“Eûzü” veya “istiâze” diye bilinen bu cümle, bu şekliyle bir âyet olmadığı için mushafa yazılmamıştır. “Kur’an okuyacağın vakit o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın” (Nahl 16/98) şeklinde buyurulduğu için Kur’an okumaya başlayanlar, besmeleden önce “eûzü…” ifadesini okumak suretiyle bu emri yerine getirmektedirler. Asıl adı İblîs olan şeytan, Allah’ın “Âdem’e secde et!” emrine uymadığı, kendisinin daha üstün olduğunu ileri sürerek emre karşı geldiği için meleklerin vatanından (melekût âlemi) kovulup sürgün edilmiş; o da imtihan dünyasında Allah’ın kullarını, O’nun yolundan ve rızâsından ayırmak için uğraşmayı kendine vazife edinmiştir (A‘râf 7/11-17). Şeytan, kendine uyan diğer cinleri ve insanları da kullanarak vazifesini yapmaya çalışmaktadır (En‘âm 6/112). Ancak Allah’a iman eden, O’na dayanan ve güvenen müminlere şeytanın zarar veremeyeceği ve onlara hükmünün geçmeyeceği ilgili âyetlerde açıklanmıştır (Nahl 16/98-100).
Abdul Basit Sura Fatiha
Envâru’l Kur’ân Dersleri 7.Ders | Fatiha Suresine Giriş | Prof.Dr. Mehmet Okuyan
Envâru’l Kur’ân Dersleri 8.Ders | Fatiha Suresi 2-4.Ayetler | Prof.Dr. Mehmet Okuyan
Envâru’l Kur’ân Dersleri 9.Ders | Fatiha Suresi 5-7.Ayetler | Prof.Dr. Mehmet Okuyan
Nouman Ali Khan Rediscovering The Fatihah Full
Şeytanın insandan en uzakta olması gereken zaman olan Kur’an okuma halinde bile –okumaya başlarken– eûzü çekmek tavsiye edildiğine göre diğer işlere başlarken bunu yapmanın daha da gerekli olacağı anlaşılmaktadır. Kötülüğe karşı bile iyilik yaparak insanlardan gelecek belâyı defetmek, eûzü çekerek de şeytandan gelecek olan vesvese ve kışkırtmayı kendilerinden uzaklaştırmak Kur’an’ın, müminlere tavsiyeleri arasında yer almıştır (bk. Mü’minûn 23/96-98)
Kul herhangi bir davranışta bulunurken, önemli bir işe teşebbüs ederken önce eûzü çekerek muhtemel olumsuz etkileri defetmekte sonra da besmeleyi okuyarak “kendinin tek başına yeterli olmadığını, başarı ve gücün ancak Allah’tan gelebileceğini, Allah’ın yeryüzünde halife kıldığı bir varlık olarak O’nun mülkünde, O’nun adına tasarrufta bulunduğunu, asıl mâlik ve hâkim olan Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa emanete hıyanet etmiş olacağını…” peşinen kabul etmekte ve bundan güç almaktadır. Burada tevhid cümlesinin mânası da üstü kapalı olarak mevcuttur. Zira nasıl ki tevhid cümlesinde “lâ ilâhe” denilerek önce bütün sahte tanrılar zihinlerden siliniyor, sonra da “illallah” ifadesiyle hakiki, tek, eşi ve benzeri bulunmayan Tanrı (Allah) kalbe ve zihne yerleştiriliyorsa, eûzü besmele çekildiğinde de önce kulluk ilişkisine engel olan kirli çevre temizleniyor, sonra da bu ilişkinin en uygun anahtarı kullanılmış, doğru kapılar açılmış, sağlıklı bağ kurulmuş oluyor.
Allah yerine “tanrı”, rahmân yerine “esirgeyen”, rahîm yerine de “bağışlayan” kelimelerinin kullanılması bu isimlerin anlamlarını tam olarak karşılamaz. Çünkü Allah ismi, bu isme hakkıyla lâyık olan “tek, eşsiz, benzersiz, bütün kemal sıfatlarına sahip ve eksikliklerden uzak, varlığı zaruri (olmazsa olmaz), yokluğu düşünülemez” olan yüce zâta mahsustur, bu sıfatları taşımayan hiçbir varlığa Allah denemez. Halbuki insanların uydurdukları, kendilerine göre bazı nitelikler yükledikleri mâbudlara tanrı denebilir. Başka bir deyişle tanrı kelimesi Allah için de kullanılabilir, halbuki Allah ismi O’ndan başka hiçbir varlık için kullanılamaz ve Arap dilinde de kullanılmamıştır.
Kur’an dilinde rahmân sıfat-ismi de Allah’a mahsustur, başka hiçbir varlık için kullanılmamıştır. Rahmân “en uzak geçmişe doğru bütün yaratılmışlara sonsuz ve sınırsız lutuf, ihsan, rahmet bahşeden” demektir. Rahmân, rahmetiyle muamele ederken buna mazhar olan varlığın hak etmesine, lâyık olmasına bakmaz, bu sıfatın tecellisi yağmur gibi her şeyin üzerine yağar, güneş gibi her şeyi ısıtır ve aydınlatır. Rahîm “çok merhametli, rahmeti bol” demek olup bu sıfatla kullar da nitelenebilir. Allah’ın rahîm sıfat-ismi O’nun, daha ziyade kullarının gelecekte elde etmek üzere hak ettikleri, lâyık oldukları sınırsız rahmetini, lutuf ve merhametini ifade etmektedir. “Esirgemek” ve “bağışlamak” bu sonsuz, engin ve etkisi çeşitli rahmetin ancak bir parçası, etkilerinin yalnızca bir çeşididir.
Dilimizde övme ve teşekkür etme, Arapça’da medih ve şükür kelimelerinin hamd kelimesine yakın mânaları bulunmakla birlikte bunlar arasında birtakım ince farklar da vardır. Methetme (övme) bir iyilik ve güzellik karşısında yapılır; bu iyilik ve güzelliğin sahibi, kendisinin bunda iradesi ve etkisi olsun olmasın methedilebilir. Kişi kendi iradesinin eseri olmayan güzelliği sebebiyle övüldüğü gibi cömertlik ve cesaret gibi erdemlerinden dolayı da övülür. Halbuki hamd ancak irade ve istekle hâsıl olan iyilik ve güzellik karşısında yapılır.
