logo

Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın zorlaştırmayın.

islam

خالد الحلاق – ميكس أناشيد رمضان – ايه العمل يا أحمد – بحبك وبريدك – يا إمام الرسل

Bir toplumda en çok sevilen insanların, güler yüzlü, sevgi dolu, cömert, iyiliksever, merhametli insanlar olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım. Çünkü normal insanların tabiatı böyledir, bu tür kişileri elinde olmadan severler. Korkulan, çekinilen veya sevilmeyen insanlar ise bu özelliklerin aksini taşıyan, asık yüzlü, sevgisiz, kibirli, cimri, ilişkilerinde sevgiden ziyade daha çok güç ve şiddete başvuran, merhametsiz tiplerdir… Birinci tarifteki insanlar elde olmadan sevilirken ikincilerden ise ancak çekinilir ve korkulur.

Bu konuyu niçin açıyoruz derseniz, Rabbimiz’i daha iyi tanımak ve sevgisini tahsil etmek için diyebiliriz. Evet, Rabbimiz, insanlarda görüp de sevdiğimiz ne kadar güzel ahlak varsa hepsinin yaratıcısı ve asli kaynağıdır. Bizzat Rabbimiz’in zâtı da bu güzel isim ve sıfatlarla mündemiçtir. Kur’an ve hadislerin ifadelerinde de Yüce Rabbimiz’in bu vasıfları açıkça görülebilir nitekim… Buradan çıkarılması gereken netice, iyi ahlaklı kulların sevilmesi gibi Rabbimiz’in de çok sevilen bir Rab olması gerçeğidir. Zira yukarıda ifade ettiğimiz gibi insan fıtratı bunu gerektirir ama işin garibi şu ki kul boyutundaki tablonun Rab boyutunda aynısının olamadığını görmekteyiz. Bunun sebebi ne olabilir diye araştıracak olursak daha çok Allah’ı yeterince tanıyamama yani marifet eksikliği ile karşılaşırız. Bunun dolaylı sebebi ise Allah’ı anlatan veya İslam’ı temsil eden âlimlerin temsil konusunda Hazreti Peygamber (sav) gibi çok sevilen iyi bir Müslüman örneği teşkil edememeleridir diyebiliriz…

İnsanoğlu duygusal bir varlıktır ve çevresindeki eş ve dostlarıyla, hatta sahip olduğu eşyalarıyla bile ilişkisi duygu ağırlıklı olur. Mesela gün gelip zengin olan ve saraylarda oturan bir kimse eskiden oturduğu eski ahşap evinin her şeyini özler; insanlar işte bu derece duygusal varlıklardır. Kendi yaşantımızı örnek alarak değerlendirelim. Hayatımızın hemen her alanında bu anlattıklarımız bizzat yaşadığımız ve şahit olduğumuz gerçekler değil midir? Peki, o zaman, elhamdülillah Müslümanız, inandığımız, iman ettiğimiz bir Rabbimiz var ve kulluğumuzu izhar için her gün türlü ibadetlerle Rabbimiz ile manevi bir temasımız ve yakınlığımız oluyor. Mesela, günde beş vakit namaz kılıyor ve en az günde beş kere huzurunda duruyoruz. Şimdi bakalım ve soralım kendimize ki eşyalarımızla bile bir ölçüde duygusal bir bağ kurarken Allah ile duygusal bağımız ve yakınlığımız ne âlemde? Yoksa haşa O’nu sanki duyguları olmayan soyut büyük bir güç olarak mı düşünüyor ve hayatımızda ona öyle bir yer mi veriyoruz? Hâlbuki Rabbimiz sonsuz derecede duygu zengini bir Rab ve bunu yüce kitabında çok açık bir şekilde anlatıyor… Sevgisini, şefkatini, rahmetini, merhametini, cömertliğini, bağışlayıcılığını her surede, her ayette tekrarlayarak adeta gözlerimize sokuyor. Niçin acaba böyle isim ve sıfatlarına ısrarla vurgu yapıyor ve bunlardan her ayette bahis açıyor… Bunların özel bir anlamı yok mu? Elbette ki çok büyük anlamları var… İşte bunların anlamını en güzel şekilde ancak, kul boyutunda ahlakını Allah’ın ahlakına olabildiğince benzeterek, duygularını zenginleştirmiş insanlar takdir edip anlayabiliyorlar… Şimdi soruyorum size, duygu zengini böyle bir Allah’ı sevememek ve O’na karşı duygusal bir yakınlık hissedememek gerçekten çok yadırganacak ve çok acınacak bir durum değil midir?

Namazlarda Huşuyu Duygusal Yakınlıkla Sağlayabiliriz

Rabbimiz ile duygusal yakınlığı kuramamak maalesef namazlarımızdaki huşuya da etki ediyor. Namazda Allah deyince aklımıza gelen şeyler, Allah’ın yalnızca kudreti, kuvveti, gücü ise yani böyle azametli bir Allah telakkisi ve tefekkürü ile huşu sağlamaya çalışıyorsak bu yöntem istenilen huşuyu sağlamaya yetmiyor. Hâlbuki ahlaklı, cömert, sevgi dolu, merhametli, şefkatli bir Allah telakkisi, hatta teşbihte hata olmaz, anne gibi şefkatli bir Allah tefekkürü ve sevgisi namazlarda huşuyu kolayca elde etmemize yardımcı oluyor.

Ben Rabbim’i âcizane kul boyutumda kendime benzetirim, yardım severliğimi, merhametimi, cömertliğimi bilirim ve bu sebeple Rabbim’de bunların hepsinin sonsuz derecesi olduğu bilinciyle onu severek teslim olurum. Ben böyle merhametli, sevgi dolu olmasam Rabbim’i layıkıyla tanıyamayacaktım. O sebeple güzel ahlaklı olmak iyi bir kul olmak için ve Allah sevgisini tahsil için çok önemlidir.

Namazlarda Huşuyu Duygusal Yakınlıkla Sağlayabiliriz

Rabbimiz ile duygusal yakınlığı kuramamak maalesef namazlarımızdaki huşuya da etki ediyor. Namazda Allah deyince aklımıza gelen şeyler, Allah’ın yalnızca kudreti, kuvveti, gücü ise yani böyle azametli bir Allah telakkisi ve tefekkürü ile huşu sağlamaya çalışıyorsak bu yöntem istenilen huşuyu sağlamaya yetmiyor. Hâlbuki ahlaklı, cömert, sevgi dolu, merhametli, şefkatli bir Allah telakkisi, hatta teşbihte hata olmaz, anne gibi şefkatli bir Allah tefekkürü ve sevgisi namazlarda huşuyu kolayca elde etmemize yardımcı oluyor. Ben Rabbim’i âcizane kul boyutumda kendime benzetirim, yardım severliğimi, merhametimi, cömertliğimi bilirim ve bu sebeple Rabbim’de bunların hepsinin sonsuz derecesi olduğu bilinciyle onu severek teslim olurum. Ben böyle merhametli, sevgi dolu olmasam Rabbim’i layıkıyla tanıyamayacaktım. O sebeple güzel ahlaklı olmak iyi bir kul olmak için ve Allah sevgisini tahsil için çok önemlidir.

Huşunuz Size Ait Olsun Kimseyi Taklit Etmeyin

Size bir sır vereyim, namazda huşuyu elde etmek için kimseyi taklit etmeyin. İnsanların çoğu İmam-ı Gazali’yi okumuş, onun namazdaki huşusunu taklit ediyor. Hâlbuki ben kendi kendime dedim ki: Neysem o olacağım, kimseyi taklit etmeyeceğim… Günahımla, sevabımla, kusurlarımla ve acizliğimle Allah’ın huzurundayım. Benim yapabileceğim şey namazda Allah’tan başka hiçbir şeyi düşünmemek dedim bunu başarmaya çalıştım. Elimde olmadan gelenlere de aldırmadım. Zira Hazreti Ömer (r.a.) “Ben bazen namazda orduyu donatıyordum.” diyor. Bunun gibi elinde olmadan gelenden mesul değilsin ve bu huşuna engel de değil. Ama mümkün mertebe dünyevi vesveseler gelince de onu orada bırak, devam ettirme. Yani kendi adıma ben, Allahu Ekber diyorum başka hiçbir şey düşünmeden namazımı kılıyorum. İşte böyle kılanlar huşu sahibi olurlar. Namazda huşunu duyguları sınırlayarak da sağlama; o anki halet-i ruhiyene göre hangi duygular içindeysen o duygularınla huşulu ol. Mesela sevinçli misin, kırık kalpli, üzgün mü, yoksa coşkulu veya Allah için öfkeli mi? Velhasıl bu duygularını yaşarken onlarla huşulu ol…

Ahlaklı Olun ki Rabbiniz’i Anlayabilesiniz

Rabbim’i ben kul boyutumda kendime benzetirim ve kendimden de Rabbim’i anlamaya çalışırım. Dolayısıyla nefs mücadelesi yapın ve ahlaklı olun ki Rabbiniz’i anlayabilesiniz ve duygusal ilişkiye girebilesiniz.

Şafii mezhebinde Allah’a bakış şöyledir: Allah kudret ve kuvvet sahibidir. O mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Kullarına eza-cefa etse öldürse zalim olmaz. Doğrudur ama olay yalnız böyle değildir. Bu düşünce Allah’ı sadece kuvvet ve kudreti ile değerlendirmekten kaynaklanır. İyi de Allah’ın şefkati, merhameti, sevgisi nerede? Bu yüzden doğunun insanlarında daha çok teslimiyetçi bir anlayış hâkimdir. Osmanlı bile halkına Hanefi mezhebinde olduğu halde Şafii itikadını öğretmiştir… Niye? Halkını kolayca sevk ve idare edebilmek için elbette…

Huşu sevgiden, saygıdan kaynaklanıyor. Sevgi ise kalbin hoşlandığı şeye elinde olmadan meyletmesidir. Allah’a kalbin meyletmiyorsa sevgin yok demektir ki bunun sebebi korkudur…

Allah nedir? Bir isim, bir kavram mı? Bu sorunun cevabını Allah’ın ahlakıyla ahlaklanırsan tam olarak verebilir ve Allah’ı ancak o zaman tanıyabilirsin. O zaman güzel ahlaklı olmaya, çevresiyle ilişkisinde bu duyguların etkisiyle hareket etmeyen yani insanlarla, hatta tüm mahlûkatla iyi geçinme, ünsiyetli olma, sevme modunda olmayan insanların, hem Allah katında hem toplum nezdinde ne önemi olabilir ki? Bu sebeple ben zina gibi, içki gibi büyük günahları işleyen adamlara bile sevgisiz adamlara kızdığım kadar kızamıyorum. Neticesi itibariyle sevgisizlik çok tehlikeli bir hastalıktır, bir an önce bundan kurtulmak gerekir.

Dünyaya Ederi Kadar Değer Vereceğiz

Dünyaya olduğu ne ise o kadar değer vereceğiz. Olduğundan az değer verildiği için İslam dünyası geri kaldı. Olduğundan fazla değer verilmesi de Müslümanları cimri, tutuk ve korkak yapıyor. Dolayısıyla bu ayarı iyi yapmak gerekir. Yenilmeyen içilmeyen şeyler diye din, iman bizim için ikinci planda olmasın; eğer böyle isek biz dünyaya olduğundan fazla değer veren adamlarız demektir. Namus için, iman için ve arkadaşlık, dostluk için yerinde malından, canından cömertlik yapamayanlar, bunları esirgeyen ve bu konuda cimrilik yapanlar şerefli insanlar olamazlar. Dolayısıyla maddi değerleri manevi değerlerin üstünde tutmak şerefinden taviz vermektir.

İnsanların kendisi hakkında sosyal hayatta ne düşündüklerine önem vermeyen yani bu konuda izzet-i nefsine önem vermeyen kişiler de şerefli insanlar olamazlar. Bu konu ibadetlerdeki ihlaslı olmakla aynı değildir. İbadetlerde böyle yapmak ihlastır ama sosyal hayatta insanların kendisi hakkındaki düşüncelerine önem vermemek normal değildir. İzzet-i nefsini korumamak akılsızlık ve şerefsizliktir.

Harekete Geçmeyen Nefsin Kötü Arzularından Günahkâr Olmayız

Yaratılıştan her insana imtihan için ayrı ayrı birtakım manevi iyilikler ve mücadele etmemiz gereken kötülükler verilmiştir. Kur’an bu gerçeği birçok ayetle açıklar. Adam mesela cimri olur, bunun için kimse onu suçlayamaz. Zira harekete geçmeyen şeyden insan günahkâr olmaz. Hırsızlık hastalığının bir insanda var olması, bu hastalık fiiliyata dökülmediği müddetçe günah değildir. Manen terakkisine de engel değildir. Böyle kişilerin, “Bu ve benzeri manevi hastalıklarımı yok edersem evliya olurum, yok edemez de bunları bastırırsam büyük sevaba nail olurum.” diye düşünmesi gerekir. Nitekim bu marazları bastıran kişiler Allah katında çok şerefli makamlara yükselirler. Böyle olmasaydı evliyalık farz olurdu. Hâlbuki evliyalık farz değildir. Günaha düşünce bu psikolojide tövbe edip işi baştan bağlamak gerekir. Yani işi baştan bağlamak, nefsle hesaplaşıp işi kökünden halletmek demektir ki bunun için gerçek bir tasavvufi terbiye veren müesseselerden faydalanılır… Tasavvufa, dünyevi makam gibi bir niyetle evliya olmak için girilmez ama nefsin damarını değiştirmek için girilir. Günah arzularından kurtulmak, günaha meyilli olan nefsin bu arzularını bağlamak, yani nefsi terbiye etmek için girilir.

Tövbe Etmek Pişman Olmaktır

Tövbe etmek günahlarda ısrar etmemektir, bir kelimeyle tanımı pişman olmaktır. Yetmiş defa tövbe edip pişman ol, işte bu tövbe olur; ama yetmiş defa günaha düşen yetmiş defa pişman olamaz, kendimizi bu konuda kandırmayalım. Ancak pişman olmayı başarırsa yedi yüz defa günaha düşse Allah yine affeder. Pişman olmak nedir peki? Sen bir yola çıkmışsın; ya bu hak olan, doğru bildiğin yola gideceksin ya da başka yola. Başka yollar tehlikelidir; sonları en hafif tabirle fasıklığa, Allah korusun belki kâfirliğe kadar çıkar. Daha önceki sohbetlerimizde insanları beşe ayırmıştık… Peygamberler, evliyalar, kâfirler, fasıklar bir de nefsine hâkim olup iyi Müslüman olmaya çalışanlar diye. Bu gruptan bize uygun olanı nefsine hâkim olup iyi Müslüman olmaya çalışanlardan olmaktır. Zira bu bizim kulluk görevimizdir. Kim bu yolda azmederse evliyaların makamına kadar yükselir, bunu böyle bilmek gerekir. Evet, fasık mısın, iyi Müslüman olmaya çalışan birisi misin? Kendini sorgula ve bu konuda kendin karar ver. Namazın namaza benzemiyorsa, arkadaşlığın iyi değilse, büyük günahlardan kaçamıyorsan bu Müslümanlığın adı fasıklıktır, kendini kandırma…

Ben insanları çok iyi tanıyorum; bu konuda bilgi, feraset ve tecrübelerime dayanarak söylüyorum ki bu zamandaki günahların çoğu cinsel kaynaklı günahlardır. Seni büyük günahlara düşüren zaafların varsa alkolikler gibi bu günahlara iki de bir düşmekten kurtulamıyorsan aynen bir doktora gitmek gibi mutlaka bir üstada yani manevi halden anlayan, nefsten anlayan bir maneviyat büyüğüne gitmelisin. Maalesef insanların ekserisi, alkolikler gibi tabiri caizse günahkoliktirler. Mesela, zinakolik, kibirkolik, hasetkolik, cimrikolik, riyakolik vs gibi işte… Bu günahların bağımlılarının kurtulması, manevi büyüklerin yardımı ve yol göstermesiyle kolay olur, yoksa işleri çok zor Allah yardım etsin…

Güzel ahlakın içinde bazıları vardır ki diğer tüm ahlaklara faziletçe baskın gelir veya aslında hepsini içinde barındırır. 

Onlardan birisi şüphesiz merhamettir. Merhametin sözlük anlamı hepimizin bildiği üzere mahlûkatın içinde şefkate değer her varlığa, acımak, şefkat göstermektir. Bizleri ve tüm mahlûkatı yoktan var eden Rabbimiz’in en baskın vasfı da merhametli olmasıdır. Nitekim “Allah mahlûkatı yarattığı vakit, kendi nezdinde arşın üstünde bulunan kitabına ‘Rahmetim gazabıma üstün geldi.’ diye yazdı.” şeklinde bizlere ulaşan hadis-i şerif bu gerçeği açıklar niteliktedir. (Buhârî, Tevhid 15, 22, 28 55, Müslim, Tevbe, 14-16)

Merhameti böyle taşkın olan Rabbimiz, kullarından da merhametli olmalarını ister ve bunu her şeyin üzerinde önemser. “Bu, Allah’ın kullarının kalplerine yerleştirdiği merhamettir ve Allah, ancak merhametli kullarına rahmet eder.” (Müslim, Cenâiz, 11; Buhârî, Merdâ, 9)

“İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.” (Buhârî, Tevhîd, 2) hadisi de bu gerçeği dile getirir. Görüldüğü gibi rahmete mazhar olmak için, kullara merhamet etmek şart koşulmuştur.

Rabbimiz’in güzel isimleri arasındaki Rahman, Rahim, Rauf gibi isimleri merhametinin farklı tecellileridir ki hepsi de; rahmet eden, acıyan, şefkat gösteren anlamlarını ihtiva eder. Mesela, yarattığı her mahlûka hiçbir ayrım yapmadan acıması, rahmet etmesi Rabbimiz’in Rahman ism-i şerifine karşılık gelir. Rahim ism-i şerifi ise adaleti de içinde barındıran bir yücelikle yalnız hak edenlere yani iyilik edenlere, iyi kul olmak için mücadele edenlere, acımayı ifade eder… Mesela, Rabbimiz’in kâinatı ve içindekileri yoktan var etmesi, kâfir, mümin ayırt etmeden tüm canlılara hayat imkânı vermesi Rahman isminin tecellisidir. Rahim isminin tecellisi ile de hidayeti kabul edenler ve iyiliği tercih edenler rahmete ereceklerdir. Yine şöyle ifade edecek olursak insanın yaratılışı, varlık sahnesine çıkarılışı Rahman ismine karşılık gelirken, var olduktan sonra merhametli oluşu ise Rahim ismine karşılık gelir. Rabbimiz’in peygamberler göndermesi ve kullarının hidayetini dilemesi de Rahim isminin bir tecellisidir. Bir de şu incelik vardır ki Allah rahmet ederken kullar ancak merhamet eder, rahmet edemezler…

Evet, Rabbimiz’in acıması çoktur. Kur’ân’da bunu vurgulayan, gösteren, hatırlatan yüzlerce ayet vardır. Mesela ilk sure Fatiha’dan başlayalım ki önce besmeleyle başlar. Her işe başlarken söylememiz tavsiye edilen besmelenin anlamı, herkesçe malumdur ki “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” demektir. 

Sonra ilk ayet “Âlemlerin Rabbi’ne hamdolsun.” ve akabinde “O, Rahman ve Rahîmdir.” diyerek yine hemen rahmete, merhamete vurgu yapılır.  (Fatiha, 1/1-2-3)

Rabbimiz merhametini Kur’ân’da bazen bizatihi direkt ifade eder. Mesela;

“…Şüphesiz Rabbiniz çok şefkatli, pek merhametlidir.” (Nahl, 16/7)

“…Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı çok esirgeyici, çok merhametlidir.” (Hac, 22/65)

Bazen de peygamberlerin lisanıyla haber verir:

“Musa dedi ki: Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla, bize acı. Sen merhametlilerin merhametlisisin.” (A’raf, 7/151)

“Yusuf dedi ki: Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir.”  (Yusuf, 12/92)

Bazen de sıradan kulların ifadesinde bu merhametin eserleri görülür ki bu ifadelerle hem rahmet ve merhamet hatırlatılır hem de siz de böyle merhametime sığının mesajları verilir:

“Kullarımdan, ‘Ey Rabbimiz! Biz inandık, bizi bağışla, bize merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.’ diyen bir grup vardı.” (Mü’minûn, 23/109)

Rabbimiz’in rahmet ve merhametinin sınırı yoktur. Yeter ki kulları bunun farkında olarak O’na yönelsinler ve ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar yine bu rahmete adabınca iltica edip af dilesinler; kesinlikle yüz üstü bırakılmayacak, elleri boş çevrilmeyeceklerdir. 

“Kim bir kötülük yapar yahut kendine zulmeder, sonra da Allah’tan bağışlama dilerse Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur.” (Nisâ, 4/110)

Evet, eğer Rabbimiz’in böyle sonsuz merhameti olmasaydı ve kulları arasında bunun çok cüzi bir kısmını paylaştırmasaydı yeryüzü kesinlikle yaşanmaz ve çekilmez olurdu…

“Allah Tealâ rahmetini yüz parçaya ayırdı. Doksan dokuzunu kendi yanında tuttu, bir parçasını ise yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle bütün canlılar birbirine merhamet ederler. Hatta kısrak (emzirirken) yavrusuna basıp da zarar verir korkusuyla ayağını kaldırır.” (Buhâri, Edeb, 19; Müslim, Tevbe 21)

“Allah Teâlâ yeri ve gökleri yarattığı gün, yüz rahmet yarattı. Her bir rahmet yerle gök arasını dolduracak kadardır. Bu yüz rahmetten yeryüzüne bir tek rahmet indirdi ki bu sayede anne yavrusuna, yabani hayvanlar ve kuşlar da birbirlerine merhamet ederler. Kıyamette ise O, bu rahmetin tamamı ile kullarına merhamet eder.” (Müslim, Tevbe, 21)

Rabbimiz’in elçileri ve peygamberleri de Allah’ın Rahim isminin üzerlerinde fazlasıyla tecelli ettiği merhametleri coşkun kimselerdir ki bu merhametten en fazla nasiplenmiş olan nebilerden birisi Efendimiz (s.a.v.)’dir. Nitekim Kur’ân’da bu vasfından dolayı açıkça Rabbi tarafından övülür.

“Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 9/128)

Bir adam yanındaki çocukla Hz. Peygamber (s.a.v.)’e geldi. Adam çocuğu bağrına basıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Ona karşı merhametlisin değil mi?” diye sorunca adam: “Evet” dedi. Bunun üzerine O (s.a.v.): “Allah ona karşı senden daha merhametlidir. O, merhametlilerin en merhametlisidir.” buyurdu. (Buhârî, Edebü’l-Müfred, 137)

Ve 23 yıllık nübüvvet döneminde; katı kalpli, merhameti unutmuş cahil bir toplumu sevgi dolu, yumuşak kalpli, gözü yaşlı ve merhametli bir topluma dönüştürerek risaletini tamamladı.

“Muhammed, Allah’ın Rasulü’dür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler. Onların, rükû ve secde hâlinde Allah’tan lütuf ve hoşnutluk istediklerini görürsün. Onların secde eseri olan alametleri yüzlerindedir. İşte bu, onların Tevrat’ta ve İncil’de anlatılan durumlarıdır: Onlar filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ziraatçıların hoşuna giden bir ekin gibidirler. Allah, kendileri sebebiyle inkârcıları öfkelendirmek için onları böyle sağlam ve dirençli kılar. Allah, içlerinden iman edip salih amel işleyenlere bir bağışlama ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.” (Fetih, 48/29)

Sonuç olarak, şiddetin alabildiğine yaygınlaştığı özellikle insan canına kastın zararlı bir böcek öldürmek kadar kolaylaştığı bir zamandayız. Şiddet olaylarının yaygınlaşması yüzünden televizyonlarda haberleri izleyemiyoruz. Zira hemen her gün, her saat ve saniye hiçbir yüreğin izlemeye dahi dayanamadığı zulümler, işkence ve şiddet, korumasız insanlara, hiçbir suçu olmayan masum çocuklara, yaşlı insanlara reva görülüyor. Hayretler içinde kalıyor, bunu bir insan nasıl yapabilir diyoruz. Zulmün tavan yaptığı bir zaman dilimindeyiz. Gerçekten hadislerde ifade edilen ahir zamanın en önemli belirtilerinden birisi de zulmün artması, merhametin yüreklerden adeta silinip çıkmasıdır. Şu bir gerçek ki insanların gönül dünyalarında fıtraten var olan merhamet duygusu tek başına artık huzurlu bir dünyayı oluşturmaya yetmiyor. 

İslam inancı, Allah sevgisiyle terbiye edilmiş bir topluma her şeyden çok ihtiyacımız var… Allah’ın dini olan İslam, kötü duyguları törpülemede, iyi duyguları yeşertmede daha önce de tecrübe edilmiş önemli bir yere sahip… Lakin ne yazık ki günümüzde İslam’ın yanlış yorumları da bu şiddetin sebebi olabiliyor… Bu ise insanlık âleminin düştüğü bu badireden kurtuluşunun tek adresi olan İslam için ne kötü bir iftira… Hâlbuki insanlık tarihi şahit ki merhameti terk etmiş bir cahiliye toplumu, İslam’la ne kadar sevgi dolu, fedakâr, merhametli bir toplum haline gelmişti… Bugün yine insanlık için buradan bir çıkış yolu bulabiliriz. Yalnız önce İslam’ı, hırslarımızın ve nefislerimizin yüzünden içine düşürdüğümüz bu iftira çukurundan doğru bir İslam bilgisiyle çıkarmamız gerekiyor. 

ABDÜLKADİR YILMAZ

Bir kimse karısına kin beslemesin, onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.

Âile huzurunu baltalayan, saâdete gölge düşüren temel sebeplerden biri de memnuniyetsizliktir. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde bu mesele net bir şekilde ele alınmıştır. Rabbimiz, Nisâ Sûresi 19. âyette şöyle buyurmuştur: “…Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmadıysanız, olabilir ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah onda pek çok hayır yaratmış olur.”

İki farklı fert ve karşı cinsin, bir âile olmasının tamamen sancısız olmasını beklemek, toz pembe tablolar hayal etmek; insaf ve gerçek dışıdır. Kimi çizgi film veya filmlerde sergilenen, neredeyse kusursuz sevda ve birliktelikler, gençlerde maalesef o türden beklentilere yol açabilmektedir.

Romantizmin, hoşgörü ve nezâketin en üst seviyede yaşandığı hikâyelerle büyüyen gençler, gerçek hayatla karşılaştıklarında ciddî bocalamalarla yüz yüze gelebilmektedir. Hele kişide şımarıklık ve maymun iştahlılık da varsa, kimi zaman yuva kurmadan önce “Bir deneyelim bakalım, yürümezse boşanırız!” fikrine sahip olarak, baştan sakat bir tutumla yola çıkanlar giderek çoğalmakta, maalesef… Evlilik gibi ciddî bir müesseseye, büyüklerimizin tabiriyle “geçinmeye gönlü olmayan”, “burnu Kaf Dağı’nda” fertler olarak adım atılınca, “ben”likten “biz” olmaya değil geçmek; geçmeye niyette bile sıkıntılar yaşanmaktadır. Ayette geçen “hoşlanmak” kavramının üzerinde bir müslüman olarak kafa yormak gerek önce… “Hoşlanmadığımız durumlar, gerçek problemler mi; yoksa bizim problemli bakış açımızdan kaynaklanan görme bozuklukları mı?” sorusuna cevap bulmalıyız. Yanlış numaralı ya da puslu gözlükle net görüş elde edilemeyeceği gibi, problemli bakış tarzıyla da sağlıklı tesbit yapılamaz. Kriterlerimiz, evlilik kurumuna yüklediğimiz misyon, bu hususta çok önemli mihenk taşları… Hayat çizgimizde “pergelin sabit ayağı, Kur’ân ve Sünnet çizgisine oturtulmadıkça”, hevâ ve nefsten yana zikzaklar çizmemiz kaçınılmaz olacaktır.

Meselâ dar bir geçimle imtihan edilen bir âile reisi düşünelim. “İyi günde, kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta…” diye başlayan klasik söz cümlelerine cân u gönülden ve belki de üzerinde fazla düşünmeden “evet” diyerek başlanan bir âile yuvasında, böyle bir maddî sıkıntı oluştuğunda, müslüman âilenin farkının ortaya çıkması gerekmez mi?

Ümmetinden olmakla şeref duyduğumuz Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âile efrâdının, Medîne’ye geldiği günden vefat ettiği âna kadar üç gün arka arkaya buğday ekmeği ile karnını doyurmadığını, iki ayda üç hilâli görünceye dek evlerinde hiç ateş yanmadığı günler olduğunu ve daha nice sıkıntılar içinde hayat sürdüklerini bilenlerin, maddî beklentilerini tekrar gözden geçirmesi gerekir şüphesiz… Kâ’bına varılmayacak bu mütevâzî hayat hikâyelerini, pek çok hadîs-i şerîf ve siyer kitabı vesîlesiyle iç geçirerek okuyup, açlığın şiddetinden karnına taş bağlayan Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem) ve ashâb-ı kirâmı yâd ederek gözleri dolanlar, dünyanın fânîliği ve yalan oluşu ile ilgili ilâhîleri vecdle dinleyenler, pratik hayattaki sonu gelmez dünyevî isteklerindeki çelişkiyi nasıl îzah edebilirler acaba? Âdeta sonu gelmeyip sürekli uzayan istek listeleriyle, eşlerini bunaltan ve bir türlü memnun da olmayan kişiler, yıldız sahabîlerle aralarındaki uçurumu fark etmiyorlar mı? Böylesine mütevâzî hayatlarına rağmen, günümüze kıyasla çok mâsum bazı dünyevî isteklerde bulunduklarında, şu âyetle ikaz ediliyor Ümmetin Anneleri: “Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: «Eğer dünya dirliğini ve süsünü (refahını) istiyorsanız; gelin, size boşanma bedellerinizi vereyim de sizi güzellikle salıvereyim. Yok, eğer Allâh’ı, Rasûl’ünü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, muhakkak ki Allah, içinizden ihsan sahibi olan kadınlara büyük mükâfat hazırlamıştır.” (el-Ahzâb, 28-29)

Tamamı, Allah ve Rasûl’ünü seve seve seçen Annelerimizin bu uyarılış tarzı, bizim de kendimize çeki düzen vermemizi gerektiriyor. Beklenti listesi, her zaman dünya malı şeklinde olmayabilir elbette… Memnuniyetsizlik pek çok şekilde kendini gösterebilir. Meselâ evi, eşi ve çocukları için pek çok fedâkârlığa katlanan bir hanımın çabaları görmezden gelinerek eksik ve hatalarının büyütülüp yüzüne vurulması da hazin bir vâkıa… Akşama kadar bir çift tatlı söz ve sıcacık güler yüz umuduyla türlü yorgunluklara aldırmadan koşturan bir hanım ya da beyin çeşitli hata ve eksikleri sebebiyle sitem ve eleştirilere mâruz kaldığını düşünsenize… Ne büyük bir hayal kırıklığı olur kim bilir?! Bardağın boş tarafını görmek, meselelere dar pencerelerden bakıp bütünü keşfedememek bu olsa gerek…

Müşkülpesentlik, bir türlü memnun ve mutlu olamama, çoğu zaman bir karakter zaafı ve kişilik bozukluğu olarak kendini gösterir. Bu durumda olan kişiler, hayatı hem kendilerine, hem de sevdiklerine zorlaştırırlar. Nefis terbiyesi, gerektiğinde terapi ve tedavi ile çaresine bakılmazsa, bahsettiğimiz uzayıp giden listeler ve surat asma bahaneleri çoğu zaman bitmez maalesef… Ufkumuzu Güneş gibi aydınlatan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tavrı ise, bu tutuma taban tabana zıt… Engin hoşgörü, insanî hataları görmezden gelme, yüreklere inşirah veren dâimî mütebessim bir çehre ve her vaziyette güzellikleri görme çabası onun şiârı… Kendisinde, yüz çevrilen ölü köpeğin dişlerindeki güzelliği fark edecek kadar pozitif bakış açısında zirve… Bize yakışansa, yolunda ölmeye gayret olmalı, mü’min olarak…

Çevremizdeki bütün gölge varlıklar, bizi yaratılış gayemize ulaştıracak vasıta ve basamaklar aslında… Bunu bilsek de bu vasıta ve basamaklar, zihnimizi, gönlümüzü gereğinden fazla meşgul ediyor, çoğu zaman… Araç olması gereken pek çok şey, gayeye dönüşüyor. Hâlbuki “hayat” denilen kişiye özel imtihanda birer soru, karşılaştığımız bütün hâdiseler… Hoşlandığımız hâdiselerde de şükür mü yoksa nankörlük ve rehâvet mi göstereceğimiz tartılıyor. Madem ki “esas hayat, âhiret hayatı”; fânî hayatın çalkantılarındaki mesajları iyi okumaya çalışmak, bir soru üzerinde gereğinden fazla zaman kaybetmemek, başka sorularla puanlarımızı artırmaya gayret etmek akıllıca olan…

Rabbimiz, kıyametten önceki son uyarıcısı olan Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- aracılığı ile temel ve umûmî mesajlarını iletmiş insanlık âlemine… Karakterimize, zaaf ve eksiklerimize yönelik bize has soruları ise, çevremizdeki insanlar; özellikle de en yakınlarımız aracılığı ile bize yönlendiriyor.

Söyleyene takılmadan, söyletene gönlümüzü açabilirsek; kimi zaman egoist ya da kibirli benliğimizin burnunu sürtmek, Kaf Dağlarında fütursuzca dolaşan ayaklarını yere bastırmak gibi sayısız hikmet ve sebepleri, kendimizi geliştirdiğimiz ölçüde ve tabiî ki Mevlâ’mızın izin verdiği nisbette fark edebiliriz. Gerçek ve kalıcı kazanç, âhiret kazancı olduğuna göre, Allah Teâlâ’nın dikkatimizi yoğunlaştırmamızı istediği pek çok hayrı da o yönde vereceğini ummalıyız. “İlâhî, ente maksûdî ve rıdâke matlûbî” (Ey Rabbim! Maksadım Sensin, isteğim de Senin rızândır.)cümlesini dille söylemenin yanında, hayatımıza yaygınlaştırdığımız sürece, gerçek huzur ve tevekkülü tatmaya yaklaşabiliriz, inşâallah… “Bir olduklarında samanlığın seyran olduğu gönüller”, sadece sıradan ve avâm gönüller değildir diye düşünüyorum. Dünyadaki vakti açısından, kendisini “bir ağaç gölgesi altında dinlenen yolcu”ya benzeten Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmetinin vasfıdır, maddî ve mânevî kanaat hazinesine sahip olabilmek!.. Bölüşülen bir hurmada şükür ve mutluluğu paylaşabilmek… O kıvamdaki gönlün harcıdır sadece, Vahşî -radıyallâhu anh- için bile geçmişe bir şal örterek, beyaz bir sayfa açabilmek…


Didar Meltem Erdem

 Seni dağladılar, değil mi kalbim?

 Her yanın, içi su dolu kabarcık,

 Bulunmaz bu hâlden anlar bir ilim,

 Akıl yırtık çuval, sökük dağarcık…

 Sensin gökten gelen oklara hedef,

 Oyası ateşle işlenen gergef,

 Çekme üç-beş günlük dünyada esef,

 Dayan kalbim, üç-beş nefes kadarcık…

Üstad Necip Fâzıl

Boşanma sonrası bazı anne-babalar çocukları için çok tedirgin oluyorlar. Boşanmanın çocuklarının hayatında bir yıkım olmasından ve bu durum yüzünden çocuklarının psikolojisinin bozulmasından korkan anne-babalar
Öncelikle boşanmayı çocuğunuzun kabullenmesi için sizin kabullenmiş olmanız gerekir. Pek çok boşanan kişide durumu kabullenmeme olabiliyor. Boşandıklarını söylemekten kaçınıyorlar. Özellikle kadınlar boşandıklarını söylemeye daha fazla çekiniyorlar.

Fakat şu bir gerçek ki siz boşanmış olmaktan dolayı utanır, çekinirseniz çocuklar da boşanmayı utanılacak bir durum olarak algılar ve başkalarına söylemeye çekinirler. Ve söylemek zorunda kalmanın kaygısını yaşarlar. Arkadaşları anne-babalarından bahsederken onlar sessiz kalırlar. Yeni arkadaş edinmeye çekinebilirler. Bu yüzdende boşandıkları için anne-babaya öfke duyabilirler. Bu öfkede aile ile çatışmaya dönüşebilir.

Yeri geldiğinde siz rahatlıkla boşandığınızı söylüyorsanız onlar da rahatlıkla söyleyebilirler. Boşanma konusunda siz alınganlık etmiyorsanız onlarda etmezler. Anne ve baba birbirlerinin arkasından konuşurlar ve çocukları üzerinden kendi öfkelerini dindirmeye çalışırlarsa bu durum çocuğun psikolojisini çok olumsuz etkiler. Çocuğun anne ve babasını sevmeye ve onların sevgisine ihtiyacı vardır. Onların birbirini kötülemesi yaşadıklarını çocuğa anlatmaları, öfkelerini çocuğa yüklemelerine sebep olur. Öfkenin yükü de çocuğa ağır gelir.

Eski eşlerin birbirini kötülemelerinin altındaki bir sebep de “bu yuva yıkıldı fakat benim suçum değildi, diğerinin suçuydu” diye çocuğu masum olduğuna inandırıp kendi yanına almak ya da onun sevgisini kaybetmemek düşüncesi olabilir fakat niyet ne olursa olsun bu davranış yanlış,

Karşı taraf sürekli sizi kötülüyorsa bile siz yapmayın, sadece çocuğa “Biz anlaşamadık, benim de hatalarım oldu, kabul etmek istemese de onun da hataları var. Fakat ben bu konularda konuşup senin canını sıkmak istemiyorum. Bunlar artık geçmişte kaldı, konuşmanın bir faydası yok.” deyip konuyu kapatın. Sadece çocuk özel bir olayla ilgili bir soru sorarsa yine karşı tarafı kötülemeden “O çok yanlış anlamış o olay söyle olmuştu…” deyip durumu anlatabilirsiniz.

Fakat senin annen ya da baban “şöyle yalancı, şöyle kötü, şöyle ahlaksız…” demenin olayı anlatmaya faydası olmaz sadece çocuğu fazlasıyla üzmüş olursunuz. Sevdiğiniz biri hakkında kötü konuşulması çok inciticidir. Hele bu kişi anne ya da baba ise çok daha can acıtır.

Sadece siz değil, sizin anne-baba ve yakınlarınızın da eski eşiniz hakkında kötü konuşmasına izin vermeyin, çocuğun yanında hele hiç konuşulmamalı. Zaten dinimizin de hoş görmediği, yasakladığı davranışlar bunlar. Hem kin tutmak kötü hem aleyhinde konuşmak kötü.

Çocuk sizde kalıyorsa bunu çocuğun başına kakmayın: “Seni ben aldım da, senin için şu fedakarlıkları yapıyorum da, sen üzülme diye bir daha evlenmedim de, bu sıkıntıları senin için çekiyorum da, onunla kalsaydın şöyle perişan olurdun da benim kıymetimi bil…” Bu tarz sözler çocuk için büyük bir minnet yüküdür. Çocuğa kendini suçlu hissettirir. Ve ilginçtir ki kişi kendini suçlu hissettiğinde ona bunu hissettirene kızgınlık duyar. Sizinle çatışmaya girebilir.

Yaptığınızı Allah rızası için yapın, çocuktan karşılık beklemeyin. O normal anne-baba saygısını göstersin yeter. Saygı sağlamanın yolu da yaptıklarınızı başa kakmak değildir.

Çocuk diğer tarafta kalıyorsa kendinizi iyi göstermek için onun kurduğu bir disiplin varsa onu bozmayın. Çocuğun canı sıkıldıkça oradan kaçıp kaçıp size gelmesine müsaade etmeyin. Özlediği için istediği zaman gelebilmeli fakat diğer ebeveyni onun iyiliği için ev, okul ya da sosyal hayatı ile ilgili bazı yasaklar koymuşsa ondan kaçıp onu cezalandırmak için sizi kullanmamalı. Çocuğu az gördüğünüz için onu şımartacak şeyler yapmayın.

Çocuğun boşanmayı kullanmasına izin vermeyin: Çocuğun mutsuzluğunu, ders notlarını, hatalı davranışlarını boşanmanıza bağlamasına müsaade etmeyin. Siz diğer ebeveyni kötülemeden elinizden gelen gayreti göstermişseniz, çocuğu bir düşmanlığın içinde bırakmamışsanız boşandığınız için suçluluk duymanıza gerek yok.

Çocuğun normalde yapmasına izin vermeyeceğiniz şeyleri suçluluk duygusuyla yapmasına müsaade etmeyin. Almak istemediğiniz bir şeyi almayın. Çocuklar anne-babanın zaaflarını çok iyi fark ederler ve bunu kullanırlar. Bu konuda hassasiyetinizi anlarlarsa kullanabilirler. Mesela sizinle kalıyorlarsa her hafta sonu onu nereye götüreceğinizin derdini çekmeyin. Çocuğu sürekli yemeğe götüreyim, sinemaya götüreyim aman evde sıkılmasın üzülmesin derdine düşmeyin. Anne-babanın işi çocuğu mutlu etmek değil, onları dünya ve ahret hayatına hazırlamaya gayret etmek.

Boşandığınız için çocuğun psikolojisinin bozulacağı ya da iyi yetişemeyeceği düşüncesine kapılmayın. Anne-baba ile beraber yetişen çocukların hali de ortada. Bu devirde çocuk yetiştirmek zor, tehlikeler fazla. Konuyu boşanmaya bağlamadan neler yapabileceğinizi düşünün. Fazlaca kaygı ve korku çekerseniz bu çocuğa da sirayet eder, bu da onu yanlış yöne sevk edebilir.

Siz elinizden gelen gayreti gösterin ve dua edin. Allah’a emanet edin. Çocuk yanı başında dünya iş çevirip, aynı evin içinde hiç haberi olmayan anne-babalar var. Bunlar okumuş bilmiş kişiler. Bazen en güvendiği yerden darbe alır insan, zira Rabbine değil kendine güvenmiştir.

Sonuçta imtihan dünyası. Çocuğunuzla bunu ara ara konuşun. Herkesin çeşit çeşit imtihanı var. Boşanmak sizin için de çocuğunuz için de bir imtihandır. Bu imtihanı kaygılarla, korkularla, söylenerek, şikayet ederek, yapamadıklarımız için bahane ederek değil, ancak Rabbimize dayanak kârlı bir şekilde atlatabiliriz.

Doğru davranıldığında zorluklar nimete dönüşebilir. Önemli olan yaşadığınız zorlukların sizi yere vuracak bir travma değil, tam aksi sizi olgunlaştıracak, yükseltecek bir basamak olduğuna inanmak. Çocuğunuza da bunu doğru aktarabilirseniz o da boşanmanızı en hafif şekilde atlatacaktır.

Kendisine saygısı olmayan, değerli bir yaşam biçimi benimsemeyen, ailesine kıymet vermeyen bir erkeğin eşi olmak adına ailesini hiçe sayan genç kızların yüzde doksan dokuzu, “Annemi babamı dinlemedim, hayatımı mahvettim” mottosuna er geç varıyorlar. Bu aşamaya gelmeden evvel aşkın önce aileden başladığını, aşk gibi asil bir hissedişin tek bir kişiye bağımlılık olmadığını keşfetmek gerekiyor. Birini severken, ailesini, çevresini daha çok seven, yaptığı işe saygı duyan, zarar değil fayda vermek için gayret eden bir kalbe evrilmiyorsak, sevgiyi, aşkı bir tutsaklık ve bağımlılık olduğunu zannediyorsak, birini severken herkese, anne-babaya, kardeşe düşman kesiliyorsak, buradaki nesne-özne asla aşk ve insan değildir. Burada ancak hastalıklı bir bağımlılık duygusu ile hasta bir kalpten söz edilebilir. Ailesinden kurtulmak için aşka-arkadaşa bel bağlayanların abad olduğu henüz görülmedi.

Her şeyden önce evlenecek çiftler ekonomik endişelerin evliliklerini zedelemesine izin vermemelidirler. Rızkı verenin Allah olduğunu hatırlamalıdırlar. Aileler de bu konuda anlayışlı davranmalı, evliliği kolaylaştırmak için ellerinden geleni yapmalıdırlar. “En hayırlı nikâh en kolay olanıdır.” hadisi hem evlenecek çiftlere hem de ailelerine rehber olmalıdır. Aksi takdirde evlilik yolu tıkanır, toplumda bozulma ve ahlaki çöküntü başlar.

Günümüzde evliliklerin çok pahalı olması sebebiyle evlenmek istedikleri hâlde evlenemeyen Müslüman gençlerin durumu, en önemli sosyal problemler arasındadır. Ekonomik nedenlerle sıcak bir aile yuvası kuramadan orta yaşlara giren bu kimselerin hayattan beklentileri, ümitleri, hayalleri, planları tükenebilmektedir. Bu durum onlarda bazen psikolojik rahatsızlıklara, bunalımlara ve daha başka problemlere yol açmaktadır.

Sevgili Peygamberimiz (sav) aileyi hem bir bereket kaynağı hem de büyük bir zenginlik olarak değerlendirmektedir. Aile, inanan bir insan için bereketin hiç kapanmadığı bir kapıdır. Bu kapıdan dualarla girmek, sevgi, şefkat ve merhamet duygularıyla yuvayı imar etmek ve dualarla yaşatmak gerekir.

Anadolu’da gelenekselleşmiş bir nikâh duası vardır. “Allah’ım! Bu anlaşmayı bereketli ve mübarek kıl. Yeni evlenen çifti ülfet, muhabbet ve bağlılık duygularıyla kaynaştır. Aralarına nefret, fitne ve ayrılığın girmesine izin verme. Tıpkı Âdem ile Havva’yı, Muhammed (sav) ile Hatîcetü’l-Kübrâ’yı ve Ali ile Fâtımatü’z-Zehrâ’yı kaynaştırdığın gibi…” Biz bu duada Hz. Ali’nin Fâtıma’ya olan sevgisini görürüz. Hz. Fâtıma’nın eşine olan aşkını duyarız.

Yüce Allah Kur’an’da, “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de Allah’ın (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” buyurmaktadır. / 30; 21 /// Ayetten anlaşıldığına göre Yüce Allah, eşler arasında sevgi, şefkat, merhamet, kaynaşma ve yakınlaşma duygularını yaratmıştır. Evliliği ayakta tutan, devam etmesini sağlayan ölçüler ve bir takım prensipler vardır. Bunlar; sekinet, muhabbet ve merhamettir.

Yüce Rabbimiz evliliğin ilk gayesini, ‘’evlilikte sekinet bulmak’’ olduğunu ifade eder. Sekinet; huzur, güven, maddi ve manevi olarak sakin olmak anlamlarına gelir. Kadın ve erkek evlilik yoluyla sükûn ve mutluluğa kavuşur. Her şeyden önce evlilik, eşler arasında huzur ve sevgi kaynağıdır. Eşler aile ortamında hem huzur bulmalı hem de o ortama huzur katmalıdır. Ailede sekineti sağlamanın yolu eşlerin görev ve sorumluluklarını yerine getirmesidir. Eşlerin sekinete, yani aile içi mutluluk ve huzura katkıları karşılıklıdır. Sekinet eşler arası sağlıklı iletişimle olur.

Muhabbet; karşılık beklemeden sevmek manasına gelir. Aile, sevgi üzerine kurulur. Sevgi olmadan, mutluluk olmaz. Sevgi dolu ve sevecen olmak, ailedeki huzurun ve mutluluğun temelini oluşturur. Eşler arasında bir sevgi, bir muhabbet olmalı ama bu sevgi ve muhabbet, saygıyla yoğrulmuş, örülmüş olmalıdır. Sevmek ve sevdiğini hissettirmek çok önemlidir. Hele kadınlar için sevgi hava gibi, su gibidir. Sevgiyi karşı tarafın anlayabileceği bir dille, bir yolla anlatmak, sevgi dilini bilmek gerekir. Aile içindeki ilişkiler duygusal ağırlıklıdır. Eşlerin birbirine duydukları en önemli ihtiyaç, duygusal ihtiyaçtır. Yeme, içme, barınma ihtiyacı daha sonra gelir, duygusal doyuma ulaşan birine artık bir lokma kâfidir. Aile muhabbetin, neşenin ve lezzetin paylaşılarak kıymet kazandığı yerdir.

Merhamet; şefkatli olma, acıma, kalp inceliği ve iyilik yapmak gibi duygu yüklü manalar taşır. Evliliğin özellikle ilerleyen dönemlerinde merhamet daha da önem kazanır. Eşler yaşlanıyor, ister istemez hastalıklar baş gösteriyor. O zaman yardımlaşma ve dayanışma daha çok ön plana çıkar.

Aile, vefanın fedakârlıkla, bilginin hikmetle, sevginin hürmetle harmanlandığı yerdir. Bundan sonra bereket kendiliğinden gelir. Ailede, sevgi, kanaat, yemek, mutluluk ve acılar ayrımsız paylaşılır. Ailede bulunan herkes kendince katkıda bulunur bu yuvaya. Eşler birbirlerinin üstüne titrer ve ailenin sağlam birer dayanağı olurlar. Bencilliğe yer yoktur ailede, sürekli bir yardımlaşma vardır. Aile yapısı sağlıklı olan toplum da sağlamdır.

Aile olmak, bir bütünü tamamlamak demektir. Kur’an’ın ifadesiyle eşlerin birbirlerine örtü olmaları demektir. Eş olmak, kişinin kendi eksikliğini kabul edip eşiyle tamamlanması, kemale doğru adım atması, eşinin onu bir örtü gibi sarıp sarmalamasıdır.

Sevgili Peygamberimiz (sav), “Kadını, kocası aleyhinde kışkırtan bizden değildir.” buyurmak suretiyle aileye dışarıdan yapılan müdahalelerin tehlikesine işaret eder. Yine Sevgili Peygamberimiz (sav), “Bu, bir daha yanımıza gelmesin.” buyurarak aile huzurunu kaçıracak kimselerin aile içine girmesine engel olunmasını istemiştir.

İslâm, iffetli bir toplum oluşturmak için evliliği özendirmiş ve kolaylaştırmıştır. İslâm’a göre doğal ve fıtrî bir gereklilik olan evlilik, hem kadın ve erkek için huzur ve sükûn kaynağıdır hem de yeni nesillerin sağlıklı olarak yetişebildiği en uygun ortamdır. Yapılan ideal bir evlilik, eşlerin hem dinî hayatlarını hem de iffetlerini ve nesillerini koruma altına alacaktır. Müslüman bir bireyin mutluluğu, uygun bir evlilikle huzurlu bir toplum ise sağlam temeller üzerine kurulmuş aile yuvalarıyla sağlanır. Diğer bir ifade ile ailenin korunması, toplumun da korunması ve geleceğe ümitle bakabilmesi anlamına gelir. Şüphesiz herkes mutlu bir evlilik yapmak ister. Bu amaçla gerekli çabalar gösterildikten ve şartlar yerine getirildikten sonra, aile huzurunun devamı için ayrıca dua da edilmelidir. “Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle.”

Bazen yaşadıkları hayatın refah düzeyini beğenmeyen, bazen de anne-babasına duydukları öfke ve sevgisizlik nedeniyle isyana düşen genç kızlar, çareyi aile dışındaki bireylerde arıyorlar. Ya ilk gördükleri erkeği kurtarıcı yerine koymakla ya da bir arkadaş ortamını aile olarak benimsemekle ilk kaybı veriyorlar. Çünkü kendilerine uzatılan el çok büyük bir yüzdeyle verici değil, alıcı olmanın derdinde…

Kaçış nereye?

HAYATΠodaklarımızda çok uzun yıllardır bir aritmi var. Genç kızlar, aile içindeki birtakım sorunları öne sürerek, hayatlarını yaban ellere teslim etmekte hiç endişe duymuyorlar. Anne-babaların davranış ve sosyal refah düzeyi, genç kızların bu rizikolu yaşam biçimlerini tercih etmelerinde yeter şart mı, sanmıyorum. Daha ziyade, birtakım çevresel, ailesel ritimler ve hoşa gitmeyen iletişim modelleri, genç kızlar için dışa açılmada son derece güçlü bahaneler olarak sıralanıyor gibi. Fakat buradaki kaygı, anne-babaların uğradıkları haksızlığın boyutlarını hesap edebilmek değil. Kendilerini son derece haklı saiklerle başka hayatlara atan genç kızların başlarına gelenler, kimin haklı, kimin haksız olduğu çatışmasını son derece sönük bir kaygı olarak çöp kıymetine eriştiriyor.

Çünkü bu tarz hayatların içinden sağ çıkabilen genç kızlar, büyük yaralar almış olarak hayatlarına aynı çöküntü üzerinden devam ediyorlar. Ne var ki, gençliğin verdiği özgüven duygusu ve bilhassa aileye duyulan yapay ve bazen de son derece haklı öfke birikimleriyle hayatlarını bir enkaza çevirecek adımları atarken hiçbiri tereddüt etmiyor. İşin daha da vahim tarafı şu ki, ailelerini terk edip yaban hayatlara atılan genç kızlar, bu hareketlerinden ancak başlarına çok büyük belâlar geldiğinde pişmanlık duyabiliyorlar. Bu vaziyete eriştiklerinde geri dönüşümü imkânsız kayıplar da vermiş oluyorlar.

Suç kimin? Bu ailevî ritmin bozulmasında en büyük pay kime ait? Evvelâ anne-babalara birkaç kelâm etmek gerek. Fakat benim asıl muhatabım genç kızlar. Çünkü onları aile dışındaki tenakuzlu yaşam biçimlerinin içine çeken uyaranlar, kendi kendilerine ceza vermekten başka bir işe yaramıyor. Fakat bunun farkında bile değiller.

Basmakalıp da gelse bazı gayretler, ailedeki dinamiği sağlam tutabilmek ve dağılıp un ufak olmanın önüne geçebilmek adına zaruridir. Bunlardan ilki ve en etkin olanı, aile içindeki ahlâkî ve İslâmî eğitimin çok güçlü temeller üzerine atılması gerekliliğidir. Yazının bu kısmında, sıkça duydukları nasihatlerden bir derleme olacağı kaygısına kapılıp okuma gayretinden düşenler olacaktır. Ama bazen defalarca ve defaatle işitilen nasihatlerin hayatlar içinde pratik bir karşılığının bulunmayışı, ufacık nüansların es geçiliyor olmasından kaynaklanıyor. O hâlde birkaç satır daha tahammülleri zorlamak, belki de bütün bir ailenin geleceği açısından son derece isabetli olabilir.

Ahlâk ve din eğitiminin bir aile içindeki yeri, o ailenin kalp sağlığı açısından tahmin edilemeyecek kadar ehemmiyetli. Şöyle ki, eğer aile içinde sevgi, maddî-manevî imkânlar, yüksek refah seviyesi, bireyler arası iletişimde başarı gibi pek çok kriter sağlanmış dahi olsa ahlâkın ve dinin temel kaideleri maya tutmadıysa, fire vermek de kaçınılmaz olacaktır. Çünkü ruhî boşlukları ancak manevî değerlerle doldurmak mümkündür.

Çok iyi anlaşmak, çok rahat yaşamak, çok mutlu olmak ve aranan tüm dünyevî kolaylıklara erişebilir olmak, aile içindeki gedikleri kapatmaya yetmez. Bunlar ancak günü kurtaracak noktalar. Şayet bunları destekleyen ve niteliğini iyileştiren manevî değerler dikkate alınmazsa, birtakım sarsıntılar ve hatta yıkımlar kaçınılmaz olacaktır. Bu, tıpkı bir evin dış aksamı ile iç niteliği arasındaki farkın meydana getireceği yıkıma benzetilebilir. Siz bir binayı, bir evi iç odaları ve dış kompozisyonu dâhil en güçlü taşlar ve tuğlarla örseniz, boyasını, süsünü, kapısını, penceresini en gösterişli, işlemeli ve fonksiyonel aparatlarla destekleseniz, o binanın/evin temeli sağlam değilse, temelde olması gereken dayanaklar yerine geniş boşluklar mevcutsa yahut temeli oluşturan mekanizmalar gerekli mukavemete haiz değilse, yıkım (hiç olmazsa sarsıntı) kaçınılmazdır. Şimdi görünen alayişin sizi aldatmasına izin vermeyin ve temelde neler eksik, gelin, bir kez daha gözden geçirin!

Sağlam temel nedir? Din ve ahlâk eğitiminin sağlam temeller üzerine oturtulması ne anlama gelir? Çok yüksek bir ilim ve o ilmin nesilden nesle aktarımı mı sağlam bir temel oluşturur? İşte işin en can alıcı kısmı burası! Ailedeki ahlâkî ve İslâmî gelişimin illâki yüksek ilmî değerlerle oluşturulması gerekmez. Elbette bu olduğunda o aileden âlimler çıkacak, yalnızca kendi çevresine değil, çok daha geniş kitlelere fayda verecektir. Fakat beklenti bu değil. Aslolan, var olan aslî ölçülere uygun bir yaşam biçimi benimsemektir. Hiçbir anne-baba, gayretine düşmediği bir hareketi kendi evlâdına söz ve nasihat yoluyla aktaramaz. Hatta sözü, nasihati de geçtim, zorla ve zorbalıkla da bunu başarabilemez.

