

® IBRAHIM BILČEVIĆ – Evo sreće mome džanu – FULL ALBUM 2021
Hor MIZ Cazin – Munadžat
® IBRAHIM BILČEVIĆ – Evo sreće mome džanu – FULL ALBUM 2021
®️Šejma Mehić & Ahmed Alili – ŠEJMA BINT HARIS (Official video 2019)
Hor Kewser – San (tv bir 2021)

Vahiy Gölgesinde Siyer | Mustafa İslamoğlu & Prof.Dr.İsrafil Balcı

Çetelere ve Örgütlere Yönelen Çocuklar
Su-i Zan ve Güven İlişkisi
İlle de sevgi
AFFEDEBİLMEK
Anlamsızlığı Anlamsızlıkla Dolduranlar
İMAN, İBADET VE AHLAK BÜTÜNLÜĞÜ

Bilinen Doğrulara Mesafeli Durmak
Herşeyin kendi yalanını içinde sakladığı bir dünyada yaşıyoruz. Kendini sorgulamayan, kendi yanlışını sorgulamayan hatta tam tersine, bilinen doğruları sorgulayan bir dünya bu. Arayışı yok, ürpertisi yok, duygusu yok. En geçerli kural; “Bir kuyuya taş atmak!” Söylenenlerin her biri divane bir çığlıktan öteye geçmiyor. Arayışı az, beklentisi çok; mutlu değil ama halinden de memnun veya çok rahatsız değil. Ümitleri var ama sahte, o da bunun farkında değil. Yani o beklenti ve sahte ümitlerin, onu mutlu etmeye yetmeyeceğinin. Neyi nerede arayacağını bilemenin getirdiği pek çok çaresizlikle hemhal bir dünya bu. Üstelik ufuk çizgisinde onu değişime öykündürecek bir tatlı hedeften de mahrum. İşte bu garip tablonun altında gizli gerçek ise, “anlam dünyası” denen şeyden mahrum oluşu.
Yani mevcudiyyeti, adını koymaya bile gerek kalmıyacak şey; “anlam”. Evet, Kendini sorgulamayan, muhasebe yapmayan, asla da sorgulatmayan bir dünya bu. –Zaten muhasebe ruhu, bambaşka manevi, ulvî çok üst düzeyde bir cehd, bir çaba- “Böyle nereye gidilir” den ziyade, “burdan nasıl çıkılır” konusu, üzerinde durmayı daha çok hakediyor. Eğer bir yaraya merhem olacaksak, bu böyle.
Anlam dünyamızda neler olmalı? Doğru anlaşılmış bir “inanç” kavramının, içinde barındırdığı inceliklerle beraber, insanın duygu dünyasını ne kadar güçlü kıldığını söylemeye bugün hakikaten çok gerek var. Bunu hatırlamaya insanların çok ama çok ihtiyacı var. Çünkü “İmanına inanmak” çok önemli. Herşeyden önce “İmanına inanmak” bir kâinat tasavvurunu da beraberinde getiriyor. Bir astronomi modelinden bahsetmiyorum. Bugün maalesef bilim, felsefeye de kapı açıyor. Ne yazık ki, bilim dahi, Gazali’nin anlamlı ihtarından beri, felsefenin hakikate bakışında insanları bir adım ileri götüremedi. Çünkü bugün dahi hakikat planında tüm ilimler Allah’ı anlatırken, bilim adına, materyalizmin ve “inançsızlığın” önümüze zorbalıkla koyduğu bakış açısı, anlam dünyamız açısından “kainat tasavvuru” düşüncesinin doğru anlaşılmasının önünde muannid (inatçı) bir put olarak durmaya devam ediyor. Oysa burası, tabir yerindeyse, “inancın başladığı yer” idi. Oysa bunu hissetmemek, bunu farketmemek, kâinatın, evrenin yaratıcısının tekvinî ayetlerini görmemek anlamına geldiğinden, bu gerçeğin kabulünün insana verdiği hissediş, duyuş, idrak ve huzurdan da uzaklaşmak anlamına geliyordu. Bu anlamda, anlam dünyamızda inanca dayalı bir “kainat tasavvurunun olmaması” insanı gerçeklerden kopuk bir şizofreniye sürüklüyor adeta. Bundan daha büyük bir kayıp olabilir mi? Dünyanın döndüğünü, ayın hareketlerini, güneşin varlığını inkardan ne farkı var bunun!..
Büyük bir anlam kaybıyla malul insan için sorun burada başlıyor. Çünkü bu, yani kainat-yaratıcı arasındaki direkt ilişki eksenini düşünce olarak kuramamak, kainattaki birbiriyle çok anlamlı ve derinden bağlantılı, hatta bu ilişkiler yumağının birinin inkarı hepsinin inkarı anlamına gelecek anlam ve hikmetin, tamamı doğru olan bir bütünlüğün inkarı anlamına geldiği için, insanı, kendini tanımlamak bakımından bir konum problemiyle karşı karşıya getiriyor. Renk körlüğü, algı körlüğü, duygu körlüğü, bilumum körlük ve nankörlükler birarada… Kendine ve evrene dışardan bakamayan insan, “iç oluş” problemini de aşamamakla karşı karşıya… Çünkü “kainat tasavvuru”ndan mahrum…
Anlam dünyamızda olması gerekip de bugün yokluğunu hissettiğimiz en önemli ikinci şey, yukarıda bahsettiğimiz kainat tasavvurunun insana biçtiği rolün ne olduğunu tam tefekkür edememiş olmaktır ki, bunun tabii sonucu, “sorumluluk duygusunun” olmamasıdır. Neye, kime karşı ve nasıl bir sorumluluk? İşte insanın kendini kandırmaya başladığı yer burası. Pek çok insan, gerçekten de inandığını söylediği ve varlığını reddetmediği yaratıcı karşısında “yokmuş gibi yaşamak” şeklinde bir tenakuzu yaşamakta. Hiç şüphesiz, insan hayatını kaosa dönüştüren en önemli şey de bu. Dışardan bakanları hayrete düşüren, içinde olanların ise çok ciddiye alması gereken aymazlık hali. Bedeli çok ağır olan bir aymazlık…
Kainatın, hayatın, insanın ve tüm canlıların yaratıcısı karşısında, muhatap olma noktasında, nerede durduğunu henüz farkedememiş olmak… İnsana sorumluluk duygusunu ne verir acaba? Sevmek mi, saymak mı, korkmak mı, ümitlenmek mi? Söz konusu yaratıcı olunca, bunların hepsi demek gerekiyor. Burada insanı rahatlatacak en önemli şey, küçük bir çocuğun dahi zihninde beliren ve ömür boyu insanla birlikte yaşayan, “Allah’ı tanıma” meselesidir. İnsan Allah’ı, en başta, gönderdiği Kitap ve Peygamberleri sayesinde tanıyabilir. Daha sonra iman ve imanın duygu tezahürleri, insanın içinde inanca dair sıcaklıkların ve hissedişlerin oluşmasıyla insana Allah’ı tanıtırlar. Bu anlamda, meselenin akıl boyutunu algılamış insanlar için, artık “iman duygudur” diyebiliriz. Yani duygularla da hissetmek… Çok şükür ki, Allah (Celle Celalühü) insanı bu yolculuğunda tek başına bırakmıyor, herşey sadece insana düşmüyor, sadece insana kalmamış, sadece insana bırakılmamış… “Bir adım atana on adım yaklaşmak” vaad edilmiş…
Üstelik de yeryüzünde bir adım atıp da, kendisine on adım yaklaşılmamış hiçbir kul yok. İnancın rasyonel boyutunda, bunu denemek isteyenler için, yol açık, hodri meydan!..
“Yokmuş gibi yaşamak!” dedik. Bu nasıl bir şey? İnsan, içindeki hangi duygulara karşılık, anlam dünyasının gereklerine alabildiğince sırtını dönüyor? Hangi duygu ona, Allah’ı unutturuyor? Dünya sevgisiyle başlayan aymazlık zinciri, bugün fiilen hayatın her küçük karesinde iyiliklerin yerini kötülüklerin, güzel duyguların yerini çirkinliklerin almasını önceliyor. Yani bencilliğin, ihtirasın, kötü duygulanımın, merhametsizliğin, adaletsizliğin, cimriliğin, zevkçiliğin, hazzın ve hızın, bölünmüşlüğün, bilinçsizliğin, bunalımın, kaosun ve kötü akıbetin… O yüzden, “Bilinen doğrulara mesafeli durmak tehlikelidir.” diyoruz.
İsmet Özel’in dediği gibi, “Taşları yemek yasak” ve insanlar taş yemeye devam ediyor…
Ey insanlar, lütfen taş yemeyiniz…
DR. ALPER YÜCEL ZORLU / FEYZ DERGİSİ

