir durumdur. Peygamberin günde yüz defa istiğfar et­mesinin bir anlamı da peygamber olmasına rağmen sürekli korku ve ümit arasında olmasıdır. Bu, kendinden emin olmama halidir.

İşte bu aşamada ümitsizliğin tehlikesini fark ediyoruz. Öyle ya şeytanın tövbe eden bir insana günah işletmedeki asıl maksa­dı, günah işledikten sonra insanın ruhuna arız olan ümitsizlik halini yani kendinden ümit kesmesini gerçekleştirmektir. Her defasında tövbe etmesine rağmen yine günah batağına düşen kişi, bir vakit sonra, ben daha düzelmem deme noktasına ge­lirse, şeytan günah işletmedeki asıl hedefine ulaşmış olur. Mer­hum Akif ne güzel demiş: “Yeis öyle bir bataktır ki düşersen boğulursun. Azmine sarıl sımsıkı, bak ne olursun!”

Muhammed Yazıcı – Modern Dünya İlmihali,syf:71-80

İbadetin tanımı ve dindeki önemi

İbadet, lügatte kendi rızasıyla boyun eğmek, alçalmak ve say­gı göstermek manalarına gelir. Araplar binicisine zorluk çı­karmadan çöküp kalktığı için uysal deveye “baîr muabbad” der. Bu yönüyle dinde ibadet, Allah’a boyun eğmek ve şekil itibarıyla belli bir kalıbı maruf birtakım uygulamaları yerine getirmek demektir.

Kavrama şöyle felsefi bir boyut getirebiliriz: Kelamcılar var­lığı üç kategoride ele alırlar: vâcibü’l-vücûd, câizü’l-vücûd ve mümteniü’l-vücûd. Vâcibü’l-vücûd, varlığı zorunlu olan Al­lah’tır. Câizü’l-vücûd ise varlığı zorunlu olmayan, varlığı yok­luğuna tercih edilen bütün mahlukattır. Bu kısımda var olan­lar, aynı zamanda varlığını yokluğuna tercih eden bir iradenin varlığını gerektirir. Kendisini var eden ve oha irade bahşeden zata minnet duyar. Çünkü haddizatında var olmak bir şükrü gerektirir.

İşte ibadet bir varlık vergisi, varlığa karşı insanın var edene karşı duyduğu minnet duygusunun ete kemiğe bürünmüş halidir. Varlığın şeklî şükrünü ifade eder. Biraz önceki kelami kategoriyi göz önünde bulundurursak, insanın sonradan yaratılmışlığı ontolojik noksanlığını gerektirir. Bir yokluk ge­çirmiş olması ve varlığını başka şeye borçlu olması hali insanı eksik kılar. Aslında insandaki inancın kaynağı budur. Bun­dan dolayı insanın ibadetten dûn olması düşünülemez. İnsan mevcudiyetini medyun hissettiği bir menşee yönelir, ona in­kıyat eder. İnsanın bu ontolojik noksanlığı mutlaka bir şeylere boyun eğmeye meyilli olmasının sebebidir.

Tüm zaman ve toplumlarda, semavi veya gayrisemavi bütün inançlarda toplumun, kendi kültür şartları çerçevesinde mut­laka bir tazarru ve niyaz hali olmuştur. İnsanlar kendinden daha güçlü ve mükemmel olduğuna inandığı kimseye karşı hep başı yerde olmuştur. Dolayısıyla farkında olsun ya da ol­masın, aslında her insan ibadet eder çünkü insandaki şükran duygusu fıtri ve cibillîdir. İşte ibadet de insandaki bu şükran duygusunu tamamlayan ve ruhu mutmain kılan şeydir.

Vahiy ve ibadet ilişkisi

İbadetin, Allah’ın insana tenezzülü olan vahyin mukabelesi olduğunu bilmek önemlidir. Allah’ın insanla iletişimi inter aktif bir ilişkidir. Allah’tan kula uzanan kısmı vahiy, kuldan Allah’a uzanan kısmı ise ibadettir. Hz. Peygamberimiz [s.a.v.] Hira’da önce ibadetle irtibata geçti ve sonra vahiyle mukabele gördü. Bu yönüyle ibadet, yağmuru oluşturan yoğunlaşma­yı, dua da bu yoğunlaşmayı atmosfere taşıyan buharlaşmayı ifade eder. Ardından vahiy bir yağmur gibi sağanak sağanak yağmaya başlar. Evet, ibadet ruhun yoğunlaşması ve iman iddiasının ispatıdır. îmanın tecessüm etmiş halidir. Zat-ı uluhiyetle irtibatı sağlamada ibadet çok önemli bir vasıtadır ve hat­ta en büyük fırsattır. Namaz bu sebeple müminin miracıdır.

Meselenin bir başka veçhesi, şükür ve talep dengesidir. Ha­liyle, insanın sahip olduğu veya sahip olmayı istediği bütün özellikler varlığına yani zatına zait özelliklerdir. Varlığın şük­rünü eda edememiş bir insanın zatına zait bir güzelliği -me­sela mutluluğu ya da zenginliği- talep etme hakkı olamaz. Halbuki insan kendini yoktan var edene, ona varlık bahşede­ne teşekkür etmesini bilse, Allah ondan hiçbir şeyi esirgeme­yecektir. Kaldı ki mutluluk her şeye sahip olmak değil, sahip olunan şeylerin kıymetini bilmektir. Peki ya kıymet bilmek nedir? Elbette kıymeti insanı takdire götürür ki şükür budur: kıymeti takdir etmek O halde ibadetler temelde varoluşumu­zun bir teşekkürüdür.

Diğer yandan, sahip olduklarıyla mutlu olamayanı hiçbir şey mutlu edemez. İbadet, insanın sahip olduklarına duydu­ğu rıza ve memnuniyetin ifadesidir. Eğer insan sahip olduğu şeylerden ibaretse, öyleyse sahip olduklarını kaybettiğinde kendini korkunç bir boşluğun içinde bulacaktır. Bu yüzden insan evvela varlığının farkında olmalı, bir varlığa sahip oldu­ğunu bilmeli ve en başta bunun şükrünü yerine getirmelidir. Dolayısıyla ibadet etmek için illa bir nimete nail olmayı bek­lemek icap etmez. Ayrıca genelde düşünülenin aksine, iba­dette moral, motivasyon ve istek gibi hallerin mevcudiyeti de aranmamalıdır.