Aile içinde bir doğrunun başka bir odağa aktarılması söz konusu olduğunda ancak tatbikat ile gerçekleştirilebileceği akılda tutulmalıdır. Çocukların ve gençlerin öğrenme biçimi söze ve sese dayalı olsa da öğrendiklerini hayatlarına geçirebilmede görsel-işitsel ve uygulamalı eğitime ihtiyaç duyarlar. Evde kavga ortamı hâkimken çocuğuna kavga etme önerisinde bulunan bir anne-baba ne kadar başarılı olabilir, varın, siz hesap edin. Çalıp çırpan bir babanın hak yememek üzerine yaptığı bir konuşma ne kadar etkindir? Geceleri âlem yapan bir ebeveynin evlâdına geceyi evde geçirmesi hususundaki öğütleri ne kadar dikiş tutar? Örnekler çoğaltılabilir.

Doğru yaşamadan doğruyu vermek, aktarmak ve muhatabından bu karşılığı ummak akla yatkın değil. Yüksek bir ilim ve eğitim seviyesinden bahsetmiyorum, ahlâkî ve İslâmî bir yaşam biçimi benimsemeden gençlerin doğru bir istikamet üzerine olmasını beklemek, hayâl perestlikten öteye geçemez.

Asıl muhatabım, gençliğinin baharında, varlığını, değerini, geleceğini ve tüm umutlarını bir öfkeye kurban eden genç kızlar…

Bazen yaşadıkları hayatın refah düzeyini beğenmeyen, bazen de anne-babasına duydukları öfke ve sevgisizlik nedeniyle isyana düşen genç kızlar, çareyi aile dışındaki bireylerde arıyorlar. Ya ilk gördükleri erkeği kurtarıcı yerine koymakla ya da bir arkadaş ortamını aile olarak benimsemekle ilk kaybı veriyorlar. Çünkü kendilerine uzatılan el çok büyük bir yüzdeyle verici değil, alıcı olmanın derdinde. Fakat dönüp ailesindeki sevgisiz ortamı teneffüs eden genç kız, dıştan uzatılan bu elin sahibindeki sevgi dolu ifadeye çok çabuk aldanabiliyor. Öyle sevecen, öyle tatlı bir ifade ki bu, uzanan elin vermek için değil, almak ve hatta yıkmak için uzandığını göremiyor. Zaten ailesine öfke duyan benliği, onu, uzanan bu sahte yardım elini tutma konusunda çok hızlı bir şekilde ikna ediyor.

Fakat sayısal, veri odaklı ve deneyimsel sonuç şu ki, genç kızların uzanan bu elleri tuttuktan sonra başlarına gelenlerin bir ortalaması var. Başlıklar değişse de bu vasat, genç kızın hayatını mahvetmesiyle sonuçlanıyor. Çünkü ya üzerinden para kazanılması umulan bir meta hâline sokuluyorlar ya da insanın değerini alaşağı eden işlerde çalıştırılarak müreffeh bir yaşam vaadiyle uyutuluyorlar. Bu yolda da çok kez yasaklı maddelere duçar ediliyorlar. Çünkü yönetilmeleri gerekiyor. Birini yönetmek için öncelikle akıl sağlığıyla oynamak gerekiyor. Ve aklı uyuşturmak, akıl sağlığını yok etmenin en kestirme yolu.

Bir başka handikap ise arkadaş ortamları. Özgür, aile baskısı olmadan yaşayan ve çok mutlu bir profil çizen arkadaş grupları, ailesiyle sorun yaşayan gençleri ağına düşürüyor. Hâlbuki o özgürlük kisvesi altında karanlık öyküler var. Fakat genç kızlar bu “özgür yaşam” dedikleri bataklığı öyle süslü ve can alıcı görüyorlar ki atlamak için bir dakika durup da “Ya batarsam?” kaygısı bile taşımıyorlar. Battıklarında ise çok geç oluyor.

Diğer bir yıkım, “aşk”. Ah bu aşk dedikleri duygunun yapay, hormonlu ve modern üretimleri yok mu? Çağımızda genç kızların hayatını mum gibi söndüren duygu-durumların başında geliyor.

Ne yazık ki bir genç kız âşık olduğunda gözlerine perde iniyor ve karşıdakinin ahlâk, eğitim, edep, iş-güç, aile gibi değerlerini ölçme gereği bile duymuyor. Hatta bu değerlerden ne kadar yoksun olursa genç kızın ikna olma süreci kısalıyor. Çünkü aradığı şefkati aile içinde bulamayan birey, şefkat vereceği ve şefkat göreceği bir mihrak bulmanın hevesine kapılıyor. Hâlbuki hiçbir ailevî değeri ve ahlâkî çizgisi bulunmayan maşukun, genç kızın hayatını karartmak gibi bir misyonu var.

Bütün bu yeni hayat heveslerinin vardığı yer ise pişmanlık. Anne-babaların eksikleri yok mu? Gırla! Hayat bazen hiç de arzulanan seviyede bir ferahlık vaat etmiyor, doğru. Ama asla çözüm aile dışında değil. Bu yolda çözüm arayan genç kızlar, ya bir adam tarafından aşağılanarak yaşayacakları yeni bir esarete çekiliyor ya da öldürülüyorlar.

Kızlar bir şeyi unutuyor olmalılar. Bir kızı, ailesi ne kadar yanlış da olsa, ailesinden kopartıp yalnız kendine bağımlı hâle getirenler, asla sevgi ve şefkatten nasiplerini almış olamazlar. Ne kadar aşk ve sevgi dolu bir tavırla da yaklaşsalar, bu süslü kutunun içinde küflenmiş bir kalpten başkası çıkmaz.

Kendisine saygısı olmayan, değerli bir yaşam biçimi benimsemeyen, ailesine kıymet vermeyen bir erkeğin eşi olmak adına ailesini hiçe sayan genç kızların yüzde doksan dokuzu, “Annemi babamı dinlemedim, hayatımı mahvettim” mottosuna er geç varıyorlar. Bu aşamaya gelmeden evvel aşkın önce aileden başladığını, aşk gibi asil bir hissedişin tek bir kişiye bağımlılık olmadığını keşfetmek gerekiyor. Birini severken, ailesini, çevresini daha çok seven, yaptığı işe saygı duyan, zarar değil fayda vermek için gayret eden bir kalbe evrilmiyorsak, sevgiyi, aşkı bir tutsaklık ve bağımlılık olduğunu zannediyorsak, birini severken herkese, anne-babaya, kardeşe düşman kesiliyorsak, buradaki nesne-özne asla aşk ve insan değildir. Burada ancak hastalıklı bir bağımlılık duygusu ile hasta bir kalpten söz edilebilir. Ailesinden kurtulmak için aşka-arkadaşa bel bağlayanların abad olduğu henüz görülmedi.

AHSEN İLHAN

İslâm bütün ilâhî dinlerin ortak adıdır

İslâm, bütün İlâhî dinlerin ortak adıdır. Bu dinlerin, dillere göre adları başka başka olsa da ruhları İslâm’dır. Hiçbir milletin veya kişinin, kendisini Allah’ın seçkin kulu, başkalarından üstün görmeğe hakkı yoktur. Allah âlemlerin Rabbidir. İnsanların hepsi Allah’ın kuludur. Her toplumda iyiler de vardır, kötüler de. Yahudilerin de kötüleri yanında iyileri de vardır: “Onların içinde de ılımlı, orta yolda giden bir toplum vardır ama çoklar o ne kötü işler yapıyorlar!”(Mâide: 66)

Namaz, oruç, zekât yalnız Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından değil, önceki peygamberler tarafından da emredilmiş, Hac ibâdeti de Hz. İbrâhîm tarafından konulmuştur.

“Allah size, dinden Nûh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrâhîm’e, Mûsâ’ya ve İsâ’ya tavsiye ettiğimizi şerîat (hukuk düzeni) yaptı. Şöyle ki: dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin…” (Şûrâ: 13), “Allah size gerçeği açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin yasalarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor.” (Nisâ’: 26) âyetlerinde İlâhî dinlerin özde birliği vurgulanmaktadır.

Allah’a inanan insanların, hep birlikte Allah’a sarılıp saygı ve hoşgörü ile huzur ve barış içinde yaşamaları gerekir. Çünkü Tanrıları birdir, amaçları da birdir. Hepsinin amacı Tanrının rızasına ermektir. O yüce ve güzel Mevlâ, kullarının boğazlaşmasından, birbirine düşman olup ateş püskürmelerinden değil, kardeşlik, barış, sevgi ve saygı içinde yaşamalarından hoşlanır. Zaten dinleri de insanları birbirine sevdirmek, dost etmek, mutlu kılmak için göndermiştir. O, ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcıdır!

Kimseye düşman tutmazuz, ağyâr dahi yârdur bize

Kanda ıssuzlık var ise mahalle vü şardur bize

Adumuz miskindür bizüm, düşmanumuz kindür bizüm

Biz kimseye kin tutmazuz, kamu ‘âlem yârdur bize..

“Yoksa kötülük yapan kimseler, kendilerini, inanıp iyi işler yapan kimselerle bir tutacağımızı mı sandılar? Yaşamları ve ölümleri onlarla bir olacak öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Câsiye: 65/21), “ Hiç inanan kimse, (yoldan çıkan) fasık gibi olur mu? Elbette bunlar bir olmazlar.” (Secde: 75/18-20)

Yalnız Müslümanlar değil, bütün insanlar Allah’ın kullarıdır. Ve O’nun merhameti, insanların merhametiyle kıyaslanamayacak derecede geniştir, boldur. İnsanların dar düşüncesi, egoizmi O’nun geniş rahmetini daraltmış; düz yolunu eğri büğrü göstermiştir. Dar düşünce ile yapılan yorumlar, İslâm’a destek değil, köstek olmuştur. Kendi düşüncelerini Allah’ın hükmü görenler, Kur’ân’ın açık ifadesine göre onmazlar. Çünkü onlar, kendi düşüncelerini Allah’a iftirâ etmişlerdir. “Uydurduğu yalanı Allah’ın üstüne atanlar onmazlar!” (Yunus: 69, Nahl: 116)

Tekrar vurgulayarak belirtmek isteriz ki: Kur’ân’a göre Allah’a şirksiz, âhirete şeksiz inanan ve sâlih amel yapan her İlâhî din mensubu cennetle müjdelidir. Ancak herhangi bir kimseyi veya peygamberi Allah’ın oğlu sanmak, Allah’a kızlar, oğullar, eşler, ortaklar vermek yahut Allah’ın üç varlıktan biri olduğunu söylemek küfür(Allah’a karşı nankörlük, saygısızlık, küstahlık)dür.

Kur’ân-ı Kerîm, Mâide Sûresi’nin 73’ncü âyetinde teslîs (üçleme) inancını bırakmayanlara acı bir azâbın dokunacağını bildirmekte ve onları bu sözden vazgeçmeğe çağırmakta; Âl-i İmrân Sûresinin 64’ncü âyetinde de onları tevhîd inancında birleşmeğe davet etmektedir.

Prof. Dr. Süleyman Ateş

Her İlâhî din, insan hakları üzerinde durur. Ama özellikle İslâm, insan haklarını daha net biçimde dile getirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, her insanın, doğuştan birtakım hakları olduğunu belirtir. Bunların başlıcaları: 1) Yaşama hakkı- 2) İnanma hakkı, din ve vicdan özgürlüğü, 3) Mülkiyet hakkı, 4) Evlenme ve üreme hakkı, 5) Seçme ve seçilme hakkı, 6) Seyahat hakkı, 7) İkamet (vatandaşlık) hakkı…vs.dir.

1)Yaşama hakkı…

Hakların başında yaşama hakkı gelir. Yalnız insan değil, her can, kendini koruma ve savunma güdüsüyle donatılmıştır. Yakın zamanda bir dostumun yeni yaptırdığı evin balkonuna birkaç kırlangıç çokça gelip gittiğini fark ettim. Beton sütunun tavana birleştiği yeri kendi barınmaları için elverişli görmüş olacaklar ki özellikle ikisi ağızlarıyla taşıdıkları çamura saman, çöp katarak oracıkta çamuru betona tutturmaya çalıştılar. Yapıştırdıkları çamur tutmayıp düşünce yenisini getirdiler. Birkaç günlük uğraştan sonra gayet sağlam bir yuva yapıverdiler. Sonra anne olacak kuş, yumurtalarının üstüne yattı. Baba bir şeyler getiriyor, anne ise civciv çıkarmak için yuvadan ayrılmıyordu. Biz bu hayvanları akılsız biliriz ama kendilerine yetecek kadar akılları vardı. Yoksa çamuru tutturmak için samanla karıştırmayı nasıl yapacaklardı? Demek ki Yaratan, her yaratığına yaşamını sürdürecek kadar bir akıl, bir içgüdü vermiştir.

Her canlı, yaşamak için çırpınır, kendisine zarar verecek şeylerden doğal olarak kaçar. Kendini savunma tedbirleri alır. Allah’ın yarattığı canı bir başkasının öldürme yetkisi yoktur. Bir başkasına zarar vermeyen canlı öldürülmez. Özellikle haksız yere bir insanı öldürmek çok büyük bir suçtur.

Haksız yere bir insanı öldürmek haram olduğu gibi, bir ihtiyaç olmadan sırf zevk için bir hayvanı öldürmek de haramdır. Nesâ’î ve İbn Hibbân’ınrivâyet ettikleri bir hadîste Hz. Peygamber: “Bir kuşu, boş yere öldürenler için kıyamet gününde o kuş bağıracak; ‘Yâ Rabbi, falan adam yararlanmak niyeti olmadan beni boşuna öldürdü!’ diye şikâyet edecektir!’ buyurmuştur.” (Müslim, Sayd: 1; Nesâ’î, Dahâyâ: 32)

Yemek için usulüne göre hayvan kesilebilir veya avlanabilir ama sırf zevk için hayvanı öldürmek ve öyle bırakıp gitmek, Allah katında günahtır, böyle yapan Allah’ın cezasına uğrar. Zevk için avcılık yapılmamalıdır.

İnsanlar arasında artan lüks, maalesef diğer canlıların aleyhine gelişmektedir. Yirminci yüzyıl insanı daha insancıl, daha şefkatli gibi görünmekte ise de gerçekte en merhametsiz, en öldürücü hale gelmiştir. Tarihin hiçbir döneminde bugünkü kadar hayvan öldürülmemiştir. İlkel âletlerle sınırlı sayıda hayvan öldürülürken modern teknoloji ile bir günde milyonlarca hayvan öldürülmektedir.

Haksız yere hiç kimsenin canına, malına ve namusuna dokunulamaz. Yüce Allah tüm mâsûm insanları kastederek: “Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin.” (İsrâ: 33) buyurmuş ve Allah’ın hâlis kullarının, haksız yere cana kıymayacaklarını vurgulamıştır (Furkan: 68).

2) Din ve vicdan özgürlüğü…

Kur’ân’a göre herkes düşünce ve inanç özgürlüğüne sahiptir: “Dileyen inansın, dileyen inanmasın.” (Kehf: 29), âyeti ve benzerleri, bu özgürlüğü vurgulamaktadır. Hiç kimse bir inanca zorlanamaz. Zaten zorla, baskıyla inanç olmaz: “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara: 256)

Vicdanlar üzerinden baskının kalkmasını isteyen Kur’ân, daha ilk surelerinden olan Kâfirûn Sûresi’nde din ve vicdan özgürlüğünü şöyle vurgulamıştır: “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (Kâfirun: 6)

Kur’ân’ın getirdiği din ve vicdan özgürlüğü prensibi, çeşitli surelerde vurgulanmaktadır. Hz. Muhammed’in görevi, insanları dini kabul etmeğe zorlamak değil, gerçeği anlatmaktır:

“Öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin.” (Ğâşiye: 21-22),“Elçinin görevi sadece açıkça duyurmaktır.” (Ankebût: 18, Nûr: 54) gibi pek çok âyet, Peygamber’in görevinin, insanları zorlayarak yola getirmek değil, gerçekleri duyurmak olduğunu bildirmektedir. Bunlar, vicdan özgürlüğünün en güzel kanıtlarıdır. Savaşı emreden âyetler, müşrikleri zorla dine sokmak için değil, onların saldırılarına karşı koymayı, şerlerini savmayı, vicdanlar üzerindeki baskılarını kaldırıp herkesin özgürce inandığı dini uygulamasını sağlama amacına yöneliktir.

Çevreyi temiz tutmak dinin emridir. Temizlik imanın gereğidir.

İnsan, kısa ömür içinde eline geçen mülkü güzel yönetmeli, sırf kendi kişisel çıkarı için güzel dünyâ çevresini sorumsuzca kirletmemelidir. “İnsanların elleriyle yaptıkları işler yüzünden karada ve denizde bozukluk çıktı. Belki uslanır, dönerler diye Allah onlara yaptıklarının bir kısmını tattırmaktadır!” (Rum: 41), “(Fakat Allah, yine de insanlara fırsat vermektedir) Eğer Allah, insanları yaptıkları işler yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde tek canlı kalmazdı. Fakat Allah onları cezalandırmayı belli bir süre erteliyor!” (Fâtır: 45) âyetleri, sorumsuzca çevreyi kirletmenin, diğer canlıların haklarına tecavüz olduğunu ve bunun felâkete yol açacağını belirtmektedir.

3) Mülkiyet (mal edinme) hakkı:

Kur’ân’a göre mülkün asıl sahibi Allah’tır. “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır” (Bürûc: 9, Furkan: 42/2, Şûrâ: 49, Zuhruf: 63/85, Câsiye: 65/27, Âl-i İmrân: 189, Nûr: 42, Fetih: 14, Mâide: 17, Hadîd: 112/2, 5, Tevbe: 116). Ancak Allah’ın, halîfe yaptığı insan (Bakara: 30), Allah adına mülkü yönetir, dünyâda düzeni sağlar. Mülk, Allah’ın insana emanetidir. Bu emâneti güzel yönetmek, hor kullanmamak gerekir.

4) Evlenme ve üreme hakkı:

“Allah size kendinizden eşler var etti, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı ve sizi güzel şeylerle rızıklandırdı.”(Nahl: 72),”Beğendiğiniz kadınlarla evleniniz!” (Nisâ: 98/3),

“İçinizden bekârları ve köle ve câriyelerinizden iyileri evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah, lütfuyla onları zengin eder. Allah(ın mülkü) geniştir, O, (her şeyi) bilendir. Evlenme (imkânı) bulamayanlar, Allah kendilerini lütfundan zengin ed(ip evlenme imkânına kavuştur)uncaya kadar iffetlerini korusunlar.”(Nûr: 32-33)

“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. (O) Dilediğini yaratır. Dilediğine dişiler, dilediğine de erkekler bahşeder. Yahut onları çift yapar: Hem dişi, hem erkek (verir). Dilediğini de kısır yapar. O (her şeyi) bilen, (her şeye) gücü yetendir.” (Şûrâ: 49-50) âyetleri insanları evlenmeğe, çoluk çocuk sahibi olmağa yöneltmektedir.

Kur‘ân-ı Kerîm, insanları evlenip âile kurmağa teşvik ettiği gibi, Peygamberimiz de: “Dünyâ bir geçimden ibârettir. Şu geçim dünyâsının en güzel ni‘meti de iyi bir kadın(la evlenmek)dir.” (Müslim, Radâ‘: b. 17, h. 64), “Gençler, sizden gücü yeten evlensin. Çünkü bu, gözü harama karşı korur, nâmûsu muhafaza eder. Gücü yetmeyen de oruç tutsun. Çünkü oruç şehveti kırar.”(Müslim, Nikâh: b. 5; Buhârî, Nikâh: 2) gibi hadîsleriyle Müslümanları evlenmeğe, üremeğe teşvik etmiştir. Nâmûs ve iffetin korunması, neslin devamı için evlenmek gerekir. İslâm âilesi, karşılıklı sevgi ve saygı temeli üzerine kurulur. Peygamberimiz, iffetli, iyi huylu kadının en büyük dünyâ ni‘meti olduğunu belirtmiştir.

5) Seçme ve seçilme hakkı:

Kur’ân’ın insanlığa getirdiği temel haklardan biri de seçme ve seçilme hakkıdır. Peygamberimiz, sahâbîlerinden bey‘at almıştır ki bunun modern anlamı seçimdir. Yalnız erkeklerin değil, kadınların da oy hakkı vardır: “Sana bey‘at edenler (oy verenler), gerçekte Allah’a bey‘at etmektedirler. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim Allah’a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükâfât verecektir.” (Fetih: 10)

“Ey inananlar, Allah’a itâat edin, Elçiye ve sizden olan buyruk sâhibine itâat edin.” (Nisâ: 59) âyetleri seçme, seçilme hakkını ve seçilenin yasal emirlerine itâat etme prensibini getirmektedir.

Hz. Peygamber, Mekke’nin Fethi gününde erkeklerden bey‘at aldığı gibi kadınlardan da bey‘at almıştır ki bu, erkek kadın herkese seçim hakkının tanınması demektir. Peygamberimiz, kendisinden sonra âilesinden birini yerine bırakmamış, bu yüzden Müslümanlar, halîfelerini (yöneticilerini) kendileri seçmişlerdir. İlk dört halîfe bey‘at denilen bir tür seçimle iş başına gelmişlerdir. Ve hiçbiri kendi yerine oğlunu veya bir yakınını getirmeyi düşünmemiş, yönetim işini Müslümanların seçimine bırakmıştır. Daha sonra bu seçim sistemi verâset yoluyla saltanata dönüştürülmüştür.

Yalnız insanların değil, tüm canlıların da yaşama hakkına saygı göstermek gerekir.

Üstünde yaşadığımız dünya, bütün canlıların ortak malıdır. Havada, toprakta her nefes alan canlının hakkı vardır. Her can, kendini koruma ve savunma güdüsüyle donatılmıştır.

Yakın zamanda bir dostumun yeni yaptırdığı evin balkonuna birkaç kırlangıcın çokça gelip gittiğini fark ettim. Beton sütunun tavana birleştiği yeri kendi barınmaları için elverişli görmüş olacaklar ki özellikle ikisi ağızlarıyla taşıdıkları çamura saman, çöp katarak oracıkta çamuru betona tutturmaya çalıştılar. Yapıştırdıkları çamur tutmayıp düşünce, yenisini getirdiler. Birkaç günlük uğraştan sonra gayet sağlam bir yuva yapıverdiler. Sonra anne olacak kuş, yumurtalarının üstüne yattı. Baba bir şeyler getiriyor, anne ise civciv çıkarmak için yuvadan ayrılmıyordu.

Bir işçi dostumun anlattığı olay ise daha ilginçtir. Bir firmada bekçi olarak çalışan bir kişi, her gün yanına gelen aç köpeğe bir parça ekmek veriyor. Hastalıklı hayvan her gün gelip ekmeği alıp gidiyor. Sonra firma bu işçiyi işten çıkarıyor, yerine bu sevdiğim kişiyi getiriyor. Öteki işçi ayrılırken yeni gelene o köpeği göstererek “Her gün gelen bu hayvancağıza bir parça ekmek vermesini” tembihliyor. Bu kez bu dostum, gelen köpeğe, giden arkadaşı gibi ekmek veriyor. Her gün hayvan gelip ekmeği alıyor ve dönüyor.

Bir kış günü kar bastırmış. Ortalık puslu. Dostumuz da işinden evine giderken ıssız bir yerde beyaz bir köpeğin saldırmak üzere kendisine doğru geldiğini görüyor. Elinde kendisine savunacak ne bir sopa, ne de bir alet var. Her taraf kar olduğu için yerde de herhangi bir taş göremiyor. Kendini savunacak vakti de yok zaten. Çaresiz bir vaziyette korku ve dehşet içinde iken birden o ekmek verdiği hastalıklı köpek gelip kendisiyle saldırgan köpek arasında duruyor. Kendisini, ekmeğini yediği işçi arasında siper ediyor. Saldırgan köpeğe herhalde bir mesaj veriyor ki beyaz köpek saldırıdan vazgeçiyor, geri dönüp gidiyor.

İşte böyle, insanın hayvanlara yaptığı iyilik boşa gitmez. O hayvanların da kendilerine göre aklı var, hissi vardır. İyiliğin karşılığını verirler. “Sen bir iyilik et, deryaya at, balık bilmezse Khalik bilir” demiş atalar.

Her canlı, yaşamak için çırpınır, kendisine zarar verecek şeylerden doğal olarak kaçar. Kendini savunma tedbirleri alır. Allah’ın yarattığı canı bir başkasının alma yetkisi yoktur. Başkasına zarar vermeyen canlı öldürülmez. Özellikle haksız yere bir insanı öldürmek çok büyük bir suçtur.

Haksız yere bir insanı öldürmek haram olduğu gibi, bir ihtiyaç olmadan sırf zevk için bir hayvanı öldürmek de haramdır. Nesa’î ve İbn Hibban’ın rivayet ettikleri bir hadîste Hz. Peygamber: “Bir kuşu, boş yere öldürenler için Kıyamet gününde o kuş bağıracak; ‘Ya Rabbi, falan adam yararlanmak niyeti olmadan beni boşuna öldürdü!’ diye şikayet edecektir!’ buyurmuştur .” (Müslim, Sayd: 1; Nesa’î, Dahaya: 32)

Yemek için usulüne göre hayvan kesilebilir veya avlanabilir, ama sırf zevk için hayvanı öldürmek Allah katında günahtır, böyle yapan Allah’ın cezasına uğrar. Zevk için avcılık yapılmamalıdır.

İnsanlar arasında artan lüks, maalesef diğer canlıların aleyhine gelişmektedir. Yirminci yüzyıl insanı daha insancıl, daha şefkatli gibi görünmekte ise de gerçekte en merhametsiz, en öldürücü hale gelmiştir. Tarihin hiçbir döneminde bugünkü kadar hayvan öldürülmemiştir. Eskiden ilkel aletlerle sınırlı sayıda hayvan öldürülürken modern teknoloji ile bir günde milyonlarca hayvan öldürülmektedir.

Haksız yere hiç kimsenin canına, malına ve namusuna dokunulamaz. Yüce Allah tüm masûm insanları kastederek: “Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin.” (İsra: 33) buyurmuş ve Allah’ın halis kullarının, haksız yere cana kıymayacaklarını vurgulamıştır (Furkan: 68).

PROF. DR. SÜLEYMAN ATEŞ

Fussilet Suresi’nin 42. âyetinde ne Kur’ân’dan önce ne de sonra onu boşa çıkaracak, hükümsüz bırakacak bir kitap bulunmadığı vurgulanmaktadır. Bunun anlamı şudur: Kur’ân, kendinden önceki kitapların temel misyonuna ve içeriğine uygundur. Doğruladığı o kitaplar kendisini iptal etmez, destekler. Kendisinden sonra da onu hükümsüz kılacak hiçbir kitap gelmeyecektir. Onun hükmü sonsuza dek bakidir.

Kur’ân’ın Arapça Olmasındaki Hikmet:

“Onu, er-Rûhu’l-Emîn (güvenilir ruh, Cebrâîl) indirdi: 194- Senin kalbine; uyarıcılardan olman için, 195- Apaçık Arapça bir dille.” (Şu‘ara: 47/193-195)

Yusuf: Suresi’nin 2. Âyetinde de hitabettiği insanların anlayabilmesi için Kur’ân’ın Arapça indirildiği belirtilir. Aynı hikmet İbrahim: 4. Âyette de vurgulanmıştır.

Allah’ın, insanlar arasından elçi seçip onlara Kitap indirmesinin hikmeti, o elçiler ve kitaplar vasıtasıyla kullarını doğru yola iletmektir. İbrâhîm: 72/4’ncü âyette belirtildiği üzere her millete, kendi içinden, kendi diliyle konuşan bir insan, peygamber olarak görevlendirilmiş; o peygambere, konuştuğu dilde Kitabı oluşturan vahiy indirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in açık ifadesinden anlıyoruz ki Allah’ın, bütün peygamberlere indirdiği Kitap, aynı prensipleri içeren tek Kitaptır. Ancak aslı bir olan bu Kitap, her peygambere, kendi diliyle indirilmiştir. Mûsâ’ya ve Îsâ’yaİbrânî diliyle indirilmiş olan o Tanrı Kitabı, Araplar arasından seçilen Hz. Muhammed’e de Arapça olarak vahyedilmiştir: (En’âm: 92), (Yusuf: 53/2) âyetlerinin açıkça belirttiği gibi Kur’ân’ın Arapça indirilmesindeki hikmet de Arapça konuşan insanların, Allah’ın buyruklarını anlamları ve ona göre kendilerine yön vermeleridir.

Fakat Hz. Muhammed’in peygamberliği cihanşümuldür. Kur’ân’ı Kerim’in prensipleri de bütün insanlık için geçerlidir. O halde dilleri başka olan ve Arapçayı anlamayan Müslümanların, Kur’ân’ı kendi dillerinde okumaları gerekir. Bu insanların, Arapça Kur’ân’ı anlamadan tekrar etmeleri yerine onun, kendi dillerindeki doğru anlamını düşünedüşüne okumaları çok daha iyidir.

Gaye, Kur’ân kelimelerini tekrar etmek değil, onun mânâsını anlamak ve okunan Kur’ân’a göre hareket etmektir. Sahâbîler,Peygamber’den duydukları âyetlerin mânâsını anlamadan başka âyetlere geçmezlerdi. Abdullah ibnMes‘ûd: “Biz on âyet öğrendiğimiz zaman onların anlamlarını ve nasıl uygulanacağını bilmeden başka âyetlere geçmezdik” demiştir (İbnKesîr, Tefsîr: 1/4). Hiç anlamadan Kur’ân’ı birkaç günde hatmetme yerine, anlayarak günde yarım sayfa, bir sayfa okumak daha iyidir.

Kur’ân insan sözü değil meleğin vahyidir

Yûnus: 51/37-38. âyetlerde Kur’ân’ın uydurulacak bir söz olmadığı; ondan kuşkusu olanların, bütün yardımcılarıyla işbirliği ederek ona benzer bir sure getirmeleri; Hûd: 13-14’ncü âyetlerdede Kur’ân’a insan uydurması diyenler, ona benzer getirmeğe dâvet edilmekte; Kur’an’ın, Allah’ın bilgisiyle indirildiği vurgulanmakta; İsrâ: 88) âyetindede insanlar ve cinler bir araya toplanıp birbirilerine yardım etseler yine Kur’ân’ın benzerini getiremeyecekleri vurgulanmaktadır. Peygamber(s.a.v.)in en büyük mu‘cizesi Kur’ân’dır. Kur’ân’a denk bir mu‘cize yoktur. Bundan dolayı Peygamber’den çeşitli mu‘cizeler isteyenlere: “Kendilerine okunan Kitâb’ı sana indirmemiz, onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir toplum için bunda bir rahmet ve öğüt vardır” (Ankebut: 50-51) şeklinde cevap verilmiştir. Kur’ân, gönüllere şifâ veren (İsra), meskenet içine düşmüş topluma hayat veren ruhtur: (Mü’min: 15), (Şûra: 52)

Kur’ân’ın üslûbu ve etkisi:

Zümer Suresi’nin 23. âyetinde Allah’ın, sözün en güzeli olan Kur’ân’ı, müteşâbih-mesânî bir Kitab olarak indirdiği; Rablerinden korkanların, onu dinlerken derilerinin ürperdiği, sonra derilerinin ve kalblerinin Allah’ın Zikrine yumuşadığı belirtiliyor ve bunun, Allah’ın dilediği kimseyi doğru yola ileteceği bir yol gösterici olduğu; Allah’ın şaşırttığını kimsenin doğru yola getiremeyeceği vurgulanıyor.

Müteşâbih, burada güzellikte, belâğatte birbirine benzer demektir. Mesânî de ikişerli anlamına gelen mesnânın çoğuludur. Allah, sözlerin en güzeli olan Kur’ân’ı, bütün âyetleri güzellikte, belâğatte, düzende, kapsamda birbirine benzer, ikişerli, tekrarlı olarak, her şeyi çiftiyle, karşıtıyla açıklayan ve anlatımları birbirinden güzel bir kitap olarak indirdi, demektir.

Kur’ân, olayları hep ikili, karşıtlı olarak anlatır: Gök, yer; cennet, cehennem; melek, şeytân; emir, nehiy; va‘d ve va‘îd. Bunlar birbiri ardından anlatılır. Mü’minlerin hali anlatıldıktan sonra kâfirlerin hali; Allah’ın gökteki kudret işaretlerinin ardından yerdeki kudret işaretleri; zamandaki kanıtların ardından mekândaki kanıtları anlatılır. Ve her şey karşıtıyla anlatılınca daha iyi kavranır.

Kur’ân’daki bu karşıtlık üslûbu, ruhta derin etki yapar. Allah’tan korkanlar, Kur’ân’ı dinleyince o kadar etkilenirler ki derileri diken diken olur.

Kur’ân-ı Kerîm’in temel amacı tevhîd (Allah’ın birliğine), meâd (âhiret) ve sâlih amel (ibâdet, güzel ahlâk)tır. Kur’ân’ın temel prensibi olan bu konular, hemen her surede değişik söylemlerle dile getirilir. Fakat öyle soyut ifadelerle değil, somutlaştırılarak, filmleştirilerek anlatılır. Bu temel prensipleri, ruha yerleştirmek için sunduğu kıssaların, hikâyelerin başına, arasına ve sonuna yerleştirir. İnsan hikâyeyi okurken veya filmi izlerken doğal olarak bu prensipleri de bellemiş olur. Bu maksatla yerin göğün yaratılışı ve hârika olayları ispatlayıcı kanıtlar olarak takdim edilir.

İnsan düşüncesi yerin, göğün derinlikleri içinde dolaştırılır. Dünyadan âhirete götürülmüşken tekrar göz açıp yumma gibi kısa bir zamanda dünyaya getirilir. İnsan kendisini âhirette, cennetin ni’metleri veya cehennemin alevleri arasında bulmuşken birden dünyaya gelir; denizler, ırmaklar, ormanlar, şifalı besin üreten balarıları, gökte cıvıl cıvıl uçan kuşlar arasında dolaşır. Zifiri karanlıklar içerisinde bardaktan boşalırcasına yağan yağmur altında kalır; gökte çakan ürpertici şimşeğin parıltısını görür; kulakları yırtan gök gürültüsünü işitince korkudan yüreği hoplar.

Birden bütün parlaklığıyla görünen Güneş, kuşluk vaktinde insanı sarmalayıp ısıtır. Sonra insan, gecenin; gündüzün ışığı üstüne, gündüzün de gecenin karanlığı üstüne dolanmasını izler.

Bu haliyle Kur’ân sadece bir din ve âhiret kitabı değil, dünya ve âhireti kaynaştıran İlâhî bir mesajdır. Nasıl dünyadaki hayat, ruh ile cesedin kompozisyonu ise, Kur’ân da dünya ve âhiretin, madde ile mânânın kompozisyonudur. Kur’ân’da bütün evren, bütün doğa kıpır kıpırdır. Bundan dolayı Kur’ân’ın konuları, belli bir yerde toplanmış değil; sûrelerin çeşitli âyetleri arasına serpiştirilmiştir. Bağlam gereği çeşitli konular, muhtelif yerlerde değişik söylem ve çeşni ile yinelenir.

Allah’ın, insanlığa ebedî mesajı olan Kur’ân-ı Kerîm, yalnız mânasıyla değil, kelimelerinin kulağı okşayan senfonisiyle de eşsiz bir mu’cizedir; dikkatle okuyanların gönüllerini huzur, mutluluk ve vecde boğar.

İnsanı tutarsız düşüncelerden kurtarıp tevhîdin nurlu yolunda dünya ve âhiret mutluluğuna götürmek için insan doğasına en uygun dini getiren Kur’ân mesajı, sağduyunun sevgilisidir.

Kur’ân, bütün İslâm ilimlerinin temelidir. İslâm alanında yazanlar mutlaka Kur’ân âyetlerine dayanmak zorundadırlar.

Kur’ân-ı Kerîm, evrensel bir mesaj getirmiş, âhiret saâdetine erip cennete girmek için gerekli şartları açıklamıştır. Bunlar: Allah’a şirksiz, âhirete şeksiz inanmak ve sâlih amel (dünyâya ve âhirete yararlı güzel işler) yapmaktır.

Kur’ân’a göre İslâm, yalnız Allah’a tapmak, ibâdeti yalnız O’na özgü kılmaktır. Ünlü Alman şairi Goethe İslâm’ın anlamını çok güzel ifade eder:

“Eğer İslâm, teslim olmak anlamına geliyorsa Allah’a

Hepimiz yaşayıp ölmekteyiz İslåm’da.” (Haarman, Maria (Hrsg): Der Islam (EinLesebuch). München: Beck, 1992, s. 36)

Bu anlamıyla bütün peygamberler İslâm’ı getirmişlerdir. Kur’ân’da İslâm kelimesi, yalnız Hz. Muhammed(s.a.v.)in getirdiği din için değil, bütün peygamberlerin getirdiği din için kullanılmıştır. Çünkü peygamberlere verilen mesajın mâhiyeti aynıdır. Hepsi insanları tek Allah’a kulluğa, âhireteîmâna, ibadete ve sâlih amele çağırmıştır. Bu bakımdan misyonları aynı olan peygamberler arasında bir ayırım yapılamaz: “O’nun elçileri arasında bir ayırım yapmayız.” (Bakara: 92/286) Yüce Allah, ilk elçisi olan Nûh’a neyi vahyetmiş ise, son elçisi Muhammed(ikisine de selâm olsun)a da onu vahyetmiştir: “Biz Nûh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik…”(Nisâ: 98/163) Bakara: 131-133,136 da bütün peygamberlerin ortak mesajının İslâm olduğu anlatılmaktadır.

Kur’ân’a göre Allah, yalnız belli bir zümrenin rabbi değil, bütün âlemlerin Rabbidir. “Övgü, âlemlerin Rabbine mahsustur.” âyeti, namazın her rek‘atinde okunarak, Allah’ın, bütün yaratıkların Rabbi olduğu vurgulanır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın, rahmeti de belli bir zümreye özgü değil, her yaratığını kapsamaktadır. Evet, O’nun gazabı da var ama rahmeti, gazabını geçmiştir: “Rabbiniz, kendisine rahmeti yazmış(acımayı prensip edinmiş)tir” (En’âm: 55/12, 54), “Rahmetim, her şeyi kaplamıştır.” (A‘raf: 39/156)Bir kudsîhadîste de Allah’ın rahmetinin, gazabını geçtiği buyurulmuştur (Buhârî, Tevhîd: 55, Bed’u’l-Halk: 1; Müslim, Tevbe: 14-16) .

Her peygamber, insanlığa bu sonsuz İlâhî rahmeti sunmağa çalışmış ve Allah’a şirksiz, âhireteşeksiz inanan ve sâlih amel yapan her İlâhî din mensubunu cennetle müjdelemiştir. Ama insanların bencilliği, İlâhî mesajın geniş ufkunu daraltmış, her din mensubu, sadece kendilerinin cennete girebileceğini iddiâ etmiştir. Yahûdîler, cenneti yalnız kendilerine tahsis ederken, Hıristiyanlar da kendilerinden başkasına cennet vizesi vermemişlerdir: “Yahûdî yahut Hıristiyan olandan başkası cennete girmeyecek,” dediler. Bu, onların kuruntusudur. De ki: “Doğru iseniz, delîlinizi getirin.” (Bakara: 111)

Cennetin belli bir zümreye mahsus olduğu iddiâsını böylece reddeden Kur’ân, onun iddiâ ile değil, gerçek îmân ve eylem ile olacağını; Yahûdîliği ve Hristiyanlığı getiren peygamberlerin atası İbrâhîm’in gerçek tevhîdi getirmiş olduğunu; onun yolunda giden her insanın cennete gireceğini açıklıyor:(Bakara: 92/112)

Bu genel prensibi her yerde vurgulayan Kur’ân, Arabistan’da bilinen din mensupları içinde bu prensibe bağlı kalan insanları cennetle müjdelemiştir: “Şüphesiz inananlar; Yahudiler, Hristiyanlar ve sâbiîler(den) Allah’a ve âhiret gününe inanan ve iyi iş(ler) yapanlara, Rableri katında mükâfât vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara: 92/62, Mâide: 110/69)

Bakara: 92/62’nci âyetintefsîrinde İmam Kuşeyrî şöyle diyor:

“Asıl bir olunca yolun ayrılığı, güzel kabul görmeğe engel olmaz. Her kim yüce Allah’ın âyetlerini doğrular, O’nun kendi zâtı ve sıfatları hakkında söylediklerine inanırsa; şerîatin farklı olması, isim ayrılığı, rızâyı kazanmaya zarar vermez. Bundan dolayı (Allah ta‘âlâ): ‘İman edenler, Yahûdî olanlar…’ dedi. Sonra da: ‘Bunlardan her kim inanırsa…’ dedi. Yani ma‘rifet (gerçek bilgi) lerde ittifak ederlerse, hepsine de güzel gelecek ve bol sevâb vardır. Mü’min Hakk’ın güvencesinde olandır. Kim yüce Hakkın güvencesinde bulunursa, elbette onlara korku olmaz ve onlar üzülmezler.” (Letâifu’l-İşârât: 1/108)

Kur’ân’ın, Kendisinden Önceki Kitâb’ı Neshetmez, Tasdîk eder (Fâtır: 43/31; En‘âm: 55/92; Ahkaf: 66/30; Bakara: 92/41, 89, 91, 97, 101; Âl-i İmran: 94/3; Nisâ: 98/47) âyetlerinde Kur’ân’ın, kendinden önceki Kitâbı doğruladığı; “Sana da kendinden önceki Kitâb’ı doğrulayıcı ve onu kollayıp koruyucu olarak bu Kitâb’ı gerçekle indirdik.” (Mâide: 110/48) âyetinde de o Kitabı hem doğruladığı, hem de koruduğu vurgulanır. Yani Kur’ân o Kitâbı neshetmiyor; tersine kollayıp koruyor.

Kendinden önceki Kitâb’ı neshetmek şöyle dursun, ona sâhib olucu, koruyucu ve doğrulayıcı olarak indirildiği bildirilen Kur’ân (Mâide: 48), Kitâb ehline, Kitâplarını bırakmalarını değil, tam tersine, Kitaplarının hükmünü olduğu gibi uygulamalarını emreder: “43-İçinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrât yanlarında dururken seni nasıl hakem yapıyorlar da sonra dönüyorlar? Onlar inanıcı değiller. 44- Gerçekten Tevrât’ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nûr vardır. İslâm olmuş peygamberler, onunla yahûdîlere hüküm verirlerdi. Kendilerini Tanrıya vermiş zâhidler ve âbidler de Allah’ın Kitabını korumakla görevlendirildiklerinden onu uygular ve gözleyip kollarlardı. (Mâide: 43-44)

MâideSûresi’nin 43-44’ncü âyetlerindeTevrât’ın hükümlerini güzel uygulayan Yahûdî din adamları övülüp, Tevrât’taki İlâhî hükümleri uygulamayanların kâfir oldukları vurgulandıktan, sonra İsâ’ya da İncîl’in verildiği bildirilmekte ve: “İncîl sahipleri, İncîl’in hükümlerini uygulasınlar.” (Mâide: 47) deniliyor.

Görüldüğü üzere Kur’ân, kendinden önceki İlâhî kitapları kaldırmıyor, övüyor, kendisinin de onlara uygun olarak indiğini söylüyor. Kitaplarının gösterdiği yoldan ayrılanları kınarken, Kitaplarının ruhuna bağlı kalanları övüyor. A’râf Sûresi’nde bu husus belirtilir: “159- Mûsâ kavmi içinde Hakka uyup hak ile adâlet yapan bir topluluk vardır…. 181- Yarattıklarımız arasında Hakka uyup hak ile adâlet yapan bir topluluk vardır.” (A‘râf: 159, 181)

İlâhî Kitap sahibi olan bütün insanlar, birliğe ve kardeşliğe çağrılıyor: “İşte sizin bu ümmetiniz (toplumsal dininiz) bir tek dindir; ben de sizin Rabbinizim, ben(im rzam dna çkmak)dan) korunun.” (Enbiyâ: 92, Mü’minûn: 52)

Kur’ân,hiç bir milletit opyekûn cehenneme mahkûm etmez. Her milletin içinde iyilerin ve kötülerin olduğunu, Yahudilerin de çoğu sapmış olsa dahi içlerinde ılımlı, iyi işler yapan, temiz kalbli kişilerin bulunduğunu söyler: “İçlerinde tutumlu (ılımlı) bir ümmet var, ama onlardan çoğu, ne kötü işler yapıyorlar!” (Mâide: 66)

Kur’ân, Allah’ın birliğine inanan ve yalnız O’na tapan insanların, birbirlerine destek olmalarını, tek Allah’a iman ve ibadette birleşmelerini istemektedir: “De ki: “Ey Kitap ehli, bizim ve sizin aramızda ortak olan söze gelin: Yalnız Allah’a tapalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birbirimizi Allah’tan başka rablar edinmeyelim.” (Âl-i İmrân: 94/64)

Kur’ân, aşırı davranışlarıyla dinlerini bozan, dinin ruhundan ayrılan çıkarcı Kitap ehlini kınar ama Kitap ehlinin hepsini aynı kategoriye sokmaz. Peygamberlerini tanrılaştıran, yahut Allah’ın oğlu mertebesine çıkaran veya Allah’ın üç varlıktan oluştuğunu söyleyen Kitaplıları kâfirlikle nitelerken (Mâide: 72-73), dinlerinin aslı olan tevhîde bağlı kalanları övmektedir: Âl-i İmrân Sûresi’nin 112. âyetinde de İlâhî mesaja, peygamberlere karşı olumsuz davranışlar içine giren Yahudilerin, Allah’ın gazabına uğradıkları belirtildikten sonra; hepsinin bir olmadığı; Kitâb ehli içinde Allah’a ve âhirete inanıp, geceleri ibâdet eden, hayır işlerine koşan sâlih kimselerin de olduğu ve ödüllendirileceği, üzüntüye uğratılmayacağı vurgulanmaktadır.

Görülüyor ki Kur’ân-ı Kerîm, bir milleti topyekûn azâba mahkûm etmemiş, indirilen Hak Kitâb’ı’nın ruhuna bağlı kalanların ödüllendirileceğini; onun yolundan ayrılanların da cezâlandırılacağını belirtmiştir. Bu, Allah’ın genel yasası, İlâhî prensibidir. Son Peygamber Hz. Muhammed’e inanmış olduğunu söyleyen herkesin de cennete gideceğini söylemez, ancak Allah’a ve âhirete inanıp sâlih amel yapanların cennete vâris olacaklarını vurgular. Kur’ân’a göre îmân, sadece kuru bir sözden ibaret değildir. Güzel eylemler biçiminde görünen kesin düşüncedir.Ra‘d Sûresi’nin 19-24’üncü âyetlerinde cennetlik olan mü’minlerin vasıfları anlatılmaktadır. Bunlar sadece “İnandık” diyenler değil, fakat sözlerinde duran, Allah’ın buyruğunu yerine getiren, Allah’a saygılı, âhiret hesabına inanıp bundan korkan, Hak yolunda çekilecek eziyetlere sabreden, namazlarını kılan, Allah’ın kendilerine verdiği rızıktan sadaka veren, kötülüğü iyilikle savan kimselerdir.

Mü’minûn Sûresi’nin 1-11’nci âyetlerinde de cennete girecek olan mü’minlerin vasıfları anlatılmaktadır. Bunlar, saygı ile namazlarını kılan, yalandan, boş sözlerden uzak duran, zekâtlarını veren, namuslarını koruyan, sözlerinde duran, emânetlere hiyânet etmeyen sâlih insanlardır.

SÜLEYMAN ATEŞ

Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler; yoksa şeytan aralarına girer. Kuşkusuz şeytan insanların apaçık düşmanıdır. İsrâ Suresi – 53

Bugün müslümanlar arasında dahi itici, ötekileştirici bir kavga dilinin yaygınlaşmış olmasına bakılırsa, bu mükellefiyeti ifada yeterince hassasiyet gösterdiğimiz söylenemez. Bazen maruz kaldığımız haksız bir suçlama karşısında kapıldığımız öfke, bazen meşru dairedeki farklılıklara tahammülsüzlüğümüz dengemizi bozuyor, kötü sözler söylememize sebep olabiliyor. Tartışmalarımız çoğu zaman üzüm yemek değil de bağcıyı dövmek niyetiyle yapıldığından kırgınlıklara, küskünlüklere hatta düşmanlıklara yol açıyor. Bir müslümanın gündeminde olmaması gereken konular üzerine çok konuşup sözü de vakti de israf edebiliyoruz.

Kim bilir, belki ağız dalaşında muhatabı alt eden sertliği, ince imalara gizlenmiş hakareti, bir meseleyi lüzumundan fazla uzatarak anlatmayı, bağıra çağıra söz söylemeyi yerinde ve doğru bulanlarımız vardır. Belki “güzel sözleri güzel söylemek” mükellefiyetimizi unutmuşuzdur. Yahut güzel nedir, hangi sözler güzeldir, nasıl güzel söylenir; bunlarla alâkalı ölçülerimiz şaşmış olabilir. Böyle bir ihtimale binaen güzel söze ve güzel söz söylemeye dair ölçülerimizi hatırlamalıyız.

Güzel söz ‘hasene’dir

“Güzel söz” denince akla, genellikle yabancı filozof, şair, yazar veya devlet adamlarının vecizeleri geliyor. Bunda temel eğitimin hemen her kademesinde öğrencilerin bir şekilde karşılaştığı “Güzel Sözler” veya “Özlü Sözler” listesinin payı olmalı. Özlü söz de denilen vecize, “uzun yahut karmaşık bir konuyu az sayıda kelime ile anlatan; etkileyici, akılda kalıcı, sloganımsı söz” demektir. Sözün “veciz” olması şüphesiz bir maharettir ama sadece bu vasfı bizim o sözü “güzel” bulmamıza yetmemelidir.

Müslümana göre bahis konusu “söz”de ise, güzellik kişilere, zamana, zemine göre değişen bir nitelik değildir. Bizim için “güzel söz” bir “hasene”dir. Dolayısıyla “ilahî hakikate ve rıza-yı Bârî’ye uygun, sevaba vesile, doğru, meşru, faydalı olan ve âdâbına riayetle söylenen söz” güzel sözdür. Veciz olması bir güzellik unsuru olarak bunlardan sonra gelir.

Güzel sözleri bilhassa Batılı meşhurlara atfedilen kısa, çarpıcı, parlak ifadelerden ibaretmiş gibi görmek tehlikelidir de üstelik. Zira bunlar bir hale uygun olsa da hakikate uygun olmayabilir. Bizi yabancı hayranlığına, hasene kapsamına girmeyen sakat bir güzellik tasavvuruna sevk edebilir. Çoğunlukla şahsî ve kibirli bir yaklaşımın ürünü olan birtakım iddiaların kesin doğrularmış gibi anlaşılmasına sebebiyet verebilir. Aslında vecizenin bütün Batı dillerindeki karşılığı sayılabilecek “aforizma”nın en önemli vasfı budur. Aforizma, “aforoz”dan gelir ve bir konuda aforizma sayılan sözün sınırlarına dahil olmayan, aynı konudaki diğer bütün düşüncelerin dışlanması, reddedilmesi ve yok sayılması gerektiği iddiasını taşır. Öte yandan güzel sözlerin ancak tanınmış kişilerce söylenen fiyakalı laflar olabileceği kabulü, sıradan insanların kendilerini güzel söz mükellefiyetinden muaf tutmasına bahane yapılabilir. Yahut bazıları yapmacık bir şairaneliği ya da her halükârda muhatabın hoşuna gidecek, onayını alacak bir alttan alma dilini güzel söz söylemek zannedebilir.

Her güzel davranış gibi sözün güzelini güzel söylemek de güzel ahlâkın, içselleştirilmiş bir güzelliğin yansımasıdır. Bu sebepledir ki sözün güzeli, güzelin sözüdür. Öyleyse meselenin hepimizi alâkadar eden kısmına geçmeden önce, güzeller kimlerdir, bu güzellerin sözleri nedir; buna bir bakalım.

Evvela mutlak manada güzel olan hiç şüphesiz Allah Azimüşşân’dır. O, Cemâl-i bâ-Kemâl’dir. Yani eksiği, kusuru olmayan yegâne güzelliğin sahibidir ve bütün güzelliklerin kaynağıdır.

O’nun kelâmı olan Kur’an-ı Kerim, “ahsenü’l-kavl” (Zümer 18) yahut “ahsenü’l-hadîs”tir ki (Zümer 23) sözlerin en güzeli demektir. Müfessirler Kur’an-ı Kerim’de Kelâmullah’ın güzelliğine dair bazı ibarelerin, mesela “ahsenü’l-kavl” yahut “temiz, iyi, hoş, güzel söz” diye karşılayabileceğimiz “kelimü’t-tayyib” (Fâtır 10) veya “kavlü’t-tayyib” (Hacc 24) ile hususan kelime-i şahadetin kastedilmiş olabileceğini öne sürmüşlerdir. Fakat yine de Kur’an-ı Kerim’in maksadı ve hülasası olması hasebiyle kelime-i şehadete mahsus görünen bu vasıfların bütün ayet-i kerimeleri niteleyebileceğini söylemişlerdir. Kısaca, en güzel söz Allah Tealâ’nın kelâmı, Kur’an-ı Hakîm’dir.

Sonra, Hâlıkımız’ın bütün mahlukatı içinde “en güzel kıvamda yarattım” (Tîn 4) buyurduğu insanların sîrette de surette de en güzeli Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v.’in hadis-i şerifleri sözlerin en güzelidir. O, “yürüyen Kur’an” olduğu, mübarek sözleriyle Kur’an ayetlerini en güzel şekilde açıkladığı, “Hayatım elinde olan Allah Tealâ’ya yemin ederim ki ağzımdan ancak doğru olan çıkar.” (Ebu Davud, İlim 3) buyurduğu için, sözlerin en güzelini söyleyendir. Rasul-i Kibriyâ s.a.v., en güzel sözleri en güzel surette söyleyendir aynı zamanda.

Nihayet ihsan mertebesinde her an her yerde Cenab-ı Hakk’ın huzurunda olduklarını bilen “muhsin”ler güzeldir ve onların kelâmı, kibârın kelamıdır. “Kelâm-ı kibâr, kibâr-ı kelâmdır” denilmiştir. “Sözlerin büyüğü, büyüklerin sözüdür” manasına gelen bu cümledeki “sözlerin büyüğü”nden kasıt, “hakikati veciz bir tarzda ifade eden hikmetli ve güzel sözler”dir. “Büyükler”i de “muhsinler” olarak anlamalıdır. Sahabe-i Kiram başta olmak üzere Selef-i Salihîn, Efendimiz s.a.v.’in mirasçısı âlimler, ârifler, velîler, kâmil mürşidler bizim büyüklerimizdir.

Güzel söz, ‘sözlerin en güzeline uyarak’ söylenir

Güzel söz söyleme mükellefiyetimizden bahisle girdiğimiz konuyu, müslüman nezdinde güzel sözlerin ayet-i kerimelerden, hadis-i şeriflerden ve kelâm-ı kibarlardan ibaret olduğu hususuna getirdik. Buradan sadece bu sözleri tekrarlayarak güzel söz söylemiş oluruz gibi bir neticeye varmak istemiyoruz elbette. Maksadımız, güzel söz söyleyebilmek için, daha önce söylenmiş güzel sözlerin hem muhtevası hem üslubu ile bize örnek olması ve bir çerçeve çizmesi zaruretine işaret etmek. Çünkü diğer bütün davranışlarımız gibi söylediklerimizi de bir şekilde işittiğimiz, okuduğumuz, öğrendiğimiz sözler belirliyor. Zümer suresinin 18. ayet-i kerimesinde Allah Tealâ’nın hidayete erdirdiği akl-ı selim sahibi müminler için, “Onlar sözü dinler ve (o sözlerin) en güzeline uyarlar” buyruluyor. Şu halde imana ve akl-ı selime delalet eden güzel sözleri söyleyebilmemiz için, söylenmiş en güzel sözlere uymamız, bunun için de o en güzel sözlerin neler olduğunu bilmemiz gerekiyor.

Esas olan, güzel sözlerin yani ayet-i kerime ve hadis-i şerifler ile bunların açıklaması mahiyetindeki sözlerin çizdiği sınırlar içinde kalabilmektir. Bu sınırlar gözetildiği takdirde, gündelik hayatın akışı içinde sarf ettiğimiz sıradan sözler bile edebine riayetle söylendiği için güzelleşecektir. Edep, girdiği her davranışı güzelleştirir. Sözü uzatmamak, nezaketi elden bırakmamak, muhatabın durumunu dikkate almak, çirkin ifadelerden kaçınmak için parlak bir hatip veya şair olmaya gerek yoktur. Her haliyle Hakk’a ve hakikate şahitlik eden, sâlih amel işleyen ihlâslı bir mümin olmak yeterlidir. Nitekim Fussilet suresinin 33. ayet-i kerimesinde şöyle buyurulur: “Allah’a davet eden, sâlih amel işleyen ve ‘ben gerçekten müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?”