Şükür ve teşekkür “isteyerek yapılmış (ihtiyarî) bir iyilik ve ihsana karşı dille veya başka şekillerde uygun mukabelede bulunmak”tır. Bu, hem Allah’tan hem de insanlardan gelen iyilikler karşılığında yerine getirilmesi beklenen ahlâkî bir ödevdir. Hamdetmek de dil ile yapılır; “hamdolsun, elhamdülillâh…” denir, ancak bunun sebebi yalnızca nimet ve ihsan değil, irade ve ihtiyara dayalı bütün güzellik ve iyiliklerdir. Bu mânada hamd yalnızca Allah’a mahsustur. Çünkü başkalarına ait olan iyilik ve güzellikler, gerçek ve kâmil mânasıyla onların isteklerine bağlı değildir. İnsanların kendi isteklerine bağlı iyilik ve güzelliklerde Allah’ın da iradesi vardır. Onların irade ve isteklerine bağlı olmayan iyilik, güzellik ve hizmetler ise doğrudan yaratıcının, fıtrat ve özellikleri takdir edip yaratarak insanlara bahşeden kudretin eseridir. Dolayısıyla bu mânada hamdin tamamı Allah’a mahsustur, O’na aittir.
Âlem maddî ve mânevî, görülen ve görülemeyen, dünyada ve âhirette Allah Teâlâ’nın yarattığı her şeydir. Görülen, hissedilen, insan bilgisinin ulaşabildiği maddî varlıklara “mülk ve şehâdet âlemi”, madde ötesi varlıklara da “gayb ve melekût âlemi” denilir. Gayb ve melekût âleminin tek sahibi Allah’tır. Mülk ve şehâdet âleminin ise gerçek sahibi Allah olmakla beraber görünürde ve mecazen başka sahipleri de olabilir. Vahiy yoluyla gelen bilgilere göre şehâdet ve mülk âlemi, gayb ve melekût âlemine nisbetle denizden bir damla, sahradan bir kum tanesi kadardır. Günümüze kadar insan bilgisinin ulaşabildiği uzay akıllara hayret verecek büyüklüktedir. Fakat bu büyüklük gayb âleminin yanında bir kum tanesi kadar kaldığına göre gayb âleminin azametini akıl terazisi çekemez. Konuya bu açıdan bakıldığında evrenin büyüklüğüne ve ondaki düzenin inceliklerine dair ulaşılan her yeni bilgi, Allah’ın insana bahşettiği aklın nerelere kadar ulaşabileceğini ortaya koymasının yanında, erişeceği sırların enginliğini tasavvur edebilmesi için bir ölçü de oluşturmaktadır. Şu halde gayb âleminin bu büyüklüğü iman ve irfanla kavranmakta, oradan da bütün âlemlerin rabbi (sahibi, mâliki, takdir edip yaratanı, koruyanı, geliştireni) olan Allah’ın azamet ve büyüklüğü karşısında kula yakışan hayret haline ulaşılmakta; bu azamet karşısında kul secdeye kapanınca onun hayret hali, “huzur, güven, sevgi, yakınlık ve tatmin”e dönüşmektedir.
Rab kelimesi tek başına söylendiği zaman bundan yalnızca “Allah” kastedilir, O’nun güzel isimlerinden biridir, “sahiplik ve terbiye edicilik” özelliğini ifade eder. Bu kelime “rabbü’d-dâr” (ev sahibi) gibi tamlama şeklinde başkaları için de kullanılır. Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 60-61
Kur’an dilinde rahmân sıfat-ismi de Allah’a mahsustur, başka hiçbir varlık için kullanılmamıştır. Rahmân “en uzak geçmişe doğru bütün yaratılmışlara sonsuz ve sınırsız lutuf, ihsan, rahmet bahşeden” demektir. Rahmân, rahmetiyle muamele ederken buna mazhar olan varlığın hak etmesine, lâyık olmasına bakmaz, bu sıfatın tecellisi yağmur gibi her şeyin üzerine yağar, güneş gibi her şeyi ısıtır ve aydınlatır.
Rahîm “çok merhametli, rahmeti bol” demek olup bu sıfatla kullar da nitelenebilir. Allah’ın rahîm sıfat-ismi O’nun, daha ziyade kullarının gelecekte elde etmek üzere hak ettikleri, lâyık oldukları sınırsız rahmetini, lutuf ve merhametini ifade etmektedir. “Esirgemek” ve “bağışlamak” bu sonsuz, engin ve etkisi çeşitli rahmetin ancak bir parçası, etkilerinin yalnızca bir çeşididir.
“Ödül ve ceza (din) gününün hâkimi” diye çevirdiğimiz tamlamada geçen mâlik “malın, mülkün sahibi” demektir. Kıraat âlimlerince “hükümdar, iktidar sahibi” anlamında “melik” şeklinde de okunmuştur. İnsanlar için kullanıldığında mâlik ile melik arasında güç, yetki ve tasarruf hakkı bakımlarından önemli farklar vardır. Mal ve mülkün sahibi (mâlik) kişinin başkalarına hükmü geçmez, başkalarına hükmü geçen hükümdar (melik) ise her malın ve mülkün sahibi değildir. Allah Teâlâ hakkında mâlik ve melik sıfatları kullanıldığı zaman mâna çerçevesinde bir eksiklik olamaz; çünkü O hem âlemlerin sahibidir hem de herkese ve her şeye hükmü geçer; O’nun iktidarı üstünde bir iktidar tasavvur bile edilemez. Melik O’nun zâtına, mâlik ise fiiline ait sıfatlardır.
“Ödül ve ceza (din) günü”nün âhiretteki hesaba çekme ve hüküm verme günü olduğu, bunu açıklayan başka âyetlerden anlaşılmaktadır (meselâ bk. İnfitâr 82/17-19). Allah Teâlâ bütün zamanlarda ve zaman kavramına bağlı olmaksızın mutlak hâkim, sahip, melik ve mâliktir. Ancak Allah Teâlâ dünya hayatında, imtihan için kullarına da sahiplik ve iktidar vermiş; imanı olduğu halde gaflet içinde bulunan kimseler –zaman zaman da olsa– Allah’ın sahipliği ve iktidarının bilincinde olmaya özen göstermemişler; imanı olmayanlar ise bunun şuurundan tamamen yoksun kalıp inkâr etmişlerdir. Âhiret âleminde kulun, bu görünürdeki ve geçici iktidarı da ortadan kalkacağı için Allah’ın melik ve mâlik sıfatı bütün azametiyle ortaya çıkacak, belli olacaktır. Bunun için âhirette O, gerçekte ve görünürde “melik ve mâlik”tir. / Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 61
Besmeleden buraya kadar kendisi ve sıfatları, kulları ve kâinat ile kesintisiz ilişkisi, dünya hayatının sonu ve hesap günü hakkında önemli açıklamalar yapan Allah Teâlâ, bunları iman içinde dinleyip anlayan ve şuuruna yerleştiren kullarında hâsıl olacak duygu ve düşünceye, davranış biçimine tercüman olarak “Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz” buyuruyor. Şu halde yukarıda sıralanan eşsiz ve benzersiz sıfatlar Allah’a mahsus olduğuna göre ibadetin ve yardım dilemenin O’na özgü kılınması da –kul açısından– tabii hale gelmektedir.