Mahlukatın Hâlikine minnet borcu

Bu konuda şu gerçeğin fark edilmesi önemlidir: Aslında Al­lah’a karşı borcunu ödeyemeyeceği için insandan istenen sa­dece verilen nimetlere minnet duymasıdır. Din, “borç” manasındaki deyn kökünden gelir. Bu anlamda, evet, din insanın varlık borcudur. Borç geçici bir durumu ifade eder fakat din sürekli borçlu olma halidir. Zira borcu ödemek için de yine borca ihtiyacımız var, öyle değil mi? Çalacağımız kapı hep aynı kapı. Borçla borç ödenmeyeceğinden, bizden istenen da­ima borçlu olduğumuza dair bir bilinç, başka deyişle minnet duygusudur. İbadet insandaki minnet duygusunu bütün kai­natın sahibi ve maliki olan Allah’a yönlendirir.

Bu noktada İslam’ın tahfif prensibini unutmamalı. Malum, kimi kavimlerde bedene azap vermek ibadet olarak kabul edilmiştir. Bir uzvu kesmek ya da kırmak gibi eleme ve azap etmeye dönük uygulamalar… Aksine İslam’da bedenin aciz kalacağı durumlarda ibadetlerde tahfif söz konusudur. Hatta İslam’da insanların hoşuna gidecek söz, hal ve davranışlar bile ibadet kabul edilebilir. Temelde bir şeyi ibadet yapan husus, ona yüklediğiniz anlam, amaç ve niyettir.

Az önce insanın eksikliği konusuna değinmiştik. Sonradan yaratılmışlığın bir özelliği olan ontolojik eksiklik, aynı za­manda bir maksada uygunluğu gerektirir. Yani varlığı başka­sına bağlı olmak, bir amaca duyulan ihtiyacı meydana getirir. Var olan her şey bir amaç için yaratıldıysa, ibadet bu amaca hizmettir. Ya diğer varlıklar? Onlarda durum nasıldır? Pekâlâ, iradesiz varlıkların da ibadeti vardır. Ayetler bu noktada açık­tır: “Göklerde ve yerlerdeki her şey Allah’ı tespih etmekte­dir?’ “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’na hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız.”

Ağacın ibadeti meyve vermek, arının ibadeti bal vermek, ine­ğin ibadeti süt vermektir. Bunun için yaratılmışlardır. İnsanın yaratılış gayesi de ibadet etmesidir. Şu var ki, insanın ibadeti arının, ineğin ve ağacınki kadar basit ve belli bir şeyle sınır­lı değildir. Çünkü insanın fonksiyonları çok geniştir. Varlık hiyerarşisinde insanın altında olan bütün varlıkların yaratılış amaçları insanı besler, ona hizmet eder; tabir yerindeyse insa­na ibadet eder. însan da Allah’a ibadet eder. Zaten ibadet ke­limesinin kökünde kendinde olanı ortaya çıkarma gibi bir an­lam da bulunur. Böylelikle istenir ki insan özünü ortaya koy­sun, özgür iradesinin hakkını vererek ilahi koroya dahil olsun.

Borç kısmına dönecek olursak, ibadet insanın sadece Allah’a borçlu olmasını ve O’ndan başka hiçbir makam ve mevki kar­şısında serfuru etmemesini sağlar. Bu açıdan insanı insana bo­yun eğmekten kurtarır. Öyle ya, ben kimim, beni kim var etti? Bir ırmak misali akıp giden bu hayat beni nereye sürüklüyor? Tek zerreden küreye, habbeden kubbeye kâinattaki her şey bir amaca hizmet ederken, bir maksat için yaratılmışken, ben ne için var edildim? Bu soruları sormamış, varlık sancısı yaşama­mış bir insan, gerçek manada ibadetin hikmetini keşfedemez.

Bir bütün olarak din, insanın yaratılış amacına uygun yaşa­ması ise, ibadet bu yaşamı sürekli denetleyen mekanizmadır. İnşam buna uygun formata sokar. İbadeti terk eden, ilahi çekim alanından, kişiye tesir eden hal ve hislerden mahrum olur. Zamanla vicdanının körelmesi, içinden gelen sesi duya­maz olması bundandır.

İbadetin şahsi vecibeler dışında sosyal ve hukuki boyutu

Bu noktayı aydınlatmak için kelimenin kökenine daha ayrıntılı bakmak gerekiyor. Etimolojik olarak ibadet sözcüğünü ele aldı­ğımızda, iki ayrı baptan iki ayrı manaya geldiğini görürüz. Abd kökünün iki türevi vardır: İlki sülasi mücerret, birinci baptan gelen abede-yabudu kalıbıdır. Manası bildiğimiz şekliyle iba­dettir. İkincisi ise kelimenin beşinci baptan gelen abude-yabüdü türevidir. Manası “abd olmak” yani kul olmak, kulluk etmektir. Bu kalıcı bir özelliktir ve arızi bir durumu ifade etmez.

Kur an-ı Kerim aynı kökten gelen kelimeyi iki ayrı bapta ve iki manada da kullanmıştır: birinci bapta ibadet etmek, tazim, saygı, boyun eğmek; beşinci bapta kulluk yapmak, itaat etmek. Baplar manaları gibi isimlerini de mastarlarından aldığından, birincisi ibadet ile İkincisi ubudiyet ile ifade edilir. Kalıcı an­lamıyla yaklaştığımızda, ibadet ubudiyetin pratiğidir. İbadet ubudiyeti ispat eder. İnsan ibadetle kul olduğunu gösterir. So­nuçta bunlar birbirlerini reddetmez.

Hemen burada ifade etmek isterim: Bilhassa son zamanlarda çoğalan, “İslam ibadet değil, ubudiyet dinidir,” benzeri iddia­ların çok yersiz ve mesnetsiz olduğunu düşünüyorum. Bu tam bir savrulma halidir. İbadetin yeri için asla inkâr da tasgir de söz konusu olamaz. İbadet bir dinin olmazsa olmazıdır. Bu­nun yanında dini ibadetten ibaret de sayamayız. İnsanın dinle münasebeti ibadetle son bulmaz. Aksine ibadetle başlar.

Özetle, ibadet dinin belli başlı ritüellerini yerine getirmek, ubudiyet ise bir karakter sergilemektir. İbadet bir durum halini, ubudiyet ise bir duruş halini ifade eder. Ubudiyet bir yaşam tarzının adıdır. Hayatı kulluk ekseninde yaşamak de­mektir. Bir insana terzi dersiniz, lâkin onun sürekli bir şeyler dikmesi gerekmez. Dikim yapmadığı zamanlarda da o kişi terzidir. Tıpkı tıraş etmek ile berber olmak arasındaki ilişki gibi, veyahut şiir yazmadığı zamanlarda da kişi şairdir.