Ayet-i kerimede Rasul-i Ekrem s.a.v.’e, Sahabe-i Kiram efendilerimize, Peygamberimiz s.a.v.’in mirasçısı âlimlere, kâmil mürşidlere, vaizlere veya müezzinlere işaret olduğuna dair tefsirler yapılsa da, genel kanaat bütün samimi müslümanların kastedildiği yönündedir. Öyleyse bu ayette, belli şartlara uymak suretiyle bütün müslümanların “güzel söz” söyleyebileceğine de işaret buyurulmaktadır.

İman ve sâlih amel şartı

O şartlardan biri ve en önemlisi sâlih amel işlemektir. Zor zamanlarda da İslâm’ın ölçülerini titizlikle gözetmek, her işini sâlih amel kılmaya çalışmak suretiyle Müslümanlık iddiasındaki samimiyetini ispat eden bir kimsenin “Elhamdülillah müslümanım!” demesi güzeldir. İkinci şart; müslümanın, sözleri kadar ifrat ve tefritten uzak tutum ve davranışlarıyla da Hakk’a ve hakikate şahitlik eden bir örneklikle tebliğde bulunmak, insanları Allah Tealâ’ya çağırmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak gibi bir vazifeyle yükümlü olduğunu bilmesidir.

Bu iki şart dili kendiliğinden güzel kılar. Gerçi İslâm’ı tebliğde hem hal dilimizin hem kâl dilimizin güzel olması esastır. “Rabbimiz’in yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırmak” (Nahl 125) bizim de yükümlülüğümüzdür şüphesiz ama bu yükümlülük başka sözlerimizi güzel söyleme hususunda ihmalkâr davranmamıza yol vermez.

Kur’an-ı Kerim’de sözün hasenattan sayılabilmesi için kime nasıl söyleneceğine dair ölçüler verilmiştir. Buna göre mesela müslümanın sözü “maruf”, yani şeriata ve akl-ı selime uygun, bilgiye dayalı, faydalı ve olumlu olmalıdır. “Adl” ile söylenmeli; ölçüyü, dengeyi, insafı gözetip aşırılıklardan kaçınmalıdır. Söz, “sedîd” olmalı; doğruyu eksiltip abartmadan dosdoğru ve sağlam bir şekilde ifade etmelidir. Ana babamızın, üzerimizde hakkı olan büyüklerimizin karşısında hürmetkâr ve iltifatkâr bir dil kullanılmalıdır. Yoksula, düşküne, mağdura bir şeyler söylerken yatıştırıcı, teselli edici bir üslup tercih edilmelidir. Firavunlaşma istidadı gösterenlere, sükûnetimizi bozmadan yumuşak bir dille doğruları hatırlatmalı; inkârcılara karşı Hakk’ı ve hakikati anlatırken sözü açık, kolay anlaşılır, etkili bir tarzda söylemelidir.

Her halükârda yalandan, yapmacıklıktan, kabalıktan sakınmalıdır. Zira tebliğ maksadı taşımadığını düşündüğümüz beşerî münasebetlerimize dair bir sözü dahi kötü, çirkin, kaba bir tarzda söylemek, bir sâlih amel imkânını heba etmek yanında, Hakk’a davet örnekliğimize halel getirecektir.

Güzelliği heba eylemek

Hasılı kelâm, Hakk’a şahitlik ve davet mesuliyetinin idrakiyle iman ve amel bütünlüğünü sağlamış samimi bir müslümanın kendisi de sözleri de güzeldir. Söz de bir ameldir ve bütünlükten muradımız, söylenen güzel sözlerle itikadımız ve diğer davranışlarımızın mutabakatıdır. Bu sebeple bilhassa amelde ihmalkârlık, ağzımızdan çıkan güzel sözlerin fayda ve tesirine mâni olmakta, daha da önemlisi bu sözler, güzelliğine rağmen Cenab-ı Hak katında hasene kıymeti taşımamaktadır.

Fâtır suresinin 10. ayet-i kerimesinde mealen, “Güzel sözler (Allah’a) yükselir. Onu da sâlih ameller yükseltir.” buyurulur. Ayet-i kerimeyi bu şekilde anlayan müfessirler, güzel ve hoş sözler (el-kelimü’t-tayyib) ile kelime-i tevhid, ayet, hadis, tesbih, tahmid, tekbir, esma zikri, dua, istiğfar gibi kulun rağbetinden bağımsız, bizatihi güzel olan sözlerin kastedildiği görüşündedir. Başkalarının dünya ve ahiret saadeti için verdiğimiz öğüt ve nasihatler de buraya dahil edilebilir. Bu sözlerin Allah Tealâ’ya yükselmesi, Allah indinde kabule şayan olmasıdır. Fakat bu güzel sözleri yükselten, yani onların sevap defterine yazılmasını sağlayan sâlih amellerdir.

Şu halde söylediğimiz güzel sözlerin gerektirdiği uygun amelleri işlemiyorsak, o “hasen” sözleri söylüyor olmak bize bir “hasene” kazandırmıyor. Telkin ettiği, yönlendirdiği davranışları kendi hayatımızda sergilemiyorsak, güzel bir sözü söylememiz bizi güzel söz söyleyen bir müslüman yapmadığı gibi, güzellikleri heba eyleme, onlara gölge düşürüp değersizleştirme vebalini yüklüyor omuzlarımıza. Bizi, Allah Zülcelâl Hazretlerinin, “İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?” (Bakara 44) mealindeki itâbına muhatap kılıyor. Hatta belki Kur’an-ı Kerim’de (Saff 2-3), “yapmadıklarımızı, (yapıyormuş izlenimi verecek şekilde) söylemek” diye tanımlanan ve Allah Tealâ’nın gazabını celbeden bir günaha sürükleyebiliyor bizi.

Öyleyse güzel söz, mana ve muhtevasını yaşayışımıza tatbik edegeldiğimiz sözdür aynı zamanda. Fakat bu hakikat ve aksi durumda günaha girme ihtimali, sözle olsun emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker mükellefiyetimizden imtinaya bahane yapılamaz. Fayda ve tesir için, emrettiğimiz marufu önce kendimizin yapması, nehyettiğimiz münkerden de yine önce kendimizin kaçınması zaruretine işaret eder.

Kök sağlam ve sabit değilse

İbrahim suresinin 24 ile 25. ayetlerinde “kelime-i tayyib” diye nitelenen “güzel, doğru, hoş, temiz ve sağlam söz”, güzel bir ağaca benzetilmek suretiyle, güzel sözün hem imanla irtibatına hem de sınırsız genişlikteki imkânlarına dikkat çekilir. Buna göre “Güzel söz, kökü sabit, dalları göğe yükselen ve Allah Tealâ’nın izniyle her zaman meyve veren bir ağaç gibidir.”

Kökün sabit olması; güzel sözün sabit, değişmeyen, sağlam bir hakikate yani vahye yahut tevhid akidesine dayanmasıdır. Göğe yükselen dallar; mutlak hakikate dayandığı, vahiyle irtibatını zedeleyip koparmadığı sürece, göklere kadar uzanan geniş bir sahada söz söylenebileceği ve hangi konuyla alâkalı olursa olsun, bu geniş çerçevede söylenen her sözün güzel olacağı manasına gelir. Nitekim her mevsim meyve vermektedir. Yani bu güzel sözler, insanların her devirde faydalanmasına, istikamet bulmasına ve söyleyenin iki dünya saadetine vesile olabilmektedir. Mevlâna k.s. hazretlerinin “Bir ayağını iman esasları üzerinde sabitleyip diğer ayağı ile yetmiş iki milleti dolaşmayı” salık veren meşhur “pergel teşbihi”, sanki bu ayet-i kerimelerin yatay planda ve söz ekseninde tekrarı gibidir.

Takip eden ayette (İbrahim 26), bu defa “kelime-i habîs”, yani çirkin söz yine bir ağaca benzetilir. Ama köksüz, ayakta ve yerinde sabit duramayan, bir nevi çalıdır bu. Tefsirlerde “ebucehil karpuzu” denilen ve mezbelelikler üzerinde derinlere kök salmadan yayılarak yetişen dikenli, kötü kokulu, tadı acı ve zehirli bir bitkiye benzetilerek izah edilir. Boy vermez, dal budak salmaz. Kısa ömürlüdür. Biraz kuvvetlice bir rüzgârda kopar, savrulur, kuruyup kaybolur.

Bu benzetme ile küfür, inkâr, şirk ifadesi taşıyan kötü, çirkin veya habis sözlerin temelsizliğine, verdiği zarara rağmen kalıcı bir tesir bırakamayacağına işaret edilmiştir. Yine de habis sözü, sakındırıldığımız bu uç örneklerle, yani “elfaz-ı küfür”le sınırlayıp, bu sınırlar içine girmediğini düşündüğümüz sözler hususunda lakayt davranmamalıdır. Zira habis sözde esas olan söylenenlerin vahye, vahiyle bildirilen hakikatlere, İslâm’ın ölçülerine değil; mesela nefsin hevasına, zanna, moda anlayışlara dayanmasıdır. Yani sözü çirkinleştiren, söylenişinden ziyade söylenenin mahiyetidir.

Armin Muzaferija – Oprosti Ya Rabb [Uživo – Koncert Dom mladih]

Nasıl söylediğimiz kadar ne söylediğimiz de önemli

Çirkin söz, çirkinlik derecesi ve tesirine göre yapılan bütün tarif ve konumlandırmaların ötesinde “güzel olmayan söz”dür. Fakat işte güzelliği sadece “söyleyiş”te arayıp “söylenen”i ihmal eden İslâm’a aykırı bir anlayış, bugün bizi de güzel olmayan sözleri, güzel sözlermiş gibi söyleyip dinler hale getirdi.

Mâlâyaniden ibaret bir konunun etkileyici bir dille anlatılmasını güzel bulabiliyoruz mesela. Polemik yapmayı, rakiplerimize yönelik mesnetsiz iddia ve suçlamalara kitleleri inandırabilmeyi, bizim gibi düşünmeyen herkesi ustalıklı bir dille suç oluşturmayacak şekilde aşağılayıp alaya almayı meziyet zannedebiliyoruz. Asabiyemiz, hakikati aramaya da söylemeye de mâni oluyor çoğu zaman. Söz söyleme gündemimizi gazete ve televizyon haberleri, politikacıların demeçleri, internet sitelerindeki ölçüsüz ve aykırı konuşmalar yahut yazılar belirliyor

Bu kaynaklardan duyup okuduklarımızı, taraf veya karşı oluşumuza göre bir vazife hissiyle çevremize aktarırken, bir yalana şahitlik edip etmediğimizi sorgulamıyoruz bile. Hem, “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeylerin peşine düşme!” (İsra 36) mealindeki ilahî emrin, hem de Efendimiz s.a.v.’in, “Her işittiğini söylemesi kişiye yalan olarak yeter.” (Müslim, İman, 3) ikazının hilafına davranabiliyoruz. Halbuki sözü güzel kılan “sabit kök” mesabesindeki ölçüler, bizim ve yakınlarımızın aleyhine bile olsa doğru söylememizi gerektiriyor. Başkalarının bizzat şahit olmadığımız hallerini şahit olmuş gibi anlatmamızı, böylece iddia ve ithamlarda bulunmamızı “yalancı şahitlik” sayıyor. Zandan ve münakaşadan kaçınmamızı, iyice araştırıp soruşturmadan fâsıkların verdiği haberlere itibar etmememizi istiyor bizden.

En azından Müslümanlık iddiamız, “Müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların emin olduğu kimsedir.” (Buharî, Rikak 26) hadis-i şerifi mucibince kardeşlerimize karşı güzel, yapıcı, gönül alıcı, samimi bir muhabbet dilini zaruri kılıyor. Buna rağmen güzel olmayan, kırıcı, kaba, aşağılayıcı ve ayrıştırıcı bir dil kullanabiliyor; böyle sözlere konu olan kişi veya toplulukların hata, kusur ya da günahları sebebiyle bunu hak ettiğini düşünüyoruz. Aynı sebeple muhteva itibariyle güzel ve doğru olan bir sözü kötü, çirkin, incitici, muhatabı rahatsız edici bir tarzda söylediğimiz oluyor.

Güzel sözleri en güzel üslupla söylemek için

Bazı durumlarda yanlış yapanları, hata ve kusurlarında ısrar edenleri doğruya yönlendirmek için eleştirmek, kınamak, sert bir üslupla uyarmak kaçınılmaz olabiliyor elbette. Böyle bir tavır, Allah Tealâ’nın rızasını gözeten, muhatabın ıslah ve iyiliğini isteyen bir muhabbet ve samimiyetin eseriyse eğer, güzeldir. Yine de önce kendimizdeki kusurları görüp eleştiri ve kınamayı kendi nefsimize yöneltmek, her insanın hata yapabileceğini hesaba katmak, düşmanlığımızın günahkâra değil günaha olduğunu hissettirmek ve rıfk ile söz söylemede ısrarcı olmak daha güzeldir.

Müslüman, güzel sözler söyleme mükellefiyetini ifada da hep “daha güzeli“ tercih etmelidir. Bunun için “en güzel sözleri” yani ayet-i kerimeleri, hadis-i şerifleri ve kelâm-ı kibarları öğrenmeli; sözümüzü daha güzel söylemek için bu sabitelerin belirlediği sınırlara titizlikle riayet etmelidir.

Büyükler, dil insanın terazisidir manasına “el-lisân veznü’l-insan”; kişinin kemâli kelâmının altındadır, yani sözünden belli olur manasına “kemâlüke tahte kelâmik” buyurmuşlardır. Bugün de kullandığımız “üslûb-i beyan ayniyle insan” sözü, “bir insanın ifade tarzı onun nasıl biri olduğunu gösterir” demektir. Öyleyse “küp içindekini sızdırır” fehvasınca, güzel sözleri en güzel şekilde söylemek için öncelikle her işi gibi sözlerini de amel-i sâlih yapmaya çalışan kâmil iman sahibi “güzel bir mümin” olmaya geyret etmelidir. Bu uğurda güzel müminlerle; Rabbimiz’in sâdık, sâlih ve müttaki kullarıyla beraber olarak, kalbi en güzel sözlerin sahibi Cenab-ı Mevlâ’ya tahsis eyleyip, beytullah kılmak üzere yola koyulmalıdır.

Ve Allah Tealâ’nın Habib-i Edibi Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in, güzel sözleri en güzel şekilde söylememiz hususunda da bizim için “üsve-i hasene” yani en güzel örnek, en doğru rehber olduğu unutulmamalıdır.

• Güzel söz doğru sözdür. Doğruluktan murat, sözün hem ilahî hükümlere hem bahis konusu vakıaya uygun olmasıdır. Sahih bilgiye dayanmayan, asılsız yahut hakikati yalanlayan, çarpıtan, eksilten ve abartan sözler güzel değildir.

• Güzel söz; düşünülerek, dili dikkatli kullanarak söylenen sözdür. Yanlış anlamalara sebep olacak şekilde maksadı aşan ifadeler barındıran, nereye varacağı kestirilemeyen, öylesine söylenmiş sözler güzel değildir.

• Güzel söz, halin gereklerine uygun, yani muhatabın seviyesine göre yerinde ve zamanında söylenen sözdür.

• Güzel söz, en doğru kelimelerle maksadı ve mesajı açık, net, anlaşılır bir şekilde aktaran sözdür.

• Güzel söz, adaleti ayakta tutan, özellikle bir meselede şahitlikte bulunur veya hüküm verirken insafı elden bırakmadan söylenen sözdür.

• Güzel söz, konuşurken ölçülü bir ses tonuyla, bağırıp çağırmadan, acele etmeden, gereğinden fazla hızlanıp yavaşlamadan, dinleyenleri bıktıracak kadar uzatmadan tane tane söylenen sözdür.

• Güzel söz, özentiye ve gösterişe kaçmadan samimi ve tabii bir tavırla kalpten söylenen sözdür.

• Güzel söz, hep bir faydayı veya hayrı gözeterek dostça, nezaketle, yumuşaklıkla söylenen sözdür.

Ahmet Nafiz Yaşar

Öğüt müminlere yarar sağlar

Öğüt, dilimizde “bir kimseye yapması veya yapmaması gereken şeyler için söylenen söz ve nasihat” anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise, “iyi ve hayırlı işlere davet, kötü ve hayırlı olmayan şeylerden alıkoymak, bir işi sadece Allah rızası için yapmak” olarak tanımlanır. Kur’ân-ı Kerîm, tüm insanlığı Allah’a imana davet eder. İman edenlerin de iman ettik demelerinin yeterli olmayacağını, imanın ispatının gerekli olduğunu vurgular. İmanın insan hayatına yansımasının da iyiliğe davet ve kötülükten alıkoyma olduğunu nasihat eder. …Size orada (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti…(Fâtır suresi, 35:37) ayeti ile de bu nasihatlerin ne kadar süre ile geçerli olduğunu bize hatırlatır. İnsana verilen süre bir ömürdür ve bunun iyi değerlendirilmesi gerekmektedir.

Müminler, kendileri için arınma ve rehber olan Kur’ân-ı Kerîm’in öğütlerine karşı duyarlılık gösterirler. Zira bu öğütlerin tutulmasının Allah’a yaklaşma ve Allah’ın kendilerinden razı olması için bir vesile olduğunun farkındadırlar. Rabbimiz Kur’an’da, öğüt ve hatırlatmanın yalnızca iman sahiplerine fayda sağlayabileceği şöyle bildirilmektedir: ‘‘Sen öğüt verip hatırlat; çünkü gerçekten öğütle hatırlama, müminlere yarar sağlar.” (Zâriyât suresi, 51:55)

Kâinatta hiçbir olay kendi başına ve tesadüfi değildir. Hiçbir olay Allah’ın bilgisi haricinde gerçekleşmez. Bir yaprağın dalından düşmesi dâhi Allah’ın bilgisi dâhilindedir. Her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın yarattığı insana neyin fayda vereceğini ve de neyin zarar vereceğini bilmesi ve bunun için insana hatırlatmalarda bulunması ancak O’nun merhametindendir. Rabbimiz kullarının hidayet yolunu bulmalarını ve istikamet üzere kalmalarını, neticesi olarak da ahiret saadetine erişmelerini ister. İşte, müminin tüm dünya hayatının çabası bu eksen üzerine kuruludur. Dünya üzerinde, Allah’ın merhametinden uzak kalmak kadar kötü bir şey olamayacağının bilincinde olan mümin, tüm hayatını O’nun hoşnut olacağı biçimde tanzim etmeye gayret eder. Hayatın en umulmadık zorluklarına karşı kendisini ve ehlini korumaya çalışırken ve kalbinin mutluluk içinde sükûn bulduğu zamanlarda mümin, Allah’ın kendisinden hoşnut olmasını önceler.

Mümin, yaşadığı her olaydan öğüt almakla sorumlu olduğu gibi, ‘‘iyiliği emredip kötülükten men ederek’’ başkalarına öğüt vermekle de yükümlü tutulmuştur. Tarih boyunca gönderilmiş olan tüm peygamberler, hayatlarının sonuna kadar yaşadıkları toplumlardaki tüm insanları Allah (c.c.)’nun beğeneceği ahlakı yaşamaya davet etmişlerdir. Rabbimiz, Firavun gibi inkâr içerisinde olan bir kimseye dâhi, güzel ve yumuşak söz söylenerek öğüt verilmesini bildirmiştir. Hz. Mûsâ (a.s.), Rabbimizin bu emri gereği Hz. Hârûn (a.s.) ile birlikte Firavun’a giderek onu hak dinini yaşamaya çağırmıştır.

Müminler Kur’an’ın çizdiği yol üzere hem öğüt alırlar hem de öğüt verirler. Lakin kendi hayatımızda uygulamadığımız öğüdün muhatabımızı asla etkilemeyeceğini bilmemizde fayda vardır.

İnsanlığa doğru yolu gösterip, onları dünya ve ahiret saadetine eriştirmek için, Yüce Allah’ın indirmiş olduğu son ilâhî kitap Kur’an-ı Kerim’dir. O, yüce gayeler ve hak hedefler için indirilmiş bir kitaptır. Şu ayetler bunun en çarpıcı örnekleridir: “Elif. Lam. Mim. O kitap (Kur’an); Onda asla şüphe yoktur. O, muttakiler için yol göstericidir.” (Bakara Sûresi, [2:1-2]); “(Ey Muhammed!) İşte bu (Kur’an), ayetlerini inceden inceye düşünsünler, akıl sahipleri (aklını kullananlar)da öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübârek bir kitaptır.” (Sâd Sûresi, [38:29]) Yani Kur’an muttakilere hidayet kaynağı olarak, okunması, üzerinde düşünülmesi, anlaşılması, ihlasla açıklanması ve ibret alınıp hayatta tatbik edilmesi için gelmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de, yaklaşık yirmi kadar ayette Allah (cc), doğrudan “Ey insanlar!” diye bütün insanlığa hitap etmektedir. Bu hitaplarda, Allah’ın varlığına[1], insanlığın bir gün hesap vereceğine[2], insanların tek kaynaktan geldiğine[3], insan olmaları haysiyetiyle insanların eşit ve birbirlerine denk olduklarına[4], insanların mallarının ve canlarının korunması gerektiğine[5], Hz. Muhammed (sav)’in bütün insanlığa Peygamber olarak gönderildiği[6] ve neticede herkesin hesap vereceği bir zamanın geleceğine[7] dair evrensel mesajlar vardır. İnsanın yaratılışından beri var olan ve çağımızda baş döndürücü bir hal alan değişim karşısında, 1400 küsur yıl önce inmiş olan Kur’an-ı Kerim’in bu evrensel prensipleri Müslümanlara ve hatta insanlığa her konuda yol gösterdiği için çok önemlidir. Bunları yakından incelediğimizde, genel prensipler olduğunu ve her zaman bütün insanların uygulayabileceği türden ilkeleri içinde barındırdığını görmekteyiz.

Bu prensiplerin arasında çalışmakta yer alır. Çalışmak, Allah’ın ezeli kanunudur. Kur’an, bunu şöyle ifade etmektedir: “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Onun çalışması yakında görülecektir. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir.” (Necm Sûresi, [43:39-41])Bu ayetler insanın ancak çalışmak suretiyle ilerleyebileceğini, dünya ve ahiret saadetinin anahtarlarının meşru yolda çalışmak olduğunu ifade etmektedir.

Diğer bir önemli Kur’an ilkesi, toplumun düzenini sağlayan adalet prensibidir. Adalet, düzgün hareket etmek, hak yememek, dengeyi gözetmek, doğruluktan ayrılmamak, doğru yoldan sapmamak gibi insani ve sosyal değerlerin bir bileşkesidir. Kur’an mutlak adaleti emreder. Bu hususta inanan inanmayan, yakın uzak, zengin fakir ayırımı yapmaz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle beyan edilir: “…Yakınınız dahi olsa söylediğiniz zaman adaletten ayrılmayınız…”(En’am Sûresi, [6:152]);“Ey iman edenler! Allah için adaletle şahitlik ediniz. Kendinizin, ana babanızın ve yakınlarınızın aleyhine bile olsa, (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayınız.) Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. Onun için nefsinizin hevasına uyup da adaletsizlik etmeyiniz. Eğer (şahitlik ederken) dilinizi eğip bükerseniz veya doğruyu söylemezseniz, muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa Sûresi, [4:135])

Kur’an’da insanlığa sunulan diğer bir prensip ise doğruluktur. Sözde, özde, fiilde, insanlar arası muamelelerde hep doğru olunması istenir. Nitekim Kur’an, bu hususa şöyle işaret buyurur: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı da gitmeyiniz. Çünkü Allah, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir.” (Hud Sûresi, [11:112])

Kur’an’ın ısrarla üzerinde durduğu evrensel prensiplerden biri de ahde vefadır. Ahd, bir şeyin yerine getirilmesini emretmek, talimat vermek, söz vermek, emir, talimat, taahhüt, antlaşma, yükümlülük, itimat veren söz demektir. Kişinin verdiği söz, yaptığı ahd, ister Allah’a, isterse insanlara karşı olsun, onda sabit kadem olunması ve sözün gereğinin yerine getirilmesi gerekir. Çünkü Yüce Allah, “Ey iman edenler! Yaptığınız akitlerin gereğini yerine getirin…” (Maide Sûresi, [5:1]); “…Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir,” (İsra Sûresi, [17:34]) diyerek insanları uyarmaktadır.

İlahî kelamın ilan ettiği önemli bir diğer evrensel mesajı da son peygamber Hz. Muhammed (sav)’in bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamber olmasıdır. Allah (cc), bunu şöyle ifade buyurmuştur: “De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah’a ve ümmi Peygamber olan Resulüne – ki o, Allah’a ve onun sözlerine inanır iman edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.” (A’raf Sûresi, [7:158])

Kur’an’ın en hayati mesajlarından bir başkası da insanlığın tek bir kaynaktan geldiği ve eşit olduklarıdır. İnsanların karışıp kaynaşması için farklı milletlere ayrıldığı; ancak üstünlüğün yaratılış farklılıklarında değil, Allah’a karşı iyi birer kul olmakta olduğu prensibidir. Kur’an, Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır,” (Hucurat Sûresi, [49:13]) ayetiyle bu önemli konuya parmak basmaktadır. Bununla bağlantılı olarak da canlılar, bilhassa insanlar için çok önemli bir mesaj olan yaşamın muhafazası hususundaki ayet de hatırlanmalıdır: “Kim, (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (Maide Sûresi, [5:32])

Açıkça görülebilen şudur ki, Kur’an, insanları sadece mutlu kılmak için indirilmiştir. Onun prensipleri her insanı her zaman ve şartta mesut edecek ve herkes tarafından uygulanabilecek özelliğe sahiptir. İyice ve gerektiği gibi düşünüldüğü takdirde yukarıda dile getirilen bu ilke ve prensiplerin hiçbirinin geçersiz sayılamayacağı görülecektir.

Yılanı deliğinden çıkaran dil öyle bir araçtır ki, din gibi hassas bir konuda insanın cümlesindeki her kelimesine dikkat ederek konuşmasını gerektirir. Her şeyi somutlaştırma eğilimi gösteren insan için görmediği bir âleme inanmasını beklemek ve belli disiplin kuralları içerisinde Yaratıcı’ya kulluğunu göstermesini istemek için mânâların anlaşılmasının sağlanması ve dilin ustaca kullanılması gerekmektedir.

DİL, insanın kendini ve etrafındaki her şeyi anlatabilmesi için gerekli olan yegâne şeydir. Din ise varlığımızı anlamlandıran ve bu dünyada oluşumuzu bize açıklayan olgudur. Dolayısıyla dil, dinî anlatımda karşımıza çıkacak en önemli unsur olmaktadır.

Dinî ritüeller çoğu zaman çeşitli anlamlar kazanmış olsalar da dinin temel anlamda anlaşılması için soyut bilginin kâşifi olmak gerekmektedir. İnsanın varlığının temellerini araması için de birtakım keşfetme arzularının onda uyanması icap etmektedir. Dolayısıyla insan, çıkmış olduğu yolculuğun varış noktasını öğrenmekten ziyade, ilk etapta yolculuğa çıkışını anlamlandırmak ister. Çeşitli zamanlarda bu anlamları onlara açıklamak üzere dünyaya gönderilmiş peygamberler ve kitaplar olmuştur. Bu süreçte iletişimin dil ile sağlanması, özellikle de sözlü anlatım bakımından gelişmiş olan toplumlar için zamanın diline ve hitap edilen toplumun yapısına göre şekillenmiştir.

Yaşamış olduğumuz çağda toplumun hızlı değişimi ve bilimsel süreçlerde yaşanan gelişimlerle beraber dinî anlatım dili bazı noktalarda anlaşılmamaktadır. Mevcut yaşama ve insan profiline uygun bir anlatı geliştirmek demek, dinî ritüelleri değiştirmek ya da anlaşılması gerekenden farklı bir mânâ çıkarmak demek değildir. Bu, ancak var olan anlatının günümüz hitap kitlesinin anlayacağı dil ile aktarım yönteminin yenilenmesidir. Bunu örneklerle açıklayacak olursak, korku ve kurala dayalı dinî anlatım, geçmişte insanları belli sınırlar dâhilinde tutmaya ve yasaklardan uzaklaştırmaya yetmiş olsa bile günümüzde insanları dinden soğutmakta, hatta küçük yaşlardaki çocukların kötü etkilenmelerine ve uzaklaşmalarına neden olmaktadır.

Çağımızın özgürlük anlayışının çok geniş sınırlar içerisinde yaşanması, topluma elbette dinin yasaklarını kısıtlayıcı gösterecektir; fakat dini yeni öğrenmeye veya dine yeni girmeye karar vermiş bir kişi için ilk öne sürülecek, hatta dayatılacak unsurlar bunlar değildir. Helâl dairenin genişliğinin yanında haram dairenin sınırlarının içine sıkışıp kalmak, şüphesiz ziyanda olmaktır. Kişinin dinin anlamını, Allah’ın (cc) varlığını ve dünyadaki yerini kavradıktan sonra belli ısınma ve yaşama evresi içerisinde bu yasakların nedenleri ile açıklanması, onları çabucak kabullenmesine neden olacaktır.

Yılanı deliğinden çıkaran dil öyle bir araçtır ki, din gibi hassas bir konuda insanın cümlesindeki her kelimesine dikkat ederek konuşmasını gerektirir. Her şeyi somutlaştırma eğilimi gösteren insan için görmediği bir âleme inanmasını beklemek ve belli disiplin kuralları içerisinde Yaratıcı’ya kulluğunu göstermesini istemek için mânâların anlaşılmasının sağlanması ve dilin ustaca kullanılması gerekmektedir.

Dini bir mücevher kutusuna benzetirsek, dil, onun anahtarıdır. Fakat mücevhere ulaşmak, onun değerini anlamak için hiçbir zaman yeterli değildir. 

Öncelikle insanın bir kuyumcu kadar bu mücevher hakkında bilgi sahibi olması ve onu işleyecek kadar hünerli hâle gelmesi gerekmektedir. Bu yüzden asıl mânânın açığa çıkması, sadece bilinmesi ile gerçekleşmeyecektir. İmtihan için gönderildiğimiz bu dünyada sınandığımız şeyler ve inanmamız gereken gerçekler arasında sıkıştığımız noktalarda mânânın zuhur edişine tanıklık etsek bile dil ile ikna olmak yeterli değildir.

Bu yolda hazinesi olmasını isteyenin gerçekten inanması ve kapalı kalan hususlarda dahi tam bir teslimiyet gösterme aşamasına erişmiş olması şarttır. Zira insanın aklının da yaratılmış ve sınırlı olduğunu varsayacak olursak, bazı şeyleri zihni ile açıklayamayacağına ve bu noktalarda gereken teslimiyeti göstermesi gerektiğine de inanmalıdır. Her zaman daha geniş bir açı ve daha büyük bir perspektif vardır. “Din, teslimiyettir” aşamasına geçtikten sonra, artık kişi için bu dünyaya verdiği bütün anlamlar yok olacak ve âlemin pencerelerinden bakma aşamasına erişecektir.

EDA NUR BALKAN

Hayatınızı değiştirecek 4 ipucu | Dr. Senai Demirci ile Terapi Odası | 2.Bölüm

Ne kadar büyürsek büyüyelim, içimizde bir “çocuk” taşıyoruz. Soğanın cücüğü gibi, tüm kabukların altından çocukluk çıkar. “Çocukluk egosu” dediğimiz benlik parçamız, yetişkin davranışlarımıza rengini verir, yetişkin tavırlarımızı yoğurur. Öncelikle kriz durumlarında, yetişkin muhataplarımıza “çocukken” davrandığımız gibi davranırız. Bu çocuksuluğu fark etmedikçe, yaşadığımız kriz büyür, çözülmez hale gelir.

Transaksiyonal Psikoloji ve İçsel Aile Sistemi gibi kuramlar, Freud’un psikanalitik yaklaşımını biraz yumuşatarak, içimizde taşıdığımız ebeveyn ve çocuk parçalarımızı yüzeye çıkarır. İçimizdeki çocuk parçasının en yaygı formu, incinmiş çocuktur.

“Geçmiş asla geçmiş değildir” ilkesini hatırlarsak, çocukluğumuzu bir kenarda bırakmış değiliz, uzaklara terk etmiş değiliz. Çocukluk gökyüzü gibi her daim “şimdi burada”dır. Yanımızda ve anımızdadır. “Çocukluğunuza bir inelim!” diye başlayan psikolojik öykü alma yöntemi, klişe gibi görünse de hâlâ işler, yolumuzu iyice aydınlatır.

İncinmiş çocuk, otoriter ebeveynin çocuğun duygularını ifade etmesini ayıpladığı ve tercihlerini belli etmesine izin vermediği yaşantılarda şekillenir. Çocuğunu sadece başarısı üzerinden öven, mükemmel olması şartıyla onaylayan ebeveyn, farkına varmadan, çocuğuna çocukça olmayan hiç hatasız bir hayat teklif eder. Bu hayatta düşmek yoktur, yanılmak yoktur, tam notun altında not almak ayıptır. Yorulmak utanılası bir şeydir. Bıkmak haramdır. Yılmak yasaktır. (Doğrusu, ebeveynin çocuğunun başarısını değil çabasını övmesidir.)

Şimdi içimizdeki çocuğa kulak verelim; kendini inciten sesleri nasıl da iç sesleri haline getirdiğini fark edelim. İç sesler, sesin asıl sahibi susmuş olsa da yetişkinin içinde daha yüksek şiddette, daha otoriter bir tonla söylediği, kendisini değersiz ve başarısız hissettiren cümlelerdir.  Her türlü teşebbüste yükselen bu cesaret kırcı, yıkıcı iç sesler, içimizdeki incinmiş çocuğu iyice felç eder; bize adım attırmaz.

Mutlaka terk edileceksin!”

İncinmiş çocuğun en büyük incinme sebebi, ihmal edilmesi ve önemsenmemesi, kendisine yokmuş gibi davranılmasıdır.  Bu incinmişlik, sağlam ve sağlıklı bağlar kurmamızı engeller. Sevdiğimiz, değer verdiğimiz, bağlandığımız herkesin bizi mutlaka terk edeceğine inanırız. Terk edilme korkusu yaşadığımız sürece, ilişkilerimiz kırılgandır. Bağlarımız zayıftır. Kimseyi bağlanmaya değer görmeyiz. Duygusal yatırım yapmakta çekingen kalırız. Kırılgan bir ilişkilerimizde, küçük bir eleştiriyi bile kişisel olarak üzerimize alır; yıkıcı olarak yorumlar, varlığımıza saldırı olarak algılarız. Kaçınılmaz olarak yaşanabilen olağan krizler ilişkilerimizi koparma noktasına getirir. Çatışmalardan kaçarız. Sorunlarla yüzleşmek yerine sorunsuz bir alan ararız; “ya hep ya hiç” der; çatışma alanını terk ederiz

“Sana ne denirse onu yapacaksın! Yoksa…”

İncinmiş çocuğun kendilik sınırları ya çok zayıf ya çok katıdır. Kendisini özgürce ve güvenle ifade edemeyen çocuk, başkalarının isteklerini kendi isteklerinin önüne geçirir. Otoriter ebeveynimiz bize ancak dediğini yaparsak, dediği gibi olursak, talimatlarına birebir uyarsak, değerli olduğumuzu, onaylandığımızı telkin eder. “Asla, hayır deme!” demeye gelir bu telkin. Olur da birini reddedersek, hemen terk edileceğimize olan inancımız, bizi sürekli onay almaya iter, istenilenlere ram olmaya ikna eder. Bir süre sonra, yaşama alanımızın işgal edildiğini, kendince olmamızın tamamen silindiğini fark ederiz. Ardından aşırı telafi mekanizmasıyla, kimseyi kendimize yaklaştırmayız. Reddedememe zaafımızı, başkalarının tüm tekliflerine kapıyı kapayarak tamir etmeye çalışırız. Sınırlarımız bu defa katılaşır.

“Üzüldüğünü de öfkelendiğini de belli etme! Çok ayıp!”

Utandırılmak, çocukluğun en yaygın ve en toksik temasıdır. Utandırılan çocuk, yetersizlik duygusu yaşar, değersiz olduğuna inanır, ağır “keşke!”ler yaşar. Çocukların suçu üzerine almak gibi bir huyu vardır. Duygusal ya da fiziksel olarak ihmal edildiğimizde ya da suiistimal edildiğimizde, bunu büyüklerin hatası olarak görmek yerine, kendimizin işe yaramadığı, “kötü” olduğumuz, istenmediğimiz, değersiz olduğumuz şeklinde yorumlarız. Bize yöneltilen aşağılamayı ve ihmali, dışlamayı ve yok sayılmayı kendi özümüzde gerekçelendiririz. Büyükleri haklı çıkarmak için, kendimizi haksız çıkarırız. Ebeveynimiz bizi küçük gördükçe, kendimizi küçük yaparız. Ebeveynimiz bize yokmuşuz gibi baktıkça, kendimizi yok ederiz. Utanç duygusu, insanın kendinden nefret etmesini içerdiği için hayli olumsuz ve taşınmaz bir duygudur; bu durumda utanç duygusunu ya başkalarını yıkarız ya da kendi özümüze yapıştırırız. Utanç ve suçluluk ayrılmaz parçamız haline gelir.  

“Kimseye güvenilmez! Zaten sen de güvenilmezsin!”

Çocuğun en çok aradığı ve en çok muhtaç olduğu güvendir. Tutarlı ve güvenli bir dünyada yaşamak ister. Ancak ihmal edildiğinde, değersiz görüldüğünde, onaylanmadığında, ihtiyaçları hor görüldüğünde, duygusal olarak kötüye kullanıldığında, güvenli zemin altından çekilir; öz-değerini ve öz-güvenini hızla kaybeder. Otoriter ve mükemmeliyetçi ebeveynimiz “notların daha yüksek olmalı!” “çocuklaşma!” “saçmalama!” gibi uyarılarla doğal olarak beklenen çocukça zaaflarımızı ayıplıyor ve yadsıyorsa, kendi özümüzde bir eksiklik olduğu, asla iyi ve başarılı biri olamayacağımız mesajını alırız.

“Herkesi mutlu etmelisin!”

İncinmiş çocuk, başkalarını hayal kırıklığına uğratmaktan ölesiye korkar. Çünkü öz-değerini başkalarının ona verdiği değer üzerinden inşa eder. Dışarıdan onay, takdir ve kabullenme gelmezse, kendisini yokmuş gibi hisseder, varlığı hızla erir, değerini kaybeder, önemsizleşir. Hayal kırıklığına uğrattığımızı ve istediğini yapmamakla üzdüğümüzü düşündüğümüz her insanın öz-değerimizi alıp götürdüğünü zannederiz.

“Sakın kimseyle çatışma!”

Başkalarını memnun etmek, ölesiye açlığını çektiğimiz onaylanma ve takdir görme gibi çekirdek duygusal ihtiyaçlarımızı tedarik eder. Bir başkasının gözündeki yerimizi kaybetmemek için canhıraş bir koşuya atarız kendimizi. Alacağımız ödül onaydır; sevilmedir, takdir görmedir.

“Kaç!”

Çoğu alanda başarılı olsa da hiçbir şekilde başarının tadını çıkaramaz incinmiş çocuk. Sürekli yokuşlardadır; düze varsa bile keyfini çıkarmaz, dinlenmeye hakkı yoktur. Dinlenir gibi olduğu anda, yeni yokuşlar arar gözleri.

Ancak başardığımızda aldığımız takdir ve onayı, yine başarılar üzerinden tatmak isteriz. Hep orada, o başarı anında kalmak ve aldığımız onayı garantileyip elde tutmak isteriz. Arkaya yaslanıp keyfetmeye vaktimiz ve hakkımız yoktur. Dinlenmek utanç vericidir. “Buraya kadar!” demek ayıptır.

Gerçek hayatta keyfi ve zevki yaşamaya hakkımız olmadığını düşündüğümüz için hayatın dışında, bir tür paralel evrende, küçük hoşnutluklar yaşatmak isteriz kendimize. Gerçek hayatın acılarıyla ve hayal kırıklıklarıyla yüzleşmekten öylesine korkarız ki, duygularımızı köreltecek bir “yer” ararız. Ya alkole ya sekse ya işe ya kumara ya sanal oyunlara başımızı sokar, çok özlediğimiz rahatı ve keyfi orada yaşarız. Her neye bağımlı olmuşsak, bağımlı olduğumuz, o şey değil, o şeyin sağladığı kaçış ve yapay rahatlamadır. Bağımlılık, oyuncak zaferler yaşatır. Bir şeyden kaçma, bir şeyi bastırma, bir şeyi inkâr etmenin acısız yollarını sunar. 

Dr. Senai Demirci

Cevabı en başta vereyim: “Hayır, değilim!”

Hakkımda hüküm vermekte acele etmezsen, makalenin sonunda sen de aynı cevabı vereceksin. Sabret. Bekle.

Şimdi aynada seni göstereceğim sana. Benim kimliğimi ‘dindar’ kelimesini icat ederek belirlemeye kalkansın sen. Sana göre, senin secdesizliğin, hayretsizliğin, şükürsüzlüğün standart ve normal…  Ama benim gibilerin namaza düşkünlüğü, oruçsuz edemeyişi, duayı dilinden düşürmeyişi, camiye sık gidişi en hafifinden takıntılı bir eylem, hatta neredeyse patolojik. (Sırası gelmişken: Dindarların davranış kalıplarını, sanki onlar laboratuar faresiymiş gibi, yukarıdan bakarak inceleyen ‘Din Psikolojisi’ müfredatı da senin eserin. Sömürgeciliği kendine hak gören sizin gibilerin alışkanlığıdır kendilerini yukarı koyup kendisi gibi olmayanları aşağıda bir yerde tutmak. Sen çok seversin, insanı nesneleştirip gözlem malzemesi ve inceleme konusu yapmayı…)

Senin, kendini baştan yetkilendirip ‘dindarlık’ sepetine koyarak aşağıladığın, ibadet ve ubudiyet, kalbi olan bir insanın, var edilişine verdiği ‘adamca’ bir mukabeledir. Secde etmek, benim marjinal ya da uçuk davranışım değil; var edilmişliğime karşı sorumluluğumdur. Yeryüzünde insan diye var olmanın ana-akım gereğidir ‘din’in icabını yerine getirmek. “Borç” anlamından kök alan “din” kendi varlığının kendisine borç verildiğini fark edecek bilinci olan herkesin fikir borcudur. Varlığının kendisine borç verildiğini fark etmeyen senin gibiler aslında ‘ego’larına takıntılıdır, marjinal büyüklenmeci davranış içindedir. Varlığının bir başlangıcı olduğunu unutanlar mı normaldir? Varlığının kendisi dışında Bir’inin kararı olduğunu dikkate alanlar mı?

Şimdi sen ‘dindar’ kelimesini icat ederek, kendini ‘tanımlayan’ benim gibileri ise ‘tanımlanan’ makamına koydun ya. İyi bak, kendini koyduğun yere: Sen ‘üstün insan’sın, bize yukarıdan bir yerden bakma hakkın var. Benim gibileri ise aşağıda bir yerde tutman gayet normal. Yanılmıyorsam, bunun grandiözite/aşırı büyüklenmecilik diye bir karşılığı var psikolojide

Sen dinî ritüelleri daha sık ve daha sıkı yerine getirenleri ‘dindar’ diye etiketliyorsun. Senin gibi tanımlayan seçkinlere göre, bir kişinin ‘dindar’ sayılması için, ortaya koyduğu davranışın gerekçesinin önemi yok. Sadece görüntüye bakarsınız; çünkü sadece görüntüleri ölçebilir ve tartabilirsiniz. Görüntünün ardındaki asil duygular ve asaletli tavırlar umurunuzda değil. Hatta, bu gerekçesiz eylemler ne kadar sivrilire, o kadar ‘dindar’ davranış kalıbı görmeyi umarsınız biz zavallılarda. Gide gide, içeriksiz sloganları, kof söylemleri, ezberlenmiş davranışları, görenekle benimsenmiş tavırları ‘din’ sayarak, kendine ayırdığın ‘normal’lik alanını genişleteceksin. Oh ne güzel!

Görmediğimi mi sanıyorsun?  Sen, elinde mızrak gibi ucunu sivrilttiğin “dindar” etiketini yakama yapıştırdıkça, içeriksizliği el üstünde tutmak istiyorsun; ‘din’i bir varoluşsal sorumluluk olarak yaşayanları tektipleştirmeye hevesleniyorsun. Amelin arkasındaki imanı görmüyorsun. Secdeyi, kendisini var edenin yaptığı eşsiz iyiliğe mukabele olarak yaşayan bir adamın esaslı duruşunu yok sayıyorsun. Kıyama kalkmayı, hiç sebepsiz muhatap edildiği bunca ihtişama karşı hayret ifadesinin sonucu olarak yaşayan adamları görmüyorsun.

Son kez hatırlatayım: İnsanın kendisini hiç yoktan var eden Yaratıcı’ya karşı hayret ve minnet duygusu, insanlığından kaynaklanır. “Dindarlık” diye ayrı bir gerekçe ve yaşam biçimi yoktur. “Dindarlık” diye, içini doldurma yetkisini kendine verdiğin, sığ ve çiğ, aforozcu ve dışlayıcı, marjinal ve zavallı, taklitçi ve ezberci, izzetsiz ve omurgasız bir var oluş biçimi yoktur; hiç olmadı. Hiçbir peygamber senin görmek istediğince silik bir karakter değildi; olamazdı.

Sana tavsiyem; elindeki metreyi bir kenara at; müminin imanı metreyle ölçülmez. Aklında taşıdığın teraziyi kır; insanın varoluşa karşı sorumluluğu teraziyle tartılmaz. Böyle olunca da, kimse senin tanımına uymaz.

Beni var edenin bana atfettiği iki sıfat var: “Mümin” ve “Müslüman” İman etmek, buraya razı olmayan insanın arayışıdır. Mümin olmak, gördüklerinin arkasında hakikat saklı olduğuna emin olan adamların sıfatıdır. Müslüman olmak, hakikate aklıyla teslim olanların, gerçeği kalbine uygun bulan ‘adam’ların işidir. İbadet, adam olmanın icabıdır; dindar olmanın değil.

Yok, yok; senin kalıplarının içinde yer bulamayacaksın bana. Sen ne kadar özne isen ben o kadar özneyim. O kadar ele avuca gelmez. O kadar had hudut çizilmez…

Dr. Senai Demirci

Din, ahlak içindir. Mensuplarından ahlak talep etmeyen bir din taraftar üretir; “kutsal” kişiler ve “sorgulanamaz” fikirler üzerinden emir-komuta zinciri oluşturur, geniş bir hiyerarşi koridoru açar. Dinin içeriğinden değil, görüntülerinden sorumlu “din-dar”lar böyle yetişir.

Dinin görüntülerine sarıldıkça içeriğine dair sorumluluğunu yerine getirdiğini sanan “dini dar”ların hükmü böyle böyle keskinleşir. İçeriğini ihmal ettikleri dinin sadece propagandacısı olan “dindar”lar hızla boy verir. Derken, ahlaklı değil ahlakçı tipler ortaya çıkar. Kendilerinden menkul muhayyel ahlaklarıyla, sözüm ona kusursuz ve eksiksiz erdemleriyle kırıkları olan gerçek ahlakı, kırışıkları olan sahih erdemi küçümserler. Ahlakçılığın, ahlak için ter dökme ihtimalini yok eden en talihsiz ahlak yoksunluğu olduğunu anlayamazlar.

Oysa Allah’ın Elçisi der ki: “Ben ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” Demez ki: “Ben ahlakı tamamlatmak üzere gönderildim.” Demez ki: “Ben tam ahlaklıyım siz eksik ahlaklısınız.”

Hatırlatmalıyım: “Din” kavramını, en temel düzeyde ve varoluşsal anlamıyla, yani “borçluluk bilinci” olarak anlamaya çalışıyorum. Kendi varlığının kendisine borç verildiğini, var olmanın hak edilmiş değil lutfedilmiş olduğunu fark eden akıl sahibi bir insan hayret ve minnet duygularını kuşanır

Hayret ve minnet duyguları yaşayan insan ise kendini “baştan ahlaklı” “dini bütün” “çok erdemli” “mürşid” vs. olarak tanımlamaktan utanır. Yaşayışının merkezinde “mahcubiyet” teması akışır. Başkasını yargılayan olmaktan uzaktır; ayıp aramak, kusur bulmak gibi bir görev üstlenmez.

“Muhammedî” olmak tam anlamıyla, var oluşun ihtişamına karşı hayret dolu olmak, bunca ihtişamın ise kendisine dolaysız verilmesine mukabil minnetle taşmaktır. Hayret ve minnet ise estetik duyarlılığını sürekli yükselten, memnuniyet terazisini sürekli incelten insan inşa eder.

Kendisine dışlayacağı bir “öteki” icat etme hevesinde olanın derdi sadece taraftarlıktır. İçindeki boşluğu, inancındaki kofluğu, sözü alçak sesi yüksek fast-food sloganlarla kapatmayı marifet bilir

Ahlak, henüz tamamlanmış değildir. “Borçluluk bilinci!” anlamındaki din de öyle. Kur’ân’ın beyanıyla “din artık kemâle ermiştir” ama kâmil dinin kâmil mensubu olduğumuzu söyleyemeyiz. Bu konuda bir garantimiz yok. Garantisi olduğunu söyleyen ya da sanan ise kendini ‘tamamlanmış’ sanandır.  

Gerçek şu ki, gerçeğin hakkını teslim etmek anlamına gelen “İslam” herkese dairdir. Hakikate aklederek teslim olma sürecimiz sürüyor.  “Müslüman olmak” bir ayrıcalık değil bir sorumluluktur. Kur’ân’ı ve varlık kitabını müslüman olduğumuz için değil, müslüman olmak için okuruz. “İman etmek” ise olup bitmiş bir iş değil, süregelen bir ödevdir. Eksiğini eksiklik bilerek “kâmil” olur insan; eksiksiz olduğunu öne sürüp onda bunda kusur arayarak değil.

Dr. Senai Demirci

Bu makaleyi “muhazakâr” olduğunu vurgulayan bir akademisyenin cümlelerine borçluyum. Polemiği sevmiyorum ama bu defa bu muhafazakâr cümlelerin zihinsel arkaplanını bir vaka çalışması olarak alıp inanç ve iman farkına değinmek istiyorum. Söz konusu cümleler şöyle: “Allahın nasıl, gönderdiği Peygamberler ve kitapları varsa, Şeytanın da Peygamberleri(haşa) Aristo, Platon, Sokrates gibi sapıtmış filozoflar, kutsal kitapları da onların felsefi eserleridir.” (Yazım hataları “Prof.” ünvanlı akademisyenimize ait.) Akademisyenimiz bu saptamanın ardından sosyal medya hesabında BÜYÜK HARFLERLE bağırarak taraftarlarını felsefenin şerrinden korumaya çalışıyor: “İMANIZI KAYBEDERSİNİZ, FELSEFEDEN UZAK DURUN.”

Felsefe, en sade tanımıyla bir düşünme yöntemidir. İmanı, felsefenin karşısına koyan akademisyenin Aristo’yu Platon’u Sokrates’i vs. şeytana eşitlemesi bir yana, peygamberler ve kitapları bu düşünürlerin gözlem konusu olan varoluştan yalıtması çok ciddi bir sorun ama şimdilik bunu görmeyelim.

İnanmak, çoğu kez, anlamayı gerektirmez. Hatta çok inanmak için az anlamak gereklidir. Tam inanmak ise hiç anlamamakla kolaylaşır. Zira “inanmak” “sanmak” demeye gelir Türkçede. Örneğin bir taraftar tuttuğu takımın şampiyon olacağına sonuna kadar inanır. Ama iman edemez. İman etme fiili, sanmayı değil, emin olmayı ima eder.

İnanmak ve anlamak ters orantılı yürüyor. Anlamadan inanmak mümkündür. İnanmak, çoğu kez, anlamayı gerektirmez. Hatta çok inanmak için az anlamak gereklidir. Tam inanmak ise hiç anlamamakla kolaylaşır. Zira “inanmak” “sanmak” demeye gelir Türkçede. Örneğin bir taraftar tuttuğu takımın şampiyon olacağına sonuna kadar inanır. Ama iman edemez. İman etme fiili, sanmayı değil, emin olmayı ima eder. Tuttuğu takımın şampiyon olacağına inanan taraftar, şampiyon olacağından emin olamaz. İman etmek, emin olmaktır; inanıyor olmak sanıyor olmaktır, temenni etmektir, ummaktır. Anlamak, sanma, umma, temenni etme gibi boşlukları kaldırır. Bu yüzden, inanmaya ters düşebilir.

İman etmek ise anlamayı gerektirir. Anlamayan emin olamaz. “Öyle sanmak”la yetinenin taraftarın anlamak diye bir derdi olmaz. Daha az anladıkça daha çok inanan olur! Tadından yenmez bir mutaassıp olur çıkar.

Elbette ki anlamadan inanmak zihin konforu sağlar. Daha az enerji ister. İşleri kolaylaştırır. Mümin yetiştirmek için verilen emek, inançlı yetiştirmek için verilen emekten çok fazladır. İnanç, belirsizliğe katlanamayanlar için, bıçak sırtı sancısı çekmekten korkanlar için, aklın gel-gitlerinde sarsılmaktan hoşlanmayanlar için güvenli bir alan sağlar. İnanç, tek-tip insanlardan oluşan bir toplum üretir. Çeşitliliğe ve çoğulculuğa yer bırakmaz. Mühendisliğe daha uygundur. İnançlılar topluluğunu kesip biçmek, tıraşlamak, sınırlandırılmak, tanımlamak, sınıflandırmak, kategorize etmek, yönetmek, çerçevelemek daha kolaydır. Tek tip davranışlar gösterirler. Sürü psikolojisi özellikleri gösterirler.

Mühendisler, inancı, çarpıcı hurafelerle keskinleşirebilir, kurtuluşu çabuk tüketilen sandviç dualara bağlar, kolay sipariş edilen paket formülleri satar. İsyan edeni ateşe atarak, itaat edene huri vererek “kırbaç-havuç” yöntemiyle terbiye eder.

Sığ taraftarlığa ve içeriksiz şekilciliğe indirgenen”din” insan aklının varoluşsal yüzleşmesinin dinamiğine ihtiyaç bırakmaz. İnsanın ihtişama karşı hayretini söndürür. İyiliğe karşı minnet duygusunu sağırlaştırır. Daha az zihinsel enerjiyle daha çabuk sonuç alır “dini bütün” kesin inançlılar. Kolay inanan, hızla itaat eden, aklından ve iradesinden vazgeçen çiğ dindarlar, kof taraftarlar ortaya çıkarır. Düşünme zahmetinin yerini daha yüksek sesle tekrarlandıkça, daha kuvvetle inanılan sloganlar alır.

Böylece, varlığı anlamlandıran saf din “borçluluk bilinci” olmaktan çıkarılır; sığ bir taraftarlığa indirgenir. İnsan aklının varoluşsal yüzleşmesinin dinamiğine ihtiyaç bırakmaz. İnsanın ihtişama karşı hayretini söndürür. İyiliğe karşı minnet duygusunu sağırlaştırır. Daha az zihinsel enerjiyle daha çabuk sonuç alır “dini bütün” kesin inançlılar. Kolay inanan, hızla itaat eden, aklından ve iradesinden vazgeçen çiğ dindarlar, kof taraftarlar ortaya çıkarır. Düşünme zahmetinin yerini daha yüksek sesle tekrarlandıkça, daha kuvvetle inanılan sloganlar alır.

Alan Watts’ın inanan ve iman eden arasındaki farkı imlemesini tam burada hatırlarız. “İnanan insan, önceden benimsenmiş düşünce ve isteklerine uygun olması şartıyla zihnini gerçekliğe açar. İman eden insan, sonuç ne olursa olsun, zihnini gerçekliğe kayıtsız şartsız açar. İnançta önyargı vardır; imanda önyargı yoktur. İnanç yapışır; iman serbest bırakır.”

Dr. Senai Demirci

İlişkiyi öldüren 9 toksik düşünce | Dr. Senai Demirci ile Terapi Odası | 4.bölüm

“Öte” demektir âhiret. Her şeyin ötesi var. Ötesiz bir şey yok; ötesi olmayanın kendisi de yok oluyor, siliniyor, silikleşiyor. Şimdi bu satırları okuyan olarak da harflerin ötesine açıyorsunuz aklınızı. Harflerin kendisine takılmıyorsunuz. Harflere takılıp kalsaydınız, okuyor olamayacaktınız bu satırları. Belki ‘r’nin güzelliğinden, belki “ğ”nin yalnızlığından, “s”nin iflah olmaz eğriliğinden, “k”nın dik kafalılığından söz edecektiniz. Okumak harflerin ötesine bakmaktır. Okumak, harfleri işaret olarak görüp, harflerin gösterdiğini görmektir. Okumak, harflerin şimdi ve burada bir “ötesi” olduğunu fark ettiğimizde başlıyor, harflerin ve kelimelerin “âhiret”i olduğuna ikna olduğumuzda gerçekleşiyor.