İbadet “kulluk ve tapınma” olarak anlaşılmıştır. Bu kavramın içinde kâmil mânada “sevgi, korku ve boyun eğme” vardır; bu üç tavır ve duygunun birlikteliği ibadetin temelini oluşturur. İnsanların yaratılış gayesi ibadettir; ancak onlar buna mecbur tutulmamışlardır; yani terim anlamıyla ibadet, iradeye bağlı olmayan hareketler ve oluşlar gibi hâsıl olmamakta; ilâhî emri kul, –dünya hayatında bir imtihan olarak– serbest iradesiyle yerine getirmekte veya ihmal etmektedir.
Dünyanın bütün nimetleri ve imkânları insanın, insanca (yalnız Allah’a kulluk ederek) yaşaması için verilmiş araçlardır. Bunları amaçlarına uygun olarak kullanmayanlar nimetin kıymetini bilmemiş ve israfa sapmış olurlar. İnsanın sınırlı gücü ve iradesi her zaman maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamaya ve kendisinden beklenenleri yerine getirmesine yeterli olmamaktadır. Bu sebeple insanlar hem diğer insanlardan hem de insan üstü güçlerden yardım istemeye ve almaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir. Fakat onların bu iki kaynaktan yardım istemek ve almak için tuttukları yollar, benimsedikleri sistem ve usuller, ilâhî irşada kulak asmadıkları zamanlarda şirke ve bedbahtlığa düşmelerine sebep olmuş; dolayısıyla birçok bâtıl din, işe yaramaz sistem ortaya çıkmıştır. Bu âyet, ibadet ederken ve yardım isterken yöneleceğimiz doğru adresi bize göstermekte ve tevhidi (bir Allah’a ibadeti, sığınmayı ve yönelmeyi) getirmektedir.
Âyette “ederim, dilerim” yerine “ederiz, dileriz” şeklinin seçilmiş olması tevhid ehli müminlerin bir bütün teşkil ettiklerini, bu sebeple “Sen ben değil, biz varız” ilkesi doğrultusunda hareket etmelerini, fert-toplum arasındaki dengeyi korumalarını işaretlemektedir. Burada “biz”i oluşturan bağ imandır, bir Allah’a kulluktur; “Allah’ın kulları! Kardeş olun” (Buhârî, “Nikâh”, 45; Müslim, “Birr”, 23, 28-32) meâlindeki hadis de bu mânaya açıklık getirmektedir. Müminler kardeşçe yardımlaşırlar, fakat kimin elinden gelirse gelsin gerçekte her nimetin Allah’tan geldiğini, O dilemedikçe kimsenin bir şey veremeyeceğini bilirler.
İnsanlar maddî ve mânevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yanlış da yapmışlar; hatalı, çıkmaz, saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş sebebi insanın kendini yeterli sanması, bilgi ve güç almak için Allah’a yönelmeyi reddetmesidir. “Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli görerek ille de azgınlaşmaktadır! Oysa (kuldaki) her şey yalnız rabbine aittir (O’na dönecektir)” (Alak 96/6-8). “Bize doğru yolu göster” duası aynı zamanda rabbin, kullarına bir irşad ve uyarısıdır; eğer insan kendine yeterli olsaydı, doğru yolu görmesi ve bulması için bir başkasına ihtiyacı olmazdı. Yaratıcı bu tâlimatı verdiğine göre kula düşen, ilâhî irşada kulak vermek, insanî bilgi ve kabiliyetlerini bu irşad doğrultusunda kullanarak her adımını doğru atması için O’nun tarafından sağlanan imkânları gerektiği gibi kullanmaktır. “Doğru yol” (sırât-ı müstakîm) İslâm’dır. Allah’ın peygamberleri ile kullarına gönderdiği dinlerin genel adı da İslâm’dır.
Yaratan ile yaratılan, Allah ile kul, akıl ile vahiy, hürriyet ile cebir, haksızlık ile adalet, iyi ile kötü… ancak İslâm’da yerli yerine konmuş, doğru ilişkiler ve dengeler kurulmuş, kurulma yolları gösterilmiştir. Hadiste yer alan bir örnekle açıklanacak olursa dosdoğru bir yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış perdeli kapılar ve yolun başında da bir çağırıcı var ve o, “Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!” diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: “Sakın o perdeyi kaldırma! Kaldırırsan girer gidersin!” (Müsned, IV, 182-183; Şevkânî, I, 20). Bu örnekteki yol İslâm’dır, duvarlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, kapılar haramlardır, yolun başındaki çağırıcı Allah’ın kitabıdır, yukarıdaki çağırıcı ve uyarıcı, her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâm’da vahiy, vicdan ve akıl birlikte işletilerek doğru yol bulunmaktadır.
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır.
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Nimetine erdirdiklerinin yoluna;
Burada tarihe bir atıf yapılarak yolun doğrusu ve eğrisi hakkında bir başka ölçüt ve delil daha verilmektedir. İslâm yalnızca Allah kitabında böyle buyurduğu için doğru yol değildir, aynı zamanda tarih boyunca ilâhî irşadı reddedenlerin tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir. Bu sebeple doğru yolu arayanlar ve üzerinde bulundukları yolun sağlamasını yapmak isteyenler, dönüp tarihe bakmak, gerçek mutluluğu bulanlarla sapanlar ve Allah’ın gazabına uğrayanların yol ve yöntemlerini incelemek durumundadırlar. Tarihte hem örnekler hem de ibretler vardır. Örnekler, peygamberlerin izlerinden giden fert ve ümmetlerde, ibretler ise onlara cephe alan ve Cenâb-ı Hakk’a meydan okuyanlarda görülmektedir. Bazı rivayetlerde sapanların “hıristiyanlar”, ilâhî gazaba uğrayanların da “yahudiler” olarak açıklanması (meselâ bk. Müsned, IV, 378; Tirmizî, “Tefsîr”, 2), yalnızca zaman ve mekân itibariyle yakın birer örnek olmalarından dolayıdır.