Hayatı ibadete dönüştürmek

Hz. Peygamber [s.a.v.] önceleri Hira’da ibadetle meşguldü. Va­hiy onu oradan dünyayı mamur etmek üzere şehre indirdi. O, Mescid-i Nebevî’nin inşasından önce veya inşası sırasında Medine’de Yahudi pazarına alternatif bir pazar kurdu. Mes­citle birlikte medrese inşa etti. Bütün bunlar bize neyi göste­riyor? Din insanın hayatı ibadet kılmasını sağlar, kişiye bunu salık verir. Zaten önemli olan da hayatı ibadete dönüştürebil- mektir ve bu gayet de mümkündür. Öyle ki İslam, bir insanın hanımıyla yaşayacağı cinsel ilişkiden bile sevap alacağını söy­leyen bir dindir.

Eğer ibadeti bildiğimiz anlamda ritüele indirgersek, “Ben cin­leri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım,” ayetini sabahtan akşama kadar mescitten dışarı çıkmamak şek­linde anlamamız gerekirdi ki dinin gayesi bu olamaz. Öyleyse ibadet, somut birtakım uygulamalardan öte insanın yaratılış formuna uygun davranmasıdır. Dağlar nasıl ki yeryüzünün sağlamlaşması için bir anlamda çivi mesabesindeyse, ibadetler de hayatın içine yerleştirilmiş ve hayatın tamamını anlamlan­dırmayı ve müstakim kılmayı sağlayan bir dağ hükmündedir.

Konu Sünnetullah ya da tabii yasalar üzerinden daha iyi an­laşılabilir. Biliyoruz ki sabit ve statik olan âlemin bir hareket planı, saat gibi işleyen bir düzeni var ve bu asla şaşmaz. Çünkü bu işleyiş onun fıtratındandır. Bunun karşısında bir de dina­mik ve iradeli olan bir âlem vardır. İnsan bu âlemi temsil eder. Allah insan için de bir kanun tayin etmiştir, yani onun da bir tabiatı bulunur. İşte ibadet, insanı bu ilahi koroya senkronize eder. Belli bir ahenk ve düzen içerisinde saat gibi işleyen evre­ne ayak uydurmasını sağlar: Sabah namazında güneşle doğar, akşam namazında güneşle batar; öğle namazıyla güneş gibi zirveye ulaşır, yatsı namazıyla gurubu hisseder… Görüldüğü üzere ibadet âlemle insan arasındaki işaretleşmelerdir. He­men bütün ibadetler bir zamana mazruf oluşturur. Zamanla doğrudan alaka içerisindedirler.

Topluma iyilik duygusu olarak yansımayan ibadet ya da ubudiyet

Bir kere ibadetin maksadı insanı kul yapmak olduğuna göre, insandaki güzel hali artırmamış ibadet kesinlikle makbul de­ğildir. Maûn suresi müşriklerin namazından bahsederken veyl eder: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namaz­larını ciddiye almazlar.” Evet, onlar namazın dış formunu yerine getirirler. Namazlarının insanlar tarafından görülen kısmı tamdır lâkin ruhu yoktur. Bu noktada merhum Mev- dûdî, “İbadetlerin de insanlar gibi bir ruhu, bir de bedeni var­dır,” der. Ruh hayat kaynağıdır. Kendisinde hayat olmayan ibadet, başkasına hayat veremez.

Kur’an-ı Kerim bir başka yerde kurban ibadetiyle ilgili aynı şeyi söyler: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat ona sizin takvanız ulaşır.” Bu ayet, ibadetin dış for­munun birinci dereceden önem ifade etmediğini açıklar. Aynı şekilde “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz[den ibaret] değildir,” buyrulur. Ezcümle esas olan, öze odaklanmaktır. Zira ibadetten ubudiyet hasıl olmuyorsa, iba­det kişinin gündelik hayatına etki edemiyorsa, yapılan ibadet ruhtan yoksun demektir.

Bugün dine çağrı yapılırken sanki bir örgüte çağrı yapılıyor­muş gibi bir dil ve üslup kullanılıyor. Halbuki doğası gereği din, insanı kendine çağırır. O, insani bir yere götürmez, bila­kis kendine getirir. Çünkü din anlamın ta kendisidir. Yaşama hikmet ve irfan katar. Bu bakımdan ibadetler kişinin ubudiyet ve dindarlığını rehabilite eder.

Filhakika ibadet ve yaşantı arasındaki çarpık anlayış ve teza­hürler, ibadetin fonksiyonlarına parçacı yaklaşmaktan kay­naklanıyor. Gerçekte ibadetlerin bir kısmı ferdin içine yönelip sübjektif kişiliğini imar etmeye, bir kısmı da dış dünya ile iliş­kisini düzeltmeye yöneliktir. Böylelikle insanın iç ve dış ilişki­lerini bir kıvama koyan fonksiyonları vardır ve bu açıdan bir bütün teşkil eder. Bir tarafı ihmal edilmiş ibadetlerin kâmil bir insan ortaya çıkarması imkânsızdır. Aksine parçalanmış ibadet dünyası, parçalanmış bir şahsiyet meydana getirecektir. Ferdin psikolojisi ile sosyal yönünün bir ahenk içerisinde uyumlu ol­ması ancak ibadetlerin bütün olarak icrasına bağlıdır.

Bildik bir misale başvuralım: Motor akılden beslenirken akıl de motordan beslenir. Akılde marş motorunu çalıştıracak enerjinin var olması gerekir ki bu enerji, genel enerjinin kay­nağını harekete geçirebilsin. Nihayetinde akıl yeniden motor­dan beslenmiş olur. Aynı şekilde ibadet her şey demek değil­dir fakat bütün kulluk yani her şey ona bağlıdır. Bu zaviyeden ibadet kulluğun dinamosudur. Dikkat ederseniz, periyodik ve istikrarlı bir süreçten bahsediyoruz. Bunun hikmeti nedir? ibadetler, onlardan koptuğumuzda ruhumuzda oluşabilecek gevşemeyi önler. Ruh yoğunlaşması ve manevi gerilim tabii olarak gevşemenin önüne geçer.

