

İÇİNDEKİLER

Kanser antijeni olarak bilinen CA-125, çeşitli rahatsızlıkları temsil eden kan dolaşımındaki bir proteine verilen isimdir. Kadın yumurtalık kanseri gibi belirli kanser çeşitleri ile endometriozis gibi pek çok iyi huylu hastalıkları içerir. Söz konusu test, uzmanlar tarafından hem over hem de rahim kanserinde tedavinin etkinliğini izlemek için tercih edilir. Ancak Ca-125 seviyesinin yüksekliği kanser dışındaki bazı hastalıklarda da sıklıkla görülür. Bunlara, hamilelik, divertikülit ve endometriozis gibi durumlar örnek verilebilir. Buradan hareketle bir kanser taraması için kullanımı önerilmez.

CA-125 Testi Nedir?
Ca-125 testi, yumurtalık hücrelerinde olması gerekenden fazla bir artış yaşandığında oluşan yumurtalık kistleri veya kanseri teşhis eden bir yöntemdir. Yumurtalık kanseri genelde ileri dönemlerde teşhis edilebilen, en ölümcül kadın kanseridir. Yüksek test değerleri, söz konusu kanserin haricindeki nedenlerden de kaynaklanabileceği için yüksek risk taşımayan kadınlarda erken teşhis amacıyla ca-125 testinin kullanımı önerilmez.
Ca-125 testinin temel kullanılma amacı, mevcut yumurtalık tanısı alınan kadınlardır. Söz konusu test, kanserin hala sürüp sürmediği veya tedavisinin işe yarayıp yaramadığı hakkında çeşitli bilgiler verir. O nedenle ca-125 testinin zorunda kalınmadığı sürece yalnızca amacı uğrunda kullanılması tavsiye edilir.

CA-125 Testi Hangi Neden Kullanılır?
Ca-125 testi, over kanseri tedavisinde sonuçları takip etmek üzere kullanılır. Bu test sonucunda, eğer düzeyler düşüyorsa, tedaviden yanıt alınamıyor demektir. O nedenle ca-125 testinin tedavi sürecinde kullanılması mühimdir. Bu test işe hastalığın tekrarlayıp tekrarlamadığının farkına varılabilir. Ca-125 testi, yumurtalık kanseri yüksek olan ailesel hem meme yumurtalık kanseri sendromu taşıyan hastalarda tarama amacı ile yapılır.
Teste Neden İhtiyaç Duyulur?
Yumurtalık kanseri için mevcut bir tedavi alan hastalara ca-125 testine ihtiyaç duyulabilir. Jinekolojik onkoloji cerrahi uzmanı belirli aralıklarla bu testi isteyerek, tedavinin hastada işe yarayıp yaramadığını anlar.
CA-125 Testi Nasıl Yapılır?
Ca-125 testi, diğer kan tahlili testlerinde olduğu gibi gerçekleştirilir. Bir kan alma hemşiresi ya da sağlık çalışanı, mini bir iğne aracılığı ile kol damarlarına girer. Söz konusu test için gerekli olan az miktardaki kan örneğini ilgili laboratuvara ulaştırır.

CA-125 Test Sonucu Kaç Olmalıdır?
Ca-125 testi sonuçlar olağan durumlarda 0 ila 35 değer aralığında çıkmalıdır. 35 ila 50 referans aralığında çıkan değerlerin mutlaka kontrol altına alınması gerekir. Eğer ca-125 testi sonuçları, 50 değerinden fazla çıkarsa, yumurtalık kanseri şüphesi ile karşı karşıya kalınır. Akabinde ise tanı koyularak tedavi sürecine başlanır.
Adet Döneminde CA–125 Yükselir mi?
CA-125 testi genel olarak gebelik ve adet döneminin ilk zamanlarında yükselebilir. Bazı anlarda ise endometriozis oluşumu ve pelvik iltihaplanmalar gibi anlarda ca-125 seviyesinin yüksek çıkmasına neden olur.

CA-125 Yüksekliği Belirtileri Nelerdir?
Ca-125 yüksekliği normalden fazla çıktığında iyi huylu bir tümör olabilir. Bunun yanı sıra, test sonucu peritoneal, endometriyal ya da fallop tüpü kanserlerinin olacağı anlamını da taşır. Bundan dolayı doktor, teşhisi netleştirmek amacı ile birbirinden farklı test veya prosedür önerebilir.
Endometriyal, over, fallop ya da peritoneal kanseri tanısı konulduysa, azalan ca-125 seviyesi genelde kanserin tedaviye cevap verdiğini ifade eder. Yükselen bir ca-125 seviyesi, kanserin hem geri dönüşünü hem de sürekli büyümesini ifade edebilir.
Test Sonucu Ne Anlama Gelir?
Yumurtalık kanseri tedavi sürecinde, test sonuçları düşük geliyorsa, bu durum tedaviye yanıt verildiği anlamına gelir. Eğer düşmüyorsa ve daha da yükseliyorsa, bu durum kanserin tedaviye yanıt vermediğinin belirtisi olabilir. Daha önce yumurtalık kanseri gören ve yapılan tetkiklerde test değeri fazla bulunduysa, bu kanserin yeniden yerleştiğini anlatabilir. Yumurtalık kanseri için tedavi görülmüyorsa, yapılan testlerde sonuçlar yüksek çıkıyorsa, bu bir kanserin habercisi olabilir. Ayrıca, kanser olmayan çeşitli durumlarda test değerinin daha yüksek olmasına da sebebiyet verebilir.

Ca-125 test sonuçları ise şu şekilde yüksek çıkabilir:
- Endometriozis, rahim içi zarı tabakasının, ilgili alanın dışında tespit edilmesi ile teşhis konulan infertilite ve pelvik gibi ağrılara sebebiyet veren bir rahatsızlıktır. Çikolata kist oluşumuna da yol açan endometriozisi hastalarda genelde test düzeyleri yükselir.
- Pelvik enfeksiyonların varlığı kadın üreme organında bulunarak test yüksekliğine sebebiyet verebilir.
- Hamilelikte ca-125 testi yüksek çıkabilir.
- Myomlar kimi zaman yüksek test değerlerinin oluşmasına neden olabilir.
- Karaciğer hastalıklarından herhangi birine sahip olanlarda test düzeyi yüksek çıkabilir.
- Adet döneminde yaptırılan test değerleri yüksek olabilir.
CA-125 testi, genel anlamda yumurtalık kanserinin çözümü için kullanılır. Bu aşamada, takibi yürüten doktor yumurtalık kanserinden şüphelenirse, ca-125 testi de yüksek çıkarsa, hastayı jinekolog onkoloji değerlendirmesine gönderir.
PROF. DR. ÇAĞATAY TAŞKIRAN
Tam kan sayımı (hemogram), kişinin genel sağlık durumu ve varsa hastalıkları hakkında fikir veren bir kan testidir. Kan dolaşımında yer alan hücreler ve hücrelerle ilgili bazı değerler ölçülür.


Hemogram, kandaki hücrelerin sayısının ve oranlarının tespit edilmesi amacıyla yapılan kan testidir. Kan dolaşımındaki hücrelerin kemik iliğinde üretilmesi nedeniyle dolaylı yoldan kemik iliğinin değerlendirilmesini de sağlar.
Genel sağlık durumu, tedavinin etkisi veya hastalık sürecinin değerlendirilmesi amacıyla kullanılan hemogram testi, aynı zamanda birçok hastalık için tanı aşamasında yönlendirici etkiye sahiptir:
Enfeksiyon ve inflamasyon
• Lösemi ve diğer kanserler
• Kemik iliği hastalıkları
• Anemi
• Vücut savunmasında yer alan hücrelerin organ ve dokulara saldırması sonucu oluşan otoimmün hastalıklar
• Akdeniz anemisinin de içinde yer aldığı talasemiler

Hemogram testinin yapılabilmesi için kişiden kan alınması gerekir. Kan alınması işleminin aç karnına yapılmasına gerek yoktur. Alınan kan örneği, oda sıcaklığında 10 saate kadar analiz için uygun durumda kalabilirken, saklama işlemi buzdolabında gerçekleştirildiği takdirde bu süre 18 saate kadar çıkar. Mor kapaklı tüplerin içinde bulunan EDTA adı verilen madde sayesinde, kanın tüp içinde pıhtılaşması engellenir.
Alınan kanın bir kısmının parçalanmasıyla kırmızı kan hücrelerinin içinde bulunan hemoglobin molekülünün hücre dışına çıkması sağlanır. Kanın diğer bölümünde ise sadece seyreltme işlemi uygulanarak hücrelerin sayımı yapılır. Sayım ve hesaplama işlemleri, kan sayım cihazlarında otomatik olarak gerçekleştirilir.
Hemogram testi (Tam Kan Sayımı) nasıl raporlanır?
Hemogram testinde hücrelerin sayısı ve hesaplanan oranlar bazı kısaltmalar ile ifade edilir:
• Kırmızı kan hücresi sayısı (RBC)
• Hemoglobin (HGB)
• Hematokrit (HCT)
• Kırmızı kan hücresi indeksleri (MCV, RDW, MCH, MCHC)
• Trombosit sayısı (PLT)
• Beyaz kan hücresi sayısı (WBC)
Bu parametreler tam kan sayımı sonuç belgesi oluşturulurken, sınır değerlerden düşük ya da yüksek olmalarına göre raporlanır. Bu raporlama işleminde kullanılan sınır değerler erişkin yaş grubuna göredir. Çocuklardaki sınır değerler ise yaş ve cinsiyete göre farklılıklar gösterir.

Hemogram testinde (Tam Kan Sayımı) normal değerler nelerdir?
• Kırmızı kan hücresi sayısı (RBC): Kırmızı kan hücrelerinin (eritrositler) vücuttaki temel görevi, solunum gazları olan oksijen ve karbondioksitin taşınmasıdır. Eritrositler bu görevlerini ortalama ömrü olan yaklaşık 120 gün boyunca sürdürür. Otomatik kan sayım cihazlarında erişkinlerin RBC normal değeri 3,8 ile 5,3 milyon/ml arasındadır. Sigara içimi, yüksek rakımda yaşama, ağır egzersizler ve üretiminin arttığı polisitemia vera gibi hastalıklarda sayısı bu sınırın üzerine çıkar. Kan kayıplarında, anemilerde ve gebelikte, eritrosit sayısı azalmış olarak bulunabilir.
• Ortalama eritrosit hacmi (MCV) : Normal bir kırmızı kan hücresinin hacmi 80-100 fl arasında değişir. Hacimdeki artış ya da azalmanın tespiti ile altta yatan anemi hastalığının sınıflandırılması sağlanır. Demir eksikliği anemisi ve talasemi hastalığında eritrositlerin hacmi küçülmüş olarak saptanırken; folik asit ya da b12 vitamini eksikliğine bağlı olarak oluşan anemilerde, eritrosit hacmi üst sınır değerinden yüksek olarak bulunur.
• Hemoglobin (Hb) ve Hematokrit (Hct) : Kırmızı kan hücresinin içinde yer alan hemoglobin molekülü, alınan kanda eritrositlerin parçalanması sonucu açığa çıkar. Hemoglobin fotometrik yöntemler kullanılarak direkt olarak ölçülür. Ortalama hemoglobin konsantrasyonu 11,7-15,5 g/dL’dir. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, hemoglobin değerinin erkeklerde 13 g/dL, kadınlarda ise 12 g/dL’nin altında olması anemi olarak adlandırılır.
Hematokrit değeri ortalama eritrosit hacmi (MCV) ile eritrosit sayısının (RBC) çarpılması ile hesaplanır. Erişkin bireylerde normal Hct değeri %35-45 arasındadır.
Ortalama eritrosit dağılım genişliği (RDW): Kırmızı kan hücrelerinin dağılım genişliğini ifade eden istatistiksel bir değerdir. Demir eksikliği anemisinde bu değer artmış olarak bulunurken, talasemi taşıyıcılarında normal olarak bulunur.
• Ortalama eritrosit hemoglobini (MCH): Kırmızı kan hücrelerinin içerdiği ortalama hemoglobin miktarını gösterir. Normal değeri 30-34 pikogram arasındadır. Demir eksikliği anemisi ve talasemide düşük olarak bulunur.
• Ortalama eritroist hemoglobin konsantrasyonu (MCHC): Hemoglobinin (Hb) hematokrite (Hct) bölünmesi ile hesaplanan kırmızı kan hücrelerindeki hemoglobinin yüzde olarak ifadesidir. Normal değeri %30-36 arasındadır. Normal bir eritrositte büyüklüğü ne olursa olsun şekli değişmediği sürece hemoglobin miktarı %30-36 arasında sabittir. Kırmızı kan hücrelerinin ortası soluk disk şeklindeki yapısının bozulup, küre şeklini aldığı Herediter sferositoz hastalığında, MCHC normalden yüksek olarak bulunur.
• Beyaz kan hücresi sayısı (WBC): Vücut savunmasında görev alan beyaz kan hücrelerinin (lökositler) sayısı, enfeksiyon, inflamasyon, kemik iliği hastalıkları ve bağışlık yetmezliği gibi durumlarda değişkenlik gösterir. Normal lökosit sayısı 4,400-11,000/mm3 arasındadır. Beyaz kan hücrelerinin sayısı, lösemi, lenfoma, enfeksiyon hastalıklarının seyrinde ya da doku kaybıyla sonuçlanan kalp krizi gibi durumlar sonrasında artabilir. Bağışıklığın çökmesine neden olan AIDS gibi hastalıklar, bazı ilaçların kullanımı, otoimmün hastalıklar, radyoterapi ve kemoterapi gibi kemik iliğini baskılayan tedavi uygulamaları sonrasında lökosit sayısında azalma ortaya çıkabilir.

Kan dolaşımında, çoğunluğunu nötrofillerin oluşturduğu, az miktarda da eozinofil, bazofil, lenfosit ve monosit olarak adlandırılan beş çeşit beyaz kan hücresi bulunur. Lösemi ve kronik enfeksiyon hastalıklarında lenfositlerin sayısında artış gözlenir. Eğer enfeksiyona neden olan mikroorganizma bakteriyse, nötrofil sayısında yükselme meydana gelir. Bağ doku hastalıkları monositlerin sayısında artışa neden olur. Aşırı duyarlılık reaksiyonlarında bazofil sayısı yükselirken, alerjik ya da paraziter bir durum söz konusu olduğunda eozinofil sayısı yüksek olarak saptanır.
• Trombosit sayısı (PLT): Kan dolaşımında yer alan hücrelerin en küçüğü olan trombositlerin ömrü yaklaşık olarak 9-12 gün arasındadır. Trombositler, damar duvarında bir hasar meydana geldiğinde o bölgenin pıhtı ile kapatılmasını sağlarlar. Normal trombosit sayısı 150,000-400,000/ml arasındadır. Fiziksel stres, egzersiz, travma ve enfeksiyon durumlarında, trombosit sayısı geçici olarak 450,000 ile 600,000 arasında olabilir. Trombosit sayısının 600.000’in üzerinde olması, kemik iliğinde kök hücrelerin aşırı üretim yaptığı myeloproliferatif hastalıklar olarak tanımlanan çeşitli durumlarda gözlenir.
Kan dolaşımındaki trombositlerin tüketildiği yaygın damar içi pıhtılaşmada, savunma hücrelerinin trombositlere saldırması halinde veya kemik iliğinde üretiminin baskılanması durumunda sayıları 400,00’in altına düşebilir. Trombosit sayısının 50,000’nin altına düştüğü durumlarda vücudun çeşitli bölgelerinde kanamalar ortaya çıkabilir. Bu kanamalar genellikle deri altında noktasal odaklar veya yüzeyel morluklar olarak kendini gösterir ancak trombosit sayısı düşmeye devam ederse yaşamı tehdit eden iç kanamalar ortaya çıkabilir. Bu hastalıkların ayrımının yapılması amacıyla kırmızı kan hücrelerinde olduğu gibi trombositler için de hacim ve dağılım genişliği hesaplanır. Ortalama trombosit hacmi (MPV) için normal değer 7,8-11,0 fl’dir.
Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.
MEMORIAL
Eritrositler vücut için büyük önem taşıyan hücrelerdir. Yüksekliği çoğu zaman dokulara ve hücrelere yeterli kanın gitmediği anlamına gelirken düşüklüğü de çeşitli hastalıklardan kaynaklanabilir.

Eritrosit, kırmızı kan hücrelerinin sayısını yorumlar. RBC olarak da bilinen eritrosit kısaca kan hücresi anlamına gelmektedir. Kanda en fazla eritrosit bulunmaktadır. Eritrosit, vücudun dokularıyla akciğerler arasında oksijen ve karbondioksit taşınmasını sağlamaktadır. Bu test ile tam kan sayımı sırasında alınan kan örneğiyle RCB değeri ölçülmektedir. Ayrıca idrarda da eritrosit bakılabilmektedir. Eritrosit idrarda görünürse, kanın idrara karıştığı anlamına gelmektedir. Bazı durumlarda idrarda da eritrosit görülebilir. İdrarda eritrosit görülmesi pek çok hastalığın da habercisi olabilmektedir. Genelde idrarda eritrosit görülmesinde kişiler koyu renkli idrar çıkarabilir. Hatta idrar tahlilinin sonucunda eritrosit görülürse hastaya genelde “kum dökmek” cümlesi kurulabilir. Ancak sadece kum ya da üriner sistem taş hastalığı dışında da eritrosit görülmesi mümkündür. Örneğin kırmızı olan bazı sebze ya da meyveler de idrarda kan gibi görülebilir, kurşun, civa zehirlenmelerinde, bazı bağırsak yumuşatan ilaçların kullanımında, bazı antibiyotiklerin kullanımı sonucunda da eritrosit görülebilir. Eritorsit testi de hem kanda hem de idrardan bakılabilen bir testtir.

İdrar yolu iltihabı, böbrek enfeksiyonu, mesanede, böbrekte taş, mesane ya da böbrek kanseri, prostat sorunları, bazı ilaçların yan etkilerini araştırmak için eritrosit testi istenebilir.

Sık sorulan sorular
Eritrosit yüksekliği nedir?
Alyuvarların görevi vücuttaki tüm dokulara oksijen taşımaktır. Ancak alyuvar sayısının çok yüksek olması farklı hastalıkların habercisi olabilir. Eritrosit yüksekliği, akciğer, kalp rahatsızlıklarıyla, böbrek hastalıklarıyla ilişkilendirilebiliyor. Eritrosit yüksekliği polistemit isimli bir rahatsızlığa da işaret edilmeli. Polistemi, eritrositin kanda yüksek bulunması anlamına da gelebilen bir sorundur. Doku oksijeninde azalma, aşırı miktarda tam kan nakli de eritrositi yükseltebilir. Fazla sigara içmek, ağır egzersiz yapmak, hemokonsantrasyon da eritrositin yükseldiği durumlardandır. Vücudun susuz kalması, uyku apnesinde de eritsorit değeri yükselir. Eritrosit yüksekliği vücutta baş, karın ağrısı, bulanık görme, yorgunluk, cilt üzerinde kolay morarma, uyku bozukluğu gibi belirtilerle kendisini gösterebilir. Eritrosit testi, kanda kırmızı kan hücresi sayılarında oluşan herhangi bir değişikliği değerlendirmek amacıyla yapılmaktadır. Tam kan sayımının vazgeçilmez bir parçası olan eritrosit, pek çok hastalık sebebiyle tahlillerde istenebilmektedir. İdrarda eritrosit görülmesinin sebepleri, böbrek taş hastalıkları, idrar yolu enfeksiyonu, çeşitli böbrek hastalıkları, iyi huylu prostat büyümesi, böbrek kanseri, prostat kanseri, travmalar, ateşli hastalıklar şeklinde de sıralanabilir. Eğer idrarda kanama yani eritrosit görülürse ve hastada ağrı, ateş, bulantı, idrar yaparken zorlanma sorgulanmalıdır. Hastanın kullandığı ilaçlara, mevcut hastalıklarına göre teşhis sonrasında da tedavi haritası belirlenmektedir.
Eritrosit düşüklüğü nedir?
Eritrosit, demir eksikliği anemisi, kemik iliği hipoplazisi, aplazisi, pansitopeni, radyoterapi, kemoterapi, çeşitli sebeplerden dolayı kan kaybı gibi sebeplerle düşebilir. B12, vücutta ağır folat eksikliği yanık, kaza ya da düşme sonucu travma, mide- bağırsak sisteminde kanamalar da eritrosit düşüşüne neden olabilir. Eğer eritrosit değeri düşükse yorgunluk, nefes sorunları, baş dönmesi, baş ağrısı, kalp atış hızında artış, soluk renkli ciltle belirti verebilir. Bazı ilaçlar, kanser, HIV, kanama sebepleriyle de eritrosit düşebilir. Eritrositte bir düşüş ya da artışı değerlendirmek için kırmızı kan hücresi sayımı yapılmaktadır. Eritrosit hemoglobin, hematokrit gibi değerlerle yorumlanır. Eritrosit, tam kan sayımı testlerinin vazgeçilmez bir parçasıdır.
Eritrosit değeri kaç olmalı?
Diğer parametreler gibi eritrositin de olması gereken referans aralığı vardır. Bu aralık, yaşa, cinsiyete ve gebelik durumlarına göre değişebilir. Ancak ortalama olarak eritrosit değerleri erkeklerde 4.7–6.1 milyon hücre/mikrolitre, kadınlarda 4.2–5.4 milyon hücre/mikrolitre, yenidoğanlarda 4.8 – 7.2 milyon hücre/mikrolitre, çocuklarda 4.6 – 4.8 milyon hücre/mikrolitre olabilir. Hamilelikte de normal bir dönemdekinden daha düşük olabilir.
Eritrosit değeri nasıl normale döner?
Doktor, tam kan sayımını istedikten sonra eritrosit değerlerini diğer kan parametrelerine göre değerlendirir. Eritrosit değerlerinde bir farklılık gözlemlenirse, farklı tetkikler isteyebilir. Tüm tetkikler sonucunda bir tedavi yöntemi mutlaka önerecektir.
Eritrosit kaç olursa tehlikeli bir durum vardır?
İdrarda, kan hücrelerinin (eritrosit) 3 adetten fazla görülmesi kanamanın varlığını ortaya koyar. Kanda eritrosit değerleri ise erkeklerde 4.7–6.1 milyon hücre/mikrolitre, kadınlarda 4.2–5.4 milyon hücre/mikrolitre, yenidoğanlarda 4.8 – 7.2 milyon hücre/mikrolitre, çocuklarda 4.6 – 4.8 milyon hücre/mikrolitre dışındaysa bir sorun olabilir.
MEMORIAL


Homosistein nedir?
Homosistein, amino asit olarak adlandırılan bir moleküldür ve metiyonin aminoasitinin metabolik döngüsünde bir ara maddedir. Vücutta yapılan pek çok maddenin yapımı esnasında kullanılır ve normal olarak et, balık, yumurta ve tahıllarda bulunur ve kanda %70-80 oranında albümine bağlanarak dolaşır. Ancak, homosistein seviyeleri fazla olduğu zaman, vücutta damar tıkanıklığı ve diğer sağlık sorunlarına neden olabilir.
Homosistein vücut için neden gereklidir?
Homosistein, vücutta amino asit olarak kullanılır ve vücut tarafından metabolize edilir. Homosistein vücutta esas olarak iki şekilde kullanılır; B12 vitamini kullanılarak metiyonin oluşturulabilir ve kolayca kullanılabilen türevleri olan S-adenosil metiyonin (SAM) dönüşebilir. Ayrıca vitamin B6 kullanılarak da sistein aminoasiti oluşturulabilir. SAM, hücresel enerji üretimi, DNA sentezi ve protein üretimi gibi önemli biyokimyasal reaksiyonların bir parçasıdır. Bu nedenle, homosistein vücut için gerekli bir moleküldür. Ancak, fazla miktarda homosistein vücutta acilen işlenmelidir, aksi takdirde sağlık sorunlarına neden olabilir.

Homosistein değeri kaç olmalıdır?
İdeal homosistein değeri kişinin yaşı, cinsiyeti ve sağlık durumuna göre değişebilir. Genel olarak yetişkinlerde sağlıklı bir homosistein seviyesi 5-15 μmol/L arasında olmalıdır.
Yüksek homosistein düzeyleri özellikle atardamar duvarlarının iç çeperine zarar vererek pıhtı veya damar tıkanıklıkları oluşumuna yol açar ve böylelikle kalp krizi ve inme riskini önemli ölçüde artırabilir.
Ancak, tıbbi bir uzmana danışarak, kişisel durumunuza uygun bir homosistein hedef değerini belirlemeniz önerilir.
Homosistein düşüklüğü ya da yüksekliği ne demektir?
Homosistein düzeyi, vücutta protein metabolizmasında rol oynayan bir amino asit olan homosistein miktarının kan testi sonucunda ölçüldüğü bir değerdir. Homosistein düzeyi normalden düşük olduğunda, bu normal ve sağlıklı bir durumdur. Ancak, homosistein seviyesi normalden yüksekse, bu vücudun belirli B vitamini eksikliklerine veya diğer hastalıklara işaret edebilir.
Yüksek homosistein düzeyi, kalp hastalıkları, inme, böbrek hastalığı, osteoporoz ve diğer hastalıkların riskini artırabilir. Yüksek homosistein düzeyi, B vitaminleri (özellikle B6, B12 ve folik asit- (folat veya B9 vitamini olarak da adlandırılır) eksikliği, tütün kullanımı, bazı hastalıklar veya ilaçlar gibi nedenlere bağlı olarak ortaya çıkabilir. Bu nedenle, homosistein seviyesinin yüksekliği nedeniyle doktorunuza başvurmanız önerilir ve gerekli önlemlerin alınması için tedavi planı oluşturulabilir.
Homosistein nasıl artar?
Homosistein seviyesi vücutta belirli nedenlere bağlı olarak artabilir. Bunlar arasında şunlar bulunabilir:

1. B vitamini eksikliği
B6, B12 ve folik asit gibi B vitaminleri homosistein metabolizmasını düzenler. Bu vitaminlerin eksikliği homosistein seviyesini yükseltebilir.
2. Tütün kullanımı
Sigara ve diğer tütün ürünleri kanda B vitamin seviyelerini düşürebilir ve homosistein seviyesini artırabilir.
3. Genetik faktörler
Homosistein metabolizmasının düzenlenmesinde rol oynayan bazı genlerde mutasyonlar homosistein seviyesini yükseltebilir.
4. İlaçlar
Bazı ilaçlar, özellikle metotreksat gibi bazı tümör tedavileri veya epilepsi tedavileri, homosistein seviyesini yükseltebilir.
5. Diyabet ve böbrek hastalıkları
Böbrek fonksiyonları bozulan kişilerde homosistein seviyesi yükselebilir. Aynı şekilde, diyabet ve tiroid hastalarında da homosistein seviyesi yükselebilir.
Bu faktörlerden herhangi birinin etkisi ile homosistein seviyesi yükseldiğinde, sağlık sorunlarına yol açabilir ve doktorunuz tarafından takip edilmelidir. Ayrıca, düşük proteinli bir diyet de homosistein seviyesini artırabilir.
Homosistein testi, aşağıdaki durumlarda yapılabilir:

1. Kalp hastalıkları riskinin değerlendirilmesi
Yüksek homosistein düzeyi kalp hastalıkları riskini artırabilir, bu nedenle bu riskin belirlenmesi için homosistein testi yapılabilir.
2. B vitamin eksikliğinin tespiti
B6, B12 ve folik asit gibi B vitaminlerinin eksikliği homosistein seviyesini artırabilir ve bu eksikliğin belirlenmesi için homosistein testi yapılabilir.
Aşağıdaki belirtiler çok hafif veya şiddetli olabilir;
- Baş dönmesi
- Yorgunluk ve/veya zayıflık
- Baş ağrısı
- Kalp çarpıntısı (hızlı veya hızlı atan kalp)
- Cilt veya tırnakların renginde değişiklikler
- Dilde veya ağızda yaralar
- El, ayak, kol ve/veya bacaklarda karıncalanma veya uyuşma
Ayrıca B12 vitamini veya folik asit eksikliği riski yüksekse homosistetin testine başvurulabilir;
- Yetersiz beslenme varsa
- İleri yaş
- Alkol kullanım bozukluğu veya uyuşturucu bağımlılığı varsa
- Kalp krizi veya felç geçirme öyküsü varsa
- Yüksek LDL “kötü” kolesterol veya yüksek tansiyon gibi kalp krizi veya inme riskin artıran bir veya daha fazla durum söz konusuysa,
3. Düzenli olarak takip edilmesi gereken hastalıklar
Böbrek hastalığı, osteoporoz gibi hastalıklarda homosistein seviyesi düzenli olarak takip edilmelidir.

4. Hamilelik sırasında
Hamilelik sırasında homosistein seviyesi artabilir ve bu nedenle hamile kadınların homosistein düzeylerinin takip edilmesi önerilir.
Ancak, bu durumlar dışında herkesin homosistein testi yaptırması gerektiği bir durum yoktur. Eğer sağlıklı bir insansanız ve risk faktörleriniz bulunmuyorsa, homosistein testine ihtiyaç olmayabilir. Her durum için doktorunuza danışmanız önerilir.

Homosistein hastalığı ne demektir?
Homosistein hastalığı, homosistein adı verilen aminoasitin vücutta fazla miktarda bulunması sonucu oluşan bir hastalık değildir. Ancak, yüksek homosistein seviyesi kalp hastalıkları, böbrek hastalığı, osteoporoz ve diğer sağlık sorunlarının riskini artırabilir. Bu nedenle homosistein seviyesinin düzenli olarak kontrol edilmesi ve gerektiğinde düşürülmesi önemlidir.
Bununla birlikte, homosistein hastalığı olarak adlandırılan ve genetik bir bozukluk olan homosistein metabolizması bozukluğu bulunmaktadır. Bu hastalıkta homosistein metabolizması bozuk olduğu için vücutta homosistein seviyesi fazla miktarda artar ve bu nedenle kalp hastalıkları, inme, görme ve işitme bozuklukları gibi sağlık sorunları ortaya çıkabilir. Bu hastalık nadir görülen bir durumdur ve genetik testlerle tanı konabilir.
Homosistein hakkında merak edilenler
Homosistein metabolizması, vücutta amino asit olan homosisteinin değiştirilmesi sürecidir. Bu süreç, B vitaminleri (özellikle folik asit, B6 ve B12) ve enzimlerin yardımıyla gerçekleşir. Homosistein, folik asit, B6 ve B12 vitaminleri yardımıyla, vücutta kolayca değiştirilebilen methiyonine adı verilen başka bir amino asite dönüşür. Methiyonine, sonraki metabolik aşamalarda enerji üretmek için kullanılabilir veya vücuda gerekli olan diğer bileşiklere dönüştürülebilir. Eğer vücutta yeterli miktarda B vitaminleri ve enzim yoksa homosistein metabolizması bozulabilir ve homosistein seviyesi artabilir. Yüksek homosistein seviyeleri, damar hastalıkları, kalp hastalıkları, inme ve diğer sağlık sorunlarına neden olabilir. Bu nedenle, homosistein seviyelerinin düzenli olarak kontrol edilmesi önemlidir.
Yaşla beraber homosistein düzeyi nasıl değişir?
Yaşla beraber homosistein düzeyleri değişebilir. Genellikle, yaşla birlikte homosistein seviyeleri artabilir. Bunun nedeni, yaşla birlikte B vitaminlerinin absorbsiyonunun ve homosistein metabolizmasındaki enzim aktivitesinin azalmasıdır. Ayrıca, yaşla birlikte damar hastalıkları riskinin artması ve kalp hastalıkları gibi sağlık sorunlarının ortaya çıkması da yüksek homosistein seviyelerine neden olabilir.
Ancak, yüksek homosistein seviyelerinin sadece yaşla ilişkili olmadığı da unutulmamalıdır. Beslenme, sigara, alkol kullanımı, obezite ve diğer sağlık sorunları da homosistein seviyelerini etkileyebilir. Bu nedenle, yaşla beraber homosistein seviyelerinin düzenli olarak kontrol edilmesi ve gerektiğinde tedavinin yapılması önemlidir.
Uz. Dr. İrem Özçelik MEMORIAL
PDW Testi Nedir?