Müslim’in rivayet ettiği bir kutsî hadiste (bk. “Salât”, 38) Allah Teâlâ’nın, “Namazı (Fâtiha’yı) kulumla kendi aramda yarı yarıya paylaştım ve kulum dilediğini alacaktır” buyurduğu ifade edildikten sonra şöyle devam edilmiştir: Kul (namazda Fâtiha’yı okurken) “Hamd âlemlerin rabbi Allah’a mahsustur” deyince Allah, “Kulum bana hamdetti” buyurur. Kul “rahmân ve rahîm” deyince Allah, “Kulum beni övdü” der. “Ceza gününün tek sahibi” deyince “Kulum benim yüceliğimi dile getirdi” der. “Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” deyince “Bu, kulumla benim aramda ortak olan kısımdır ve istediği kulumun olacaktır” buyurur. Kul “Bizi dosdoğru yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil!” deyince Allah, “İşte bu, yalnızca kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir” buyurur.
“Duamızı kabul buyur, böyle olsun, bizi eli boş çevirme” mânasına gelen “âmin” sözü, dilleri ne olursa olsun bütün müslümanların, hatta semavî din mensuplarının ortak ifadeleri haline gelmiştir. Bu cümle Fâtiha sûresine dahil olmadığı gibi âyet de değildir. Birçok hadiste Resûlullah’ın Fâtiha’dan sonra “âmin” dediği ve böyle denilmesini öğütlediği ifade edilmiştir (meselâ bk. Müslim, “Salât”, 72-76). Namazda veya namaz dışında Fâtiha’yı okuyan veya dinleyen kimse, sûrenin sonunda “âmin” deyince aynı zamanda meleklerin de “âmin” dedikleri, hem şehâdet hem de gayb âlemlerinde aynı anda dile getirilen bu duanın Allah tarafından kabul buyurulacağı hadislerde açıklanmıştır (bk. Buhârî, “Ezân”, 112-113; Müslim, “Salât”, 72-76). Yine sahih hadisler, Fâtiha sesli okunduğunda “âmin” duasının da sesli yapılacağı bilgisini getirdiği için fıkıh mezheplerinin çoğu bunu benimsemişlerdir (Şevkânî, Neylü’l-evtâr, II, 229-232). Hanefîler’e göre bu cümle namazda daima sessiz söylenir. Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 64-65
Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
Fâtiha Sûresi baştan sona bir duadan ibarettir. Kul bu sûreyi okuyarak Rabbine yalvarır, O’na istek ve ihtiyaçlarını arz eder. Fakat kulun bu isteklerini dile getirirken güzel bir girizgâhla söze başlaması gerekir. En güzel girizgâh ise, sınırsız kudreti karşısında boyun büküp el açarak yalvardığı zâtın yüceliğini, güzelliğini ve nimetlerini dile getirmektir. Bu sebeple Fâtiha Sûresi, “Elhamdülillâh” diyerek âlemlerin Rabbi Allah’a hamdle başlar. Bu dua, kulun Allah’ın yüceliğini kabul ettiğini ve O’nun lütfettiği sayısız nimetlere şükrettiğini gösteren büyük bir tâzim ifadesidir.
(hamd); sözlükte övmek, senâ etmek, şükretmek ve methetmek gibi mânaları içine alır. Fakat tarif edildiklerinde bu kelimeler arasında bir kısım anlam farklarının bulunduğu görülür. “Hamd”; hür iradesiyle verdiği nimetler ve yaptığı iyilikler karşılığında birini övmek, bütün iyiliklerin sahibi olması sebebiyle de ona gönülden teşekkür etmektir. Yani birinin hamde lâyık olması için, yaptığı iyilik ve güzelliklerin rastgele değil, irade ve istekle hâsıl olması gerekir.
Hamd ederken, hamdettiğimiz varlığın iyilik ve nimetlerinin bize ulaşıp ulaşmaması önemli değildir. Önemli olan o şahsın böyle bir hamde liyakatidir. Hamd; söz, fiil ve hâl ile olur. Sözlü hamd, dille yapılan övgüdür. Hak Teâlâ’yı, kendini övdüğü sözlerle ve nasıl övülmek istiyorsa o şekilde senâ etmektir. Fiille hamd, Allah’ın rızâsını umup O’nun yüce katına yönelerek ibâdet, hayır ve hasenat kabilinden bedenî amelleri yerine getirmektir.
âlemîn), “âlem” kelimesinin çoğulu olarak “âlemler” mânasına gelir. “Âlem”, “ilim” veya “alâmet”ten gelir. “İlim” kökünden geldiği düşünüldüğünde ve kullanılan sîga dikkate alındığında âlemler; melekler, cinler ve insanlar gibi akıl sahibi varlıkları ifade eder. “Alâmet”ten gelmesi durumunda ise, kendini yaratanın varlığına ve birliğine işaret eden bir nişâne demektir. Buna göre “âlemîn”den, Cenâb-ı Hakk’ın bildiği görülebilen ve görülemeyen, sayısız ve sınırsız bütün âlemler kastedilir.
adım adım olgunluğa erdiren,
İşte Allah Teâlâ, bütün bu âlemleri var eden, iptidai hallerinden alarak adım adım olgunluğa erdiren, her türlü ihtiyaçlarını karşılayan ve işlerini idare edendir. Yokluk karanlığından varlık aydınlığına geçen bütün mahlukâtı terbiye eden Cenâb-ı Hak’tır. Her varlık bizzat Yüce Rabbimiz tarafından kendi fıtrat sınırları içinde terbiye edilmektedir. Bu ilâhî terbiye çerçevesi dışına çıkan bir yaratığın olması mümkün değildir. İnsanı terbiye eden de O’dur. Onu yoktan yaratan, büyüyüp gelişmesi için her türlü imkânı var eden, ihtiyaçlarını karşılayan, bedenî, ruhî ve aklî kemâline yönlendiren Hak Teâlâ’dır. Ona kitap ve peygamberler göndererek, gereğini yerine getirmek şartıyla fıtratını kemale erdireceği nizamı öğreten de yine O’dur. Allah, bütün hamdlere lâyıktır. Çünkü:
Rahmetim her şeyi kuşatmıştır
Allah sonsuz merhamet sahibidir. İki güzel isim birlikte âdeta, “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A‘râf 7/156) mânasını tefsir ve teyid etmektedirler. Daha çok celâl tecellisi ifade eden Allah ve Rab isminden sonra, bu iki isim Allah’ın cemâlini hatırlatmakta ve kulu yaratıcısı karşısında korku ile ümit arasında tutmaktadır. Terhib yani korkutmadan sonra terğib yani teşvik mânası taşımaktadır.
Diğer bir açıdan Rahmân ve Rahîm isminde terbiyenin iki mühim esasına işaret edilmektedir. Bunlardan biri faydalı olanları celbetmek, diğeri ise zararlı olanları defetmektir. Rezzâk yani bol bol rızık veren mânasına da gelen Rahmân birinci esasa, Gaffâr yani hataları bağışlayan mânasını da taşıyan Rahîm ise ikinci esasa işaret eder.