Özellikle ibadetlerin tek bir sefere mahsus olmayan ve sürekli tekrar eden periyodik mahiyeti, insanın iradesini terbiye etme­de eşsiz bir yere sahiptir. Ne olursa olsun, günde beş defa ak­satmadan ve iradesini kullanarak ibadet eden kişinin bir yer­den sonra iradesinin terbiye olmaması ve kişinin bu iradenin öznesi haline gelmemesi imkânsızdır. Bu bağlamda ibadetin kulluğun garantörü olduğu rahatlıkla söylenebilir. Kulluğun diğer yükümlülükleri de ibadetle terbiye edilmiş bir iradeyle birlikte çok daha düzgün bir şekilde fiiliyata kavuşmuş olacak­tır. İnsanın çevresiyle kurduğu ilişki bağlamında ailesine, ak­rabalarına, arkadaşlarına hatta etrafındaki bitki ve hayvanlara karşı sorumlu davranması da bir ibadettir. İnsanın yaptığı bü­tün iyi işler salih amel kategorisinde değerlendirilebilir.

Öte yandan, ibadetin âdete dönüşmesi vartasına işaret etmek gerekiyor. Bütün ibadetlerin temelde bir iradenin varlığını gerektirdiğini söyledik. İbadetlerin insanın iradesini güçlen­dirdiği doğrudur. Mütemadiyen devam eden bir davranış sayesinde irade insanın kontrolüne girer fakat bunun da bir tehlikesi vardır: bir noktadan sonra ibadetlerin âdetleşmesi sorunu. Âdet haline gelmiş davranışlarda şuur ve idrak devre dışı kalır. Bu, iradeyi felç eden bir husustur. Demek oluyor ki ibadetlerin âdetleşmesiyle ibadetten hasıl olan fayda tama­men yok olur, ibadet bir yandan iradeyi güçlendirirken, diğer yandan âdete dönüşerek iradeyi atıl hale getirebilir. Bunu aşmak için insanın daima nefis muhasebesini yapması ve sa­mimiyet sınavını vermesi gerekir. Çünkü müteaddit şekilde vurguladığımız üzere, ibadet hali mütemadiyen iç sorgu ve arayışla beslenmesi gereken dinamik bir süreçtir.

Muhammed Yazıcı – Modern Dünya İlmihali ,syf:23-32

ANKARA İmsakiye
Hicri TarihMiladi TarihİmsakGüneşÖğleİkindiAkşamYatsı
1 Ramazan 144511 Mart 2024 Pazartesi05:3606:5913:0416:2118:5820:16
2 Ramazan 144512 Mart 2024 Salı05:3506:5813:0316:2118:5920:17
3 Ramazan 144513 Mart 2024 Çarşamba05:3306:5613:0316:2219:0020:18
4 Ramazan 144514 Mart 2024 Perşembe05:3106:5513:0316:2319:0120:19
5 Ramazan 144515 Mart 2024 Cuma05:3006:5313:0316:2319:0220:20
6 Ramazan 144516 Mart 2024 Cumartesi05:2806:5113:0216:2419:0320:21
7 Ramazan 144517 Mart 2024 Pazar05:2606:5013:0216:2419:0420:22
8 Ramazan 144518 Mart 2024 Pazartesi05:2506:4813:0216:2519:0520:23
9 Ramazan 144519 Mart 2024 Salı05:2306:4713:0116:2519:0620:24
10 Ramazan 144520 Mart 2024 Çarşamba05:2106:4513:0116:2619:0720:26
11 Ramazan 144521 Mart 2024 Perşembe05:1906:4313:0116:2619:0820:27
12 Ramazan 144522 Mart 2024 Cuma05:1806:4213:0016:2719:0920:28
13 Ramazan 144523 Mart 2024 Cumartesi05:1606:4013:0016:2719:1020:29
14 Ramazan 144524 Mart 2024 Pazar05:1406:3813:0016:2819:1120:30
15 Ramazan 144525 Mart 2024 Pazartesi05:1206:3713:0016:2819:1220:31
16 Ramazan 144526 Mart 2024 Salı05:1106:3512:5916:2919:1320:32
17 Ramazan 144527 Mart 2024 Çarşamba05:0906:3412:5916:2919:1420:34
18 Ramazan 144528 Mart 2024 Perşembe05:0706:3212:5916:2919:1520:35
19 Ramazan 144529 Mart 2024 Cuma05:0506:3012:5816:3019:1620:36
20 Ramazan 144530 Mart 2024 Cumartesi05:0306:2912:5816:3019:1720:37
21 Ramazan 144531 Mart 2024 Pazar05:0206:2712:5816:3119:1820:38
22 Ramazan 144501 Nisan 2024 Pazartesi05:0006:2512:5716:3119:2020:40
23 Ramazan 144502 Nisan 2024 Salı04:5806:2412:5716:3119:2120:41
24 Ramazan 144503 Nisan 2024 Çarşamba04:5606:2212:5716:3219:2220:42
25 Ramazan 144504 Nisan 2024 Perşembe04:5406:2112:5716:3219:2320:43
26 Ramazan 144505 Nisan 2024 Cuma04:5206:1912:5616:3219:2420:45
Kadir Gecesi
27 Ramazan 144506 Nisan 2024 Cumartesi04:5106:1812:5616:3319:2520:46
28 Ramazan 144507 Nisan 2024 Pazar04:4906:1612:5616:3319:2620:47
29 Ramazan 144508 Nisan 2024 Pazartesi04:4706:1412:5516:3419:2720:48
30 Ramazan 144509 Nisan 2024 Salı04:4506:1312:5516:3419:2820:50

10 Nisan 2024 Çarşamba Ramazan Bayramının 1.Günüdür

Bayram Namazı :06:49

Kur’an Meselleriyle Mü’minlerin Kimliği

Bu Kur’an çalışması örnekleme yöntemiyle Rabbimizin mü’minleri nasıl beyan ettiğini göz önüne sermek amacındadır. Kur’an’dan cevabını aradığımız sorular şunlardır: Mesellerin anlatım yöntemiyle mü’minler kimlerdir? Hangi özellikler taşımaktadırlar? Rabbimiz hangi üstün vasıflarıyla mü’minleri övmektedir?

1. Kökü Üzerinde Dimdik Duran Filizler Veren Tohum Gibi Olanlar

“Muhammed Allah’ın Elçisi’dir; ve (sadakatle) onun yanında olanlar, bütün hakikat inkarcılarına karşı kararlı ve tavizsiz, (ama) birbirlerine karşı merhamet doludurlar. Onların (namazda) eğilerek ve yere kapanarak Allah’ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Onların işaretleri, yüzlerindeki secde izleridir.