“Platelet Distribution Width” İngilizce açılımının bir kısaltması olan PDW, platelet dağılım genişliği olarak tanımlanır. Plateletler, pıhtılaşmada görev alan küçük ve renksiz hücre parçacıklarıdır. Kemik iliğinde megakaryosit adlı dev hücrelerin parçalanması sonucunda üretilir. Trombopoez adı verilen bu üretim sürecinde ise birçok mekanizma mevcuttur. Bu mekanizmaların sağlıklı bir şekilde devam ettiğinin anlaşılabilmesi için ise trombosit sayısını ve fonksiyonlarını içeren farklı testler kullanılır. Platelet dağılım genişliği, trombositlerin boyut farklılığının ölçülmesine yardımcı bir analiz yöntemidir. Trombositler arasındaki yapısal boyut farkı ne kadar fazla ise PDW değeri o kadar yüksektir.

Tersi şekilde ise trombositler ne kadar özdeş üretiliyorsa PDW değeri de o derecede düşüktür. PDW testi yalnızca boyut değişikliğini gösterir. Trombositlerin normalden küçük veya büyük olduğu hakkında bilgi vermez. Bunun için MPV adlı başka bir test kullanılır. Sonuç olarak, kemik iliğinde trombosit üretimini etkileyen herhangi bir hastalıktan şüphelenildiğinde PDW testinden yararlanılabilir. PDW testi, kullanılan cihaz özelliklerine göre farklılıklar gösterebilir. Dolayısıyla standart olarak kabul edilen bir aralığı yoktur. Bununla birlikte, aşırı düşük veya aşırı yüksek düzeyler anormal olarak değerlendirilir. Optik sisteme göre okunan testlerde %25-65 aralığı normal sayılır. Empedans ölçümüne göre ise 9.0-14.0 fL değerleri normal aralığı yansıtır. Bununla birlikte, PDW sonuçları tetkik yapılan cihazın çalışma stiline göre değişebilir ve mutlaka uzman bir doktor tarafından değerlendirilmesi gerekir.

PDW Yüksekliği
Kemik iliğinde gerçekleşen üretim faaliyetleri sırasında oluşan bazı aksaklıklar sonucunda, trombosit boyutları arasında belirgin farklılıklar gözlemlenebilir. Ek olarak, yeni üretilen plateletler daha büyük boyutlara sahipken zamanla küçülür. Trombositler, üretildikleri andan itibaren kanda ortalama 10 gün bulunur. Daha sonra ise dolaşımdan uzaklaştırılır. Tüm bu süreçlerde meydana gelen düzensizlikler sebebiyle de dolaşımda büyük ve küçük trombositler anormal miktarlarda bulunabilir. PDW sonucunda yüksekliğe neden olan bu durum ise bazı sağlık problemlerinin işaretçisi olabilir. PDW yüksekliğine sebep olan hastalıkların bazıları şu şekildedir:
- Kanser: Multiple myeloma ve lenfoma gibi bazı kanser türlerinde, kemik iliğindeki trombosit sentezi etkilenebilir. Sonuçta ise büyük ve küçük plateletlerin anormal düzeylerde birlikte bulunduğu bir tablo ortaya çıkar. Ek olarak, çeşitli kanser türlerinin klinik gidişatının takip edilmesinde PDW testinden yararlanılabilir.
- Diyabet: Toplumda şeker hastalığı olarak da bilinen ve yüksek kan şekeri seviyeleri ile karakterize olan diyabet, tüm organ ve sistemleri etkileyebilen metabolik bir hastalıktır. Yapılan bir çalışmada, yüksek PDW değerinin diyabet hastalığında görülebilen mikrovasküler komplikasyonlar için belirteç niteliğinde olduğu gösterilir. Uzun süreli diyabet hastalarında retinopati, nefropati, nöropati gibi göz, böbrek ve sinir sistemlerinin sağlığını etkileyen problemler ile karşılaşılabilir. Bu problemler, küçük damarların hasarına bağlı olarak ortaya çıktıkları için mikrovasküler komplikasyonlar olarak nitelendirilir. Sonuç olarak, PDW ölçümü sayesinde şeker hastalığındaki bazı komplikasyonların gelişimi takip edilebilir.
- Kalp ve Damar Hastalıkları: Koroner arter hastalığı, kalbi besleyen damarlardaki tıkanıklığı ifade eden klinik bir durumdur. Bu hastalık sonucunda kalp krizi olarak da bilinen miyokardiyal enfarktüs oluşabilir. Bilimsel çalışmalar, koroner arter hastalığına sahip olan veya miyokardiyal enfarktüs geçiren kişilerde PDW değerlerinin yükselebildiğini gösterir. Ek olarak, beyindeki kan dolaşımında önemli bazı damarların tıkanıklığının belirteci olarak da PDW yüksekliğinden faydalanılabildiğini açıklayan araştırmalar bulunur.
- Pulmoner Emboli: Akciğeri besleyen damarların tıkanması şeklinde tanımlanabilen pulmoner emboli hastalığının en sık sebeplerinden biri, derin ven trombozudur. Uzun süreli hareketsizlik, kemik kırıkları, obezite ve diğer çeşitli faktörlere bağlı olarak görülebilen derin ven trombozu, atardamarlar ile benzer derinlikte bulunan toplardamarlarda oluşan tıkanıklıkları ifade eder. PDW testinin, derin ven trombozu olan bireylerde pulmoner emboli gelişim riskinin değerlendirilmesinde faydalı olduğunu gösteren klinik çalışmalar mevcuttur.
- Solunumsal Hastalıklar: Verem hastalığı, akciğerler başta olmak üzere vücutta birçok sistemin normal işlevlerini etkileyebilen bir enfeksiyondur. PDW değeri, verem hastalığının çeşitli evrelerinde yükselebilir. Uyku apnesi ise özellikle dinlenme sırasında solunumun kısa süreli durması ile seyreden bir sendromdur. Yapılan araştırmalar, uyku apnesinde PDW değerlerinin yükselebildiğini gösterir.

PDW Düşüklüğü
PDW düşüklüğüne sebep olabilen birkaç mekanizma bulunur. Kemik iliğindeki trombosit üretimi baskılandığında, yeterli miktarda platelet üretilemediğinden PDW değeri düşük çıkabilir. Ayrıca, trombositlerin olgunlaşmadan vücuttan atıldığı durumlarda da kanda çoğunlukla genç plateletler kalabilir. Sonuçta ise PDW değeri azalır. Bazı hastalıklar, diğer trombosit testleri normal olmasına karşın sadece anormal PDW sonucu ile kendilerini gösterebilir. PDW düşüklüğüne sebep olan klinik durumlar ise aşağıdaki gibidir:
- Lösemi: Kan elemanlarının sentezinin gerçekleştiği dokularda ortaya çıkan bir kanser türü olan lösemi, kemik iliğini baskılayabilir. Bunun sonucunda ise trombosit sentezi azalır ve PDW değeri düşer. Lösemi tedavisinde klinik gidişatın izlenmesi amacıyla da bu testten yararlanılabilir.
- Kemoterapi ve Radyoterapi: Kemoterapi, tümör hücrelerinin ortadan kaldırılmasını hedefleyen bazı ilaçların kullanıldığı bir tedavi yöntemidir. Radyoterapi ise benzer amaca sahip fakat ışınlardan faydalanan bir tedavi çeşididir. Kemoterapi ve radyoterapi sırasında sağlıklı dokular da zarar görebilir. Bu dokulardan biri de kemik iliğidir. Radyoterapi veya kemoterapi alan hastalarda, kemik iliğinin baskılanmasına bağlı olarak PDW düşüklüğü görülebilir.
- Aplastik Anemi: Kemik iliğindeki kan hücrelerinin sentezindeki bozulma ile karakterize olan aplastik anemi, PDW düşüklüğü ile kendini gösterebilen bir problemdir.
- Kanama Bozuklukları: Pıhtılaşma bozuklukları sonucunda uzun süreli devam eden kanamalar görülebilir. Kanama nedeniyle trombosit miktarı azalır. Sağlıklı bir kemik iliği, trombosit düzeylerinin dengelenmesi için daha fazla platelet sentezler. Benzer şekilde, yoğun kanama görülen durumlarda da kemik iliği aşırı aktive olabilir. Sonuçta ise genç trombositlerin çoğunluğu sağlaması nedeniyle PDW değeri düşük gözlenebilir.
- Trombositoz Görülen Diğer Durumlar: Vücudun aşırı miktarda platelet üretmesine trombositoz adı verilir. Enfeksiyonlar, oluşturdukları yangısal süreçler sebebiyle trombositoza sebep olabilir. Benzer şekilde, yoğun alkol tüketimi ve çeşitli karaciğer hastalıkları sonucunda da trombositoz görülebilir. Trombositoz sırasında, devamlı genç platelet üretildiği ve olgun olanlar azınlığa geçtiği için PDW değeri normalden düşük gözlenebilir.

PDW Testi Hakkında Bilinmesi Gerekenler
PDW testi, platelet sağlığı hakkında bilgi veren bir analizdir. Çeşitli hastalıklarda PDW değeri düşük veya yüksek çıkabilir. Bazı hastalıklarda, trombosit sayısı ve diğer belirteçler normal olmasına karşın PDW değerinde anormallik gözlenebilir. Aynı hastalığın farklı evrelerinde de PDW sonuçları değişebilir. Dolayısıyla, PDW testi tek başına anlam ifade eden bir yöntem değildir. PDW sonucunun klinik bir değeri olabilmesi için hastanın diğer kan değerleri ile birlikte incelenmesi gerekir. Sonuç olarak, PDW testinizin düşük veya yüksek çıktığı tüm durumlarda uzman bir hekim ile görüşerek yol izlemelisiniz.
Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.
MEDICALPARK
Lipaz (LPS) nedir? Lipaz düşüklüğü ve yükseliği ne anlama gelir?


Lipaz, pankreastan salgılanan sıvının içerisinde yer alır ve bu salgı ince bağırsağa iletilerek sindirimin tamamlanmasını sağlar. Sindirim için kullanılan pankreatik lipazın haricinde daha küçük miktarlarda karaciğerde hepatik lipaz, adipoz doku hücrelerinde hormona duyarlı lipazlar, kılcal damarların endotel yüzeylerinde lipoprotein lipazlar da yer alır. Pankreasta üretilen protein yapıdaki lipazın kandaki seviyesi, basit bir kan testi ile kolaylıkla ölçülebilir. Normal şartlarda kanda az miktarda lipaz enziminin bulunması normaldir. Fakat serum lipaz seviyesinin olması gerekenin üzerinde bulunması durumu lipaz yüksekliği olarak adlandırılır ve genellikle akut veya kronik pankreatit gibi herhangi bir pankreas hastalığını işaret eder. Bunun sebebi enzimin pankreastan salgılanması ve pankreasta herhangi bir yara veya inflamasyon bulunması durumunda, salgı bezinden normalin üzerinde lipaz enziminin salgılanmasıdır. Bunun haricinde pankreasın yeterli düzeyde çalışıp çalışmadığı veya pankreas hastalıkları ile karıştırılabilecek diğer hastalıklara yönelik yapılan araştırmalar gibi durumlarda lipaz testi sıklıkla uygulanan kan testleri arasında yer alır.
Lipaz testi nasıl yapılır?
Lipaz testi, kan örneği alınarak basit bir şekilde yapılabilir. Bunun için koldan veya elin üzerinde bulunan herhangi bir uygun damardan iğne yardımıyla kan alınabilir. Alınan kan örneği ile lipaz haricinde farklı kan parametrelerinin de araştırılması mümkündür. Yapılacak olan lipaz testi herhangi bir ciddi risk arz etmez, fakat tüm kan testlerinde olabileceği gibi hassas kişilerde baş dönmesi, bayılma, tansiyon düşüklüğü gibi komplikasyonlar görülebilir. Özellikle iğneden veya kan aldırmaktan korkan kişilerde bu durumlar çok daha yaygın şekilde gözlenir. Buna ek olarak kan örneğini alan sağlık personelinin tecrübesi ve hastanın damar yapısına göre değişmekle birlikte bazı kan testlerinde kan örneğinin alındığı bölgede şişlik, enfeksiyon, kızarıklık, morarma gibi durumlar da gelişebilir. Bu tarz sorunların minimuma indirilebilmesi açısından işlem tamamlandıktan sonra steril bir pamuk kanın alındığı bölgeye 5-10 dakikalık bir süre boyunca bastırılmalıdır.
Lipaz testinin istenmiş olduğu hastalar, testin daha doğru sonuçlar vermesi açısında 8-10 saatlik bir açlık durumunda olmalıdır. Bu nedenle testin uygulanması için en doğru zaman kahvaltı öncesindeki sabah saatleridir. Ayrıca kullanılan bazı ilaçlar da test sonucunu etkileyebileceğinden lipaz testi yaptıracak olan hastaların sürekli olarak kullanmakta olduğu ilaçlar konusunda doktoruna bilgi vermesi gerekir.

Lipaz testi hangi durumlarda yapılır?
Lipaz testi tıpta pek çok farklı hastalığa yönelik yapılan araştırmalarda, rutin kontrollerde veya çeşitli semptomların nedenine yönelik yapılan tetkiklerde başvurulan bir kan testidir. Testin en yaygın olarak kullanıldığı alanlar pankreas iltihabı (pankreatit) veya diğer pankreas hastalıklarının araştırılması, pankreas salgı yollarında herhangi bir tıkanıklığın bulunup bulunmadığının araştırılması, kistik fibrozis gibi pankreası da etkileyen kronik hastalıkların tanı ve takip süreçlerinde lipaz testi sıklıkla uygulanır. Bunların yanı sıra hekimler tarafından hastalarda görülen semptomların hangi sağlık sorununa bağlı olarak geliştiğinin araştırılmasına yönelik olarak da lipaz testi, birtakım farklı kan testleri ile birlikte istenebilir. Bunlar çoğunlukla pankreas hastalıklarını işaret eden semptomlar olmakla birlikte en yaygınları şunlardır:
- Mide bulantısı ve kusma
- Şiddetli bel ve karın ağrısı
- İshal
- Ateş
- İştah kaybı ve hızlı verilen kilolar
- Sürekli yorgunluk hissi ve enerji düşüklüğü
Yukarıdaki durumların haricinde 6 ayda bir veya yıllık olarak uygulanan rutin kan testlerinde de lipaz düzeylerine bakılabilir. Özellikle pankreas hastalıkları açısından risk grubunda yer alan, ailesinde pankreas hastalığı öyküsü bulunan bireyler, diyabet hastaları, safra kesesi taşları ve tıkanıklıkları bulunan hastalar, yüksek kolesterol ve trigliserid düzeylerine sahip bireyler ile obezite hastalarında lipaz testi düzenli aralıklarla tekrarlanmalıdır. Test sonucunda herhangi bir yüksekliğe rastlanması durumunda daha ileri tetkikler de uygulanarak durumun nedeni belirlenmeli ve tedavi süreci başlatılmalıdır.

Lipaz testi sonuçları nasıl değerlendirilir?
Pankreas hastalıkları ve birtakım farklı hastalıklarının teşhisinde veya pankreasın işlevinin değerlendirilmesinde kullanılan lipaz testi, enzimin birim hacimdeki kanda yer alan miktarının araştırılması şeklinde yapılır. Sağlıklı bireylerde serum lipaz seviyesi 10-140 U/L aralığında olmalıdır. Yapılan kan testi sonucunda lipaz düzeyinin bu değerin altında bulunması, pankreas organının işlevini yeterli düzeyde yerine getiremediğini veya kistik fibrozis gibi kronik bir hastalığın varlığını işaret ediyor olabilir.
Fakat bu gibi durumların belirlenmesinde kandaki lipaz seviyesindeki küçük düşüşlerin tek başına yeterli olmadığı, fiziksel muayene ve daha ileri tanı testleri ile tanının desteklenmesi gerektiği bilinmelidir. Serum lipaz düzeyinin referans aralıklarının üzerinde olması durumu ise genellikle bir sağlık sorununu işaret eder. Lipaz seviyesinin yükselmesinde pankreas hastalıkları, safra kesesi hastalıkları, pankreas kanserleri, bağırsak hastalıkları, bazı mide hastalıkları ile siroz, çölyak gibi pek çok hastalık rol oynayabilir. Bu nedenle lipaz yüksekliği tespit edilen hastalarda daha ileri kan testleri ile radyolojik görüntüleme teknikleri uygulanarak sorunun kaynağına yönelik detaylı incelemeler yapılmalıdır.
Lipaz nasıl düşürülür?
Kandaki lipaz seviyesi yüksek olan hastalarda kan değerlerinin normale döndürülmesi için, enzimdeki yükselmeye neden olan hastalığa yönelik olarak tedavi uygulanmalıdır. Pankreatit veya kronik hastalıkları bulunan kişilerde bu hastalıklara yönelik olarak uygulanacak olan medikal tedaviye ek olarak birtakım farklı önlemler de alınmalıdır. Obezite sorunu olan kişilerin sağlıklı beslenme alışkanlıkları, diyet ve düzenli egzersiz ile birlikte ideal kilolarına ulaşmaları sağlanmalıdır.
Lipaz yüksekliği bulunan hastalar sigara ve alkol kullanımından mutlaka kaçınmalıdır. Kolesterol ve trigliserid düzeyleri yüksek olan kişilerde hekim tarafından gerekli görülmesi durumunda kolesterol düşürücü ilaçlar kullanılmalı, buna ek olarak az yağlı bir beslenme programı uygulanmalıdır. Safra kesesinde taş veya tıkanıklık sorunu yaşayan bireyler hekimlerinin önermesi durumunda vakit kaybetmeden cerrahi operasyonlarını planlamalıdır. Pankreasta kistleri olan hastalarda ise kistlerin iyi huylu mu yoksa kötü huylu mu olduğunun araştırılmasına yönelik biyopsi ve kan tetkikleri uygulanmalı, tedavi ve takip sürecine yanıt vermeyen tümörler uygun cerrahi teknikler yardımıyla çıkarılmalıdır. Bu durumda çıkarılan tümörler patolojik incelemeye gönderilerek kötü huylu olduğunun tespit edilmesi halinde çevre doku ve organlara yayılım gösterip göstermediği konusunda ileri araştırmalar da uygulanmalıdır.
Eğer siz de lipaz seviyenize uzun zamandır baktırmadıysanız ve rutin bir kan testinden geçmek istiyorsanız bir sağlık kuruluşuna başvurarak hekiminizden size kan testi uygulamasını isteyebilirsiniz. Yapılacak olan tetkikler sonucunda lipaz yüksekliği, düşüklüğü veya herhangi farklı bir faktöre ilişkin bozukluğun tespit edilmesi durumunda daha ileri tanı testlerinin uygulanması sonucunda olası hastalıklarınızın erken dönemde tespit edilerek tedavi edilmesini sağlayabilirsiniz. Bu şekilde ileride karşılaşabileceğiniz çok daha ciddi boyutlu sağlık sorunlarının önüne geçerek daha sağlıklı bir yaşam sürebilirsiniz.
Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.
Dr. Öğr. Üyesi Cem Özcan İç Hastalıkları (Dahiliye) / MEDICALPARK

AFP Testi (Alfa FetoProtein) Nedir? Yüksekliği ve Düşüklüğü Neden Olur?; AFP testi olarak bilinen alfa fetoprotein testi, gebeliğin 16 ila 20. haftaları arasında rutin olarak yapılan bir tür kan testidir.
Alfa fetoprotein, anne karnındaki fetüsün karaciğeri tarafından üretilen bir protein türüdür. Yetişkinlerin kanında bulunan albumin isimli proteinin fetüsteki karşılığı olarak da bilinir.
Fetüs tarafından üretilen alfa fetoprotein, amniyon sıvısına oradan da bir kısmı anne adayının kan dolaşımına geçer. AFP değeri, gebeliğin son haftalarına kadar yavaş yavaş artar.
AFP testi yaptıranlar için yaş ya da gebelik sayısı gibi parametrelere bakılmaz. AFP testi tüm gebelere yapılmalıdır. Test tek başına uygulanabileceği gibi üçlü ya da dörtlü tarama testinin bir parçası olarak da yapılabilir.

Anne adayından alınan kan örneği ile yapılan AFP testi, bebekte spina bifida ve anensefali gibi hastalıkların varlığının araştırılması için yapılır.
Bu test ayrıca tıpta omfalosel olarak tanımlanan karın defektinin ya da farklı bir deyişle bebeğin bağırsaklarının bir kısmının vücut dışına taşması olarak bilinen hastalığın bulunmasına da yardımcıdır.
Gebe olmayan sağlıklı kadınlarda, erkeklerde ve çocuklarda AFP düzeyi ya sıfırdır ya da son derece düşük seviyededir. Ancak bu kişilerin kanında alfa fetoprotein seviyesinin yüksek olması kişide, testis, yumurtalık, karaciğer, mide, pankreas, lenfoma, Hodgkin lenfoma ya da böbrek hücresi kanserlerinin varlığını işaret edebilir. Gebelik dışında AFP yüksekliği, siroz, hepatit ya da beyin tümörlerinin göstergesi de olabilir. Tüm bu hastalıkların tanı ve tedavisi için de AFP testi yaptırılabilir. Sıklıkla sorulan “Alfa fetoprotein sonucu kaç olmalı?” sorusunu cevaplandırmadan önce “AFP testi nedir?” bunu yanıtlamak gerekir.

AFP Testi (Alfa FetoProtein) Nedir?
Alfa fetoprotein, gebelik sırasında anne adayının karnında gelişimini sürdüren bebeğin karaciğeri tarafından salgılanan bir protein türüdür. Protein, az miktarda vitellüs kesesi, mide ve bağırsak sistemi tarafından da üretilir.
Doğum sonrasındaki ilk üç ay boyunca bebeğin kanındaki temel proteinlerden biri olan alfa fetoprotein, bebeğin bir yaşına gelmesiyle birlikte çok düşük seviyelere geriler.
Yetişkinlerin kanında ise AFP bulunmaz ya da son derece az miktarda bulunur. Fakat bazı kanser türlerinde alfa fetoprotein seviyesi yetişkinlerin kanında da yükselir.
Gebeliğin ikinci trimesterı içinde bulunan 16 ila 20. haftalar arasında rutin olarak AFP testi yapılır. Anne adayının kanından bakılan ve bir laboratuvar testi olan AFP, doğum kusuru gibi ciddi hastalıkların belirlenmesinde önemli bir rol oynar. Erken müdahalelerin yapılmasına olanak tanıyan AFP testi, üçlü test ya da dörtlü test olarak bilinen tarama testleri sırasında da yapılabilir. Farklı bir deyişle üçlü tarama testi sırasında AFP, hCG ve östrojen seviyeleri ölçülürken dörtlü tarama testinde bunlara ek olarak inhibin A düzeyi de ölçülür. Dolayısıyla üçlü ya da dörtlü tarama testi yaptıranların, hekim özellikle talep etmediği sürece, ek olarak AFP testi yaptırması gerekmez. Testi yaptıran anne adaylarının merak ettiği bir diğer soru da “AFP MoM testi nedir?” şeklindedir.

Gebelikte AFP Testi (Alfa FetoProtein) Yaptıranlar
AFP testi, düzenli olarak doktor kontrolüne giden tüm kadınlara rutin olarak yapılan tarama testlerinden biridir. Çoğunlukla üçlü ya da dörtlü tarama testlerinin bir parçası olarak yapılır.
Ancak AFP testi, doğum kusuru öyküsü bulunan, gebeliğin başlangıç aşamasında bebek için zararlı olabilecek ilaçlar kullanan, 35 yaşından büyük, diyabeti ya da çoğul gebeliği olan kadınlar için çok daha önemlidir. Bu kriterleri barındıran anne adaylarına AFP testi mutlaka yapılmalıdır.
Gebelikte AFP testi yaptıranlar, testi yaptırmadan önce herhangi bir ön hazırlığa gerek duymaz. AFP testi aç karnına mı yapılır? sorusu, kişinin aç ya da tok olması test için önemli değildir, şekilde yanıtlanabilir. AFP testi, hamilelik süresinin 16 ila 20. haftaları arasında yapılır ve test öncesinde anne adayı tartılır.
Kilo, yaş, ırk ve gebelik haftası gibi etkenler, test sonuçlarının değerlendirilmesinde önemli birer kriterdir. Test, normal bir kan testi gibi kol damarlarından alınan kandan bakılarak yapılır. Bu yüzden alfa fetoprotein testinin standart bir kan testinden daha fazla ya da daha az riskli olduğu söylenemez. Anne adaylarını meraklandıran bir diğer soru da “Gebelikte AFP kaç olmalı?” şeklindedir.

AFP Normal Değeri
Anne adayının kanındaki alfa fetoprotein miktarının ölçümü ya da bazı kanser türlerinin tanı ve takibi için kullanılan AFP testi, bir mililitre kan için nanogram (ng/mL) cinsinden ölçülür.
Gebe olmayan kadınlarda ve erkeklerde AFP değeri, 0 ila 40 ng/mL değerindedir. Gebelerde ise 10 ila 150 ng/mL aralığında olması beklenir. AFP testi ile alakalı olarak hekim, CEA testi yapılmasını da isteyebilir.
Karsinoembriyonik antijen olarak bilinen CEA da alfa fetoprotein gibi fetüs dokularında bulunan bir proteindir. Sıklıkla sağlıklı fetüsün bağırsaklarında bulunan CEA, yetişkinlerde kanser varlığında artışa geçer. AFP gibi CEA testi de bazı hastalıkların ve kanser türlerinin takibi için kullanılır.
AFP Yüksekliği Ne Anlama Gelir?
Gebe olmayan kadınlarda AFP değerinin 0 ila 40 ng/mL değer aralığında olması beklenir. Gebelerde ise bu değer, 10 ila 150 ng/mL aralığındadır.
Gebelik sırasında AFP yüksek çıktı ise bu durum anne karnındaki bebekte, sinirsel tüp kusuru olduğu anlamını taşır. Ancak AFP yüksekliği nedenleri arasında bulunan gebelik tarihinin yanlış hesaplanması da bu duruma yol açabilir. Kandaki AFP düzeyi, gebeliğin farklı haftalarında artış gösterir.
Hesaplanandan daha uzun ya da daha kısa süredir gebe olunması, testin yanlış yorumlanmasına yol açabilir. Testten 2 hafta önce radyoaktif içerikli farklı bir test yapılmış olması, sigara kullanımı, diyabet varlığı gibi etkenler de AFP yüksekliğine neden olabilir. Gebe olmayanlarda AFP ve CEA yüksekliği, bazı kanser türlerine ve çoğunlukla karaciğer hastalıklarına işaret ediyor olabilir. Bazı tümör türleri, AFP ve CEA düzeyinin artmasına yol açtığından bu testler, tümör varlığının tespiti için de uygulanabilir.
AFP Düşüklüğü Ne Anlama Gelir?
AFP düşüklüğü, gebe olmayan kişilerde bazı hastalıkların ve kanser türlerinin olmadığını gösterir. Gebelikte AFT düşüklüğü ise Edwards Sendromu ya da down sendromu gibi kromozom anormalliğini gösterebilir. Gebelerde anormal düzeyde AFP düşüklüğü, fetüs ölümünden de kaynaklanabilir.
Fakat bazı durumlarda AFP düşüklüğü, çoğul gebeliklerden de kaynaklanabilir. Yapılan çalışmalara göre gebelere uygulanan her bin AFP testinden 25 ila 50’sinin sonucu, anormal olarak sonuçlanmaktadır. Ancak anormal sonuç alan 25 gebenin yalnızca 1’inde doğum kusuru görülmektedir. Yani AFP testinin anormal seviyelerde çıkması, mutlaka bebekte doğum kusuru olacağı anlamı taşımaz. Anormal AFP değerleri ile karşılaşılması durumunda hekim, ayrıntılı ultrasonografi yaparak bebeğin durumunu gözlemler. Gerektiğinde amniyosentez yaparak, bebeğin sağlık durumu hakkında ayrıntılı bilgi edinir.
Prof. Dr. Cem Çelik Kadın Hastalıkları ve Tüp Bebek Uzmanı
BUN nedir? Bun değeri ne olmalı?

Böylece protein sindirimi sonucunda ortaya çıkan toksik nitelikteki atık madde vücut dışına çıkarılmış olur. Böbreklerde var olan bir rahatsızlık durumunda kandaki üre azotu seviyesi yükselir ve pek çok farklı rahatsızlığa yol açar. Kan üre azotunun ölçülmesi için BUN (Blood Urea Nitrogen) testi ya da farklı bir deyişle kan üre azotu testi yapılır. Kanda var olan ürenin azot kısmının miktarının ölçüldüğü test sayesinde böbrek fonksiyonları değerlendirilir. Sıklıkla sorulan kanda BUN nedir sorusu bu şekilde yanıtlanabilir. BUN düşüklüğü ve yüksekliğine geçmeden önce BUN nedir bunu iyi anlamak gerekir.

Besinler yoluyla alınan proteinin, sindirim sistemi tarafından amino asitlerine parçalanması ile amonyak ortaya çıkar. Vücut için son derece toksik olan amonyağın içinde bir miktar azot bulunur. Kan yoluyla karaciğere ulaşan amonyak burada üreye dönüştürülür ve tekrar kana salınarak böbreklere ulaşması sağlanır. Böbreklerin sağlıklı çalışması durumunda vücut için zararlı olan üre azotu, kandan ayrıştırılarak idrar yoluyla dışarı atılır. Ancak bu işlem bir döngü içinde yapıldığından kanda her zaman sabit bir miktar üre azotu bulunur. Böbreklerde bir rahatsızlık olması durumunda ise üre kandan ayrıştırılamaz ve yükselir. Blood Urea Nitrogen olarak tanımlanan BUN testi ya da farklı bir ifadeyle kan üre azotu, kanda sabit olarak bulunan üre azotunun ölçümü için kullanılan bir tür laboratuvar testidir. BUN testi nedir sorusu bu şekilde yanıtlanabilir.
Koldan alınan kan ile yapılan bu testin, yetişkinler için referans aralığı 10 ile 20 mg/dL iken çocuklarda 5 ile 18 mg/dL’dir. Yüksek BUN değeri, karaciğerde üre azotu oluşumunun fazla olduğunu ya da farklı bir deyişle üre azotunun böbrekler tarafından kandan ayrıştırmakta yetersiz olduğunun işaretidir. BUN düzeyinin yüksek olması başta böbrek yetmezliği gibi önemli böbrek rahatsızlıkları olmak üzere, sindirim sistemi sorunları, tiroit hormon bozuklukları ve kalp yetmezliği gibi birçok ciddi sağlık problemlerinin habercisi olabilir. BUN değerinin, referans aralığının altında olması ise besinler yoluyla alınan ve bir miktarı vücutta sentezlenen proteinin, sindirim sistemi tarafından yeterince sindirilemediğine ya da protein açısından yetersiz beslenildiğine işaret eder. BUN testinin sonuçları, kreatinin değerleri ile birlikte değerlendirilir.