Allah’ın rahmetine güvenip
الدّ۪ينُ (din) kelimesi, pek çok mâna ifade etmekle birlikte burada “hesap ve ceza” anlamındadır. مَالِك (mâlik) kelimesi ise مَلِك (melik) olarak da okunmuştur. “Milk” kelimesinden gelen “mâlik”, “mala sahip olan ve onun üzerinde istediği gibi tasarruf eden” demektir. “Mülk” kelimesinden türeyen “melik” ise “hükümdar, padişah, devlet reisi, devletin işlerini yürütüp yöneten” mânasına gelir. Her iki kelimede de “kuvvet” anlamı vardır. Allah Teâlâ, zâtını hem mâlik hem de melik olarak vasıflandırmaktadır. (bk. Âl-i İmrân 3/26; Mü’minûn 23/116) O, bütün kâinatın gerçek sahibi, mâliki, aynı zamanda padişahıdır. Özellikle de burada ifade edildiği üzere amellerin hesabının görülüp karşılığının verildiği kıyâmet gününün hem gerçek sahibi, hem de hükümdarıdır.
اليَوْمُ (yevm), gün demektir. Tan yerinin ağarmasından itibaren güneşin batışına kadar olan vakittir. Burada “din”e izafe edilerek, kıyametin başlangıcı ile, cennet ve cehennemliklerin her birinin yerlerine varacakları vakte kadarki zaman için kullanılmıştır.
“Din” sözlük anlamı olarak “bir işin karşılığı, muhasebe, yargı, hüküm, siyaset, adet, hal, şeriat, itaat” gibi mânalara gelir. Burada daha çok “bir işin karşılığı, ceza ve muhasebe” mânası kastedilmektedir. “O gün Allah onlara hak ettikleri cezayı eksiksiz verecek…” (Nûr 24/25) ayetinde din bu mânada kullanılmıştır.
Öncelikle bütün dikkatleri hesaba çevirmekte ve kıyamet gününün zorluğu, şiddet ve dehşetiyle yürekleri titretmektedir. Geçici hayattan maksadın ne olduğuna işaret ederek, insanlığın önündeki en büyük hedefi netleştirmektedir. Hesap gününün ehemmiyetini gözler önüne sermektedir. Allah’ın rahmetine güvenip şeytana aldanarak o günde perişan olmamayı öğütlemektedir. Daha da ötesi, ilâhî rahmetin ve ebedî nimetin tam mânasıyla tecelli edeceği saadet-i ebediyeyi temine teşvik etmektedir.
İkinci olarak dünya hayatında kullara ait bir kısım geçici mâlikiyet ve melikiyet söz konusu olabilir. Bunlara aldanılmamalıdır. Zira hesap günü bunlar zahiri bakımdan da ortadan kalkacaktır. Asılsız görüntüler yok olacak, Allah’ın mâlikiyet ve melikiyeti tam olarak ortaya çıkacaktır.
Üçüncü olarak “din günü”nün bir mânası da “dinin dünyada emrettiklerinin akıbeti ve âhiret ahvaliyle ilgili verdiği haberlerin açıktan açığa ortaya çıkacağı gün”dür. Biz dünya hayatında inanılması emredilen hususlara iman ediyoruz. Dinin ibâdet, muamelât ve ahlâka dair hükümlerini yerine getirmeye çalışıyoruz. İşte bütün bu inandıklarımız ve yaptıklarımız, orada hakiki mâna ve mâhiyetiyle zuhur edecektir. Kısacası ayet ve hadislerde âhirete ait haber verilen hakikatlerin hepsi tahakkuk edecektir. O günün tek hükümdarı, sahibi ve yegâne yöneticisi olan Allah, dilediği gibi davranacak, kullarını hesaba çekecek, iyilere iyiliklerinin ve kötülere de kötülüklerinin karşılığını verecektir. Allah’tan başka kimsenin bir söz hakkı olamayacaktır. Şu âyet-i kerîmeler bu mânada “din gününü” ne güzel tarif etmektedir:
“Rasûlüm! Hesap ve ceza gününün ne olduğunu sen bilir misin? Sonra bilir misin sen, nedir o hesap ve ceza günü? O, kimsenin kimseye faydası olmayacağı bir gündür. O gün bütün emir, hüküm ve yetki yalnız Allah’ındır!” (İnfitâr 82/17-19)
Rabbimiz!
Rabbimiz! Sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım isteriz. Kulluk edilecek ve yardım istenecek tek varlık Allah’tır. Çünkü kulun ibâdetini kabul buyuracak ve istediklerini yapabilecek güç ve kuvvet sadece Allah’a aittir. Kullar bu hitapla, her şeyi işiten, her şeyi bilen tek merci olan Allah’a yönelmekte ve böylece tevhidin hakikati ortaya çıkmaktadır. Âyette söz konusu edilen (ibâdet) kelimesi “abede”, “ubûdet” ve “ubûdiyet” köklerinden gelir. “Abede”, bir işi azim ve istekle yapmaktır. “Ubûdet”, tevâzu göstermek, yüzü yerlere sürmek demektir. “Ubûdiyet” ise kulun tanıdığı Rabbine düzenli olarak, belli şartlar çerçevesinde kulluk yapması, boyun büküp tâzimde bulunmasıdır. Dolayısıyla “ibâdet”; itaat ve zilletle, hudû ve huşû içinde büyük bir azim ve ısrarla boyun eğmek demektir.
İbâdet Allah’ın râzı olduğu şeyi yapmak, ubûdiyet ise Allah’ın yaptığına râzı olmak şeklinde de tarif edilmiştir. Şeriat dilinde ibâdet; hâlis bir niyetle, mükâfatını bekleyerek, Allah’a yakınlaşmayı arzu ederek Cenâb-ı Hakk’ın istediği tarzda kulluğu îfâ etmektir. İnsanın ruh ve bedeni, dış ve iç âlemiyle yani bütün varlığıyla yalnız Allah için yaptığı şuurlu bir itaat ve yakınlıktır. Görüldüğü gibi bunda ilk önce niyet şarttır. Niyet ise yapılacak işin îfâ edilmesinde ancak Allah’a itaat ve yaklaşmayı kastetmek demek olan yeni bir istektir. “Azmetmek” bir işi yapmadan önce, “kastetmek” yapmakla beraber olduğu gibi “niyet” de niyet edilen şeyi bilmekle beraber onu yapmaya bitişiktir.