Şu, onların hem Tevrat’taki ve hem de İncil’deki temsilleridir: (Onlar) filiz veren bir tohum (gibidirler), sonra Allah o (filizi) güçlendirir ki sağlam şekilde büyüsün ve (sonunda) kökü üzerinde dimdik dursun ve üreticileri sevindirsin…

(Allah böylece müminleri sağlam ve dayanıklı/dirençli kılar) ki onlar aracılığıyla hakikat inkarcılarını şaşırtsın. (Ama) onlardan inanıp doğru ve yararlı işler yapanlara Allah mağfiret ve büyük bir mükafat vaad etmiştir.” (Fetih, 48/29.)

Mü’minler mü’minlere karşı alçakgönüllü, hoşgörülü ve tahammülkârdırlar; kafirlere karşı ise onurlu, ilkelidirler.

Mü’minler onurlarını “kendi gövdesi üzerinde doğrularak” korurlar; tağutlardan icazetsiz olarak büyüyüp gelişirler. Zaten zalimlerden izinli olarak var olan bir oluşum, eninde sonunda bereketsiz büyüdüğü için, yok olmaya ya da zalimlerin hizmetine girmeye mahkumdur.

Bu meselde ilkeli, düzenli, disiplinli, azimli, kararlı bir duruş beyan edilmektedir. Ki bu duruş dostların hoşuna gider, onları hayran bırakır; ama düşmanların kin ve nefretini celbeder, öfkesini kabartır. Mü’minler -Allah Rasulü’nün ve ilk mü’minlerin izinden gidenler- kıyamete kadar aynı onurlu, ilkeli, dengeli tavrı sürdürmekle yükümlüdürler.

2. Kalplerine İman Yazılanlar

“Allah’a ve Ahiret Günü’ne (gerçekten) inanan, ama (aynı zamanda) –babaları, oğulları, kardeşleri yahut (öteki) akrabaları bile olsa- Allah’a ve Elçisi’ne karşı çıkanları seven bir toplum göremezsin.

(Gerçek mü’minlere gelince,) Allah’ın kalplerine imanı nakşettiği ve ilhamı ile güçlendirdiği kimseler onlardır ve (zamanı gelince) onları içlerinden ırmaklar akan bahçelerde barındıracaktır. Allah onlardan hoşnuttur ve onlar da Allah’tan. İşte onlar, Allah’tan yana olanlar, mutluluğa ulaşacaklardır!” (Mücâdele, 58/22.)

Kalplerine iman yazılanlar” Allah’ın mesajına ve Rasulullah’ın görevine aktif düşmanlık besleyenlerle dost olamazlar. Öte yandan İslam’a açık fiilî düşmanlık yapmayan kafirlerle nezaket kuralları çerçevesinde ma’ruf bir ilişki kurulması da yasak değildir; Rabbimiz Kur’an’da buna izin vermiştir.

3. Zifiri Karanlık ile Aydınlık; Bunaltan Sıcaklık ile Serinleten Gölge; (Hakikate Karşı) Sağır Olanlar ile Duyanlar; Kalben Ölmüşler ile Mezardaki Ölüler

“Nitekim ne gören ile görmeyen bir olur; ne de aydınlık ile zifiri karanlık; ne (serinletici) gölge ile yakıcı sıcak: Ve ne de yaşayan ile (kalben) ölmüş bulunan; şüphen olmasın ki (ey Muhammed!) Allah dilediğine işittirir, halbuki sen mezarlardaki (ölüler gibi kalben mevta olmuş)lara işittiremezsin: Sen sadece bir uyarıcısın.” (Fatır, 35/19-23.)

Bu meselde karşılaştırma yöntemiyle mü’minler ve kafirler -iman ve küfr- anlatılmaktadır: Mü’minler aydınlık, serinletici gölge ve   hayatla özdeş olarak beyan edilmekte; öte yandan kafirler ise; zifiri karanlıkta olmakla, körlükle, ateşini biriktirmekle ve mezardaki ölüler gibi kalben ölmekle itham edilmektedirler.

4. Allah’a Güzel Borç Verenler; Önlerinden ve Sağlarından Hızla Işık Yayanlar

” Kimdir Allah’a güzel, bereketli bir borç verip onu kat kat fazlasıyla geri alacak olan? Böyle (yapan)lar değerli ve anlamlı bir mükafat görecekler.

Bütün mü’min erkekleri ve mü’min kadınları önlerinde ve sağ taraflarında hızla yayılan ışık dalgalarıyla göreceğin gün, (o gün onlar şu hitapla karşılanacaklar:) Bugün size bir müjde (var) içinden ırmaklar akan, mesken edineceğiniz bahçeler! Bu en büyük mazhariyettir!” (Hadid, 57/11-12.)

“Karzı hasen”; Allah için yapılan infaktır: Karşılığını yine sadece O’ndan beklediğimiz iyiliklerdir, Kur’an’ın altı ayetinde de tekrarlanmıştır.

Yüce Allah, imanla davranışlarını anlamlandıran mü’minlerin iyiliklerini kat kat artırır, bereketlendirir, çoğaltır. Bu meselin bir benzeri de Tahrim Sûresi’nde geçmektedir:

“Ey bütün iman edenler! Gönülden tevbe ederek Allah’a yönelin: Umulur ki Rabbiniz kötü fiillerinizi yok eder ve Allah’ın Peygamberi ile onun inancını paylaşanları utandırmayacağı o gün sizi içinden ırmaklar akan bahçelere koyar: Onlar, önlerinden ve sağ taraflarından hızla ışık yayarlar ve ‘Ey Rabbimiz!’ diye yalvarırlar: Bu ışığımızı ebediyyen parlat ve günahlarımızı bağışla: Çünkü Sen her şeye kâdirsin!” (Tahrim, 66/8.)

5. Yedi Başak Bitiren, Her Başağında Yüz Tane Bulunan Bir Buğday Tohumu Meseli

  “Allah yolunda mallarını harcayanların durumu, kendisinden yedi başak çıkan ve her başakta yüz tane bulunan bir buğday tohumuna benzer. Allah dilediğine kat kat verir ve Allah her şeyi kuşatan her şeyi bilendir.” (Bakara, 2/261.)

İnfak, samimiyet oranında güzel ürünler verir. Bu nedenle Allah yolunda mallarını harcayanların sevapları, “yedi başak bitiren, her başakta yüz tane bulunan bir buğday tohumu gibi” kat kat çoğalır.

Kaynakları sınırsız olan Rabbimiz, sadakalarımızı sürekli çoğalan, dalga dalga genişleyen, kat kat artan güzelliklere vesile olduğu için yedi başak veren bir dalın tohumu gibi bereketle ihsan eder.