Farklı bölüm hekimleri tarafından istenen ek laboratuvar tetkiklerinde sıklıkla yapılan BUN testi, özellikle nefroloji bölümü hastaları, diyabet, hipertansiyon ve kalp hastalarına, böbrek fonksiyonlarının değerlendirilmesi amacıyla sıklıkla uygulanır. Ayrıca böbrek ile ilgili hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçların ne kadar etkili olduğunun saptanmasında, dehidrasyon şüphesinde de kandaki azot miktarının ölçülmesi için BUN testi uygulanır. Bu bağlamda BUN testi, geniş bir hastalık yelpazesinin değerlendirilmesi, akut, kronik böbrek hastalıkları ve böbrek yetmezliği gibi rahatsızlıkların tanısı ve takibinde uygulanır. Öncesinde herhangi bir hazırlık yapılması gerekmediğinden, test kolay ve hızlı bir şekilde yapılır.
BUN değeri ne olmalı?
Kanda üre azotu olarak da bilinen BUN testinin referans aralığı, yetişkinlerde 10 mg/dL ile 20 mg/dL ‘dir. Çocuklarda ise 5 mg/dL ile 18 mg/dL referans değer olarak kabul edilir. BUN testi sonucunda yer alan referans değerlerin üzerinde alınan sonuç, akut ya da kronik böbrek hastalıklarının habercisi olabileceği gibi sonucun kritik değerin üzerinde olması böbrek yetmezliği gibi çok daha ciddi rahatsızlıkların belirtisi olabilir. Bu hastalıklara bağlı olarak böbreklere olan kan akımındaki azalma, konjestif kalp yetmezliği gibi ciddi kalp rahatsızlıklarına da sebep olabilir. BUN değerinin yüksek olması, uzun süre su içilmemesine bağlı olarak görülen dehidratasyona ya da uzun süre ile idrarın tutulmasına bağlı olarak da görülebilir. Sağlıklı bir gebelikte de BUN test sonucunun belirli sınırlar dahilinde yüksek çıkması normal kabul edilir.
Yapılan BUN testi neticesinde alınan sonucun referans değerin altında olması sık karşılaşılan bir durum değildir. Çoğunlukla aşırı sıvı tüketimine bağlı olarak görülen bu durum çok nadir olarak bir hastalığa işaret eder. Böbrek fonksiyonlarının sağlıklı bir şekilde çalışıp çalışmadığının anlaşılması için BUN testinin yanı sıra kreatinin testi de uygulanmalıdır. Ayrıca elektrolit testleri de gerekli olabilir.

BUN testi ne zaman yapılır?
Proteinin, mide ve ince bağırsak tarafından sindirimi gerçekleştirildikten sonra ortaya çıkan amonyak, kan yoluyla karaciğere aktarılır. Amonyak karaciğer tarafından parçalanarak üre azotuna dönüştürülür. Üre azotu tekrar kana karışarak böbreklere ulaşır. Üre azotunun yaklaşık %10’luk kısmı ter yoluyla atılsa da, geriye kalan büyük kısmı böbrek tarafından süzülür ve idrar yoluyla vücut dışına atılır. Ancak üre döngüsü sürekli olarak yenilendiğinden, vücutta her zaman bir miktar üre azotu bulunur. Bu azot miktarının ölçümü ise BUN testi olarak bilinen kan üre azotu testi ile yapılır. BUN ne demek sorusuna verilebilecek bir diğer yanıt da bu şekildedir. BUN testinin yapıldığı durumlar aşağıda listelenmiştir:
- Mevcut şikayetlerin böbrek fonksiyonlarından kaynaklanıp kaynaklanmadığının anlaşılması
- Böbrek hasarlarının tespit edilmesi
- Böbrek fonksiyonlarının sağlıklı olup olmadığının anlaşılması
- Böbrek ile ilgili hastalıklara uygulanan tedavinin takip edilmesi
- Mevcut böbrek rahatsızlığının güncel durumunun kontrol edilmesi
- Vücutta oluşan su kaybının değerlendirilmesi
- Kan testlerinin bir bölümü olarak pek çok hastalığın tanısı

Düşük BUN değeri nedir?
Düşük BUN değeri, sık karşılaşılan bir durum değildir. Düzensiz ve yetersiz beslenmeye ortaya çıkan bu durum, aşırı su tüketimine bağlı olarak da görülebilir. Genellikle vücudun ihtiyaç duyduğu protein miktarının beslenme ile karşılanmaması sonucunda oluşan BUN düşüklüğü, antibiyotik ve anabolik steroid türü ilaç kullanımı sonucunda ortaya çıkabilir. Nadiren de olsa karaciğere bağlı hastalıklar, sindirim sistemine ait emilim problemleri, diyabet, siroz ve verem gibi hastalıklar da BUN değerinin düşmesine yol açabilir. Ayrıca pankreasa yapılan cerrahi müdahaleler, pankreasın bir bölümünün alınması, pankreas yetmezliği ve kanseri, kistik fibroz, Crohn hastalığı ve ZES olarak kısaltılan Zollinger Ellison Sendromu gibi bazı hastalıklar da üre azot seviyesinin düşük çıkmasına neden olabilir.
Yüksek BUN değeri nedir?
Protein metabolizmasının son ürünü olan üre azotunun, yapılan BUN testinde yüksek seviyede olması sıklıkla böbrekler ile ilgili bir rahatsızlığın habercisidir. İdrarda köpük, idrar yapılırken ağrı, yorgunluk ve hâlsizlik gibi belirtilerle kendini gösteren yüksek BUN değeri, kalp ve kan dolaşımında var olan problemlere bağlı olarak da görülebilir. Ayrıca, tiroit hormon bozukluğu, sindirim sistemine bağlı rahatsızlıklar, düzensiz ve protein bakımından zengin beslenme, aşırı egzersiz de kanda üre azot seviyesinin referans değerlerin üzerinde seyretmesine neden olabilir. Yoğun stres, uzun süreli açlık, ateşli hastalıklar ve enfeksiyon varlığı da BUN düzeyinin yükselmesine neden olur.
Sağlıklı bir yaşam için sağlık kontrollerinizi düzenli olarak yaptırmayı ihmal etmeyin.
Prof. Dr. Mukadder Ayşe Bilgiç Nefroloji / MEDICALPARK
Ürik asit testi nedir?

Ürik asit testi nedir?
Ürik asit, kandaki pürin maddesinin parçalanması ile ortaya çıkan ve özellikle yağlı gıdaların tüketilmesiyle karaciğerde üretilen bir maddedir. Normal olarak vücuttan atılmazsa eklemlerde birikerek ağrılara sebep olur.
Ürik asit testi hangi hastalıkların tanısı için yapılır?
Gut hastalığı şüphesinde, kemoterapi ve radyoterapi alan hastaların takibinde ve böbrek taşı oluşumlarıyla böbrek yetmezliği riski olan hastalarda ürik asit testiyle kanda biriken ürik asit seviyesi laboratuvar ortamında ölçülür.

Ürik asit yüksekliği ne demektir?
Kanda ürik asit seviyesinin yükselmesi eklem içinde kristallere sebep olurken eklem iltihaplanmasına ve gut hastalığının yol açtığı en sık ayaklarda rastlanan ağrılara sebep olmaktadır. Bunun yanında birikmiş ürik asit, böbrek taşları oluşturarak böbreklere de zarar verebilmektedir.
Ürik asit düşüklüğü nedir?
Kanda ürik asit seviyesi düşüklüğüne “hipoürisemi” adı verilmektedir. Çok sık karşılaşılan bir durum olmamakla birlikte bazı karaciğer ve böbrek hastalıklarının ve nadiren kalıtsal metabolik hastalıkların sonucu olarak da ürik asit seviyesi düşebilmektedir. Pürinden fakir diyet, yetersiz protein alımı, alkol, gebelik, bazı minerallerin eksikliği gibi sebepler de kanda ürik asit seviyesinin düşmesine yol açabilmektedir. Ürik asit düşüklüğü Parkinson, diyabet, bazı kanser türleri, böbrek iltihapları, multiple skleroz, endokrinolojik bazı hastalıklar, Wilson gibi hastalıklar nedeniyle de düşebileceği için altta yatan sebebin detaylı olarak araştırılması önemlidir.
Ürik asit değeri kaç olmalıdır?
40 yaş üstünde görülme sıklığı %10-15 olan ürik asit yüksekliğinin üst sınırı normalde;
- Erkeklerde 7-8 mg/dl
- Kadınlarda ise 6 mg/dl olmalıdır.
Ürik asit kaç olursa tehlikelidir?
Kanda ürik asit seviyesi erkeklerde 7-8 mg/dl, kadınlarda ise 6 mg/dl seviyesinin üzerine çıktığında risk oluşturmaktadır.
Ürik asit düşürmek için ne yapmalı?
Kanda ürik asit yüksekliği varlığında öncelikle altta yatan farklı bir hastalık olup olmadığı araştırılmalıdır. Bununla birlikte ürik asit seviyesini düşürücü ilaç tedavisine destek olmak amacıyla yaşam tarzında ve beslenme düzeninde de dikkat edilecek adımlar bulunmaktadır. Öncelikle bol su içmek gerekmektedir. Bunun yanında et ve et ürünlerinden uzak durmak, lifli gıdalar tüketmek, sebze ve meyve ağırlıklı Akdeniz tipi diyet uygulamak, alkolden uzak durmak yapılacak önemli adımlar arasındadır.

Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.
Günümüzde hepatit B önlenebilir ve tedavi edilebilir bir hastalıktır.

Hepatit B Taşıyıcılığı Nasıl Olur?
- Hepatit b li bireyle cinsel ilişki
- uyuşturucu madde kullananlar
- kuaförlerde sterilize edilmemiş manikür pedikür setleri
- tıraş bıçakları, makaslar,
- kulak delme işlemi, küpe deneme
- steril olmayan aletlerle sünnet
- steril olmayan aletlerle cerrahi işlem
- steril olmayan diş çekimi
- ortak diş fırçası kullanımı
- Hepatit b taşıyan gebe

Akut hepatit B hastalığında hiç belirti olmayabilir veya şu belirtiler görülebilir.
- Gözlerde ve ciltte sararma
- iştahsızlık
- halsizlik
- ateş
- eklem ağrıları
- bulantı kusma
- karın ağrısı
Hastalık belirtileri başlayıncaya kadar kuluçka süresi 6 hafta-6 ay olabilir. Kuluçka süresinin uzun olması kişinin hastalığının farkında olmadan etrafına bulaştırmasına yol açar. Hastalığın teşhisi basit bir kan testi ile yapılır. Teşhis konulduktan sonra hastalar genellikle hastaneye yatırılarak tedavi edilir. Yatak istirahati ve belirtilere yönelik tedavi uygulanır. Akut hepatit B enfeksiyonu esnasında nadiren fulminan hepatit adı verilen ağır tablo gelişebilir. Fulminan hepatitte ani karaciğer yetmezliği gelişir ve ölüm oranı yüksektir.
Akut hepatit B enfeksiyonu geçiren bireylerin alkol ve sigaradan kaçınmaları, sağlıklı gıdalar tüketmeleri, aşırı yorgunluktan kaçınmaları, düzenli uyumaları ve yağlı yiyecekleri tüketmemeleri gerekmektedir. Karaciğer hasarını artırmamak için hekime danışılmadan ilaç kullanılmamalıdır.

Kronik hepatit B hastalığı
Hastalığın teşhisinden 6 ay sonra hastalık belirtileri devam ediyorsa kronik hastalıktan bahsedilir. Hastalığın kronikleşmesi erken yaşlarda daha sıktır. İleri yaşlarda kronikleşme azalır. Hepatit B li annelerden doğan bebekler kronikleşme için büyük risk altındadır. Bazı hastalar durumlarını tesadüfen öğrenir çünkü hastalığın belirtileri çok sessiz seyredebilir. Tanı konulduktan sonra karaciğer hasarını önlemek için ilaç tedavileri vardır. Kronik hepatit B hastalığının siroz ve karaciğer kanserine dönüşme ihtimali vardır. Kronik hepatit B li hastalar düzenli olarak sağlık kontrollerini yaptırmalı, alkol ve sigaradan uzak durmalı, bol sebze ve meyve içeren besinler tüketmeli ve stresten kaçınmalıdır.

Hepatit B tanısı nasıl konulur?
Hepatit B kan testleri ile tanınır. Testler sonucunda akut veya kronik enfeksiyon, taşıyıcılık, geçirilmiş enfeksiyon veya bulaştırıcılık varsa tanınabilir.

Hepatit B aşısı ve tedavisi
Geliştirilen aşılar sayesinde hepatit B önlenebilir bir hastalıktır. Aşının koruyuculuk oranı % 90 oranındadır. Ülkemizde bebeklikten itibaren rutin hepatit b aşısı uygulaması vardır. İleri yaşlarda bağışıklık azalmışsa tekrar doz önerilir. Hastalığı taşıyanlara ve aktif hasta olanlara aşı yapılmaz. Aşılama 0, 1 ve 6. aylar olmak üzere 3 dozda yapılır. Gebelik takiplerinde annelere rutin hepatit B testi yapılmaktadır. Amaç yenidoğan bebeği korumaktır. Hastalığın yayılmasını önlemek için toplumun bulaşma yolları hakkında bilgilendirilmesi esastır.
Hepatit B kendiliğinden iyileşebilir mi?
Hastalığı sessiz bir şekilde geçirip bağışıklık kazanmış kişilere toplumda rastlanmaktadır.
Hepatit B li anneden doğan bebekler
Hepatit B bazen gebeliğin son haftalarında bazen de doğum esnasında bebeğe bulaşabilmektedir. Bu durumda bebeğe doğumdan hemen sonra aşı ile birlikte immünglobülin uygulanır.

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.
Akut dönemde halsizlik, iştahsızlık, kusma, karın ağrısı gibi belirtileri olan; kronik hale geldiğinde sessizce ise ilerleyebilen Hepatit C, tedavi edilmediği takdirde siroz ve karaciğer yetmezliğine yol açabiliyor.

Hepatit C, aynı adla anılan (Hepatit C virüsü) virüse bağlı gelişen bir hastalıktır. Hastalık uzun vadede karaciğer hasarı ve karaciğer sirozu gelişimine neden olur. Virüs 1989 yılında keşfedilmiştir. Hastalık hakkında çok fazla verinin olmadığı dönemlerde, tablor hepatit A ve hepatit B ye benzediği için bu rahatsızlıkk non A- non B hepatiti (A ve B ye bağlı olmayan) adı ile anılmaktaydı. Viral hepatit, virüs denilen bulaşıcı mikroplarla oluşan karaciğer iltihabı hastalığıdır. Klinik ve laboratuvar olarak keşfedilme sıralarına göre A hepatiti, B hepatiti, C hepatiti, D hepatiti ve E hepatiti şeklinde isimlendirilmiştir. Her biri ayrı bir mikroptur, farklı bulaşma yolları ve farklı sonuçları söz konusudur. Hepatit B (bazen birlikte hepatit D) ve hepatit C kronik hastalık yapmaları sonucu karaciğer sirozu ve karaciğer kanserine sebep olmaları bakımından daha ciddi sonuçları olan hastalıklardır. Dünyada her yıl yaklaşık bir milyon insan hepatit B ve hepatit C’ye bağlı karaciğer sirozu ve kanseri nedeniyle hayatını kaybetmektedir.

Hepatit C virüsü vücuda girdikten birkaç hafta sonra halsizlik, iştahsızlık, ateş, mide bulantısı, kusma, karın ağrısı, eklem ağrıları, idrar renginde koyuluk ve sarılık gibi şikayetlerle akut Hepatit C hastalığına neden olabilir. Kronik Hepatit C ise sinsi seyreden bir hastalıktır. Halsizlik ve iştahsızlık dışında başka bir belirti nadiren ortaya çıkar. Hepatit C’de karaciğer dışındaki organlarda da belirtiler ortaya çıkabilir. Eğer hastalık ilerleyip karaciğer sirozu da gelişirse karın şişliği, bacaklarda ödem, ciltte, diş etlerinde kanama, kan kusma, dışkı renginde katran rengi görülür. Eğer durum ileri evredeyse konuşma bozukluğu, unutkanlığı, bilinç kaybı gibi belirtiler de görülmektedir.

Virüs genellikle karaciğerde ve kanda bulunur. Esas bulaşma yolu kandan-kanadır. Örneğin, damar içi uyuşturucu kullanan iki kişi aynı iğneyi kullanırsa bulaşma olabilir. Hepatit C bulaşma yolları içinde en yaygını uyuşturucu kullanımıdır. Diğer bir bulaşma yolu kan naklidir. Bir kişiye, Hepatit C virüsü taşıyan bir kişinin kanının verilmesi gibi. Günümüzde yapılan testler ile bu artık hemen hemen imkansız gibidir. Ancak, 1990 öncesi hastalık bilinmediğinden ve tarama testleri bulunmadığından, bu dönemde yapılan kan nakilleri risk taşıyabilir. Virüs tükürük, idrar, semen gibi vücut sıvılarında bulunmaz. Bu nedenle cinsel ilişki sırasında bulaşma nadirdir. Vücut sıvılarında virüs olması için bu sıvılara bir şekilde kan bulaşması gerekir (örneğin: diş etinde kanama…). Virüs adet kanında bulunur. Bu dönemde bulunulan cinsel ilişki bulaşma açısından riskli olabilir (kanın açık bir yaraya bulaşması ile) Aynı iğne kullanılarak yapılan aşılar, dövme v.s. gibi işlemler bulaştırıcı olabilir. Aynı tıraş bıçağı ve diş fırçasını kullanmak, bunların kan ile temas etmesi olasılığı nedeni ile bulaştırıcı olabilir.

HEPATİT C TEŞHİSİ NASIL KONULUR?
Hepatit C taraması için kanda Anti-HCV bakılmaktadır. Eğer sonuç pozitifse ikinci bir testle bir doğrulama yapılmaktadır. Anti- HCV pozitifse kişinin Hepatit C ile karşılaştığı söylenebilir. Ayrıca tanı koydurucu olan HCV-RNA testi yapılır. HCV-RNA testi akut ya da kronik Hepatit C’nin yönetiminde önemlidir. Bunun yanında kişide karaciğer fonksiyonlarını gösteren kan testleri de değerlendirilmektedir. Ayrıca ultrason gibi görüntüleme yöntemleriyle fibroscan da uygulanır.
HEPATİT C TEDAVİSİ NASIL OLUR?
Hepatit C tedavi edilebilen bir hastalıktır ancak hali hazırda virüsle karşılaşan kişilerin az bir kısmı tedavi görmektedir. Bunun nedeni belirtilerin yıllarca fark edilmeyebilmesi, belirtilerin doğrudan bu hastalıkla ilişkilendirilmemesi ya da sadece yorgunluk belirtisi olması, bu virüsün taşındığının anlaşılmaması olabilir. Hepatit C tedavisinin amacı kalıcı virolojik yanıt elde etmektir. Kalıcı virolojik yanıt hastanın kanında virüsün kalmamasıdır. Kalıcı virolojik yanıt elde edemeyen hastalarda tedavi başarısız olur, virüs kanda taşınmaya devam eder. Hepatit C erken yakalandığı zaman tedavi şansı yüksek bir hastalıktır. Genellikle Hepatit C hastaları hamilelik süreçlerinde ya da kan bağışı yaptıkları zamanlarda saptanabilirler. Hastalık için testler yapılır ve sonuçlara göre tedavi planlanır. Eğer kişiye erken dönemde akut Hepatit C teşhisi konulmuşsa bu hastalarda yüzde 100’e yakın oranda ilaçlı tedavi bulunmaktadır. Hepatit C virüsünün kanda olduğunu gösteren test HCV RNA testidir. İlaç tedavisiyle %100’e yakın oranda kalıcı olarak HCV RNA kanda negatifleşir. Bu Hepatit C’nin vücuttan tamamen atılması anlamına gelmektedir. Son yıllarda üretilen çok etkili yeni ilaçların bir kısmı ülkemizde de ruhsatlandırılmıştır. Hepatit C ilaçları ile hastalık günümüzde %100’e yakın oranda tedavi edilebilmektedir.

HEPATİT C HAKKINDA SIKÇA SORULAN SORULAR
Hepatit C virüsü bulaşan bir insanı bekleyen olaylar nelerdir?
Hepatit C nispeten yeni bir hastalıktır ve bu nedenle hastalığın gidişi hakkında bilgiler çok kesin değildir. Ancak, hastalığın vakaların çoğunda yıllar içinde ortaya çıktığı ve kalıcı olduğu yönündedir. Hastaların %90’ı virüsten bir daha kurtulamaz. Yıllar içinde, virüsün karaciğerde yarattığı olaylara bağlı olarak bazı yapısal değişiklikler olur. Buna siroz adı verilmektedir. Ancak bunun için ne kadar süre geçmesi konusu çok değişkendir. Bazı hastalarda 5 sene gibi kısa bir sürede siroz gelişebilirken, bazılarında bu süreç 40-50 yıl sürebilmektedir. Siroz gelişse bile, hastaların bir kısmı normale yakın bir hayat sürebilirken, diğerleri siroza bağlı karında ciddi su toplanması, şuur bulanıklıkları, ciddi sindirim sistemi kanamaları (varis kanaması), ağır karaciğer yetersizliği veya karaciğer kanseri gelişimi gibi istenmeyen olaylarla karşılaşabilmektedir. Özellikle siroz gelişiminden sonra kanser riskinin belirgin bir şekilde arttığı bilinmektedir. Bu nedenle bu tip hastalar, böyle bir gelişimi erken yakalamak amacı ile yakından takip edilmelidirler.

Hepatit C’li hastada karaciğerde kanser gelişirse bunun tedavisi var mıdır?
Her Hepatit C’li hastada kanser gelişecek diye bir kural yoktur. Özellikle siroz gelişimi ile normal insanlara kıyasla artmış bir risk vardır. Bu nedenle, Hepatit C’li hastanın sadece karaciğer hastalığı nedeniyle takipte olması yetmez. Böyle bir kanser gelişme riski nedeniyle de takip edilmesi, zaman zaman bu amaca uygun laboratuvar ve görüntüleme tetkiklerinin dede yapılması gerekir. Böyle bir durumda cerrahi tedavi yoluna gidilebilir. Ancak, karaciğer cerrahisi ayrı bir deneyim gerektirir. Özellikle karaciğer fonksiyonları bozuk olan insanlarda cerrahi riskli olabilir. Bunun için özel bazı tetkiklerin yapılması ve cerrahinin riskinin ortaya konulması gerekir. Bazen (karaciğer yetersizliği bulguları olanlarda) cerrahiye alternatif yöntemler gündeme gelebilir.
Her Hepatit C hastası siroz olur mu?
Her kronik Hepatit C hastası siroz olmamaktadır. Her 4-5 kronik Hepatit C enfeksiyonlu kişiden 1’inde hastalık siroza ilerlemektedir. Hepatit C’nin dünyadaki dağılımı çok farklı. Örneğin Mısır’da Hepatit C görülme sıklığı yüzde 15’ken, Türkiye’de Avrupa’daki ülkelere benzer şekilde yüzde 1’dir. Türkiye’de 750 bin kişide Hepatit C görüldüğü düşünülmektedir. Bu kişilerin yaklaşık dörtte birinde siroz geliştiği düşünülürse 200 bine yakın kişide karaciğer sirozu gelişebilir. Bu hastaların bir kısmında karaciğer kanseri geliştiğini düşünürsek Hepatit C önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hepatit C sonucu siroz veya buna bağlı sorunlarla ilgili neler yapılabilir?
Siroz gelişimi ile karaciğerde geri dönüşümsüz değişiklikler olmuş demektir. Sirozun klasik anlamda tedavisi yoktur. Ancak siroz, uzun yıllar sürebilen bir süreçtir ve bunlara karşı mücadele edilebilir. Karında sıvı toplanması, karaciğerin bazı maddeleri işleyememesi sonucu bunların kanda birikerek beyin fonksiyonlarını etkilemesi gibi sorunlar ortaya çıkabilir. Bunlara karşı bazı ilaçlar ve özel diyetler ile mücadele edilebilir. Sirozların en korkulan ve ölümcül olabilecek komplikasyonu (istenmeyen yan etkisi) ciddi sindirim sistemi kanamalarıdır.
Bunlara özofagus (yemek borusu) varis kanamaları denilmektedir. Siroz ile birlikte, karaciğerden geçmesi gereken kan eskisi kadar rahat geçemez. Geride göllenme olur ve bu damarlarda basınç artar. Karaciğerden geçemeyen kan kendine başka yollar arar. Bunlardan biri de yemek borusu iç yüzünde bulunan damarlardır. Bu damarlarda basınç yükselince bunlar genişler ve varisleri oluşturur. Bunlar zamanla patlayarak ölümcül kanamalara yol açabilirler. Bu tarz kanamalara endoskopik olarak müdahale edilebilir. Bu yöntemlerin de başarısız olduğu vakalarda cerrahi veya girişimsel radyolojik müdahale yapılabilir. Yüksek basınçlı damarlar ile alçak basınçlı damarlar arasında cerrahi özel teknikler ile yeni yollar (şant) açılarak bu kanamalar kalıcı olarak önlenebilir. Sirozun son evresinde ise karaciğer yetersizliği bulguları gelişir. Bu safhada hastalığın tek tedavi yöntemi karaciğer naklidir. Bu durumda hasta karaciğer ya kadavradan (beyin ölümü gelişmiş kişi) alınan karaciğer ile ya da uygun vakalarda hastanın bir yakınından alınabilecek yeterli bir karaciğer parçası ile değiştirilir. Böylelikle vakaların yaklaşık %70-80’i sağlıklı normal yaşamlarına dönebilirler.
Hamile bir kadın Hepatit C tedavisi görebilir mi?
Hamilelik sırasında Hepatit C tedavisi uygulanmaz. Bu dönemde kullanılan bazı ilaçlar bebeğin sağlığını olumsuz etkileyebilir. Hepatit C hastalığı olan bir kadın hamile kalmak istiyorsa ilaç planlaması buna göre yapılmaktadır. Hepatit C’li bir anneden karnındaki bebeğe Hepatit C geçebilir. Evlilik öncesi testlerde Hepatit C’ye rastlanması durumunda vakit kaybetmeden tedaviye başlanır.

Hepatit C kanser yapar mı?
Kronikleşen ve tedavi edilmeyen Hepatit C karaciğer sirozuna, siroz gelişen hastalarda da karaciğer kanserine neden olabilmektedir. Vücudun fabrikası olan karaciğer; vücudun tüm sistemlerini etkileyen bir merkez, kan deposu, savunma sisteminin bir parçasıdır. Karaciğer kanseri için en fazla riski taşıyan grup ise hepatitli kişilerdir. Karaciğer kanseri erken dönemde belirti vermediği için erken tanı ihtimali düşüktür. Bu kanserlerin yüzde 80’i daha çok siroz olan kişilerde gelişmektedir, bu nedenle hastalar yakından takip edilmelidir. Risk altında olmayan bireylere göre Hepatit B ve C hastası kişilerin karaciğer kanseri olma riski 200 kat daha fazladır. Hepatit B, aşılanma ile önlenebilir. Hepatit C için geliştirilen tedaviler de oldukça olumlu sonuçlar vermektedir.
Hepatit C ölümcül müdür?
Tedavi edilmeyen Hepatit C, son aşamada karaciğer kanserine neden olabilir. Gerek kanser riski, gerek ciddi karaciğer yetersizliği oluşturma riski nedeniyle hayati tehlike oluşturabilecek bir virüstür.

Hepatit C aşısı var mı?
Hepatit C için koruyucu olan bir aşı bulunmamaktadır. Hepatit A ve Hepatit B aşısı bulunmaktadır.
Hepatit C tükürükle bulaşır mı?
Hepatit C virüsü tükürük, idrar, semen gibi vücut sıvılarında bulunmamaktadır.

Hepatit C tedavisinde beslenme nasıl olmalı? Hepatit C diyeti var mı?
İnternet ortamında ve piyasada satılan bitkisel karışımlar sanıldığı gibi masum olmayabilir. Çeşitli rahatsızlıklara iyi geldiği iddiası ile piyasada satılan bitkisel karışımlar, içeriklerinde kullanılan maddeler tam olarak bilinmediği için olumsuz sonuçlara yol açabilmektedir. Sağlıklı insanlarda bile karaciğer yetmezliğine neden olan bu karışımlar, kronik karaciğer hastalığı olan kişilerde organın tamamen iflas etmesine yol açabilmektedir. Akdeniz tipi beslenme her karaciğer sorununda ve diğer hastalıklarda olduğu gibi Hepatit C’de de önerilmektedir. Salam, sucuk gibi katkı maddeli besinler, yağlı kızartmalar, hazır meyve suları ve şekerli beslenme karaciğer yağlanmasına neden olabilir. Hepatit C hastaları karaciğerlerini korumalıdır. Karaciğerin düzenli çalışabilmesi için uyku düzeni de önemli bir yer tutmaktadır. Haftanın 3 günü spor yapmak hem genel sağlık hem de karaciğer yağlanması bakımından hayati önem taşımaktadır. Bel çevresinin genişlemesiyle birlikte görülen karaciğer yağlanması organ nakline kadar ilerleyebilen tablolar oluşturabilmektedir. Kilo olmak gibi çok hızlı kilo kaybında kas yıkımı ve şekerin dengesiz kullanılması sonucu karaciğer vücudu korumak için yağlanmayı artırabildiği unutulmamalıdır.
Hepatit C seyahat ya da tatilde risk midir?
Hepatit C’nin en çok Orta ve Doğu Asya, Kuzey Afrika’da görüldüğü bilinmektedir. Seyahat eden yolcuların gittikleri yerlerde dikkatli olmaları gerekmektedir. Güvensiz cinsel ilişkiden kaçınılmalı, dövme ve piercing gibi işlemlerde sterilizasyondan emin olunmalıdır.
Hepatit C dokunmayla bulaşır mı?
Hepatit C virüs kanda bulunur. Bu sebeple daha çok kan yolu ile bulaşır. Ayrıca güvensiz cinsel ilişki yoluyla yani vücut sıvıları aracılığı ile de bulaşabilir. Madde bağımlısı gençlerin aynı enjektörü kullanmaları nedeniyle Hepatit C vakaları görülebilmektedir. Ayrıca Hepatit C testi uygulanmadan önce virüsün varlığı tespit edilemediği için kan transfüzyonu yapılan kişilerde de (kan verilen) görülebilmekteydi. Ortak kullanılan ustura, traş makinesi, berber makaslarının yanı sıra dövme yaptırma, vücudun kesici-delici bir cisimle yaralanması, akupunktur iğneleri ile de HCV’ bulaşı söz konusu olabilmektedir.