Gündelik hayatımızda sürekli “âhiret”in ardına düşüyoruz: Trafik işaretinin ötesine bakıyoruz; yolun girilmez olduğunu öğreniyoruz. Saatimizde rakamlara bakıyoruz; vaktin daraldığını fark ediyoruz. Güzel bir ses duyuyoruz; adına “aşk şarkısı” diyoruz; kalbimizi ötelere gönderiyoruz.

Âhiret’i, öldükten sonra başlayan hayat olarak algıladığımızda, şimdi buradan, hayattan uzaklaştırıyoruz. Derken, şimdi ve burada olan şeylerin âhireti, yani “ötesi” bizi ilgilendirmez oluyor. Varlığı âhiretsiz algılayınca, boyutlarını kaybediyor varlık, yalınkat bir yavanlığa dönüşüyor;  istenmez bir artık oluyor gözümüzde. Pencere olacakken, perde oluyor eşya. Matlaşıyor; arkasını, ardını, sonrasını, fazlasını, ötesini karanlıkta bırakıyor; yok saydırıyor. Kataraktlaşıyor. Işık geçirmez oluyor. Müjde vermez oluyor. Böylece, “şimdi ve burada” söyleyecek bir şeyi olmayan, “şimdi bura”ya katkıda bulunmayan, sonraya ertelemiş, en sonunda ortaya çıkacak bir dünya görüş[süzlüğ]üne mâhkum oluyoruz. Garip ki en çok dünyaya lazımken, bu dünya görüşü dünyada hiç var olmuyor; hiç sorumlu tutmuyor bizi. Ürettiğimiz değil, maruz kaldığımız bir akıbete doğru, iradesizce ve korkuyla sürükleniyoruz.

Haksız da sayılmayız elbette, genel geçer din dili, kabir azabıyla korkutmalar üzerinden öğretiyor şimdi burada “adam gibi” olmanın gereklerini. Cehennem ateşinin tehdidiyle inşa ediyor sözüm ona edebi ve ahlakı. Bir tür tehdit dini ve şantaj ahlakı oluşturuyor ki, “dindar kesim” diye sosyolojik bir azınlık ve marjinal grup diye değerlendirilen insanlar, zoraki ilkelere ister istemez boyun eğenler olarak, duygularla doğrulanmayan şekilci bir itaat içinde gözlemleniyor. Bunun kaçınılmaz örnekleri de giderek çoğalıyor. Sığ, çiğ, toy, kaba olan her şey gibi, en çok göze çarpan oluyor. En çok duyulan, en çok sözü edilen, en çok polemiği yapılan, en çok reyting yapan, en çok reklam alan, en çok kazandıran…

İtiraf edelim artık; bu tür inşa edilmiş, tırnak içindeki “müslümanlık”ın hayata estetik katkısı yok. Dünyayı eğreti ve kaba yaşama bahanesini çoğalıyor. Âhiret dediğimizi dünyada/n inşa etme sorumluluğu taşımayınca, dünya hayatı geçiştiriliyor, burada dişimizi sıkıp idare etmemiz tavsiye ediliyor. Sonuçta, mimaride iddiamızı kaybediyoruz; sanat lüzumsuzlaşıyor, estetik sorumluluğumuz olmaktan çıkıyor, incelik ve nezaket uzakta kalıyor. Başlarına sardıkları sarıkla, sırtlarına geçirdikleri ibrişimli cübbelerle, hormon marifetiyle uzattıkları sakallarla dinin temsilini oluşturan, maket tipler, karikatür kişilikler öne çıkıyor. Kendilerini “ehlisünnet” diye markalıyorlar, başka herkesi ve her şeyi dışlıyorlar.

Âhireti bekleyerek yaşamak değil, “âhiretli yaşamak” beklenir mü’minden.

Âhireti yaşamak için ölmeyi beklersek, şimdiden ölür ve her şeyi bizimle beraber öldürürüz. Âhireti bekleyerek yaşamak değil, “âhiretli yaşamak” beklenir mü’minden. Âhiretli yaşamak, görünenlerin görünmeyene şahitliğine şahit olmaktır. Varlığı anlam ifade edici olarak deneyimlemektir. Varlığın kanatlarını sonsuza açmaktır.  Eşyanın yüzünü özel mesaj taşıyan, tebessümler taşıran bir mektup olarak okumaktır. Ân’ın içinde sonsuz bir sorumluluk duygusuyla var olmaktır. İşini sınırsız bir özenle yapmak, ödevini nihayetsiz bir ihtimamla tamamlamaktır. Estetik duyarlılık, sonsuzluk algısıyla gelişir, ebediyet ümidiyle var olur. Gelip geçici olanı geçiştirmekten başka seçeneği olur mu ki insanın?

Âhiret’i, öldükten sonra başlayan şey olarak algıladığımızda âhireti hayattan uzaklaştırıyoruz. Genel geçer din söyleminin ağır taşları arasında gerçeği un ufak ediyoruz. Hayata katkıda bulunmayan ve hayata katılmayan “uzak”, “soğuk”, “yabancı” bir “din” anlayışını pekiştiriyoruz.

Sâhi, imanın kaçıncı şartıydı âhirete iman etmek? Emin miyiz âhiretten? Yoksa sanıyor muyuz âhireti? Sonsuzluğun varlığını “yüce dinimize göre” diye bir alıntı olarak taşıyoruz aklımızda. “İnancımızda vardır ki” diye kültürel bir zorunluluk olarak mı seslendiriyoruz dilimizle? Bir vestiyerin üzerindeki gömlek gibi sürüklüyor muyuz imanımızı? Giyinmedik mi henüz? Yoksa içimizin de içinde mıh gibi çakılı mı ahiret? Her nefeste soluklandığımız gerçek mi ahiret? Gökyüzü gibi şeffaf kucaklayışıyla bize dirilten, ayakta tutan, yüzümüzü onurluca tuttuğumuz, gözümüze sevinçli ışıklar devşirdiğimiz, sevdiklerimizi hazır bulduğumuz, yağmurunda seve seve ıslandığımız, ümit kanatlarımızı alabildiğince açabildiğimiz, alnımızda müjdeli serinlik diye ağırladığımız bir gerçek mi?

DR. SENAİ DEMİRCİ

اللَّهُمَّ أَحْسَنْتَ خَلْقِي فَأَحْسِنْ خُلُقِي

“Allahümme ahsente halkî fe ahsin hulukî”:

Böyle dua ediyor Resulullah: “Allah’ım, ‘halk’ımı Senin görmek istediğin güzellikte eyledin, ‘ahlak’ımı da Senin gösterebileceğim güzellikte eyle.” Resulullah’ın[asm] her dua cümlesi, içinde bir tefekkür barındırır. Bu kısa ve sade cümlenin içinde eşsiz bir fikir nüvesi vardır. Evvela, duanın ana metninde geçen ‘halk’ kelimesinin ‘yaratılış’ anlamında olduğunu hatırlayalım. Duaya meal yazarken, ‘halk’ kelimesini muhafaza ettim ki, ‘halk’ ve ‘ahlak’ arasındaki devamlılık göze çarpsın. Bu cümleyle Resulullah ‘ahlak’ın ‘halk’ın yani ‘yaratılış’ın devamı, süreği olduğunu hatırlıyor.  Yaratılışımız yani ‘halk’ımız bize Allah’ın sunduğudur: ‘ahlak’ımız ise bizim Allah’a sunduğumuzdur. İlki, Allah’ın bizi görmek istediği haldir; ikincisi ise bu hali temel alarak bizim tercihlerimizle inşa edeceğimiz hallerdir.

Hadise meal yazılırken, bir başka derin anlam örgüsünü de kaçırmak istemedim. Cümledeki “ahsente” ve “ahsen” fiilleri “güzelleştirmek” diye çevrilir. Yani bu hadisin mealini daha çok şöyle duyabilirsiniz: “Allah’ım yaratılışımı güzelleştirdiğin gibi ahlakımı da güzelleştir.” Fakat, ben “güzelleştirme” ya da “güzel eyleme” diye çevrilen “ihsan” köklü bu kelimeyi, yine Resulullah’ın[asm] verdiği kök anlamla anlamayı teklif ediyorum. “İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi yaşamaktır. Sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” [Bakınız, Cibril Hadisi] Güzellik dediğimiz kavram, bu nebevî tanımdan anlaşılacağı üzere görme/görünme ekseninde akar. Güzel, gören gözle vardır. Güzel olmak güzel görünmeye dairdir. Aslında, Türkçe’deki “güzel” kelimesi de “göz-el” bileşik kelimesinden kök alarak, bu sırrı taşır. “Göze el veren”e güzel denir. Yani önce göz vardır, sonra güzel var olur. Güzel bakışın olduğu yerde gerçekleşir güzellik. Hiçbir şey güzel göreni olmaksızın güzel olamaz! Nakış, bakışla vardır. Manzarayı nazar inşa eder.

Şu halde, diyebiliriz ki, insanın yaratılışının ‘halk’ının güzelliği, Yaratıcı’sının insanı görmek istediği haldir. Her eser, eser sahibi onu görmek istediği için vardır. Bir eserin yokluktan varlığa getirilmesini isteyen, görünmezken göze görünmesini irade eden Sanatçısıdır. Eserin nasıl var olacağı da, yine eser sahibinin onu nasıl görmek istediğiyle belirlenir. Bir eserin şekli, rengi, hacmi, konumu vs sanatçısının ona uygun gördüğü ‘en güzel hâl’dir. Eser ne haldeyse, o hâl sanatçının en güzel gördüğü haldir. Başka türlü görmek isteseydi, başka türlü görünür kılardı eserini.

İnsanın yaratılışı, yani ‘halk’ı insanı Yaratıcısı’nın görmek istediği, insana en uygun, insana en yakışan, insan için en güzel olan haldir. Peki ‘halk’ı tamamlanmış insandan bunun üzerine ‘ahlak’ eklemesi niye istenir? Ne yani, yarım mı kalmıştır insanın yaratılışı?

İnsan, diğer varlıklardan farklı olarak, irade sahibidir. İnsan seçimlerde bulunabilir. Tercihlerle kendini istediği şekle, dilediği konuma, arzu ettiği hale yoğurabilir. Bir bakıma, Allah kendi şaheseri olan insanı, yine kendi şaheseri insana zimmetlemiştir. Eseri olan insanın iradesine güveninin icabı olsa gerek, diğer varlıklar için böyle bir zimmetleme görünmüyor. Mesela, bir arı doğduğu saniye ömür boyu ne yapacağını bilerek doğar. Özel bir eğitime ihtiyaç duymaz. Hangi çiçekleri nerede bulacağını, o çiçeklerden nektarı nasıl emeceğini, kovanına hangi yoldan döneceğini bilir. Kendisine verilen ‘halk’ ile kendisinden beklenen ‘ahlak’ yani davranış kodu doğduğu an eşitlenmiştir. Resulullah’ın bir insan olarak ettiği dua, arı için doğduğu anda kabul edilmiştir. Kendisinden bekleneni ömrünün ilk saniyesinde mükemmelen ortaya koyar arı; bir ömrü hiç sapmadan tamamlar. ‘Halk’ının hakkını veren bir ‘ahlak’la var olmaya devam eder; hiçbir şekilde ahlaksızlık yapmaz. Çünkü ahlaksızlık yapacak iradesi yoktur.

İnsan irade sahibidir, tercihleri vardır, seçimler yapar. Kendisine verilen temeli kendi iradesiyle değiştirir, dönüştürür, yoğurur. Sanatçısının görmek istediği hali, Sanatçı’ya görünmek istediği hal olarak iradesiyle ortaya koyması beklenir.

Bu farkı şöyle de anlayabiliriz. İradesi ve dolayısıyla beğenisi olmayan bir çocuğa, ebeveyni kendisinin uygun gördüğünü giydirir. Çocuğun en güzel nasıl görüneceğine çocuk değil ebeveyni karar verir. Elbette ebeveynin tercihi en güzelidir. Fakat çocuk büyüyüp de kendi seçimlerini yapmak istediğinde, kendince beğenileri geliştiğinde, ebeveyninin kendi tavsiyesini yapıp kenara çekilmesi, çocuğunun nasıl görüneceğini çocuğunun tercihine bırakması beklenir. Tercihi olan insan da Yaratıcısının gözünde böyle biridir. Reşittir. Erişkindir. Tercihlerine saygı duyulur. Seçimde bulunmasına izin verilir. Yaratıcısı irade sahibi insana seçenekleri gösterir; onu seçimlerinde özgür bırakır. Hangi seçeneğin insana en güzel yakışacağını da tavsiye eder, teklif eder. Fakat seçimlerinin bedelini ödemeye hazır bir sorumluluk da yükler.

Söz gelimi, insana yaratılışının parçası olarak iki göz verir Sanatçısı. Bu gözlerle nasıl bakacağını insana bırakır; neye, nasıl bakması gerektiğini tavsiye eder: “Böyle bakmak gözlerine yakışmaz. Ama şöyle bakmak tam gözlerine lâyık” der. Göz ‘halk’tır; olabileceklerin en güzeli olarak doğuştan verilmiştir. Bakış ise ‘ahlak’tır; olabilecek en güzel bakışı tercih etmek insana bırakılmıştır. Kulak, ‘halk’tır; dinlemek ise ‘ahlak’tır. Neye kulak vermenin bize yakıştığını söyler Allah. Ellerimiz ‘halk’tır; ellerimizle neyi nasıl tutacağımız, nereden ne alacağımız ‘ahlak’tır. Dilimiz ‘halk’tır; konuşmak ise ‘ahlak’tır. Hangi sözün dilimize yakışacağına, hangi sesin nefesimizi güzelleştireceğine, hangi haberin dudaklarımıza lâyık olduğuna karar vermemiz konusunda bize önerilerde bulunur Sanatçımız.

Göz ‘halk’tır; olabileceklerin en güzeli olarak doğuştan verilmiştir. Bakış ise ‘ahlak’tır; olabilecek en güzel bakışı tercih etmek insana bırakılmıştır. Kulak, ‘halk’tır; dinlemek ise ‘ahlak’tır. Neye kulak vermenin bize yakıştığını söyler Allah. Ellerimiz ‘halk’tır; ellerimizle neyi nasıl tutacağımız, nereden ne alacağımız ‘ahlak’tır. Dilimiz ‘halk’tır; konuşmak ise ‘ahlak’tır. Hangi sözün dilimize yakışacağına, hangi sesin nefesimizi güzelleştireceğine, hangi haberin dudaklarımıza lâyık olduğuna karar vermemiz konusunda bize önerilerde bulunur Sanatçımız.

Yaratılışı, yani ‘halk’ı en güzel olanın bunun üzerine en güzel ‘ahlak’ı giymesi beklenir. Allah’ın, güzel görmek istemesinden ibaret olan ‘halk’ın üzerine, Allah’a en güzel görünmek olan güzel ‘ahlak’ yakışır. Allah istediği için güzel görünür insan. İnsan, kendisi istediği için, güzel görünmeli Allah’a. Kendisi isterse…  Kendi istediğince… Allah’ım, Sen beni güzel görmek isteyerek ‘halk’ ettin, beni Sana güzel görünme isteğiyle ‘ahlak’landır. 

SENAİ DEMİRCİ

Var olmak acıtır. Nereden mi biliyorum? Yok olanın acısı da acıyanı da yoktur. Yoklukta kalan biri yokluğuna yanmaz, yokluğunun farkında olamaz. Belli ki şimdi burada yoklukta kalanın yokluğuna yanmayacağını yine var olmak sayesinde anlıyoruz. Varlığımız, yokluğumuzun değil, varlığımızın tercih edildiğinin belgesidir. Varlıkta şenlik de vardır hüzün de: Kanatları kırılır kuşların, gövdeleri sarsılır ağaçların, renkleri solar menekşelerin.  Ama sonuçta kuşların kanatları vardır, sarsılan ağaçlar vardır, menekşeler solana kadar menekşedir, neşedir.

Var olmak acıdır. Niye mi böyle söylüyorum? Yokluğun aksine, kendini fark ettirir var olmak. Var olan kendisiyle bağ kurar önce, sonra başkalarıyla, başka şeylerle. İşin aslı, bağ kurmaktır var olmak. İplerin ucuna asılı olmaktır. Varlığın üstüne bir de can sahibi oldun mu, o ipler daha da gerginleşir. Sinir uçlarını uyarır hale gelir her kıpırtı. Sonra bir de bilinç sahibi olmak da vardır; insan olmak denir buna. Canlı sadece kendi acısını çeker; insan başkalarının acısını da çekmeye başlar. Bağlar çoğalır, ipler çoğalır. İpler çoğaldıkça acımaya aday yanlarımız çeşitlenir.

Sevmek incinmeyi göze almaktır. Sevmezsen, kimse incitemez seni. Kalbini sipere atarsın, savaş meydanından kaçırırsın kırılgan özünü. Sevdiğin her kimse, ona kalbini kırma yetkisi verirsin. Başka kimse kıramaz kalbini. Sadece sevdiğin geçer göğüs kafesini; yaralar, sarsar, incitir, yakar.

Bir de sevdiyse insan, ipleri uzar, umulmadık yerlerinden düğümlenir, apansız yerlerden çekilmeye başlar. Elleri ayakları ipe bağlı kuklalar gibi, başkasının parmak uçlarına teslim olur. Sevdiğinin bir nefesiyle fırtınaya tutulur, apansız suskunluğuyla zindana sürülür, kırık bir hecesiyle ateşlere atılır. Sevmek incinmeyi göze almaktır. Sevmezsen, kimse incitemez seni. Kalbini sipere atarsın, savaş meydanından kaçırırsın kırılgan özünü. Sevdiğin her kimse, ona kalbini kırma yetkisi verirsin. Başka kimse kıramaz kalbini. Sadece sevdiğin geçer göğüs kafesini; yaralar, sarsar, incitir, yakar.

Anemon gündüzleri güneşe kanar, hesapsızca açar yapraklarını. Doyasıya alır ısıyı ışığı rengi. Diğer çiçeklerin ihtiyatlı açılışını anlamaz; sanki ayıplar onları. Derken akşam olur, karanlık çöker, hava soğur. Diğer çiçekler azıcık açtıkları yapraklarını hızla kapatıp soğuktan korunurken, anemon kapatmaya fırsat bulamadığı yapraklarıyla kala kalır. Üşür. İncinir.

Anemon çiçeğinin yazgısına benzer insanın hali. Anemon gündüzleri güneşe kanar, hesapsızca açar yapraklarını. Doyasıya alır ısıyı ışığı rengi. Diğer çiçeklerin ihtiyatlı açılışını anlamaz; sanki ayıplar onları. Derken akşam olur, karanlık çöker, hava soğur. Diğer çiçekler azıcık açtıkları yapraklarını hızla kapatıp soğuktan korunurken, anemon kapatmaya fırsat bulamadığı yapraklarıyla kala kalır. Üşür. İncinir. Ama ertesi sabah yine kaldığı yerden devam eder. Açılır. Doyasıya. Sere serpe. Hesapsız. Ders almaz bir önceki geceden. Unutur çektiğini. Kendini tekrarlar. Acıya acıya içi, anemon çiçeği olur. Ününe ün katar! Bilir ki açılmamak baştan kaybetmeye razı olmaktır. Baştan kaybedeceğine kazanarak sonunda kaybetmeyi göze alır. Kaybetmeyi göze almadan kazanmak mümkün değil. Sonunda kaybeder ama başında kazanır anemon çiçeği.

İnsan, insan olmanın hakkını verdikçe, yaralara açık hale gelir. Kabuğunu kıran tohumlar gibi rüzgâra açık hale gelir. Konfor alanı içinde kalırsa, daha az olacaktır. Daha az risk daha az rızık demektir. Daha az tehlike, daha dar yaşama alanıdır.

En çok da acıyandır insan. Ve en çok acınan. Ve en çok acıtan! Acı çekmekten kaçınarak, insan olmaktan uzaklaşıyoruz, yaşamaktan sıyrılıyoruz, var olmaktan vazgeçiyoruz. Acıyı göğüslemek, acıyı avuçlamak, acıyı kucaklamak, var olmanın, yaşamanın ve insan olmanın bedelidir vesselam.

Çocukluk travmalarına nasıl karşılık veririz? | Dr. Senai Demirci ile Terapi Odası | 10. Bölüm

Fotoğraflar niye heyecan verir insana? Neden özenle seçilir pozlar? Niçin inceden inceye düşünülerek bakılır objektife? Fotoğrafının çekildiği ana özenilir. O duruşa, o bakışa itina gösterilir. Çünkü o sabitleşecektir, ebedî kalacak gibidir. Hiçbirimiz özensizce alınmış pozumuzun dondurulmasına razı değiliz. Hiç kimse habersiz çekilmiş tuhaf bakışların, komik durumların fotoğraf makinesinde kalmasından hazzetmiyor. Çerçevelenip duvara asılacak bir fotoğrafımız olacaksa, yıllar sonra da bakılacak bir pozumuz ortaya çıkacaksa, ille de özen, ille de seçicilik, ille de ince eleyip sık dokumalar…

Yazı da bir nevi fotoğraftır. İnsanın iç aleminin fotoğrafı gibi. Kelimelerin seçimi de dudağın duruşu gibi özenle belirlenmeli. Cümleler de boy fotoğrafları gibi güzelce giyinmiş olmalı. Öyle her “hı”, her “ha!”, her “şeyyy…” çıkmaz yazıya. Yazarlar, tıpkı fotoğrafları gibi-ama herkesin fotoğrafı da böyle değil mi-inceden inceye planlanmış, çerçevesi, ışığı, gölgesi güzelce ayarlanmış sözler bırakırlar sayfalara.. Nasıl ki, herkes her zaman fotoğraf olacak pozlar içinde değilse, yazanlar da her zaman yazılacak şeyler konuşmazlar, konuşamazlar. Yazmaları konuşmaları gibi değildir. Fotoğraflardaki gibi. Seçilmiş bir bakış. Özenilmiş bir duruş… Belirlenmiş bir mekân… Seslerini plağa yahut CD’lere bırakanlar da aynı kaderi paylaşır. Sessiz bir stüdyoda, özel bir mikrofonda, nice hazırlıktan sonra ses verir sanatçı. Boğazını temizlemeler, nefesini yetirememeler, kekelemeler itina ile temizlenir… Geriye sesin de fotoğrafı kalır.

Yıllar sonra kendi fotoğraflarıma-ama özellikle bakılacak fotoğraflarıma, özellikle objektife bakılması gerektiği gibi baktığım fotoğraflarıma-bakınca, şu an, o zamanlar bir fotoğraf çekimi için yaşadığım o ân’ın üzerinde bir yere geçtiğimi fark ettim. Hep “ben” diye yaşadığım hayat akışının içinden çıkıp, kendimi “o” yani, kendi dışımda bir “nesne” olarak da görebildim. O fotoğrafın başına geleceklere ve gelmişlere bir tür razı olmuşluk var bende şimdi. Kendi başıma gelmişleri hiç çekinmeden görebiliyorum o fotoğrafta. Benden daha genç bir adam, gördüğüm “o” ben. Benim dışımda bir yerde duruyor. Nasıl bir başkasının fotoğrafına, örneğin gazetede çok korkunç bir kaza yahut cinayet haberinin kenarında bile olsa hiç aldırışsız bakabiliyorsam, kendimi öyle bir haberin detayı olabilecek bir çerçeveye soktuğumu görüyorum dehşetle.

O fotoğraf, kendi elimde tuttuğum, içinde “benim olan ben”i taşıyan, özenle seçilmiş bakışların ardında kendimi görünür kıldığım, dokunulmaz bildiğim, başkalarının gözüne şöyle bir takılıp geçebilecek sıradanlıkta bir “nesne” yapıvermiş beni. Elimde tuttuğum “o” ben, artık bir başkasının elinde tuttuğu kaza kurbanı fotoğrafı olabilir. Kendimi önemseyerek, inceden inceye özenerek objektife bıraktığım o görüntü, kimi cenazelerde, yakalara takılan ve acınarak bakılan fotoğraflardan biri olmaya aday. Benim fotoğrafım olduğu için, ben bakıyorum içinden diye, yakalara takılmaya, haber detayına iliştirilmeye mani olacak hiçbir özelliği ve ayrıcalığı yok. Fotoğrafımı bırakarak kadere teslim olmuşum meğer. Akışa bırakmışım “o” beni…

İnsanın kendini, başkalarını sıradanlaştırarak baktığı, duyduğu, okuduğu “başkasına ait” bir yazıya, görüntüye ve sese dönüştürebiliyor olması ne kadar garip! Oysa, fotoğrafımızı çekenler, sesimizi kaydedenler, yazımızı bir yerde basanlar bizi önemser gibiler. Ama biliyorum ki, benden sonraya kalanlar olacak şu âlemde. Yazım da fotoğrafım da sesim de beni çeyrek geçen bir vakitte görülecek, okunacak, işitilecek. İşte o zaman herkes gibi bir “başkası” olacağım. Ölümü beklenir biri. Gitmesi kanıksanmış biri. Hiçbir yerde beklenmemesine alışılmış biri. Hiç kimsenin arama ihtiyacı duymadığı biri. Unutulmuş. Unutulmuşluğu da unutulmuş. Öylesine biri. Kalabalık bir istatistikte önemsiz görülen bir rakam oluvereceğim. “Başkası…”

Her kayıtta bir başkası olmaya doğru sürüyoruz kendimizi. Her fotoğrafın başına gelebilecek, başına geldiğinde de normal karşılanacak, hiç şaşırılmayacak, asla itiraz edilmeyecek o kaderin akışına bırakıyoruz kendimizi. “Ben” ben değil; “o” ben oluveriyoruz. Fotoğrafımızın çekildiği, sesimizin kaydedildiği, yazdıklarımızın okunur olduğu anlarda olmuyor mu sanki bu teslim ediş, bu vazgeçiş, bu bırakış…

Hiç özenmediğimiz anlarda da hiç kaygısızca bağırıp çağırdığımız zamanlarda da, kayıtta değiliz diye keyfimizce konuştuğumuz köşelerde de, özenle hazırlanmış, her köşesi itina ile seçilmiş, her nefesi sayılarak verilmiş bir ömür sürmüyor muyuz? Dudağı, damağı, teni, sesi, yüzü, mimikleri, elleri, parmak uçları, kirpikleri, kaşları, saçının her teli, ilk ve son defa yaratılırcasına görülmeye değer, dokunmaya değer, işitilmeye değer kalitede hazırlanmış biri olarak geçiyor değil miyiz ömrün ortasından?

Her kayıtta bir başkası olmaya doğru sürüyoruz kendimizi. Her fotoğrafın başına gelebilecek, başına geldiğinde de normal karşılanacak, hiç şaşırılmayacak, asla itiraz edilmeyecek o kaderin akışına bırakıyoruz kendimizi. “Ben” ben değil; “o” ben oluveriyoruz. Fotoğrafımızın çekildiği, sesimizin kaydedildiği, yazdıklarımızın okunur olduğu anlarda olmuyor mu sanki bu teslim ediş, bu vazgeçiş, bu bırakış…

Şimdi derhal kendinin eski bir fotoğrafını bul. İyice bak o delikanlının, o genç kızın gözlerinin içine. Yıllar sonra sen bakacaksın diye nasıl da özenerek bakmış objektife “o” sen. Öyleyse şimdi “sen” sen ol, her anında, senden sonrakilerin gözüne değmeye değer fotoğraflar vermeye bak. Sadece dışının değil, içinin de görüntüsünü düzeltmeye bak. “Sen” sen ol da “ben” ben olayım da, birlikte, sonların kendisinde son bulduğu, herkesten ve her şeyden sonraya kalan o “kutlu nazar”a, o “ebedî bakış”a nefesimizden, sesimizden ve niyetimizden seçilmiş, özenilmiş izler bırakalım.

“Hatırla ki bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey değildin…” diye sana hatırlatan o bakışın sahibi, hatırlanmaya değer olduğun, hatırının sayılır olduğu şu zamanlarda O’ndan başkasının seni hatırlamaya değer bulmayacağı, “o” sen olduğun o zamanların pozunu, özünü, sözünü ve izini özenle bırakmaya çağırıyor.

DR. SENAİ DEMİRCİ

Çiçeklerin iltifattan anladığını, sevgi sözlerini hissettiklerini söylediklerinde, biraz ihtiyatla karşıladığımı hatırlıyorum. Çiçeğin ayaklarının dibine su bırakmak, zaten tebessüm için yaratılan yüzüne tebessüm göndermek, hak ettikleri şey olsa gerek… Çünkü çiçek hak ettiğimizden fazlasıdır her daim. Birine çiçek vermek, zannımda, bu yüzden sürpriz ve iltifatı somutlaştırıyor, elle dokunulur gözle görülür hale getiriyor.Bir çiçek, kanaatimce, ‘oluyor’ değil sadece. Olmaktan fazlasını ima ediyor. “Olan, olandan ibaret değil” diye fısıldıyor eşsiz şekliyle, tarifsiz kokusuyla, ele avuca sığmaz rengi ve tonlarıyla. Ve dahi sessizce icra ettiği fonksiyonuyla: Çiçekler böcekleri çeker kendilerine, rüzgârı yoğurur özel biçimleriyle ta ki polenleşme olsun, çiftleşsin uzak tohumlar.

O halde anlaşalım. Hem iltifat etmek hem doğruyu söylemek mümkündür. İltifat, zaten doğruyu söylemendir. 1. Gördüğün, küçük de olsa, o güzel şeyin bana yakıştığını söylüyorsun; varlığımı önemsiyorsun. 2. O güzelliği görecek dikkatinin olduğunu hatırlatıyorsun; beni güzel gören seni güzel güzel görmemi umuyorsun. 3. Bu güzelliğin bende hep var olması gerektiğini, var olabileceğini, çoğalabileceğini vurguluyorsun; sessizce “adam ol!” ev ödevi veriyorsun bana.

Araştırmacıların dediklerine göre, birinden bir iltifat almak, çiçek almak kadar sevindiriyormuş bizi. İltifat, çiçek gibi hiç umulmadık bir güzellik olmalı. İltifat da hiç umulmadık olana açıyor gözlerimizi.  İltifat da zorunlu ve rutin bir şey değil; hep sürpriz tadı taşıyor içinde. 

Biliyorum, yine de çiçekleri iltifata tercih edenlerimiz olabilir. Çünkü çiçekler gerçek. “Bak, iltifat etmiyorum ha, doğruyu söylüyorum” gibi bir cümle kurmayız çiçek verirken sevdiğimize. “Bak, bu çiçekler gerçek ha!” demeyiz. Sanki hem doğru söylemek hem iltifat etmek mümkün değilmiş gibi. Sanki hem çiçek almak hem çiçek gibi sevilen olmak imkânsızmış gibi…

“Bak, yalakalık yapmıyorum ha, doğruyu söylüyorum” desen; anlarım. Yalakalık, yalan konuşmaktır; olmayanı olmuş gibi gördüğünü söylemektir. Yalakalık yapan, bende olmayanı bana söyler, söylediğinin asla bende olamayacağını söyler, söyleyişini hak etmediğimi de ekler, söylediğini zoraki söylediğini de ima eder.  

Ama güzelim iltifat öyle mi? Evvela, iltifatların hepsini yapana iftiradır iltifatı yalana eşitlemek, yalakalığa denk tutmak. Lâtif gibi güzeller güzeli bir ismi var Hakk’ın. İltifat eder; varlığımızı yokluğumuza tercih eder. Yetmez, üstüne bir de can bahşeder. Yetmez; kak kat ikram eder, ruh üfler, bilinç lutfeder, farkındalık verir. Yetmez; lûtfettiği her şeyi çiçekler içinde gönderir, nefesi sessizlikle verir. Sırf biz rahatsız olmayalım diye sürekli yaptığı iltifatları unutturmak ister gibidir; mesela sessizce çalıştırır kalbimizi göğsümüzde, güneşi retinamıza kadar indirir.

“Söylediğim gerçek; iltifat etmiyorum!” deme bana! İltifat etmek gerçeği söylemektir zaten.

1. Gördüğün, küçük de olsa, o güzel şeyin bana yakıştığını söylüyorsun; varlığımı önemsiyorsun. 2. O güzelliği görecek dikkatinin olduğunu hatırlatıyorsun; beni güzel gören seni güzel güzel görmemi umuyorsun. 3. Bu güzelliğin bende hep var olması gerektiğini, var olabileceğini, çoğalabileceğini vurguluyorsun; sessizce “adam ol!” ev ödevi veriyorsun bana.

Hasılı, iltifat, çiçekler gibi, hep fazlasını umduruyor.

SENAİ DEMİRCİ

MÜSLÜMANLARIN İLETİŞİM VE ETKİLEŞİM SORUNU

Genel olarak insan ilişkilerinin üzerine oturduğu zemine, iletişim ve etkileşim zemini diyoruz. Buradaki zeminin elle tutulur, somut bir şeye karşılık gelmediği açıktır. Öncelikle bir iletişim içinde olmak gerekir ki, bir etkileşim sağlanabilsin. Bunu tersinden ifade ettiğimizde, sonuç yine aynı olacaktır. Yani iletişim de etkileşim de birbirlerini gerektiren bir geçişlilik özelliğine sahip olgulardır.

İletişim ve etkileşimde aynı dili kullanmanın önemi aşikârdır. Burada bilhassa gözden uzak tutulmaması gereken husus, aynı dili konuşanların kelimelere verdikleri anlamların birbirlerine yakınlığıdır. Kürtçe, Türkçe, Arapça, Farsça, İngilizce veya herhangi başka bir dili konuşabilen insanlar, yani aynı dili konuşan insanlar, gerçekte aynı dili konuşmuş oluyorlar mı? Bunun bir ölçüsü veya ölçütü var mıdır? Bu konuda ortak anlam ve anlayışların bize bir fikir verebileceğini düşünebiliriz.

Aynı dili konuşmanın en doğal sonucu, aynı anlamlarda buluşmaktır. Onun içindir ki, aynı dili konuşmanın paydasını, birbirini anlama paydası oluşturmaktadır. Bu hükmü dikkate aldığımızda aynı dili konuşan insanların birbirlerini anlama hususunda sorun yaşayıp yaşamadığına bakmak gerekir. Buna göre rahatlıkla şunu söylemek mümkündür: Aynı dili konuşan insanlar, tıpkı aynı dili konuşamayan insanlar gibi, birbirlerini anlamakta sorun yaşayabilirler. Yani demek istiyoruz ki, iletişim ve etkileşim sorunu, aynı dili konuşan insanlar arasında meydana gelir. Konuyu genelden özele indirgeyerek söyleyecek olursak, aynı dine, aynı dile, aynı kültüre ve aynı cemiyete mensup kimseler arasında da iletişim ve etkileşim sorunları yaşanmaktadır.

Nicelik bakımından dünyanın en büyük topluluklarından birini oluşturan Müslümanlar, iletişim ve etkileşim bakımından, belki de dünyanın en gerisinde kalan bir topluluk durumuna gelmiştir. Çünkü İslam’ın gerekliliklerini yerine getirmeleri halinde, Müslümanların iletişim ve etkileşimleri en üst düzeyde olacaktı. Pek tabi Müslümanların dilleri, renkleri ve etnik aidiyetleri farklı farklıdır. Fakat bu farklılıklar, ümmet olmanın önünde bir engel teşkil etmiyor. Kerim Kur’an bu farklılıkları birer ayet olarak niteliyor. Öyle ise meselenin ne olduğu ve neden kaynaklandığı sorulmalıdır ki, ona göre çelişkilerden de uzak durulsun.

Dil konusunu, sadece kelimelerin telaffuz edildiği, konuşulan dil ile sınırlamak da doğru değildir. Bununla ilgili tamamlayıcı bir unsur olarak beden dilini hatırlamak gerekir. Haddi zatında bazı durumlarda hiç konuşmamak konuşmak anlamına gelebildiği gibi, bazı durumlarda ziyadesiyle konuşmak da konuşmamak anlamına gelebilir. Bütün bu ve buna benzer durumlar, konuşmanın veya konuşmamanın verdiği mesajlarla ilgilidir.

Yaptığımız bu genel izahlardan sonra Müslümanların iletişim ve etkileşim sorununa değinebiliriz. Vahyin indirildiği ilk zamanlardan günümüze ve günümüzden de kıyamete kadar, iletişim ve etkileşimin bir sorun olarak varlığını sürdüreceğini söylemek bir kehanet sayılmamalıdır. Tabi kimi zamanlar bu sorun ağır hasarlar oluşturabildiği gibi, kimi zamanlar da hafif hasarlarla geçiştirilebilir. Bakın burada bir hasar durumundan söz ediyorum. Bir hasar durumundan söz etmek demek, bir tahrip, bir yıkım ve bir çöküş durumundan söz etmek demektir. Aslında bütün hasarlar, ferdi ve toplumsal bazda yaşanan kopuşların bir sonucudur. Burada ele aldığımız konu bakımından oluşan kopuşu anlamla ilişkilendirmek mümkündür.

Peygamber zamanında bile, Müslümanlar iletişim ve etkileşimde sorunlar yaşamışlardır. Yaşanmış olan düşünsel devrimin anlamıyla ilgili olarak düşülen gaflet sebebiyle, zaman zaman karanlık ve zulumat olarak nitelenen cahiliyede var olan ama terk edilmiş yaşantılara dönüldüğü olmuştur. Bilal, sahip olduğu geçmiş üzerinden aşağılanma ve hakaretlere uğrayabilmiştir. Medine’de Evs ve Hazreç’in, geçmişteki kan davalarına dönme durumları yaşanabilmiştir. Hz. Peygamber’in varlığı, iletişim ve etkileşimde önemli bir avantaj olarak, sorunları büyümeden çözebilme imkânını sağlamıştır.

Hz. Peygamber vefat ettikten sonra, daha naşı yerde iken başlayan sorunların oluşturduğu izler, ne yazık ki günümüze kadar varlığını korumuştur. Eğer Müslümanlar olarak sağlam bir iletişim ve etkileşime sahip olsaydık, söz konusu sorunlarla hala boğuşuyor olmayacaktık. Bugün irili ufaklı demirden bloklar halinde karşımızda durmakta olan “kütlesel” gruplar sebebiyle ne bir iletişim ve ne de bir etkileşimi gerçekleştiremiyoruz. İlahi Vahyin dikkate alınmadığı iletişim ve etkileşimler sebebiyle cahiliye Mekke’sini aratan hayatlara sahip olduk. Ya geçmişteki kültürel prangaların kutsallığı ya da gelecekteki pembe cennetlerin sarhoşluğu ile bir türlü yaşadığımız dünyaya uyanamıyoruz.

Öncelikle bir insan olarak ve daha sonra da bir Müslüman olarak yaşadığımız dünyaya uyanmamız, uyanabilmemiz gerekir. Yaşadığımız dünyaya uyanmak demek, bizatihi kararlar verme, sorumluluğunu almak demektir. Herhangi bir konuda karar alma aşamasına gelmek için, doğru tanıma ve tanımlamalara ihtiyaç vardır. Doğru tanıma ve doğru tanımlama için de her şart ve durumda hakikatten şaşmamak gerekir. Yani Müslüman için hakikat kaygısı bütün kaygıların üstünde bir kaygı olmalıdır.

Müslümanlar olarak bizim için hakikatin şaşmaz adresini İlahi Vahiy yani Kur’an oluşturmaktadır. Müslümanlar için en korkunç kopuşu, Kur’an’dan kopuş oluşturmuştur. O sebepten öncelikle Kur’an’la sağlıklı bir iletişim ve etkileşimi gerçekleştirmek gerekir. Yani Müslümanım diyen herkesin, Kur’an’la bir bağ ve bağlantı içinde olması gerekir. Bunun anlamını, iki öznenin el ele tutuşması olarak söyleyebiliriz. Kur’an’la olacak sağlıklı bir iletişim ve etkileşim, peşinden Müslümanlar arasındaki iletişim ve etkileşimi sağlıklı hale getirecek ve akabinde de diğer insanlarla sağlıklı bir iletişim ve etkileşimin imkânlarını oluşturacaktır. Zaten olması gereken en doğal durum da bundan başka bir şey değildir.

CEVDET IŞIK

Kur’an Ahlakının Gerekliliği

Hayat ile ilgili olan her şey ahlak ile de ilgilidir. Hayat anlayışını sadece biyolojik faaliyetlere indirgeyen anlayış ve tanımların, ahlak ile bir ilgi ve alakaya sahip olmaları mümkün değildir. Hayatı hayat yapan bilinçli tercihlerdir. Hayatın seyrini ve rengini yapılan tercihlerin belirlediğini; inanç, kültür, gelenek, sanat ve edebiyatın da, birer tarz, biçim ve ürün olarak hayatta yer alması, söz konusu tercihlerin bir neticesi olarak meydana gelmektedir. İnsan, doğru bildikleriyle hayatını sürdürürken, bir istikamet belirlemek ve belirlediği istikamette gitmek için yapmış olduğu iş ve eylemleri, sahip olduğu imkânlar dâhilinde tasarrufta bulunarak gerçekleştirmektedir.

İnsan için söz ve davranış birlikteliğinin anlamını dürüstlük olarak niteliyoruz. Söz ne kadar doğru ve değerli olursa olsun, sözün gerektirdiği davranış eğer bir yanlışlığın ifadesi olmuşsa, sözün taşıdığı etkisel güç sıfırlanacak ve bir kıymeti harbiyesi olmayacaktır. Söylenen/verilen söze ihanet, sözün namusunu kirletmek, sözü iğfal etmek ve sözü öldürmek anlamına gelir. Sözün ölümü ya anlamını örten bir karanlığın/cehaletin ya da anlamını kaydıran/saptıran bir ikiyüzlülüğün/münafıklığın neticesinde olmaktadır. Tarih boyunca sözün gücüyle yol alanların oluşturduğu imar ve inşa faaliyetleriyle dünyada taş üstüne taş konulmuş, barış ve selamın başat nitelikler olduğu uygarlıklar vücuda getirilmiştir. Tarih boyunca gücün sözüyle yol alanlar ise hep bir yıkımın, hep bir kargaşanın, hep bir savaşın ve dolayısıyla hep bir kan ve gözyaşının başat özellikler olduğu dramatik ve trajik dünyalar vücuda getirmiştir. Söz öldüğü zaman insan, insan öldüğü zaman da hayat ölmüş olur. Kur’an, sözü davranıştan ayırmaz; et ve tırnak ne ise söz ve davranış da odur. Kur’an’ın inşa ettiği insanın/müminin en temel, en görünür ve en karakteristik niteliğini söz ve davranış arasındaki tutarlılık oluşturur.

Müminin/Müslümanın söz ve davranışları arasındaki tutarlılığı oluşturan en önemli dinamik, Kur’an’ın ilahi kelam olmasından ve belirtmiş olduğu bütün konuların ve bütün sınırların doğruluğundan şüphe etmemesidir. Tutarlılık bakımından Müslümanlar için en önemli sorun, hakikat olduğundan şüphe etmediğini söylediği İlahi Vahyin gereklerini yapmasıdır. Çünkü aksi takdirde Müslüman olmak mümkün olmayacaktır. Kur’an ahlakının gerekliliğini söz konusu etmekten amaç, Müslümanların söyleyip yapmadıklarının oluşturduğu trajikomik duruma dikkat çekmek ve oluşturulan dehşet tablolarından kurtuluşa işaret etmektir. Kur’an, insanın, hayatı diri varlıklar olarak sürdürmesi için, dikkat çektiği kavram ve olgular üzerinden özne olma niteliğiyle sözünü söyler. Kur’an okunurken yapılan iş ve eylem, Kur’an’ın kavram ve olgularının bilinçlere arz edilmesidir. Bilinçsel olmayan hiçbir okuma, okuma niteliğine sahip olamaz. Kur’an ahlakı, Kur’ani kavramlar üzerinden hayatı okumak ve yaşamaktır. Kur’an’ın kavram ve olguları üzerinden hayatla ilgili okumaların yapılmadığı bir Müslümanlık, en hafif tabirle bir gösteri budalalığından öteye geçmeyen bir Müslümanlık olur.

Müslümanca bir hayat için, Kur’an ahlakının gerekliliği, farz niteliğinde olan bir gerekliliktir. Bu yargının içinin doldurulması, kavli ve fiili hayatın birbirine bakan yüzlerinin bir uyum ve ahenk içinde olmasıyla mümkün olur. Bugün Müslümanların hayatları büyük çelişkilerin, büyük tutarsızlıkların ifadesi olan, hakikatten uzak hayatlardan meydana gelmektedir. Büyük kalabalıklar ve büyük sayılarla büyük gösterilerde bulunmak, hayatta başarılı olmanın ölçütü haline gelmiştir. Kur’an ahlakı niteliklerin vücuda geldiği bir ahlakın ifadesidir. Hiçbir çokluk ve hiçbir gösteri, Allah’ın razı olduğu niteliksel bir iş ve oluştan daha önemli olamaz. Kur’an ahlakı, edilgin olmayı değil, etkin olmayı gerektiren bir ahlaktır. Bugün Müslümanlar etkin olmadıkları için, kendilerine ait kavram ve olgulara ve dolayısıyla kendilerine ait bir dil ve söyleme de sahip değiller. Müslümanların varoluşsal hakikati, ancak ve ancak Kur’an ahlakının işlevselliğiyle gerçeklik kazanabilir. Bugün Müslümanlar günümüzde, günümüz gerçekliğinde, kendilerini gerçekleştirecek sahici değerlerden ve dolayısıyla ahlaktan yoksun bulunmaktadırlar.

Kur’an ahlakından yoksunluğun, yoksunlukların en büyüğü olduğu hususunda, hiçbir bilinçsel kırıntıdan söz etmek mümkün görünmemektedir. Eğer Müslümanlar Kur’an ahlakına sahip olsalardı, bunca mezhepçiliklerin, bunca parçalanmışlıkların bunca istismarcılıkların nesnesi durumunda olmayacaklardı. Çünkü Kur’an ahlakı özne olmayı, öncelik almayı, danışmayı, dayanışmayı, fedakârlığı, “katmayı”, “katlanmayı”, durup dinlenmeden çalışmayı, sorumluluk almayı ve her türlü konformizmi elinin tersiyle reddetmeyi gerektiren bir ahlaktır. Çölde istikametini kaybetmiş, aç ve susuz kalmış bir yolcunun ihtiyacı olan istikamet ve gıda ne kadar büyük bir anlam ve öneme sahip ise, biz Müslümanlar için de Kur’an ahlakının gerekliliği de o ölçüde büyük bir anlam ve öneme sahiptir. Bu gereklilik giderilmeden, varoluşsal kaygı ve sorunları gidermek de, gün yüzü görmek de, ancak hayalleri süsleyen bir fanteziden ibaret olacaktır.

CEVDET IŞIK

İMÂNLA OLUŞAN İMKÂN

Suyun içine attığımız bir taş, suyla temas ettiği noktadan başlamak üzere haleler oluşturur. Suya atılan taş suya ne kadar şiddetli etkide bulunursa, oluşan halelerin yayılma alanı da o kadar artacaktır. Atılan taşın özellikleri (sahip olduğu öznel yapı) de oluşan haleler üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Tabii ki suyun bulunduğu yer ile sahip olduğu yoğunluk ve derinlik de bu hususta önemlidir.

Su, taş ve hale metaforunda sözünü etmediğimiz çok önemli bir unsur daha vardır ki, o da taşı alıp suya atma iradesini gösteren insandır. Bu insanın bulunduğu konumla beraber, sahip olduğu akıl ve irade, eylemsel dinamizm için birer imkân anlamına gelmektedir. Her imkânda içkin olan bir eylemsellik mesajı vardır. İnsan bu mesajı sahip olduğu ilgi, alaka, değer, kültür ve yetenek gibi öznel özellikler çerçevesinde kullanmaya çalışır.

Her insanın öznel yapısına uygun olarak yapacağı iş ve eylemlerin, yararlanma bakımından herkese açık olduğu ama bağlayıcılık bakımından ise herhangi bir hükme sahip olmadığı kabul edilmelidir. Bu durum teoride, bütün din ve dünya görüşleri için geçerli bir durumdur. Fakat pratiğe baktığımızda, neredeyse bütün bir insanlık tarihi, din ve dünya görüşlerinin dayatmasına sahne olmuş gibidir. Bu dayatma durumu dinsel ilkelerden kaynaklanmıyor. Dinsel ilkeleri bilerek veya bilmeyerek yanlış anlama ve yorumlamadan kaynaklanıyor. Böylece her dinin çizmiş olduğu sınırlar, mensupları tarafından asli yapıları dışına çıkartılıyor. Dolayısıyla dinin bu asli yapılarını bozma girişimleri büyük bir sapmanın, büyük bir kopmanın miladı oluyor.

Din veya dünya görüşlerinden inhiraf etmenin başlıca iki sebebini söylemek mümkündür. Bir tanesi, kişinin yeni değerler çerçevesinde farklı fikir ve düşünceleri benimsemesidir. Bu durum, normal karşılanması gereken doğal bir insani yönelimden başka bir şey değildir. Bugün ve bu şartlarda benimsediğimiz bir şeyi yarın değiştirebiliriz. İkincisi ise sahip olduğu din veya dünya görüşünün temel ilkelerini değiştirerek veya reforma tabi tutarak inhiraf etmektir. Bugün Hıristiyanlık ve Yahudilik olarak adlandırılan dinler bu sınıftandır.

İslam dinine gelince; İslam, kaynak bakımından bu güne kadar özgünlüğünü muhafaza etmiş tek dindir. Fakat müslüman halklar bakımından aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Bugün ‘ben müslümanım’ diyen insanların, Kur’an’la uyumlu bir hayat sürmeleri gerekirken, mikro ve makro anlamda seküler amaç ve hedefler doğrultusunda bir hayatı sürdürmekte olduklarını üzülerek görmekteyiz. Bunun en temel sebebi, Müslümanların şahsiyet ve yaşamının esasını oluşturması gereken imanla ilgili, varlığından söz etmenin mümkün olmadığı bilgi ve bilinç yoksunluğudur.

İmanla oluşan imkân derken sadece bir seçenekle ifade edilecek bir imkândan söz etmiyoruz. İmanla birlikte insanın muhatap olduğu sayısız imkânın insanın karşısında oluştuğunu belirtmekte fayda vardır. Burada insan öznelliğinin muhatap olduğu son derece mükemmel bir durumdan söz ediyoruz: Bir özne olarak Allah ile bir özne olarak insanın muhatap olması. Tabi aslında burada Allah ile insan, bir ihtimal üzere karşılaşmış değildir. Aksine şanı yüce olan Allah, belki merhametinin de bir gereği olarak, vahiy indirmek suretiyle insana tenezzül buyurmuştur. Bundan daha büyük bir şeref olabilir mi?

İmanın gerektirdiği en önemli edimin, Allah ile ilişkiler ekseninde seyrettiğini söylemek mümkündür. Allah ile olan ilişkilerin, insanlar arasındaki ilişkilerden farklı olacağını söylemek bile abestir. İlişki bağlamında imanın belki de en temel esprisini, insanın varoluşsal gerçekliğini yaşarken, Allah’la bağlantılı olmasıdır. İman eden kişi bilir ki, Allah ile ilişki için herhangi bir prosedüre gerek yoktur. İnsan, istediği zaman ve istediği şekilde Allah ile bağ kurabilir, konuşabilir, arzu ve isteklerini dile getirebilir. Her ne kadar biz Allah’ı görmesek de Allah bizleri görmekte, işitmekte ve isteklerimize cevap vermektedir.

İman eden bir insan iki boyutlu bir ilişki içinde bulunur. Bir tarafıyla fizik dünyanın gerçekliklerini metafizik boyutla ilişkilendirirken, diğer tarafıyla da metafizik hakikatleri fizik gerçeklikle ilişkilendirmektedir. Bu bağla oluşacak bağlam içinde olan bir insanın, gerçekleşmesi mümkün olmayan seküler hayaller kurması mümkün olur mu? Hele hele her durumda sonu hezimet olacak çabalar içine girmesi beklenebilir mi?

İmanla birlikte oluşan imkândan söz ederken aslında niteliksel bir imkândan söz etmiş oluyoruz. Burada sözünü ettiğimiz imanın temel paydasını güven oluşturmaktadır. Çünkü burada insan Allah’ı görmemektedir. Fakat görmediği Allah’ı, görmenin temin edeceği bilmekten daha çok bilmektedir. Malumdur ki, bilmenin temelini bilgi oluşturur. İnsan, üzerinde yaşadığı bu dünyada, her şeyden daha çok ve yoğun olarak bilgi bombardımanı altındadır. Ne tarafa bakarsan bak, ne tarafa dönersen dön ve her ne ile muhatap olursan ol, bütün imaret ve emareler Allah’ı bilmeye, tanımaya götürmektedir.

Hiçbir tahrifata uğramadan günümüze kadar gelmiş olan ilahi vahiy, öncelikle fert olarak insana hitap ediyor. Hz. Peygamber, yirmi üç yıllık elçilik hayatında yaptığı tebliği öncelikle fert üzerinden sürdürmüştür. Nitelikli fertler için İbrahim (a.s) örnek gösterilmiş, onun tek kişilik bir ümmet olduğu vurgulanmıştır. Bununla İbrahim(a.s), nitelikli Müslümanın tabir caizse düşünsel ve eylemsel rol modeli olarak gösterilmiştir. Yine bir güzel örneklik olarak Hz. Peygamber’in zikredilmesi de fert bazında sahip olunması gereken niteliksel yapıya işaret etmektedir. Her Müslümanın birer özne olarak eylemselliğini oluşturmasının farz olduğu vurgulanmıştır. Aksi takdirde omuzlara yüklenmiş olan sorumluluğun ifa edilmesinin mümkün olmayacağı aşikârdır. Bütün bu ve buna benzer sorumluluk gerektiren durumlar üzerinden hassasiyet oluşturma imkânını iman sağlayacaktır.

İmanın hayattaki işlevselliğinin en önemli belirtisi Müslümanca bir öznel özerkliğe sahip olmaktır. Müslümanda şahsiyete dönüşmeyen imanın söylemsel bir ifadeden öteye geçmeyeceğinin fark edilmesi gerekir. Ancak şahsiyetli Müslüman fertlerle birlikte, şahsiyetli Müslüman toplum oluşturulabilir. O sebeptendir ki imanla oluşan imkân(lar)a sahip olmak için, imanı ve imanın gerektirdiklerini yeniden düşünmemiz gerekir. Bu anlamda acilen yapılması gereken ise her hal ve durumda taklidi kabullerin tasallutundan kurtulmak olmalıdır.

CEVDET IŞIK

Karanlık dünyamızı aydınlatacak bir ışık, güvenli yollarda yürütecek bir hidayet rehberi olan bir rahmet pınarımız var. Bu rahmet pınarı Kur’an’dır. Kur’an’dan beslenmeliyiz. Beslenirken oluşacak iklimle, dünyamız da mamur olacaktır.

“Hangi konuda, hangi durumda, hangi iş ve oluşta olursa olsun, eğer niteliksel bir erozyon yaşanıyor ise, o zaman varoluşsal tahribatlar da yaşanıyor demektir.”

“Bütün insanların nitelik olarak ayrışmaları veya benzeşmeleri, sahip olunan tutum ve davranışlarla ilgili bir durumdur. Tutum ve davranışlar ise ahlak ile ilgili olup, niteliğini sahip olunan akıl, bilgi ve iradenin kullanımından almaktadır.”

“İnsan, akıl ve irade sahibi olduğu için, ahlakilik imkânına da sahip olmuştur. Bu imkânın kullanımı için de insanın özgür olması gerekir. Çünkü özgür olmayanın tercihlerde bulunması düşünülemez.”

“Müslümanların yaşadıkları sorunların en önemli sebebini Kur’an ahlakına sırt çevirmek olarak izah edebiliriz. Emanet olarak ümmete bırakılan Kur’an, lâfzen korunabilmiş ama insanı ve hayatı inşa eden işlevsel yapısı dikkate alınmamıştır.”

“Kur’an okunmadığı, anlaşılmadığı ve rehberliğinde yaşanmadığı için, hakikatten uzaklaşmakta, hakikate yabancılaşmakta ve sonuç olarak hakikat adına köleliğe razı olmaktayız.”

Yaşadığınız hayatın, bulunduğunuz coğrafyanın, sahip olduğunuz ruh halinin, sizi seyahat etmeye mecbur ettiğini düşününüz. Seyahat için var olan koşulları değerlendirdiğinizde herhangi bir sorun görmüyorsunuz. Yapacağınız yolculuğu deniz yolu ile gerçekleştirmeye karar veriyorsunuz. Hazırlıklarınızı bitirdikten sonra, bindiğiniz gemiyle denize açılıyorsunuz. Saatler saatleri kovalıyor. Fakat bir de bakıyorsunuz ki, hiç de hesapta olmayan şiddetli bir fırtına yaklaşıyor.  Gemi adeta bir tahterevalli gibi yükselip alçalıyor. İşin kötüsü yüzme adına doğru dürüst bir tecrübeniz de yok

O an, ister istemez, doğal bir refleks olarak, gözleriniz bir can simidini aramaya başlıyor. Büyük bir samimiyet ve bütün bir benliğinizle Allah’a yalvarıyor ve adeta O’ndan başka her şeyin değeri sıfırlanıp yok oluyor. (Yunus 10:22) Daha önce varlığıyla size mutluluk ve güven veren varlık âlemindeki birçok şeyin (servet, mevki, makam) oluşturduğu yanılsamadan irkilerek uyanıyorsunuz. Fırtınanın başladığı zamana kadar, aklınıza bile gelmeyen, herhangi bir değer ve öneme sahip olmayan bir can simidi, şimdi sizin için dünyadaki en değerli varlık haline geliyor. Dünyaya, çıkmayacak şekilde çaktığını düşündüğünüz çivilerin birer birer söküldüğünü adeta gözlerinizle görüyorsunuz.