Hem bilgi hem de isteği ihtiva eden bu tam şuur hali, ruh ve kalbin işidir. İkinci olarak, bir amelin ibâdet olması için Allah katında itaat olarak kabul edilen bir amel ortaya koymak gerekir. Yoksa yalnız bir şeyi yapmayı istemek, düşünmek ve hatıra getirmek gibi iç duygularla ilgili ameller, itaat ve yakınlığa sebep olsa da ibâdet sayılamaz. Aynı şekilde niyet edilmeden yapılan ameller de ne olursa olsun ibâdetin şümûlüne giremez. (Elmalılı, Hak Dini, I, 96)
ALLAH’IN YARDIMI NASIL GELİR?
(istiâne), yardım talep etmektir. Bütün hayırlı işlerde başarılı olmamız, ibâdetlerimizi ihlasla ve kolaylıkla yapabilmemiz ve karşılaştığımız bütün zorlukların üstesinden gelebilmemiz için Allah’tan yardım dileriz. Kul yardım isteyecek, Allah da kuluna yardım edecektir. Allah’ın yardımı iki türlüdür: Birincisi zarûrî olan, ikincisi zarûrî olmayandır. Zarûrî olan, rahmetinin bir tecellisi olarak bizi yaratan Allah’ın, mahiyetimize emânet ettiği ve yaşamamızı mümkün kılan alet ve edevat kısmından sayılacak hususlardır. Bunlar el, ayak, göz, kulak, akıl ve idrak gibi şeylerdir. Mesela biz gözümüzle görür, gözlerimizin aldığı mânaları fikir laboratuarında değerlendirir, bunlarla adeta bal yapıyor gibi mârifet petekleri oluşturmaya çalışırız. Bunu ise kalp ve beyin yapar. Fakat Rabbimiz önceden kalp ve kafamıza bu fakülteleri yerleştirmiş, mekanizmalar arasında hassas bir münasebetler zinciri tesis etmiş ve her şeyiyle işleyen mükemmel bir fabrika haline getirmiştir. Bunlardan bir tanesi eksik veya arızâlı olsa insan, istenilen şeyleri tam olarak yapamaz.
Zarûrî olmayan yardımı ise, bu temel yardıma ilave olarak Allah’ın kulunu melekleri ile teyid etmesi, ona rahmeti ile hayır yollarını göstermesi ve Hâdi ismiyle imdadına yetişmesidir. İşte biz yaptığımız bütün işlerimizi, Allah’ın bu şekilde yardım etmesiyle yaparız. Onun için sadece Allah’tan yardım dileriz. Zira kuvvetin ve kudretin olduğu gibi, yardımın da yegâne kaynağı Yüce Rabbimizdir.
Allah’a ibâdetimizi ve yardım talebimizi arzederken “yalnızca sana”, “yalnızca senden” diyerek, Rabbimizi sözümüzün başına alıyoruz. Böylece bütün varlığımızla masivâdan uzaklaşıp Allah’a yöneliyoruz. Uzaktan yakına, gaybetten hitaba geçerek, sanki Allah’ı görürcesine bir kulluk ve ihsân kıvamı elde ediyoruz. Sadece O’na kulluk edeceğimizi, O’ndan başkasına kulluk etmeyeceğimizi beyân ediyoruz.
“ALLAH’TAN YARDIM İSTEYİN!”
Âyette önce ibâdet, sonra yardım talebi dile getirilmiştir. Çünkü kulluk, ilâhî yardımın gelmesine sebeptir. Nitekim “Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım isteyin! Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara 2/153) buyrularak bu gerçeğe vurgu yapılmaktadır. Dolayısıyla ihtiyaç beyânından önce, ona vesile olacak şeyi zikretmek talebin karşılanmasını kolaylaştıracaktır. Ayrıca, Allah’ın yardımı olmadan hiçbir şey yapılamayacağı gibi, kulun ibâdete de güç yetirmesi mümkün değildir. Burada “ben ibâdet ediyorum, ben yardım diliyorum” şeklinde değil de “biz ibâdet ediyoruz, biz yardım diliyoruz” şeklinde çoğul sîgası kullanılmıştır.
Mü’minler kardeştirler;
MÜMİNLERİ BİRBİRİNE BAĞLAYAN EN ÖNEMLİ BAĞ: Mü’minler kardeştirler; bir bütünün parçalarıdırlar. Dolayısıyla birbirlerine kardeşçe muamele etmeli ve “ben” değil “biz” şuuruyla hareket etmelidirler. İslâm dininin emrettiği çerçeve içinde fert ve toplum arasındaki dengeyi kurmalı ve korumalıdırlar. Mü’minleri ve İslâm toplumunu birbirine bağlayan en önemli bağ, bir Allah’a iman ve O’na kulluktur. Bu kulluk, bir cemaat neşvesi içinde yapılacaktır. Dolayısıyla burada cemaatle ibâdete, özellikle cemaatle namaza dikkat çekilmektedir. Âyette “biz” sözüyle üç guruba işaret edilmiş olabilir. Birincisi insan vücudundaki bütün azalar ve hücrelerdir. Dil onların hepsi adına konuşur ve “biz” der. İkincisi tevhid ve iman ehli bütün fertlerdir. Üçüncüsü kâinatın ihtiva ettiği bütün mevcudattır. Mü’min, bütün bu sayılanlar nâmına, hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında kulluk eder ve secdelere kapanır. (Bedîuzzaman, İşâratü’lİ‘ câz, s. 21)
“bize hidâyet et”
Evet, Rabbimizden en büyük niyazımız bizi sırat-ı müstakîme, en doğru yola ulaştırmasıdır. Ayette geçen اِهْدِنَا (ihdinâ) kelimesi “bize hidâyet et” mânasına gelir. “Hidâyet”, istenilen hedefe ulaştıracak şeye lutuf, letâfet ve nezaketle kılavuzluk etmektir. Bu kılavuzluk, yolu sadece göstermek veya yola götürüvermek ve hatta sonuna kadar götürmek şekillerinden biriyle gerçekleşebilir. Birincisine açıklayıcı kılavuzluk veya irşat, ikinciye ulaştırıcı kılavuzluk veya tevfîk denilir. Bu kılavuzlukta lutuf ve letâfet esastır. Lutuftan maksat, sertlik ve şiddetin karşılıtı olan tatlılık ve yumuşak huyluluktur. Letâfetten maksat ise nezâket ve inceliktir. Hidâyet yalnız, iyiliğe yöneliktir. Mesela hırsıza hırsızlık için yol göstermeye, rehberlik etmeye hidâyet denilmez. Dolayısıyla hidâyet her istenilen şeye mutlaka rehberlik etmek değil, irşat gibi maksadında iyilik, yapılış şeklinde de iyilik ve incelik bulunan bir rehberliktir.