Hepatit C sarılık yapar mı?
Hepatit C mikrobu bulaşan her beş kişiden birinde klasik ikterli (sarılıklı) hepatit olur. Diğer dördü belirgin sarılık olmaksızın akut hastalığı geçirir. Eğer ALT, AST gibi karaciğer hasarını gösteren testlere bakılırsa bu sarılıksız seyreden hastalarda da tanı koymak mümkün olabilir. Akut hepatit düşünülen hastalarda hepatit etkenleri (A, B, C ve gerektiği zaman D ve E hepatitleri) araştırılmalıdır. Günümüzde uygulanan anti-HCV testi hepatit C tanısı için son derece duyarlı ve özgüldür. Anti-HCV ile birlikte gerektiğinde başvurulan HCV RNA PCR testi ile tam bir değerlendirme yapılabilir. Ayrıca HCV genotipi ve IL28B genotipi gibi ileri testler gerekebilir. Sarılıklı akut C hepatiti hastalarında ve IL28B genotipi C/C olanlarda daha sık olmak üzere, hastaların %20-40’ında kendiliğinden iyileşme olur. Diğerlerinde (%60-80) ise kronik HCV enfeksiyonu gelişir. Bağışıklık sistemi normal olan kişilerde kronik hepatit C’ye bağlı olarak karaciğer sirozu için 20-25 yıl, karaciğer kanseri için 25-30 yıl geçmesi gerekir. Yani kronik hepatit C uzun yıllar sessiz, belirti vermeden seyreden bir hastalıktır. Bu nedenle bazı metinlerde sessiz öldürücü (“Silent Killer”) gibi tanımlar kullanılır. Bunlar abartılı ifadelerdir. Genellikle 8-12 hafta izlenen akut C hepatiti hastasında iyileşme olmaz ise ilaçla tedavi düşünülmelidir.
Hepatit C tedavisi zor mudur?
Vücudumuzda doğal olarak bulunan, antiviral etkili proteinler olan interferonlar, özellikle interferon-alfa (IFN), 1986-90 arasında hepatit C tedavisinde etkili olduğu gösterilmiş ilk ilaçtır. Genotip 1 (ayrıca 4,5,6) hastaların %50’sinde, genotip 2 veya 3 olanların %70’inde kalıcı viral cevap (KVC) sağlanmıştır. Günümüzde genelde 12 hafta kullanılan tabletlerle %100’e yakın KVC sağlanmaktadır. Tedavi ile sağlanan bu KVC HCV’nin küratif tedavisi demektir. KVC, HCV’nin varlığını gösteren HCV RNA’nın tedavinin bitiminden 6 ay sonra da kanda saptanamaması, negatif olmasıdır. KVC sağlanan hastalarda karaciğer sirozu veya kansere ilerleme riski azalır, karaciğerde belirgin iyileşme olur.
Her Hepatit C’li hastaya aynı tedavi mi uygulanır?
Hepatit C’nin alt gruplarına (genotip) göre tedavi kombinasyonlarında farklılıklar olabilmektedir. Günümüzde tüm alt gruplara etkili (pangenotipik) ilaçlar da üretilmiştir. Ancak hastalarda siroz bulunup bulunmaması, daha önceden sonuç vermeyen bir Hepatit C tedavisi geçirilip geçirilmediği ya da etkili bir tedavi gerçekleştirilmiş olmasına rağmen hastalığın tekrarlaması (nüks) gibi kriterlere göre ilaç seçimi ile kullanım sürelerinde değişiklikler olabilir.
Hepatit C tedavisine ara vermek tehlikeli mi?
Genel olarak öncelikli tedavinin Hepatit C hastalarında uygulanması gerektiğine inanılmaktadır. Aşısı olmayan bu enfeksiyonun sınırlanması ve ortadan kalkması ancak bu şekilde mümkün olacaktır. Bu nedenle kronik hepatit C olan her hasta, yan etkiler de göz önünde bulundurularak tedavi olmaya karar verirse öncelikli tedavi adayıdır. Siroz gibi ciddi karaciğer rahatsızlığı olan hastalar tedavi sırasında daha fazla yan etkiye maruz kalmakta ve tedaviye cevap oranları görece düşük olmaktadır. Ancak kronik Hepatit C’li veya erken siroz olan her hasta tedavi olma hakkına sahip olmalıdır. Uzman doktor ile durum değerlendirilip ortak karar verilmelidir. Yan etki yönetimi, gereksiz şekilde ilaç dozlarıyla oynanmaması ve tedaviye ara verilmemesi tedavi başarısı için çok önemli olan bir diğer konudur.
Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.
Memorial Sağlık Grubu Gastroenteroloji Bölümü Uzmanları
Hepatit C hastalığın geç evrelerine kadar sessiz kalan bir hastalıktır. Bu nedenle hastalığı başlangıç döneminde yakalamak çok zordur. Çünkü genellikle belirtisizdir veya yorgunluk, halsizlik, hazımsızlık gibi birçok hastalıkta görülebilecek önemsiz belirtiler gösterir.

Hepatit C insandan insana kan yoluyla bulaşmaktadır. Kan ve kan ürünü verilenler, uyuşturucu kullananlarda daha sık görülmektedir. Ülkemizde uyuşturucu kullanımı yaygın olmadığından, kan bankaları bağış olarak aldıkları kanlarda hepatit C araştırması yaptıklarından ve tek kullanımlık iğne ve tıbbi malzeme kullanıldığından bulaşma azalmıştır. Hastalığın cinsel temasla bulaşıp bulaşmadığı tartışmalı bir konudur. Çok eşliliğin Hepatit C riskini artırdığı kabul edilmektedir. Ev içinde, işte ve diğer sosyal temaslarda (tokalaşma, öpüşme gibi) Hepatit C bulaşmaz. Türkiye’de hastalığın görülme sıklığı % 0,3’tür. Yani 1000 kişiden 3 kişide görülmektedir.

Hepatit C tanısı nasıl konur?
Hepatit C diğer hepatitlerden farklı olarak çoğunlukla sarılık da yapmaz. Bu nedenle hastalığı başlangıç döneminde tanımak çok zordur. Hepatit C geçirenlerin yüzde 30’unda tamamen iyileşme olmaktadır. yüzde 70’inde hastalık kronikleşir. Kronikleşen hastaların yüzde 20 -30 arasındaki kısmında siroz gelişebilir. Bunların da yüzde 1-2 sinde karaciğer kanseri ortaya çıkabilmektedir. Fakat bu gelişmeler uzun yıllar içinde olmaktadır. Hastalığın erken döneminden sonra kronik bir duruma gelmesi ortalama ancak 10 yıl sonra görülebilir. Siroz gelişme süresi ise yaklaşık 20 yıl, karaciğer kanseri gelişme süresi ise yaklaşık 30 yıldır. Yani Hepatit C yavaş ilerleyen bir hastalıktır. 40 yaşın üzerinde, alkol kullanan erkeklerde siroz olma riski daha yüksektir.
Hepatit C tedavisi nasıl olur?
Hepatit C erken yakalandığında tedavi şansı yüksektir. Bu hastalar çoğunlukla başka nedenlerle incelendiklerinde veya kan bağışında bulundukları sırada saptanırlar ve hastalığın hangi evresinde oldukları bilinemez. Hastalığın gidişini izlemek için bir takım testler, gerekirse karaciğer biyopsileri yapılarak değerlendirilir. Alınacak önlemler ve yapılacak tedaviler bu bulgulara göre planlanır.
Hepatit C hastalığından nasıl korunmak gerekir?
Hepatit C‘nin henüz bir aşısı yoktur. Bu konuda çalışmalar devam etmektedir. Hastalıktan korunmak için genel temizlik kurallarına uyulması, başkalarının kullandığı iğne, jilet gibi malzemelerin kullanılmaması alınabilecek önlemlerdir.
Uzm. Dr. Osman Aksoy Enfeksiyon Hastalıkları ve Mikrobiyoloji
HIV (Human Immunodeficiency Virus / İnsan Bağışıklık Yetmezliği Virüsü), kan ve korunmasız cinsel temas yoluyla bulaşan ve vücudun çeşitli dokularına yerleşebilen, ancak esas etkilerini bağışıklık sistemi üzerinde gösteren bir virüstür.

Günümüzde HIV için geliştirilen ilaçlar virüsün vücutta çoğalmasını ve bağışıklığı baskılayıcı etkisini önleyerek, HIV pozitif kişilerin uzun ve sağlıklı bir yaşam sürmesini sağlamaktadır. Bunun için tedaviye erken başlanması ve doktor kontrolünde düzenli olarak devam edilmesi önemlidir.

AIDS Nedir?
AIDS, Acquired Immune Deficiency Syndrome’un (Kazanılmış Bağışıklık Yetersizliği Sendromu) kısaltmasıdır. HIV virüsünün neden olduğu AIDS, bağışıklık sisteminin enfeksiyonlara ve kanserlere karşı savunmasız olduğu evredir ve yaşamı tehdit eder. Yanlış bilinenlerin aksine, HIV pozitif olan her kişide AIDS oluşmamaktadır.
HIV virüsüne karşı geliştirilen Antiretroviral ilaçlar sayesinde bağışıklık sistemi hasar ciddi görmeden enfeksiyonlara karşı savaşabilir, yani vücut direnci düşmez. HIV bulaştıktan sonra ilaç tedavisine ek olarak kişinin yaşam koşullarına ve vücut direncine göre AIDS oluşmayabileceği gibi, 5-15 yıl ya da daha sorasında oluşma ihtimali de vardır.

Dünyada ve Türkiye’de HIV Görülme Sıklığı HIV günümüzde tüm dünyada yaygın olan bulaşıcı bir enfeksiyondur. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre dünyada 37 milyon kişi HIV virüsü taşıyor. HIV pozitif kişilerin yüzde 60’ı antiretroviral tedavi almaktadır.
Ülkemizde ise HIV hakkında farkındalığın ve test imkanlarının artmasıyla birlikte, tanı koyulan kişi sayısında artış gözleniyor. Buna karşın Türkiye, AIDS’in sık görülmediği ülkeler arasında değerlendiriliyor. Sağlık Bakanlığı’nın 1985-2018 yılları arasında yaptığı araştırmaya göre,
Türkiye’de HIV taşıyıcısı kişi sayısı 18, 557 kişidir ve 1736 AIDS vakası mevcuttur. Vakaların en fazla görüldüğü yaş grubu 30-34 ve 25-29 yaş grubudur.
Bulaşma yoluna göre dağılımına bakıldığında, vakaların % 49, 6’ının cinsel yolla bulaşmakta olduğu, cinsel yolla bulaştığı bildirilen bu vakaların % 71’inin bulaşma yolunun heteroseksüel cinsel ilişki olduğu görülmektedir. 2018 yılında HIV pozitif tanısı alan kişi sayısı 2199’dur ve bu kişilerin yüzde 83’ü erkektir. Tanı alan kişilerden 25-29 yaş arası olanlar diğer yaş gruplarına göre fazladır. Yıllar bazında HIV görülme trendinde artış gözlemlenmektedir.

Erken Tanının Önemi
Birçok hastalıkta olduğu gibi erken tanı ve buna bağlı olarak erken tedavi, HIV enfeksiyonunun tedavisinde ve seyrinde önemlidir. Erken tanı yaşam beklentisini uzatmanın yanı sıra, bulaşma oranlarını da düşürmektedir.
Korunmasız cinsel ilişkide bulunanlar, HIV pozitif kanın temas edebileceği cinsel temas ya da açık deriye temasta bulunanlar, steril olmayan iğne, delici alet kullananlar mutlaka HIV testi olmalıdır.
Testin doğru sonuç vermesi için kanda antikorların oluşması gerekir, bu nedenle HIV testi, virüsle temastan itibaren 4-6 hafta sonra en doğru sonuçları vermektedir.
Ülkemizde HIV testi kişinin gizliliği tamamen gözetilerek yapılmaktadır. HIV/AIDS sebebiyle sağlık kuruluşlarına başvuran, tedavi ve testlerini yaptıran hastaların veya yeni tespit edilen HIV pozitif kişilerin kimliği ile ilgili bilgiler kodlanarak bildirilir. Kişide HIV virüsü pozitifse Sağlık Bakanlığı’na bildirim zorunludur ancak yine yukarıda bahsedilen kurallar gözetilerek yapılmaktadır. HIV pozitif kişilerin tedavisinde, kişilerin kendileri ve yakınları için psiko-sosyal destek önemlidir. Ülkemizde HIV pozitif kişiler ve yakınları için sosyal ve hukuksal destek verecek birçok dernek mevcuttur. HIV testi evlilik öncesi zorunlu testler arasındadır ancak HIV pozitiflik olmak evlenmeye engel değildir.
Bulaşma Yolları
HIV insandan insana bulaşmaktadır. Virüs, HIV-pozitif bireylerin kan, sperm, vajina salgısı ve anne sütünde bulunur. Hem kadın, hem de erkekten bulaşabilir.

HIV’nin bulaşma yolları şunlardır:
Cinsel Temas
Dünyada HIV enfeksiyonunun yüzde 80-85’i korunmasız cinsel ilişki ile bulaşmaktadır. Kanın, spermin veya vajinal sıvının penis, vajina, anüs mukozasına ya da ağızda ve derideki zedelenmiş doku, kesik ve çatlaklara temasıyla bulaşır. Virüs erkekten kadına, kadından erkeğe, erkekten erkeğe, kadından kadına cinsel yolla geçebilir. HIV vajinal, oral ve anal cinsel temasla bulaşabilir. Bulaşma için HIV pozitif kişi ile yapılan tek korunmasız cinsel temas yeterlidir. Korunmasız cinsel ilişki sayısı arttıkça bulaşma riski de artar.
Kan Ürünleri
HIV, kanda daha yoğun oranda bulunur. HIV pozitif kişilerden alınmış kan ve kan ürünleri ile virüsü bulaşabilir. Olası durumlar şunlardır:
HIV pozitif kişinin kanının diğer kişinin kanına teması ile,
Test edilmemiş kanın nakli ile,
- HIV virüsü taşıyan organ, doku ve sperm transferi ile,
- Kullanılmış ve dezenfekte edilmemiş şırınga, iğne, cerrahi aletler, diş hekimliği aletleri, kesici ve delici aletler (jilet, makas), dövme aletleri ve akupunktur iğneleri ile,
- Damar yoluyla (virüsle enfekte olmuş bir şırınganın damara girmesi, ortak şırıngayla damar içi uyuşturucu madde kullanımı vb.)
- HIV-pozitif erkek ve kadının cinsel organlarındaki kanamaların veya âdet kanının penise,
- vajinaya veya ağza temas etmesiyle de bulaşma olabilir.
- 1985’dan beri dünyada 1987’den itibaren de Türkiye’de tüm kan ve kan ürünlerine HIV açısından taranmaktadır. Ayıca kan bağışçıları da test edilmektedir. Bu nedenle kan yoluyla bulaşma çok nadirdir.
Anneden Bebeğe Bulaşma
Gebelik sırasında HIV virüsü taşıyıcısı olan anne, hamilelik süresince, doğum sırasında ve doğum sonrası dönemde bebeğe virüsü geçirebilir. Emzirme döneminde ise bu virüs, yaklaşık yüzde 20-30 oranında anneden bebeğe geçebilir.
Doğumun mutlaka sezaryen yapılması ve annenin doğum sonrası emzirmemesi önemlidir. HIV pozitif tedavisine, annede gebeliğinin son üç ayında, bebekte ise doğumdan sonra başlanır. Anneden bebeğe (yatay geçiş) yüzde 35 oranında geçtiği için önlem alınması çok önemlidir.
HIV Şu Durumlarda Bulaşmaz
- Aynı sosyal ortamda, odada, okulda, iş yerinde bulunma
- Aynı havayı soluma,
- Hapşırma, öksürük
- Tükürük, gözyaşı, ter, idrar, dışkı gibi vücut çıktıları
- Tokalaşma, sosyal öpüşme, el ele tutuşma, sarılma, deriye dokunma, okşama, kucaklama, öpme
- Sağlam deriye kan teması
- Aynı kaptan yemek yeme, aynı bardaktan içecek tüketme, ortak çatal, kaşık, bardak, tabak, telefon kullanma
- Aynı tuvaleti, duş ve musluğu kullanma
- Aynı yüzme havuzunda yüzmek, deniz, sauna, hamam gibi ortak alanları kullanma ve ortak kullanılan havlular
- Sivrisinek ve benzeri böcek sokması, hayvan ısırması. Kedi, köpek gibi hayvanlarla yaşamak.
HIV konusundaki yanlış inanışlar ve önyargılar geçmişte HIV pozitif kişilerin hayatını zorlaştırıp sosyal hayat ve iş hayata katılımını engellerken, günümüzde HIV konusunda yapılan bilinçlendirme çalışmaları bu önyargıların azalması sağlanmıştır.

HIV Akut Enfeksiyon Dönemi ve AIDS Belirtileri Nelerdir?
Akut enfeksiyon dönemi, virüsün vücuda girmesinden sonraki ilk birkaç haftada kişide hiçbir belirti olmayacağı gibi ilk 2-4 haftada ateş, boğaz ağrısı, baş ağrısı ve döküntü belirtileri ile seyreden grip benzeri şikayetler görülebilir. HIV’in en bulaşıcı olduğu dönem bu dönemdir.
Yaygın Görülen Belirtiler Şunlardır:
- Ateş
- Boğaz ağrısı ve boğazda iltihaplanma
- Baş ağrısı
- Lenf bezlerinde büyüme
- Vücutta döküntü (genellikle yüz ve gövdede, daha nadiren avuç içlerinde ve ayak tabanlarında 5-10 mm çaplı kızarıklıklar ve kabarcıklar) – Dermatit
- Ağızda, yemek borusunda ve genital organlarda yaralar,
- Kas ve eklem ağrısı,
- Bir aydan fazla süren ve tedavi edilmeyen ishal,
- Baş ağrısı,
- Bulantı ve kusma.
Tedaviye başlanmadığında iki aydan kısa zamanda 7-10 kg kilo kaybı görülebilir.

Sessiz – Belirtisiz Dönem (AIDS)
Birkaç hafta süren akut dönemden sonra HIV taşıyıcıları herhangi bir belirti olmadan ortalama 8-10 yıl kadar sağlıklı olarak yaşamlarını sürdürürler. Fakat kişi, ömür boyu HIV virüsü taşıyıcısı ve bulaştırıcısıdır. Lenf bezlerinde fark edilen büyümeler görülebilir.
Bu dönem birkaç yıl kadar kısa ya da 10 yıldan fazla da olabilir. HIV tanısı alan kişiler, ilaç tedavisine başladıklarında bağışıklık sistemlerini korumuş ve virüsün vücutlarındaki etkisini azaltmış olur.

İleri Dönem (AIDS)
HIV enfeksiyonunun en ileri evresidir ve bağışıklık sistemi giderek zayıflamıştır. Bu döneme kadar tedavi görmemiş hastalar enfeksiyonlara ve kansere karşı tüm dirençlerini yitirirler çeşitli hastalıklar nedeniyle organları zarar görür.
- Şişmiş lenf düğümleri
- Yorgunluk
- Kilo kaybı
- Kısa süreli hafıza kaybı
- Mantar enfeksiyonları
- Kalıcı döküntüler
- Bir veya daha fazla fırsatçı enfeksiyon
Örneğin;
- Lenfoma
- Tüberküloz
- Bakteriyel pnömoni (zatürre)
- Vadi ateşi – Rift Vadisi ateşi (RVF)
- Solunum sistemi ve mukus membranlarının kandidiyazı (pamukçuk)
- Ensefalit (beyin enfeksiyonu)
- Uçuk virüsü
- Kaposi’nin cilt ve iç organlardaki sarkoması
- Çeşitli bakteri ve parazitlerden ishal.

Tanı Yöntemleri
HIV (AIDS) Tanısı
HIV virüsü kan tahlili ile saptanır ve virüs bulaştıktan sonra test için beklenmesi gereken bir süre vardır. Vücudun virüse karşı ürettiği antikorlara bakılarak HIV tanısı konur. Bu nedenle antikorların oluştuğu doğru zamanda test yapılması önemlidir.
Test Öncesi Danışmanlık
Test öncesi kişi mutlaka cinsel sağlık danışmanı ya da doktordan HIV danışmanlığı almalıdır. Bu sayede testin doğru zamanda yapılıp yapılmadığı, korunmasız ilişkide olan diğer kişilerin de teste yönlendirilmesi, HIV’in korkulacak bir durum olmadığı ve tedaviye hemen başlanabileceği kişiye anlatılır. Ayrıca kişinin HIV pozitiflik riski ya da tanısı nedeniyle psiko-sosyal desteğe ulaşması için test öncesi ve sonrasında danışmanlık alması çok önemlidir.

HIV Testi Nedir? Ne Zaman Yapılır?
Tanı için ELISA testi olarak bilinen kan testi kullanılır. HIV vücuda girdikten 3-8 hafta sonra, vücut virüs ile savaşmak için antikor denilen maddeleri üretir. Bu antikorların ölçülebilecek düzeye ulaşması için 3 aylık bir dönem gerekir. Bu ilk üç aylık döneme ‘pencere dönemi’ denir.
Bu nedenle test, bulaşma olduktan en az 4-6 hafta sonra yapılmalıdır. Kandaki antikor düzeylerinin ELISA yöntemiyle ölçülmesine Anti-HIV testi adı verilir. Ancak pencere döneminde antikorlar henüz tam oluşmadığından Anti-HIV testinin yanıltıcı olma ihtimali vardır.
Bu test ile elde edilmiş pozitif bir sonucun Western-Blotting yöntemiyle tekrarlanarak doğrulanması gerekebilir. Bu şekilde HIV pozitif teşhisi konulur. Pencere döneminin süresi kişiden kişiye değişebilir.
Daha kısa sürede antikor gelişebileceği gibi 4 haftadan daha da uzun sürebildiği durumla da olabilir. Bu nedenle korunmasız ilişki ya da temastan sonraki 90. günde tekrar test yaptırması önerilmektedir. Antikor testlerinde 90 gün sonrasında alınan negatifliklere güvenilmelidir.
Tedavi Yöntemleri
Tıp bilimindeki gelişmeler sayesinde, Retrovirüs grubunda bulunan HIV’e karşı etkili olan Anti-Retroviral adı verilen 4 farklı tipte ilaç geliştirilmiştir. Bu ilaçlar vücudun farklı mekanizmalarında işlev görür ve HIV’nin tedavisi, bu ilaçların birkaç tanesinin kombinasyonu ile planlanabilir. HIV’nin kesin tedavisi yoktur, yani virüs tamamen vücutta yok edilemez ancak ilaçlar ile kontrol altına alınabilir. Tedavinin amacı; virüsün yeniden oluşmasını önlemektir. Böylece, virüsün, tedaviye dirençli olabilen birçok mutasyon geliştirme olasılığı azaltılır. Tedavi ile kandaki virüs miktarını gösteren viral yük denilen değer en alt düzeye indirilir, bağışıklık sistemini korunur ve HIV pozitif kişinin yaşam kalitesi ve beklentisi artırılır. Tedavi ayrıca HIV virüsünün miktarını azaltacağından bulaş riskini de azaltır.
Riskli Durum / Davranış Sonrası Korunma
PEP (Post-Exposure Prophylaxis), herhangi bir nedenle HIV’e maruz kalındığında, antiretroviral ilaçlar (ART) kullanılarak kişinin enfekte olma riskini düşüren önleyici bir tedavidir. PEP sadece acil durumlarda kullanılmalı ve HIV’ye maruz kaldıktan sonraki 72 saat içinde başlatılmalıdır. Bu ilaçlar 1-3 ay süreyle alınır. İlaçların ciddi yan etkilerinin olmasının yanı sıra 100 etkili değillerdir. Bu nedenle HIV bulaşmasına neden olacağını düşündüğünüz bir olay ile karşılaştıktan sonra en kısa sürede bir enfeksiyon hastalıkları uzmanına başvurmanız gerekir.

HIV’den Korunma Yolları
- Cinsel ilişkide kondom (prezervatif) kullanmak HIV’den korunmanın günümüzde en etkili yoludur. Ancak kondomun temas önce takılması ve üzerinde delik olmaması ve yırtılmaması çok önemlidir.
- Doğum kontrol hapı, iğneleri ve deri altı bantları, spiraller ve diğer gebelik önleyici yöntemler HIV’ye karşı koruma sağlamaz.
HIV ve Gebelik
HIV-pozitif olmak çocuk yapmaya engel bir durum değildir. Eğer erkek HIV taşıyıcısı ise, spermi alınarak dış ortamda virüsten temizlenerek anne rahmine yerleştirilir. HIV pozitif kadının gebe kalmasında herhangi bir sakınca yoktur.
İzlem ve tedavisinin uygun koşullarda yapılması ve virüs yükünün ölçülmeyecek düzeyde olması, HIV’in bebeğe geçişini önemli ölçüde azaltmaktadır. Kişinin gebe kalmadan önce, kanındaki HIV RNA düzeyinin en az 6 ay süreyle ölçülemeyecek düzeylerde olması, bulaşmayı azaltmaktadır. HIV pozitif gebelerin antiretroviral tedavi kullanımı, planlanmış sezaryen uygulamaları ve bebeğin hazır mamayla beslenmesinin sağlanmasıyla özellikle gelişmiş ülkelerdeki bulaşma hızı %1-2’ye kadar inmiştir. Bulaş durumunda doğum sonrası ağız yoluyla verilen şuruplarla bebek tedavi edilmektedir.
ACIBADEM
Prostat denince akla ilk gelenlerden birisi de PSA değeridir. “Total PSA değeri ne olmalı?” , “Serbest PSA oranı ne olmalı?” , “PSA yüksekliği nedir?” PSA ile ilgili en merak edilen konuların başında gelmektedir.

PSA testi nedir?
Prostat Spesifik Antijen(PSA) erkeklerde bulunan bir organ olan prostatta üretilen, meninin kıvamını düzenleyen bir enzimdir. Üretilen PSA’nın çok az bir kısmı kanda dolaşmaktadır. Prostatın iyi huylu büyümesi, prostat enfeksiyonları ve prostat kanseri gibi hastalıklarda PSA değişen miktarlarda kana geçmektedir. Kandaki PSA seviyesi ve bu seviyedeki değişim prostat hastalıklarının niteliği ile ilgili fikir verebilir.
PSA yüksekliği nedir?
Prostat dokusu içerisinde ve menide çok yoğun miktarda bulunan Prostat Spesifik Antijen yani PSA, kana çok az salınmaktadır. BPH denilen iyi huylu prostat büyümesinde prostat büyüdükçe PSA’nın kan değeri ılımlı bir miktarda artar, anormal PSA artışları ise şu durumlarda görülür:
- Prostat kanseri
- Prostat iltihabı
- Prostat biyopsisi
- Prostat enfarktüsü
- İdrar yolu ameliyatları(TUR)
- İdrar retansiyonu(glob vezikal)
- Ejekülasyon
- Prostat masajı

PSA testi değerleri değerlendirilirken Total ve Serbest PSA değerleri göz önüne alınmalıdır.
Kanda dolaşan PSA’nın büyük bir çoğunluğu proteinlere bağlıdır. %5-35 arasındaki PSA ise her hangi bir proteine bağlı olmadan kanda dolaşır(serbest PSA). Prostat kanserini erken yakalamak için ilk yapılan test Total PSA değerinin belirlenmesidir. Normal değerlerin daha üstünde ölçüldüğü durumlarda (total PSA: 4-10 ng/ml arasında olduğunda) kanda proteinlere bağlı olmayan serbest PSA düzeyine ve serbest PSA’nın total PSA’ya oranına bakılır. Serbest PSA’nın total PSA ya oranının %10 olduğu hastaların %56 sında prostat kanseri ihtimali varken oran %25 ise hastaların %8 inde prostat kanseri tespit edilir. Özetle prostat kanseri hastalarında daha düşük oranda serbest PSA bulunmaktadır.
Serbest PSA değerlerini tek başına değerlendirmek anlamlı sonuçlar vermez ve ilk PSA ölçümünde serbest PSA bakmak gerekmez. Hastadan ilk kez istenen total PSA değeri normal sınırların üzerinde yüksekse (PSA: 4-10 ng/ml) total PSA düzeyine doğrulama için bakarken birlikte serbest PSA ölçümü faydalı olabilir. Yine de bu sonuçlar prostat kanseri teşhisi koymak için yeterli değildir. Teşhis için PSA değerleri, oranları ve muayene bulgularına göre hastadan prostat biyopsisi istenir.
PSA değeri kaç olmalıdır?
Aslında PSA şu değerde ise kanser değildir denilebilecek bir değeri tanımlamak zordur. PSA değerinin 1 ng/ml nin altında olduğu çok düşük değerlerde bile %6.6 hastada prostat kanseri bulunabilmektedir. Bununla birlikte PSA değeri arttıkça kansere yakalama şansı artmaktadır. PSA: 3,1 – 4 ng/ml arasına ulaştığında hastaların %26,9’sında prostat kanserine rastlanmaktadır.

PSA testi ile ilgili sık sorulan sorular
PSA testine kaç yaşındaki erkeklerde bakmak gerekir?
PSA testini yaptırmak için doğru yaş kişinin genetik yatkınlığına göre değişmektedir. Ailesinde prostat kanseri geçmişi olmayan erkeklerin PSA testini 50 yaşından sonra yaptırması uygundur. Genetik anlamda bir hikayesi olmayan kişilerin 50 yaşından önce PSA testi yaptırmasının bir anlamı bulunmamaktadır. Bununla birlikte birinci derece yakınlarında prostat kanseri olan kişilerin daha erken yaşlarda PSA testi yaptırması gerekmektedir. Baba, kardeş gibi birinci derece yakınında prostat kanseri olan bir kişi 45 yaşında ilk testini yaptırmalıdır, 3 yakını prostat kanseri olanların 40’lı yaşlarda PSA testi yaptırması daha uygundur.
PSA kan testi nasıl yapılır?
PSA testi koldan alınan kan ile yapılan bir testtir. PSA testi aç ya da tok karna ve günün herhangi bir saatinde yapılabilir.
PSA testi yaptırmadan önce nelere dikkat edilmelidir?
Kandaki PSA değerini değiştirecek bir takım durumlar bulunmaktadır. Bisiklete ve ata binmek gibi prostata baskı yapacak durumlar da kandaki PSA değerlerini yükseltebilmektedir. İdrar yollarına sonda konulması, sistoskopi gibi tıbbi girişimler, prostat masajı gibi basınçlı muayenelerde PSA değeri kanda yükselir. Bu gibi durumlarda 1 hafta bekledikten sonra kan testinin tekrarlanması gerekir. Tüketilen gıdaların ve içeceklerin PSA testi üzerinde bilinen bir olumsuz etkisi bulunmamaktadır.

PSA testinde başka hangi tetkikler yapılmaktadır?
PSA Velositesi (yıllık artış hızı), PSA Dansitesi( PSA değerinin prostat volümüne oranı) ve PSA ikiye katlanma zamanı gibi daha duyarlı bir tanı testi bulmak için araştırılmalar yapılsa da bunların PSA’nın tek başına katkısının üzerine katkısı tespit edilmemiştir.
PSA değerleri yaşa göre değişir mi?
Yaşa ilerlemesine ve prostat hacminin büyümesine bağlı PSA değerlerinde artış olabilir. Ancak yaşa özgü PSA değerleri kullanılması konusunda fikir ayrılıkları vardır. Özellikle gençlerde daha düşük PSA sınır değerleri kullanılması gereksiz biyopsileri artırabilir. Daha yaşlılarda daha yüksek PSA sınır değeri kullanılması da var olan hastalığın tanısını geciktirebilir.
PSA nasıl düşer?
Cüce palmiye ağacından elde edilen saw palmetto içeren ilaçlar ve 5-alfa reductase inhibitörü içeren ilaçlar PSA değerlerini düşürür. PSA oranlarındaki düşüş özellikle kanser teşhisi bakımından olumsuz sonuçlar doğurabilmektedir. PSA’yı düşüren ilaçların doktor kontrolünde alınması gerekir. Doktor değişikliğinde bu durum hatırlatılmalıdır. Prostat iltihaplarında da PSA yükselir ve bu hastaların enfeksiyonu tedavi edilince PSA normal sınırına düşer.
PSA’dan başka yeni belirteçler var mı?
Son yıllarda tedavi edilmesi gereken prostat kanserini daha duyarlı ve daha spesifik teşhis etmek için, kanda, idrarda ve dokuda yeni belirteçler teşhiste, gereksiz biyopsileri önlemede ve takipte kullanılmaya başlamıştır. Prostat kanserlerini vücuda yayılmadan tespit etmek, gereksiz biyopsileri engellemek, yeniden biyopsi gereken hastaları belirlemek için hastanın serumunda PHI index ve 4K skoru, idrarda PCA3, select MDx, ExoDx gibi testler ve dokuda ConfirmMDx gibi testler gelişmiş ülkelerde hastaların yararına sunulmuştur.
Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.
MEMORIAL
CRP Nedir? CRP Hangi Durumlarda Yükselir?