Sizi, güvenli bir sahile çıkaracak bir can simidine, bütün malvarlığınızı vermeye çoktan razı olmuşsunuz. (İşin ilginç yanlarından birisi de şudur: Siz, size emanet olarak verilen malvarlığını kendinizin sanıyorsunuz.) Pamuk ipliğine bağlı bu hayat karşısındaki acizliğinizi görüyor ve ümidinizi kaybetmeden Allah’ın yardımını diliyorsunuz. (Allah’ı, daha önce, hiçbir işinize, hesabınıza, kitabınıza karıştırmazken, şimdi, ona iltica ediyorsunuz.)

Böyle bir durumla karşı karşıya kalan herkesin, istisnasız aynı şekilde davranacağını tahmin etmek zor değildir. Demek ki, insan hayatı için gerekli olan şey’ler her ne ise, o şey’ler, paha biçilmez bir değere sahiptir. Bu yargı, teslim edilmesi gereken bir hakikat olmasına rağmen, hayatın fırtınasız zamanlarında karşılık görmeyen bir hakikattir. Yine bu hakikat, sorunların olmadığı, her şeyin sütliman göründüğü günlerde, sadece dil ucuyla, öylesine kabul edilen bir ‘şey’ den ibarettir. Durum böyle olunca da hayatın kendisi de şeyleşmekten yakasını kurtaramıyordu.

Kullanım bakımından “şey” kelimesi çok ilginç bir kelimedir. Evde, işte, çarşıda, okulda, yolculukta, daha doğrusu hayatın bütününde, muhataplarımızla yaptığımız konuşmalarda, bazı fikir ve düşünceleri ifade etmekte zorluk çektiğimiz, tıkanmalar yaşadığımız zamanlarda, imdadımıza “şey” yetişir. Denizde fırtınaya tutulan yolcunun hayatta kalması için can simidi ne kadar önemli bir tutamaksa, konuşmakta olan bir insan için de “şey”, öylesine önemli bir tutamaktır. Allah’ın insana verdiği nimetleri, sunduğu ikramları saymakla bitiremeyiz. Bir abartı olarak görülebilir ama “şey” kelimesinin de, diğer birçok kelime gibi, insana bahşedilmiş, Allah’ın has nimetlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Bir şeyin, “şey” olması, ayırt edici bir özellik ve değere işaret eder. Bu, fark edilmesi gereken çok önemli bir husustur. Bir “şey” olmak varoluşla, “şeyleşmek” ise yok oluşla ilgilidir. “Şey”, kendine has bir yapının, bir özerkliğin ifadesidir. “Şeyleşmek” ise, şeyler dünyasının bir şeyi olarak, “sahip olmayı”, tahakküm etmeyi, hükmü altına almayı ifade eder. Bu ifadenin bize işaret ettiği yerde, nitelik, kalite ve keyfiyet bulunmaz. Niteliksel erozyon da bundan sonra başlamaktadır. Hangi konuda, hangi durumda, hangi iş ve oluşta olursa olsun, eğer niteliksel bir erozyon yaşanıyor ise, o zaman varoluşsal tahribatlar da yaşanıyor demektir.

Allah’ın yaratış yasasının temelini nitelik oluşturur. Buradan yola çıkarak diyoruz ki, niteliksiz sayılabilecek hiçbir varlık söz konusu değildir. (Sâd 38:27) Bütün iradesiz varlıklar, sahip oldukları niteliklere bağlı kalarak varlıklarını sürdürürler. İradesiz varlıkların değişmeyen niteliğini, sahip oldukları fıtratları oluşturmaktadır. Yine iradesiz varlıklar bağlamında şunları da söylemeden geçmek istemiyorum: Varlıkları oluşturan birçok tür vardır. Her türü oluşturan bütün varlıklar, aynı niteliklere sahiptir. Bir elmanın, bir aslanın, bir kedinin, bir kekliğin ila ahir sahip oldukları nitelikler ile sayısal olarak bütün aslanların, bütün kedilerin, bütün kekliklerin sahip oldukları nitelikler aynıdır. Bu durumun istisnasını, akıl ve irade sahibi olan insan oluşturmaktadır. Yani insan türünü aynı özellikler üzerinden bir potada birleştirmek mümkün değildir. Fiziksel ve biyolojik benzerliğe rağmen, her insanın sahip olduğu nitelikler birbiriyle kıyas kabul etmeyecek ölçüde farklılık arz edebilir.

Bütün insanların nitelik olarak ayrışmaları veya benzeşmeleri, sahip olunan tutum ve davranışlarla ilgili bir durumdur. Tutum ve davranışlar ise ahlak ile ilgili olup, niteliğini sahip olunan akıl, bilgi ve iradenin kullanımından almaktadır. İnsan, iradesini kullanırken, yani herhangi bir konuda bir davranışta bulunurken, mümkün mertebe yanlış olanı değil, doğru olanı yapmaya çalışır.

İnsan, iradesini kullanmak suretiyle edimlerde bulunduğu için, irade ile ahlak arasında kuvvetli bir bağ var demektir. Burada davranış derken mahiyet ve kapsam itibariyle davranışları bilmek gerekir. Örneğin fiziki anlamda hareketsiz duran ama zihinsel anlamda faaliyet içinde olan bir kimse herhangi bir davranış sergilemiş olur mu olmaz mı? Pek tabi zihnin işletilmek suretiyle yapılan entelektüel faaliyetler de birer davranıştır. Hem de davranışların belki de en önemlisidir. Zaten düşünce ve tefekkür eşliğinde sergilenen davranışlar ahlaki bir ilgi ve alakaya da sahiptirler. Bu böyle olmasaydı hayvanların davranışlarını da ahlak paydasında değerlendirmek gerekirdi.

İnsan, akıl ve irade sahibi olduğu için, ahlakilik imkânına da sahip olmuştur. Bu imkânın kullanımı için de insanın özgür olması gerekir. Çünkü özgür olmayanın tercihlerde bulunması düşünülemez. İnsanın yapmış olduğu tercihlerde en değerli ve en kıymetli olanı seçmesi, yaşamın gayesini de oluşturmaktadır. Çünkü yapılan tercihler netice itibariyle insan için ya bir sevince ya da bir üzüntüye sebep olma özelliğine sahiptir. Yani davranışlarda bu potansiyel her zaman vardır. İşte söz konusu bu potansiyelin iyi, doğru ve yararlı olarak tecelli etmesi için, riayet edilen ilkeler ve dikkat edilen hususların hepsi ahlakın kapsam alanında bulunmaktadır.

İnsanların bir arada yaşamaları, bir bakıma vazgeçilmez bir gerekliliktir. Çünkü insanlar tek başlarına bütün ihtiyaçlarını karşılama gücüne sahip değildir. İnsanların topluluk halinde birlikte yaşamaları, kurallar dâhilinde olmalıdır ki, kaotik bir ortam meydana gelmesin. İşte toplumsal diye nitelenen yaşayış için gereken kuralların tanzimini ahlak yapmaktadır. İnsan, eğitim marifetiyle, en güzel, en doğru ve en iyi ilişkilerle hayatı idame etmeye çalışır. Böylece insan, hayatın amacı, varlıkların yaratılış gayesi, maddi ve manevi bağlar, dünya, ahiret ve yaratıcı gibi hususları, hem teori hem de pratik manada içselleştirmiş olur. Bütün bu etkinlikler dikkate alındığında, ahlakın aslında bir talim ve terbiyenin neticesinde inşai bir süreç olarak oluştuğunu belirtmiş oluyoruz.

Malum olduğu üzere Allah insanı verili bir yapıda yaratmıştır. Her insan, sahip olduğu özellikler bakımından, yapısal bir özgünlüğe sahiptir. Denizde yolculuk yaparken yaşadığı fırtınadan dolayı, saf bir muvahhit haline gelen yolcunun ruh hali, bize insanın en temiz ve bozulmamış halini göstermektedir. Allah, hiçbir tehdit ve tehlikenin olmadığı zamanlarda, aklımızı çalıştırarak, anlamlı okumalar yaparak, kendisine yönelmemizi istemektedir. Allaha yönelmenin anlamı, İlahi Vahyi rehber edinmektir. İnsan, potansiyel olarak bu yükün altından kalkabilecek donanıma sahiptir. Biz biliyoruz ki, Allah taşıyamayacağımız yükü omuzlarımıza yüklememiştir.

Allah, insanın, yaptıklarını bilerek yapmasını, anlamına vararak yapmasını istemektedir. Yani sizin evet dediğiniz şeyler de, hayır dediğiniz şeyler de, kabul ettiğiniz şeyler de, ret ettiğiniz şeyler de bir kanıtla birlikte olsun. Bunun için aklı da iradeyi de kullanmamızı istemektedir. Bu amaçla geçmiş kavimlerin yaptıklarını hatırlatmak suretiyle uyarıyor. Sahip olunması gereken nitelikli ahlak için, uyulması gereken sınırları bildiriyor. Kerim olan Kur’an, baştan sona, hayatı ilgilendiren temel uyarılardan ibaret olduğu için, bu haliyle ilahi bir ahlak kitabı özelliğini de taşıyor.

Hz. Peygamber’in, yüce bir ahlaka sahip olduğunu ve inananlar için güzel bir örneklik teşkil ettiğini, Kur’an bize haber veriyor. Bu durumda inandığını söyleyen bir Müslümanın Peygamber örnekliğini takip etmesi gerekir. Müslüman için asıl olan dürüstlük olduğu için, bu dürüstlüğün gereği ise, söyledikleri ile yaptıklarının uyumlu olmasıdır. Örneğin Medine’de ilk defa, söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutmayan münafıkları Kur’an bildirmiştir. Bu tip insanların, en aşağılık insanlar olduklarını ve bunların cezalarının ise şirk koşanlarınkinden daha ağır olacağını bildiriyor. Onun için teori-pratik ve ilim-amel diye ifade edilen ikili yapıdaki uyumluluk, ahlaki açıdan büyük bir öneme sahiptir. Müslüman bu anlamda hem dürüst hem de güvenilir olmanın timsalidir. Onun için diyoruz ki, Müslümanın ahlakını, tümüyle nitelikler kitabı olan Kur’an oluşturmalıdır.

Yazının başında dile getirdiğim temsili olayda, Allah’a rağmen ilahlık iddiasında bulunanların insan fıtratına olan aykırılığını görmek mümkündür. İnsan yakinen görüyor ve biliyor ki, gerçek hüküm ve hikmet sahibi ancak ve ancak Allah’tır. Kur’an’ın indiği Mekke döneminde, özellikle bu hususun zihne, kalbe ve hayata nakşedildiğini görüyoruz. Onun için Kur’an’ın oluşturduğu şahsiyetin temel taşını tevhid oluşturmaktadır. Dolayısıyla tevhid Kur’an ahlakının da dinamiği olmaktadır. Böylece tevhid, bir nehrin çıktığı kaynağa benzemektedir. Bu dinamikten gafil olarak sürdürülecek hayatın, adalet, selamet ve rahmet özellikleri gerektiği gibi işlemeyecektir. Onun için Müslümanın en önemli özelliği, muvahhit olma özelliğidir. Tevhide dayalı ahlaka, nitelikli ahlak diyoruz. Müslüman bu nitelikli ahlakın temsilcisidir.

Hz. Peygamber son nefesine kadar Kur’an ahlakını en güzel şekilde temsil ederek Müslümanlara örnek oldu. Müslümanların fert, aile ve toplumsal ilişkilerinde yapması gereken, Hz. Peygamberin örnekliğini izlemekti. Ne yazık ki vefatından hemen sonra ortaya çıkan sorunların oluşturduğu huzursuzluklar çözüme kavuşmadığı gibi, derinleşerek günümüze kadar gelmiştir. Müslümanların yaşadıkları sorunların en önemli sebebini Kur’an ahlakına sırt çevirmek olarak izah edebiliriz. Emanet olarak ümmete bırakılan Kur’an, lâfzen korunabilmiş ama insanı ve hayatı inşa eden işlevsel yapısı dikkate alınmamıştır. Bu minval üzere devam eden Müslümanların yaşamlarında, kimi istisnai küçük zaman dilimleri hariç, genelde niteliksel ahlaki erozyonlar olagelmiş ve varoluşsal manada tahribatlar yaşanmıştır. Nitekim günümüzde Müslümanların sadece etiket olarak adı kalmıştır. Felsefeden ilahiyata, bilimden tarihe, ekonomiden ahlaka ve sanattan edebiyata kadar, birçok alanda varlıkları söz konusu değildir.

Niteliksel erozyon en çok kişilik üzerinden gerçekleşmektedir. Günümüzde Müslüman adıyla anılan kimseler tevhidi kişiliği temsil etmiyor. Allah, Peygamber ve Kur’an bilinmiyor. Her sözün bir ağırlığı olduğunun farkında olunmuyor. En güvenilir olması gereken Müslümanlar, en güvensiz bir halde bulunuyor. Bugün biz Müslümanlar, ilk emri oku olan Kur’an’a dokunmayı saygısızlık sayan, bütün okumaları, anlamaları, konuşmaları sadece bir sınıfa havale eden seküler ve laik bir görüntü arz ediyoruz.

Kur’an okunmadığı, anlaşılmadığı ve rehberliğinde yaşanmadığı için, hakikatten uzaklaşmakta, hakikate yabancılaşmakta ve sonuç olarak hakikat adına köleliğe razı olmaktayız. Bugün bizler fiziksel anlamda değil ama zihinsel anlamda köle statüsündeyiz. Bütün bir irade ve tercihlerimizi ipotek altına bırakmış durumdayız. Bu bir ahlaki erozyondan da öteye, ahlaki bir intihar anlamına gelmektedir. O kadar büyük bir acziyet içindeyiz ki, bunu fark edemiyoruz. Çünkü din adına bizlere verilen uyuşturuculardan ayılamıyoruz. İşin en vahim ve en korkunç tarafı da budur.

Biz kendimize gelmeliyiz. Çünkü kendimiz dışında her yerdeyiz. Bu büyük bir ahlaksızlıktır. Bakın, size bir şey söyleyeyim: Ahlaksızlık, kötü ahlaktan daha kötüdür. Ahlaksızlık, kural ve ilkesizliğin timsali olan fahişeliğe benzemektedir. Ne yazık ki, hayatla ilgili bütün alanlarda; siyaset, eğitim, ekonomi, adalet, özel ve kamusal alan dediğimiz her türlü kurum ve kuruluş da dâhil olmak üzere, ahlaksızlığın/fahişeliğin tarz haline geldiğini görmekteyiz. Bir de fahişeliği tarz haline getirenlerin sırtında Müslüman etiketinin de bulunuyor olması, Müslümanca varoluşu tahrip eden bir süreç haline gelmiştir. Çok ilginç değil mi? Müslümanlığı Müslümanlar yok ediyor.

Kur’an, baştan sona ezbere okunuyor ama anlamıyla ilgili bir tek çağrışım zihne, bilince ulaşmıyor. Bu işi yapanlar da hafız olarak anılıyor. Bu nasıl bir muhafazadır ki, lafzı kalıyor anlamı, ahkâmı ve ahlakı kalmıyor? Böyle bir şey olabilir mi diye sormuyorum. Çünkü böyle şeyler hep oldu ve olmaya da devam etmektedir. Kafamızı, hayatımızı, varoluşumuzu duvardan duvara çarpan bu çıkmazdan kurtulmadan, dünyamız da ahretimiz de rezil ve rüsva olmaya mahkûmdur.

Karanlık dünyamızı aydınlatacak bir ışık, güvenli yollarda yürütecek bir hidayet rehberi olan bir rahmet pınarımız var. Bu rahmet pınarı Kur’an’dır. Kur’an’dan beslenmeliyiz. Beslenirken oluşacak iklimle, dünyamız da mamur olacaktır. Yeter ki anlamaya çalışalım. Bu anlama faaliyetinin sonucunda, kimselere faydalı olmasak bile en azından kendimize faydalı olacağız. Etrafa hükümler savuran bir yargıçlık pozisyonundan kaçınmalıyız. Böylece ortaya çıkacak olan nitelikli ahlaki edimler, başlı başına birer bildirge olarak, başka hayatlarda yankısını oluşturacaktır. Kaldı ki her mümin üzerine düşeni yaptıktan sonra, neticeleri kovalamak gibi bir hevesle mükellef değildir. Bir de Peygamber üzerinden, O’nun güzel örnekliği üzerinden yapılan tartışmalar vardır. Kur’an’la muhatap olan bir kimsenin hâşâ Peygamberi atlatması, yok sayması mümkün müdür? Ne yazık ki, cehalet her tarafımızdan pınar olup akmaktadır. Gerçekten çok üzgünüm.

Bizim bir iç disipline gerçekten ihtiyacımız vardır. Güya imanımız iç disiplinimizi oluşturuyor. Ama nerede? Şahsen yaşadığımız tutarsızlıklara baktığım zaman çok vahim tablolar görüyorum. Her tarafımız riya, her tarafımız çelişki ve yalan gibi geliyor bana. Bakın, bir tek ayet meali vereceğim. Bizler sadece bu ayetin anlamını, bütün hücrelerimizle anlar, kanıksar ve ahlaki bir ilke olarak, bilincimizin en üst rafına koyarsak, bütün bir hayatımızın olumlu istikamette değişeceğine gönülden inanmaktayım. Rabbim hidayet üzere yol alma kararlılığımızı arttırsın.

“De ki: Size tek bir öğüdüm var: İster başkalarıyla birlikteyken ister yalnız, daima Allah’ın huzurunda bulunduğunuzu unutmayın.” (Sebe 34:46)

CEVDET IŞIK

Aklını kiraya vermeyen, ama aklını da putlaştırmayan; sorunlu değil, sorumlu; Ataların yolundan değil, sırat-ı müstakimden giden; taklitçi değil, tahkikçi bir gençlik..

Allah’a hamdolsun; insanlara genç kalma yeteneğini üflediği için.

Kutlu elçisine selam olsun; ‘bir ömrün her günü nasıl genç kalınır?’ sorusunun cevabını hayatıyla öğrettiği için.

Yediden yetmişe siz gençlere selam olsun.

Her insan gibi benim de hayalim vardı. Hayalim rüyam oldu. Rüyam duam, duam dâvam oldu. Dâvam dâvetim, dâvetim devletim oldu. Dâvam devlet kuşu oldu, geldi başıma kondu. Başıma konan o devlet kuşu Kur’an neslidir; yani sizsiniz. Göz aydınlığım, gönül sürurum oldunuz. Mehmet Akif’in rüyası da buydu. “Asım’ın nesli” diyordu ya. “Asım’ın nesli”, aslında benim dile getirdiğim Kur’an nesli ile aynı idi. Bugün yaşasaydı da görseydi. O insan güzeli, o yüzyılın yüz akı, ne kadar sevinirdi kim bilir.

Kur’an nesli kimin projesidir? Ne zaman, kimlerle başladı?

Bu projenin sahibi, Kur’an’ın sahibi olan Allah’tır. Allah, yerde ve gökte olan her şeyi insanın emrine vermiştir. Peki, ya insanı kimin emrine vermiştir? İnsanı kendi emrine almış, kendine amade kılmıştır. Yani insanı eksene koyan biz değiliz, Allah’tır. “Eksende insan” ilkemiz, sadece bu hakikatin bir ifadesidir. “Eksende insan” demek, ‘insanı Allah’ın koyduğu yere koymaktır’.

İnsanı, mahlukatın eksenine yerleştiren Allah, insanın o yere layık olması için vahiyler ve peygamberler gönderdi. İnsan, Allah’ın büyük projesiydi, vahiy de insanın büyük projesi olmuştur. Vahiy insanı inşa edecek, insan da hayatı inşa edecekti. Kur’an, Allah’ın insan projesinin son sürümüdür. Bu projeye dahil olan ilk insan Abdullah oğlu Muhammed idi ve o, alemlere rahmet oldu. Alemlere rahmet olarak doğmadı. Lütfen, kimse Kur’an’a aykırı konuşmasın. “İman nedir, kitap nedir bilmeyen” (42:52) nasıl âlemlere rahmet olabilirdi ki? Evet, âlemlere rahmet doğulmaz, âlemlere rahmet olunur. Yüreğinizi, hayatınızı, akleden kalbinizi, varlığınızı Allah’ın arzusuna adarsınız, o zaman âlemlere rahmet olursunuz. Yoksa mı? Yoksa, âlemlere zahmet olursunuz.

Peygamberimiz, kendisini bu projeye adadı. 23 yıllık muazzam bir menkıbe yazdı. Projenin ömrü kadar yaşadı, proje kemale erdiğinde bu dünyayı terk etti.

Peki, proje sona erdi mi? Peygamber gitti, proje bitti mi? Sahibi Allah olan bir proje biter mi? Bitmez. Bitmedi, devam ediyor. Zira proje şahıslara bağlı değildi. Bu bir, alemlere rahmet olma projesiydi. Projeye sahip çıkanın kendisi de Allah’ın projesi olacaktı. Bunun altını çizelim: Kim Allah’ın projesine sahip çıkarsa, onun kendisi de Allah’ın projesi olur. Nitekim “sahabe” dediğimiz insanlar, Allah’ın projesine dâhil oldukları için büyüdüler, yıldızlaştılar.

Siz de Allah’ın projesine dâhil olmak istemez misiniz? Elbette istersiniz! Fakat sadece istemek yetmez. Kur’an nesli olmanın şartları var. Bu şartlar, aynı zamanda şu sorunun cevabıdır; “Nasıl bir gençlik”.

  1. Şahsiyetli bir gençlik:

Hem cemaat içinde şahsiyeti yok edilip fason imalatın kurbanı olmayan, hem de egosunun pençesinde av olmayan bir gençlik. Görüyorum şimdi: sorgulamak yasak, soru sormak yasak, muhakeme etmek yasak, niçin’lerin peşine düşmek yasak. Dahası sana verilenin dışında kitap okumak yasak; farklı düşünmek yasak; faklı olmak bile yasak. Ama yaratılmış olmak farklı olmaktır. Bu Allah’ın sünnetidir. Siz gelin de bunu anlatın. Zannedersiniz ki, sipariş üzerine bir atölyede fason imalat yapılmış. Hepsi birbirinin burnundan düşmüş, hepsi birörnek, hepsi seri imalatın ürünü… Bakıyorsunuz, dişleri tırnakları çekilmiş, aslan postunun içinde ‘mee’ diyen bir hilkat garibesi. Bu mu genç? Gençlik bu mu? Hangi genç ona imrenir? Hangi genç onun arkasına düşer? Hayat bu mu? Hayatta bunun bir karşılığı var mı?

Kendimizi kandırmayalım, birbirimizi aldatmayalım. Allah’ın arslan yarattıklarının dişlerini tırnaklarını sökerek çakalların arasına bırakmak, onları terbiye etmek değil, savunmasız bırakmaktır. Bir de şu: Hayatımızın tamamını biz yönetemeyiz. Yok böyle bir şey. Var mı aranızda böyle olan? “Ben, çocuklarımın hayatının tamamını yönetiyorum” diyebilen var mı? Onu geçin, “Ben kendi hayatımın tamamını yönetiyorum” diyen biri var mı? Bu, kişinin kendi kendisine söylediği en tumturaklı yalandır. Uslandırmak için hayatın her alanını kontrol etmeye kalkışmak uslandırmaz, usandırır. Hem karşısındakini usandırır, hem kendisi usanır. Çünkü kaldıramayacağı yükün altına giriyor.

  1. Aklını kiraya vermeyen, ama aklını da putlaştırmayan bir gençlik:

Ne, sürüleşmenin adını ‘itaat’ koymuş, ne de serseriliğin adını ‘özgürlük’ koymuş bir gençlik! Farklılığın farkında olan, farklılığı ayrıcalık değil ‘emanet’ bilen, –altını çiziyorum- farklılığı ayrıcalık değil ‘emanet’ bilen, ait olduğu bütünün değerini fark eden bir gençlik! “İçgüdülerini yönettiğin kadar özgürsün” diyen bir gençlik! Ruhun üçüzleri olan ‘akıl, irade ve vicdan’ üçlüsünü, aktif ve aktüel olarak kullanan bir gençlik!

İnsanlık tarihinde ‘akıl ve irade’ hiç bu kadar değerli olmamıştı. İnsanlık tarihinde akıl ve iradenin fiyatı hiç bu kadar pahalı olmamıştı. Niye? Eskiden insanlar günahın ayağına giderdi, şimdi günah insanların ayağına geliyor. Günah size bir tık kadar yakın. Dünyanın tüm fikirlerine ulaşmanız için parmağınızı oynatmanız kafi. Tüm doğrularına ve tüm yanlışlarına… Hakka ve batıla… İmana ve küfre… Soruya ve cevaba… Takvaya ve fücura… Eğer iradeniz güçlü değilse, eğer seçip ayıklama yetiniz gelişmemişse, eğer çalışan bir aklınız yoksa, eğer aktif bir vicdana sahip değilseniz, nasıl çıkarsınız bu cangılın içinden? Ey anneler, babalar, size sesleniyorum: Yasaklarla mı? Yasaklarla adam adam olsaydı yeryüzünün en azılı diktatörleri adam yetiştiren adam, en baskıcı rejimleri en ideal kurum olurdu.

  1. Sorunlu değil, sorumlu bir gençlik:

Takvayı sorumluluk bilinci olarak anlayan, takva dışında hiçbir ‘üstünlük ölçüsü’ tanımayan, Allah’a, insana, yere-göğe, toprağa-suya, kurda-kuşa hakkını veren bir gençlik! Kâğıt isteyince kalemi de getiren, süpürge isteyince küreği de getiren bir gençlik! Secdeye alnı ile birlikte egosunu da koyan; ‘Kim var?’ denilince sağa sola bakmayan, ‘ben varım’ diyebilen bir gençlik. Kellesi koltuğunda değil -kelle koltukta lazım olsaydı, Allah onu orada yaratırdı- kellesi omuzlarının arasında olan, aklı başında bir gençlik! Sloganların peşinden değil, ilkelerin peşinden giden bir gençlik! Kariyer planlaması yapan, ama Allah’sız bunu yapmayan, Allah’sızlığın anlamsızlık olduğunu bilen bir gençlik! Görünmek için değil, olmak için çırpınan bir gençlik! ‘İmaj her şeydir’ diyen haz ve hız çağına inat, ‘olmak, her şeydir’ diyebilen bir gençlik. ‘İnsan görünmek için değil, olmak için yaratıldı’ diyen bir gençlik!

Hakk’ın hatırını, her hatırın üzerinde tutan bir gençlik! Hakikatin sahibi değil, hakikatin talibi olduğunu bilen bir gençlik! Bakın! Başımıza ne geldiyse, kendisini hakikatin sahibi zannedenlerden geldi. Tekfircilik, fanatizm, entegrizm, radikalizm ve holiganizmin tüm çeşitlerinin arkasında bu hastalık yatar. Kendisini hakikatin sahibi sananlar, ‘hakikate’ babasının malı gibi davranırlar. Oysa el-Hakk olan Allah’tır ve hakikatin mülkiyeti sadece Allah’a aittir. Sen, sadece hakkın talibi olabilirsin. Şu sağda solda taraftarlarına cennet bahşedip hasımlarını cehenneme yuvarlayanların tümü bu hastalıkla maluldür. Kendilerinden olmayana hayat hakkı vermeyenler, yüreği engizisyon mahkemesine kesmiş tipler bunlardır. Tanrı’nın yargıcı gibi davranan tipler bunlardır.

  1. Ataların yolundan değil, sırat-ı müstakimden giden bir gençlik:

Kınayıcının kınamasına aldırmadan, Hakk’ın yolundan giden, ama önce hak yolun ne olduğunu ‘El-Hakk’ olan Allah’tan öğrenen bir gençlik! Kendi yürüdüğü yolu en doğru yol zanneden değil, ‘Hak yol acaba hangisi?’ diye alın teri, yürek teri, zihin teri döken bir gençlik. Buna rağmen, yine de akıbeti hakkında endişe taşıyan bir gençlik. Hem Allah yolunda yürüyen, hem de kendisine “Kurtuldun mu?” diye sorulduğunda, “Bilmiyorum, orada belli olacak” diyecek kadar haddini bilen bir gençlik!

  1. Taklitçi değil, tahkikçi bir gençlik:

Niçin’leri, nasıl’ların önüne koyan, fakat cevabını bulduğu nasılları-niçinleri de hayatının temeline koyan bir gençlik! Merakı tarafından yönetilen değil, merakını yöneten ve onun hakkını veren; soruları, ‘laf olsun, torba dolsun’ diye sormayan bir gençlik. “Sormazsam ölürüm” diyeceği soruları olan ve onların cevabını bulmak için gerekirse ölümü göze alan bir gençlik! Sormazsam ölürüm diyeceği soruların cevabını bulunca da, “Sorularımın cevabı için ölürüm” diyen bir gençlik!

  1. Aşk-Adanmışlık-Aidiyyet (3A) sahibi bir gençlik:

Tutkunun adını ‘aşk’ koymayan, sevgiyi günahla zehirlemeyen bir gençlik!

Kara sevdanın değil ‘ak sevdanın’ peşinde koşan bir gençlik!

Sevginin ömrünün ‘sevilenin ömrüne bağlı olduğunu’ bilen ve sevgiyi ‘el-Vedûd’ olan Allah’ın emaneti sayan bir gençlik!

Hevasına değil, ‘davasına’ adanan bir gençlik! Adanmayanların aldanmaktan başka çaresinin olmadığını bilen, ya Hanne gibi adayan, ya Meryem gibi adanan, ya da Zekeriyya gibi adananlara bahçıvan olan bir gençlik! Tarihin büyük adanmışları olan nebilerin izinden yürüyen bir gençlik.

Sürgün edilirken kendisine uzanan harçlığı geri çevirip, -ki hiç parası yokmuş-, “Beyim, beyim! Koy o parayı cebine. Arslan nereye giderse, avı da oraya gelir” diyen 19. yüzyılın yüz akı bir adanmış gibi, yiyeceğinin peşinden koşan değil, avını peşinden koşturan bir gençlik.

İdama götürülmeden önce modern firavundan özür dilemesi istenince, “Bir mazlum, bir zalimden asla özür dilemez!” diyen 20. yüzyılın adanmışı gibi, yolu satmayan, yola yatmayan, yolda havlu atmayan, yolda koşmak dururken yol üzerine nutuk atmayan bir gençlik!

Adanmanın kabul olmuş bir dua olduğunu bilen bir gençlik! İlk Kur’an nesli olan sahabe toplumunun bir adanmışlar kuşağı olduğunu anlayan bir gençlik!

Aidiyetin sahte özgürlükten bin kat daha değerli olduğunu bilen bir gençlik. Aidiyet değerli olmasaydı, yılkı atları atların en değerlileri olurdu. Atların en değerlisi eğitilmiş atlardır. Çünkü eğitilmiş atların aidiyeti vardır. Zira bir seyisi var.

Atın eğitime ihtiyacı olduğunun bin katı insanın eğitime ihtiyacı vardır. Ve aidiyet kişilere değil ilkeleredir.

Ağaç olmak isteyen her çekirdeğin mutlaka bir yere ait olması gerektiğini bilen bir gençlik! Özgürlüğü aidiyetin karşısına yerleştirmeyen bir gençlik! Serseriliğin ve sorumsuzluğun adını ‘özgürlük’ koymayan bir gençlik! Daru’l-Erkam’ın bir aidiyet okulu olduğunu bilen bir gençlik.

  1. Ufuk-Uyum-Umut (3U) sahibi bir gençlik:

Birbirinin ve insanlığın umudu olan; insanlığa Duha ve İnşirah Suresi olan bir gençlik!

İnsandan Duha Suresi mi olurmuş? Olur ya! Olmaz mı? Duha Suresi umut suresidir. İnşirah Suresi umut suresidir. Bunlar motivasyon sureleridir.

Unutmayın, ‘umut kalbin duasıdır’. Yolcuyu bekleyenler, niyetleriyle yolcuyu yola çıkarırlar. Yolcuyu bekleyin ki, beklediğiniz yolcu yola çıksın.

Unutmayın ki ‘birleşmiş niyyetler’, ‘Birleşmiş Milletler’den daha güçlüdür. O zaman, niyetlerinizi birleştirin ki Birleşmiş Milletler’den daha güçlü bir organizasyonunuz olsun.

Kur’an nesli için öyle bir umut biriktirin ki, yolcu yola çıksın. Yusuf, kuyudan çıksın.

Unutmayın, ararsanız, aradığınız da size arar. Özlerseniz, özlediğiniz de sizi özler. Severseniz, sevdiğiniz de sizi sever. Siz aradığınız için bulmazsınız. Fakat siz aradığınızda, aradığınız da sizi aramaya başlar. İşte o zaman ‘buluşursunuz’.

Uyumun, vahdetin çekirdeği olduğunu bilen bir gençlik. Vahdetin farz, tefrikanın haram olduğuna inanan bir gençlik! İslam Birliği idealinden asla vazgeçmeyen, ‘herkesin bir rüyası var, benim de rüyam bu olsun’ diyebilen bir gençlik! “Herkesin bir ütopyası varsa, varsın bu da bizim ‘ütopyamız’ olsun” diyebilen bir gençlik.

Hayali ve rüyası olan bir gençlik! Hayalini aklının, rüyasını kalbinin duasına dönüştüren bir gençlik!

Çağın hastalığı olan yüzeysellik ve sığlıktan, şeytandan kaçar gibi kaçan bir gençlik! Ey genç, senin ufkunda Allah olursa, Allah’ın ufkunda da sen olursun!

  1. Pasif değil, aktif iyi bir gençlik:

Pasif iyiler, aktif kötülerin teşvikçisidir. İyilerin pasif olduğu yerde kötüler aktiftir. Nebi’ye gelen “kalk ve uyar” emri, ‘pasif iyilikten aktif iyiliğe geç’ emridir. Hem genç, hem de pasif… Nasıl olacak bu? Sahi bir genç bunu becerebilir mi? Pasifse niye genç, gençse niye pasif? Yük olmayıp, yük alan bir gençlik! Yükünü ilahi emanet bilen bir gençlik!

  1. Kusursuz değil, kusurunu bilen bir gençlik:

Kusursuz gençlik istemiyoruz. Kusurunu bilen gençlik istiyoruz. Adem günah işledi, İblis de günah işledi. Adem, günahını itiraf ettiği için adam oldu. İblis, günahını savunduğu için şeytan oldu. Tercih sizin. Günahsız olan değil, tevbe etmeyi bilen bir gençlik!

  1. Yunus Peygamber gibi tevbe edebilen bir gençlik:

Ondan Allah’tan başka kulluk etmeye layık hiçbir varlık olmadığını, her tevbenin tevhid ile başlaması gerektiğini öğreniyoruz. “Ben zalimlerden oldum” diyor, kim söylüyor bunu? Hz. Yunus. Hz. Yunus’un günahı ne? Zalim kavim kendisini dinlemiyor, o da çekip gidiyor. Bunun için Yunus kendisini suçluyor. Oysa suç yüzdesini adil dağıtsaydık, Yunus’un suçu kavminin suçuna oranla yüzde kaç olurdu? % 1 bile değil. Ninova’nın suçu da % 99. Ama Yunus Ninova’yı suçlamıyor, kendisini suçluyor. Ninova’yı suçlasaydı, Yunus nebi tevbe etmiş olur muydu?

Bu ümmet bindörtyüz yıldır yaptığı büyük hatalardan dolayı, tevbe etmek yerine hep başkalarını suçladı. Muhalif mezhep suçlu, Farslar suçlu, Türkler suçlu, Haçlılar suçlu, Moğollar suçlu, şimdi de Batılılar suçlu. Ya sen! Sen bir meleksin; yunmuş yıkanmışsın. İşte ümmetin 1400 yıllık tarihinin özeti bu. 1350 yıl önce olmuş Kerbela olayından bile birbirinin canına kastedecek kadar kin üretebilen bir damarımız var bizim.

Başkasını suçlayan kendisini değiştiremez. Bu ümmet bunun için kendisini değiştiremiyor. Çünkü hep ötekini suçluyor. Onun için bu ümmet tevbe edemiyor. Şu halimize baksanıza! Kendi etini yiyen bir idrak hastası gibiyiz. Kendi coğrafyalarımızda kendi etimizi yiyoruz, farkında mısınız? Ondan sonra da sevmediğimiz, suçladığımız adamlar “Neden yardıma koşmuyor?” diye bir de sitem ediyoruz. Şu paradoksa bakar mısınız? Düştüğümüz gülünç duruma bakar mısınız?

Mezhep kavgaları, kavim kavgaları, ırk kavgaları, saltanat kavgaları, güç ve servet kavgaları… Ne bu kavgalar? Nereye kadar? Ne yapacaksınız bu kadar gücü Allah aşkına? Bırakınız da güç Allah’ın olsun. “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır”. Sen kulluğunla iftihar et.

Daha çok olsun, en kalabalık benim cemaatim olsun, en güçlü, en büyük ve en nüfuzlu benimki olsun… Ne yapacaksın? Farkında mısın; girdiğin tekâsür krizinde boğulacaksın! “Çoğaltma tutkusu, kabirleri ziyarete varıncaya kadar sizi yedi bitirdi” diyor Kur’an. İşte bu “tekâsür krizi”dir.

  1. Zaaflarını, meziyetlerini ve acılarını yönetebilen bir gençlik:

Zaafını yöneten bir gençlik, zira yönetilen bir zaaf meziyete dönüşür; yönetilemeyen bir meziyet ise zaafa dönüşür.

Sevgiyi yöneten bir gençlik! Yönetilemeyen sevgi, tutkuya dönüşür. Merhameti yöneten bir gençlik! Zira, yönetilemeyen merhametten mazarrat doğar.

Bizim merhametimizi düşmanlarımız yönetiyor, farkında mısınız? Şu anda yeryüzünde İslam ümmetinin merhametini düşmanları yönetiyor. Ne yapıyorlar? Gidiyorlar, bir yerde yangın çıkarıyorlar. Biz o yangını söndürmek için tüm gücümüzle koşuyor ve söndürüyoruz. Bir de bakıyoruz ki, falan yerde bir yangın daha çıkarmışlar! Hep beraber onu söndürmeye koşuyoruz, bir de bakıyoruz ki falan yerde bir başka yangın daha… Adamlar bizim merhametimizi hem sömürüyor, hem de yönetiyorlar. Bu sevinilecek bir şey mi? Bununla da övünüyoruz! Eğer övüneceksen, adamlar yangın çıkarmaya giderken, sen onlardan önce oraya var. “Size burada ekmek yok!” de. Stratejik bir aklın olsun. Onun kötülüğü planladığı kadar sen iyiliği planla. Sen onlardan akıllı ol!

  • Zaferi yöneten bir gençlik: Yönetilemeyen zafer hezimete dönüşür.
  • Yenilgiyi yöneten bir gençlik: Yönetilen bir yenilgi zafere dönüşür.
  • Öfkesini yöneten bir gençlik: Yönetilen öfke direnişe dönüşür.
  •  Korkusunu yöneten bir gençlik: Yönetilen korku tedbire dönüşür.
  •  Acılarını yöneten bir gençlik: Yönetilen acılarımız ‘hocalarımız’ olur.
  1. Kur’an’ı imam bilen bir gençlik:

Kur’an’ı mushafın önüne, anlamayı telaffuzun önüne, tertili tecvidin önüne koyan bir gençlik! Kur’an’ın üstüne başka bir kitap koymayan bir gençlik! ‘Kur’an’ın yetersizliği’ sakat düşüncesinden kaynaklanan ve hadisi/sünneti Kur’an’a ortak koşmayan bir gençlik! Kur’an’a en büyük zulmün, onu mezarlığa hapsetmek olduğunu bilen bir gençlik! Kur’an’ı mehcur/yalnız bırakmayan bir gençlik! Kendisi ve davranışlarını Kur’an’a arz eden bir gençlik! Din adına bildiği her şeyi Kur’an’a arz eden bir gençlik! Ahlakı Kur’an olan, Allah Rasulü’nün mubarek örnekliğini doğru anlayan ve hayata taşıyan bir gençlik!

  1. Kur’an ile birlikte, tabiat, insan ve olaylar kitabını okuyan bir gençlik:

Fizik ilmi ile tefsir ilmini birbirinden ayırmayan bir gençlik! Taşın da ayet olduğunu, Kur’an’ın birimlerinin de ayet olduğunu bilen ve inanan bir gençlik! Siyasi ve güncel olaylar karşısında söyleyecek sözü ve duruşu olan bir gençlik! Kur’an’ın tabiatıyla, tabiatın Kur’an’ını birlikte okuyan bir gençlik!

Büyüklere çağrım var!

Büyükler; gençlere güvenin, potansiyellerini küçümsemeyin! Gençlerin, ‘genç’ olduğunu unutmayın! Onların önünde değil, arkasında durun! Kusurlarına bakmayın! Onların zamanının, sizin zamanınızdan farklı olduğunu bilin! Onları hoşgörün, hata yapmalarına izin verin! Siz de bir zaman hatalar yapmıştınız, hala da hatalar yapıyoruz. Büyüdük de hata yapmaktan masun mu olduk?

Gençlere çağrım; Gençler; büyüklerinizi bağışlayın, küçüklük sizde kalsın. Başkalarını eleştirmede çok başarılısınız. Eğer kendinizi de eleştirebilirseniz, bu başarınız taçlanmış olacaktır, hiç denediniz mi? Kendinize güvenin, bu müthiş bir sermayedir. Fakat bu güven patlamasıyla etrafını tahrip ettiğinizi, güveninizin sizi bir canlı bombaya dönüştürdüğünü ne zaman fark edeceksiniz? Egonuza ve içgüdülerinize asla güvenmeyin. Bu bir iflastır. Büyüklerinizin size başkalarını örnek göstermesinden ‘kıl’ oluyorsunuz. Bunu biliyorum. Fakat ‘kıl’ olduğunuz şeyi büyüklerinize siz yapıyorsunuz, farkında mısınız?

Kur’an gençliği!

Verme kültürü gittikçe yok oluyor. ‘Vermek’ bir varlık işi değil, vermek bir alışma işidir. Her genç her ay en az 1 lira infak etmeli. Akabe Gençlik Platformu! Bunu planlayın! Özel ‘İnfak Birimi’ kurun! Bunu mutlaka planlayın! Her genci vermeye alıştırın! Veren insan sayısı giderek azalıyor, farkında mısınız? Müslümanların varlıkları arttıkça verenleri azalıyor. İnfakı ahlak haline getirmek lazım.

‘Çalışan Genç’ biriminizle, fütüvvet ruhunu yeniden diriltin. Bize kârı paylaşan değil, ecri paylaşan uluslararası bir teşkilat kazandırın. Fütüvvet, Fütüvvet, Fütüvvet. Hedefiniz yeni bir fütüvvet rüzgârı estirmek, yeni bir fütüvvet dili oluşturmak olmalıdır.

Biz, Malezya’ya, Endenozya’ya hangi ordu ile gitmiştik? Müslüman tacirlerle. Bir tane kılıç kalkmadı, bir tane kurşun atılmadı. Bugün İslam dünyasının en büyük nüfusa sahip ülkesi Endenozya’dır. Demek ki ticaret ve tüccarlar yoluyla iman dağıtılabiliyor…

SÖZÜN ÖZÜ

İnsanlık derin bir kriz içinde bocalıyor. Krizde olan ekonomiler değil, krizde olan insanlıktır. Bu kriz ne siyasidir, ne ideolojiktir. İnsanın insanlığı krizdedir. Eski insan tipi, önümüzdeki 30 sene içinde, yerini yepyeni bir tipe bırakacaktır. Yeni insan tipinin en belirgin özelliği; ‘tahammül eşiği’nin çok düşük olmasıdır. Hemen canları sıkılıyor, hemen havlu atıyorlar, hemen usanıyorlar, hemen hastalanıyorlar, hemen pes ediyorlar, hemen istifa ediyorlar, hemen ipe gidiyorlar, hemen intihar ediyorlar… Farkında mısınız, önü alınamaz bir biçimde dibe çakılıyor ‘tahammül eşiği’. “Bu bizim için, bizim toplum için geçerli değil” demeyin. Aklınıza koyun: “Bizim toplum” diye bir şey kalmadı. Günümüz dünyasında “yalıtılmış bir toplum” hayal. Tahammül eşiği düşüşüne karşı en emin sığınak İslam idi. Fakat bu toplum, İslam’ın hakikisine değil ‘çakmasına’ talip olduğu için, çakma dindarlıkla alacağınız yol ancak bu kadardır.

İnsanların acı çekme kapasitesi gittikçe azalıyor. Birilerinin sandığı gibi, hayatın yükü artmıyor. Aksine tahammül eşiği düşüyor. Babalarınızdan daha zor hayat yaşamıyorsunuz. Annelerinizden daha zor hayat yaşamıyorsunuz. Ama ana-babalarınızın onda biri kadar dayanamıyorsunuz. Hayat zorlaştığı için değil, aksine, tahammül eşiği düştüğü için dayanamıyorsunuz. Hayat eskisinden daha çekilmez hale geliyor, ama hayat yüzünden değil. Tahammül eşiğinin düşmesi yüzünden. İnsan, bir yılkı atı gibi, hayatı sırtından ilk fırsatta atmanın yolunu arıyor. Eğlence, fuhuş, uyuşturucu, alkolizm sektörü… Nihilizmin bilumum görüntülerinin artışının altında yatan gerçek neden budur.

İşte can alıcı bir soru: Hayatın altında daha fazla ezilen modern insanın elleri boşta. Din, o elleri tutacak mı, tutmayacak mı? Din, hayatın altında ezilen modern insana yardımcı olacak mı, olmayacak mı? Eskiden bu soruyu tersinden soruyorduk, ‘İnsan dine yardımcı olacak mı?’ diye. Zira, geleneksel İslam algısı öyle kurgulanmıştı. Geleneksel algının mottosu, ‘İnsan din içindir’ şeklindeydi. Oysa ki, doğrusu tam tersiydi. ‘Din insan içindir’. Şimdi, insan eskisinden daha zayıf, daha muhtaç halde. İslam, insanlığa bir şey vadedebilir mi?  Evet ise ne?

Bu soruya tüm kalbimle ‘Evet’ diyorum. İslam, insanlığın geleceğidir. Hatta, “İslam insanlığın her şeyidir” diyorum. İslam insanlığın son sığınağı, son adasıdır. İnsanlık, İslam’dan umut kesiyorsa, bunun sorumluluğu Allah’ın değil, Müslümanlarındır. Geleneği ‘din’ diye takdim eden Müslümanlarındır. Taassuplarını ‘iman’ diye satan Müslümanlarındır. Allah ile aldatan Müslümanlarındır. Mezhebi ‘din’ diye pazarlayan Müslümanlarındır. Tefrikayı ‘vahdet’ diye pazarlayan Müslümanlarındır. Adeti ‘ibadet’ diye pazarlayan Müslümanlarındır

Ve deniz bitti. Uydurulan dinin ürünü çakma dindarlık, ümmeti boğazına kadar çamura batırdı. Sıra indirilen dinde. İndirilen dinin kaynağı vahiydir. Onu Kur’an Nesli taşıyacaktır. Dünya kaynıyor, ümmet coğrafyası kaynıyor ve kanıyor. Alt-üst oluşlar zamanında yaşıyoruz. Tarihin kırılma anlarına şahit oluyoruz. Siz, iyiliğin yeryüzündeki mayası olmaya aday olursanız, Allah, yeryüzünü sizinle mayalar. İnsanlık için daha iyi bir senaryo mümkün. Bunu ispat etmek için üzerinize düşeni yapın. Sorumluluk alın! Şahitlik görevinizi yapın! Siz benim şahitlerimsiniz; sizler de kendinize şahitler bulun!

Kur’an Nesli rüyasını gerçekleştirmek için yola çıkan Akabe Gençlik Platformu! Yolunuz açık, gözünüz keskin, gönlünüz tok, sözünüz doğru, özünüz kavi olsun!

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Yüce dinimiz İslâm; küfrün, karanlığın ve batılın talan ettiği gönüllere sevgi, aşk, adalet ve merhamet üzerine kurulacak olan yepyeni bir medeniyet müjdesiyle gelmiştir. Yüce Rabb’imizin ulu katından ufuklarımıza bir rahmet ve bereket halesi olarak dokunan bu kutlu müjde, kızgın çöllerde asırlardan beri bunalmış ve bitap düşmüş olan bütün insanlığa Sevgili Peygamberimiz’in örnekliğinde sevgiyle ve aşkla yeşeren ferahfeza bir mutluluk iklimi armağan etmiştir. Bu yüzden İslâm medeniyetine sevgi ve aşk medeniyeti diyebileceğimiz gibi bu ideallerle yoğrulan Müslüman cemiyete de rahatlıkla bir sevgi toplumu diyebiliriz. Allahu Teâlâ’nın ilahi buyruklarını bu topluma bir şifa şerbeti misali içiren Sevgili Peygamberimiz’in, üzerine basa basa ve yeminle ifade buyurduğu aşağıdaki hakikatten beslenen İslâm toplumu bugün yeniden böyle bir huzur ırmağıyla arınmaya, aklanmaya ve paklanmaya muhtaç hale gelmiştir. Bu arınmanın en önemli hammaddesi ise kuşkusuz sevgidir, bu yoldaki temel ölçü sevgi ve aşk olmalıdır. Şöyle buyurur İki Cihan Serverimiz: “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.” 

Rasûlullah Efendimizin izinden giden ve onun işaret buyurduğu sevgi yolunun sevdalısı olan âlimlerimiz, ariflerimiz ve gönül dostlarımız bu yadigâr iklimleri aşkın ve sevginin solmaz boyasıyla renklendirmiş ve dahi desenlemişlerdir. Sözün sultanı Mevâna, Peygamber Efendimiz’in yolunu ve bu kutlu yolun yolcularını şöyle tasvir eder; Peygamberimiz’in yolu, izi aşktır. Biz aşk çocuklarıyız. Aşk bizim anamızdır.   Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin yolundan gidenler için çağın pütürlü yüreğine haykırdığı hakikat de onun nasihat adlı şiirinde şöyle dile gelir:   “Allah için herkese hürmet et de sev sevil”   Sevmek, bu sevginin içinde tıpkı sıcak suda şekerin eridiği gibi erimek ve bunun neticesinde sevilmeyi başarmak. Çağımızın nefret ve şiddet üreten bütün yapılarına en büyük isyan ve başkaldırı bu veciz cümlenin içinde gizliyken aynı zamanda yeniden dirilişin müjdesi de bu sevgi ifadelerinin arasında saklanmış bir hazine gibi parıldamaktadır.  

Canımızı İlâhî Aşk ve Sevgiyle Doldurmamız Lazım.

 Bizleri bin bir meziyetle mücehhez olarak yaratan Yüce Rabb’imiz, aynı zamanda biz insanları sevgiyi, hürmeti ayakta tutabilen bir özellikte ve dahi güzellikte var etmiştir.   Bu yüzden bir Müslümanın bütün davranış ilkeleri sevgiye dayanmak zorundadır. Bu ilişki ister Yüce Allah’a, O’nun Rasûlü’ne, ister diğer insanlara, hayvanlara hatta bütün canlılara olsun davranışlarımızdaki bu sevgi ölçüsü hiç değişmez. Dinimiz İslâm’ın ulvî prensiplerini şiir diliyle en veciz şekilde ifade etmeyi başaran Yunus Emre, sevgi, hoşgörü, rahmet, merhamet gibi temel değerlerimizi hayatımıza nasıl ölçü yapacağımızı aşağıdaki dörtlüğüyle şöyle ifade etmiştir;  

Elif okuduk ötürü Pazar eyledik götürü Yaratılmışı hoş gördük Yaratandan ötürü.

Cümle yaratılmışı Yaratanımıza hürmetten, sevgi ve saygıdan dolayı hoş görmek, onlarla ilişkilerde her zaman sevgiyi temel almak, tabiatın tahrip edildiği ve dünyanın adeta kıyamete sürüklendiği bu günün dünyasına verilecek en mukaddes mesajların başında gelmektedir. Gönlü sevgiyle yeşertmek ve canı aşkla doldurmak düşüncesi bu sebeple İslâm coğrafyasının en büyük çabasının ortak adı olmuştur. Bu ulvi düşünce, sadece fikir düzeyinde kalmamış, aynı zamanda duyarlı bütün Müslümanların topyekûn bir çilesi haline gelmiştir.   Bu büyük dertle dertlenerek yaşadığı bu sağır ve kör asırda çağın vicdanına sevgiden, aşktan ve muhabbetten güçlü kaleler kurmaya çalışan Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, İslâm’ın bu en büyük meselesini bir şiirinde ne güzel dile getirmiştir;  

Sana yok âlemde sânî Âlemin cân u cânânı Aşkınla dolmayan cânı Gülüm n’idem

Canlar aşkla, sevgiyle ve muhabbetle dolacak ki insan herkese hürmet edecek, sevecek ve sevilecektir. Zira sevgiden yoksun bir toplum, zulmün, karanlığın ve bütün kötü huyların kör kuyularında mahkûm olur. Ne Rabb’ini sevebilir ne de onun sevgisine mazhar olabilir. Böyle bir toplumda ise iman yeşeremez, ihlâs filizlenemez ve hürmet çoğalamaz. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi gibi gönül sultanlarının nasihatlerinde bilhassa sevgiyi, hürmeti ve şefkati dile getirmesinin asıl manası da budur.

Yalnız Allah İçin Sevmek Mü’minin Şiarıdır.

Sevgi, karşılık beklemeden yapılmalıdır. Sevgiyi bir çıkar, haksız kazanç ve makam elde etme gibi süfli amaçlar için kullanmaya çalışanların sevgiden ve aşktan zerre kadar nasipleri yoktur. Sevgiyi yalnızca Allah’a hasretmek ise kâmil mü’minin şiarındandır. Sevdiğini sırf Allah için sevmek, hiçbir sevgiyi Allah sevgisinin önüne geçirmemek ve Yüce Allah’ın sev dediklerini nefsine ağır gelse de hiç tereddüt göstermeden sevmek Müslüman için temel yükümlülüklerden birisidir. Ali İmran 31.ayette bu hususta Yüce Rabb’imiz şöyle buyurmaktadır:

”(Ey Rasûlüm) de ki; ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.”

Sevgili Peygamberimiz de sevgiyi yalnız Allah’a hasretmek hususunda bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

”Kimde üç meziyet bulunursa kâmil iman sahibidir. 1- Allah ve Rasûlü kendisine başkalarından daha sevimli olmak. 2-Bir kimseyi severse ancak Allah için sevmek. 3-İman ettikten sonra küfre düşmekten ateşten kaçar gibi kaçınmak.”

Bu ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden anlıyoruz ki; kâinatı Allah için sevmek, tabiatı Allah için sevmek ve bütün mahlûkatı onun rızası için sevmek bir insanın kâmil mü’min olabilmesi için gereken en önemli hasletlerin başında gelmektedir. Bu yüzden de her ferdin olgun birer Müslüman olabilmeleri için İslâm toplumlarında ariflerimiz hem veciz şiirlerle hem de birbirinden değerli nasihat kitaplarıyla sevgi ve aşk bahisleri işlemiş, bu hususta insanları aydınlatabilmenin yoğun mücadelesini vermişlerdir. İslâm’ın Müslümanlara öğretmek istediği sevgi, her varlığı kapsayan ve hiçbir yaratılanı dışarıda bırakmayan bir anlayışta vaz edilmiştir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz’in yakın arkadaşları sevgiyi merkeze alan bir gönül medeniyetinin ilk temsilcileri olarak bu hususta adeta birbirleriyle yarışmışlardır. İslâm toplumlarının yabancı kültürlerin etkisi altında kalmaya başlamalarının ardından ise sevgi Yüce Allah’a hasredilen ulvî bir değer olmaktan çıkma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. İşte böyle ayrık zamanlarda devreye giren gönül sultanlarımız, yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalan sevgiyi yeniden ait olduğu Rabb’imize hasredebilmenin mücadelesini vermişlerdir. Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi de sevginin bu kaybolma tehlikesine karşı yolundan gidenleri uyarıp bu hususta azami dikkat kesilmeleri için onları şu dizesiyle uyarmak istemiştir;  “Her göze diken olma sünbülü ol gülü ol”

Sevgi En Büyük Davadır.