 İnsan psikolojisinde vermek malı azaltır ve insanoğlu tabiatı gereği cimri bir varlıktır. Bu meselinde Kur’an şifa kaynağı olma özelliğini cari kılarak, insanı cimrilik hastalığından iyileştiriyor.

İnfaklarımızın kat kat çoğalması için, imkanlarımızı en verimli bir şekilde kullanmamız gerekir:   Ölçü, “saçıp savurmak ile cimrilik” arasındadır.

“Ve onlar başkaları için harcadıkları zaman, ne saçıp savururlar ne de cimrilik yaparlar; bu ikisi arasında her zaman bir orta yol bulunduğunu (bilirler.)” (Furkan, 25/67.)

6. Verimli Topraklar Üzerindeki Bahçe

“Servetlerini; Allah’ın rızasını kazanmak arzusuyla ve kalben mutmain olarak harcayanların durumu (ise), verimli topraklar üzerindeki bahçe gibidir: Bir sağanak vurur, bu sayede ürün iki misli artar; sağanak olmadığı zaman da hafif yağmur (düşer oraya); ve Allah yaptığınız her şeyi görür.” (Bakara, 2/265.)

Bu meselde sağanak yağmur, samimi niyetle yapılan infaktır. İhlas, inabe ve ihbat ile yapılan infak ise, kat ürünü çoğaltan verimli topraklara sahip bahçenin meyvesidir. Servetlerini Allah rızasını elde etmek arzusuyla kalben mutmain olarak harcayanların durumu, verimli topraklar üzerindeki bahçe gibidir, ya yağmur yağar ürün kat kat çoğalır; ya da hafif yağmur, çiğ ve nem de oradaki verimliliği artırır.

 7. Yüzlerinde Secde İzi Taşıyanlar

“Muhammed Allah’ın Elçisi’dir; ve (sadakatle) O’nun yanında olanlar, bütün hakikat inkarcılarına karşı kararlı ve tavizsiz, (ama) birbirlerine karşı merhamet doludurlar. Onların (namazda) eğilerek ve yere kapanarak Allah’ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Onların işaretleri, yüzlerindeki secde izleridir.”(Fetih, 48/29.) 

“Dış için aynasıdır; âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” gibi atasözlerinde de anlatıldığı gibi insanın etrafa yaydığı bir görüntü vardır. Verilen bu görüntüye bakılarak kişinin takvalı olup olmadığı, vakarı, ahlaki duruşu, edebi -edepli ile edepsizin yüzü, çevreye verdiği görüntü farklıdır- hakkında evrensel bir okuma yapmak mümkündür. Vücut dili denilen bu okumada kişinin rengi, dili, ırkı vs. ârızî sebeplerin bir önemi yoktur.

Yüz özdür; insanın siması onun nişan ve alametidir. Secdenin yüze yansıması ise, gönüllerde, kalplerde ve özün en derinliklerinde secdenin temsil ettiği değerlerin yankılanmasıdır.

Secde, tevazunun, alçakgönüllülüğün simgesidir. Bu bağlamda Allah’a yapılan ibadetteki secde; böbürlenmenin, şımarıklığın, riyakârlığın tedavi edilmesini sağlar. Öte yandan o gönüllere şifa dağıtan Makam-ı Mahmud’dan -Rabbimizin övgüye değer saydığı mü’minlere gösterilen yüce ufuktan- kafirler ve münafıklar kaçar da kaçarlar. Oysa tüyleri diken diken eden ürpertisiyle secdenin mü’minlerin gönül dünyalarında, şeytanla olan direniş cihadında ayrı bir yeri vardır. Yüce Allah secde vaziyetindeki mü’minlere engin bir şefkat ve sonsuz bir merhametle bakar.

8. Sağlam, Yekpare Bir Bina Gibi Birbirlerine Kenetlenenler

“Ey bütün iman edenler! Neden söyledikleriniz ile yaptıklarınız birbirine uymuyor? Yapmadığınız şeyi söylemeniz Allah nazarında en tiksinti verici şeydir!

Gerçek şu ki Allah (yalnızca) kendi dâvâsı uğrunda, sağlam ve yekpare bir bina gibi, kenetlenmiş saflar halinde savaşanları sever.” (Saf, 61/2-4.)

Tek tek bütün mü’minler inançlarıyla eylemleri birbirine uyumlu ahlaki kaygıların ön planda olduğu bir hayat tarzına sahiptirler. Öte yandan kişilerin kalplerinde oluşan bu uyumun insanlık sahnesindeki izdüşümünü “yekpare bir bina gibi” birbirine kenetlenmiş olan ümmetin şahitliğinde görmek mümkündür.

Bünyanün Mersûs’un her tuğlasının bir görevi vardır: Bir yandan parçalar arasındaki inanç, gaye ve hedef birliği düşmanın kalbinde korku oluştururken, diğer yandan tevhid ve adaletin yeryüzündeki güvencesini oluşturur.

İslam ümmeti sarsılmaz, yekpare bir bina gibi dayanıklı; sağlam, ideallerini gerçekleştirmede kararlı, tek parça, bütün halinde olmak zorundadır. İbadette, cihadda bu birlikteliği gerçekleştirmeden yeryüzünü ifsaddan kurtarmak, adaleti gerçekleştirme görevini layıkıyla ifa etmek mümkün olamaz.

9. Mü’minleri Şiddetli Azaptan Kurtaracak Alış Veriş

“Ey bütün iman edenler! (Hem bu dünyada hem de öteki dünyada) şiddetli bir azaptan sizi koruyacak bir alış veriş göstereyim mi size? Allah’a ve Peygamberine inanır ve Allah yolunda malınız ve canınızla gayret gösterirsiniz. Bu sizin kendi iyiliğinizedir, keşke bilseydiniz.

(Eğer böyle yaparsanız) Allah günahlarınızı bağışlayacak ve sizi (öteki dünyada) içinden ırmaklar akan bahçelere ve bu sonsuz mutluluk bahçelerindeki güzel köşklere koyacaktır: bu büyük bir mazhariyettir! Ve (bakın, Allah size) gönülden seveceğiniz başka bir şey daha (bağışlayacak: bu dünyada) Allah’ın yardımı ve yakında gerçekleşecek zafer; (ey   peygamber, bunu) bütün mü’minlere müjdele!” (Sâf, 61/10-13.)