Laboratuvarda kan örneğiniz alınarak, kan serumunuzdaki CRP konsantrasyonu ölçülür. CRP testi açlık ve tokluk durumundan etkilenmez. Gün içerisinde değerlerinde değişim olmaz, herhangi bir zamanda yapılabilir. Ancak beraberinde yapılması muhtemel olan testlerin bazıları açlık gerektirdiği için tercihen açken ölçülür.
CRP (C-reaktif protein) Niçin Ölçülür?
Enfeksiyon, herhangi bir iltihabi (enflamasyon) hastalık, tümör oluşumu veya tümör metastazı, kalp krizi ve inme riski gibi durumların teşhisini netleştirmek için hekiminiz tarafından ölçülmesi istenebilir. Ayrıca bu hastalıklara karşı tedavi görüyorsanız tedaviye ne ölçüde yanıt alındığını anlamak için de ölçüm istenebilir.

HS-CRP Testi Nedir? Niçin Yapılır?
Son yıllarda yapılan çalışmalarda kalp damar hastalıklarının, damar çeperinin bozulup halk arasında damar sertliği olarak bilinen “aterosklerotik plak” oluşumuna bağlı olduğu gösterilmiştir. Damar çeperinin bozulmasında ve plak oluşumuyla damarın daralmasında enflamatuvar mekanizmaların rol oynadığı düşünülmektedir. CRP’nin (C-reaktif protein) sağlıklı damarlardan değil plak oluşumunun şekillendiği (aterosklerotik) damarlardan izole edilmiş olması CRP ölçümünü, kalp damar hastalıklarının tespiti açısından önemli bir parametre haline getirmiştir.
CRP seviyesinin yükselmesi kalp krizi riskinin artmasına neden olan (kalp atardamarlarındaki) iltihaplanmaya işaret eder. Kalp krizi sonrası dönemde, CRP yüksekliği söz olabilir. Kalp hastalıkları veya diğer enflamatuvar (iltihabi) hastalıklar açından toplum genelinden daha yüksek bir risk taşıyorsanız hekiminiz CRP (C-reaktif protein) testi yerine duyarlılığı daha yüksek olan hs-CRP (yüksek duyarlılıklı CRP) testi de isteyebilir.
Amerikan Kalp Birliği (American Heart Association, AHA), CRP’nin kardiyovasküler risk saptanmasında kullanılmasını önermektedir. Risk sınıflaması şu şekildedir. Hs-CRP;
- <1 mg/L ise düşük risk
- 1-3mg/L ise orta risk
- >3 mg/L ise kalp hastalıkları açısından yüksek riskli olarak değerlendirilmektedir.

CRP’nin Normal Değeri Nedir?
Yeni doğanlarda düşüktür ancak birkaç gün sonra yükselerek erişkin değerlerine ulaşır. Sağlıklı bireylerde serum CRP düzeyi ortalaması 1.0 mg/L’dir. Yaşlanma ile birlikte CRP’nin ortalama değeri 2.0 mg/L’ye çıkabilir. Sağlıklı bireylerin %90’ında CRP düzeyi 3.0 mg/L’nin altındadır. 3 mg/L üzerindeki CRP değerlerinin normal olmadığı, belirgin hastalık tablosu olmasa bile altta yatan bir hastalık olduğu düşünülür. Bazı laboratuvarlar CRP konsantrasyonunu mg/dL cinsinden verir. Bu durumda sonuç mg/L’nin 1/10’u olacak şekilde değerlendirilebilir.
CRP (C-reaktif protein) Değeri Hangi Hastalıklarda Artar?
- Enfeksiyonlar
- Kalp krizi
- İnme
- Menenjit
- Enflamatuvar (yangısal) hastalıklar: Crohn hastalığı, enflamatuvar bağırsak hastalığı (IBH), Ailesel Akdeniz Ateşi, Kawasaki hastalığı, romatoid artrit (eklem romatizması), sistemik lupus eritematozus (SLE)
- Akut Pankreatit
- Travma, yanık ve kırıklar
- Organ ve doku hasarları
- Cerrahi girişimler sonrası
- Kanser
Bu durumlar haricinde gebelikte de az miktarda yükselme görülebilir. Menopoz sonrası hormon replasman tedavisi alan kadınlarda CRP artışı gözlenmiştir. Sigara içenlerde ve obezite varlığında daha yüksek değerler söz konusu olabilir.

Kanda CRP (C-reaktif protein) Artışı Ne Anlama Gelir?
Sağlıklı kişilerde plazma CRP değeri çok düşüktür. CRP değerinin yükselmesi vücutta enflamasyon veya enfeksiyon olduğuna, inme veya kalp krizi riskine, yakın zamanda geçirilmiş bir kalp krizine, doku ölümüne veya tümör olabileceğine işaret eder. Ayrıca hekimizine CRP atışına sebep olan hastalığınızın gidişatı hakkında fikir verir. Hastalık teşhisi açısından spesifik bir bulgu değildir yani sadece C-reaktif protein değerinin yükselmiş olmasına bakılarak tanı konulamaz. Tanı konulabilmesi için fiziksel muayene de dahil olmak üzere diğer muayene yöntemleri ve tetkiklerden elde edilen bulgular birlikte değerlendirilir.
CRP (C-reaktif protein) Artışı Hissedilir Mi?
CRP değerindeki artış doğrudan hissedilmez ancak CRP enflamasyon ve enfeksiyon varlığında artar. Enflamasyona özgü vücut ısısının yükselmesi, lokal ısı artışı, ağrı, kızarıklık, şişlik veya halsizlik, yorgunluk gibi belirtiler hissedilebilir.
CRP (C-reaktif protein) Düşüşü Ne Anlama Gelir?
CRP’ nin (C-reaktif protein) kan plazmasındaki normal değeri 1.0 mg/L’nin altındadır. Yani çok düşük miktarda bulunur. Değeriniz ne kadar düşük ise kalp damar hastalıkları veya enflamatuvar (iltihabi) hastalıklar açısından riskiniz o kadar düşüktür. Önceden belirli bir hastalığınız varsa ve o hastalığa yönelik almış olduğunuz tedavi sonrasında değeriniz düşmüş ise tedaviye iyi yanıt verdiğinizi gösterir. Örneğin şiddetli bakteriyel bir enfeksiyona bağlı olarak CRP değeriniz yükselmiş ise ve antibiyotik tedavisi sonrası CRP değeriniz düşmüş ise bu durum enfeksiyonun ortadan kalktığı anlamına gelir.

CRP (C-reaktif protein) Değeri Nasıl Düşürülür?
CRP (C-reaktif protein) yukarıda sözü edilen hastalıklar açısından bir belirteçtir. CRP değerinin düşmesi için altta yatan hastalığın teşhis edilmesi ve tedavi planlaması yapılması gerekir. Altta yatan hastalık tedavi edildiğinde CRP değeri de tedaviye yanıt olarak düşer. Doğrudan CRP değerini düşürmeye yönelik bir ilaç tedavisi yoktur.
Belirgin hastalık halleri dışında yaşam alışkanlıklarında değişiklik yaparak kalp damar hastalıkları ve diyabet riskini azaltmak mümkündür. Kalp damar hastalıkları ve diyabet CRP değerinin yükselmesine neden olur. Bu hastalıklara önlem olarak yaşam alışkalıklarımızda değişiklik yaptığımızda dolaylı olarak CRP değerinin düşmesini de sağlayabiliriz. Bu tedbirler sadece CRP ile ilgili değil aynı zaman genel anlamda sağlığı korumaya yönelik tedbirlerdir. Örnek vermek gerekirse;
- Fazla kilolardan kurtulmak
- Sigarayı bırakmak ve sigara dumanına maruz kalmamak
- Alkol tüketiminde aşırıya kaçmamak
- Yüksek kalorili gıdalardan ve doymuş yağlardan kaçınmak
- Tereyağı, iç yağı ve margarin yerine zeytin yağı gibi bitkisel sıvı yağlarla hazırlanmış gıdaları tercih etmek
- Süt ve peynir, yoğurt gibi süt ürünlerinin yarım yağlı veya yağsız olanlarını tercih etme
- Hayvansal gıdalar yerine sebze, tahıl ve baklagil ağırlıklı bir beslenme düzeni oluşturmak
- Posadan zengin beslenmek: Bitkilerin sindirilmeden atılan kısımlarına “posa” denir. Yulaf, çavdar, arpa, pirinç, bulgur, bezelye, fasulye, pırasa, ıspanak, nohut, kuru fasulye gibi posadan zengin gıdaların tüketimi kolesterolün düşmesine de yardımcı olur.
- Kırmızı et tüketimini haftada 1-2 porsiyon ile sınırlandırmak, kırmızı et yerine tavuk veya balık eti tercih etmek
- Omega-3’ten zengin beslenmeye çalışmak
- Düzenli egzersiz yapmak
- İşlenmiş gıdalardan uzak durmak
- Yüksek oranda trans yağ içeren hazır gıdalardan uzak durmak (kek, bisküvi, gofret, cips vs)
- Gıdaların pişirilme şekli de uzun dönemde iltihabi yanıtı tetikleyebilir. Kızartma ve kömür ateşinde pişirme yerine ızgara, haşlama veya fırında pişirme önerilmektedir.
Kalp damar hastalıkları açısından risk taşıyorsanız; hipertansiyon, diyabet gibi kronik hastalıklarınız var ise, kanser tedavisi görüyorsanız, rutin kontrollerinizi aksatmamanız, doktor takibinden çıkmamanız büyük önem taşımaktadır.
MEDICALPARK / Dr. Öğr. Üyesi Cem Özcan

Estradiol testi, bir kişinin kanındaki estradiol miktarını ölçen basit bir kan testidir. E2 olarak da bilinen estradiol, yumurtalıkların ürettiği üç östrojen tipinden biridir. Yumurtalıklara göre daha az miktarda olsa da böbrek üstü bezleri ve meme dokusunda da üretilir. Hamile kadınlarda ise ek olarak plasentadan E2 salgılanır. Erkeklerde daha az miktarlarda bulunan hormon, testisler ve böbrek üstü bezlerinde üretilir. Tüp bebek tedavisi sırasında sperm hücrelerinin zarar görmesini önlemek için kullanılır.

Estradiol Nedir?
Estradiol (E2), steroid yapıda bir östrojen hormonudur. Hormon düzeyleri normal olan kadınlarda bulunan majör cinsiyet hormonudur. Aynı zamanda 17 beta estradiol olarak da isimlendirilir.
Gelişmekte olan yumurtalık foliküllerinden salgılanan estradiol; rahim, fallop tüpleri ve vajina gelişimine yardım eder. Menstrual döngünün düzenlenmesinde önemli bir rol oynar. Kadınlarda bulunan temel cinsiyet hormonudur. Bununla birlikte erkeklerde de bazı işlevler için gereklidir.
Kan estradiol seviyeleri, kadın ve erkek üreme sisteminin gelişimini etkiler. Bir kadının doğurganlığı, ergenliği veya menopoz durumunu kontrol etmek için kan estradiol hormonu düzeylerine bakılabilir. Anormal derecede yüksek veya düşük E2 seviyeleri, kadın ve erkekte aşağıda sayılan organ ya da işlevleri etkileyebilir:
- Rahim
- Fallop tüpleri
- Vajina
- Memeler
- Kadın dış üreme organları
- Vücut yağının dağılımı
- Sperm hücreleri
- Libido
- Ereksiyon
Estradiol, kadınların kemik ve eklem sağlığı için de önemli fonksiyonlara sahiptir. Vücutta kadın tipi yağ dağılımından sorumludur.

Estradiol Testi Nedir?
Estradiol testi, kanda bulunan estradiol hormonunun miktarını ölçen testtir. Aynı zamanda E2 testi olarak da adlandırılır. Kol ya da el sırtında bulunan yüzeysel toplardamarlardan alınan kan örneği ile yapılır.
Test öncesi özel bir hazırlık yapılması ya da aç kalınması gerekmez. Ancak doğum kontrol hapları veya hormon tedavisi almak sonuçları etkileyebilir.
Bu nedenle kullanılan tüm ilaçlar, şifalı bitkiler, vitaminler ve besin takviyeleri doktora bildirilmelidir. Doktor test sonuçlarını etkileyebilecek bazı ilaçların geçici olarak bırakılmasını isteyebilir. Test sonuçlarını etkileyebilecek ilaçlar şunları içerebilir:
- Doğum kontrol hapları
- Ampisilin veya tetrasiklin gibi antibiyotikler
- Kortikosteroidler
- Östrojen
- Bazı psikiyatrik ilaçlar (fenotiyazin gibi)
- Testosteron

Estradiol Testi Ne İşe Yarar?
Estradiol testi herhangi bir durum ya da hastalık tanısı koymak için tek başına yeterli değildir. Fakat testin sonuçları ileri tetkik gerekliliği konusunda yol gösterebilir. Aşağıdaki durumların nedenlerini araştırmak için estradiol testi istenebilir:
1. Yumurtalıklar, plasenta veya böbrek üstü bezlerinin işlevini değerlendirmek
2. Kadın ya da erkeklerde farklılık gösteren koltuk altı tüylenmesi, meme gelişimi gibi sekonder cinsiyet özelliklerinde anormal gelişim
3. Anormal adet dönemleri
4. Amenore (Adet görmeme)
5. Anormal vajinal kanama
6. Menopoz sonrası kanama
7. Kadınlarda kısırlık
8. Sıcak basmaları, gece terlemeleri ve düzensiz adet dönemleri gibi menopoz öncesi belirtiler
9. Adet kanamalarının tamamen durduğu ve menopoz belirtilerinin görüldüğü durumlar
10. Dişi veya erkek cinsiyet özelliklerinin normal şekilde gelişim göstermediği bireylerde
11. Yumurtalık tümörü. Yumurtalık tümörünü düşündüren belirtiler varsa E2 seviyelerine bakılabilir.
12. Yumurtalıkların azalmış fonksiyonu (yumurtalık hipofonksiyonu)
13. Erken veya geç ergenlik. Bir çocuğun beklenenden daha erken veya geç ergenliğe girdiği düşünülüyorsa estradiol testi istenebilir. Normalden daha yüksek bir estradiol seviyesi, ergenliğin daha erken başladığını gösterir. Bu puberte prekoks olarak bilinen bir durumdur.
14. Erkeklerde yüksek östrojen seviyelerinin nedenini saptamak için estradiol testine ihtiyaç duyulabilir.
Test ayrıca şunları kontrol etmek için de yapılabilir:
- Menopozdaki kadınlara verilen hormon replasman tedavisinin takibi
- Kısırlık tedavisi gören kadında tedavi etkinliğinin kontrolü

Estradiol Kaç Olmalı?
Normal veya sağlıklı kabul edilen estradiol düzeyleri yaş ve cinsiyete bağlı olarak değişiklik gösterir. Kadınlar için hamileliğin östrojen seviyeleri üzerinde de büyük etkisi olacaktır. Adet döngünüzün hangi aşamasında olduğunuz da sonuçları etkileyebilir.
Kadınlar doğurganlık dönemlerinde yüksek miktarda E2’ye sahiptir. Menopozdan sonra ise estradiol seviyeleri neredeyse sıfıra iner. Estradiol için normal seviyeler şunlardır:
- Doğurganlık çağındaki kadınlar için 30 – 400 pg / mL
- Menopoz sonrası kadınlar için 0 – 30 pg / mL
- Erkekler için 10 – 50 pg / mL
- Çocuklar için < 10 pg / mL
Normal değerler ölçümün yapıldığı laboratuvara göre değişiklik gösterebilir. Çünkü bazı laboratuvarlarda farklı ölçümler kullanılır veya farklı örnekler test edilir. Bu nedenle sonuçlarla ilgili mutlaka doktora danışılmalıdır. Doğurganlık çağındaki kadınlarda estradiol test sonuçlarının düşük çıkması; erken menopoz, hızlı kilo kaybı veya anoreksiya gibi bir soruna işaret edebilir. Yüksek çıkması ise yumurtalık, testis veya böbrek üstü bezlerinin tümör varlığında görülebilir.

Estradiol Yüksekliği Ne Anlama Gelir?
Estradiol yüksekliği, genellikle hormonun en çok salgılandığı yumurtalıklarda fazla hormon üretimine neden olan bir problem olduğu anlamına gelir.
Endometriozis ve kadın üreme organlarının kanserleri dahil birçok jinekolojik sorunda kan estradiol değerleri yükselebilir. Estradiol yüksekliği nedeni olabilen durumlardan bazıları şunları içerir:
- Puberte prekoks olarak isimlendirilen erken ergenlik
- Yumurtalık veya testislerdeki tümörler
- Böbrek üstü bezi tümörleri
- Meme kanseri
- Erkeklerde jinekomasti olarak adlandırılan meme büyümesi
- Tiroid bezinin aşırı çalışması olan hipertiroidi
- Gebelik
- Karaciğer sirozu ya da ciddi karaciğer hastalıkları. Karaciğer işlevinde bozukluk hormonun atılamaması ve kan seviyelerinin yükselmesine neden olur.

Estradiol Düşüklüğü Ne Anlama Gelir?
Estradiol düşüklüğü, genellikle yumurtalıkların yeterli çalışmaması anlamına gelir. Normalden düşük estradiol hormon seviyelerine neden olan durumlar şunları içerir:
1. Menopoz. Menopoz sırasında ve sonrasında, bir kadının vücudu yavaş yavaş daha az östrojen ve estradiol üreterek menopoz sırasında yaşanan belirtilere sebep olur. Estradiol seviyesine bakılarak kişinin menopoza girmeye hazır olup olmadığı ya da halihazırda geçiş sürecinde mi olduğu belirlenebilir.
2. Turner sendromu. Kadınlarda normal olarak iki tane X kromozomu bulunur. Turner sendromlu kadınlar ise iki yerine tek bir X kromozomuna sahiptir. Turner sendromu genetik bir hastalıktır ve hastaların kanda ölçülen E2 seviyeleri düşüktür.
3. Yumurtalık yetmezliği veya erken menopoz. Yumurtalıkların çalışması 40 yaşından önce durdurduğunda meydana gelir. Bu durum genetik bozukluklardan, toksinlerden veya otoimmün bir durumdan kaynaklanabilir.
4. Polikistik over sendromu (PCOS). Kadınlarda kısırlığın önde gelen bir nedenidir. Çok çeşitli şikâyetlere neden olan bir hormonal bozukluktur.
5. Düşük vücut yağı oranları
6. Aşırı egzersiz ve aşırı zayıflık
7. Kronik böbrek hastalığı
8. Hipopitüitarizm. Pituiter bez olarak da adlandırılan ve beyinde bulunan hipofiz bezinin az çalışmasıdır. Bu bez, salgıladığı hormonla yumurtalıklardan E2 salınımını uyarır.
9. Hipogonadizm. Yumurtalıklar veya testislerde yeterli miktarda hormon üretmediğinde meydana gelen durum
10.Geç ergenlik. Düşük estradiol seviyeleri geç ergenliğe işaret edebilir.
Estradiol Düşüklüğü Belirtileri Nelerdir?
Ergenlik öncesi kızların ve menopoza yaklaşan kadınlarda östrojenlerin seviyelerinde düşüklüğe bağlı belirtiler yaşaması daha muhtemeldir. Düşük östrojen ve estradiol seviyelerine bağlı görülebilen belirti ve bulgular şunları içerebilir:
- Yorgunluk
- Halsizlik
- Depresif ruh hali
- Dikkat ve odaklanma sorunları
- Sıcak basmaları
- Sık idrar yolu enfeksiyonları
- Vajinal kayganlık azalması nedeniyle cinsel ilişki sırasında ağrı
- Düzensiz adet dönemleri
- Adet görmeme
- Göğüslerde hassasiyet
- Baş ağrıları
- Gece terlemeleri
- Kemiklerde kolay kırılma
Prof. Dr. Fazilet Kübra Boynukalın / Kadın Hastalıkları ve Tüp Bebek Uzmanı


FSH Testi Neden İstenir?
FSH testi, infertilitenin altında yatan sebeplerin anlaşılabilmesi için istenen bir testtir. Erkekte testis yetersizliğinin tespitinde, sperm sayısının az olduğu durumları değerlendirmede, sertleşme sorunlarında ya da cinsel fonksiyon bozukluklarının değerlendirilmesinde istenirken kadınlarda menopoz döneminin belirlenmesinde, adet düzensizliği araştırmalarında, yumurtalık yetersizliğinin tespitinde istenebilir.

Folikül uyarıcı hormon kadınlarda yaşam boyunca ve adet döngüsüne bağlı olarak değişiklik gösterir. Bu nedenle sonuçlar değerlendirilirken hastanın yaşı ve adet döngüsündeki yeri dikkate alınır.
FSH hormonu değerleri yaşa ve adet döngüsüne göre aşağıdaki aralıklarda olmalıdır. Erkeklerde FSH hormonu yaşa göre değişiklik gösterir.

Kadınlarda:
0-7 yaş arasında: <6.7 mIU/mL
8 yaş ya da ergenlik sonrası:
Foliküler faz: 3.1-7.9 mIU/mL
Ovulasyon fazı: 2.3-18.5 mIU/mL
Luteal faz: 1.4-5.5 mIU/mL
Menopoz: 30.6-106.3 mIU/mL
Erkeklerde:
0-7 yaş arasında: <6.7 mIU/mL
8 yaş sonrası:1.3-19.3 mIU/mL
FSH Hormonu Kaç Olursa Hamile Kalınır?
Hamile kalma şansının düşmesi, FSH hormonu değerinin 10 mIU/mL’un üzerine yükselmesi ile başlar. FSH değerleri 15 mIU/mL üzerine çıktığında hamile kalma olasılığı ciddi oranda düşer.. FSH’teki artış ne kadar fazla olursa hamile kalma şansı o ölçüde azalır.

FSH Hormonu Düşüklüğü Ne Anlama Gelir?
Kadınlarda folikül uyarıcı hormon eksikliği, ergenlikte eksik gelişme ve zayıf yumurtalık fonksiyonuna neden olur. Bu durumda, yumurtalık folikülleri düzgün şekilde büyümez ve yumurta salamaz, bu da kısırlığa yol açar.
FSH, uygun sperm üretimi için de gereklidir. Erkeklerde folikül uyarıcı hormonun az olması durumunda, ergenlik eksikliği ve sperm eksikliğinden (azospermi) kaynaklanan infertilite görülebilir.
Erkeklerde kısmi folikül uyarıcı hormon eksikliği, gecikmiş ergenliğe ve sınırlı sperm üretimine (oligosospermi) neden olabilir. Bununla beraber kişinin baba olma şansı hala vardır. Folikül uyarıcı hormon kaybı ergenlikten sonra meydana gelirse, benzer şekilde bir üreme kaybı olacaktır.
Bunun haricinde FSH hormonu; gebelik, orak hücreli anemi, prolaktin yüksekliği, yeme bozuklukları, böbrek üstü tümörü ile ilişkili erken ergenlik, sarkoidoz, hipofiz bezi ameliyatları veya radyasyon tedavisi, menenjit, kafa travmaları, tiroid bezinin yavaş çalışması, seks hormonu salgılayan tümörler, konjenital adrenal hiperplazi gibi durumlarda da düşüş gösterir.

FSH Hormonu Yüksekliği Ne Anlama Gelir?
Yumurtalık ve Testis Sorunları: Çoğunlukla, artmış FSH seviyeleri overde veya testiste bir sorun belirtisidir. Eğer gonadlar yeterli miktarda östrojen, testosteron ve/veya inhibin üretemezse, hipofiz bezinden FSH üretiminin doğru geri bildirim kontrolü kaybolur ve hem FSH hem de LH (Luteinleştirici Hormon) seviyeleri artar. Bu duruma hipergonadotropik-hipogonadizm denir ve primer over yetmezliği veya testis yetmezliği ile ilişkilidir. Bu, erkeklerde Klinefelter sendromu ve kadınlarda Turner sendromu gibi durumlarda görülür.
- Menopoz: Kadınlarda folikül uyarıcı hormon seviyeleri, menopoz döneminde kadınlarda doğal olarak artmaya başlar. Bu da yumurtalıkların fonksiyonlarındaki azalmayla birlikte östrojen ve progesteron üretimindeki düşüşü yansıtır.
- Polikistik over (yumurtalık) sendromu: Yumurtalık kistleri, kadınlarda hormonal dengesizliklere neden olabilir.
Bunun haricinde erkeklerde alkolizm sonucunda testislerdeki hasar nedeniyle yüksek FSH değerleri görülebilir. Erkeklerde testis iltihabı (orşit) ve testis torsiyonu nedeniyle FSH yüksekliği gözlenebilirken her iki cinste de siroz, kronik böbrek yetmezliği, AIDS gibi hastalıklarda yükselmiş FSH değerleri gözlenebilir.

FSH Kontrol Mekanizması Nasıldır?
Vücuttaki birçok hormon birbirine bağlı olarak çalışır. Herhangi bir hormon, başka bir mekanizmanın uyarıcısı ya da tetikleyicisi olarak çalışıyorsa, mekanizmayı çalıştırmayı başardıktan sonra sinyali alıp salgılanmasını azaltmalıdır.
Buna geri bildirim mekanizması denir. Tiroid uyarıcı hormon, folikül uyarıcı hormon ve daha birçok hormon bu şekilde kendisini düzenler. Eğer uyardığı mekanizmadan bir sonuç alamıyorsa daha fazla salgılanır.
Örneğin menopozda artık folikül üretilmediği için FSH geri bildirim alamaz ve daha çok salgılanır. FSH, folikül yapımını tetiklediği gibi FSH’nin de salınımını denetleyen mekanizmalar vardır.
Folikül uyarıcı hormonun üretilmesi ve salınması, yumurtalıklar ve testisler tarafından salınan ve dolaşıma katılan bir dizi hormon ile düzenlenir. Bu sistem hipotalamus-hipofiz-gonadal eksen olarak adlandırılır.
Hipotalamik gonadotropin-salgılatıcı hormon (GnRH) hipotalamustan serbest bırakılır ve FSH ve LH’ın hem sentezini hem de salımınını uyarmak için ön hipofiz bezindeki reseptörlere bağlanır.
Serbest bırakılan FSH, kan dolaşımına katılarak testis ve yumurtalıklardaki reseptörlere bağlandığı yere taşınır. Bu mekanizmayı kullanarak, folikül uyarıcı hormon, luteinize edici hormon ile birlikte, testis ve yumurtalıkların fonksiyonlarını kontrol edebilir.
Kadınlarda, hormon seviyeleri adet döngüsünün sonuna doğru düştüğünde, bu hipotalamustaki sinir hücreleri tarafından algılanır. Bu hücreler daha fazla gonadotropin salgılayan hormon üretir, bu da hipofiz bezini daha fazla folikül uyarıcı hormon ve luteinize edici hormon üretmek için uyarır ve bunları kan dolaşımına salar. Folikülün uyarıcı hormonundaki artış, folikülün yumurtalıktaki büyümesini uyarır. Bu büyümeyle birlikte, foliküllerin hücreleri artan miktarda estradiol ve inhibin denen maddeler üretir.Buna karşılık, bu hormonların üretimi hipotalamus ve hipofiz bezi tarafından tespit edilir ve daha az gonadotropin salgılayan hormon ve folikül uyarıcı hormon salınır.
FSH Hormonu Nasıl Düşer?
Doktorunuzun tavsiye edeceği tedavi haricinde, sağlıklı bir yaşam sürmek (düzenli uyku, sağlıklı beslenme, hafif egzersiz) hormon dengenizin düzelmesini sağlar. Genellikle hormon seviyeleri stresten etkilenmeye meyilli olduklarından stresi azaltmak hormon düzenlemede iyi bir destekleyici tedavi olacaktır.
Prof. Dr. Mustafa Bahçeci Kadın Hastalıkları ve Tüp Bebek Uzmanı


B12 vitamini nedir?
C vitamini, B vitamini çeşitlerinden Riboflavin (B2) ve Niasin (B3) ,Nikotinik asit ,vitamin pp ve Folik Asit ile birlikte suda eriyen vitaminler arasında yer alan B12, insan sağlığı için önemli bir yere sahiptir. Nitekim vücut tarafından üretilmeyen B12 vitamini sinir dokusunun sağlığı ve kırmızı kan hücresi üretimini sağlar.
Vücutta depolanma miktarı da düşük olan B12 vitamini içeren besinlerin çok bekletilmemesi, pişirme süresine dikkat edilmesi tavsiye edilir. Besinleri pişirme süresinin uzaması ve derecesinin yükselmesi, B12 vitamininin kaybını artırmasına yol açabilmektedir.
B12 vitamini ne işe yarar? B12 vitamini faydaları nelerdir?
B12 vitamininin vücut çalışmasında birçok önemli görevi vardır. Bağışıklık sistemini güçlendiren B12 protein metabolizmasında görev alır. Ayrıca sinir sisteminin doğru ve hızlı çalışmasına yardımcı olur. B12, kemik iliğinde kan hücrelerinin yapımında da görevlidir.
B12 vitamini faydaları oldukça fazladır. Sinir tahribatını önler, doğurganlığı sağlar, vücut hücrelerinin oluşumunu kendini yenilemesini ve uzun yaşamasını sağlar, sinir uçlarının normal gelişimini kolaylaştıran vitaminler arasında yer alır. Öte yandan vücuda yeterli miktarda alınan B12 vitamini hafızanın güçlenmesine ve öğrenmeye de yardımcı olabilmektedir.

B12 vitamini eksikliğinin belirtileri neler?

‘B12 eksikliği belirtileri nedir?’ sorusu en çok merak edilenler arasındadır. DNA metabolizmasının temel vitamini olarak nitelendirilen B12, vücutta yeterince bulunmadığı ve önlem alınmadığında ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir. B12 vitamini eksikliğine neden olan faktörler arasında B12 vitamini içeren besinlerin yeterli miktarda tüketilmemesi, bazı durumlarda bol miktarda tüketilmesine rağmen bağırsakta yeterli derecede emilememesi ve bazı ilaçların uzun süreli kullanımı bulunur.
B12 vitamin eksikliği belirtileri, vücut rezervleri tamamen tükeninceye kadar kendini belli etmeyebilir. B12 eksikliğinde belirtiler şöyle görülebilir:
- El kol ve bacaklarda uyuşukluk hissi
- Özellikle bebeklerde ve çocuklarda gelişmede gerilik
- B12 eksikliğinde kansızlık görülebilir
- Sinir sisteminde bozulma
- Yürümede zorlanma, dengesizlik gözlenebiliyor
- Dilin şişmesi
- İshal şikayeti
- Kulakta çınlama
- Ciltte sararma
- Çarpıntı
- Ağrı ve hassaslaşma
- Yine b12 eksikliğinde uzun süreli zihinsel yorgunluk gözlenebilir

B12 vitamini eksikliğinin neden olabileceği zihinsel yorgunluk zamanla entelektüel becerilerin de yavaşlamasına yol açabilir. Eğer kişide uzun süreli olarak unutkanlık, hafıza kaybı, konsantre olamama gibi problemler varsa mutlaka B12 vitamini açısından incelenmesi için doktora başvurulması önerilir.