Sevgi, şifalı meyveler veren bir bereket ağacıdır. Yüce Allah’ı layıkıyla sevmeyen bir insanın hakkıyla iman ettiği düşünülemez. İmanın ve bütün hayatın merkezine sevgiyi alan bir din, böyle bir yolu baş tacı edenleri bereketlendirecek ve sonsuz mutluluğa kanatlandıracaktır. Yüce Rabb’imizin Kur’an-ı Kerim’de en sevdiği kullar arasında sabredenleri, sıkça tövbe edenleri, temizlenip kirlerinden arınanları, muhsinleri, muhlisleri ve bunun gibi en güzel huyları gönlüne elbise olarak giyenleri zikretmesi, sevginin insana ve topluma ne güzel bir bereket emzireceğinin en güzel örneğidir. Sevgiyi dava olarak giyinenler hem insanlar arasında kötü huyların yaygınlaşmasının önüne geçmiş olurlar hem de yaşadıkları toplumların huzur ve güvenin ferahfeza ikliminde yol alarak mutluluğa ulaşmasını temin etmiş olurlar. Bu yüzden sevgi hem insanlar için hem de toplumlar için yüklenilecek en büyük davadır. İslâm toplumları, sevgi ve aşk yolunun gür ırmağı Yunus Emre’nin aşağıda ifadesini bulan beytini bu anlamda yorumlamayı başarabilirlerse, şiddet ve hiddet sarmalında inim inim inleyen insanlığın nihai kurtuluşu için en büyük adımı atmış olacaklardır: Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için Dost’un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim.

Asırlardır felsefelerini kendi halklarını rahat ettirebilmek için gönüller yıkmak üzerine kuran ve günümüzde bütün dünyada ama özellikle İslâm coğrafyalarında gönüller yıkmayı sürdürerek insanlığın bütün değerlerini tarumar eden çağımızın azgınlarına geçit vermemek için dünyanın merkezine sevgiyi hâkim kılan bir anlayışı yerleştirmemiz lazımdır. Bu yol, Yüce Rabb’imizin yoludur ve O’nun eşref-i mahlûkat olarak yarattığı insana en ziyade yakışan yoldur. Bu yol, Sevgili Peygamberimiz’in yoludur ve O’nun eşsiz örnekliğinde cahiliye illetine batmış olan bir toplumu kirlerinden arındırıp saadet ülkesinin yoluna tahvil etmeyi başarmıştır. Bu yol, ariflerimizin, âlimlerimizin ve bütün gönül dostlarının yoludur ve onlar gerek şiirleriyle, gerek örnek davranışlarıyla ve gerekse nesirleriyle bu yolun en yılmaz savunucuları, takipçileri olmuşlardır. Üstelik bununla da kalmayıp yaşadığı çağın insanlarının yolunu sevgiyle aydınlatmanın çilesine gönüllü yazılmışlardır. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi de nasihat adlı şiirinin 4. beytinde böyle bir davanın ve çilenin talibi olarak çağımızın devasız gibi görünen hastalıklarına şifa reçetesi ve bu reçetenin üzerine vurulan bir sevgi mührü olmayı başarmıştır; Allah için herkese hürmet et de sev sevilHer göze diken olma sümbülü ol gülü ol.

 Ne mutlu bu davayı layık-ı vech ile yüklenenlere…

Mürsel Gündoğdu


Hepimiz insan olarak aynı özden, aynı topraktan yaratıldık. Hepimiz beşer olarak aynı babadan, Âdem’den; aynı anneden, Havva’dan geliyoruz. Hepimiz aynı dünyayı, aynı âlemi birlikte paylaşıyoruz. Hepimiz aynı güneşin ısısından, aynı ayın ışığından istifade ediyoruz.

Hepimiz Âdem’in çocukları olarak Allah nazarında tarağın dişleri gibi eşitiz. Hz. Ali’nin, “Ya hilkatte eşimsin ya dinde kardeşimsin” sözü bu hususu veciz bir şekilde ifade etmiştir. Geleneğimize göre insan, insanın kurdu değildir. İnsan, insanın umududur, sığınağıdır. Bunun içindir ki; medeniyetimizin insan anlayışı, modern zamanların sözde insan merkezli anlayışından oldukça farklıdır. Yunus Emre’nin ifadesiyle bizler, “Yaratılanı Yaratan’dan ötürü severiz”. Zira her insan Allah’ın bir ayetidir. Her insan Allah’ın bir eseridir.

Bizim hem insan olmaktan hem de İslam’a inanmaktan kaynaklanan kardeşliğimizin bir hukuku ve bir ahlâkı vardır. İnsan olmaktan kaynaklanan kardeşliğimiz gereği hangi dinden, hangi ırktan, hangi renkten, hangi coğrafyadan olursa olsun her insan saygındır. Bu sebeple insan, insana zulmedemez. İnsan, insana haksızlık edemez. Her insanın canı, kanı, malı, onur ve haysiyeti muhteremdir, mukaddestir, dokunulmazdır. Bizlere bu yüce değerleri öğreten dinimizdir, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.s)’dir. O, Medine-i Münevvere’ye hicret ettiğinde, bütün gayr-i müslimlerle bir sözleşme imzalamıştır. Böylece farklı dinler ve kültürlerin bir arada barış ve huzur içerisinde yaşayabilmelerinin ahlâkî ve hukukî temellerini atmıştır.

Din-i mübin-i İslâm’dan kaynaklanan kardeşliğimize gelince; bu kardeşlik, soy, sop, dil, bölge ve asabiyet temelinde bir kardeşlik değildir. Hele hele çıkar temelinde bir kardeşlik hiç değildir. Yüce değerler ve yüksek idealler etrafında bir kardeşliktir. İman ve takva ekseninde bir kardeşliktir. İslâm kardeşliğidir. Müslümanlar, aynı bütünün parçalarıdır. Aynı birin yansımalarıdır. Tevhid ile gelen vahdetin temsilcileridir. Müslümanlar, aynı bedenin organları, aynı binanın tuğlaları gibidir. Müslümanlar, birbirlerine hak bağı ile bağlıdır.

Müslüman, Allah’a ve O’nun mesajlarına saygı duyan, Allah’a ta’zimde bulunan ve Allah’ın yarattığı bütün mahlukata şefkat nazarıyla bakan insandır. Müslüman, Müslüman kardeşini en az kendisi kadar değerli ve saygıdeğer görür. Onu hor, hakir ve küçük göremez. Müslüman, kendisi için istediğini kardeşi için de ister. Müslüman güvenilir insandır. Eli ve diliyle zarar vermez; kardeşine zulmetmez, haksızlık etmez, düşmanlık etmez. Müslüman, kardeşine sırt çevirmez; sıkıntılı anında ona destek olur. Müslüman, kardeşinin üzüntüsünü, sevincini paylaşır.

Bugün Âdem’in çocukları olarak kardeşliğe, merhamete, şefkate, insaf ve vicdana her zamankinden daha fazla muhtacız. Bugün insanlık ailesi olarak yüce değerleri hayatımıza aktarmaya her zamankinden daha fazla muhtacız. Bugün insan olmaktan kaynaklanan kardeşliğimizi yeniden hatırlamaya ve bu doğrultuda birlikte yaşamanın hukukunu ve ahlakını oluşturmaya her zamankinden daha fazla muhtacız.

Bugün İslâm ümmeti olarak İslâm diyarlarını yeniden ilim, hikmet ve marifet yurduna dönüştürmek için çalışmaya ihtiyacımız var. Bugün İslâm coğrafyasında yeniden barış ve esenliği, merhamet ve şefkati, kardeşlik ve dostluğu, hak ve adaleti, ahlak ve fazileti egemen kılmaya ihtiyacımız var. Birliğe, beraberliğe, yardımlaşmaya, dayanışmaya, saygı ve muhabbetle birbirimizi kucaklamaya ihtiyacımız var. İslâm’ın medeniyetler inşa eden eşsiz ilkelerine yeniden sarılmaya ihtiyacımız var.

Mesut Kurtis – Tabassam (Full Album)

Unutabilmenin de kendisine mahsus zevkleri var. Acı, içimizde sonsuza dek yaşamadığı için hayata tutunabiliyo­ruz. Geleceğin daha güzel olacağına dair bir ümit besliyo­ruz. Böylece ayakta kalıyor, sevmeye, çalışmaya devam edi­yoruz. “Ey ömrün en güzel türküsü Aldanış/ Aldan! Gelmiş olsa bile ümitsiz kış.” İnsan aldanmayı istiyor, ölümün ve acının kol gezdiği bir dünyada başka türlü nasıl direnebilir?

Her aşk, sonsuza dek sürme istidadı taşıyor. Severken ak­lımıza ayrılık gelmiyor. Ayrılığı sevdaya dahil etmiyoruz. Tıpkı yaşarken ölümü düşünmek istemediğimiz gibi. Şey­lerin zeval bulması, yokluğa karışması, ağzımızın tadını bo­zuyor. Hep bir yenileniş duygusuyla, sil baştan yaşamak isti­yoruz hayatı. Verilmiş her anı, bir armağana kavuşur gibi se­vinçle tatmak istiyoruz.

Oysa azar azar çürüyor vücutlarımız. Söyleyecek sözleri­miz tükeniyor. Aynı kelimelerle konuşmaktan dilimiz aşını­yor. İnandığımız ülküler politik propagandayla kirletiliyor. İnandığımız insanlar, hayatın bir yerinde bizi hayal kırıklı­ğına uğratabiliyor. Bazen kendimize şaşırıyoruz. Yalan söyle­yebilme yeteneğimize, kendimizi kandırabilme kudretimize. Hayat ilerledikçe, kendi cehennemimizin kara deliğine doğ­ru çekiliyoruz. “Herkesin bir kez kendi cehennemine inme­si gerekir” demişti Cesare Pavese. Kimimiz, hiç oradan çık­mıyor. Kimimiz, aldanışın vaatlerine kanarak orayı cenne­ti sanıyor.

Her yerde insanlar kendilerini övmek ihtiyacı duyuyor. “Ben boşuna yaşamadım” demek ihtiyacı, aynaya bakmak ihtiyacı duyuyor. Günübirlik sözlerin arasına kişisel propa­gandanın kırılgan şivesi karışıyor. İşte o kadar kırılganız. Vü­cutlarımız gibi, kimileyin ruhlarımız da çürüyor. O yüzden, birisi bize var olduğumuzu söylesin istiyoruz. Birisi bize sahici insanlar olduğumuzu hatırlatsın. Hayatımızı övülmeye değer bulsun.

Söylediğim sözlerle hayatım arasında günbegün derin bir yarık oluşuyor. Ruhuma şifa olsun diye yazdığım her keli­me, ona ayıracak bir sessizliğim yoksa yaramı daha da onul­maz kılıyor. Yazmak tehlikeli. Yazmak insanın hançeresin­den bir neşide gibi fırlamıyorsa eğer, endişeyi tırmandırıyor. Söz, sükûtla taçlanmıyorsa yerlere düşüyor. Bir ruhtan çıkıp başka bir ruha değiyorsa sözün anlamı var.

Üzerimdeki bütün maddî örtüleri atsam benden geri­ye ne kalacak? Mesleğimin, toplumsal rollerimin, imgeleri­min dışında kimim ben? İnebildim mi kendi cehennemime? Cennetin kokusu yokladı mı hiç ruhumu? Kelimelerin nü­fuz edemediği bir sidretu-l-münteham var mı benim? Daha önemlisi, bir miracım var mı?

İnsan sadece anda yaşıyor. O uzun, o büyük şimdinin coğrafyasında. Bugün seviyor, yarın darılıyoruz. Oysa ka­nat takıp uçabilsek, gökyüzüne çıkıp da âlemi seyredebilsek; yükselebilsek de ömür denen o kavisli ırmağı bir bütün ola­rak görebilsek; yağmur kokan bir sabaha karşı camı açıp da içimize gökyüzünü çekebilsek, mevcudatın yalnız aşk üzere yaratıldığını hissedeceğiz. Sessizliğin sesini duyacağız. Oraya kelimeler girmeyecek. Aklın orada yeri yok. Sadece teslimi­yetin dile gelmez neşesi.

Hayat hâlâ damarlarımızda akmaya devam ediyorsa aşkın güzelliğiyledir.

Kemal Sayar, Herşeyin Bir Anlamı Var

“Bir ev duvar ve kirişlerden oluşur, bir yuva sevgi ve rüyalardan.”

Ralph Waldo Emerson

Kısa bir zaman öncesine kadar insanlar doğdukları şehirde yaşar ve ölürlerdi. Modern zaman insanı, evini kolay terk ede­biliyor. Bellek uçucu ve uçan. Kök salmıyor, derinlere inmiyor. Bireylerdeki “mekânsal” ev algısı, “geçici” ev algısına dönü­şüyor. Mekânın değersizleşmesi, meskûn olmanın toplumsal ilişkilerinden bizi mahrum bıraktığı için, dikkatimizi hare­kete, yer değiştirmeye ve küresel hız kültürüne tevdi ediyor. Oysa ev, Gaston Bachelard’ın dediği gibi, insanın düşünceleri, anılan ve düşleri için en büyük bütünleştirici güçlerden biri­dir. Evin öğüdü, yaşanılanınızda sürekli bir yankıdır.

Bugün mahremiyet adası ve tahayyül mekânı olmaktan çıkararak sığınaklara dönüştürdüğümüz modern ev, artık evdeki tüm bireylerin ihtiyaçlarını karşılayacak eğlence merkezleri gibi tasarlanıyor adeta. Bireycilik, ev içindeki ya­şama da olanca hızıyla etki etmiş ve evin her odasını ayrı bir interaktif yaşam alanına dönüştürmüştür. Birbirimizden ayrı, yan yana yaşayabildiğimiz evlerimiz artık bir tefekkür, dayanışma, manevi bir çekim merkezi olmak yerine bir oya­lanma adacığı. İşte bu, evin anlamdan boşalmasıdır. Çocu­ğun kendisini daha geniş bir bütünün parçası, karıkocanın birbirlerini daha yüksek bir mefkûrenin taşıyıcısı olarak al­gılamadığı bir ev, anlamdan boşalmıştır. “Buralar, aşkın ve dostluğun paylaşılan teneffüs avlusu statüsünden bölgesel çarpışma alanlarına, birlik şantiyesinden tahkim edilmiş sığmaklar toplamına dönüşmüştür,” diye yazar Zygmunt Bauman. Evin fertleri, ruhları birbirine dokunmadan, hatta bazen birbirlerini uzun süre görmeden bile yaşayabilirler.

Aileyi bir arada tutan şey yakınlıktır. Menfaat siz, teklif­siz, hesapsız, maskesiz, sadece kendi olmanın tatlı huzuru. Ev yuva olmaktan çıkarılıp bir eğlence merkezine veya bir pansiyona dönüştüğünde, herkesin başının çaresine bakma­sı gerekecektir. Soğuyan insan ilişkileri aileyi de muhasara altına almış bulunuyor ama yapmamız gereken, geçmişin yasını tutmak yerine, insan olmanın özüne sadık kalmak. Bu da evi yeniden sıcak bir yuva olarak tesis edebilmekle mümkündür. Elektronik aletleri, yani bizi dış dünyanın keş­mekeşine açan ve ruhlarımızı her türlü istilaya hazır hale getiren ekranları kapatıp birbirimizin gözlerinin içine baka­bilmekle. Dış dünyanın kaosunu ancak kendi içimizde, evin sıcaklığı ve samimiyetiyle bir nebze söndürebiliriz.

Aile bireyleri evde kendilerini muhafaza altında ve güven­de hissedebilmek için ruhun çağrısına kulak vermeli; birbir­lerine olan o mesafeyi, sevgi sözcükleriyle yürümeye gayret etmelidir. Karı-koca ve ebeveyn-çocuk arasındaki mesafeyi kalplerimizi birbirine yakın kılarak kısaltmak zorundayız. Ama sadece gözlerimizin içine bakmak yetmez. Bir ufuk göz­lerimizi kamaştırabilmeli; insan olmanın anlamına dair bir soru bir ruhtan diğerine misafir gidebilmeli. Malayani olanın değil de ruhu daha yukarılara çıkaracak bir bilincin kanat­larına tutunarak, hayatlarımızın ve ölümlerimizin boşuna olmadığının bilgisiyle birbirimize uğramalıyız. Bu dünyada misafiriz; evlerimizde ve bedenlerimizde misafiriz.

Dünyadaki ilk günümüzden itibaren diğer insanlara tepki vermeye başlarız. Yeni doğan bebekler dahi sahip oldukla­rı ayna nöronlarla başkalarını taklit etme ve duygularıyla ahenk sağlama yolunda bir beceriye sahiptir. Beyin mutlak bir yalıtım içinde işleyen bir makine değil, içinde bulundu­ğumuz çevreye tepki vermeye programlı bir sinirsel sistem­dir. Beyni şekillendiren yaşantıdır ve bebekken gördüğümüz ihtimam ve dikkat beynimize adeta nakşedilir. Epigenetik çalışmaları bize sosyal davranışı belirleyen genlerin çevrey­le sahneye çıktığını gösteriyor. Çevre, bir genin aktif olup ol­mayacağını belirleyebiliyor. Bu da bizi yeni bir ihtimalle baş başa bırakıyor: Ruhsal gelişimimiz sadece ebeveynlik tarz­larından ve beyinden değil, içinde yaşadığımız toplum ve kültürden de etkilenir.  Bugün Batı kültüründe yaşayan pek çok insan kendi çıkarını ötekinin önüne koymanın en doğal hakkı olduğunu düşünüyor. Bu inanış da sanayi kapitaliz­minin ve ekonomik sisteminin temelini teşkil ediyor. Aileler bazen ahlaki değer adına çocuklarına bilinçdışı süreçler­le toplumun genel geçer değerlerini zerk edebiliyor. Çünkü her toplum bir “mega aile”dir ve onun genel kabulleri geniş toplumsal kesimlerin bilerek veya bilmeyerek düşünceleri olmak İstidadındadır, Demem o ki bir toplum bencilliği yü­celtiyorsa anne babalar da çocuklarına “önce can” felsefesi­ni İleteceklerdir. Batı’nın gerçekliği maddi ve teknik ilerle­me üzerine kuruludur. İnsanın artan büyüme ve üretkenliğe “Başkalarının duygu ve düşüncelerine açık olmak, başkasını benden farklı olduğu için bir zenginlik kaynağı bilmek, ötekinin ihtiyaçlarını da kendi ihtiyaçlarım kadar öncelikli saymak.” tabi olması beklenir. Maddi refah, duygusal refahın önüne geçer. Başka insanların çıkar ve ihtiyaçlarını gözetmeyen bir bencillik toplumsal norm haline gelmiştir.

Bireycilik, ta­mahkârlık ve maddecilik üzerine kurulu bu bencillik, bütün toplumun kolektif ihtiyaç ve çıkarlarını hasıraltı etmektedir. Aşın rekabetçi bu tarz kültürler beyin gelişimini de olumsuz etkileyip annelerin strese girmelerine, bebeklerin de daha rüşeym halinde strese maruz kalmalarına yol açmaktadır. Peki çıkış yolu ne? Ben merhametten ve ihtimam ahlakından başka bir yol göremiyorum. Dünyamızı ve insanı onarmak, devam ettirebilmek için yapageldiğimiz her şey ihtimamın kapsa­mına girer. İnsan olarak her birimiz ihtimam alır ve veririz. Düşmüş olanın elinden tutmak, yoksulu gözetmek, zenginden daha fazla vergi alarak yoksula aktarmak, çocuklara eşit eği­tim fırsatları sağlamak, sosyal adalet… tüm bunlar ihtimam ahlakı kapsamında değerlendirilebilir. “Başkalarının duygu ve düşüncelerine açık olmak, başkasını benden farklı oldu­ğu için bir zenginlik kaynağı bilmek, ötekinin ihtiyaçlarını da kendi ihtiyaçlarım kadar öncelikli saymak.”¥eni bir dünya an­cak merhameti esas alan politikalarla kurulabilir. Bir ailenin en büyük başarısı kanımca dünyanın narsizm ve bencilliğin kayışına çomak sokabilecek diğerkâm çocuklar yetiştirebil­mektir. Benim şahsi nazarımda iyi aile, çocuklarım ne ölçü­de “varlığa özen gösteren, nazik, iyicil, yardımsever kişilikler olarak* yetiştirebildiğiyle miyara vurulur.

Mutlak Mutluluk Mümkün mü?

Evlilik terapisti John Gottman çiftleri yıllarca izledikten sonra boşanmayla sonuçlanan evlilik etkileşimlerini dört ana başlık altında özetler. Çatışma zamanlarında eşlerin birbirine karşı gösterdiği dört temel olumsuz tutum, yani “dört atlı” şunlar: Aşağılama, eleştiri, savunmacılık, duvar örme. Bu dört atlı, bir bakıma “narsist” kişiliğin tezahürle­ri olarak karşımıza çıkıyor. Bir zamanlar sevdikleri kişiye şimdi saldıran veya birbirinden uzaklaşan eşler, genellikle kendi ihtiyaçlarının artık karşılanmadığından yakınır. Bir dokunuş aileyi değiştirmiş, beraberliğin yerini iki-üç kişi­lik yalnızlıklar almıştır. Biz her zaman değişiyoruz ve aşk da aynı kalmıyor. Gerçekte evlilikler, her kişi kendi kimlik ve gayesini geliştirebildiğinde daha uzun ömürlü olabiliyor. Sı­cak yuva, her bireyin kendisini rahatlıkla ifade edebildiği ve yaşama hünerini serbestçe keşfedebildiği bir yerdir. Bir ağaç gibi derinlere kök salarken dallarıyla gökyüzünü kucaklayan bireyler.

Haddi zatında âşık olmak kolay ama bir başka insanla ya­şamak zor. Romantik aşk, diğer kişinin bir ruh ikizi veya mü­kemmel uyumlu kişi olarak ülküleştirildiği bir süreci içerir. Âşıklar adeta, “birbirleri için yaratıldıklarını” hisseder. Aşkın çılgınlığında ötekinin imgesi benim ihtiyaçlarıma göre yeni­den kurulur. Sevilen kişiyi kendi benliğimin bir imgesi olarak görür ve farklılıkları görmezden gelirim. Oysa ideal sevgiliyi bulma inancı bir yanılsamadır ve uzun ömürlü bir yakınlı­ğa temel teşkil edemez, ilişkinin bir yerinde büyü bozumu mukadderdir. Romantik aşk pek sahip olmadığımız, yeterin­ce sahip olmadığımız veya ona bel bağlayacak kadar sahip olmadığımız bir şeye işaret ederek adeta mutsuzluğu çağırır. Sonunda “ya aşk ölür ya da âşıklar.” Tolstoy’un Anna Kareni- na’te. söylediği gibi, “Mutlu aileler hep birbirine benzer, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”

Geçmişte de pek çok mutsuz evlilik olduğu halde boşan­mak çok daha zordu. Ancak insanlar yakınlık ihtiyaçlarım sadece evlilik bağından devşirmiyordu. Evlilik bağının bu kadar kolay çözülmesinin bir sebebi de tek bir ilişkiden artık çok şeyin bekleniyor olması. Toplumsal olarak parçalanmış bir dünyada sevgililer her şeyi yakın ilişkilerinden bekliyor. Çünkü şu kalpsiz dünyada bir sığmak kalmamıştır ve görü­nen son sığmak da aşk ve ailedir. Yüksek gerilim, aileyi infi­lak ettiriyor. Olgun bir sevgi ilişkisi için sevgililerin birbiri içine geçtiği, eriyip tek kişi olduğu bir halden benliklerinin birbirinden ayrıştığı bir hale geçebilmek gerek. Öteki insa­nın farklı ihtiyaçları olabileceğini kabullenmekle olgun bir yakınlığın yolunda ilk adımı atarız.

Büyülenmenin sona ermesi için birkaç yıl yeter. Evlili­ğin sonsuza dek bir aşk esrimesine gömülü olacağını sanan aldanır. Evlilik sürecekse eğer, ortak hedefler için birlikte gayret göstermenin, karşılıklı saygı ve dostluğun ön plana çıkması gerekir. Bir insanla yaşamak belki tüm duygusal ih­tiyaçlarımızı karşılamaz, belki eşimiz ruh ikizimiz falan da değildir. İlişkide mevcut olan, canlılığını devam ettiren her neyse ondan istifade etmemiz lazım. Dış dünyada ve iç âle­mimizde huzur kaynaklarımızı çoğaltmamız da evlilik bağı üzerindeki gerilimi düşürecektir.

Eşler ve sevgililer, ötekinden kendilerini mutlu etmesini beklediğinde hayal kırıklığına uğrar. Ebeveynler çocukların­dan kendilerini mutlu etmelerini beklediğinde hayal kırık­lığına uğrar. Ailelerimizin tadını daha fazla çıkarmak için daha geniş sosyal ortamlarda bulunmalıyız. Manevi bir or­tak iklimi teneffüs etmek, aile bireylerini bir ruhsal akraba­lıkla birbirine bağlar. Akrabalarımızla, iş arkadaşlarımızla ve aynı toplumu paylaştığımız insanlarla daha sık birlikte olmalıyız. Yakınlık ve toplumsallık değişik bağlanma ihti­yaçlarını giderir ve pek çok insan her iki türlü ilişkiye de ihtiyaç duyar. Bu sebeple, yakın aile çevresinin dışında da bir dizi bağlanma geliştirmeye de ihtiyacımız var. Hayat bi­zim etrafımızda deveran etmiyor ve mutlak bir mutluluk yok. Başka insanlarla birlikte yaşamak bize uzlaşmayı ve ihtima­mı öğretir.

Bir evi yuva yapan, ocağında tüten muhabbettir. Güzellik, sıradan gerçekliği aşan yaşantılarda bize göz kırpar. Ruhun ebediyete kapı araladığı anlar, sevginin bizi güzelleştirme­sine izin verdiğimiz anlardır. Bir evi yuva yapan, orada bul­duğumuz güzelliktir. Demem o ki göz ve ruhlarımız birbirine değsin. Sonra omuzlarımız birbirine değsin de birlikte ufku seyredelim.

Kemal Sayar – Hatıraların Evi Günümüzde Aile,syf:23-31

The best songs of maher zain

Ev hatıraların mekânıdır

Ev, dünyaya kök saldığımız yer. Kendimiz olarak var olabildiğimiz ve kendimiz olmaktan dolayı sorgu sual edilmediğimiz bir sığmak. Necip Mâhfuz’un harika ifadesiyle, “doğduğun yer değil, bütün kaçma çabalarının boşa çıktığı yer.” Ev, çokları için sıcak ve mutlu bir yerdir; yaşadığın, güldüğün, öğrendiğin, kendini tanıdığın. Sevdiğin ve sevildiğin, saygı gördüğün, ihtimam gördüğün yer. Dışarıdan bakanlar
muhkem duvarlar görür ama içeride sevginin simyası işler: Madde manaya, eşya duyguya dönüşür. Kimileri, “Ev bir yer değil bir duygudur,” diyeceklerdir. Ev, sevdiklerimizin ve hatıralarımızın olduğu yerdir. Ev hatıraların mekânıdır. Hatırlamak nerede yoğunlaşıyorsa ev orasıdır. İyi ya da kötü hatıralar bizi bugün olduğumuz kişi yapar. Eğer kişisel anılarımız olmasaydı biz olmazdık. Evin bir temeli vardır; ayaklarınızı sağlam bir zemine kavuşturur. Ve bir çatısı vardır, bizi dünyanın yağmurundan, ayazından korur. Ruhumuz evin ruhu içinde yağmurda gözyaşları gibi erir gider. 

Ev aynı zamanda gündüz düşlerimizi de saklar, dünyanın yabancılığından ona sığın­mış, geçmiş ve geleceği emniyetli bir şekilde orada tahayyül edegelmişizdir. Düşler, dışımızdaki maddi dün­yadan duygusal bir iç âlem örmekte ustadır. Ev bizi saklar, onarır, dışa­rıdaki dünyaya karşı kuvvetlendirir.

Ev bizi hayatın fırtınalarından korur. Güvenlik sağlar bize, sıcaklık verir, aşinalığıyla sarıp sarmalar. Ayaklarımızı sağlam basabileceğimiz bir zemin, yalpalayan ruhlarımıza bir çapa, akışkan hayatın hızından dinleneceğimiz bir yas­tık sunar. Dış dünyada omuzlarımız ne kadar düşse de evin hâkimiyizdir. Yorgunluğumuzu ve düş kırıklıklarımızı orada onarır, geçmişle bugün arasında orada bir bağ kurarız. Evin ruhu biraz da bu güven ve aidiyet hissindedir. Ben şahsen en çok kitap kokan evleri sever, kitapsız evleri çok can sıkıcı ve tekdüze bulurum. Düş kurmanın, hayallere dalıp gitmenin, bir kitabın koynunda uyuyakalmanın imkânlarını bize vaat etmeyen bir ev boştur. Ev geri çekilmenin, inzivanın, ses ve imgelerden ricat ederek ruha dikkat kesilmenin de yeridir. Dünyaya kapılan kapattığınız anda ruhun kapılanın açma ihtimali her an eşiktedir.

Ev, benliğimizin sır perdesinin üzerinden kalktığı, gizli benliğimizin serbestçe ortalıkta dolandığı, kendimiz olmak­ta zorlanmadığımız yerdir. Kucağında huzur bulduğumuz bir anne veya sevgili imgesi olarak ev, bize kuşatıcı bir içsellik, kendimizi savunmaya ihtiyaç duymayacağımız koruyucu bir ortam vaat eder. Günümüz insanının sığınacak bir mahallesi de kalmadığından olsa gerek, evine yüklediği anlam gitgi­de artıyor. Bir tür teşhir salonu, eğlence ve iletişim komp­leksi olarak modern ev, besleyen ve uyandıran değil dikkat dağıtan ve uyuşturan bir yerdir artık. Böylece ev bir sığınak olmaktan çıkıp bizi toplumsal hayattan yalıtan bir hapisha­neye dönüşüyor, ev ve sokak arasındaki gözenekler tıkanıyor. Mahalle hayatı insanlar ve yerler arasında geçişkenliğe izin veriyordu: Komşu çocukları birbirinin evine destursuz so­kulabilir, kamınızı ötedeki evde teklifsizce doyurabilirdiniz. Şimdi ekran karşısında geçirilen uzun yalnızlıklar hayatla bağlarımızı koparıyor. Ev elektronik uğultunun mekânı ol­dukça insan seslerini duymak kadar “sessizlik” de zorlaşıyor. Oysa sessizlik mekânı genişletir ve zamanı yavaşlatır.

Ev aynı zamanda düşlerimiz için bir çatı, hayallerimiz için bir barınaktır. Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası adlı kitabında evin “insanın düşünceleri, anılan ve düşleri” için en büyük bütünleştirici güçlerden biri olduğunu gös­terir. “Ev, bizim bu dünyadaki köşemiz ve ilk evrenimizdir. Gerçek anlamda bir kozmozdur. Hem beden hem de ruhtur ev,” der, “Ev, bizi insani olana taşır. İnsani değerleri sadece deneyimler ve düşünceler teyit etmez. İnsana nüfuz eden değerler düşlemeye aittir. Ev, süreklilik yönünde verdiği öğütleri çoğaltır. Ev, insanı sadece gökten inen fırtınalara karşı korumaz, yaşamdaki fırtınalara karşı da korur.” Ev ile bilinçdışı arasında ilişki kuran Bachelard’a göre ev sayesin­de anılanınız yerleşecek bir yer bulur. Hele de ev biraz kar­maşıksa, mahzeni ve tavan arası, köşe bucağı ve koridorları varsa anılanınız -niteliği gittikçe belirginleşen- sığmaklar edinir, ömrümüz boyunca kurduğumuz düşlerde dönüp dö­nüp buralara geliriz. Mekân, peteklerinin binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış olarak tutar. Mekân buna yarar. Bilinç­dışı orada geçirir gününü. Anılar hareketsizdir. Mekâna yer­leştikleri ölçüde sağlamlaşırlar. Bilinçdışı kendi mutluluk mekânına yerleşir.

Çocukluğumuzu geçirdiğimiz eve seneler sonra yeniden gitsek bile “ilk merdiven” reflekslerine yeniden kavuşuruz, kapı eşiğine takılmayız ya da gıcırdayan tahtaya yine basma­yız. Işığı nereden açacağımızı düşünmeyiz. Yıllar sonra o eve tekrar döndüğümüzde o ilk hareketlerin içimizde canlı kaldı­ğım görmek bizi şaşırtır. Alışkanlık denemez buna; o unutul­maz evi hiç unutmayan bedenimizin tutkulu bağıdır ancak.

Modern dünya sadece aileyi ve ilişkileri dönüştürmüyor; huzur içinde düş kurmamızı sağlayan, düşlerimizi koruyan  evimizi de dönüştürüyor. Modern birey gibi, evler de doğallıktan uzaklaşıyor. Modern insan, yüksek duvarlarla çevrili siteler içinde güvenlik ve konfor ararken, yitip giden kom­şuluk ve mahalle ilişkilerinin yerine koyacak şey bulmakta hayli zorlanıyor, özellikle büyük şehirlerde yaşayan bireylerin durumu daha karmaşık görünüyor.

Mahremiyet odaklarının kaybolduğu, yalnızlığın ve ses­sizliğin hor görüldüğü, çocukların tüm boş zamanlarının ev dışı sosyal/eğitsel etkinliklerle doldurulduğu günümüzde, çocukların evde sıkılması ve hayal kurması uzak bir düş ar­tık. Ev artık sadece çocuklar için değil, yetişkinler için de bir düş­leme alanı olmaktan uzaklaşıyor. Telefonlarını ellerinden bıraka­mayan yetişkinler, oturdukları koltuklarda düş kurmuyor. Ço­cuklar masanın altında oyunlara dalarak uzak âlemlere kanatlanmıyor. Bilinçdışımız keyifle yerle­şeceği bir yer bulamıyor artık. Her büyük hayal, bir ruh halini açığa vurur. Ev, içselliği dile getirir. Ev bir ruh halidir. Bir ço­cuktan ev çizmesini istemek, mutluluğunu barındırmak iste­diği en derin düşünü ortaya koymasını istemek demektir. Ço­cuk mutluysa kapalı ve korunmalı bir ev; sağlam ve derinlere kök salmış bir ev çizecektir, bacasında dumanların oynaştığı. Çocuk mutsuzsa eğer, çizdiği ev de onun kaygılarından izler taşıyacaktır. Harabeye dönmüş ruhlarımızı yerleştirebilece­ğimiz bir evimiz var mı? Belki de ruhlarımızın evsizliğidir, evlerimizi ruhsuz kılan.

İnsan kimliği hatıralarla oluşur. Aile bu bakımdan hatıra­ların evidir. Aile, bugünün küçük anlarını yarının paha biçil­mez hatıraları kılan simyadır. O anlar, hatıralar haline gel­meden kıymetlerini bilmeyiz. Çocukluğumun evinde kurdu­ğum düşleri bugün bile hatırlıyorum. Annemin şefkatli yü­zünü, leyli meccani oğlunu evden her uğurlayışında gözünde biriken yaşı ve ruhumu dualarla sarmalayışını. Babama, on bir yaşında bir hazırlık öğrencisi olarak öğrendiğim İngiliz­ce kelimeleri tekrar ederken onun omzunda uyuyakalışımı. Babamla her vedalaşmamızda ağlayışımı ve annemin her sınav öncesi Yasinler okuyarak melekleri imdada çağırışını. Ev benim için merhamet ve şefkattir. Gözetildiğini, ihtimam gördüğünü bilmenin o yumuşak iklimi.

Sokağın san sıcak harareti çocuğun yanaklarıyla boynu­nu tere batırdığında kavuşulan gölgeli, serin taş basamak­lar, evlerin hep açık kapısından girilen loş odalar, pencere­lerin önünde usul usul şişip alçalan güneşlik ve tül perdeler, serinlik, ferahlık, aşudelik. Sümerbank pijamalar. Çocuğun çırpınan güvercin kalbinin de usul usul sakinleşmesi; kıpır­dayan gün ışığının ayakuçlarında, halıda dolaşan ılık par­maklan; yansımaların camda, metalde kırılması ve çocuğu büyülemesi. Ya da kışlan soğuktan uyuşmuş ağırlaşmış ıs­lak parmakların sobayı arayan sabırsızlığıyla eve kavuşmak. Ve sobanın desenli ağır demir kapağının açıklığından tava­na vuran gül rengi şulenin raksıyla bir daha, hep yeniden büyülenmek. 

Sobanın diğer vaatleriyle, çıtırtılarıyla, sıcak­lığıyla, kokulanyla düşe gömülmek. Akşam soğuktan çıkıp gelen babanın yün paltosundaki dünya kokusu; annenin yu­muşak ellerindeki sebze kokusu, evlerin arapsabunuyla pir ü pak edildiği temizliğin kokusu… “Kokular, resimler, sesler, duyduklarımız bizim yeniden hatırlamamızı sağlar ve tüm bunlar sadece bellek değil insanı insan yapan değerlerin de toplamıdır,” demişti Leyla Neyzi. Her bir neslin zahmet­le ve çileyle dengini aldığı inançlar, çağrışımlar, değerler, davranış-söyleyiş edaları, sonraki nesillere sirayet eder ve işte budur toplumsal bellek. Hatıralar unutulmasın ve baş­ka insanlar da öğrensin diye satırlarda, sayfalarda saklanıp okunarak da açığa vurulabilir. Ancak bellek insanda yer tut­sun ve ruhun karanlık zamanlarında bir “Kutupyıldızı” gibi yolunu ışıtsın istiyorsak, çocukluğunda bir insanı efsunla­mak gerekiyor. Haber kipinde sıkışık nizam cümlelerle de­ğil; nemlenen gözlerle, titreyen ve cıvıldayan bir sesle, sevgi dolu dokunuşlarla, koku ve lezzetlerle çocuğun teninin altı­na nakşedilecek bir mesaj bu bellek. İnsanın anayurdu, bu­hurdan gibi tüten çocukluğudur.

Ev, tıpkı dünyanın güneşin altında her kıpırtısında aldığı ışığın gölgesinin değişmesi gibi, her an için yeniden başladığı fısıltılarıyla, çocuğun benliğini günbegün, anbean dokuyor. Belleği, yaşantının olgularında, sözlerin metninde aramak nafile; Geçmişimiz, onlar bozulmaya, tağyire, takılıp çıkarılıp değiştirilmeye karşı  savunmasızlar. Geçmişimiz, yorumlarken gördüğümüz bir düş.  Ama çocukluğun ihsasları; keder,hüzün makamındaki buhuru veya sevinç, neşe tınısındaki itin; o duyguların eşlik ettiği tepki­nin ruhun diplerinde saklı damgası, ânın çarpıntısı içinde gelip buluyor bilincimizi. Evin muazzez hatırasını içimizde dolaştırıyoruz. Ya da yoksun bırakılmış, görülmemiş, sevil­memiş bir çocuksanız, evsiz bırakılmanın ıssızlığını.

Chloe Zao’nun filmi Nomadland, “Göçüp gitmek zorunda kalmışlara adanmış bir film”, bir modern göçerlik hikâyesi: Bir çatı altında, yumuşak bir yastığa baş koyarak uyumak­tan ürken, evin şefkatine gönül indiremeyenlerin yol destanı. Ev duygusunun kök salmadığı veya hayatının bir döneminde onu yitirmiş insanların zorlu, bağsız ve kestirilemez haya­tının panoraması. Çocukluğun evine bağlanamayan, o evin mekan hafızasını kokularla, seslerle, duygularla edinemeyen, o evin harap olduğunu gören ve ev hikâyeleriyle onu yeniden kuramayan insanlar, kendilerini aidiyet ve güvenlik hissinin yörüngesinde tutan ince ibrişimlere sahip olmuyor. Savrulu­yorlar. Hikâyesiz kalmak, insan benliği için ölüme eşdeğer. Ev hatıra ve hikâye demektir, anlar hatıra olur, hikâye edilir.

İnsan en çok “iyi bir hikâyeyle” ısınır. Kemal Sayar – Hatıraların Evi Günümüzde Aile,syf:15-23

Çok da eski olmayan bir tarihe dek evlilik uzun süreli kutsal bir birliktelik olarak görülüyordu. Bugün ise birçok insan için bir çeşit dönemsel anlaşmaya, vazgeçilebilir bir şeye dönüştü. Aşka ruhsal esenliğin yegâne biçimi olarak bakılıyor, aşktan o kadar çok şey bekleniyor ki…

Neredeyse bir tür seküler kurtuluş addediliyor aşk. Modern Batı top- lumlarında hayatın neşeli anlarının sorumluluğu artık evli­lik bağının omuzlarında. “Evliliğinde mutlu musun?” sorusu, mutluluğun karşı konulamaz bir mecburiyet olarak telakki edildiği günümüz toplumunda giderek kolay bir vazgeçişe kapı aralıyor. Tahammül kayıplara karışıyor. Metafizik bir gücün bizi izlediğini düşünmüyorsak eğer, hayatın haz ve zevklerine balıklama dalmamıza kim mani olabilir?

Modern toplumda iş ve aile temel tatmin kaynaklan olarak öne çıktığında, birindeki mutsuzluk kolaylıkla di­ğerine de tercüme edilebilir hale geldi. Boşanma ve bekâr yaşama oranlan arttıkça “başarılı bir evlilik” insanlar için gurur kaynağı olmaya başladı. Günümüzde evlilik, ilahi bir buyruk doğrultusunda hayatı tanzim etmeyi değil, modern toplundan kemiren güvensiz­lik ve yalnızlığı iyileştirmeyi vaat etmektedir. Kapitalizm, duygusal bağları da elden ge­çirmiş durumdadır. Duygusal kapitalizm, modern toplumda duygusal bağlan akılcılaştırıp metalaştırmıştır. İlişkiler maliyet-fayda analizi üzerinden değerlendiriliyor artık. “Sen bana ne veriyorsun ve verdiğin şey sana katlanmam için değer mi?” Değişen cinsiyet rolle­riyle birlikte kafa karışıklığı da artıyor. İlişkilere bir de çe­lişkiler zinciri ekleniyor.

Kadınlar iş ve ev yaşamı arasında mütemadiyen yer değiştiriyor. İş yaşamının katı çalışma ko­şullan kadınların işini zorlaştırıyor. Erkekler cephesinde de çok şey değişti: Duygusallıktan uzak, sert erkek imajı artık makbul değil. Kadınların işgücündeki çarpıcı artış, erkek­lerin ve kadınların aile içinde ve dışında ne yapmaları ge­rektiğine dair eski tanımlara meydan okuyor. Kadınlar aile gelirine katkıda bulunmada önemli bir rol üstlendikçe, babaların ev işlerine ve çocuk bakımına daha fazla katılımıyla ilgili bir fikir değişimi gerçekleşiyor. 

Sanayileşmiş ülkeler­de yapılan araştırmalar, modern babaların günlük aile et­kinliklerine geçmişin babalarından daha fazla katılmasına rağmen (eşlerin her ikisi de tam zamanlı çalışıyor olsa bile) aile işlerinin ve çocukların bakım yükünün büyük kısmını kadınların taşımaya devam ettiğini ortaya koyuyor. Çalışan annelerin çoğu evde, eve “ikinci vardiya”ya geldiklerini ifade ediyor. Karı kocalar bu sorunlarla boğuştukça, eğer ilişkile­rini onarmanın yollarım bulamazlarsa, birbirlerine düşman hale gelebiliyor. Eşler hem çocuk yetiştirmek hem de hayat arkadaşlarının kendilerine bir duygusal sıcaklık sunmasını beklerken büyük bir düş kırıklığı ve tükenmişlik girdabına yuvarlanabiliyor.

Evlilik her ne kadar toplumdan topluma, kültürden kül­türe, hatta aileden aileye bazı yapısal farklılıklar gösterse de tarih boyunca tüm toplumlarda varlığını sürdürmüş ve insan hayatında, aile kurarken birçok bireyin tercih ettiği önemli bir sosyal kurum olmuştur. Evlilik aile kurma yol­culuğundaki ilk ve önemli duraklardan biri olma özelliğini günümüzde de hâlâ koruyor. Evlilik, içinde çocuklarımızın büyüdüğü, toplumsal ilişkilerde çeşitli rollerde yer alma­mızı sağlayan, çocuklarımızı topluma hazırladığımız uzun soluklu bir yolun başlangıç noktası. Evliliğinin hukuki ve resmi olan boyutunun yanı sıra bir de duygusal boyutu var: Uygurlar evliliği “kavuşmak” anlamında kullanıyorlar. Evli­liği anlamlı kılan da kavuşmak ve bu duygusal beraberliğin devamıdır. Bu duygusal beraberlik iki bireye de iyi gelmeye devam ettiği sürece, o beraberlikten doğacak çocuklar ruhen ve bedenen sağlıklı olarak gelişeceklerdir.

İnsan ancak bir başkasının varlığıyla serpilip gelişen bir varlık. Kurduğumuz ilişkiler bize kim olduğumuzu, korku­larımızı ve güçlü noktalarımızı, neyi gerçekten istediğimizi öğretir. Karşılaştığımız her insan bize mutluluk veya mut­suzluk, sevgi veya çekişme getirme potansiyeline sahiptir. Sorun, günümüzde romantik ilişkilerden neredeyse her şeyi ister hale gelmemiz: Mutluluk, aşk, arkadaşlık, güvenlik, tat­min ve yoldaşlık. İlişkilerimizin bizi onarmasını bekliyoruz; bizi kederden çekip çıkarsın ve bize neşe versin. Hayatımı­za giren o “özel kişi”nin bizi onarmasını beklemek bir ma­sala inanmaktır. Oysa Elizabeth Kübler-Ross’un söylediği gibi, “Bütünlük ve tamlık se­nin kendinden gelmeli.” Kişi önce kendi hayatının tamircisi olmalı. İnsanın ancak dışarıdan alınacak “takviye sevgi”yle mutlu olabileceğini sanmak saflık. Eşlerimizin bizi daha çok sevmesini dilemek yerine biz sevilmeye daha layık insanlar olalım. Şunu soralım kendimize: Almak istediğim kadar ve­rebiliyor muyum? Sevilmeye değer olmadığımı bildiğimde dahi sevilmek istiyor muyum? W. H. Auden’in o enfes dizele­rinde dile geldiği gibi: “Denk düşmeyecekse duygular birbi­rine/ Bırak, daha çok seven ben olayım.” Neden kuzum, daha çok seven sen olmayasın?

Bunun yanı sıra “boşanmak” da insan dünyasının bir ger­çeği. Evlilikler, ancak iki tarafın karşılıklı rızasıyla kurula­bildiği gibi, yine karşılıklı rıza ile idame ettirilebiliyor. Bo­şanmanın stres yükünü kaldırmak elbette kolay değil ancak pek de fark edilmeyen başka bir durum, evlenmenin stres yükünün de boşanmayla eşit miktarda olduğu. Daha başla­madan biten evliliklerin hikâyelerini dinliyoruz. Her şey yo­lunda giderken o stres yüküne dayanamayıp takı, eşya, konut vs. evlilik öncesi meselelerle başlama aşamasında bitiveren evlilik girişimleri dahi oluyor. Kimse bir piyango çekilişinde %50 kaybedeceğini düşünerek piyango bileti almaz. Bugün dünyadaki boşanma oranlan %50’leri, hatta Batı dünyasın­da %60’lan zorlamasına rağmen insanlar hâlâ evleniyorlar. 

Umudun tecrübeye karşı bitmeyen zaferi. Boşanmalar art­sa bile boşanan birçok insan yeniden evleniyor. Çünkü yer­yüzünde bizi yaşatan umuttur. Yapılan araştırmalara göre, evliliğinde mutlu olanlar, evli olmayanlara göre daha sağ­lıklı, daha uzun ve daha huzur içinde yaşıyorlar. Bu tarz bir evlilik yaşam kalitelerini artırmakla kalmıyor, yaşamlarım daha doygun ve anlamlı kılıyor. Evliliğin sevilmek, sayılmak, değer görmek, paylaşmak, yani deneyimler elde etmek, üret­mek, hayatına yeni anlamlar katmak gibi insana iyi gelen ta­rafları insanların içinde var olan umutlarım yeşertiyor. Ve bu umut devam ettikçe evlilik müessesi de devam edecek gibi görünüyor.

Bilhassa son yüzyılda hızlanan ölçeklerde kentleşme, pazar ekonomisi, sanayileşme; sonrasında yaşanan bilim­sel ve teknolojik gelişmeler ve nihayet modernleşme kültürü gibi bir dizi etken, evliliklerin oluşum ve yapışım değiştir­di. önceleri görücü usulü ya da aile büyüklerinin karan ile yapılan evliliklere, modern dünyada çiftlerin birbirini tanı­ması, bireysel kararlar, evlenme yaşındaki değişimler, farklı tanışma şekilleri eklendi; hatta bunlar daha ön plana çıktı. Farklı kültürlere göre, “aşk evliliği”, “görücü usulü evlilik” ve ara yelpazede farklı çeşitlerle tanımlanan evlilik yöntemleri bazı kültürlerde diğerlerine nazaran daha baskındır. Muha­fazakâr toplumlarda ailelerin gözetimindeki görücü usulü evlilikler önemini korurken, değişimlerin hızlı ve yoğun ol­duğu Batılı toplumlarda bireylerin tercihine bağlı aşk evlili­ği daha popüler hale gelmiştir.

Bir aile kurmak, başkalarının önceden boy vermediği derinlikteki meçhul sulara çivileme dalmak anlamına ge­lir. Sonucun öngörülmesi imkânsızdır. Aslında, evliliklerin kurulması aşamasındaki tanışma yönteminin de evliliğin devamlılığı açısından çok fark yaratmadığı söylenebilir. Bu açıdan görücü usulünü kötülemek mümkün değil. Hatta gö­rücü usulünde devrede olan, muhit kontrolü ve ailenin daimi gözetimi gibi dinamikler sebebiyle, tahammülü zor evliliklerin dahi ölünceye kadar sürmesi oldukça muhtemel. Batı’da yapılmış bir çalışma sonucuna göre, insanların evlilik önce­si flört dönemi uzadıkça evlilikte hayal kırıklığına uğrama ya da birbirinden sıkılıp bıkma ve evliliğin kopma İhtimali artıyor. Evlilik öncesi uzun zamanı birlikte geçirmiş olmak, evliliğin sağlamlığına değil, çabuk sıkılıp kopmaya bir işaret olarak da algılanabiliyor. İki öğrencinin beş on sene bütün sorumluluklardan azade olarak görüşmesi başka bir şey; iş başa düşüp evi birlikte idame ettirmeleri, yeni sorumluluk­ları taşıyabilmeleri ise bambaşka bir şey.

Prof. Dr. Kemal SAYAR – Hatıraların Evi Günümüzde Aile,syf:57-62

Söz kalpten kalbe gitsin daima. Başka yere hiç uğramasın. “Irmak kenarında otur, ömrün geçişini seyret/ Gelip geçen dünyadan bu işaret yeter bize“ diyor Şirazlı Hâfız. Bir ırmağın akıp gitmesi gibi ebediyete akıyor ömürlerimiz.

Bir şeyin hakikati, yıkılırken ortaya çıkar. Düşerken, yıkılırken, kaybederken ne isek; aslında oyuz. İnsan düş kırıklığından da öğrenir. Kayıp ve ayrılıklar bize o kadar da dünyanın merkezinde olmadığımızı, kendimizde vehmettiğimiz yeteneklerin sınırlı olduğunu gösterir. Böylece, yetinmeyi öğreniriz. “Bir durumu artık değiştiremediğimizde … kendimizi değiştirmeye zorlanırız,” demişti Viktor E. Frankl. Zorluk eşikte belirdiğinde, neyi yapabilecek ve neyi değiştirebilecek isek ona odaklanmalıyız. Her zorluk insanın ruhsal tekâmülü için de bir imkândır. “Karanlık basacak diye gündüzü, şafak sökecek diye geceyi kaybediyorlar,” diyor Seneca.

İncittiğimiz her varlık, bizi de azar azar yok ediyor. İnsanın insana duyduğu ihtiyaç onun zayıflığı değil tam aksine kuvvetidir. Bu ihtiyaç sayesinde dışımızdaki zenginliklere yönelir, başkalarının hikâyelerini dinler ve böylece dünyaya açılırız. İnsan insana sığınaktır. İnsanın ödevi, bir kalbi kırılmaktan koruyabilmektir. “Kendimizi bulmanın en iyi yolu, onu başkalarının hizmetinde kaybetmektir,” demiş Gandhi. Buna kendini aşarak kendisini gerçekleştirmek de diyebiliriz. En iyilerimiz, merhameti yüreğinde bir mücevher gibi gezdirenlerimiz. En iyilerimiz gönül yapmayı, yara sarmayı bilenlerimiz. İnsan ıstırabının sebeplerinden biri, kendisinden mahrum kalmayı bilememesi. Kendimizi dünyanın merkezine koymayalım.  S.17

Teslimiyet deyince bir yenilgi, bir boyun eğiş anlaşılıyor. Halbuki teslimiyette acı ve zayıflık yoktur. Teslim olmak beni esenleyen bir büyük kudretin ellerine kendimi bırakmamdır, öyle ki o kudret tarafından gözetileceğimize ve bu sebeple de her şeyin yolunda olduğuna iman ederiz.  S.20

Sürekli mücadele korkuya geçit verir: Sanki her zaman, hayatımızın tüm cephelerini kontrol etmek zorundayızdır. Nasıl bir yanılgıdır bu! Oysa teslimiyet; kendimizi akışa bırakmak, dalgayla birlikte yüzmek, rüzgârı kanatlarının altına almaktır. Çoğumuz kontrolün çok önemli olduğunu düşünür ve işleri kendi haline bırakmanın bir şeyleri ters yüz edebileceğinden korkarız. Oysa yaşamak tevazu ister, hayatın getirdiği derslere açık olmayı gerektirir. Teslimiyet, Allah’a güvenmektir. Bazen hayır gibi görünende şer, şer gibi görünende hayır gizlidir. Teslimiyet; vazgeçmek, bırakmak değil, bir seçim yapmaktır. Hayatı olduğu gibi bütün sevinç ve kederleriyle, acı ve tatlı sürprizleriyle kabullenmek. ‘Yalnızca nedeni görmek istediğinde göz kör olur’ diyor Mevlâna. Teslimiyetten kaçış, işler benim istediğim gibi olmadığı sürece mutlu olmayacağım demektir.

Ruh dolar boşalır. Kalp takallüp eder. Halden hale evrilir, çevriliriz. Ruhumuzun boşluğu yalnız ilâhi olanla dolabilir. Ona kendimizi açmak için masivadan arınmalı, ruhu özge misafire hazır hale getirmeliyiz. Manevi açlığımızı sözümüzü doyuran o sahte gıdalardan, yanılsamalar aleminden özgürleşmeli ve ancak o arınışla hazırlanmış olan ruhun evine, gönlün tahtına o Çalab’ı buyur etmeliyiz. ‘Gönül Çalab’ın tahtı gönüle Çalap bahdı / İki cihân bed-bahtı kim gönül yıkar ise’.  S.24

Tek başınalık başka insanlardan ayrı kalmak değil, kendimizden ayrı düşmemek demek. Başkalarının yokluğu değil, kendi başımıza ve kendimize var olabilmek. İnsan birbirine bağlı ve bağımlı bir varlık, bunun idrakinde olduktan sonra yüz yüze olmamız gerekmiyor. Kendimizi bir ilişkinin gerçekliğine bütünüyle açmak, mesele bu. Ruha izin verecek bir mesafede durabilmek.  S.28

Duyguları tanımak önemli, zira pek çok insan kendi duygularından saklanıyor. Saklanmanın bu hali tehlikeli: Duygularımızı bilmezsek kendi kendimizi nasıl bulacağız? Kendimizden saklanırsak, bir başkası nasıl gelip bizi bulabilecek? Erkek çocukları duygularını tanıyamadığından korku, sıklıkla saldırganlığa dönüşüyor. Çocuklarımıza zengin bir içsel hayat hediye etmek, anne ve babanın ilk görevi. Onların bulunacaklarından emin olarak saklanmalarını temin etmek, biz anne babaların üzerine bir borç.  S.30

Utancın bedende yarattığı tepkiler çok anlamlıdır: Yüzü yere eğmek, omuzların ve başın çöküşü, gözleri kaçırma, bedenin büzülmesi, kapanması. “Yerin dibine geçseydimi!” temennisi, yüzü ve avuçları al basması. Sanki benliğini ateşte yakıp kavruklaşan, buruşan bir kâğıt gibi ortadan kaldırma arzusunu gösterir kişi. Gerek Hint-Avrupa dil grubunda, gerekse Arap dilinde utanma fiilinin etimolojisinin, insanın cennetten çıkarılış hikâyesine göndermede bulunurcasına “örtünmek” fiili ile kökensel yakınlığı dikkat çekicidir. Utançla ilgili en temel duygu yanlış kişilerin, uygunsuz bir biçimde, seni yanlış bir durumda görmeleriyle ilgilidir. Çıplaklıkla doğrudan ilgilidir, öyle ki utanan kişi ya örtünmek/kendisini gizlemek ya da saklanmak ister.  S.40


Utanç duygusu biraz da “Ben ihtiyaç duyduğum zamanda, utandırılırken, hiçbir el belirmedi, el uzatıp beni o çukurdan çıkarmadı; demek ki ben bunu hak ediyorum, demek ki ben sevilecek bir varlık değilim, bütün bu yaşadıklarımı hak etmişim,” düşüncesiyle ilerleyip pekişiyor. Bu düşünceyi, hayatta karşımıza çıkacak birtakım yaşam deneyimleri iyileştirebilir. Örneğin, değer verdiği iyi bir eş tarafından sevilmek, iyi bir işe sahip olmak, etrafında sevilen bir kişi olmak, iyi bir dünya görüşüne, inanca sahip olmak insanın ilk yoksunluklarını iyileştirebilir. Ama bazı insanlar bunlarla karşılaşmazlar; karşılaşmayınca da kendilerini sonsuza dek kurban olarak kurgulayabilirler.“Ben ne yaparsam yapayım kötüyüm zaten, yaşadığım her şeyi hak ediyorum!” düşüncesine mağlup olabilirler. Bu tür bir utanç narsisizmden depresyona, sosyal fobiye kadar pek çok patolojinin, pek çok ruhsal sıkıntının temelinde yer alır.  S.42

Geçtiğimiz yıllarda sosyal medya başkalarının utandırılınası için topyekün bir linç silahına dönüştürüldü; bazı insanlar bu sebeple canına kıydı. Özellikle Instagram postlarını düşünelim, herkes kendini olmak istediği formlarda gösterebiliyor bu ortamda. Aile mutlulukları, seyahat, yeme içme, giyim kuşam, tüketme özgürlüğünün türlü tezahürleri. Bunlar, insanların gözüne bu kadar sokulmamalı. Her ailenin, her şahsın daha mahrem yaşantıları olmalı. Tohum, karanlıkta ve tenhada filizlenir. Başka insanların gözünün önüne getirilmiş yaşamlar, tabii seyrinden başka rotalara savrulur.