“Bilesiniz ki, Allah yolunda savaşan, öldüren ve öldürülen mü’minlerden Allah canlarını mallarını satın almıştır; hem de karşılığında onlara cenneti va’d ederek: Bu O’nun, yerine getirilmesini Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da bizzat güvence altına aldığı bir vaattir. Kimdir verdiği sözü Allah’tan iyi tutan?

Sevinin öyleyse, O’nunla böyle bir alış veriş yaptığınız için; çünkü budur en büyük bahtiyarlık! (Bu, ne zaman bir günah işleseler, hemen) tevbe ve pişmanlık içinde Rablerine yönelen kimselerin O’na (yürekten) kulluk edenlerin; O’nu (coşkuyla) övenlerin; ve O’nun hoşnutluğunu aramaya durmaksızın devam edenlerin; ve O’nun önünde eğilen; O’nun önünde küçülerek yere kapananların; doğru ve güzel olanın yapılmasını önerip, eğri ve kötü olanın yapılmasına engel olanların; ve Allah’ın koyduğu sınırları gözetenlerin (bahtiyarlığıdır.) Öyleyse (ey Peygamber, Allah’ın bu vaadiyle) müjdele, bütün o mü’minleri.” (Tevbe, 9/111-112.)

Ayetlerde geçen temsilde öte dünyadaki acı azaptan kurtulmak için ya da sonsuz mutluluğu yakalayabilmemiz için, Yüce Allah bir ticaret yolu öğretiyor: Malı, canı verip ebedi mutluluğu almak… Ticaretteki bolluk, bereket ve bir şeyin kat kat çoğalmasını temsil eder. Bu aşkın alış verişteki bereket ise, hiçbir dünyevi kazançla kıyaslanamayacak kadar büyüktür.

İman malla canla cihaddır: İman ve salih amel kazancı kat kat artırıp çoğaltan ticaret gibidir. Ve özelde cihad ise tahkiki imanın bir belirtisi; yüksek fedakarlık tezahürü olarak, Allah’ın dünya ve ahiretteki lütuflarına, inayetine kavuşmaktır. Aslında ister malımızdan infak edelim isterse canımızı O’nun yoluna feda edelim; zaten O’nun olan -bize emanet edilmiş bulunan- bir şeyi yine O’na vermektir.

10. Ensârullah/Allah’a Yardım Edenler/Allah’ın Davasının Hizmetçileri

“Ey bütün iman edenler! Meryem oğlu İsa gibi, siz de Allah’ın (dâvasının) hizmetçileri olun! Hani o, Havarilere ‘Kim Allah'(ın davası) uğrunda benim yardımcılarım olacak?’ diye sormuştu. Bunun üzerine beyaz giysili (havarî)ler, ‘Allah (yolunda) yardımcılar(ın) biz olacağız!’ diye cevap vermişlerdi.

Ve böylece İsrailoğulları’ndan bir kısmı (İsa’nın peygamberliğine) inanmaya başladı, diğerleri ise hakikati inkar ettiler. Ama (şimdi) Biz (gerçekten) imana kavuşmuş olanları, düşmanlarına karşı koruyup destekledik; ve onlar üstün gelenlerden oldular.” (Saf, 61/14.)

Bu meselde “İsa Peygamber’in havarileri” ile muhacirlere yardım eden Medineli Müslümanlar olan “Ensar” birbirine benzetilerek, aralarında özdeşlik ilişkisi kurulmaktadır. Havariler -lafız olarak- “beyaz elbiseliler” demektir. İsa Peygamber’in güzide arkadaşları ile, Peygamberimizin o fedakâr, cefakâr arkadaşları Ensarullah’tan olmuşlar, alemlere -tüm zamanların mü’minlerine- güzel model olmuşlardır: Çünkü onlar zor zamanda imanı kuşanmışlar, Allah’ın dinini temsil eden elçilere yardım etmişler, böylece iç ve dış güzelliğini kemale erdirip, karanlıktan ebediyyen kurtulmuşlardır. Her tür günah ve kirden arındıkları için Yüce Allah onları Kitab-ı Mubin’de “bembeyaz kıyafetliler/karakteri kişiliği tertemiz olanlar.” diye anmıştır.

Fevzi Zülaloğlu

21.04.2023

20.04.2023

Allah`ım! Bu günde tuttuğum orucu kendin ve Resul`ün (a.s.m.) beğendiği şekilde mükafatlandırıp kabul buyur ve onun furuunu -iman ve ihlas olan- usulüyle pekiştir.

Bütün övgüler alemlerin rabbi olan Allah`a mahsustur.

19.04.2023

Allah`ım! Bu günde rahmetinle beni kapla; bu günde bana iyi amelleri yapmak için tevfik ve kötü amellerden korunma gücü lutfeyle ve beni şüphe ve suç unsuru addedilebilecek şeylerin karanlığından temizle; ey mümin kullarına merhametli olan Rabbim…

18.04.2023

Allah`ım! Bu günde müstehap (sünnet) amellerden nasibimi çoğalt; dünya ve ahirette sorumlu olduğum şeyleri hazırlayarak bana lütuf ve bağışta bulun; bugünde vesileler arasından Sana vesilemi yakınlaştır bana; ey ısrarla yalvaranların ısrarı kendisini başkalarıyla ilgilenmekten alıkoymayan Rabbim…

17.04.2023

Allah`ım! Bu günde bana Kadir Gecesi`nin sevabını lütfeyle; işlerimi zorluktan kolaylığa dönüştür; mazeretlerimi kabul buyur; günah ve vizr-ü vebalı üzerimden kaldır; ey salih kullarına şefkatli olan!

16.04.2023

Allah’ım! Beni bu günde velilerini seven, düşmanlarına düşmanlık besleyen ve peygamberlerinin sonuncusu Muhammed Mustafa’nın (a.s.m.) sünnetine uyan kimselerden kıl; ey peygamberlerin kalplerini koruyan Yüce Allah.

15.04.2023

Allah’ım! Bu günde Seni razı edecek şeyleri Senden diliyor ve Seni rahatsız edecek şeylerden Sana sığınıyorum. Allah’ım! Bu günde Sana itaat edip karşı gelmemek için senden tevfik ve yardım diliyorum; el el açıp dilenenlere cömert davranan Rabbim.

14.04.2023

Allah’ım! Bu günde beni günah ve kusurlardan yıkayıp temizle; kalbimin imtihanında bana kalplerin takvasını ver; ey günahkarların sürçmelerini bağışlayan Rabbim.