B12 vitamini içeren besinler-gıdalar nelerdir?
Vücut tarafından üretilemeyen B12 vitamini nelerde bulunur sorusuna yanıt olarak aşağıdaki besinler sıralanabilir:
- Kırmızı et
- Tavuk
- Balık
- Karaciğer sakatatı
- Böbrek sakatatı
- Çeşitli deniz ürünleri (karides, midye)
- Süt
- Yoğurt
- Peynir
- Yumurta
B12 vitamini hayvansal gıdalarda süt ve süt ürünlerinde oldukça fazla olmasıyla birlikte mayalı soya ürünlerinde de bulunur. Omega-3 kaynağı kuruyemişlersebze ve meyve grupları iseB12 vitamini içermez.
Pişirme süresinin uzaması B12 kaybını artırır
Besinleri pişirme süresinin uzaması ve derecesinin yükselmesi B12 vitamini eksikliğine yani B12 vitamini kaybının artmasına neden olabilir. Ayrıca B12 vitaminini bol miktarda içeren balık ya da karaciğerin suda haşlandıktan sonra suyunun dökülmesi de B12 vitaminin kaybını artıran sebepler arasında yer alır. Araştırmalara göre etler ızgara yapılırken, sıcaklık ve damlayan suyla B12 vitamininin yüzde 30’u, nemli sıcaklıktaysa yüzde 10-20’sinin kaybolduğu saptanmıştır. Öte yandan UHT yani uzun raf ömürlü sütlerdeki B12 kaybı yüzde 7- 10 civarında iken, vitaminin yaklaşık yüzde 30’u da kaynamayla kaybolabilir.

B12 değeri kaç olmalı?
İnsan sağlığı için büyük önem teşkil eden B12 vitamininin eksikliği ciddi sağlık problemlerine yol açabilir. Vücudun B12 vitamini ihtiyacı günlük 2-3 mcg’dir. Hamilelerde ve emzirenlerde günlük B12 vitamini ihtiyacı miktarı daha fazladır. B12 vitamininin miktarı testlerde 200 pg/mL ile 800 pg/mL arasında olması beklenmektedir. 200 pg/mL altındaki B12 vitamini düşük kabul edilmektedir.

B12 eksikliği nelere sebep olur?
B12 eksikliği sağlık problemlerine neden olabilir. B12 vitamini alyuvarların kemik iliğinden üretilmesi için elzemdir. Vitaminin yeterli alınmaması kansızlığa yol açabilir. Yaşlılarda oldukça yaygın olan B12 vitamini eksikliği bu kişilerde depresyonun temel nedenlerinden biri olarak da görülebilmektedir. B12 vitamini eksikliği özetle şunlara sebep olabilir:
Ellerde veya ayaklarda karıncalanma
B12 vitamini eksikliği ellerde veya ayaklarda “karıncalanma” ya neden olabilir. B12 eksikliğinde oluşan ‘Karıncalanma’ vitaminin sinir sisteminde çok önemli bir rol oynaması ve yokluğunun insanların sinir iletim problemleri veya sinir hasarı geliştirmesine neden olmasından kaynaklanır. Sinir sisteminde, B-12 vitamini miyelin adı verilen bir maddenin üretilmesine yardımcı olur. Miyelin, sinirleri koruyan ve hisleri iletmelerine yardımcı olan koruyucu bir kaplamadır. B12 vitamini eksikliği olan kişiler sinirlerini kaplayacak kadar miyelin üretmeyebilir. Bu kaplama olmadan da sinirler zarar görebilir.
Yürüme güçlüğü
B12 vitamini eksikliğinden kaynaklanan periferik sinir hasarı zamanla hareket sorunlarına yol açabilir. Ayaklarda ve uzuvlarda uyuşma, kişinin desteksiz yürümesini zorlaştırabilir. Ayrıca B12 eksikliği olan kişiler kas güçsüzlüğü ve azalmış refleksler de yaşayabilirler.
Soluk ten
B12 vitamini eksikliğinde soluk veya sarı cilt de görünebilir. Deri altında dolaşan kırmızı kan hücreleri cilde normal rengini verir. Kırmızı kan hücrelerinin yeterli olmadığı durumlarda cilt soluk görünebilir. B12 Vitamini, kırmızı kan hücrelerinin üretiminde rol oynar. Nitekim B12 vitamini eksikliği, kırmızı kan hücrelerinin eksikliğine veya megaloblastik anemiye neden olabilir .
Yorgunluk hissi
B12 vitamini eksikliğine bağlı megaloblastik anemi, kişinin kendini yorgun hissetmesine neden olabilir. Vücutta oksijen taşıyacak kadar kırmızı kan hücresi olmadığında, kişi aşırı derecede yorgun hissedebilir.

Kalp çarpıntısı
B12 vitamin eksikliği kalp çarpıntısının dolaylı sebepleri arasında yer alabilir.
Nefes darlığı
B12 vitamini eksikliğine bağlı anemi, kişinin nefes darlığı hissetmesine neden olabilir. Nefes almakta gerçekten güçlük çeken herkes vakit kaybetmeden bir doktora görünmelidir.
Ağız sağlığı
B12 vitamini ağız sağlığını da etkiler. B12 vitamini eksikliği, aşağıdaki ağız sorunlarına neden olabilir:
- Şiş, kırmızı bir dile neden olan glossit
- Ağız ülseri
- Ağızda yanma hissi
Bu semptomlar, B-12 vitamini eksikliğinin kırmızı kan hücresi üretiminde azalmaya neden olması ve bu durumun da dile daha az oksijen ulaşmasıyla sonuçlanması nedeniyle ortaya çıkar.

Düşünme veya muhakeme sorunları
B12 vitamini eksikliği, doktorların bilişsel bozukluk olarak adlandırdığı düşünme ile ilgili sorunlara neden olabilir. Bu sorunlar, düşünme veya muhakeme güçlüğü ve hafıza kaybını içerir.
Sinirlilik
B12 vitamini eksikliği, bir kişinin ruh halini etkileyerek potansiyel olarak sinirlilik veya depresyona neden olabilir.
Mide bulantısı, kusma ve ishal
B-12 vitamini eksikliği sindirim sistemini de etkileyebilir.
İştah azalması ve kilo kaybı
Mide bulantısı gibi sindirim problemleri sonucunda B12 vitamini eksikliği olan kişiler iştahlarını kaybedebilirler. İştah azalması uzun vadede kilo kaybına neden olabilir.

Öte yandan Alzheimer ve demans gibi nöropsikiyatrik hastalıkların hem nedeni hem de sonucu olabilen unutkanlık vücuttaki hormon yetersizlikleri ve vitamin eksikliklerinin bir sonucu olarak da ortaya çıkabilmektedir. Tiroit hormonu yetersizliği, B12 ve D vitamini eksikliği de yaşam kalitesini olumsuz etkileyebilen unutkanlığa yol açabilir.
B12 vitamininin demans üzerinde etkisi nedir?
B12 vitamini eksikliği, bunama ve düşük bilişsel işlevle ilişkilidir; ancak B-12 vitamini takviyelerinin demansı önlemeye veya tedavi etmeye yardımcı olup olamayacağı açık değildir. Nitekim B12 vitamininin Demans, Alzheimer hastalığının gelişmesini önleyebileceğine ilişkin kesin bir kanıt yoktur.
B12 eksikliği hamilelerde düşük ve erken doğum nedeni olabilir
B12 eksikliğinin nedenlerinden biri olan kansızlık hamilelerde erken doğum, bebeğin düşük kilolu doğması ve ölü doğumlara neden olabilmektedir. B12 eksikliğinde çocuklarda büyümede gerilik, sık hastalanma, dikkat dağılması, öğrenme ve algılama fonksiyonlarında azalma ortaya çıkabilmektedir.
B12 vitamini eksikliği yaşlılarda neden yaygın şekilde görünür?
İnsanlar yaşlandıkça, B12 vitamini emilimi azalır. Bunun nedeni yaşlı kişilerde vitamini işlemek için gereken asitler ve mide enzimleri ile ilgili problemler gelişmesidir. B12 vitamini eksikliğinin yaygın belirtilerinden bazıları şunlardır:
• Sürekli yorgun ve/veya enerjisiz hissetmek
• Kas zayıflığı
• Hafıza sorunları, kafa karışıklığı veya hafif depresyon
• Görme problemleri (Bulanık görme, çift görme…)
Yaşlı bireylerde düşük B12 vitamini düzeyleri için yaygın risk faktörleri şunları içerir:
• Düşük mide asidi seviyeleri: Bu durum mide astarının zayıflamasına veya mide asidini azaltan ilaçlara bağlı gelişebilir.
• B12 vitamini emilimini engelleyen metformin (diyabet için kullanılır) gibi ilaçlar.
• Mideyi tahriş eden ve bazen kötü beslenmeyle bağlantılı olan alkolizm.
• Mide veya ince bağırsağın bir kısmını (veya tamamını) çıkarmak için yapılan ameliyatlar.
• Crohn hastalığı gibi mide veya ince bağırsakta zayıf emilime neden olan herhangi bir sorun.
B12 vitamini yüksekliği nedir?
Bilimsel çalışmalar ışığında sinir sisteminde önemli fonksiyonları olduğu bilinen B12 vitamininin 800 pg/mL ve üzeri gelmesi bu vitaminin vücutta fazla olduğunu göstermektedir.
B12 fazlalığı zararlı mıdır?
İçeriğindeki kobalt minerali nedeniyle kobalamin olarak da bilinen B12 vitaminini insan vücudu 5 yıllık depolayabilir. Vücutta 5 yıl için depolanan B12 vitamini fazlalığının insan sağlığına bir zararı yoktur. Bilimsel çalışmalar ışığında sinir sisteminde önemli fonksiyonları olduğu bilinen B12 vitamininin fazlası idrarla zararsız şekilde vücuttan atılmaktadır.
B12 vitamininin yan etkileri var mıdır?
B12 vitamini alımında herhangi bir üst limit yoktur. Zira B12 vitamininde toksisite veya aşırı doz riski oldukça düşüktür. B12 vitamini almanın yan etkileri çok sınırlıdır. Örneğin B12 vitamini alımıyla akne vakaları oluşabilir.

B12 vitamini eksikliği tedavisi nasıl olur?
Zamanında önlem alınmazsa nörolojik ve zihinsel problemlere neden olabilen B12 vitamin eksikliğinin nedenlerinin araştırılmasının ihmal edilmemesi gerekir.
Eksikliğinde halsizlik, yorgunluk, kas kasılmaları, depresyon gibi bulgular ortaya çıkabilen B12’nin insan sağlığı için yadsınamaz bir önemi vardır. B12 vitamin eksikliği ilerleyen aşamalarda daha ciddi sağlık sorunlarına zemin hazırlayabileceği için vakit kaybetmeden doktora başvurmak ve gerekli önlemleri almak önemlidir. Kandaki seviyesine göre en uygun destek dozu doktora danışılmalıdır.
B12 eksikliği tedavisi, güçlü B12 hapları ya da B12 vitamin iğnesi ile kısa sürede tedavi edilebilir. Kolayca tedavi edilebilir olan B12 eksikliğinin giderilmesi insanların yaşam kalitesini yükseltmektedir. B12 vitamin eksikliği tedavi edilerek giderilmediği takdirde geri dönüşü olmayan nörolojik hastalıklarortaya çıkabilir.
Yetişkinlerde olduğu gibi bebeklerde görülen B12 eksikliği de en kısa sürede önlem alınması gereken önemli bir durumdur.

Bağırsak hastalığı olanlar 50 yaşın üzerindeki kişilerin vejetaryenlerin gebe kalmayı planlayan kadınların B12 vitaminini multivitamin ilaçolarak, günde 6-30 mikrogram almaları önerilir. B12 yetersizliğinin nedeninin tespit edilmesi zaruridir. Vitamin yetersizliğinin nedeni eğer diyet ile alınan B12 eksikliği ise (vejetaryenlerde bu durum yaygındır) B12 vitamin hapı ya da dilaltı tabletleri önerilir.
B12 vitamini emiliminin olması için pankreas, mide ve ince bağırsağın fonksiyonlarının normal olması gerekmektedir. B12 vitamininin emilim problemlerine bağlı olarak gelişen yetersizliklerde de vakit kaybedilmeden doktora gidilmesi gerekir.

Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.
MEMORIAL Tıbbi Yayın Kurulu tarafından hazırlanmıştır.
TSH, tiroidi etkileyen bir hormondur. Tiroit bezinin hormon üretimini uyararak daha fazla üretilip kana karışmasını sağlar.TSH hormonu testi ile tiroit bezi hormonlarının yeterli salgılanıp salgılanmadığı, doğru çalışıp çalışmadığı değerlendirilir.

TSH (Tiroid Uyarıcı Hormon) testi nedir?
Tiroit ile ilgili hastalıkların tanısı için gerekli olan bir testtir. Tiroit bezi normalden fazla çalıştığında hipertroidi, normalden az çalıştığında hipotiroidi varlığından söz edilebilir. Gerekli miktarda tiroit hormonu salgılanamadığında hipotiroidi adı verilen durum gerçekleşir ve dokulara yeterince tiroit hormonu salgılanamaz, metabolizma da doğal olarak yavaşlar. Her 1 litre için 0,4 – 5,0 mil arası normal değerlerdir.

Hızlı kilo alımı, saç dökülmesi, soğuğa dayanıksızlık gibi belirtiler sonucu tiroit bezinin az çalıştığından şüphelenildiğinde,
Ani kilo kaybı, uykusuzluk, titreme, terleme, kalp çarpıntısı gibi belirtiler sonucu tiroit bezinin fazla çalıştığından şüphelenildiğinde,
Tiroit bezi az çalıştığı için tiroit ilacı alan hastaların tedavi sürecinde,
Tiroit bezi çok çalıştığı için tedavi alan hastaların tedavi sürecinde,
Yenidoğanlarda tiroit bezinin normal çalışıp çalışmadığının belirlenmesinde rutin olarak yapılmaktadır.

TSH testi için genellikle dirseğin iç kısmındaki damardan kan alınır. Tiroit hormonları gün içinde değişebileceği için sabah erken saatlerde yaptırılabilir. Açlık gerektirmez.
Normal TSH Değeri Kaçtır?
Normal TSH seviyeleri her 1 litre için 0,4 – 5,0 mililitre arasındadır. Tiroit bozukluğu için görülen tedavi sürecinde ise normal aralık 1 litre için 0.5 ila 3.0 mililitre olarak kabul edilmektedir.

TSH Yüksekliği Ne Anlama Gelir?
Dünyada ve ülkemizde tarama testi olarak kullanılan TSH testi 3.90’dan fazla ise tiroit bezinde bir problem olduğu anlamına gelmektedir. Testin sonucunda çıkan yüksek değerler tiroit bezinin az çalıştığını, hipofiz bezi tümörlerini ya da tiroit tedavi süreci devam eden hastalarda ilaçların alımıyla ilgili sorun yaşadığını göstermektedir. TSH yüksekliği bir otoimmün hastalığının sonucunda ya da beslenme yoluyla çok fazla tuz alınması neticesinde de ortaya çıkabilir.
TSH Yüksekliğinin Sebepleri Nelerdir?
- Hipotiroidi varlığında,
- İyot yetersizliğinde,
- Kanser tedavisinde kullanılan radyoterapi uygulamasında,
- Tiroit hormon direnci varlığında,
- Doğum kontrol hapları gibi östrojen desteği alımında,
- Hashimoto tiroidi varlığında,
- Konjenital hipotiroidi varlığında,
- Hipofiz adenomu varlığında,
- Hipofiz bezinin alınmasında,
- Hipertiroidi tedavisi için kullanılan radyoaktif iyot ve anti tiroid ilaç kullanımı gibi tedaviler sonucu,
- Lityum içeren ilaçların alımında,
- Aşırı miktarda kalsiyum veya demir takviyesi alımında,
- Antidepresanlar, kolestiramin ve kolestipol içeren kolesterol düşürücü ilaçlar, kortikosteroit ve adrenokortikosteroit ilaçların yan etkisi sonucu,
- Tiroit hormonunu azaltan karalahana, çiğ karnabahar, kırmızıturp gibi besinlerin tüketilmesinde TSH seviyeleri yüksek çıkabilmektedir.
TSH Yüksekliği Hangi Şikâyet Ve Belirtilere Sebep Olabilir?
TSH yüksekliği, unutkanlığa, halsizliğe, depresyona sebep olarak cilt kuruluğu, kolay üşümeye gibi belirtiler ortaya çıkarabilir. Bunların yanında kilo alma ve verememe, göz çevresinde şişlik, kısırlık ve adet düzensizliği yaratabilir.
TSH Yüksekliğinde Tedavi Nasıldır?
Hipotiroidizm (tiroit bezinin az çalışmasına sebep olarak tiroid hormonlarının az salgılanması) nedeniyle artan TSH seviyelerini düşürmek için ilaç tedavisi tercih edilir.

TSH Düşüklüğü Ne Anlama Gelir?
TSH testinin sonucunda çıkan düşük değerler tiroit bezinin fazla çalıştığını, tiroit bezi az çalışan kişide tiroit ilacını fazla miktarda aldığını, hipofiz bezinde TSH yapımını engelleyen bir durum olduğunu ya da hastanın hamile olabileceğini gösterir.
TSH Düşüklüğü Sebepleri Nelerdir?
- Fazla iyotlu tuz tüketimi,
- Fazla tiroid hormon ilacı kullanımı,
- Haşimato hastalığı
- Zehirli guatr başlangıcında ya da zehirli guatr tedavi sürecinde
- Hamilelik
- Nodüler tiroid,
- Graves hastalığı,
- Tiroid hormonu içeren doğal takviyelerin fazla alınması,
- Tiroid bezi iltihaplanması,
- Hipofizden az TSH salgılandığında,
- Levotiroksin ilacı kullanımı.

TSH Düşüklüğü Hangi Şikâyet Ve Belirtilere Sebep Olabilir?
TSH düşüklüğünde çabuk yorulma, halsizlik hissi, depresyon, mutsuzluk, el ve ayaklarda ödem, sesin kısılması, iştah azalması ve kabızlık gibi şikayet ve belirtilere sebep olabilir.
TSH Yüksekliği Ve Tiroid Yetmezliği Arasındaki İlişki Nasıldır?
Tiroid bezi az miktarda hormon salgılama yaptığı durumda hipofiz bezi TSH salınımını artırabilir. Bu yüzden tiroid bezi yetmezliğinde yani hipotiroidi, TSH hormon düzeyi fazla, tiroid bezi tarafından salgılanan T3 ve T4 hormon düzeyi düşük olmaktadır.
TSH Düşüklüğü İle Seyreden Hastalıklarda Tedavi Nasıldır?
Tiroit bezi, büyüdüğü durumlarda yemek, soluk borusu ve ses tellerine baskı yapabilmektedir. Bu sebeple cerrahi müdahale gerekebilir. Buna ek olarak anti tiroit ilaçlar ve radyoaktif iyot tedavisi temel tedavi yöntemleri arasında yer almaktadır.
Tiroit Tedavi Edilmezse Ne Olur?
Hipertiroidi yani tirod yetmezliği tedavi edilmediği durumlarda kişide kilo kaybı görülebilir. Tedavi edilmezse kalpte ritim bozukluğu, kalp yetmezliği sebep olarak tiroid krizi, ani ölüme sebep olabilir.
Tiroide Karşı Sağlığınızı Korumak İçin Öneriler
Vücudun iyot ihtiyacını karşılayabilmesi için en etkili yol, deniz ürünleri, süt ve süt ürünleri, yeşil sebzeler ve kaya tuzu tüketmek olacaktır. Fakat bu besinlerde aşırıya kaçmamak önemli olmaktadır çünkü iyotun fazlası vücuda zarar verebilir. Tiroide karşı sağlığınızı korumak için destekleyen vitaminler arasında A, E, D ve K2 yer almaktadır. Tiroid açısından bu vitaminler önemli bir yere sahiptir.
Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.
MEMORIAL
Orak Hücreli Anemi



Belirtiler
Her hastada farklı belirtiler görülür ve şiddetleri kişiye göre değişir. Anemi: En yaygın görülen belirtidir. Kırmızı kan hücrelerinin azlığı anemiye neden olur. Şiddetli anemi baş dönmesi, nefes darlığı ve halsizliğe neden olur.
Ağrı Krizleri
Orak hücreler küçük kan damarlarında sıkışıp kan akışını engellediklerinde ağrıya neden olurlar. Ağrı vücudun herhangi bir yerinde görülebileceği gibi en sık göğüs, kol ve bacaklarda olur. Ağrılar kimi zaman çok şiddetlidir, günlerce ya da haftalarca sürebilir. Engellenen kan akışı doku ölümüne neden olabilir.
İnme
Bu hastalıkta ortaya çıkan ani ve ciddi bir problemdir. Orak hücreler beyne oksijen getiren başlıca kan damarlarını tıkayabilir. Beyne giden kan ve oksijen akışındaki herhangi bir kesinti, ciddi beyin hasarına neden olabilir. Bu hastalık nedeniyle inme geçirirseniz, ikinci ve üçüncü felç geçirme olasılığınız daha yüksektir.
Enfeksiyonlar
Oraklaşan kan hücreleri özellikle dalağın kılcallarında tıkanıklık yaparak dalağa zarar verir. Dalağın bağışıklık sisteminin önemli bir organıdır, bu durum orak hücreli anemi hastalarının ciddi enfeksiyonlarla karşı karşıya kalmasına sebep olur.
Bunların Yanı Sıra;
- Cilt, gözler ve ağızda sarılık
- Akut göğüs sendromu (Acil müdahale getiren ve ölüme yol açabilen bir durumdur)
- Pulmoner hipertansiyon
- Organların hasar görmesi
- Retinanın beslenememesi sonucu görme sorunları ya da körlük
- Bacakta görülen açık yaralar (bacak ülseri)
- Priapizm (Penise giden kan damarlarının tıkanması nedeniyle sürekli ve ağrılı ereksiyon)
- Kemik ağrısı
- Safra taşı oluşması
- Splenik sekestrasyon: Dalakta kan hücrelerinin sıkışması sonucu dalağın genişlemesi ve hemoglobinin düşmesi

Orak Hücreli Anemi tanısı detaylı bir fizik muayene ve hastanın sağlık öyküsünün alınmasından sonra aşağıdaki kan tetkikleriyle konur.
Tam Kan Sayımı
Bu test esnasında belirli bir hacim kanda bulunan kan hücrelerinin sayısına bakılır. Anemi (kansızlık) ve enfeksiyonların tespiti için önemlidir.
Periferik Yayma
Bu testte kan hücrelerinin şekli bir mikroskop yardımıyla incelenir.
Oraklaşma Testi
Kırmızı kan hücrelerinin kimi kimyasallar ile tepkimesi sonucunda oraklaşıp oraklaşmadığı gözlemlenir.
Hemoglobin Elektroforezi
Kırmızı kan hücrelerinin içinde bulunan hemoglobin, kimi özellikleri sebebiyle orak hücreli anemi hastalarında farklıdır ve elektroforez ile bu farklılıklar ortaya konarak tanı konur. Orak Hücreli anemi taşıyıcısı ya da hastası olmak evlenmeye ya da çocuk sahibi olmaya engel değildir. Hastalığın yoğun görüldüğü bölgelerde nikâh öncesi tahliller mecburi istenmekte ancak evlenmeyi engellememektedir. Amaç sadece evlenecek çiftlerin bilgilendirilmesidir.
Kan testi yapılmadan taşıyıcının meydana çıkarılması mümkün değildir ve taşıyıcıların çoğu da özel olarak bu test yapılmazsa taşıyıcı olduklarını bilmezler. Bu nedenle yüksek risk grubundaki kişiler taşıyıcı olup olmadıklarını anlamak için kan testini yaptırmalıdır.
Hastalığın erken dönemde tespit edilmesi için çocuk sahibi olmadan önce ve riskli ebeveynlerde genetik danışma, iki ebeveynin de taşıyıcı olması durumunda sağlıklı embriyo elde etme için Preimplantasyon genetik tanı ve gebelik döneminde taramalar da yapılmaktadır.
Gebeliğin 19.20 haftasında alınan fetal kan örneği, amniyosentez ve kordiosentez ile hastalık tespit edilebilir.
Orak Hücreli Aneminin kesin tedavisi yoktur ancak şikayetlerin azaltılması ve organ hasarlarının önüne geçilmesi için çeşitli tedaviler uygulanmaktadır. Kemik iliğinde bulunan kök hücrelerin nakli kimi hastalarda olumlu sonuçlar vermektedir. Erken tanı ve hastalık nedeniyle vücutta oluşabilecek hasarların önlenmesi tedavide kritik önemdedir. Tedavi hedefleri arasında organ hasarının (inmeler dahil) önlenmesi, enfeksiyonun önlenmesi ve semptomların tedavi edilmesi yer alır. Tedavi şunları içerebilir:

Tedavi Seçenekleri
Ağrı
Ataklarının önlemek ve şiddetini azaltmak için ilaç tedavisi
Kan nakli (Eritrosit süspansiyonu nakli)
Anemiyi ve inmeleri önlemek için kullanılır. Transfer sonrası vücutta fazla demir birikimini önlemek için ilaç tedavisi de gerekmektedir.
Kan nakli ayrıca, oraklaşmış hemoglobini normal hemoglobinle seyreltmek için kullanılır. Nakil ile kronik ağrı, akut göğüs sendromu, dalak sekestrasyonu ve diğer acil durumlar da tedavi edilir.
Enfeksiyonlar
Enfeksiyonlardan koruyucu önlemler ve enfeksiyon tedavileri. Aşılar (Pnömokok aşısı, Hemophilus influenza aşısı, grip aşısı) ve antibiyotikler kullanılabilir. Ayrıca, özellikle kış aylarında grip, soğuk algınlığı nezle gibi hastalıklardan korunmak önemlidir.
Folik Asit
Ciddi anemi krizlerinin önlenmesine yardımcı olur.
Hidroksiüre
Bu ilaç, ağrı krizleri ve akut göğüs sendromu sıklığını azaltmaya yardımcı olur. Ayrıca kan transfüzyonu ihtiyacını azaltmaya yardımcı olabilir. Normal koşullarda sadece anne karnındayken bulunması gereken Hemoglobin F yapımını arttırarak oraklaşmış hemoglobinlerin oranını azaltır.
Düzenli Göz Muayeneleri
Bunlar retinopati adı verilen bir göz hastalığının taraması için yapılır.
Kemik İliği (Kök Hücre) Nakli
Orak Hücreli anemi hastalarının ağrı krizlerini önlemek ve hafifletmek için günde 8-10 bardak su içmesi gereklidir. Hastalık tamamen önlenmese de hayat kalitesini artırma ve şikayetleri hafifletmek için
- Meyve, sebze, tam tahıllar ve proteinden zengin beslenme,
- Yeterli uyku
- Bol sıvı tüketimi önerilir.
Ayrıca hastalar, oksijenlenmenin azalmasından ötürü oraklaşmaya sebep olan aşağıdaki gibi durumlardan kaçınmalıdır:
- Yüksek rakım
- Soğuk hava
- Soğuk suda yüzme
- Aşırı efor sarf ettiren işler




Hematokrit Nedir?
Hematokrit, kırmızı kan hücrelerinin dolaşımdaki kan miktarına göre hacminin oranını ifade eder. Matematiksel olarak cihazlar yardımıyla ölçülen ortalama kırmızı kan hücresi hacmi (MCV) ve eritrosit sayısının çarpımı ile hesaplanır. Normal hematokrit değerleri %35-45 arasında kabul edilir. Cinsiyet ve yaşa bağlı olarak normal kabul edilen değer aralığında farklılıklar söz konusu olabilir. Özellikle 15 yaşından küçük çocuklarda hematokrit için normal kabul edilen değer aralıkları her yaş için ayrı olarak belirlenmiştir.
Kanda HCT Nedir?
Hematokrit değeri tam kan sayımı testinin içerisinde yer alan parametrelerden biridir. İncelenme nedenleri arasında en sık olarak anemi hastalığı bulunur. HCT ne demek sorusuna “test sonuçlarının yer aldığı raporda hematokritin kısaca ifadesi” yanıtı verilebilir.

Hematokrit Neden Ölçülür ve Normal Kabul Edilen HCT Değeri Nedir?
Hematokrit ölçümü tam kan sayımı testinin bir parçasıdır. Hem çeşitli rahatsızlıkların tespit edilmesinde hem de bazı hastalıklara yönelik verilen tedavinin gidişatının incelenmesi adına kırmızı kan hücrelerinin kan dolaşımındaki bölümünün tespit edilmesi fayda sağlayabilir. Hematokrit kandaki kırmızı kan hücre hacmini ifade eder. Kadınlarda normal kabul edilen değer %35-45 arasında değişkenlik gösterirken erkeklerde bu rakam %39-50 arasındadır. Hct yüksekliği nedir ve Hct düşüklüğü nedir gibi soruların yanıtı bu parametrenin normal sınırların altında ya da üstünde tespit edilmesidir.
Hematolojik analiz yöntemleri ile ölçülen bu değer damar içerisinde her yerde aynı olmama özelliğini gösterir. Kırmızı kan hücreleri dışarıdan travma sonrası şekil bozukluğu gelişimine yatkın hücrelerdir ve bu nedenle damar içinde orta bölümde hareket ederler. Damar duvarına yakın bölümde ise hücre içermeyen plazma adı verilen kan sıvısı dolaşır. Bu nedenle kanın orta bölümünde HCT oranı yaklaşık olarak %80 civarındayken duvara yakın bölgelerde ise neredeyse sıfırdır.

Kırmızı kan hücreleri kanın oksijenize bölümünü oluşturur ve sayıları ile HCT değeri arasında bir paralellik söz konusudur. HCT’nin yükselmesi ile kandaki oksijen taşıma kapasitesi yükselmiş gibi görünse de, bu durum kanın daha az akışkan olması ve yoğunluğunun artması gibi sonuçlara neden olabilir. HCT’nin kanın akışkanlığının bozulmayacağı kadar yükselmesi dokulara aktarılan oksijen miktarının artırılmasına katkı sağlayabilir.
Hematokrit testi çeşitli sağlık problemleri için tanısal olarak değer taşıyabilir:
- Anemi
- Lösemi
- Dehidrasyon (sıvı kaybı)
- Çeşitli besin maddelerinin eksikliği

Hematokrit Nasıl Ölçülür?
Hematokrit ölçümünün yapılabilmesi için öncelikle kişiden kan örneği alınması gerekir. Bu işlem kişinin parmak ucundan veya kolundaki toplardamarlardan örnek alınarak gerçekleştirilebilir. Hematokrit değeri tam kan sayımı tetkikinin bir parçası ise örnek alınma işlemi genellikle el sırtı veya dirsek ön bölgesindeki toplardamarlardan gerçekleştirilir. Sağlık personeli ilk olarak örnek alınacak bölgenin antiseptik bir madde ile temizliğini yapar ve ardından elastik bir bant veya çeşitli araçlar kullanarak kolun üst bölgeden turnikeye alır. Böylelikle örneğin alınacağı damarlar belirginleşmiş olur. İğnenin damar içine yerleştirilmesinin ardından örnek alımı başlar. Kan örnek tüpüne dolmaya başladığında işlemi yapan sağlık personeli turnikeyi açar ve işlemin tamamlanmasının ardındann ufak bir bandaj veya pamuk ile örnek alınan bölgeye bası yaparak kanama oluşumunu engeller. İşlem sonrasında küçük morluklar oluşması normaldir ve bu durumlar genellikle birkaç gün içerisinde gerileme gösterir.
Örnek alınması sonrasında hematokrit değerinin ölçülmesi bir cam tüp ve santrifüj cihazı ile gerçekleşir. Santrifüj cihazının çalışma prensibi karışım halindeki maddelerin yoğunluk farkından yararlanılarak ayrılmasına dayanır. Karışımın bulunduğu kap yüksek hızla döner ve ağırlığı daha fazla olan madde kabın dış tarafına doğru itilir, böylelikle ayrım yapılması sağlanır. Santrifüj işlemi gerçekleşirken kan dolaşımında bulunan diğer hücreler kırmızı kan hücrelerinin arasında kalabilir. Bu durum hematokrit değerinin normalden daha yüksek ölçülmesine neden olabilir. İncelenecek kan örneğinin uzun süre beklemesi sonucunda da kırmızı kan hücrelerinin hacminde artış oluşabilir. Bu durumda da hematokrit değeri gerçek değerine göre yüksek olarak hesaplanabilir.