Hassas, ince ruhlu insanlar, başkalarının yerine de utanabilen insanlardır; kötü bir şeyi iyi bir şeyle değiştirememenin, onu “hiç olmamış” kılamamanın utancını, sorumlu ama aciz olmanın, insanlığa verdikleri taahhüdün gereğini yerine getirememiş olmanın utancını iliklerinde hissederler. İnsanlar kendilerinde teşhis ettikleri ve yüzleşmekten kaçındıkları duyguyu bir başkasına yansıtır; utanmayı bilmeyenler başkasını utandırarak var olur.  S.49

Şiddetin köküne indiğinizde de utancı bulabilirsiniz. Kimi genç erkekler utancı zafere dönüştürmek için şiddete başvuruyorlar. Utanç duygusunun içeriğindeki değersizlik ve mutsuzluğun yarattığı iç sıkıntısını bastırmaya çalışırken bununla başa çıkamayıp saldırganlık ve öfkelerini çevrelerine yöneltebiliyorlar. Bazen öfke, en derinlerdeki utancın maskesidir. Öfke ve onu izleyen şiddet, utancı gurura çevirmenin yanlış vasıtalarıdır. İnsan başkasını inciterek kendi utancını iyileştiremez. Georg Simmel, Modern Kültürde Çatışma eserinde “Utanç duygusunun kaynağı olan bu bireysel dikkat çekicilik, utanmaya yol açan özgül içerikten bağımsız olduğu için, insan birçok durumda, iyi ve asil olmaktan da utanır. Toplumda, kelimenin dar anlamıyla sıradanlık kabul görüyorsa bunun tek nedeni, herkes tarafından taklit edilemeyecek bireysel, benzersiz bir dışavurumla toplum içinde öne çıkmanın uygunsuz sayılması değildir: Diğer bir neden de herkes için benzer ve eşit derecede erişilebilir form ile faaliyetin dışına çıkanların, adeta kendi kendilerine verdikleri bir ceza olan utanç duygusundan duyulan korkudur,” demişti. Bir nevi, Oğuz Atay’ın yaşamaya fırsat bulamamış, “hayat bilgisi”nden yoksun, çocuk kalmış, kötü bir resim asarım korkusuyla duvara hiç resim asmamış karakterleri gibi.   S.54

Seçimlerimizin dünyanın gidişatına tesir edebileceğini, küçük gibi görünen hayatlarımızda yaptığımız ve bize pek önemsiz gibi görünen seçimlerin daha güzel bir dünya için çok büyük etkiler doğurabileceğini unutmayalım.

“Umut etmek” dilek tutmak veya temennide bulunmaktan farklı. İlkinde büyük bir çaba gerekir, ikincisi zahmetsizdir. Umut gerçekçi ve olumlu bir geleceği tahayyül edebilmektir. Güven yoksa paranoyaklaşır, umut yoksa depresyonun uçurumlarına sürükleniriz. Güven olmadığında “İnsanlar beni incitebilir,” diye düşünürüz, umut olmadığında ise şöyle: “Lanetli biriyim ben, başıma iyi bir şey gelmeyecek.” İnancı olmayanların geçmişi, umudu olmayanların da geleceği yoktur. Yeisten, geleceğin sakladığı ihtimallere umutla sıçrarız. Bu bakımdan umut, insan olgunluğunun bir ölçüsüdür.  S.59

Umut tek başına kanseri iyileştirmez. Sadece umutla pandemi bir nihayet bulmaz. Umut kayıp ve müteakip yas ihtimalini yok etmez ama bize bir şey fısıldar. Bir kış bahçesinde saklanan tohumlar, zamanı gelince yeşerir. Tıpkı onun gibi, sevginin tohumları da zamanını bekler. Umut yoksa çaba da yoktur. Umut bizi geleceğin yollarına düşürür, bugünün şartlarından özgürleştirir. Tutku ve rüyalarımızı onun ışığını izleyerek gerçekleştiririz. Sadece insan, geleceği hayal eder ve bekler. Her şeyin daha iyi olabileceğine, bir hedefi başarabileceğimize, bugünün mutsuzluklarından silkinebileceğimize umutla inanırız.   S.60

Yaşıyoruz, çünkü umut edebiliyoruz. Umut onca derdin arasında: “Bu da geçer ya Hu!” diyebilmektir. Sabredersen yarın daha güzel bir gün olabilir. Koca bir karanlığı aydınlatmaya bir mum yeter! Umudun kandilini içimizde diri tutalım. Koca bir karanlık, bir kandilin ışığını boğamaz ama bir kandil koskoca karanlığı dağıtır.   S.67

Kendi iç bütünlüğünü sürdürebilmek. Sevdiğim kişinin serpilmesini, gelişmesini isterim; onun için isterim bunu, kendim için değil. Sevdiğim şeyi büyütmek isterim. Sevmek, bir şeye emek vermek ve onu büyütmek istemektir. Kendini bulan sevgiyi, sevgiyi bulan kendini bulur. Yunus dilinde söyleyince: “Sen senlüğün elden bırak tenden içerü cândadır.”

Çöle direnmenin yolu, benmerkezcilikten kurtularak fark yaratmak ve başkalarına mutluluk vermektir. Alırken verdipimiz şeylerse en büyük mutluluğu yaratan şeyler. Nasreddin Hoca fıkrasını bilirsiniz, derede boğulmak üzere olan cimri bir adama “Ver elini,” diye defalarca seslenip kurtarmak isterler, adam tereddüt edip bir türlü elini uzatmayınca Nasreddin Hoca “Elimi al!” diye uzatır ve adamı kurtarır. Kendinizi mutsuz hissediyorsanız, başkasını mutlu etmeyi deneyin. Kendinizi boş ve işe yaramaz hissediyorsanız bir başkasının hayatında ufak da olsa bir değişim yaratın. Bunu coşku ve tutkuyla yapın, coşku ve tutkuyla verin. Zengin bir hayatın yolu başkalarına hizmet etmekten, bulduğumuzdan daha iyi bir dünya bırakmaktan geçer. İhtiyaç sahipleri için her zaman yeterince vardır ancak tamahkârlar için hiçbir zaman yeterince yoktur. Verenden eksilmez, veren aslında Sultan’ın sonsuz mülkünden almaktadır. Başkalarının hayatında olumlu bir değişim yaratan kendi hayatını güzelleştirmiş olur. İnsan, ektiğini biçer. Vermek hayatımızı anlam ve mutlulukla donatır. Cömertlik yapabileceğinden fazlasını vermek, kibir ise ihtiyaç duyduğundan azını almaktır. Zamanından ver, bilginden ver. Dikkatinden, sevginden, neşenden ver. Vermenin güzellik ve gücünü yaşa.  S.72

Sevgi, incinmeyi göze alır. İyi bir eş ve aşk ilişkisi sevgi ve ihtimamla olur. Gerçek özen de keşfe, değişmeye ve büyümeye izin verir. Rilke, “Sevgi, bir baş kası uğrunda dünya olmaktır.” demişti. Kişinin kendi içinde olgunlaşıp kendi içinde bir varlık sahibi olması, bir dünya olması. Gerçek sevgi cömert bir nezaket ve dikkatle “almayı ummadan vermek” üzerine kuruludur, öylesine hesapsız, kendiliğinden.  S.74

Cömert insanlar, ayrıca bilgilerini, emekleri. ni, zamanlarını, mekânlarını, güç ve iktidarlarını, ünsiyet ve merhametlerini, dostluklarını da öncelikle sevdikleri insanlar için, daha da ilerisinde bunlara ihtiyaç duyan zorda kalmış başka insanlar için sayarak değil saçarak veren insanlardır.  s.78

“Çocuklarınızı dünyada yaşanan yoksulluktan, bunun sebebi olan küresel ölçekteki eşitsizlik. ten ve adaletsizlikten haberdar edin, muhtemel ki dünyanın büyük bir yüzdesinden çok daha iyi şartlarda bir yaşama sahipsiniz veya en azından sizden çok daha kötü şartlarda yaşayan milyarlarca insan var; çocuklarınızın bunu görmesini, buna karşı bir dikkat geliştirmesini sağlayın. Vermede yaşanan lezzeti, henüz ruh cevheri parlak ve akışkan iken çocuğunuzun ruhuna vermelisiniz. ,  s.82

Bencillikten uzak olarak verdiğimiz her şey dünyamızı dışarı doğru büyütür. Hayatlarımız bize ait olduğu kadar başkalarına da aittir, bu yaşama ait olduğu kadar bir başka yaşama da aittir. “Vermektir almak, affedilmektir affetmek ve ebedi hayata doğmaktır ölmek,” demişti Assisili Aziz Francis de. Koşulsuz sevgi, başarısızlık ve düş kırıklıklarına rağmen sevgi adına sevmeye, hayat adına hayatın hediyesine şükran duymaya, insanların içinde iyiliğin olduğuna inanmaya devam etmeyi taahhüt etmek demektir. Sevmek sevinç duymaktır.  S.87

Sevgiyi var kılan, bir sevgi nesnesinin varlığı değil, sevebilme kabiliyetidir. Erich Fromm’un Sevme Sanatı’ndan ilhamla söylersek, “Çocuksu sevgi şöyle der, sevildiğim için seviyorum. Olgun sevgi ise şöyle, sevdiğim için seviliyorum. Ham sevgi şöyle der, seni seviyorum zira sana ihtiyacım var. Olgun olan sevgi ise şöyle, sana ihtiyacım var çünkü seni seviyorum.”  S.88

Hayat kayıplardan yapılmadır ve kayıplar da hayatı nasıl daha doğru ve güzel yaşayabileceğimizi bize öğretir. Kayıp olmadan hayat gelişip büyüyemez. “Çok düğünde eğlenen çok cenazede ağlar.” Çok başlangıçlarda hazır bulunan kişi, çok bitişleri de görür. Ne var ki zaman, bütün kayıpları iyileştirir. Daha iki ay önce babasını Covid yüzünden toprağa veren genç danışanım şimdi gülümseyebiliyor. İyileşme inişli çıkışlı bir süreçtir, tamlığa giderken birden ümitsizlik uçurumuna düşersiniz, ilerlerken gerilersiniz, bitti derken başlarsınız. Kaybettiğin kişiye bir daha dünya gözüyle dokunamayacaksın ama usul usul iyileşeceksin. Kara bulutlar azar azar dağılacak, uzaktan güneş görünecek.  S.93

Hüzün, keder geldiğinde bizi içimizin daha önce keşfetmediğimiz ayrıntılarıyla buluşturur, bizi daha insan kılar, faniliğimizi, bu dünyadaki sonluluğumuzu, ölümlülüğümüzü bize daha kuvvetli çizgilerle hissettirir.

Materyalist değerlerin, yani bir şeylere sahip olmak ve biriktirmek suretiyle mutluluk arayışının depresyon ve kaygı seviyesinin yükselmesindeki etkisini incelemiş Tim Kasser. Bu araştırmanın sonuçlarına göre insanlardaki içsel güdüler tatmin edildiğinde mutluluk duygusu artmasına rağmen, dışsal güdü ve hedeflere ulaşan insanların mutluluğunda herhangi bir artış gerçekleşmiyordu. İçsel güdü dediğimiz şeylere aslında “gerçek ihtiyaçlar” da diyebiliriz. “Peki, nedir gerçek ihtiyaçlar?” diye sorulabilir. Buna şöyle cevap verebiliriz: Bir insanın, kendisini bir insan gibi gerçekleştirmesine yarayan bütün ihtiyaçlar birer gerçek ihtiyaçtır.  S.137

Depresyona götüren kişilik yapılarından birisi de bağımlı kişilik. Onaylanma bağımlılığı da diyebiliriz. Bazı insanlar daha bağımlı kişilik yapısı gösteriyor ve her yaptıkları için bir başkasından onay isteyebiliyor. İnsanları koltuk değneği olarak kullanarak hayata devam etmeye gayret ediyor ve kendilerinin yapıp ettiklerinin meşruiyetini başkalarından aferin almakla ölçüyorlar. Bu, aslında insanın kendine yeterliliğinin de az olması demek. Kendine yeten insanlar, sosyal bağları güçlü tutmasalar da depresyonun kucağına düşmüyorlar. Buna karşın onay merkezleri dışarıda olduğu, kendilerini sevemedikleri için depresyondaki insanlar daha çok onaylanmaya ve beğenilmeye ihtiyaç duyuyor. Sosyal medyada beğeni almak herkesin hoşuna gider ama oradan beklediği geri bildirimi alamadığında mutsuz olmak, bir tür sosyal medya bağımlılığıdır.  S.144

“Özçekimler, sosyal medyada markalaşma ve profilinizi yönetme” üzerine kurulan yeni dünyada önemli olan, gerçekte kim olduğunuz değil kim göründüğünüzdür. Günümüzde herkes özgün olmak istiyor. Bu konuda çok önemli bir makale yayınlayan ve bu alt başlıkta izlenimlerini aktaracağım John Davis şöyle yazıyor: “İnsanları, kendileri olduklarında, kendi kişilikleriyle tutarlı ve numara yapmadıkları ya da yapar gibi görünmedikleri halleriyle ‘sahici’ olarak kabul ederiz. Anlık kaprislere veya toplumsal duygusal onay ihtiyacına genellikle direnç gösterdikleri, inanılır ve güvenilir oldukları zamanlarda da öyle. Başka bir deyişle de kendilerinin, geçen zaman içinde ve farklı koşullarda da istikrarlı ve tutarlı olduklarını gösterdiklerinde. Sahicilik kendinize karşı dürüst olma taahhüdünüz ve ruhunuzu, bireyselliğinizin, bağlı olduğunuz tasarılarınız ve en derin inançlarınızın doğru bir ifadesini sağlayacak şekilde kumanda etmeniz ve hayatınızı böyle yaşamanız olarak ifade edilmiştir.

Gerçek benliğinizi bulmanın anlamı, benliğiniz hakkında derinlemesine düşünmek, samimi bir şekilde öz-değerlendirme yapmak ve ‘sahici öz-bilgiyi’ aramaktır. Bu, aynı zamanda sizin için hayati önem taşıyan gerçekleri, sadık kalmanızın doğru ve gerekli olduğu gerçekleri sahiplenmek anlamına gelir. Bu anlayışta içe dönüş, kendi içinde bir son değildir. Kişisel bütünlüğe ve benliğin ötesine geçen ve daha zengin, daha insani bir dünyaya katkıda bulunan ortak ‘anlam’ ufuklarına erişimin bir yoludur.”  S.145

Batı dünyasının çoktan unuttuğu ve giderek Doğu toplumlarını da etkisi altına alan mutluluğun özelleştirilmesi anlayışı, en iyi ihtimalde dahi, işlemeyen bir perspektif. Batı’da da işlemiyor. Ortega y Gasset’in söylediği gibi “Ben, kendim ile çevremden müteşekkilim ve eğer çevremi kurtarmazsam kendimi de kurtaramam.” Depresyonun panzehri olarak sosyal güvenin tesis edilmesi gerekir. Başka insanlara, ihtiyaçları için el uzattığımızda onlar da bizim elimizden tutarlar. Daha sonra değil, aynı anda. El vererek el alırız. Bir başkasını iyileştirerek kendimizi severiz. Depresyondaki insanlar en çok kendilerini sevmezler, ne kadar çok sevilseler de kendilerini o sevgiyle sarmalayıp ısıtamazlar. Bilince takılan her şey olumsuzdur, kendilerini bulaştırmak istemezler kimseye. İnsanlar nadiren bir başkasına karşı bu kadar zalimdir. Ama bir başkasına yardım ederken tüm bu çekinceler askıya alınır, kişi kendi özdeğer yargısından sıyrılır; önemli olan yardım etmektir. İşte bağlantı da o temas anında kurulur böylece.

Konuştuğumuzda ilk önce kendi sesimizi işitiyoruz, kendimizi de dinliyoruz. Terapilerde de insan kendi öyküsünü kendi sesinden dinlemekle iyileşmeye başlar. Yakınlık ve içtenlik; insanın insandan, insanın tabiattan uzaklara savrulduğu bu yabancılaşma çağında ilaçtır. Kendi doğamızı başkalarıyla bağ kurarak tazeleriz, yeni bir soluk alır ve yola devam etmek için derman kazanırız.  S.156

Hayatımızın idaresini elimizden yitirmediğimiz anlamlı bir işte çalışarak kendimizi gerçekleştirir ve özsaygımızı kazanırız. Halihazırdaki işimiz ve pozisyonumuz buna uygun olmayabilir ama biraz daha azına bile olsa daha insani bir işte çalışmak her zaman için tercih edilmesi gereken bir seçimdir. Ayrıca, mevcut işimizde de başka insanlara yardımcı olarak, onların hayatlarını iyi yönde değiştirerek inisiyatifi belirli ölçüde geri kazanabiliriz. Doğru şeyler için onların gerektirdiği kadar para kazanıp doğru yerlere harcayarak daha çok yaşayabiliriz. Yanlış şeylere değer vermemizi öğüt» leyen medyatik ve toplumsal telkinlere kulak tıkayabilmeliyiz. Bizi hasta eden sığ ve çöp değerlere bir “karşı ritim” oluşturabiliriz.

“Hayatta birkaç alanda behremiz olsun, birkaç alanda mutlu olmayı bilelim. Sadece iş ve aile değil… İşin ve evin dışında uğraştığımız bir hobimiz olsun, müzikle uğraşalım, resimle uğraşalim, bir yardım cemiyetinde faaliyet gösterelim ama iş, ev, aile üçgeninin dışında bir yerde, kendimizi var ettiğimiz, varlığımızı hissettiğimiz, insanların ruhuna dokunabildiğimiz, kendi ruhumuza dokunabildiğimiz bir yerimiz olsun.

Güzel görelim, güzel düşünelim, hayatımızdan lezzet alalım. Seçtiğimiz, konuştuğumuz kelimeler sadece dünyamızı tasvir etmez, dünyamızın sınırlarını da çizer.

‘Hep kötüyü görür, hep kötüyü tanımlarsak, etrafımızda hep olumsuzlukları gündeme getirirsek bir süre sonra ruhumuz kararmaya başlar. Hayatın içinde saklı güzelliklerden de kâm almaya bakalım.

Hayatı yaşanmaya değer kılacak olan biziz. İnsanları ak ya da kara diye nitelemeyelim, insanların içindeki güzelliği, doğruluğu, iyiliği bulmaya çalışalım. İnsanların içindeki güzel tarafları biz bulalım, biz bir cevher keşfetmiş gibi o madeni işleyelim, açığa çıkaralım, gayret edelim.  S.159

Dinle kederli insan, bak ne diyeceğim… Kış nasıl ki hayatın bitişi değil, hayatın yokluğu hiç değil, sadece canlılık döngüsünde bir safhadır, üzgünlük de hayatın bir parçasıdır. Bir sonraki ilkbahara hazırlık, içinin kuytularını keşfederek için bir fırsattır. O da geçer.

Maskenin yokluğu, rolün yokluğu anlamına gelmiyor.

Maskenin yokluğu, rolün yokluğu anlamına gelmiyor. Sinema sanatının yakın plan bize gösterdiği insan yüzleri bile bir maskeyle malul. John Berger, “Fotoğraflar, videolar, filmler asla yüzü bulmaz; olsa olsa görüntülerin ve suretlerin anılarını bulabilirler. Halbuki yüz, daima yenidir: daha önce hiç görülmemiş ama tanıdık bir şey. (Tanıdıktır çünkü uyuduğumuzda, bütün dünyanın yüzünü görürüz belki rüyamızda, doğduğumuzda körlemesine içine fırlatıldığımız dünyanın.) Biz yüzü ancak bize bakıyorsa görürüz. (Vincent’in ayçiçeği gibi.) Profil asla yüz değildir ve kameralar her nasılsa çoğu yüzü profile dönüştürür.” diyordu Sanatla Direniş adlı eserinde.  S.182

“Başarı” zamanımızın efsunlu kelimelerinden birisi, herkes onu İstiyor, onsuz bir hayatın boşa yaşanmış bir hayat olduğunda nedense hemfikiriz. Başarılı insanları alkışlıyoruz, sahip oldukları güç ve şöhret onlar kadar bizim de başımızı döndürüyor. İyi ama, maddi dünyada çok kazanmış ve daha “başarılı” insanların hayatları, neden maddi dünyada “başarısız” ama manevi/ruhsal dünyada çok şeyler yapmış insanlardan daha değerli olsun ki? Niye bir şirketin “CEO”su, insanlık için canla başla çalışan bir kimseden daha değerli olsun? Bir “başarı pornografisi”dir gidiyor. Okullar, puanlar, rütbeler. Çalışmak iyidir ama ondan daha iyi olan şey insanlığın hayrına çalışmaktır. Sizin ulaştığınız şeyi başkasına ne kadar dağıtabildiğinizdir. Bir başka insanda öyküneceğimiz şey, önce onun ahlak ve fazileti olmalı. Her vasıtayı meşru görerek başaranlar güruhuna ve modern toplumun “başarı mahkümu” insanlarına şu soruyu yöneltmek gerekiyor: “Kazanırken neyi kaybettin?”  s.186

“Büyük düşün!” guruları bize sosyal sorumluluklarımızı bir kenara bırakarak; adanmışlık, öz-disiplin ve kararlılıkla rekabet yarışında öne geçmemizi telkin ediyor. Başkaları için değil yalnızca kendimiz için yaşadığımız bir hayat. Artık modern hayatın temel düsturu temahkârlık olmuştur.  S.188

‘Materyale bağlı başarıyı, zenginliği ve statüyü hayatta mutluluğun tek anahtarı olarak gören insanlar yetiştiriyoruz. Halbuki başarı mutluluğun anahtarı değildir, mutluluk başarının anahtarıdır. Bir insan mesleğini yapmaktan keyif alıyorsa, işini zevkle yapıyorsa, o meslekte sadece kendisinin katkı olarak sunabileceği bir şeyleri de başarıyor.  S.189

Gandhi’nin şöyle bir duası var:

“Rabbim! Güçlülerin yüzüne gerçeği söylemek, zayıfların sevgisini kazanmak ve yalan söylememek için bana yardım et… Eğer bana para verirsen mutluluğumu alma. Eğer bana güç verirsen beni muhakeme yeteneğimden, eğer başarı verirsen beni alçak gönüllülüğümden, eğer bana alçak gönüllülük verirsen beni saygınlığımdan yoksun bırakma.., Benim düşüncelerime katılmıyorlar diye bana karşı olanları hainlikle suçlayarak, onların karşısında suçlu duruma düşmeme izin verme… Kendimi sever gibi diğerlerini sevmeyi ve diğerlerini yargılıyormuş gibi kendimi yargılamayı öğret bana… Başarılı olduğumda sarhoşluğuma izin verme; Başarısız olursam umutsuzluğa düşmeme izin verme; Başarısızlığın, başarının öncesindeki bir deneme olduğunu hatırlamamı sağla.” Bilhassa bu son cümle bana çok önemli geliyor.

William Chittick, Varolmanın Boyutları isimli o harikulade eserinde “Çok daha genel düzeyde son iki yüz yıldır Müslümanlar arasında entelektüel açıdan önem ve öncelik verilen konulardaki kaymanın en açık belirtisi, bugün pratikte tüm Müslüman ebeveynlerin, çocuklarının doktor ve mühendis olmalarını istemeleridir. Mesele basitçe iyi gelir ve rahat bir yaşam kaygısı değildir. Burada çok daha derin bir şeyler olmaktadır. İslam dünyasında ilgi’ye her zaman gösterilmiş olan geleneksel saygı, çağdaş dünyada kendisini bilgi olarak takdim eden şeye, yani mesleğe kaymış bulunmaktadır.” diyordu.

“Neyi daha iyi yapabilirim?” sorusunu sormaya başladığımızda öğrenmeye de başlamışız demektir. Oysa insanlar “Hangi alanda başarılı olacağım, kendimi nasıl göstereceğim?” diye çırpınıp duruyorlar. Saygınlık ve itibar statüyle ölçülmeye başlandı ve tehlikeli olan bu. Performans toplumu yorgunluk toplumuna dönüşüyor zorunlu olarak. Ne zaman aylaklık edeceğim, Tanrı’nın pencerelerini, gökyüzünü seyrederek güzel ilhamların kalbime dökülesine izin vereceğim, yıldızları seyre duracağım, kâinatı temaşa edeceğim? Daha ne kadar “çatlarcasına” koşacağım?  S.196

Kalbimize misafir ettiklerimiz ve kalplerine misafir olduklarımız. Dostluk, şu karanlık dünyada sevginin mum ışığıdır.  S.204

“Dostluk hiyerarşi gözetmez, bir rütbe meselesi değildir. Bir dostluk ilişkisinde bütün zaaf ve kusurlarınızla var olmaya devam edersiniz ve dostunuza kırılgan taraflarınızı göstermekten çekinmezsiniz. Çünkü dostlarımız aynı zamanda bizim şifacılarımızdır, varlıklarıyla, zor zamanda yanı başımızda belirivermeleriyle bizi iyileştirirler. ,

“Aşk görmez, dostluk göz yumar,” demiş Peyami Safa.  S.206

“Dostluk/arkadaşlık Öteki’yle kurulan ve Ben’i stabilize ederek gerçekleştiren bir ilişkidir. Sosyal medyadaki ‘arkadaşlar’ Öteki’nin olumsuzluğundan yoksundur. Alkış tutan bir kitleden ibarettir onlar. Başkalıklarını Like ile yok etmektedirler… Performans öznesi kendisi yüzünden yorgun, kendisi yüzünden tükenmiş bir haldedir. Kendi kendisinden çıkmayı kesinlikle becerememekte, kendi kendisine diş geçirmekte, dolayısıyla paradoksal bir biçimde kendi içini oymakta ve boşaltmaktadır. Bu özne bir kapsülün içinde kendine tutsaktır ve Öteki’yle olan bağını yitirmektedir. Kendime dokunurum ama kendimi ancak başkasına dokunduğum zaman hissederim. Öteki, istikrarlı bir kendiliğin oluşumu için kurucudur. Öteki ortadan kalkarsa, Ben boşluğa düşer…” Byung-Ghul Han’ın Kapitalizmin Ölüm Dürtüsü adlı kitabındaki sözleri bunlar. Veya Martin Buber’in belagatli ifadesiyle söylersek “Sende Ben olurum.”  S.208

“Kendisine dost olmayanlar, gayrıya dost olamazlar, kendileri ile barışa varamayanlar, gayrı ile barışa varamazlar,” demişti merhum Fethi Gemuhluoğlu. Kendi kendisiyle arkadaş olmanın hedefi, insanın kendi içindeki tahripkâr bir düşmanlıktan kaçınmaktır. Kendine dost olmayan, iç çatışmalarını çözümleyememiş kişi, kendisiyle o kadar meşguldür ki ötekilere yüzünü dönüp de onu göremez. Kişi ancak kendinin dehlizlerinden sağ kurtulduktan sonra sağ kalan bir başkasını aramaya başlar.  S.210

“İnsan ilişkilerinde, siyasette, kendimize bakışımızda gücümüz; kurduğumuz yakınlık kadar, arada geri çekilip uzaktan bakabilmekte. Arada dostluklarımıza da uzaktan bakabilmeliyiz. Zira çok fazla yakınlık, görmeyi engelliyor.  S.217

Pascal’in çok sevdiğim bir sözü var, diyor ki “Mutsuzluğun tek nedeni, insanın tek başına odasında nasıl oturacağını bilememesidir.” Halbuki hepimizin bir masada, bir odada sessizce oturup tefekkür etmeyi, okumayı, hayal kurmayı, gönlümüzden bir şeyler geçirmeyi başarabilmesi gerekir.  S.222

“Fakat yalnızca zaman içindedir gül bahçesindeki o an/ Yağmurun vurduğu o çardaktaki o an…” diyor Eliot. Buradalık hissi, beynin algının öğelerini iki üç saniye süren zaman birimlerine bağlamasıyla oluşur. Şimdinin zamansallığı, önce olmuş olandan ve sonra olacak olandan da öğeler içermektedir. Ânı, bu öğeleri birleştirmek suretiyle algılıyoruz.  S.231

Vakit nakittir cümlesini hepimiz işitmişizdir. Hakikaten vakit nakit midir? Öyle ise nakde dönüşmeyen vakte ne oluyor? Bu söz boşta kalmanın zaman kaybı olduğunu ve daha az para, başarı ya da güç anlamına geldiğini ima eder. Her an, paraya tahvil edilmelidir. Aynı zamanda zaman hırsızlığı yapan duman adamların da sloganlarından biridir bu cümle.  S.235

Zaman algımızın bilişsel ve duygusal tepkilerimiz üzerinde de etkisi mevcut. Dolayısıyla psikolojik sağlığımızda önemli bir rol oynuyor. Sağlıksız zaman algısı, depresyon gibi duygudurum bozuklukları yaşayan kişilerin aşina oldugu bir durum. Depresif bireyler için zaman yavaş akar, anda kalmakta güçlük çekerler, zira birçoğunun zihinleri geçmiş ile meşguldür. Depresyon, insanlarda zaman algısını değiştiriyor. Zaman akmıyor, adeta donup kalıyor. Depresyonda olan bireyler için ânın genişliğinde ve o bütünün akışında kendini bulmak, kendini bilmek kolay değil. Denilebilir ki, zamanımıza sahip çıkmak ruh sağlığımız üzerinde de ciddi tesirlere sahip. Aynı şekilde duygu durumumuz da zaman algımızı değiştirebiliyor.  S.239

Boş zaman ne demek? Zaman mukaddes bir şeydir. Zaman her ânı dolu dolu yaşanması gereken bir şeydir. Boş zaman, eğlence zamanı, öldürülmeye ayrılan zaman. Yani zamanı lakayt bir şekilde kullandığınız, onu eze eze kullandığınız, hiçbir iş yapmadığınız aylak aylak dolaştığınız zamandır. Seyyah ile turisti ayırmak gerekli birbirinden. Seyyah gittiği yerin hikâyelerine katılan, gittiği yerin tozuna dumanına bulanan, yurtiçi veya yurtdışında her nereye gitmişse yerel halkla oturup kalkan, onların sohbet halkasına dahil olan, mahalli yemeklerden yiyen, halkın oturduğu kahvelerde, çayhanelerde oturan ve hikâye toplayan kişidir. Turist ise gittiği yerleri kamerasının imgesine hapseden, yaşantıyla arasına mesafe koyan, halkın hayatına katılmayan, sadece göstermek, resimlemek ve yaşamış olmak için bir yerlere giden kişidir. Yaşantıyı satın alır, sosyal medyada gittiği yerlerin resimlerini paylaşır ve böylece kendisini daha imtiyazlı hisseder. S.263

Hacıların geçmişte dini saiklerle yaptığı şeyi, turist seküler bir ayin gibi tekrar ediyor. Gezip görme, dinsel ritüel yerine geçiyor, yüksek kültürün tapınaklarını ziyaret etmek seküler bir din olan yaşam sanatında yücelmeyi temin ediyor. Turist tapınaklara gidiyor, onların resmini çekiyor, Süleymaniye’yi görüyor, Selimiye’yi görüyor, Tac Mahal’i görüyor, katedralleri geziyor, fakat tüm bunların içindeki ruhaniyete, maneviyata ortak olmuyor. Sultanahmet’e giren bir turisti düşünün, hatlara, mihraba -işlemelere, bezemelere- bakıyor, fotoğraflarını çekiyor; O sırada ibadetini yapmak üzere huşu içinde Allah’a yönelen bir vatandaşı düşünün bir de. İkisi aynı mekânın içinde, ikisi de tamamen farklı niyetlerle bulunurlar orada. S.271

Ham adamın biri çıkıp, “Çok sevdim, ya benimsin ya kara -toprağın!” diyor, zulmediyor, şiddet uyguluyor. Hayır, bunu kimse yutmaz. Sen onu sevmedin, sen sadece kendini sevdin, kendi ihtiyaçlarını sevdin. Sevdiğini sandığın kişi tarafından çılgınca sevilme arzunu sevdin. Buna ancak narsistik sahte sevgi diyebiliriz; sadece kendisinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir nesnedir; seçme şansı verilmemiş, özgürlüğü tanınmamış bir alt-insandır. Kişilik bozukluğu olan bireylerde bu tarz narsistik sözde aşkları sıklıkla görüyoruz.  S.288

Freud’un ifadesiyle, “Seven insan kibrini kırar, alçakgönüllü olur. Seven insan, narsistliğinin bir parçasını, tabiri caizse, sevdiğine rehin olarak bırakır.” Cibran’ın sevenlere şu tavsiyesi nasıl da yerindedir: “Hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın, Çünkü tapınağı taşıyan sütunlar da ayrıdır, çünkü bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez.” İlahi rüzgârın sevenler arasında dolanmasından çıkan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller birbirinden ayrıdır. Yine de teller birlikte ve birbirine nispetle var olurlar. “Birbirini tamamlayan, birbirini sınırlayan ve birbiri önünde eğilen iki yalnızlık” der Rilke.  S.294

Aşk gerçekten de ruhun görülmeyen şeylere derinlerden dalmış bakışıdır. Bu, insanların dünyasında hafiften tökezleyen, biraz acemi, kendine örtünmüş, yüreğimizin çizgilerini taşıyan bu kişinin kendi dünyasındaki zarafeti dikkatimizi celbeder. Her aşkın başlangıcı böyle bir “başka dünyanın zarafeti” hayalidir. Yanlış anlaşılmasın, bizi etkileyen insanlar acayip, sakar, beceriksiz vs. hakir gördüğümüz insanlar değildir.

Bilakis yetkinliğini ve güzelliğini gördüğümüz insanlardan büyülenir, onlara güvenip bağlanırız. Ancak bu güzellikte bir küçük kusur, o yetkinliği daha da belirgin kılan kendine özgü bir yeteneksizlik, o kişiyi dokunulabilir ve gerçek bir insan kılar bizim için. “Resmi güzeller”, kişinin sadece bir anlığına ve belirli bir uzaklıktan baktığı ilgi çekici şeyler, kamusal anıtlardır. Kişi onların karşısında kendisini bir turist gibi hisseder, fakat bir âşık gibi değil,” diyordu Ortega y Gasset.  S.297

Halil Cibran ne güzel bahseder aşktan: Çünkü aşk, hem başınıza taç koyar, hem çarmıha çeker sizi; Çünkü aşk, hem besler, suvarır, büyütür, hem dallarınızı budar sizin. Çünkü aşk, hem en tepelere tırmanır ve okşar, gün ışığında titreyen en körpe dallarınızı orda, hem köklerinize kadar iner ve çekip çıkarır, toprağa tutunan köklerinizi. Aşk, mısır demeti gibi toplar kucağında sizi. Taneleriniz çıkarmak için, harmanda döver sizi; Kabuğunuzdan ayırmak için, elekten geçirir, savurur sizi; öğütür ak pak un oluncaya kadar. Yoğurur bir kıvam buluncaya kadar. Ve sonra kutlu ateşine sokar sizi, közlenmiş ateşine sokar. s.299

Teşhir etmek de aşkın hasmıdır. İnternet çağının verdiği hasarlardan birisi de bu. Tahrip ettiği şey de sadece aşk değildir, cinselliği de tahrip eder, üstelik katı ahlakçılıktan bile çok daha kesin ve ölümcül şekilde. Pascal Bruckner, “Sevmenin tehlikeye atılma olduğu güzel günler geride kalalı pek de uzun zaman olmadı. Bugün aşklarımız henüz açlığı bile tanımadan doygunluktan ölüyor.” demişti Hınç Ayları’nda. Aşkın, cinselliği barındıran tarafı Batı’nın çileci (asketik) inançlarında ve püriten ahlakçılığında daima zemmedilmiş, hor görülmüştü. Ortaçağda Kilise’nin, erkeklerin eşine âşık olmasını ve ona tutkuyla davranmasını kınayan yaklaşımı meşhurdur. Kadınlar için bu mesele zaten tartışılmamıştır bile. Oysa Âşık Şem’i ne diyordu gazelinde “Şems gibi izhâr olur, her kimde var envâr-ı aşk/ Âşikâre yanmalı, âşıklara ihfâ nedir?” Doğuda aşk sadece sanat değil, ibadetti aynı zamanda.  S.310

Samiha Ayverdi bu tevhidi gerçeği ne güzel açıklar: “Şunu bil ki, aşkın hakikatı bulunmadıkça, hilkatin maksudu ele gelmez ve insan aşkının kemâli derecesine göre mükemmel olur. Hilkatin ve kâinatın manasını bulmak istersen aşkı bul. Çünkü insan aşkı bulmak için dünyaya gelmiştir. Hayatın sebebi aşktır; mükevvenat da aşkın tekazası sebebiyle tekevvün etmiştir. Ancak aşkı bulandır ki, maksuduna ve hilkatinin manasına kavuşmuştur.” Sufiler için aşk, kayıtlanmamış ilahi bir sıfattır, hem âşık hem maşuk hem de aşk’ın bizatihi kendisidir. Ayna da, aynaya bakan da, aynada görünen de aşktan ibarettir. Tagore, “Aşkının fenerini tuttuğunda yüreğime/ Vuran şavkı var ya/ O şavk senindir/ Gölgesi benim” demekte.  S.317

Ağlamak insanın kalp taşıdığının, his üretebildiğinin, akıl yoluyla acıyı hissedebildiğinin, özlem duyabilmesinin ve şefkat sahibi olduğunun işaretidir. Sadece insana mahsus olan bu hal ruhumuzla, vicdanla, fıtratımızla ve bedenimizle yakından ilgilidir.

İnsan, kalp acısından, bedeni ağrı ve sızıdan, sevinçten, özlemden, huşudan ağlar ve tüm bunları ana olarak bedeni ve vicdani olarak ikiye ayırmak mümkündür. Tahmin edildiği gibi burada muradımız bedeni acılar değildir. Kalbi ağlamaları ise acıdan ve sevinçten olmak üzere yine ikiye ayırmak doğru olacaktır. 1. Acıdan kaynaklananlar
a. Kayıp, yitik ve özlemlerden
b. Umutsuzluk, karamsarlık (yeis) ve çaresizlikten
c. Ayet ve manaları bulamamak ve boşluğa düşmekten
d. Haksızlık ve adaletsizlikten, zulüm ve eziyetten
e. Şahit olunan imansızlıklardan
f. Pişmanlıklardan, yanlış yapmaktan
g. Acizlikten, hicret ve cihat edememekten
h. Zulme güç yetirememekten
ı. Dostların acılarını paylaşmaktan
2. Sevinçten kaynaklananlar
a. Derin mutluluk ve sevinçlerden
b. Minnet ve şükürden
c. Dostların sevinçlerine ortak olmaktan
d. Huşudan, acizliği idrakten
e. Allah’ın ayetlerini görebilmekten şeklinde tasnif edilebilir.

Kalbi ağlayışların tamamı daha iyiye duyulan özlem yollarına engel olunduğunda veya bu özlemler hayata geçtiğinde gerçekleşir ve tamamında kalpten bir nida fışkırır ki beyin devreye girerek gözlere talimat verir ve yaşlar yanaklara süzülüverir. Bu his ve sonuç sadece insana hastır ve olağanüstü bir mucizedir.

Kalp, daima gerçek aşkı olan Allah’a yönelir, sevgi ve umut besler, her ayette O’nu arar, gözler, kulaklar sadece O’nu duymak, görmek ister, çiçeklerde, ışıkta, seslerde bu aşkı canlı tutar ve asla ulaşamayacağı gerçek aşka duyduğu ilgi ve sevgiye ulaşamamaktan dolayı derin acılara sevk olunur.

Fıtratta kalbine konan hak ve adalete uygun muamele görmemek de kalbi acıtır, hayata damga vuran zulümlere şahit olmak da. Sünnetullah’a aykırı her söz ve davranış kalbe ağır gelir ve hakkaniyete indirilen bu darbeler, Allah dostlarının yüreklerini burkar.

Sevinçlerde ise durum tam tersidir ve sevgiyle umut gerçek aşka ulaşılamasa da, mücadeleyi ve yol katetmeyi teselli mertebesine yükseltir. O’nun izinde ve yolunda olmak dahi mutlu eder ve minnet hissi uyandırır. Yağan yağmur, esen rüzgar hep bir tecellidir ve bunlara şahit olan kul yeryüzüne ve ahirete varis olmakla ne büyük bir nimete sahip kılındığının idrakiyle sevnçlere boğulur.

Huşu ve samimiyet dolu Allah’a yönelişlerin tamamı bu çerçevededir ve secdeler bu gözyaşlarıyla kutsanır, rahmet duaları daha yükseklere tırmanır.

Kalp, sevinç ve umutla değil aslen acı ve hüsranla terbiye olur. Çünkü acizliğin idrakindeki bedenler ne yaparsa yapsın Allah’ı layıkıyla tanıyamadığının ve günah işlemekten geri kalamadığının farkındadır. Bu acı ve endişe ise kalıcı bir ıslaha yol açar ve kalpte muhafaza edildiği sürece de daha büyük günahlara mani olur.

Sevinçler ise geçicidir, öğretmez ve terbiye etmez. Aksine gereksiz bir güven hissi vererek hedefleri saptırır ve mücadele azmini zayıflatır. Bu nedenle büyük şahsiyetler daima acı ve sabır imtihanlarıyla denenmiş ve o karanlık acılardan semalara yükselmiştir.

Bolluk ve refah içinde olanların büyük işler yapması bu nedenle imkansızdır çünkü terbiye ve tevazudan uzaktırlar. Nefislerini körletemeyen, terbiye edemeyen bu sevinçli kullar hüznü, kaybı ve acıyı yeterince tatmadıklarından acının terbiye ediciliğinden de yoksundurlar.

İmtihan; iman, çile ve sabır imtihanıdır.

Şükür ve minnet, umut ve özlem daima vardır ama imtihan için asıl lazım olan acizliği bilerek, düzelmeyi ve affedilmeyi umut ederek, dua ve tevbe ile yaşamaktır. Acı ile pişen ruhların aksine sevinç ve huzurla nefes alan kalpler tevbeden uzaklaşmakla kalmaz, bir zaman sonra şükrü de terk ederek manasız bir güvene sahip olur.

Çünkü sevinç ve huzurlarına esas teşkil eden varlık ve imkanlar çoğu zaman acı ve çile sahipleriyle paylaşılmaz ve hatta o acı dolu hallerin sokağından dahi geçilmez ki bu da acının müşkülatını anlamaya engeldir.

Hak ve adalet kalbin en derin acı ve sevinçleridir ki varlığında huzur, yokluğunda zulüm vardır.

Fıtrati ruhlar, Kur’an mü’minleri ile aynı şekilde derin acıları, sınırsız sevinçlere tercih eden kullardır. Onlar zalim, cahil ve nankör insanların tüm icraatlarından hicap duyan, dine vurulan darbelerden en çok rahatsızlık hisseden, imansızlıkla fethedilen kalelerin burçlarına bakıp gizli göz yaşı dökenlerdir. Vicdanlı kalpler ezilenlerle bir olan, ezilenleri elinden tutup kaldırmaya çalışan, ezilenlerin dertlerine ortak olmaya çalışanlardır. Kalpler, imanlı kullara dost, imansızlara düşmandır.

Kalpler, Allah’tan başkası için attığında mutsuz, Allah için çırptığında mutludur.

Umut, Allah aşkı varsa vardır. Rahmetin binlercesinin gölgesinde serinleyen insan, kendisi de merhamet ettikçe, bağışladıkça huzur bulandır. Gözler, kalbin küfür ve şirkle kanayan pınarlarıdır. Gözler, iman dolu akşamların, rahmet dolu sabahların esen rüzgarlarında Allah’ı bulabilen ve acizlik ve şükür ile Yaratan’ına aşık olanlardır. Gözler kimi zaman kanlı yaş savuran yanardağlara, kimi zaman minnet fışkıran saadet pınarlarına dönendir.

Gözler kalbin aynasıdır ve gözyaşları masumiyettir. Masumiyet ise hak ve adil olmanın, kul bilinci taşımanın, ilahi nizamı idrak edebilmenin adıdır. Kalp, insansızlıklardan, kötülüklerden, haramlardan kararan, helallerden, salih amel ve ibadetlerden, ahlaklardan, imandan mutlu olan ve karalıklardan kurtulandır. İnsan, kalbiyle, ruhu ve vicdanı ile vardır ve etten, kemikten ibaret diğer canlılardan farklıdır.

Güdüleri ile değil, cüzi iradesi ile yaşayan insan, doğru tercih ve halleriyle sevinen, yanlış yapınca üzülendir. Tüm bu hissiyat ise derin ise göz yaşı olarak kendisini belli edendir. En büyük acı ve sızı kaynağı ise elbette kirlenen ruhlardır ve menfaat, dünyalık için kararan kalpler ruhu boğar, öldürür. Nefis, durmaksızın açtır ve hırsları, yasak şehvetleri körükler. Vicdanın ev sahibi kalp ise aksini savunur ve tevazuyu, hakkaniyet ve iyiliği emreder. Kalp, nefse sözünü dinletemezse mahzundur, yoksundur, umutsuzdur.

Aşkın, umudun, affedilmenin adı sadece Allah’tır. O, tek vekil ve tek dosttur, güvenilmeye tek layık olandır. Kalp bu idrakle atar, vicdan ve ruh aynı sese kulak verir. Beyin ve beden ise farklıdır, gördüğüne, işine gelene inanmayı ve teslim olmayı seçer. Kalbi bastıran, taşlaşan, karanlık güçlerle oturup kalkan bedenler acıyı da sevinci de derin hissedemezler. Bu yüzden de çoğu zaman ağlayamazlar.

Ağlamak bu nedenle insanlık göstergesi olduğu kadar merhamet ve vicdan sesidir.

Ağlamayan, aksine ağlatanlar ise merhametsiz ve kalpsizlerdir.

Allah, kendisine sevgi ve itikad ister ki kalpsizlerin sevgi beslemesi de söz konusu değildir.

Oysa merhamet edilmeyene edilmez, sevmeyen sevilmez ve herkesin Allah’tan göreceği karşılık, bu hayatta Yüce Allah’a verdiği değer ve kıymet kadardır.

İman, kalpleri yumuşatan, ruhu eğiten, huzuru getiren, yanlışı engelleyen, umudu canlı tutandır.

İmansızlar ağlamayı dahi bilmeyenler, acizlik ve küçüklük olarak gören kibir tutkunlarıdır. Oysa ağlamak zayıflık değil yüceliktir.

Neden ağlandığı ise göz yaşlarının kıymetini belirleyen olarak mühimdir ve gereksiz açlıklar, boş hevesler ve dünyalıklar için dökülen gözyaşları, merhumların ardından dökülen abartılı gözyaşları ve feryatlar imandan değil, imansızlıktandır.

Ağlanacak tek acı ahirette hesap verememek acısıdır ki bu dünya hayatında gerektiği şekilde kul olamamaktan kaynaklanır.

Ağlanacak tek sevinç ahiret hesabını sorunsuz verebilmektir ki bu dünyada imanla, Allah korkusu ve sevgisiyle yaşamaktan, Allah’tan başka veli tanımamaktan kaynaklanır.

İnsanı bu dünyada en çok ağlatan şey, bedeni işkenceler değil, kullardan haksızlık ve adaletsizlik gördüğü anlardır.

Ahirette ise en çok ağlatacak olan; beyhude yaşamlara feda edilen imanların, ahiret esenliklerine vesile olduğu görüldüğünde duyulacak ve Allah’ın şefaatinden mahrum kalındığı anda hissedilecek pişmanlıklardır. 

Allah’ın şefaatinden ve rızasından mahrum kaldığı anlarıdır.

Gerisi boştur, fanidir, beşeridir, sanaldır.

NEW NASHEED «ВЕЧЕР НАШИДОВ 2021» Nashidul islam | Mohamed Tarek | Mohamed Youssef | Event in Russia

Yüce Rabbimiz, kendi rızasına ulaştıracak amelleri Kerim Kitabında bizlere gösterdiği gibi, rahmetinden uzaklaştıracak amelleri de beyan etmiştir. Sevgisine mazhar olan kimseleri haber verdiği gibi, sevgi ve merhametinden mahrum kalanları da bildirmiştir. 

De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Allah, Çok Bağışlayıcı’dır, Rahmeti Kesintisiz’dir. Ali İmran 31

Allah, maddi ve manevi anlamda temiz olanları sever. Öyleyse geliniz, fıtratımızı her türlü kötülüklerden koruyalım. Zihin ve gönüllerimizi kötülük ve çirkinliklerin esiri değil; iyilik ve güzelliklerin merkezi kılalım.

Allah tövbe edenleri sever. Öyleyse aziz kardeşlerim! Geliniz, tövbelerimizle kulluğumuzun farkına varalım. Rabbimize teslimiyetimizi, günahlarımıza nedametimizi dile getirelim. O’nun engin merhametine sığınalım. Tövbenin, adeta hayata yeni bir başlangıç olduğunu unutmayalım.

Allah, kendine karşı gelmekten sakınanları sever. Öyleyse geliniz, her daim görev ve sorumluluğumuzun bilincinde olalım. Hayatımızı yaratılışımızın gaye ve hikmetine uygun yaşayalım.

Allah, kendisine tevekkül edenleri sever. Öyleyse geliniz, üzerimize düşeni yerine getirdikten sonra حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!” diyelim. Rabbimizin rahmet, nusret ve inayetinden hiçbir zaman ümidimizi kesmeyelim.

Allah, muhsinleri; her işinde, her sözünde kendi rızasını gözetenleri sever. Öyleyse geliniz kardeşlerim! Rabbimizin her an bizi gördüğü bilinciyle hareket edelim.

Allah sabredenleri sever. Sabredenlerle beraberdir. Öyleyse geliniz, hayatın bir imtihan olduğu bilinciyle kendimize sabrı, sükûneti şiar edinelim

Allah, adil olanları sever. Öyleyse geliniz, her daim adaleti yüceltelim. Unutmayalım ki; adalet, güven ve huzurun anahtarıdır. İnsanca bir yaşamın olmazsa olmazıdır.

Allah, zalimleri sevmez. Zira zulüm, en büyük günahlardandır. Hak ve hukuku ayaklar altına almaktır. Öyleyse bizlere düşen, her daim zalimin karşısında, mazlumun yanında yer almaktır.

Allah, haddi aşanları, taşkınlık yapanları sevmez. Öyleyse bizlere düşen, yıkıcı ve bölücü değil; yapıcı ve birleştirici olmaktır.

Allah, israf edenleri sevmez. Öyleyse bize düşen, sahip olduğumuz kazanımları saçıp savurmaktan, Allah’ın vermiş olduğu nimetleri ölçüsüzce kullanmaktan sakınmaktır.

Allah, ifsat edicileri ve bozguncuları sevmez. Öyleyse bizlere düşen, huzurumuza, birlik ve beraberliğimize, kardeşlik ve muhabbetimize hep birlikte sahip çıkmaktır.

Allah, haddi aşanları, taşkınlık yapanları sevmez. Öyleyse bizlere düşen, yıkıcı ve bölücü değil; yapıcı ve birleştirici olmaktır.

Allah, israf edenleri sevmez. Öyleyse bize düşen, sahip olduğumuz kazanımları saçıp savurmaktan, Allah’ın vermiş olduğu nimetleri ölçüsüzce kullanmaktan sakınmaktır.

Allah, ifsat edicileri ve bozguncuları sevmez. Öyleyse bizlere düşen, huzurumuza, birlik ve beraberliğimize, kardeşlik ve muhabbetimize hep birlikte sahip çıkmaktır.

Kur’ân-ı Kerîm’de hayat kelimesi hem kozmolojik-biyolojik hem de ahlâkî bir muhtevaya sahiptir. Çok sayıda âyet, hayatın metafizik prensibinden canlılığın başlangıcı ve tabii âlemdeki çeşitli görünümlerine kadar uzanan bir yelpazede birbirini tamamlayan açıklamalar ihtiva etmektedir. Bu açıklamaların hep birlikte vurguladığı itikadî ve ahlâkî mesaj, canlılığın kaynağının ilâhî yaratma fiili olduğu ve insanın öldükten sonra tekrar diriltileceğidir. Kur’an, tabii âlemdeki tezahürleriyle her türlü var olma ve canlanış olgusunun ölümden sonraki dirilişin bir kanıtı olduğunu vurgulayarak insanların bu olgular üzerinde düşünüp gözlem yapmalarını istemektedir.

Kur’an’da “hay” (diri) ve “muhyî” (dirilten, can veren) şeklinde zikredilen isimleriyle (el-Bakara 2/255; er-Rûm 30/50) Allah hayatın sebebidir. O ölüden diriyi çıkarır (Âl-i İmrân 3/27; el-En‘âm 6/95; Yûnus 10/31; er-Rûm 30/19) ve ölüyü diriltir (er-Rûm 30/50; Fussılet 41/39); insan cansız iken Allah ona can vermiştir; sonra onu öldürmektedir, sonra yine diriltecektir; nihayet dönüş yine Allah’adır (el-Bakara 2/28; el-Hac 22/66; er-Rûm 30/40; el-Câsiye 45/26). Nitekim O, ölü toprağa gökten indirdiği su ile can verip diriltmektedir. İnsanlar da tıpkı bunun gibi yeniden diriltilecektir (el-Hac 22/66; Kāf 50/11). Esasen bütün canlılar sudan diri kılınmıştır (el-Enbiyâ 21/30). Toz toprak haline gelmiş kemiklere yeniden hayat verecek olan da O’dur (Yâsîn 36/78). Netice olarak ölümü ve hayatı insanlardan hangilerinin iyi işler yapacağını sınamak için yaratmıştır (el-Mülk 67/2).

Bu ölüm gerçeği karşısında insan bilmelidir ki gerçek ve tükenmez hayat (hayevân) âhiret hayatıdır (el-Ankebût 29/64). Dünya hayatı ise geçici, oyalayıcı olup esasen bir imtihan sürecinden ibarettir (el-Bakara 2/85; Âl-i İmrân 3/14; en-Nisâ 4/74; el-En‘âm 6/32). Bu dünyada 1000 yıl yaşama temennisinin hiçbir anlamı yoktur ve azabı hak edenler uzun yaşayarak onu erteleyeceklerini sanmamalıdır (el-Bakara 2/96). Dolayısıyla insan niyazını, kurbanını, hayat ve ölümünü hiçbir ortağı bulunmayan âlemlerin rabbine adamalıdır (el-En‘âm 6/162; el-Câsiye 45/21).

Kur’ân-ı Kerîm’de canlılığın ruhî-melekî ilkesi Rûhulkudüs olup can verme yahut diriltme de nefh (üfleme) fiilinin ardından gerçekleşmiş olmaktadır. Allah bu ruhu ve nefh fiilini ya kendine nisbet etmekte, yahut kendi izin ve emriyle melekî/beşerî varlık seviyesinde tezahür ettirmektedir. Şöyle ki, Allah insanın (Âdem) bedenini düzenlemiş ve ona “ruhundan üflemiştir” (el-Hicr 15/29; Sâd 38/72). Hz. Îsâ’nın babasız yaratılışı ise onun ilâhî bir kelime ve ruh olarak Hz. Meryem’e ilkāh edilişiyle yahut ruhtan kendisine nefhetmek suretiyle gerçekleşmiştir (en-Nisâ 4/171; el-Enbiyâ 21/91; et-Tahrîm 66/12); gerek Hz. Îsâ gerekse vâlidesi Rûhulkudüs ile teyit edilmiştir (el-Bakara 2/87, 253). Nitekim Hz. Îsâ’nın, çamurdan yaptığı bir kuşa nefhetmek suretiyle onu Allah’ın izniyle canlandırıp uçurma mûcizesi de (Âl-i İmrân 3/49; el-Mâide 5/110) bu gerçeklerle bağlantılıdır.