13.04.2023

Allah’ım! Fazl-ü rahmetinin kapılarını bugün yüzüme aç; bu günde bereketlerini üzerime indir ve beni hoşnutluğuna vesile olacak şeylere muvaffak kıl; beni cennetlerinin ortasına yerleştir; ey perişanların duasını kabul eden Allah.

12.04.2023

Allah’ım! Bu günde beni hoşnutluğuna götürecek bir kılavuz kıl bana; bu gün şeytanı bana ulaştıracak hiçbir yol bırakma; benim yerleşeceğim ve rahat edeceğim yeri cennet kıl; ey arayanların hacetlerini yerine getiren Rabbim.

11.04.2023

Allah’ım! Bu günde cennet kapılarını yüzüme aç; cehennem kapılarını yüzüme kapat; bu günde Kur’an okumaya beni muvaffak kıl; ey müminlerin kalplerine sükunet ve huzur indiren Yüce Allah…

10.04.2023

Allah’ım! Bu günün bereketlerinden nasibimi bol et; hayırlarına ulaşma yolumu kolaylaştır; iyi amellerinin kabulünden beni mahrum bırakma; ey apaçık hakka hidayet eden Rabbim.

09.04.2023

Allah’ım! Bu günün seherlerinin bereketlerinden yararlanmak için beni uyandır; nurların ışığıyla kalbimi aydınlat ve bütün uzuvlarımı bu günün eserlerinden, bereketlerinden yararlandır; nurun ile, ey ariflerin gönüllerini aydınlatan!

08.04.2023

Allah’ım! Bu günde beni salih amellere hidayet et; bu günde beni hacet ve arzularıma kavuştur. Ey açıklamaya ve sormaya ihtiyacı olmayan; ey alemdekilerin göğsünde bulunanları (içinde geçenleri) bilen Rabbim. Muhammed’e ve onun tertemiz Ehl-i Beyt’ine rahmet et.

07.04.2023

Allah’ım! Bu günde iyi insanlarla arkadaş olmaya beni muvaffak kıl ve kötü insanların arkadaşlığından beni uzaklaştır. Rahmetinle bana ebediyet ve sükûnet yurdu olan cennette yer ver; ilahlığın hakkına, ey alemlerin İlahı!

06.04.2023

Allah’ım! Bu günde bana huşu ehlinin itaatini nasip eyle; mütevazı insanlar gibi dönüş yapıp tövbe etmemle göğsümü genişlet; emanınla, ey korkanların emanı ve güveni!

05.04.2023

Allah’ım! Bu günde ayak sürçmelerimden dolayı beni cezalandırma; hata ve yanlışlarımı bağışla. Bu günde beni bela ve afetlerin hedefi etme; izzetinle, ey Müslümanların izzeti!

04.04.2023

Allah’ım! Bu günde beni (maddi ve manevi bütün) kir ve pisliklerden temizle; bu günde olması takdir edilen olaylara karşı beni sabırlı kıl. Bu günde takvalı olmaya ve iyi insanlarla arkadaşlık yapmaya beni muvaffak eyle; yardımınla, ey zavallı ve miskin insanların göz nuru!

03.04.2023

Bu günde örtü ve iffetle beni ziynetlendir; bugün kanaat ve elde olana yetinme libasını bana giydir; beni bu günde adalet ve insafa sevk et ve korktuğum her şeyden beni emniyete al; koruma ve ismetinle; ey korkanları koruyan Rabbim.

02.04.2023

Allah’ım! Bu günde iyilik ve ihsanı bana sevdir; fısk ve günahtan beni nefret ettir; gazabını ve –cehennem- ateşini bana haram kıl; yardımınla ey imdat isteyenlerin imdadı!

01.04.2023

Allah’ım! Bu günde beni Sana tevekkül edenlerden, Sana göre saadete erişenlerden ve Sana yakınlaşan kimselerden kıl; ihsanınla ey arayanların en büyük talebi!

31.03.2023

Bu günde geniş rahmetinden beni nasipsiz bırakma; açık delil ve burhanlarını bana göster ve beni alıp en kapsamlı hoşnutluğa götür; muhabbetinle ey şevkli insanların arzusu!

30.03.2023

Allah’ım! Bu günde öksüzlere merhamet etmeyi, fakirlerin karnını doyurmayı, karşıma çıkan herkese selam vermeyi ve değerli insanlarla oturup kalkmayı bana nasip eyle; iyilik ve ihsanınla, ey arzu edenlerin sığınağı…

29.03.2023

Allah’ım! Bu günde oruç tutup ibadete durmam için bana yardımcı ol; bu günün sürçme ve günahlarından beni uzaklaştır; bu günde sürekli olarak Seni zikretmeyi bana nasip eyle; tevfikinle ey yolunu şaşanları hidayet eden!

28.03.2023

Allah’ım! Sana karşı işlediğim günahtan ötürü bu günde beni yalnız bırakma; azap kırbacınla beni cezalandırma; bu günde gazabına vesile olacak şeylerden beni uzaklaştır; sonsuz lütfun ve nimetlerin hakkına, ey şevkli insanların en büyük arzusu!

27.03.2023

Allah’ım! Bu günde beni mağfiret dileyenlerden, sana itaat eden salih kullarından ve mukarreb velilerinden kıl; lütuf ve şefkatin hakkında ey merhametlilerin en merhametlisi!

26.03.2023

Bu günde emrini uygulamak için beni güçlendir; bu günde zikrinin güzel tadını bana tattır; kereminle beni bu günde şükrünü eda etmek için hazırla; bu günde hıfzın ve örtünle beni (günah ve beladan) koru; ey basiretlilerin en basiretli!

25.03.2023

Allah’ım! Bu günde bana zeka ve uyanıklık (ibadet ve itaatten gafil olmama) hali ver; beni cahillik ve batıl işlerden uzaklaştır. Bu günde indirdiğin her hayırdan bana da bir nasip ayır; cömertliğin hakkına ey cömertlerin en cömerdi!

24.03.2023

Allah’ım! Bu günde beni kendi hoşnutluğuna yakınlaştırıp, gazap ve azabından uzaklaştır. Bu günde ayetlerini okumaya beni muvaffak kıl; rahmetin hakkına ey merhametlilerin en merhametlisi.

23.03.2023

Bu günde tuttuğum orucu gerçek oruç tutanların orucu gibi ve ibadetimi gerçek ibadet edenlerin ibadeti gibi kıl; bu günde beni gafillerin uykusundan uyandır; suçumu bu günde bağışla; ey alemlerin İlahı! Affet beni, ey suçları affeden Rabbim!

Comments are closed.