Kur’ân-ı Kerîm’in beyânına göre Allah’ın kula hidâyeti beş kademede gerçekleşmektedir:
Birincisi, Allah’ın akıl ve sorumluluk sahibi varlıklara kabiliyetleri nispetinde akıl, anlayış ve gerekli bilgileri vermesidir. Bunların dışındaki yaratıkların da varlıklarını sürdürmek için gerekli yaşama şartlarını ve vesilelerini var etmesidir. “Rabbimiz, her şeye yaratılışındaki temel özellikleri veren, sonra onu yaratılış gâyesine uygun biçimde yola koyan Allah’tır” (Tâhâ 20/50) ayeti bu mânayı ifade eder.
› İkincisi, Cenâb-ı Hakk’ın, insanları peygamberlerinin lisanıyla davet ettiği hidâyettir. “Biz o peygamberleri, emrimizle insanlara doğru yolu gösteren önderler yaptık.” (Enbiyâ 21/73) ayeti bunu anlatır.
› Üçüncüsü, peygamberlerle gönderilen bu hidâyeti kabul edenlere Rabbimizin ikram ettiği tevfik hidâyetidir. “Doğru yola uyanlara gelince, Allah onların iman ve hidâyetlerini artırır” (Muhammed 47/17) ayeti bu mânadadır.
› Dördüncüsü Allah’ın mü’minleri âhirette cennetin yoluna hidâyet etmesidir. “Bizi bu cennete eriştiren Allah’a hamdolsun! Eğer Allah bize doğru yolu göstermeseydi biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık” (A‘râf 7/43) âyeti de bu mânaya işaret etmektedir. Bu mertebelerden bir sonraki bir öncekini gerektirir ve ona terettüp eder. (Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, hidâyet md.)
› Beşincisi ise vahiy, ilham veya sâdık rüyalar gibi olağanüstü yollarla kalplere sırları keşfetmek ve eşyanın hakikatini göstermektir ki bu hususi hidâyettir. Bilhassa peygamberler ve velilerde meydana gelir. Bu tarz hidâyetin yolları, harikulâde yollardır. Az da olsa her ferdin bundan bir nasibi vardır.
İşte biz “hidâyet ver” duamızla Rabbimizden bütün bu güzellikleri istemekteyiz. Bunlar içinde de hususiyle “sırat-ı müstakîm”e ulaştırmasını niyaz etmekteyiz. “Sırât-ı müstakîm”, kelime olarak “eğriliği ve sapması olmayan dosdoğru yol” demektir. Bundan maksat, yegâne hak din olan İslâm dinidir. Burada asıl maksada ulaştıracak olan vesîle, maksat olarak ifade buyrulmuştur. Çünkü asıl maksat Hak Teâlâ’nın rızâsıdır. Din ise o maksada götüren vesiledir, yoldur. Bu sebeple ona sırat-ı müstakîm denilmiştir. “Sırat” kelimesinde “inişli çıkışlı, bazan dar bazan geniş, aşması zor yol” mânası da vardır. Bu tarifiyle o, inişi çıkışıyla, bazan dar bazan geniş keyfiyetiyle Allah’ın rızâsına giden ve geçilmesi zor olan bir yolu; diğer taraftan cehennem üzerine kurulan ve insanların cennete girmek için muhakkak üzerinden geçmeleri gereken sıratı hatırlatmaktadır. Mekandan münezzeh olan Allah Teâlâ, kulun cennete varması ve cemâline ermesi için bu yolda yürümesini ve bu köprüyü geçmesini istemektedir.
İslâm dini, insan fıtratının gereği olan her hususta ifrat ve tefritten uzak itidal halini tavsiye etmektedir. Mesela insanda akıl kuvveti vardır. Bunun tefriti ahmaklık, ifratı ise cerbeze olup hakkı bâtıl bâtılı hak gösterecek derecede aşırı bir zekâdır. Bunun ortası ise hikmet olup, hakkı hak bilip ona uymak, bâtılı bâtıl bilip ondan kaçınmaktır. İnsanda öfke kuvveti vardır. Bunun tefriti cebânet dediğimiz korkaklıktır; korkulmayacak şeylerden bile korkmaktır. İfratı ise tehevvürdür; maddi mânevî hiçbir şeyden korkmamaktır. Her türlü zulüm ve tahakküm bundan ileri gelir. Orta hali ise şecaattir ki, dinî ve dünyevî hakları için gerektiğinde canını bile feda edebildiği halde, meşrû olmayan işlerden çekinmektir. Yine insanda şehvet duygusu vardır. Bunun tefriti sönüklüktür ki, ne helâle ne de harama iştahı yoktur. İfratı fücûrdur ki, helâlle yetinmeyip harama meyleder. Ortası ise iffettir ki, helâline isteği var, haram olana yoktur. (Bedîuzzaman, İşârâtü’l-İ‘câz, s. 24)
İşte dosdoğru yol olan İslâm, insanın duygu ve düşüncelerine varıncaya kadar her hususta en güzel, en iyi ve en itidalli olanını emir ve tavsiye etmektedir. Mü’mine gereken ifrât ve tefrîtten uzak durarak orta yolu izlemek ve bu yol üzre devam etmektir. Kur’ân-ı Kerîm’de bunu emreden pek çok âyet ve işaretler vardır. Nitekim: “Harcamalarında ve başkalarına yardımda eli sıkı olma, ancak varını yoğunu da saçıp savurma!” (İsrâ 17/29) âyeti, isrâf ile cimrilik arasında orta bir yolu emretmektedir.
Resûlullah (s.a.s.),
Resûlullah (s.a.s.), Allah Teâlâ’nın sırat-ı müstakimi şöyle bir misalle tarif ettiğini haber vermektedir: “Sırât-ı müstakîm dosdoğru bir yoldur. Yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış perdeli kapılar ve yolun başında da bir davetçi var. O davetçi: «Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!» diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka davetçi: «Sakın o perdeyi kaldırma! Kaldırırsan çıkar gidersin!» diye sesleniyor. Bu yol İslâm’dır. Duvarlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, kapılar haramlardır, yolun başındaki davetçi Allah’ın kitabıdır. Yukarıdaki davetçi ise müslümanın vicdanıdır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 182-183)
İşte müstakîm yol, Allah Teâlâ’nın “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur, öyleyse ona uyun. Başka yollara uymayın ki, o yollar sizi grup grup parçalayarak Allah’a giden yoldan ayırmasın” (En‘âm 6/153) buyurduğu yoldur. Yine “sırât-ı müstakîm”, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine nimet verdiği kimselerin yoludur. Bunlar peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerdir. Nitekim mevzuyla alakalı bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ 4/69)
Bu ilâhî ihsân, onların sırlarını inâyet nûruyla, ruhlarını hidâyetle, kalblerini velâyet eserleriyle aydınlatmıştır. Nefislerinden hevâyı söküp atmıştır. Şerîatın ahkâmına riâyet etmek ve şeytanın hilelerine direnmek sûretiyle bu nimetlere kavuşmuşlardır. Ebu’l-Abbas b. Atâ der ki: “Kendilerine nimet verilenler tabaka tabakadır. Ârifler; Allah’ın kendilerine mârifet nimetiyle ikramda bulunduğu kimselerdir. Velîler; doğruluk, rızâ, hoşnutluk, yakîn ve safvet sıfatı verdiği kimselerdir. Ebrâr; hilim, yumuşaklık, şefkat ve merhamet sıfatı ihsân buyurduklarıdır. Mürîdler, tâat lezzeti in‘âm ettikleridir. Mü’minler ise istikamet verdikleridir.”