Şu halde İslâm inançlarına göre canlandırma veya diriltme fiilinin hakiki ve nihaî fâili hay ve muhyî isimleriyle Allah olup hayat bedene ilâhî bir soluk vermenin neticesidir. Bu soluk, Rûhulkudüs olarak adlandırılan Cibrîl’den (inorganik yahut organik) cansız nesnelere ulaştığında o nesneler canlanmaktadır. Bu hakikat Âdem ile Îsâ’nın mûcizevî yaratılışında kanıtlanmıştır. Rûhulkudüs ile teyit edilmiş muayyen bir nebevî güç ise Hz. Îsâ örneğindeki gibi Allah’ın izniyle diriltme mûcizesini gerçekleştirmektedir. İlâhî yaratma fiili hem tabiatta gözlenen canlanış ve dirilişin hem insanın biyolojik gerçekliğinin hem de öldükten sonraki dirilişin metafizik sebebidir. Kur’an, özellikle ölü topraktan bitkilerin çıkarılışı ile insanın topraktan yaratılışı ve toprak olduktan sonra yeniden diriltilişi arasındaki benzerliği sık sık vurgulamaktadır.

Hz. Peygamber’in bir hadisinde (Müslim, “Münâfiḳīn”, 27) yeryüzünde canlıların ortaya çıkışıyla ilgili olarak önce yer kabuğunun oluştuğu, daha sonra bitkilerin, ardından hayvanların ve son merhalede Âdem’in yaratıldığı beyan edilmektedir. Bu hadiste haftanın günleriyle simgeleştirilen kozmolojik devir yahut merhalelerin kaç yılı kapsadığı herhalde Kur’an’daki “yevm” (gün) teriminin tefsiriyle alâkalıdır (Yeniçeri, s. 179-181, 276-287).

İslâm felsefe geleneği insanın hareket, hayat ve idrak prensibi olarak tasavvur ettiği nefsin her şeyden önce bir araz değil cevher ve bu cevherin de gayri cismanî olduğunu savunmaktadır. Yeni Eflâtuncu sudûr teorisini benimsemiş olan filozoflara göre insan ruhunun kaynağı dindeki adıyla Cibrîl, felsefedeki adıyla faal akıldır. Nebatî ve hayvanî seviyelerdeki organizmalar faal akıldan yalnızca “hayat veren gücü” alırken insan organizması doğrudan doğruya “hayat veren cevher”i alır. Bunun sebebi, insan organizmasının nebat ve hayvanların aksine faal akla benzeyen cevheri kabule daha müsait oluşudur (Durusoy, s. 38). İnsan nefsinin bu cevherliliği onun ölümsüzlüğünün de temelidir.

Canlı ile cansızı ayıran sınır konusunda müslüman düşünürler varlık mertebeleri çerçevesinde akıl yürütmüş ve cansızdan canlıya geçişte organizma yetkinliği ve ruh faktörünü daima birlikte düşünmüşlerdir. Fârâbî ve daha sonra İbn Sînâ’nın kaleminde gelişen kozmolojik şemada (eş-Şifâʾ, s. 435) cansızdan canlıya geçiş, madenî varlık mertebesinden nebatî varlık mertebesine geçişe denk gelmektedir. Daha önce belirtildiği gibi Fârâbî ve İbn Sînâ geleneğinde hayat verici güç veya cevher gök akıllarının sonuncusu olan faal akıldan (Cibrîl) gelmektedir.

Bu varlık şemasında cansızdan canlıya yahut madenden bitkiye yükselişi açıklamak üzere müslüman düşünürlerden bazıları yukarıda bir örneği İbn Tufeyl’in fikirlerinde verilen kendiliğinden oluşum, bazıları da türlerin dönüşümü (transformasyon) nazariyesini hatırlatır görüşler ileri sürmüşlerdir. Evrimci bir zihniyete dayanıp dayanmadığı tartışmalı olan bu görüşlerin ortak yanı, semavî-ruhî etkilerle tabii-organik karmaşıklık seviyesi faktörünü felsefî açıklamanın merkezine almalarıdır. Kendiliğinden oluşum fikrinde bitki, hayvan ve insan türleri birbirine dönüşmeksizin, “mayalanmış çamur”dan belli iklim şartları altında tohum, döl, yumurta vb. embriyolojik süreçler söz konusu olmaksızın kendiliğinden oluşmuş ve zaman içinde gelişmiştir.

Batı düşüncesinde canlılık meselesine bütün felsefe tarihi boyunca farklı filozoflar tarafından çeşitli açıklamalar getirilmiştir. Ancak modern biyoloji felsefesi bakımından problemin kaynağı, Kartezyen düalizm denilen “res coqitans” (düşünen cevher, ruh) “res extensa” (yer kaplayan cevher, cisim) ayırımına kadar geri götürülebilir. Descartes ruh ile beden (cisim) arasında su geçirmez bir duvar örmüş, cismanî ve bedenî olanın müstakillen ve tamamıyla mekanik terimlerle anlaşılabileceğini ileri sürmüştür. Hatta filozofa göre ruhu olmayan hayvanlar da birer makineydi. Canlı organizmanın bu şekilde mekanizm perspektifinden tanımlanması, modern biyolojinin öteki bilimler gibi tabii bir bilim olarak mekanist evren telakkisini esas almasına yol açtı. Cismanî âlemde gözlenebilen her şey ve dolayısıyla canlı organizmalar, maddî sonuçların maddî sebepleri olduğu şeklindeki mekanistik anlayışla sınırlı bir çerçevede tanımlandı. Bu tanıma göre hayat fizikî ve kimyevî süreçlerin bir toplamından ibarettir. Modern biyolojinin etkili teorilerinden olan evrim de canlı organizmaların oluşumunu mekanistik terimlerle açıklıyor, ayrıca sistemi ilâhî, ruhî ve gāî (final, teleolojik) herhangi bir ilkeden arındırmak için de tesadüfü sisteme dahil ediyordu (Duralı, s. 12-17, 25-27).

Ancak canlıyı cansızdan ayıran şeyi, can veren bir ilkeden bağımsız olarak açıklamaya çalışan mekanizmin ruhun gerçekliğine inanan felsefe muhitlerinde tatmin edici bulunamayacağı tabiidir. Kökleri antik felsefeye dayanan ve son devirlerde Vitalizm denilen bu karşı görüş, yapı taşlarına ayrıştırıldığında her biri cansız olan parçalardan oluştuğu görülen canlı organizmadaki hayatiyetin organik sisteme dahil olmuş bir cevherden kaynaklandığını ileri sürmektedir. Buna göre yaşayan bir organizmada tek tek cansız parçalara ait olmayan, bu parçaların toplamına da nisbet edilemeyecek olan bir canlılık varsa, bu canlılık bir araz olmayan aksine bir cevher olan hayata nisbet edilebilir; kısacası canlılığı bir hayat cevheri açıklayabilir.

Batı’da hayatın başlangıcı konusundaki görüşler üç farklı varsayıma dayanmaktadır. Bunlardan ilki, bütün evrende canlılığın cansızlıkla hemzaman olduğudur. Arzda hayatın bir başlangıcı olduğu bilindiğine göre bu görüş sahipleri ilk hayat verici unsurların dünyaya meteorlar, kozmik toz bulutları veya başka vasıtalarla dışarıdan geldiğini ileri sürdüler. Lord Kelvin ve Helmholtz bunlardandır. Son yıllarda Francis Crick, Leslie Orgel ve Fred Hoyle gibi moleküler biyoloji uzmanları, bu görüşü moleküler evrim teorisine rağmen savunmaktadırlar (Koyuncu, s. 36-37).

İkinci varsayım canlılığın cansız ortamdan oluştuğu fikridir. Bu görüşe göre, yoğun bir radyasyona mâruz kalan yeryüzü kimyasal açıdan çok zengin bir çorba ile kaplıydı. Çeşitli reaksiyonlarla aminoasitler dahil farklı organik terkipler meydana geldi. Bioşimik karmaşıklık ve etkinlik arttıkça canlıların ilk numuneleri olan varlıklar (eobiont) oluştu. Bunlar da bir metabolizmaya dönüşüp kendi kendini üretir hale gelince yaşayan varlıklar türedi. Bu görüşün ana fikri, canlılığa el veren (probiyotik) bir çorbada sayısız molekül artışının hayatın temelini tesadüfen oluşturacak seviyeye ulaşmasıdır. Bu görüşün en önemli temsilcisi A. O. Oparin’dir. 

Üçüncü varsayım ise hayatın kaynağının yalnızca tabiat üstü bir yaratıcı postulasıyla açıklanabileceği yönündedir. Bu görüşe göre canlıdaki belli özellikler onu inorganik olandan ayırmakta olup arada hiçbir köprü yoktur. Dolayısıyla hayat dünyaya fizik ötesi, şuurlu, hayat sahibi bir varlık sebebiyle gelmiş olmalıdır (The Encyclopaedia of Philosophy, IV, 477-479).

Görüşleri Oparin’e yakın olan Hoagland bir canlı hücrenin başlangıçta nasıl oluştuğunu, canlılığın nasıl başladığını bilimsel açıdan hiçbir zaman cevaplandırılamayacak bir soru olarak değerlendirmektedir. Bunun nasıl mümkün olabileceği sorusuna ise bazı senaryolarla karşılık verilebilir. Bunun için gerekli olan şeyler, a) ılık bir ortam; b) çok miktarda su, c) karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen ve fosfor gibi gerekli atomların kaynakları; d) enerji kaynağıdır. Arzda su ve ısı şartı mevcuttu. Milyonlarca yıllık yağmurların oluşturduğu okyanusları yavaş yavaş soğumakta olan arz yeterince ısıtmıştı; henüz ozon tabakasının oluşmaması sebebiyle güçlü ultraviyole ışınları sulara ulaşıyor, şimşekler yeterli enerjiyi sağlıyordu.

Deniz suyunda erimiş olan karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen ve fosfor içeren basit bileşikler, ultraviyole ışınları ve şimşeklerle sürekli bombardıman edildiler ve değişik terkipler oluşturacak etkilere mâruz kaldılar. Yüz milyonlarca yıl boyunca değişik kombinezonlar, yeni moleküller ve bu arada aminoasitler açısından zenginleşen denizler, ilkel canlı organizmaların oluşumuna elverecek koyu bir çorbaya dönüştü. Bu çorbada hayat zincirinin ilk moleküler halkası ve bu halkalardan oluşan zincirler meydana geldi. 

Kimyasal reaksiyonları hızlandıran enzimlerin ve özellikle çift sarmallı DNA zincirinin oluşumunun ardından çoğalma mümkün hale geldi. Bu arada temel maddeler protein ve yağlardan oluşmuş zarlarla paketlenip hücreye çok benzer hale geldiler. Daha sonra da bugün tam anlaşılamayan bir şekilde hücrenin bölünerek çoğalma süreci başladı. Bu yeryüzünde hayatın başlangıcı demekti (Hoagland, s. 37-46).

Yeterli zamanın geçmesiyle tabii şartlardan canlılığın tesadüfî olarak oluşmasının mümkün olduğu inancına Fransız bilim adamı Pierre Lecomte du Noüy tarafından karşı çıkılmıştı. Bu bilgine göre canlı organizmaların temel kimyevî parçalarının tesadüfen bir araya gelme ihtimali o kadar küçüktü ki bütün canlılığa ilişkin olguları, onların gelişim ve evrimini bilimsel olarak hesaplamak tamamen imkânsızdı. Dolayısıyla canlıların oluşum ve gelişimini açıklamak için bilim ötesi bir “antişans faktörü” kabul edilmeliydi ve tesadüfün zıddı olan bu faktör Tanrı idi. Buna göre bizim organik ve canlı âlemimiz Tanrı hipotezi olmadıkça kavranmaz oluyordu. Bu sonucu temellendirmek için Lecomte du Noüy, yaşayan varlıkların temel unsurlarından sayılan protein moleküllerinden bir tanesinin var olması ihtimalini araştırdı ve Charles Eugène Guye’un yaptığı ihtimaliyet hesaplarına dayanarak bunun 2,02 × 1/10321 (kabaca 1/10160) olduğunu tesbit etti.

Dünyada böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi için 10242 yıl gerekmekteydi. Halbuki yeryüzü 2 milyar yıl yaşındaydı ve hayatın başlangıcı yaklaşık sadece 1 milyar yıl geri gidiyordu. Bir protein molekülünün oluşumu için bu kadar düşük olan ihtimal bir hücrenin oluşumu için imkânsızlığa dönüşecektir. Dolayısıyla bu olguları açıklamak üzere söz konusu tesadüf fikrinin ortaya çıkardığı bu imkânsızlığın zıddı bir faktör olarak Tanrı’nın kabulü gerekir. Wallace I. Matson bu yaklaşıma itiraz etti. Ona göre Noüy’ün imkânsız dediği şey, bir protein molekülünün şans eseri birdenbire teşekkülüdür. Halbuki evrimci yaklaşım böyle bir iddiada bulunmamaktadır. 

Evrimsel süreç, çok büyük rakamlarla ifade edilen ardarda aşamaların bir sonucudur. Yani Noüy’ün ihtimal ya da imkânsızlığı ile evrimci ihtimal kavramı farklıdır. Evrimde tek bir ihtimal değil ihtimallerin sonucu mümkün görülmektedir. Ayrıca Matson’a göre bütün boyutlarıyla işleyişi bilinmeyen bir süreç hakkında böyle bir ihtimal hesabı geçersizdir. Kaldı ki ilkel proteinlerin yapı taşları olan aminoasitlerin deneysel olarak teşekkülü başarılmıştır. Dolayısıyla hayatın yapı taşlarının teşekkülünde böyle ihtimal hesapları bağlayıcı değildir (Hick, s. 14-17).

Kur’an ve bilim üzerine araştırmalarıyla tanınan Maurice Bucaille, hayat olgusunu bu tür deneysel terimlerle açıklamanın mümkün olmadığı görüşündedir. Bucaille’a göre 1955’te buhar, metan, amonyak ve hidrojenden oluşan bir gaz atmosferinde elektrik kıvılcımları kullanarak hücre proteinlerindeki aminoasitler gibi karmaşık kimyasal bileşikler elde edilebileceği sonucuna götüren Miller deneyi (bu deneyin değerlendirilişi için bk. Koyuncu, s. 19-25), bu organik kimyasal bileşiklerin canlı maddenin yaratılışına yol açtıkları konusunda hiçbir şekilde bilimsel kanıt teşkil etmez. Bilim açısından canlılığın nihaî faktörü tam bir muammadır. Müellifi İlhan Kutluer

Bazı bilim adamları bilgisizliklerini itiraf edememenin mazereti olarak “tesadüf” kavramına sığınmakla işe yarar gördükleri kaçamak bir yola sapmışlardır (Bucaille, s. 21-22). Hücre organizmasının genetik koda göre işlediği bilinmekle birlikte bu “kumanda sistemi”nin menşei, görüşlerinde tesadüf kavramını merkezîleştirmesine rağmen Jacques Monod gibi bilim adamlarının da itiraf ettiği bir muammadır. En basit organizmanın (meselâ bakteri) üreme de dahil olmak üzere her bir fonksiyonunu düzenleyici, yönlendirici bilgi kümesini nasıl sağladığı, bakteriden insana genetik kodun yeni bilgilerle nasıl böylesine zenginleştiği soruları, genetik kodun menşeini bilimsel bir problem olmakla bırakmayıp gerçek bir muamma haline getirmektedir.

Organizmaların mahiyetiyle ilgili olarak hayat kavramına tarih boyunca çeşitli dinler ve felsefelerce açıklamalar getirilmiş; bu açıklamalarda kavram genellikle canlılığın ilâhî, melekî yahut ruhî ilkesi, evrende canlılığın başlangıcı, biyolojik gerçekliği ve nihayet anlamı açısından ele alınmıştır. İptidai düşüncede insan ve tabiat arasındaki ilişkiyi anlamlandırmaya yönelik tasnifler ve düzenlemeler mevcutsa da kozmosu meydana getiren canlı var oluş biçimleri arasında ontolojik bir ayırıma gidilmediği bilinmektedir. Natüralist bir inanç çerçevesinde gelişen bilgi anlayışı, varlıkların birbirlerine dönüşebildikleri bir evren şeması üretmiştir. Bu evren anlayışında canlıların hayatı ortak bir yasaya tâbi canlılık unsuruyla ilişkilendirilmiş, böylece herhangi bir hayvanı canlı tutan unsurla insanı canlı tutan unsur aynileştirilmiştir.

Bütün canlılarda diriliği sağlayan bu unsurun beden ısısında, spermde, kanda, solukta veya bitkiler söz konusu edildiğinde ağaç öz suyunda bulunduğu farzedilen cismanî bir öz olduğu düşünülmüştür. Bu inanışa göre söz konusu unsurun vücudu terketmesiyle ölüm olayı meydana gelir. Bununla birlikte ölümden sonraki hayatta varlığını sürdüren ruhun bu unsur mu yoksa iptidai kültürlerde çok defa “gölge benlik” şeklinde anılan “ikinci beden” mi olduğu konusu açık değildir (ER, XIII, 428-430; ERE, XI, 726-731).
Hayat veren bu unsurun kaynağı konusunda ise ilkel topluluklar arasında genel bir uzlaşma görülmektedir. Bütün kadim geleneklerde devrî bir kozmoloji anlayışı bulunduğu için hayatın belli bir zaman noktasından başlayarak yaratıldığı ve ilerlediği inancı yoktur. Bundan dolayı iptidai zihniyetin hayatın kaynağı konusunda karmaşık olmayan sebep-sonuç ilişkilerine (étiologie) dayalı izahları vardır. Bu izahlara göre yeryüzündeki hayatın başlangıcı ve insana hayat bahşedilmesi, çoğunlukla ilâhların “mitik zamanlarda” (ab origina) kendi aralarında yaptıkları mücadelelerle ilişkilendirilmiştir (a.g.e., IX, 201-207).

Hinduizm’de canlılık veren prensip kavramı özellikle Vedanta literatüründe geliştirilmiştir. Ancak bu konudaki ilk örnekler Vedalar’da ortaya çıkar. Rig Veda’da hayat veren unsur “asu” (hayat soluğu) adını alır; ölüm “asuniti” (hayat soluğunun gitmesi) olarak adlandırılır (ER, XIII, 439). Vedalar’daki boyutuyla hayat tipik bir natüralist inanç çerçevesinde işlenmiştir. Bununla birlikte Vedalar sonrası Vedanta literatüründe asu yerine “prāna” (soluk) adı tercih edilerek hayatın kaynağı konusu üzerinde ayrıntılı şekilde durulmuştur. Vedanta okullarına göre insana hayat veren unsur prāna adını alır ve fonksiyonlarına göre hayatın özünü teşkil eden “prāna”, bu özün bedendeki dolaşımını kontrol eden “vyāna”, bedendeki boşaltım sisteminin işleyişini düzenleyen “apāna”, bedenin mânevî varlık alanıyla ilişkisini sağlayan “udāna” ve biyolojik metabolizmayı düzenleyen “samāna” olmak üzere beş bölüme ayrılır (a.g.e., XI, 483-484). Öte yandan Hinduizm’e göre biyolojik hayatı sürdüren prāna ile, ruh göçüyle nakledilen jīva arasında belli bir ayırım yapılır. Jīva evrensel ruh Atman’ın bir parçası ise de insana hayat bahşeden unsur değildir. Jīva bir anlamda nirvanaya ulaşıncaya kadar varlıkların özünde bulunan ruhtur. Bu anlamda canlılık prensibi ile alâkası yoktur.

Budizm, anatman doktrini gereği kozmosun yaratıcısı olan soyut bir ilâh kavramını reddettiği için hayatın menşeine yönelik izahları yalnızca dünyevî varlığın sınırları içerisinde kalarak yapmaya çalışmıştır. Böylece insana hayat veren unsur “skandha” kavramı ile ilişkilendirilmiştir. Skandha varlığı idare eden beş biopsişik unsurun (rūpa, vedanā, samjñā, samskāra ve vijñāna) oluşturduğu cismanî bir kümenin adıdır. Bu beş unsur varlığa ait her şeyi kontrol eder (The Encyclopedia of Eastern Philosophy and Religion, s. 335; ER, XIII, 441-446). Bununla birlikte varlıklara canlılık veren unsur “samskrita dharma” adını alan atomik bir yapıdır (The Encyclopedia of Eastern Philosophy and Religion, s. 299, 307; ER, IV, 334). Canlılara hayat veren bu unsur skandhalar ile birlikte çalışır.

Taocu olsun Konfüçyüsçü olsun bütün Çin literatüründe canlılara hayat veren unsur “ch’i” adını alır. Bu güç yalnızca insanlara ya da hayvanlara canlılık vermez; zira Çin düşüncesine göre taş, toprak veya kozmosu oluşturan her şey canlıdır; ch’i bütün kozmosu ayakta tutan evrensel enerjidir (a.g.e., XIII, 448). İnsan söz konusu olduğunda bu gücün bulunduğu yer göbek bölgesidir (The Encyclopedia of Eastern Philosophy and Religion, s. 69). Bu hayat kaynağının ilk şekli, evrendeki erillik ve dişillik özelliklerini temsil eden yinyang prensiplerinin henüz ayrılmadığı bir zamanda mevcut olan ilk enerji “yüan ch’i”ye kadar ulaşır (a.g.e., s. 432). Daha çok ruh anlamında kullanılan “han” ve “p’o” kavramlarının ise hayat verici unsurla bir ilişkisi yoktur (ER, III, 238, 239).

Eski Ahid’de hayat kavramı ile alâkalı olarak birbirine yakın anlam taşıyan, hatta bazı durumlarda eş bir anlama bürünen dört kelime kullanılır. Canlı taşıyan özne için kullanılan umumi kelime “hayyim”dir. Hayyim aynı zamanda Elohim’in sıfatlarından biridir (Tesniye, 5/26; Yeşu, 3/10; I. Samuel, 17/26; II. Krallar, 19/4). Rüzgâr ya da soluk anlamına gelen “ruah” kelimesi, Tekvîn’deki (1/2) ifadeden anlaşıldığı kadarıyla dirilik veren unsurdan ziyade ruh ya da kişide bulunan kalıcı bir öz kavramının karşılığıdır (I. Samuel, 16/15-16, 23; 18/10; 19/9; I. Krallar, 22/21). Canlılığı sağlayan ya da hayat verici güç anlamında kullanılan esas kelime ise “nefeş”tir. Bununla birlikte bu hayat gücünün kendi başına bir önemi yoktur; nefeşi insana bahşeden ve geri alan bizzat Tanrı’dır (I. Samuel, 2/6; Eyub, 4/9; 34/14; Mezmurlar, 49/8-9). Nefeşin bedende ikamet ettiği yerin genellikle kalp ya da kan olduğu düşünülmüştür. Milâttan önce III. yüzyıldan itibaren yahudi hikmet literatüründe ayrıntılı şekilde işlenen hayat kavramı Zohar’da zirvesine varmıştır. Zohar, “sefirot” kavramı ile kâinattaki her şeyi canlı ve şuurlu varlık olarak yorumlamıştır (IDB, III, 124, 126). Nefeş kelimesiyle birlikte kullanılan “neşama” terimi yaşamak için alınıp verilen soluğu ima eder (Tekvîn, 2/7).

Yeni Ahid’deki hayat kavramı genel olarak yahudi düşüncesindeki anlayışı yansıtır. Grekçe Yeni Ahid’de hayat için kullanılan kelime “psühe”dir. Hayatı veren ve alan Tanrı’dır (Matta, 16/16; 26/63; Luka, 12/20; Yuhanna, 6/68-69; Korintoslular’a İkinci Mektup, 1/9). Umumiyetle hem Yahudilik hem Hıristiyanlığa göre yaşanan hayat ebedî hayata hazırlayıcı bir geçiş süreci olarak algılanmıştır.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Kur’an’da bizlere takdim edilen müminler, yaratılış gaye ve hikmetinin farkında olanlardır. Gördüklerine duyduklarına, yaşadıklarına tefekkür, tezekkür ve ibret nazarıyla bakanlardır. Kulluk ve ibadet bilinciyle yaşayanlardır. Namazlarını, şuur ve huşuyla eda ederek, miraç bilenlerdir. Zekâtı sırf Allah rızası için, gönülden verenlerdir. Oruçlarını kötülüklere kalkan kılanlardır. Rahmân’ın has kullarıdır müminler. Kalpleri, Allah’ı hamd ve zikirle mutmain olur. O’nun ismi anıldığında yürekten, derin bir saygı duyarlar. Allah’ın âyetlerine, emir ve yasaklarına kör ve sağır kesilmezler. Bütün bunları doğru anlamaya, en güzel şekilde yaşamaya gayret gösterirler.

Tevazu sahibidir müminler. Kibirlenmezler. Gururlanmazlar. Üstünlük taslamazlar. Vakurdurlar. Dünya ve âhiretlerine faydası olmayan boş söz, tavır ve tutumlardan uzak dururlar. Cahillerin sataşmasına sadece “selâm!” diyerek karşılık verirler. Tevekkül ehlidir müminler. Sadece Allah’a dayanıp güvenirler. Sadece O’ndan yardım isterler. Hata ve günahlarına tövbe ederler. Yanlışlarını bilerek, ısrarla sürdürmezler. Her daim sabrı kuşanırlar. Zorluk ve musibetler karşısında yılmazlar, ümitlerini yitirmezler. Hayatın bir imtihan olduğu bilinciyle,

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ “Biz her şeyimizle Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz.” diyerek teslimiyet ve metanetlerini dile getirirler. Öfkelerini yenerler. Kendilerine yapılan kötülükleri affederler.

Müminler, doğruluğu, sadakati kendilerine şiar edinirler. Yalandan, yalancı şahitlikten, aldatmadan kaçınırlar. Verdikleri sözden kesinlikle dönmezler. Emanete asla ihanet etmezler. Hak ve hukuktan ayrılmazlar. İffet ve haysiyetlerini korurlar. İnsanca bir yaşam uğrunda mücadeleden bir an olsun geri durmazlar. Yoklukta ve varlıkta Allah yolunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmazlar.

Birbirlerinin dostları ve kardeşleridir müminler. Birbirlerini yalnızlığa terk etmezler. Başkalarının kötülüğünü istemezler. Şerde değil, hayırda yarışırlar. Kötülükte değil, iyilikte yardımlaşırlar. Şefkat ve merhameti elden bırakmazlar. Zulme, şiddete, vahşete geçit vermezler. Birbirlerinin saygınlığına gölge düşürmezler, hadlerini aşmazlar. Hiçbir zaman itidalden ayrılmazlar. Nazargâh-ı İlahî olan gönlü incitmezler. Hele hele Allah’ın mükerrem ve haram kıldığı bir cana asla kıymazlar.

НАШИДУЛЬ ИСЛАМ 🔴 СБОРНИК НАШИДОВ

Dua, tembel, sorumsuz, şuursuz, cesaretsiz bir insanın boynunu büküp de yalvarmasının adı değildir. Bilakis dua, azmin, gayretin, halis niyetin adıdır. Dua, sadece dil ile ifade edilen kalıp cümlelerden ibaret değildir. Tefekkür, aklın duasıdır. Aşk ve merhamet, kalbin duasıdır. İstiğfar ise sadece dilin duasıdır. Akıl ve kalp duaya durmadan dilin duası fayda etmez. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s), şöyle buyurmuştur: “Allah’a, kabul edileceğine gerçekten inanarak dua ediniz. Biliniz ki Allah, ciddiyetten uzak ve umursamaz bir kalp ile yapılan duaları kabul etmez.”

DUA
Dua, yüce değerlere talip olmaktır. Peygamberimizin bizlere öğrettiği dualarda sadece maddi ihtiyaçları istemek yoktur. Bilakis O’nun dualarında ahlak ve erdemi, insanı yücelten faziletleri istemek vardır. O’nun duaları, toplumda sevgi, saygı, muhabbet, merhamet, adalet ve huzurun teminine yöneliktir. O’nun duaları alçaklıktan, zillet içerisinde ve başkasına muhtaç olarak yaşamaktan; ahlaksızlıktan korunma isteğidir.

Şu fâni dünyada bizleri huzura erdiren; zorluklar karşısında direncimizi artıran; ümitlerimizi ve istikbale dair ideallerimizi diri tutan büyük bir nimet vardır. Bu nimetin adı “dua” dır. Dua, Yüce Rabbimizin bizlere bahşettiği bir rahmet ve bereket kapısıdır. Dua, Allah’a iman ve teslimiyetimizin, kulluk bilincimizin bir ifadesidir. Bizleri bir an olsun terk etmeyen, yalnız bırakmayan bir Rabbimiz olduğu şuurunun tezahürüdür. Hamd ve şükür ile Allah’ın yüceliği karşısında acizliğimizin itirafıdır dua.

Dua, varoluşun keşfidir. Bizler dua ederken neye muhtaç olduğumuzu, sınırlarımızı, maddi ve manevi imkânlarımızı fark ederiz. Haddimizin ve takatimizin, yaratılış gayemizin, sorumluluklarımızın farkında olduğumuzu dile getiririz. Kendimizi biliriz, Rabbimizi biliriz. قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ yani “Resûlüm! De ki: Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” âyetinde belirtildiği gibi Rabbimizin katında duamızla daima değer buluruz.

Dua, hem bir davettir, hem de davete icabettir. Rabbimiz, اُدْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ … “Bana dua edin ki, duanıza icabet edeyim.” buyurarak bizleri duaya davet etmektedir.  اُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ“Bana dua ettiğinde dua edenin dileğine karşılık veririm.” âyetiyle de duamıza icabet edeceğini müjdelemektedir. Yeter ki bizler, bu bilinç içerisinde Rabbimize dua edelim. O’nun rızasını, yardımını, bereketini, affını isteyelim.

Dua, kulluğumuzun Allah’a arzıdır. Dualarımızla Allah’ın emrine ve kararına razı olduğumuzu dile getiririz. Esasen bütün ibadetlerimiz, O’nun rızasını murat ederek yakarmaktır. Biliriz ki; bütün ibadetlere ruh ve anlam katan duadır. İbadet, yani kul olma bilinci, duayla tamamlanır. Bu yüzdendir ki; Peygamberimiz (s.a.s), الدُّعَاءُ مُخُّ الْعِبَادَةِ yani “Dua, ibadetin özüdür.” buyurmuştur.

Resul-i Ekrem Efendimizin öğrettiği duaları da vesile kılarak Rabbimize şöyle niyazda bulunalım:

Allah’ım! Senden hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliği istiyoruz. Allah’ım, bozgunculuktan, nifaktan ve kötü ahlâktan sana sığınıyoruz. Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, ürpermeyen kalpten, doymak bilmeyen nefisten ve kabul edilmeyen duadan sana iltica ediyoruz. Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ver. Ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru.

İmtihan, insanın bireyselleşme sürecinde yaşadığı olaylara karşı bakış açısını, tutumunu ve sorumluluğunu ifade eden bir kavramdır. Bu yönüyle insan hayatının tümü, Kur’an-ı Kerim’de bir denenme alanı olarak belirlenmiştir. Kur’an’da insan, Allah’ın diğer varlıklardan ayrı ve özel olarak yarattığı bir varlık olarak tanımlanır.

Bu bağlamda insanı, diğer canlılardan ayrı kılan birtakım özellikleri vardır. Bunlar akletme, bilme, bilgi üretme, konuşma, özgürce eylemde bulunma vs. gibi özellikleridir. İnsan, bu niteliklere sahip olması ve bunlara uygun davranması bakımından da “en güzel şekilde yaratılan varlık” olarak nitelendirilmiştir. İnsan,  kapasitesinin bir gereği olarak, gerçekleştirdiği eylemlerinden ve yaşamı boyunca keşfettiği hakikate uygun davranıp davranmamasından sorumludur. Bu sorumluluk, yapılması ya da yapılmaması gereken davranışlar insanın imtihan olgusunu oluşturmaktadır. İnsanın denenme sürecinin adil bir şekilde gerçekleşmesi için Allah, insanı doğru yola iletmek üzere peygamberler ve kitaplar göndermiş, peygamber göndermedikçe hiçbir topluma azap etmeyeceğini taahhüt ederek, insanın görevini kolaylaştırmıştır.

Kur’an’da insanın imtihan edilmesi; imtihan, bela, fitne ve musibet gibi farklı kelimelerle de ifade edilir. İmtihan kavramının iyi anlaşılması için bu kavramların da iyi bilinmesi gerekir. İmtihan kelimesi “ن-ح-م” kökünden türemiştir. Bu kelimenin isim hali olan “mihne” ise deneme, imtihan etme, kişinin kalbinde gizlediği şeyi öğrenmek amacıyla denemek gibi anlamlara gelir. İmtihan kelimesi Kur’an’da iki yerde geçer. Bunlardan Mümtehine Suresi’ndeki “Onları imtihan ediniz” ifadesini, “Kalplerinin dilleriyle söylediklerine uygun olduğuna kanaat getirinceye kadar sınayın” şeklinde yorumlamaktadırlar. Bu yorum iman ile eylem arasındaki tutarlılığı belirlemesi açısından imtihanın niteliğini ortaya koymaktadır. Diğer bir kelime olan bela kelimesi “و-ل-ب” kökünden türemiştir.

Kur’an’da bu kelimenin kullanımı; kişinin iyi ve kötü yönlerini ortaya çıkarma, her şeyin ortaya çıkması, dökülmesi anlamlarıyla yer almaktadır. İnsanın denenme süreci hem hayır hem de şerle gerçekleşmektedir. İmtihanı ifade eden bela kelimesi, insanın sahip olmaktan hoşlandığı, beğendiği ve kendisine zevk veren şeylere karşı gösterdiği tutumu hem de ona zarar veren hoşuna gitmeyen şeylere karşı gösterdiği tutumu içermektedir. Fitne kelimesi ise “ن-ت-ف” kökünden türemiştir. Daha çok zorluklarla ve sıkıntılarla denenmeyi ifade eden fitne kelimesi, insanın kötü olan imtihanlarını kapsar. Son kavram olan musibet ise “ب-و-ص” kökünden türemiştir. Musibet insanın iradesi dışında meydana gelen sıkıntıları, imtihan çeşitlerini ifade eder. İmtihan, bela, fitne, musibet kelimelerinin, Kur’an-ı Kerim’de ele alınan bağlamlarından yola çıkarak insanın denenmesinin iki boyutu olduğu söylenebilir.

Bunlardan ilki denenme alanının ve denenen varlığın denenmeye uygun bir yapıya sahip olmasının takdir edilmesi ve bu takdire uygun olarak yaratılmasıdır. İkinci boyutu ise, denenen varlığın denenme konularını, sürecini anlamlandırması, bu anlamlandırmaya bağlı olarak yaşaması, olaylar karşısındaki tutum ve davranışları, bu süreç içerisinde bilinçli olarak gerçekleştirdiği davranış değişiklikleri, bireyin bizzat eğitilmesi ve dindar bir birey olarak kendini yeniden inşa etme çabası oluşturmaktadır.

Kişilerin kader algısı imtihan algılarını da belirlemektedir. Yani Allah tek tek bütün insanlara özel imtihanlar mı belirliyor yoksa belirli yasalar çerçevesinde insanın imtihan alanlarını mı oluşturuyor. Bu soruya verilen cevap oldukça önemlidir, çünkü tek tek her insana verilen bir imtihan şekli kabul edildiğinde insanın kendi yaptığı hareketlerden sorumluluğu kalkacak ve zaten bu olayları Allah tarafından yaşadığını ileri sürecek ve kendisi sorumlu olmaktan kurtulacaktır. 

Bu kader algısı insanı etkisiz hale getiren ve onun tercihlerini hiçe sayan bir Allah tasavvuruna yol açmaktadır, ama insan yaptığı tercih ve eylemlerden sorumludur. Allah dünya hayatında bir takım kurallar koymuş ve insanın karşısına tercihler çıkarmıştır. İnsanın imtihanı da burada başlıyor; konulan yasalarda ve önüne gelen tercihlerde Allah’ın yolundan kendini alıkoyacak seçeneklerden uzak durduğunda imtihanı kazanmış olacaktır. Kader ile imtihan arasındaki ilişki bu yüzden çok önemlidir. Sorumluluktan uzak bir kader algısı belirlendiğinde imtihandan bahsetmek mümkün olmaz. 

İmtihan tek bir alanda değerlendirmeye tabii değildir. Kur’an’da insanın bütün hayatı deneme alanı olarak nitelendirilmiştir. “Her canlı ölümü tadar, bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz ancak bize döndürüleceksiniz.” “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile deneriz.” “Andolsun ki mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz.” “Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfat Allah’ın katındadır.” Aşağıdaki ayetlerde de belirtildiği gibi imtihan sadece iyilik ve kötülükle değil can, mal, evlat, korku, açlık, ürünlerden azaltma, rızkı daraltma, hastalıkla, savaşla vb. şeylerle de gerçekleşebilmektedir.

Hayr, sağlık, mutluluk, zenginlik, evlat, nimet gibi insanın hayatını güzelleştiren her şey; şerr ise fakirlik, hastalık, savaş, ölüm, acı veren olaylar ve sıkıntılar gibi insanın hayatı boyunca karşılaştığı kötü olayları içermektedir. Allah insanı hem sabrı gerektiren nimetlerle hem de şükrü gerektiren nimetlerle sınar bu durum imtihanın gereği olarak insanın hayatındaki her hali kapsar. İnsanın iyilikle denenmesi onun düşüncesi ile yeni şeyler ortaya koymasını ve o iyi olanın rehavetine kendini kaptırıp kaptırmaması; kötülükle denenmesi ise ondaki kötüye yönelme gücünün kontrol edebilmesi ve o kötülükle başa çıkıp çıkmamasının kontrol edilmesi olarak ifade edilebilir. 

İnsanın her iki durumda da bilinçli olarak hareket edip etmemesi başka bir deyişle Allah yolunda hareket edip etmemesi denenmektedir. İnsanın nimetle imtihan edilmesinin sebebi, Allah’ın insana verdiği nimete şükürle karşılık verip vermeyeceği amacına bağlıdır. Dünya nimeti olarak anılan ve insan hayatına farklı boyutlar katan servet ve evlat sevgisinin imtihan sebebi olması, insanı Allah’ı anmaktan alıkoyması yönüyledir. Yani kişinin serveti ve evladına düşkünlüğünü arttırıp ona asıl bu nimetleri bahşeden Allah’ı anmaktan ve ona şükretmekten vazgeçip vazgeçmeyeceği denenmektedir.

İnsan yaşamı boyunca kendi özgür iradesi ile yaptıkları, kimi zaman da kendi dışındaki insanların etkisiyle denenmektedir. Çünkü insan etkiye açık bir varlıktır. Birinin yanlış bir hareketi sonucunda insanlar sakat kalabiliyor veya ağır hastalıklarla karşılaşabiliyorlar, bu durumda insanın takınması gereken tavır insanın etkiye açık bir varlık oluşunu kabul etmesi ve bu zorlu süreci Allah’tan yardım isteyerek sabırla atlatmaya çalışmasıdır.

İmtihan, insan yaşamının tümünü içermesi bakımından uzun soluklu bir süreçtir. Bu sürecin başarı ile sonuçlanabilmesi için kişinin bu denenme sürecini bir imtihan olarak algılaması gerekmektedir. İmtihan sürecinde tövbe ve tevekkül ana iki kavramdır. İnsanın hatalarını kazanca dönüştürmesinin yolu, yapılan hataları bir daha yapmamak üzere pişman olması, bu süreçten ders çıkarması ve bu süreci kendisi için eğitici yapıya dönüştürmesidir.  İnsan bütün sınırlılıklarına rağmen en güzel şekilde yaratılmış bir varlıktır. İnsanı insan yapan şey sınırlılıklar içerisinde mümkün olanı, kendisine yakışan şeyi yapmaya çalışması ve bu yolda çaba harcamasıdır.

İnsanın bütün imtihanlarında ön planda olan kavram “sabır”dır. Birey Allah’ın varlığının farkına vararak ve bu dünyanın geçici bir yer olduğunu kabullenip bütün bu imtihanlara sabırla karşılık vermesi gerekmektedir.

Awakening Music – February Hits 2021

Özde Ben Bir İnsan Olmaya Geldim

İnsanoğlu, et ve kemik yapısına ilâveten, ruh ve gönülle tamamlanmış karmaşık bir varlıktır. Diğer canlılardan ayrıldığı irâde vasfı ise, ona “halîfelik” vazifesi yüklemesi yanında, gönül dünyasını şekillendirmesini de sağlamaktadır. Yaratmış olduğu canlıları çok seven, onlar tarafından da çok sevilen “el-Vedûd” olan Rabbimiz; kullarının da aynı ölçüde sevmesini, sevginin tezâhürü olan merhametle yaşamasını istemiş, bu sebeple onlara kendi rûhundan üflemiştir. Bu vesîle ile bütün insanlık, hep birlikte dayanışma ve sevgi ile yaşamaya muhtaçtır.

Hayatta her şey sevgiyle doğar, sevgiyle yaşar ve sevgiyle kavuşur Mahbûbuna… Dünyaya sevgi basamağıyla adım atan her canlı için, yaşarken en büyük gıda sevgidir. Sevgi bedene kan, rûha enerji, hayata heyecandır. Bütün canlılar âleminde görülen bu sevgi tezâhürünün en bâriz misâlini, iki ayrı cins, iki ayrı fıtrat ve iki ayrı kültürden gelen eşler arasındaki sevgide görürüz. Sonra anne ve çocuk sevgisinde… Birbirlerini Allah için seven İslam kardeşliği sevgisine ise, tarifler kifâyetsiz kalır

Yeryüzündeki bütün canlılar da sevgiyle yaratılmışlar ve sevgiyle hayatlarını devam ettirmektedirler. Yüksek dağlarda keskin kayalarda açan rengârenk çiçekler, hep sevgiliye olan muhabbetlerinden açarlar, yaz-kış demeden… Issız denizlerde gelip giden dalgalar, her seferinde aşkla vururlar başlarını kıyıya gece ve gündüz… İpek böceğinin sevgisi ise dillere destandır. Bütün bir ömrünü adamıştır kozasına sevgiyle…Sevmek ve sevgiyle yaşayabilmek, insanın sahip olduğu en büyük zenginliktir. Sevgi, sevene hayat kaynağı, sevilene dinamizmdir. Sevgi, yolları aydınlatan bir ışık, toplumu yıkayıp arındıran bir rahmet, besleyip büyüten bir gıdadır.

Sevgi gibi bol kazançlı bir ticaret ve zengin eden bir sermaye yoktur. Sevgi, ilâhî bir tılsımdır; girdiği her yere inanmayı, güvenmeyi ve hoşgörüyü getirir.

Sevgi, bütün güzelliklerin tohumudur. Yüreklere bir atan, bin bulur. Sevgiyle yola çıkan her yolcu engelleri aşar, menzillere ulaşır.

Sevmek, her kişinin değil; er kişinin hakkıdır. Sevmeyenler, gerçek mânâda yaşamayanlardır. Onlar ölü ruhlardır. Hayatı mânâsız ve tatsız duygularla âdeta bitkisel hayatta geçirirler. Gönüllerinde sevginin yerini süflî duygular kapladığı için kendileriyle dahî çatışma içindedirler. Çevrelerine asabî ve agresif bakarlar. Güzellikler yerine hep olumsuzluklar takılır objektiflerine… Yürekleri sevgiden fakir kaldığı için çoraktır; ümitler yeşermez. Âmâdır onlar, nîmet ve hayırları görmez; kendilerinden de insanlar hayır ve güzellik görmez. Kısır dünyaları daima güdük kalır.

Sevgiyle yaşayarak çevresine sevgiyle bakabilmek, günümüz insanlarının en fazla özlediği şeydir. Vaktinde yetişemeyen yığınla dünyevî işlerimiz, bizleri bir tebessümün dilencileri kılarken selâma ve hasbihale de hasret bırakmıştır. Sabahleyin aceleyle evden çıkarken “Hayırlı sabahlar!”ı, akşam eve dönerken “Hayırlı akşamlar!”ı hep unutmuşuzdur; esirgemişizdir etrafımızdan… Yoğun gündem programları, âile efrâdını aynı sofra etrafında toplamaya izin vermez birçok akşamlar… Kapitalist sistemin yorgunlukları ise, kaldırmıştır artık komşu gezmelerini, arkadaş sohbetlerini ve akraba ziyaretlerini… Saraycıkları andıran evlerimiz misafir kabulüne bir türlü müsait olamaz… İşçi ve memurlar işyerlerinde sevgisiz, stresle çalışırken, çocuklar okulda şiddete meyyâl, evde hanımlar, sokakta yetişkinler agresif kişilik yapısı sergilemektedirler. İşgaller, toplu ölümler, ağlayan mazlumlar ise cabası…

Âciz, küçük, zayıf, câhil, unutkan, zâlim, nahif olan insanoğlunun dünyada her şeye yetişmesi ve her şeyin en iyisini elde etmesi mümkün değildir. Ama insan, bu zayıflığına rağmen birçok zaman unutur bu özelliklerini… Hep “daha fazlası”, “daha iyisi” diye koştururken ayağına takılan hayırları göremez. Bu arada eşini, evlâdını, komşusunu, sevgisini ihmal ediverir, farkında olmadan… Bunlara vereceği selâm ve muhabbetten mahrumiyet ise en fazla insanın kendisini yaralar, kurutur tâbiri câizse. Nitekim insan fiziğinden daha evvel metafiziğiyle, yani rûhu ve gönlü ile insandır. İnsanı yeşertip besleyen; kabuğu, kürkü değil; özü, içidir. Bu vesîle ile Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Canım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, sizler îman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de îman etmiş olmazsınız…” buyurmaktadır. (Müslim, Îman, 93-94; Tirmizî, Et’ime, 45)

Dünya ve dünyalık fitnelerle imtihan edilen günümüz insanı, bütün müslümanları ivazsız ve garazsız sevip kucaklayacak bir îman tazelemesi yapmak durumundadır. Madem ki aynı Rabbe iman edip aynı Peygambere ittiba edilmekte; gayrısı düşünülmeden yürekler açılabilmelidir. Nitekim herkes zaten kendi hesabını kendisi verecektir. Her sabah şairin dediği gibi söyleyerek yola revân olunmalıdır:

İkilik kinini içimden atıp, Özde ben bir insan olmaya geldim. Taht kuralı âriflerin gönlüne, Sözde ben bir insan olmaya geldim. Serimi meydana koymaya geldim. Âşık Nimri Dede

İnsan Olmaya Geldim Şiiri

Hiçbir söz, “sevgi” sözü kadar kulağa hoş gelmez, kulağımızı okşamaz. Yüzyılların deneyi,  sevginin insanlara yaklaşmada, onları kazanmada ve yönlendirmede sihirli bir güce sahip olduğunu göstermiştir. Hiçbir şey, hiçbir araç insanları etkilemede sevgiden üstün bir yöntem olamamıştır. Bunun içindir ki, Yüce Allah’ın insanoğluna dinlerin en mükemmeli olarak gönderdiği, sonsuzluk ve saadet dini İslam’ın tebliğ bayrağı, temel dinamiği sevgidir.

Dinimiz başta insan, her varlığa, her yaratığa sevgi ile yaklaşır. İslam’ın yayılmasında sevgi, bağışlayıcılık ve merhamet kadar tesirli olmuş bir metot yoktur. Rakiple, hasımla anlaşmazlıkların, problemlerin çözümünde bile; iyiliği, sevgiyi, sevgi ağırlıklı tüm yöntemleri denemeden güç kullanmaya kalkışmak İslam siyasetinde yoktur. Güç kullanmak kaçınılmaz hale geldiğinde de, bunun en güzel şekilde, adaletle, asla zulüm ve işkenceye sapmadan yapılması da bu siyasetin bir parçasıdır.

İslam’da sevginin her şeklinin yeri ve değeri vardır. Öncelikle mücerret sevgi duygusu yüceltilmiştir. Sonra insanın insanı, insanın Allah’ı ve Allah’ın insanı (kulunu) sevmesi söz konusu edilmiştir. Bu sevgi çeşitlerinden bizi esas ilgilendiren, Allah’ın kulunu sevmesidir. Bazı zihinlerde yerleşmiş olan, İslam’da Allah’ın hep tehdit eden, ceza veren, cehenneme atan Tanrı oluşu, bu konuda oluşturulan ve yayılan hava kesinlikle yanlıştır. Kuran’da tehdidin, cezanın, hesap görmenin yer aldığı bir gerçektir ve tamamen normaldir. Allah, sonsuz egemenlik sahibidir. Bunun sonucu olarak kulları için bazı kayıtlar, sınırlar, yasaklar koyması; koyduğu sınırları tecavüz eden, yasakları çiğneyenler için cezalar ön görmesi insaf sahipleri için anlaşılmaz bir şey değildir.

Âlemlerin Rabbi ve tek hâkimi olan Allah Teâlâ kullarının selameti için kötülükleri göstermiş, onlardan uzak durmayanlara tehditler yöneltmiştir. Bu, madalyonun bir yüzüdür. Madalyonun bir de çok daha net ve berrak olan öbür yüzü vardır. Buna göre, İslam’ın inanılmasını emrettiği Allah; kullarını çok seven, onlara çok acıyan, çok merhamet eden, çok bağışlayan, onları hep kollayan bir Tanrı’dır. Kuran’da Allah (c.c.)’ın en belli, en göze batan, en sık vurgulanan sıfatları bunlardır. Cenab-ı Hak, en ağır, en batırıcı günahları işlemiş olanları dahi kapsayıcı şekilde rahmetinden ümit kesilmemesini, bağışlayıcılığının sınırsız olduğunu ilan ediyor. Kur’an, Zümer, 53.

De ki: -Ey kendilerine karşı günah işlemekte aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlayıcıdır. O, çok bağışlayıcı ve merhametlidir. Zümer 53 / Şaban Piriş

Yüce Rabbimiz birçok ayette, günah işleyenlerin, kötü yola sapanların, sonra yaptıklarından samimi olarak pişman olup bağışlanma dilediklerinde bunun kabul edileceğinin müjdesini veriyor.

Peygamberimiz (s.a.v.)’in hayatı, bu ilahî sevginin, affediciliğin somut hâlidir. Onunla herhangi bir nedenle karşılaşıp, maddi veya manevi bir alışverişte bulunup da onun engin sevgisine, müsamahasına, nezaketine şahadet etmeyen yoktur. O, sevgi ile nefret, kolaylık ile zorluk, yumuşaklık ile sertlik ve benzerleri arasında bir tercih zorunda kaldığı zaman daima birincileri, yani sevgiyi, kolaylığı, yumuşaklığı, insanların lehine olanı tercih etmiştir. Biz ümmetine de, “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; sevdirin, nefret ettirmeyin” buyruğunu vermiştir.

İSMAİL ÖZCAN

Allah’ın sevgisine ulaştıracak şeyleri sevmek ki bunlar, Kur’an’da ve sünnette Allah’ın sevdiği bildirilen amellerdir. Yüce Rabbimiz, Muhsinleri(her çeşit iyilik sahiplerini) Muttakileri (Allah’a duyduğu derin saygı ve korku ile günahlar’dan sakınıp Allaha itaat edenleri)[9]adil davranan mü’minleri, sabreden mü’minleri, Mütevekkilleri(her konuda Allah’ güvenip, işlerin sonucunu Allah’a havale edenleri) (Maddi manevi olarak)temizlenenleri, kendi yolunda cihad edenleri, yani canla malla ve türlü vasıtalarla insanla İslam arasındaki engelleri kaldırmak için var güçleriyle mücadele edenleri, tevbe edenleri,mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu olanları sevdiğini bildirmekle bizleri bu zümrelerin amellerine teşvik etmektir.

Sevgili peygamberimizde Hadis-i Şeriflerinde, iyi geçimli olup, kendileriyle kolayca kaynaşılan, insanlara daha çok faydalı olan, maddi ve manevi olarak güçlü olan, güzel ahlaklı olan, cömert olan, yumuşak davranışlı olan, Allah’a kavuşmayı arzulayan, hayâ ve iffet sahibi olan, Ebrar yani kelimenin bütün ağırlığıyla iyilerden olan, gönlü zengin olan, doğru sözlü, emanete sadık olan ve komşusuna eziyet etmeyen, işlerini düzgün ve sağlam yapan, bütün işlerini Allah için yapan ve birbirlerini Allah için seven, Allah’a çok dua eden mü’minleri Allah’ın sevdiğini bildirmiş; ayrıca imanı, sıla-i rahimi (akraba ve eş dostu görüp gözetmeyi) iyiliği emredip kötülüğü sakındırmayı, az da olsa devamlı yapılan ibadeti, namazı, ana-babaya iyiliği ve cihadı, Allah’ı daima zikretmeyi (Zat’ını, emir ve yasaklarını hatırlamayı) Allah için sevmeyi ve kızmayı, bir müslümanı sevindirmeyi de[36]Allah’ın sevdiği ameller içinde saymıştır.

Son olarak şunu belirmeliyiz ki Allah’ı sevmenin göstergesi ve ispatı ona itaat etmektir. Allah’a itaat etmek ise O’nun kitabını bize getiren Elçisine (a.s) itaatten geçer. ”De ki (Ey Muhammed) eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…”[Al-i İmran Suresi:31.Ayet]”Kim elçiye itaat ederse aslında Allah’a itaat etmiş olur.”[Nisa Suresi:80.Ayet] İtaati kolaylaştıran ve imanı tatlılaştıran esas kuvvet, Allah sevgisi ve bu sevgiden fışkıran diğer sevgi pınarlarıdır, vesselam…

Hayır, kim sözünü yerine getirir ve (günahtan) korunursa, şüphesiz Allah da korunanları sever. Ali İmran 76 / Süleyman Ateş Meali

İslâm, sevgi dinidir. Sevgiye çağırır, sevgiyle yaşanır. Gözleri görmeyen bir kimse gül bahçesinde de olsa, nasıl rengârenk güllerin güzelliğini fark edemezse, yüreğinde sevgi olmayanlar da İslâm’ın güzelliklerini göremez. Bunlar gönül gözleri kör olmuş, yürek özürlü kimselerdir. İslâm’ın güzelliklerini görebilmek için gözlerimizi açmalı; Kur’an ve Sünnet bahçesindeki eşsiz güzellikleri; önyargısız bir aklın, iyi, doğru ve güzel olanı takdir etmesini bilen sevgiye açık bir gönlün penceresinden seyretmeliyiz

Sevgi varoluş sorusunun cevabı, hayatın özüdür: Kur’an-ı Kerim’de sevgiyi anlatmak için en çok kullanılan kelime “muhabbet” tir. Bu kelimenin “tohum” manasına gelen “hıbbe” kökünden türediğini ileri süren bazı İslâm âlimleri, böylece, sevginin hayat ağacının tohumu, varlık bilmecesinin cevabı olduğunu söylemişlerdir. Sonuç olarak Yüce Allah bizimle birlikte bütün varlıkları kendisini bilip tanımamız,[Muhammed Sûresi 19] en yüce sevgiyle sevmemiz, minnettarlıkla ve saygıyla O’na yönelip ibadet etmemiziçin yaratmıştır. [Zâriyat Sûresi 56]

Allah’ın isimleri arasında birisi vardır ki, diğerlerinden farklıdır. Bu isim “ Vedûd” ismidir. Diğer isimlerin hepsi tek taraflıdır ve sadece Allah’a ait bir özelliği veya O’nun kullarına olan bir ihsanını anlatır. Sözgelimi Allah “Rahim” dir. Kullarına son derece merhametlidir; ama kulları O’na ( hâşâ) merhamet edemez. Allah “Rezzâk”tır. Bütün canlıların rızkını verendir. (Hâşâ) kimse O’na rızık veremez.” Vedûd” ismi ise Allah ile kulları arasında paylaşılan bir isimdir. Allah “Vedûd” tür. İnanan ve iyi işler yapan kullarını sever ve onlar tarafından sevilir. (el- Vedûd: seven ve sevilen )

İslâm’da en yüce sevgi Allah sevgisidir. Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah: ”İnsanlardan bâzıları Allah’tan başkalarını Allah’a denk ( ve eş) tutarlar, Allah’ı sever gibi onları severler. İNANANLAR İSE EN ÇOK ALLÂH’I SEVERLER…” [Bakara Sûresi 165] buyurmuştur. Seven, sevdiğini hoşnut etmek, ona kendisini beğendirmek, sevdirmek ister. İşte bu yüzden, kendilerini yokluktan varlık sahnesine çıkaran Allah’ı her şeyden çok seven inananlar da bütün hayatları boyunca davranışlarında ve yaşantılarında kendilerini Allah’a beğendirmek ve sevdirmek için ellerinden geleni yaparlar. İslâm’ı aşkla yaşarlar.

Bu Hadis-i Şerif, Peygamber Efendimiz (s.a.s)’ in, Hz. Davud (a.s)’dan naklettiği bir duayı haber vermesi sebebiyle iki Nebi’nin ortak sözdür ki bu da ona ayrı bir değer katar. Peygamber Efendimiz (s.a.s) ’ den benzer manada olmak üzere olmak üzere şöyle bir dua da nakledilmiştir:

“Allahım! Beni senin sevginle ve sevgisi Senin yanında bana fayda verecek kimselerin sevgisiyle rızıklandır. Allahım! Sevdiğim şeylerden bana ihsan ettiklerini Senin sevdiğin şeyleri yapmam için bana kuvvet vesilesi kıl! Allahım! Sevdiklerim içinde benden aldığın şeylerin bıraktıkları boşlukları, Senin sevdiğin şeylerle doldurmayı nasip eyle”

EROL DEMİRYÜREK

Comments are closed.