Bu durum dışında birçok dış faktör hematokrit tetkikini etkileyerek sonucun normal sınırların dışında olarak yorumlanması ile sonuçlanabilir:
- Yüksek rakımlı bölgelerde yaşamak
- Gebelik
- Ciddi seviyedeki kan kayıpları
- Yakın zamanda kan transfüzyonu öyküsü bulunması
- Ciddi dehidrasyon durumları
Test öncesinde hekiminize sonucu etkileyebilecek faktörler arasında bulunan yakın zamanda bir kan nakli alıp almadığınızı ve varsa gebeliğin pozitif olabileceğine dair bilgi vermeniz önerilir. Hematokrit testi ağır bir yan etki ya da risk durumları ile ilişkili bir tetkik değildir. Kan örneğinin alındığı bölgede kanama ya da zonklama gibi şikayetlerin oluşması normal kabul edilir.
Herhangi bir ödem ya da üzerine yeterli baskı uygulanmasına rağmen devam eden kanama varlığında sağlık kuruluşlarından yardım almanız önerilir.

Hematokrit Değerinin Değiştiği Durumlar Nelerdir?
Birçok fizyolojik durumda hematokrit değerini, normal sınır değerlerinin altında veya üzerinde hesaplanmasına neden olabilir. Hematokrit değeri ile kan dolaşımındaki kırmızı kan hücrelerinin sayısının orantılı olması sebebiyle kırmızı kan hücre sayısını azaldığı durumlarda hematokrit düşük olarak tespit edilir.
Yenidoğan dönemindeki bebeklerin hematokrit değerleri yüksektir ve zaman içerisinde düşüşe geçerek normal seviyelere iner. Cinsiyetler arasında da hematokrit değeri açısından farklar olup erkeklerde kadınlara göre daha yüksek değerler tespit edilir. Hamilelik dönemindeki kadınlarda ise dolaşımdaki kanın miktarının artıp, yoğunluğunun azalmasına bağlı olarak daha düşük hematokrit değerleri tespit edilebilir.
Hematokrit düşüklüğünün bir bulgu olarak meydana gelebileceği durumlar şu şekilde özetlenebilir:
- Kemik iliği hastalıkları
- Kronik inflamatuar rahatsızlıklar
- Demir, folat veya B12 vitamini eksikliği
- İç kanama
- Hemolitik anemi
- Böbrek yetmezliği
- Lösemi
- Lenfoma
- Orak hücreli anemi
Yüksek rakımlı bölgelerde yaşayanlarda havadaki oksijen miktarının azlığını dengelemek amacıyla kırmızı kan hücresinin sayısında artış meydana gelir. Bu nedenle yüksek rakımlı bölgelerde yaşayanların hematokrit değerleri normal aralığın üzerinde tespit edilebilir. Bu durum dışında ağır sıvı kayıpları, konjenital (doğuştan gelen) kalp rahatsızlıkları, böbrek tümörleri, akciğer hastalıkları ve polisitemia vera gibi kan hastalıklarında da hematokrit değeri yüksek olarak tespit edilebilir.
Hematokrit değerinde değişiklik ile seyreden rahatsızlıklardan bazıları şunlardır:

ANEMİ (KANSIZLIK)
Çeşitli nedenlere bağlı olarak kan dolaşımında yer alan ve eritrosit olarak adlandırılan kırmızı kan hücrelerinin sayısında azalma meydana gelmesi anemi olarak adlandırılır. Bu azalma üretimin yavaşlaması veya yıkımının arttığı durumlar nedeniyle olabilir.
Halsizlik, baş ağrısı, konsantre olmakta güçlük yaşanması, el ve ayaklarda üşüme hissi, nefes darlığı ve sersemlik, kansızlık durumunda ortaya çıkabilecek belirtilere örnek teşkil eder.
Demir eksikliği anemisi en sık olarak karşılaşılan anemi nedenlerinden biridir. Demir, hemoglobin molekülünün yapısında yer alması dolayısıyla kırmızı kan hücrelerinin üretimi için gereklidir. Aşırı çay içme, tahıla dayalı beslenme ya da demir ihtiyacının daha fazla olduğu gebelik dönemlerinde eksiklik ortaya çıkabilir.
Kan kayıpları da doğal olarak bir anemi nedenidir. Hızlı gerçekleşen kan kayıplarına müdahale edilirken öncelikle dolaşımdaki sıvı hacminin yerine konması hedeflenir. Bu nedenle sıvı miktarı normal seviyelere ulaşırken, kırmızı kan hücrelerinin sayısı ve dolayısıyla konsantrasyonlarında düşme meydana gelir. Kan kaybı sonrasında hematokrit değerlerinde meydana gelen azalma yaklaşık olarak 1-1.5 ay içerisinde normal değer aralığına döner. Kırmızı kan hücrelerinin üretim yeri olan kemik iliğinde meydana gelen rahatsızlıklar sonucu da kansızlık durumu ortaya çıkabilir. Üretimin yetersizliğine bağlı olarak oluşan bu anemi çeşidi “aplastik anemi” olarak adlandırılır.

Kırmızı kan hücrelerinin üretimi için gerekli olan B12 vitamini ve folik asit gibi maddelerin eksikliği sonucunda kemik iliğinde gerçekleşen üretimde yavaşlama meydana gelir ve üretilen hücreler normalden daha büyük olarak tespit edilir. Bu anemi çeşidi “megaloblastik anemi” olarak isimlendirilir.
Gıdalarla alınan B12 vitamini mideden salgılanan bir faktör (intrinsik faktör) aracılığıyla bağırsaklardan emilebilir hale gelir ve vücuttaki çeşitli olaylarda kullanılmak üzere gerekli bölgelere taşınır. Pernisiyöz anemi olarak adlandırılan bu rahatsızlıkta, mideden salgılanarak B12 vitamininin emilmesini sağlayan bu faktörün üretilmesi ile ilgili bir probleme bağlı olarak B12 vitaminin emiliminde azalma meydana gelir ve dolayısıyla kırmızı kan hücrelerinin üretimi de bu durumdan olumsuz olarak etkilenir.
Eritrositlerin ömrü yaklaşık olarak 120 gündür. Oksijen ve karbondioksit taşıma görevini bu süre boyunca yerine getiren kırmızı kan hücreleri, ömrünü tamamlandığında dalak tarafından parçalanır ve içerdiği moleküller yeni hücrelerin sentezinde kullanılmak üzere tekrar kan dolaşımına verilir. Kırmızı kan hücrelerinin yapısında doğuştan gelen çeşitli anormallikler varlığında yıkılmaları daha kısa sürede gerçekleşir. Üretime göre yıkımının arttığı bu kansızlık durumu “hemolitik anemi” olarak bilinir.
HEMOKONSANTRASYON
Kan dolaşımındaki toplam sıvı hacminin çeşitli nedenlerde kayba uğradığı ve yetersiz sıvı alımı gerçekleşen durumlar dehidratasyon olarak adlandırılır. Sıvı miktarı azalırken kırmızı kan hücresi sayısının değişmemesi nedeniyle göreceli olarak hematokrit değeri yüksek olarak tespit edilebilir. Hemokonsantrasyon olarak adlandırılan bu durum dehidratasyon dışında yanıklarda, aşırı kusma sonrasında ve bağırsaklarda tıkanıklığın meydana gelmesi sonrasında da oluşabilir.
Ağır egzersizler sonucu da hematokrit değeri yüksek olarak tespit edilebilir.

POLİSİTEMİLER
Kırmızı kan hücre sayısının normal değerlerinin üzerinde olmasını ifade eder. Yeterli oksijen alınamaması halinde meydana gelebileceği gibi kemik iliğinde kontrolsüz çoğalmaya neden olan kötü huylu hastalıkların seyri esnasında da oluşabilir.
Hücre sayısında meydana gelen artışın nedeni başka bir duruma cevap olarak gerçekleşmişse ikincil (sekonder), direkt olarak üretim artışı ile ilgiliyse birincil (primer) polisitemi olarak sınıflandırılır.
İkincil polisitemi nedenleri arasında yüksek rakımlı yerlerde yaşama ve kalp yetmezliği gibi durumlarda hücre ve dokuların yeteri kadar oksijen alamadığı durumlar örnek olarak verilebilir.
Kemik iliğindeki kök hücrelerde meydana gelen mutasyonlar sonucunda aşırı miktarda kan hücresi yapımıyla seyreden bir hastalık olan “Polisitemia Vera” birincil polisitemi nedenlerindendir.
Normalde kırmızı kan hücrelerinin sayısı milimetreküpte 3,5-5,5 milyon arasında değişirken bu hastalık esnasında sayı 7-8 milyon hücreye kadar çıkabilir. Hematokrit değeri %60-70 olarak tespit edilebilir. Dolaşımda yer alan hücrelerin sayısında meydana gelen bu artış sonrasında kanın akışkanlığında da azalma oluşur. Neredeyse 5 hastadan 4’ünde hastalığın tanısının konması esnasında herhangi bir şikayet söz konusu değildir. Şikayetleri olan hastalar ise genellikle halsizlik, baş ağrısı ya da ılık duş sonrasında kaşıntı gibi belirtilerden yakınırlar.
AKCİĞER RAHATSIZLIKLARI
Sigara kullanan kişilerde ve kronik obstrüktif akciğer hastalığına (KOAH) sahip kişilerde, kronik (uzun süreli) bir oksijen yetersizliği söz konusudur ve bu nedenle ölçülen hematokrit değerleri normalden yüksek olabilir. Aynı zamanda hematokrit değerinin artışı ile kanın akışkanlığının değişmesi, kalbe uzak damarlarda bir direnç gelişimine neden olarak hematokrit değeri yüksek kişilerin aynı zamanda yüksek kan basıncı değerlerine (hipertansiyona) sahip olmasına da neden olabilir.

Hematokrit Değeri Nasıl Yükseltilebilir?
Hematokrit düşüklüğü ve yüksekliğinde tedavi bu sonucun nedeni olan problemin çözülmesi ile gerçekleştirilebilir. Yaşam tarzı alışkanlıkları ile ilişkili hematokrit düşüklüğünde ise hekimler kırmızı kan hücrelerinin sayısını artırmaya yönelik olarak çeşitli yaşam tarzı değişiklikleri önerebilir. Kırmızı kan hücresi olarak bilinen eritrositler insan vücudunda en fazla bulunan hücreler arasındadır. Günlük üretimleri milyonlarla ifade edilen eritrositler kemik iliğinde üretildikten sonra yaklaşık olarak 120 gün boyunca kan dolaşımında solunum gazı taşıma görevlerini sürdürürler. Yaşam sürelerini tamamlayan eritrositler karaciğerde parçalanır ve hücresel yapılarının yeni hücre üretiminde kullanılabilmesi adına geri dönüştürülmesi sağlanır.
Demir, folik asit ve B12 vitamini, eritrosit üretimi ile doğrudan ilişkili maddeler arasında yer alır. Demir içeriği yüksek besinlerin tüketimi vücudun eritrosit üretimini destekleyici etki gösterebilir. Demirden zengin birçok farklı gıda mevcuttur:
- Kırmızı et
- Böbrek ve karaciğer gibi organ etleri
- Ispanak gibi koyu yeşil yapraklı sebzeler
- Kurutulmuş meyveler
- Fasulye ve mercimek gibi baklagiller
- Yumurta sarısı
Folik asit, B vitamin ailesi içerisinde yer alır ve B9 vitamini olarak bilinir. Beslenme planı içerisinde bu vitaminden zengin gıdaların yer alması hematokrit değerini olumlu yönde etkileyebilir:
- İçeriği zenginleştirilmiş ekmek veya kahvaltılık gevrekler
- Yeşil yapraklı sebzeler
- Bezelye ve fasulye gibi baklagiller
- Fındık
B12 vitamini vücutta sentezlenemediği için dışarıdan gıdalarla alınması zorunlu olan bir besin maddesidir. Vejeteryan beslenme planı olan kişiler, gebeler ve emzirme dönemindeki kadınlar bu vitaminin eksikliği açısından riskli grubu oluşturur ve bu kişilerde düzenli olarak B12 vitamini seviyesinin takip edilmesi önerilir. Günlük tüketilmesi önerilen miktarı yaklaşık olarak 2,4 mikrogram olan bu vitamin kırmızı kan hücrelerinin üretiminde vücudun normal fonksiyonlarının desteklenmesini sağlar. B12 vitamininden zengin birçok gıda mevcuttur:
- Hayvan böbrek ve karaciğer eti
- Midye ve istiridye gibi kabuklu deniz ürünleri
- Sardalya gibi küçük balıklar veya orkinos ve somon gibi büyük balıklar
- Dana ve sığır eti
- İçeriği zenginleştirilmiş kahvaltılık gevrekler
- Süt ve süt ürünleri
- Yumurta
Sağlıklı ve dengeli beslenme hematokrit değerinin tekrar normal sınırlara çıkarılabilmesi adına atılmış önemli bir adımdır. Alkol tüketiminin sınırlandırılması ve düzenli egzersiz yapmak da kırmızı kan hücresi değerlerinde olumlu etki yapabilecek yaşam tarzı değişikliği uygulamaları arasında yer alır. Koşma, yüzme ya da tempolu yürüme şeklinde yapılabilecek düzenli egzersizler genel iyilik haline yaptıkları katkı dışında eritrosit üretimini artırıcı etki de gösterebilir. Bu fiziksel aktiviteler sırasında vücudun oksijen ihtiyacında bir artış meydana gelir ve beyin bu oksijen ihtiyacının karşılanması adına eritrosit üretilmesi gerektiğine dair çeşitli sinyaller gönderir.
Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.
MEDICALPARK


Vücutta var olan inflamasyon oranının anlaşılmasına yarayan sedimantasyon testi ya da farklı bir deyişle eritrosit sedimantasyon oranı (ESR), kişiden kan alındıktan sonra laboratuvar ortamında yapılır. Alınan kan ilk yarım saat, iki saat ve 24 saat olmak üzere farklı zaman aralıklarında değerlendirilir. Ölçümü yapılan her saatte, tek kullanımlık test tüpü içinde bulunan kandaki eritrositlerin ne kadarının dibe çöktüğü ölçülür. Normal sedimantasyon değeri yaşa ve cinsiyete göre değişse de, yapılan ölçüm ile pek çok farklı hastalığın varlığı hakkında bilgi sahibi olunur. Sedimantasyon yüksekliği ne anlama gelir sorusunu yanıtlamadan önce sedimantasyon nedir bunu iyi anlamak gerekir.

Sedimantasyon nedir?
Kanın şekilli elemanlarının %99’unu ve toplam kan miktarının yaklaşık olarak %40 ile %45’ini oluşturan kırmızı kan hücreleri, RBC ya da eritrositler olarak tanımlanır. Parlak kırmızı renge sahip eritrositler, böbrekler tarafından salınan eritropoietin hormonunun, kemik iliğini uyarması ile kemik iliğinde üretilir. Vücutta yer alan tüm doku ve organlara oksijen sağlayan bu hücrelerin miktarı ağır egzersizler sırasında artarken sedimantasyon düşüklüğü, çoğunlukla bir sağlık probleminin belirtisi değildir. Vücutta inflamasyon varlığında bazı protein yapıları karaciğer ve bağışıklık sistemi hücreleri tarafından üretilir. Kırmızı kan hücreleri ile bir araya gelerek eritrositlerin ağırlaşmasına yol açar.
Özellikle iltihaplı romatizmal hastalıklar, kronik enfeksiyonlar, otoimmün hastalıklar ve bazı kanser türlerinde, kırmızı kan hücrelerinin ağırlığında artış olur. Sedimantasyon ise sözlük anlamı olarak çökme ve tortulaşma anlamına gelir. Vücutta enfeksiyon ya da inflamasyon varlığının anlaşılması için yapılan sedimantasyon işlemi, laboratuvar ortamında hastadan alınan kan ile yapılır. Alınan kan laboratuvar tüpü içinde baş aşağı olarak bekletilir. Yarım saat, iki saat ve 24 saat içinde, eritrositlerin ne oranda ve ne hızda çöktüğü araştırılır. Vücutta inflamasyon varlığında ortaya çıkan proteinler, kırmızı kan hücrelerinin kümelenerek birbirlerine yapışmasına, dolayısıyla ağırlaşmasına yol açar. Ağrılığı artan eritrositler ise çözelti içinde daha hızlı bir şekilde dibe çöker. Çökme miktarı ve hızı, referans değerlerin dışındaysa, vücutta enfeksiyon olduğu anlaşılır. Vücutta var olan inflamasyonun miktarına bağlı olarak, kırmızı kan hücrelerinin dibe çökme hızı değişkenlik gösterir.

Enfeksiyon varlığı, romatizmal ve bağışıklık sistemi hastalıklarının yanı sıra bazı kanser türlerinin varlığında da sedimantasyon düzeyi artar. Ancak bu artış, belirli bir hastalığın göstergesi değil, yalnızca vücutta anormal bir durumun varlığı hakkında bilgi verir. Dolayısıyla yapılan test sonucunda sedimantasyon değerinin yüksek olması, mutlaka kötü seyirli bir hastalığın var olduğu anlamına gelmez. Sedimantasyon ne demek sorusuna verilebilecek en kısa yanıt, “vücuttaki enfeksiyon varlığını gösteren test” şeklide verilebilir. ESR, eritrosit sedimantasyon hızı, sedimantasyon oranı ve sedim gibi isimlerle de anılan bu test, yalnızca hastalık varlığının araştırılması için değil, aynı zamanda tanısı konmuş hastalığa verilen tedavinin takibi amacıyla da yapılır. Ayrıca bazı kimyasalların sonucu etkileyebildiği bilindiğinden, test öncesinde kullanılan ilaç ve tüketilen besinler hekim tarafından sorgulanır. Referans sedimantasyon değeri ya da farklı bir deyişle sedimantasyon hızının normal değerleri aşağıdaki gibidir:
- Yeni doğanlarda: 0 ile 2 mm/h
- Çocuklarda: 0 ile 10 mm/h
- 50 yaş altı kadınlarda: 0 ile 20 mm/h
- 50 yaş üstü kadınlarda: 0 ile 30 mm/h
- Gebelerde: 4 ile 57 mm/h
- 50 yaş altı erkeklerde: 0 ile15 mm/h
- 50 yaş üstü erkeklerde: 0 ile 20 mm/h
Eritrosit sedimantasyon hızının değeri yaşa ve cinsiyete göre farklı hesaplanır. Bu yüzden referans aralığı kişinin yaşına göre farklılık gösterir. Kişinin kendi eritrosit sedimantasyon hızını hesaplaması için kadınlarda yaşın üzerine 10 eklenmesinin ardından ikiye bölünmesi; erkeklerde ise direkt olarak yaşın ikiye bölünmesi ile yapılır.

Sedimantasyon yüksekliği nedir?
Tek başına bir tanı aracı olmayan sedimantasyon testi, vücutta iltihaplı hastalığın varlığının tespiti ve bu hastalığa karşı verilen tedaviye karşı vücuttan alınan tepkinin izlenmesi için yapılır. Lupus, sedef, ailevi akdeniz ateşli hastalığı, ankilozan spondilit, çölyak ve multiple skleroz gibi otoimmün hastalıklar; romatoid artrit, sinüzit, astım ve tüberküloz gibi iltihaplı hastalıklar ve akciğer kanseri gibi bazı kanser türlerinin varlığında sedimantasyon hızı yükselir.
Bu yükselişin sebebi, vücudun tepki olarak karaciğer ve bağışıklık sistemi hücreleri tarafından bazı protein yapılarını oluşturmasıdır. Bu oluşumlar, kırmızı kan hücresi olarak bilinen eritrositler ile birbirine yapışarak kütle ve ağırlıklarının artmasına yol açar. Alyuvarların ağırlıklarının artması, yapılan sedimantasyon testinde daha hızlı bir şekilde dibe çökmelerine yol açar. Bu dibe çöküşün saatteki hızı ise var olan inflamasyonun boyutu hakkında bilgi verir. Akut ve kronik olarak gelişebilen bu duruma ek olarak kullanılan östrojen, testosteron, androjen içerikli ilaçlar, kortizon, doğum kontrol ilaçları ve bazı hipertansiyon ilaçları sedimantasyon yüksekliğine yol açar. Tüm bunların yanı sıra yaşlılık ve gebelik gibi koşullar da sedimantasyon oranının artmasına neden olur. İltihaplı herhangi bir hastalığın olmadığı durumlarda ölçülen anormal derecede yüksek sedimantasyon değeri ise kanserli tümörlerin varlığına işaret edebilir. Sedimantasyon yüksekliği tedavisi amacıyla hekim daha kapsamlı testlere ihtiyaç duyar. Muayene, laboratuvar testleri ve hekimin gerekli gördüğünde yapılmasını istediği radyolojik görüntülemelerin ardından, sedimantasyon değerinin yüksek olmasının altında yatan hastalık teşhis edilir. Teşhis edilen hastalığı türüne göre tedavi düzenlendikten sonra sedimantasyon değeri, normal değerlere geriler. Ayrıca günlük fiziksel aktivitenin arttırılması, düzenli beslenme ve uyku da bağışıklık sisteminin güçlenmesini sağlayarak var olan hastalıkların iyileşmesi ve dolayısıyla sedimantasyon değerinin düşmesine yardımcıdır.

Sedimantasyon düşüklüğü nedir?
Sedimantasyon düşüklüğü çok büyük oranda bir sağlık problemi belirtisi olarak görülmez ve genellikle vücutta iltihaplı bir hastalığın aktifliğinin bitmek üzere olduğunun göstergesidir. Sağlıklı kişilerde görülen sedimantasyon düşüklüğü, ender vakalarda hastalık belirtisi olarak değerlendirilir. Orak hücreli anemi, hemoglobinopatiler, anizositoz ve diyabet gibi kan yoğunluğunu arttıran hastalıklar ve bazı dolaşım bozuklukları, sedimantasyonun düşmesine yol açabilir. Ancak lösemi ve polisitemia rubra gibi hastalıkların varlığında, sahte sedimantasyon düşüklüğü de görülebilir. Antipsikotik ilaçlar ve kortizon kullanımı da sedimantasyon oranında düşüklüğe yol açabilir. Çoğunlukla eklem ağrıları, hâlsizlik, yorgunluk, iştah ve kilo kaybı, baş dönmesi, baş ağrısı gibi semptomlarla karakterizedir. Sedimantasyon düşüklüğü tedavisi ise, altta yatan odak rahatsızlığın tedavi edilmesiyle gerçekleşir. Ayrıca, düzenli beslenme, uyku ve fiziksel aktivite de bağışıklık sistemini güçlendirerek, var olan hastalıkların daha hızlı iyileşmesini sağlar. İç Hastalıkları (Dahiliye) Dr. Öğr. Üyesi Cem Özcan
Sağlıklı bir yaşam için sağlık kontrollerinizi düzenli olarak yaptırmayı unutmayın.
MEDICALPARK


ALT testi oldukça basit olarak uygulanabilen yalnızca kan alımı gerektiren bir işlemdir. Kan testi için önceden özel bir hazırlık yapılması gerekmez, fakat doktorunuzun ALT ve diğer karaciğer fonksiyon testlerinin yanında kan şekeri ve hemogram gibi farklı testler de istemesi ihtimaline karşılık sabah aç karnına gidilmesi daha sağlıklı olacaktır.

ALT testi hangi durumlarda yapılır?
ALT testi; AST, LDH gibi diğer karaciğer fonksiyon testi belirteçleri lie birlikte karaciğer hastalıklarından şüphelenildiği durumlarda veya rutin sağlık taramaları sırasında hekimler tarafından istenen testler arasında yer alır. Karaciğer hastalıkları veya hasarı için şüphe uyandırabilecek aşağıdaki durumlar, ALT testinin yapılmasındaki en önemli nedenler arasında yer alır:
- Karın ve mide bölgesinde şişlik ve ağrı hissiyatı
- Mide bulantısı ve kusma
- Sarılık olarak da bilinen gözlerin beyaz kısmı ile cilt yüzeyindeki sararma durumu
- Hızlı kilo kaybı
- Sürekli yorgunluk hissi
- Cilt yüzeyinde nedensiz kaşıntılar
- Koyu renkli idrar
- Açık renkli dışkı
Yukarıdaki faktörlerin yanı sıra sürekli olarak alkol kullanma alışkanlığı bulunan kişilerde karaciğer harabiyeti riskinin daha yüksek olması nedeniyle ALT testleri daha sık uygulanır. Ayrıca ailesinde karaciğer hastalığı öyküsü bulunan, daha önceden herhangi bir hepatit virüsüne bağlı enfeksiyon geçirmiş olan, karaciğerde hasara sebep olma ihtimali bulunan ilaçları kullanan kişilerde düzenli olarak ALT ve diğer karaciğer enzimlerinin kandaki seviyeleri kontrol edilmelidir.

ALT yüksekliği durumunda ne yapılmalıdır?
ALT genellikle bir dizi karaciğer fonksiyon testi uygulamasının bir parçası olarak yapılır. Bu testlerde farklı protein ve enzimlerin kandaki düzeyleri ölçülerek karaciğerin yeterli düzeyde çalışıp çalışmadığı ile karaciğer hasarının olup olmadığı araştırılır. Yüksek olarak tespit edilen ALT seviyeleri genellikle karaciğer enfeksiyonu, hepatosteatoz (karaciğer yağlanması), siroz, hepatit, karaciğer kistleri ve kanserleri ile buna benzer hastalıkları işaret eder. Bu durumda karaciğer radyolojik görüntüleme teknikleri ile incelenmeli, fiziksel muayene yapılmalı ve daha ileri düzey kan testleri uygulanmalıdır.
Altta yatan hastalığın tanısı net bir şekilde konulduktan sonra karaciğerdeki hasar oluşumunun bir an önce önlenebilmesi için tedavi süreci başlatılmalıdır. Karaciğerde herhangi bir enfeksiyonun tespit edilmesi durumunda antibiyotik ve antiviral ilaç tedavileri derhal başlatılmalıdır. Karaciğerde tümör tespit edilmesi durumunda bu tümörlerin boyutu da göz önünde bulundurularak hekimin önerdiği durumlarda biyopsi alınarak tümörün kanserleşme eğiliminde olup olmadığı araştırılmalı, gerekli görüldüğü takdirde cerrahi operasyonlar yardımıyla tümör çıkartılmalıdır. Patolojik incelemeye gönderilen tümörün kötü huylu olduğunun tespit edilmesi durumunda çevre doku ve organlara yayılım gösterip göstermediği araştırılarak gerekli durumlarda onkolojik tedavi başlatılmalıdır. Karaciğerin en büyük düşmanlarından biri alkol olduğundan alkol kullanımı söz konusu ise bu alışkanlık bir an önce bırakılmalıdır.
Karaciğer hastalıklarının tedavisinde ve dolayısıyla ALT seviyesinin düşürülmesinde oldukça etkili olan bir diğer faktör de dengeli beslenmedir. Tüm karaciğer hastalıklarında ve karaciğer yağlanması durumunda sağlıklı besinler ile oluşturulmuş az yağlı bir beslenme planı uygulanmalıdır. Folik asit alımına gereken özen gösterilmelidir. Karaciğer dostu olan enginar, lahana, ıspanak, yeşil yapraklı tüm sebzeler, kuşkonmaz, pancar gibi besinlerden mevsime uygun olanlar düzenli olarak tüketilmelidir. Karaciğer enzimleri yüksek olan bireylerin ilaç kullanımı konusunda da çok dikkatli olmaları gerekir. İlaçların metabolize edilmesi ve vücuttan uzaklaştırılmasında görev yapan karaciğerin zarar görmemesi açısından ALT ve diğer enzimleri yüksek olan hastalar sağlık kuruluşlarına başvurduklarında hekimlerine bu durumu bildirmeli ve karaciğere zarar vermeyecek ilaçların reçetelenmesini istemelidir. Düzenli egzersiz ise karaciğer sağlığının korunması ve iyileştirilmesi üzerinde etkili olan bir diğer faktördür. ALT seviyesini düşürmek ve karaciğer sağlığını korumak isteyen bireyler kendilerine bir egzersiz planı oluşturarak buna uyum sağlamalı, sporu yaşamın bir parçası haline getirmelidir.

Eğer siz de herhangi bir karaciğer hastalığına sahipseniz veya son 6 ayda rutin karaciğer fonksiyon testlerinizi yaptırmadıysanız hemen bir sağlık kuruluşuna başvurarak muayene olabilir, doktorunuzdan ALT ve diğer karaciğer fonksiyon testlerini size uygulamasını isteyebilirsiniz. Karaciğer enzimlerinizde bir yükseklik tespit edilmesi durumunda hastalığınıza yönelik detaylı tetkiklerinizi yaptırarak karaciğerinizde hasar oluşumunu önleyebilir, aynı zamanda erken dönemde tedavi sürecinizi başlatarak ileride karşılaşabileceğiniz daha ciddi sağlık sorunlarının önüne geçebilirsiniz.
Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.
MEDICALPARK


Günlük hayatımızda en çok duyduklarımız şunlardır;
HDL (yüksek yoğunluklu lipoprotein): Kolesterolün doku ve damarlardan karaciğere taşınmasını sağlar.
LDL (düşük yoğunluklu lipoprotein): Karaciğerde sentezlenen kolesterolü dokulara ve kan damarlarına taşır.
VLDL (çok düşük yoğunluklu lipoprotein): Karaciğerde bulunan lipid gruplarının yağ dokusuna ve kaslara taşınmasında görev alır.
Şilomikronlar: Kolesterol ve lipidlerin bağırsaktan karaciğere taşınmasını sağlar.
Trigliserid ise yağların (lipidlerin) vücutta depolandıkları formdur.
HDL-K (yüksek yoğunluklu lipoprotein) kolesterolü doku ve damarlardan karaciğere taşıyarak kanda yüksek miktarda kolesterol bulunmasını engeller, kolesterolün kanda yüksek miktarda bulunması kan damarlarına zarar verir. HDL-K fazla kolesterolü kandan uzaklaştırdığı için halk arasında iyi kolesterol olarak adlandırılır. Kanda fizyolojik faaliyetler için gerekenden fazla miktarda kolesterol biriktiğinde, kolesterol molekülü atardamar çeperinde başka maddelerle birleşir ve zaman içerisinde halk arasında damar sertliği olarak bilinen “aterosklerotik plak” oluşumuna sebep olur. Damar çeperinde oluşan plak, damarların esnekliğini bozar ve damarları daraltarak organların beslenmesini engeller. Örneğin böbrek damarları etkilenmiş ise böbrek yetmezliği, bacak damarı etkilenmiş ise uzuv kayıpları, göz etkilenmiş ise görüş kaybı olabilir. Bu durum kalp ve beyin gibi hayati organları etkilediğinde ise kalp damar hastalıkları ve inme riski artar.
Ülkemizde kalp damar hastalıkları en yaygın ölüm sebebidir. Geçen yıl 161.920 kişi kalp damar hastalıklarına bağlı olarak yaşamını yitirmiştir. Bu nedenle kan lipid profilinin sağlık otoriteleri tarafından önerilen değerler dahilinde tutulması önem taşımaktadır. Kan lipid profili değerlendirilirken sadece HDL-K değil, LDL-K, total kolesterol ve trigliserid düzeyleri birlikte değerlendirilir.