الصِّرَاطُ (sırat) kelimesinin peş peşe iki defa zikredilmesi, birinin kuldan Rabb’e, diğerinin Rab’den kula olmak üzere iki yol bulunduğuna işaret eder. Kuldan Rabb’a giden yol korku ile doludur. Bu yolda büyük tehlikeler vardır. Şeytan işte bu yol üzerine oturmuştur. Nitekim, “Beni azdırmana karşılık, yemin olsun ki ben de kullarını saptırmak için senin doğru yolun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onlara mutlaka önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükredici bulamayacaksın” (A‘râf 7/16-17) ayeti bunu haber verir. Rab’dan kula giden yol ise güvenlidir, emniyetlidir. O yolda selâmetle gidilir. Bu yolun meziyetleri ve nimetleri boldur. Kılavuzları bilgili, tecrübeli ve güvenilirdir. Bu kılavuzlar peygamberler ve onların vârisleridir. Sağlam delillerle rehberlik etmektedirler. İşte az önce meâlini verdiğimiz Nisâ sûresi 69. ayet bu yoldan bahsetmektedir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, I, 22-23)
Bu doğru yol,
Bu doğru yol, gazaba uğramayanların ve dalâlete düşmeyenlerin yoludur. Dolayısıyla kendilerine nimet verilenler, gazaba uğramaktan ve sapmaktan selâmette olanlardır. Gazaba uğrayanlar ve sapanlar ise, nimetten mahrum kalanlardır. Bunlar birbirinin zıddıdırlar.
اَلْغَضَبُ (gazap), nefsin çirkin ve kötü bir davranış karşısında intikam isteğiyle heyecanlanmasıdır. Kalpteki kanın öç alma arzusuyla galeyana gelip kaynamasıdır. Rızânın zıddıdır. Buna ufak farklarla öfke, hiddet ve hışım da denilir. Allah’a nispet edildiği zaman gazap, nefsî etkilenmelerden arındırılarak neticesi itibariyle intikam iradesi, hoşnut olmama, şiddetle yakalama veya ceza verme mânasına gelir.
الضَلاَلُ وَ الضَلَالَةُ (dalâl ve dalâlet), bilerek veya bilmeyerek, kasten veya hata ile doğru yoldan sapmaktır. Hidâyetin zıddıdır. Dalâlete düşmenin en mühim sebebi gaflet ve şaşkınlıktır. Kelimeden ilk olarak hissedilen mâna, maddi yoldan sapmaktır. Sonra din ve mânevîyatla ilgili hususlarda kullanılmıştır.
Âyet-i kerîme, gazaba uğrayan ve dalâlete düşen bütün fertleri ve grupları şumûlüne almaktadır. Bunlar kâfirler, müşrikler, asiler ve Allah’ı tanımayan sapıklardır. İman, ilim, amel ve istikamet yolunu terk edip küfür, cehalet, isyan ve fasıklık yolunu tutanlardır.
Birkaç ayetten oluşan Fâtiha, yaratanın, yaratılışın ve yaratıkların bütün sırlarını toplayan son derece kapsamlı bir sûredir. Baş taraftaki üç âyetle sondaki üç âyeti birbirine bağlayan “kulluk” ayetiyle Fâtiha, sayıya gelmez bir varlıklar denklemini beyân etmektedir. Fâtiha’daki bu ruhu ve denklemi, şu kudsî hadis ne güzel izah eder:
“Ben namaz sûresi olan Fâtiha’yı kendim ile kulum arasında yarı yarıya taksim ettim; yarısı benim, yarısı kulumundur. Kuluma istediğini veririm”. Peygamber Efendimiz devamını şöyle açıklıyor: Kul, «Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur» deyince Allah da; «kulum bana hamdetti» der. Kul «O, Rahmân ve Rahîmdir» deyince Allah da «kulum beni övdü» der. Kul «O, hesap ve ceza gününün tek sahibidir» deyince, Allah da «kulum beni ululadı» der. Ve buraya kadar benimdir. «Rabbimiz! Sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım isteriz» kısmı kulumla benim aramdadır. Sûrenin sonu olan «Bizi sırat-ı müstakîme eriştir. Kendilerine nimet verdiğin, gazaba uğramayan ve dalâlete düşmeyenlerin yoluna» kısmı ise «yalnız kuluma aittir ve kulumun istediği kendisine verilecektir» buyurur.” (Müslim, Salât 38)
Fâtiha sûresini okuyan veya dinleyen kişi, sûre bitince “âmîn” der. Amin, “duamızı kabul buyur, elimizi boş çevirme” mânasında bir dua sözüdür. Kur’an nazmının bir parçası değildir. Bu sebeple Mushaf’a yazılmamıştır. Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“İmam «veleddâllîn» dediği zaman hepiniz «âmin» deyiniz. Çünkü melekler «âmin» derler. Âmin demesi, meleklerin âminine rastgelenin geçmiş günahları affedilir.” (Buhârî, Tefsiru’l-Kur’an 1) Bu sebeple “âmin” demek sünnettir. Namazda imam ve cemaat tarafından gizlice söylenir.
Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği mâna ve mesajlara güzel bir giriş ve şumüllü bir özet mâhiyetindeki Fâtiha sûresinden sonra, Kur’an’ın zirvesi mesabesindeki (bk. Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 2) Kur’an’ın en uzun ve en muhtevalı sûresi olan Bakara sûresi gelmektedir. Kur’ân hayat sahibi bir varlığa benzetilecek olursa Fâtiha sûresi bunun başı, Bakara sûresi gövdesinin en önemli kısmı, diğer sûreler o varlığın diğer azaları ve cihazları mesâbesindedir:
Prof.Dr. Ömer Çelik