Normal HDL-K değeri ne olmalıdır?
Hekiminiz sadece HDL kolesterol değerine değil, tüm kan yağlarınıza ve diğer kan parametrelerinize bakarak durumunuzu değerlendirir.
Sağlıklı erişkinlerde kalp ve damar hastalıkları riskinin azaltılması için HDL düzeyinin kadınlarda 40 mg/dL, erkeklerde ise 50 mg/dL’nin üzerinde olmalıdır. Sadece HDL-K nın yüksek olması tek başına anlamlı değildir. LDL düzeyinin 130 mg/dL’nin, total kolesterolün ise 200 mg/dL’nin altında olması beklenir. Kalp damar hastalığı geçirmiş olan kişilerde LDL-K düzeyinin 100 mg/dL’nin altında, HDL-K düzeyinin ise daha da yüksek olması arzu edilir. Yapılan araştırmalar LDL-K düzeyindeki her 10 mg/dL’lik artışın kalp krizi riskini yaklaşık %20 oranında arttırdığını, HDL-K düzeyindeki her 1 mg/dl’lik artışın ise kalp damar hastalığı gelişme riskini %2-3 oranında azalttığını göstermiştir.

HDL-Kolesterolün düşük olduğu nasıl anlaşılır?
Genellikle kan tahlili ile teşhis edilir. Tahlil öncesinde test sonuçlarını etkilememesi için 8-12 saat açlık gerekir. Su içilmesi test sonucunu etkilemez. Kan örneği ile HDL-K, LDL-K, total kolesterol ve trigliserid değerlerinin tümü ölçülür.
HDL-K ne zaman ölçtürülmeli?
HDL-K ve diğer kan yağları (LDL-K, totol kolesterol ve trigliserid) herhangi bir şikayet olmaması halinde 20 yaşından itibaren her 5 yılda en az 1 kere ölçtürülmelidir. Çocukluk ve ergenlik çağında kolesterol düzeyleri ölçülmemektedir ancak ailesinde kalp hastalığı olan, diyabetli veya aşırı kilolu çocuklar ve ergenler için ölçüm önerilmektedir. Kalp damar hastalıkları, diyabet ve obezite riski taşıyorsanız hekiminizin önereceği periyotlarla kontrole gitmeniz önem taşır.
HDL-K niçin düşer ve nasıl yükseltilir?
HDL kolesterolün düşük çıkmasına sıklıkla LDL kolesterolün yüksek çıkması eşlik eder. Ailesel hiperlipidemi (kan yağlarının yüksek olması), diyabet, hipertansiyon (yüksek tansiyon), çeşitli böbrek ve karaciğer hastalıkları, pankreas iltihabı (pankreatit), tiroid bezinin yetersiz çalışması gibi çeşitli hastalıklar da LDL-K yüksekliğine sebep olabilir. Ayrıca toplumumuzda genel olarak HDL kolesterol seviyesinin düşük olduğu bilinmektedir.
Yukarıda söz edilen hastalıklar haricinde yaşlanma, sigara kullanımı, yanlış beslenme alışkanlığı ve fazla kilolar HDL kolesterolün düşmesine neden olur. Yaşam tarzında yapılabilecek bazı değişiklikler ile HDL kolesterolü yükseltmek mümkündür.
Sigara: Sadece sigarayı bırakarak HDL-K değerlerinde %15-20 oranında bir artış sağlanabilir.

Fazla kilolar: Vücut yağ oranının fazla olması HDL kolesterolün düşmesine ve LDL kolesterolün yükselmesine sebep olur. Sağlıklı beslenme düzenine geçilip kilo verilmesi HDL kolesterolün yükselmesine katkı sağlar.
Hareketsiz yaşam tarzı: Sağlıklı yetişkinlerde günde ortalama 30-40 dakika orta derecede egzersiz yapılması HDL kolesterol değerlerinde yükselme sağlar.
Omega-3: Fizyolojik faaliyetler için gerekli olan bir yağ asididir. Vücudumuzda üretilmez, dışarıdan gıdalarla alınması gerekmektedir. Balık yağı kullanımıyla HDL kolesterol değerlerinde bir kısım artış sağlandığı bilinmektedir.
HDL kolesterolün yükseltilmesi için ilaç tedavisi uygulanır mı?
Doğrudan HDL kolesterolü yükseltmek için ilaç tedavisi uygulanmaz. LDL kolestrolün egzersiz ve yaşam tarzı değişiklikleri ile düşürülemediği durumlarda, LDL-K ve trigliserid düzeylerinin düşürülmesi amacıyla ilaç tedavisi önerilir. Tedavi LDL kolesterolü düşürürken, HDL kolesterolün yükselmesine de katkı sağlar.

HDL kolesterolü yükseltmek için nasıl bir beslenme düzeni oluşturulmalı?
Günlük toplam kalorinin %30’u yağlardan alınmalıdır. Bu miktar erkek için günde ortalama 55-70 gr, kadın için 50-60 gr yağ alımına karşılık gelir. Genel bir kural olarak hayvansal gıdalar yerine sebze, tahıl ve baklagillerce zengin bir beslenme düzeni kurulmalıdır. Süt ve peynir, yoğurt gibi süt ürünlerinin yarım yağlı veya yağsız olanlarının tercih edilmesi, salam, sucuk, sosis gibi doymuş yağlar bakımından zengin gıdaların tüketiminin azaltılması; tereyağı, iç yağı veya margarin gibi katı yağlar yerine zeytinyağı gibi bitkisel sıvı yağlarla hazırlanmış gıdaların tercih edilmesi önerilir. Kırmızı et tüketiminin haftada 1-2 porsiyonla sınırlandırılması, kırmızı etin yağ içeriği düşük kısımlarının seçilmesi; karaciğer, böbrek, beyin gibi kolesterol içeriği yüksek gıdaların tüketilmemesi gerekir. Hatta kırmızı et yerine yerine tavuk, hindi veya balık tercih etmek daha çok fayda sağlayacaktır. Yağ ve şeker içeren unlu mamuller yerine kepek, çavdar, yulaf içeren ürünler temel alınmalıdır.
Gıdaların içeriği kadar pişirilme tarzı da önem taşır, kızartma yerine ızgara, haşlama, kendi yağında pişirme tercih edilebilir. Doymuş ve trans yağ içeren fast food ürünlerinden uzak durulmalıdır. Kızarmış patates, cipsler, çikolata, gofret, kurabiye, bisküvi, kek gibi ürünlerin trans yağ içeriği yüksektir. Kısaca özetlemek gerekirse doymuş yağlar ve trans yağlar HDL kolesterolün düşmesine, LDL kolesterolün yükselmesine neden olurlar. Beslenme konusunda dikkat edilmesi gereken bir diğer konu da posadan zengin beslenmedir. Bitkilerin sindirilmeden atılan kısımlarına “posa” denir. Yulaf, çavdar, arpa, pirinç, bulgur, bezelye, fasulye, pırasa, ıspanak, nohut, kuru fasulye gibi posadan zengin gıdaların tüketimi kolesterolün düşmesine yardımcı olur.
Kalp damar hastalıkları açısından riskinizi öğrenmek için hekiminize danışabilir, size uygun sağlıklı beslenme düzeni oluşturma konusunda diyetisyeninizden yardım alabilirsiniz.
Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.
MEDICALPARK
Kreatinin düşüklüğü ve yükseliği ne anlama gelir?

Kreatinin ölçümü, iki farklı yolla yapılır. Kan dolaşımında bulunan kreatinin ölçümü serum kreatinin; idrardan bakılanı ise kreatinin klirensi ile yapılır. Kreatinin düşüklüğü nedir sorusunu yanıtlamadan önce kreatinin nedir bunu iyi anlamak gerekir.

Kreatinin nedir?
Kasların enerji metabolizmasında önemli bir rol oynayan ve yüksek enerjili fosfat içeren kreatin, farklı reaksiyonlar ile fosfattan ayrıştırılır. Kas dokularında bulunan ve enerji oluşumunda önemli bir yere sahip olan toplam kreatin miktarının yaklaşık %1 ile %2’si her gün yıkılarak atık madde olan kreatinine dönüşür. Kreatinin ne demek sorusu bu şekilde yanıtlanabilir. Farklı bir deyişle, vücuttaki tüm kas sistemlerinin günlük faaliyetlerinin sonucunda kreatinin adlı atık bir madde oluşur. Ortaya çıkan ve kreatinin olarak adlandırılan bu son atık maddenin kandaki oranı kas aktivitesi ve kas kitlesinden etkilenir. Kaslı kişilerde kreatinin üretimi yüksekken, zayıf ve yaşlı kişilerde düşüktür. Ancak ortaya çıkan kreatinin miktarının günler içindeki değişimi oldukça azdır.
Kaslardan kan dolaşımına salınan bu atık madde, diğer tüm organik atıklar gibi kan yoluyla böbreklere taşınır. Böbreklerin en küçük fonksiyonel bölümü olan ve her bir böbrekte yaklaşık olarak 1 milyon 250 bin kadar olan nefron tarafından kan sürekli olarak süzülür. Kanda bulunan kreatinin gibi pek çok organik atık kandan ayrıştırılır ve mümkün olan en az miktarda su ile birlikte idrar olarak vücut dışına atılır. Kişinin cinsiyetine, yaşına ve özellikle kas kütlesine göre farklılık gösteren kreatinin üretimi sürekli olduğundan vücutta her zaman bir miktar kreatinin bulunur. Vücut için atık olan bu maddenin ya da farklı bir deyişle amino asitin, başlıca atılım yolu böbrekler olduğu için kreatinin laboratuvar testleri ile ölçümü, başta böbreklerin süzme fonksiyonu olmak üzere kişinin sağlığı hakkında pek çok farklı bilgi barındırır. Bir avantajı da, üre gibi beslenme şeklinden ya da farklı bir deyişle diyetten çok fazla etkilenmez.
Tüketilen et ve süt ürünlerindeki artış, kreatinin üretimini bir miktar arttırsa da bu artış, üre düzeyindeki artış ile kıyaslanmayacak derecede azdır. Tüm bu bilgiler ışığında, laboratuvarda yapılan kreatininin testlerinin sunduğu bilgi, böbreklerin normal bir şekilde çalışıp çalışmadığı, filtrasyon görevini sağlıklı bir şekilde yerine getirip getirmediği konusunda oldukça önemlidir. Kreatinin testleri, serum kreatinin ya da farklı bir deyişle kanda bakılan kreatinin ve kreatinin klirensi olarak tanımlanan ve 24 saat boyunca toplanan idrar ile yapılan testtir. Ancak kronik böbrek yetmezliği, böbrek fonksiyon kaybı gibi rahatsızlıkların incelenmesi için serum kreatinin ölçümü yeterince hassas bilgi sunmaz.
Bu yüzden bu gibi hastalıklardan kuşkulanılması durumunda ya da hipertansiyon, kalp ve damar hastalıkları ve diyabet gibi böbrek yetmezliğine yol açabilecek hastalıkların varlığında hekim, kreatinin klirensi ile ölçüm isteyebilir. Kreatinin seviyesinin yükselmesi ya da düşmesi bu testler aracılığıyla anlaşılır. Sıklıkla sorulan kreatinin kaç olursa tehlikeli sorusunu yanıtlamadan önce kreatinin düşüklüğü ve yüksekliği nedir bunu iyi anlamak gerekir.

Kreatinin düşüklüğü nedir?
Yapılan testlerde kreatinin seviyesinin, referans değerlerin altında olması kreatinin düşüklüğü olarak tanımlanır. Yaşlılık, kilo kaybı, myastenia gravis ve Duchenne musküler distrofi (DMD) gibi nörolojik hastalıklar, kas kütlesinin azalmasına yol açar. Bu gibi hastalıkların varlığında kreatinin düşüklüğü görülebilir. Gebelik süresince idrar üretimi artar ve aşırı miktarda su kaybı oluşur. Bu durum, gebelikten sonra normale dönse de gebelikte yapılan kreatinin testlerinde kreatinin seviyesinin düşük olması gözlenebilir. Her ne kadar kreatinin vücut tarafından sentezlense de diyet ile desteklenmelidir. Protein bakımından fakir beslenmek vücut kaslarında zayıflamaya dolayısıyla kreatinin düşüklüğüne yol açabilir. Tüm bunların dışında, ciddi enfeksiyon varlığı, mesane ve idrar yollarında oluşan tıkanıklıklar, böbreklere olan kan akışının azalması, kalp yetmezliği, böbreklerde hasarlanma, böbrek yetmezliği ve böbrek kanseri gibi ciddi rahatsızlıklarda da kreatinin düşüklüğü görülebilir.

Kreatinin yüksekliği nedir?
Kas faaliyetlerinin sonucunda ortaya çıkan kreatinin oranı, kas aktivitesi ve kas kitlesinden etkilenir. Kas dokusu fazla olan kişilerini kreatinin üretimi yüksekken, yaşlı ve zayıf kişilerde düşüktür. Kas aktivitesinin bir atığı olan kreatinin, kan yoluyla böbreklere iletilir. Böbreklerde yer alan çok sayıda nefron, kanı filtreleyerek vücut için gerekli olan maddeleri tekrar kullanılmak üzere kan dolaşımına bırakırken; vücut için zararlı olan maddeleri de bir miktar su ile birlikte idrar yolu ile vücuttan uzaklaştırır. Kreatinin de bu maddelerden biridir. Böbreklerin filtreleme işini düzgün yapamadığı durumlarda vücutta sürekli olarak bir miktar bulunan kreatinin seviyesi artar.
Bu yüzden kreatinin yüksekliği son derece önemlidir. Kreatinin yüksekliği, başta böbrek hastalıkları olmak üzere pek çok farklı rahatsızlıktan dolayı ortaya çıkabilir. Ciddi böbrek hasarlanmaları, kronik böbrek hastalıkları, şok, kanın doğru bir şekilde süzülmesine ve vücut için atık olan maddelerin idrar yoluyla vücut dışına atılmasına engel olur. Kreatinin de bu yüzden yüksek olabilir. Aynı zamanda kas distorfisi olarak bilinen nörolojik hastalık, hipotiroidi gibi tiroit bezi hastalıkları, kas yaralanmaları, gut hastalığı, diyabet, hipertansiyon, kan kaybı, yanık, gebelik, ağır egzersizler, karbonmonoksit zehirlenmesi ve dehidrasyon olarak tanımlanan aşırı su kaybı kreatinin yüksekliğine yol açan diğer rahatsızlıklardır. Kreatinin düşüklüğü vücutta, hâlsizlik, iştahsızlık, bulantı, kusma, ödem, kilo kaybı, baş ağrısı, cilt kuruluğu, vücut ısısında değişim, idrar miktarında azalma ve idrar sırasında ağrı gibi belirtilere yol açabilir.
Kreatinin normal değeri nedir?
Yetişkinler için serum kreatinin normal değeri, erkeklerde 0.50 mg/dL ile 1.40 mg/dL iken, kadınlarda 0.50 mg/dL ile 1.30 mg/dL’dir. Kreatinin klirensi olarak tanımlanan ve 24 saatlik idrarın toplanması ile yapılan testin referans aralığı aşağıdaki gibidir:
- 13-50 yaş: Erkeklerde 90-137 mL/dk. Kadınlarda 80-125 mL/dk.
- 51-60 yaş: Erkeklerde 85-132 mL/dk. Kadınlarda 75-120 mL/dk.
- 60 yaş ve üzeri: Erkeklerde 80-132 mL/dk. Kadınlarda 70-120 mL/dk.
Sağlıklı bir yaşam için sağlık kontrollerinizi düzenli olarak yaptırmayı unutmayın.
Prof. Dr. Mukadder Ayşe Bilgiç Nefroloji ***Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.
Glukoz, Yunanca tatlı anlamına gelen basit bir şeker türüdür ve üzüm şekeri ya da kan şekeri olarak da bilinir. Vücudumuz için hayati bir öneme sahiptir ve hücrelerin soluk alması onunla başlar. Midemize giren karbonhidratların çok büyük bir kısmı vücudumuza enerji sağlamak için gilikoza dönüştürülür.

Yemek yenilir yenilmez sindirim sistemi glukozu işlemek için hemen çalışmaya başlar. Midedeki asit ve enzimler besinleri küçük parçalara ayırırken açığa çıkan glikoz ince bağırsak tarafından emilerek kan dolaşımına girer. Glukozun aynı zamanda kan şekeri olarak adlandırılmasının nedeni de budur. Kandaki şeker pankreas tarafından üretilen hormonlardan biri olan insülin aracılığıyla hücrelere aktarılır. Kanda biriken ve tüketilmeyen glükoz miktarı ise ihtiyaç duyulduğunda kullanılmak üzere karaciğerde bir gün boyunca depolanır. Vücudumuz glukozu günde birkaç kez işler.
Gıda sanayinde kullanılan Glikoz, fruktoz ve sakkaroz zararlı mıdır?
Glukoz, ağırlıklı olarak karbonhidratlı gıdalardan vücut tarafından üretilen doğal bir şeker türüdür ve vücudumuzun en önemli enerji kaynağıdır. Gıda sanayisinde kullanılan glikoz ise mısır ve patates gibi tarım ürünlerindeki nişastanın kimyasallarla parçalanmasıyla elde edilir ve direkt kana karıştığı için oldukça zararlıdır. Endüstriyel glükoz genellikle şekerlemelerde, unlu mamullerde, işlenmiş hazır gıdalarda, reçel, helva, dondurma ve Türk tatlılarının çoğunda kullanılmaktadır.

Fruktoz (Meyve şekeri)
Fruktoz, başta meyvelerde olmak üzere pancar, havuç ve soğan gibi kök sebzelerde doğal olarak bulunan bir şeker türüdür. Meyvelerden tüketilirse zararı yoktur. Ancak gıda sanayinde kullanılan fruktoz meyveden zor ayrıldığından kimyasallarla elde edilir. Kaynağı da meyveler değil, GDO’lu bir ürün olan mısırdır.
Meyvelerden doğal yolla fruktoz alındığında bağırsaklarda emilir ve meyve liflerinin etkisiyle yavaşça kana karışır fakat endüstriyel fruktoz lifsiz olduğundan içeriğindeki zararlı kimyasallarla birlikte çok hızlı kana karışır. Endüstriyel fruktoz özellikle meşrubatlarda, unlu mamuller ile bisküvilerde kullanılmaktadır.

Sakkaroz (sükroz)
Sakkaroz, şeker pancarı veya kamışı gibi bitkilerden elde edilen şeker türüdür. Sofrada kullandığımız beyaz şeker sakkaroz şekeridir ve endüstriyel gıda olarak kimyasallar kullanılarak üretilir. Glukoz ve fruktoz gibi sakaroz da kısa sürede içeriğindeki kimyasallarla kana karıştığından sağlık açısından oldukça zararlı olabilir. Başta diş çürümesi olmak üzere obezite ve şeker hastalığının başlıca nedenlerindendir.
Bu üç şekerin doğal yollarla alımı dengeli olduğu sürece sağlık yönünden bir sakıncası yoktur. Örneğin balda hem glikoz, hem fruktoz hem de sakkaroz vardır.

Glukoz (kan şekeri) testi
Glukoz testi, kandaki glükoz seviyelerinin sağlıklı aralıkta olup olmadığını anlamak için yapılır. Doktor hastanın şikâyetleri doğrultusunda düşük ya da yüksek glikozdan şüphelenirse test isteyebilir. Sağlık uzmanı küçük bir iğne kullanarak koldaki bir damardan kan örneği alır. Bazı glikoz kan testleri için öncesinde şekerli bir içecek içmek gerekebilir.
Kan testi yaptırmanın çok az riski vardır. İğnenin konulduğu yerde hafif bir ağrı veya morarma olabilir ancak çoğu semptom çabucak geçer. İki türde yapılır:
- Açlık kan şekeri testi: Testten en az sekiz saat önce bir şey yenilip içilmemelidir.
- Tokluk kan şekeri testi: Ana öğünlerden iki saat sonra yapılır.
Sonuçlar normal değilse mutlaka tedaviye ihtiyaç duyulan bir tıbbi durum olduğu anlamına gelmez. Yüksek stres ve bazı ilaçlar glukoz seviyelerini etkileyebilir.
Kanda normal glukoz değerleri ne olmalıdır?
Normal değerler açlıkta ve toklukta farklı olur. Buna göre:
– Açlık glukoz (kan şekeri) değeri: Bir desilitrede 70-100 mg/dL’dir.
– Tokluk glukoz (kan şekeri) değeri: Genellikle 125 mg/dL’nin’dir.
Bu normal değer aralıkları farklı laboratuarlarda bir miktar oynayabilir veya farklı bir ölçüm birimi kullanılıyor olabilir.

İdrarda glukoz değeri kaç olmalıdır?
Normal şartlarda idrarda glukoz bulunmaz. Ancak kandaki glukoz miktarı 180 mg/dl üzerine çıkarsa böbrek idrara şeker kaçırmaya başlar. Yapılan idrar tahlili sonucu idrardaki glukoz miktarı 1000 mg/dL ve üzerindeyse panik değer olarak tanımlanır.
İdrarda şeker çıkması tuz ve su kaybına neden olacağından sık sık susama ve su içme isteği hissedilir. Eğer bu durum dikkate alınmaz ve uzun sürer ise zamanla su ve kilo kaybı, halsizlik gibi belirtiler görülmeye başlanır.

Glukoz düşüklüğü (hipoglisemi) nedir?
Hipoglisemi kandaki glukoz değerinin normalin altında olmasıdır. Sağlıklı bir insanın açlık glukoz seviyesi 75 mg/dL’nin altına pek düşmez. Normal şartlarda az miktarda glikoz alımı söz konusu olduğunda karaciğer ve kaslarda depolanan glukozlar kan dolaşımına bırakılır. Ancak vücut bu işlevini yerine getirmediği takdirde glukoz düşüklüğü ortaya çıkar
Glukoz düşüklüğü, glukoz salınımını engelleyen aşağıdaki durumlara işaret edebilir:
- Yetersiz çalışan hipofiz bezi (hipopitüitarizm): Hipofiz bezi bazı hormonları (veya tüm hormonları) yeterli miktarda salgılayamaz. Başlıca nedeni beyin, hipofiz bezi ya da hipotolamus tümörleri olabilir.
- Yetersiz çalışan tiroid bezi (hipotiroidi): Başlıca nedeni tiroit bezlerine zarar veren otoimmun bir hastalık ya da hamilelik olabilir.
- Pankreas tümörü (insülinoma): Nadir görülen bir hastalıktır.
- Bazı karaciğer ve böbrek rahatsızlıkları
Glikoz düşmesinin diğer nedenleri:
- Diyabet (şeker) hastalarının insülin ve bazı şeker ilaçlarını kontrolsüz kullanımı
- Aşırı egzersiz
- Uzun süre aç kalma
- Bazı antidepresanlar
- Alkol kullanımı
- Aşırı kilo ya da aşırı kilo kaybı
- Aşırı şekerli gıda tüketimi

Glukoz düşüklüğü (hipoglisemi) belirtileri:
- Açlık hissi, yorgunluk
- Terleme, titreme
- Baş dönmesi, asabiyet
- Endişeli olma
- Ani kişilik değişikliği
- Görme bozukluğu
- Baygınlık
Glikoz düşüklüğü nelere yol açar?
Glukoz düşmesi belirtileri kronikleşirse ciddiye alınmalıdır çünkü felçten beyin kanamasına kadar son derece tehlikeli sağlık sorunlarına yol açabilir, hatta ölüme dahi neden olabilir. Ayrıca beyin, hipofiz bezi ya da hipotalamus tümörü gibi bir durumun varlığına işaret edebilir.
Glikoz düşüklüğü nasıl önlenir?
- Hazır, paketlenmiş ve işlenmiş gıdalar tüketilmemeli
- Kahve, çay, sigara içilmemeli
- Hazır meyve suları ve gazlı içecekler içilmemeli
- Süt ve süt ürünleri tüketimi azaltılmalı
- Bol bol su içilmeli
- Tam tahıl, bakliyat, sebze ve meyveye dayalı bir beslenme düzeni oluşturulmalı
- Özellikle glukoz düşüklüğüne çok iyi gelen avakado tüketilmeli
- Ceviz ve badem tüketimi arttırılmalı Beyaz et, balık gibi gıdaların alımı artırılmalı ve ya ızgarada ya da buğulama yöntemiyle hazırlanmalı
- Düzenli egzersiz yapılmalı
Anlık glukoz düşüklüğü söz konusu olduğunda hemen şekerli bir su için ya da ağzınıza bir kesme şekeri atın. 15 dakika sonra glukoz düşüklüğü devam ediyorsa tekrar aynı şeyleri tekrarlayın. Glukoz düşüklüğü sık sık tekrarlanırsa muhakkak bir doktora başvurun.

Glukoz yüksekliği (Hiperglisemi) nedir?
Hiperglisemi, glikozun normalde olması gerekenden daha yüksek olmasıdır. Kandaki şeker miktarının normalin üzerine çıkması vücudun gıdalardan aldığı glukozu insülin hormonu aracılığıyla işleyemediği ve depolayamadığı anlamına gelir. Depolanamayan glukoz kanda dolaşarak glukoz yüksekliğine neden olur. Pankreas ya hiç ya da yeterli miktarda insülin salgılayamıyordur.
- Açlık kan şekerinde glukoz değerleri 100-125 mg/dL arasındaysa gizli şekere işaret eder. 126 mg/dL üzerindeki değer ise şeker hastalığına işaret eder.
- Tokluk kan şekerinde glukoz değerleri 200 mg/dL üzerindeyse genelde şeker hastalığına işaret eder. Eğer glukoz yüksekliği şeker hastası bir kişide görülürse hastalığın kontrol altına alınmadığı anlamına gelir.

Glukoz yüksekliği bazı hastalıların habercisi olabilir:
Böbrek hastalığı
Hipertiroidi
Pankreas iltihabı (pankreatit)
Pankreas kanseri
Kortizol yüksekliği (cushing hastalığı)
Böbrek üstü bezlerinden adrenalin ve nordrenalin gibi hormonları aşırı miktarda üreten bir tümör (feokromasitoma)
Glukoz yüksekliği belirtileri:
- Ağız kuruluğu
- Çok su tüketme
- Sık idrara çıkma
- Sık acıkma ya da iştahsızlık
- Yorgunluk ya da uyku hali
- Açılan yaraların geç iyileşmesi
- Ciltte kuruma ve kaşıntı
- Bulanık görme
- Ayaklarda yanma hissi
- Yavaş iyileşen enfeksiyonlar
- Açıklanamayan kilo kaybı
- Cinsel fonksiyon yetersizliği
Glukoz yüksekliği hangi hastalıklara neden olur?
- Kalp hastalığı, kalp krizi ve inme
- Böbrek hastalığı
- Sinir hasarı
- Sinir hastalığı (nöropati)
- Gözde, ağ tabakası bozukluğu (retinopati)
- Körlük
- Cilt enfeksiyonları
- Eklemlerde ve özellikle ayaklarda problemler
- Şiddetli su kaybı
- Şeker koması

Genelde diyabete (şeker hastalığına) neden olur. İki tip diyabet vardır:
Tip 1 diyabet: Pankreasın gerektiği şekilde insülin üretemediği durumdur. Bağışıklık sistemi insülin hormonunun üretildiği pankreas hücrelerine saldırarak yok eder. Bu durumda insanlar vücutlarındaki glukozu işlemek ve düzenlemek için insülin enjeksiyonu gibi dışarıdan yardıma ihtiyaç duyarlar.
Tıp 2 diyabet: İnsülin işlevini yerine getiremediğinde pankreas kandaki glukozu hücrelere taşıyabilmek için fazladan insülin üretmeye başlar. Bu durumda pankreas bir süre sonra yorularak görevini yerine getiremez ve yeterli insülin salgılayamaz.
Diyabetli insanlar yüksek glukoz seviyelerini kontrol altına almadıkları takdirde ciddi ve ölümcül sorunlar ile karşı karşıya kalabilirler. Vücut yeterli glukoz üretemediğinde enerji için yağ hücrelerini parçalayan ketonlar devreye girer. Hızlı ve aşırı miktarda keton oluşumu vücut kimyasını bozarak son derece tehlikeli bir durum olan diyabetik ketoasidoza neden olabilir.
Glikoz yüksekliği kilo almaya neden olur mu?
İnsülin hormonu glukozu gerektiği gibi hücrelere taşıyamayıp kanda birikince hücreler en önemli yakıtlarını alabilmek için insanda sürekli bir açlık duygusu yaratır. İnsülin direnci olarak da adlandırılan bu durum, kilo almaya ya da kilo verememeye neden olur. Aşırı kilo ve obezite sorunu olan insanlarda glukoz yükselmesi söz konusu olabilir. Bu nedenle aşırı kilolu biri kilo vermek istiyor ama veremiyorsa kan testi yaptırıp sonuçlarına göre tedavi yollarına başvurmalıdır.

Glikoz yüksekliği nasıl düşürülür?
- Düzenli egzersiz yapmak
- Sık sık ve azar azar yemek
- Doğru beslenmek
- Hazır gıdalardan kaçınmak
- Fast food tüketmemek
- Pirinç, beyaz ekmek, kırmızı et yememek
- Şekerli ve gazlı içecekler içmemek
- Sofra şekeri gibi endüstriyel şekerlerden kaçınmak
- Ara öğünlerde greyfurt, elma, portakal gibi lif yönünden zengin besinler tüketmek
Glukoz yüksekliğini düşüren gıdalar:
- Kabak, mantar, soğan, sarımsak, patlıcan, domates, brüksel lahanası, lahana, enginar gibi düşük karbonhidratlı sebzeleri az yağlı soslarlaya da buharda pişirerek tüketin.
- Bol bol ıspanak, pazı, semizotu, maydanoz, dereotu gibi yeşilliklerden limon-zeytinyağı soslu salatalar yapın.
- Kuru fasulye, bezelye ve mercimek gibi baklagilleri tüketin.
- Düşük kalorili portakal, mandalina, greyfurt gibi meyve suları için.
- Bol bol su tüketin. Suya salatalık ve limon koyarak tatlandırabilirsiniz.
- Limon ve tarçın kabuğu ile birlikte soğuk çaylar hazırlayıp için.

Bozulmuş glükoz toleransı, kan şekerinin normal kan şekeri ile diabetik kan şekeri arasındaki değerlerde bulunduğunda kullanılan bir değerlendirmedir. Açlık kan şekeri 100-125 mg/dl ise kişiye pre-diabetik (gizli şeker) tanısı konulabilir. Tedavi edilmezse şeker-insülin dengesizliği şeker hastalığına yol açabilir. Gizli şekerin tam olarak nedeni bilinmiyor. Ancak özellikle karın bölgesindeki aşırı yağlanma ve hareketsiz yaşam tarzının risk faktörü olabileceği ayrıca genetik faktörlerin de rol oynadığı düşünülmektedir. Bozulmuş glukoz toleransı belirtileri:
- Sık sık tuvalete çıkma ihtiyacı
- Ağız kuruluğu ve sürekli su içme ihtiyacı
- Aşırı derecede yorgunluk ve bitkinlik hissi
- Bulanık görme

Kaynaklar ve Referanslar:1-Blood glucose monitoring?2-Glucose Levels and Diabetes,3-Blood Glucose Test
MEDİKAL AKADEMİ

O kıymetini hiç bilmediğin paha biçilmez sağlığın… Oysa tüm sabahı bekleyen hastaların hayalidir..