Bir çocuk ne güçlüklerle dünyaya gelir bilirsiniz. Doğduğunda sevindiğimiz yavrumuzu gözümüzden bile sakınırız. Onun ilerde büyük bir adam olmasını arzularız. Kendine, devletine, insanlığa faydalı bir evlat olmasını Yaratan’dan dileriz. Küçük insan olan bu çocuğumuz hakkında planlar yaparız. Onunla ilgili hayaller kurarız. Genelde bizim içimizde ukde olarak kalan şeyleri ondan bekleriz. Sanki bu yavrucak bizim hayallerimizi, arzularımızı gerçekleştirmek için doğmuş gibi hareket ederiz.
Onun başka bir insan olduğunu, onun farklı yetenekleri ve becerileri olduğunu düşünmeyiz. Onun kendine ilişkin ne tür bir gelecek planladığını göz ardı ederiz. Doğduğunda sevindiğimiz yavrumuzun ilerde ne olacağını bilmeyiz. Acaba değişik gizli örgütlere katılan, dini, milleti, vatanı hatta insanlığı parçalamayı hedef edinen çocuklarımızın bu hale gelmesinde bizim de payımız var mı diye düşünmeyiz. Bizim doğru diye düşündüğümüz ama sonuçları itibarıyla yanlış olan davranışlarımızın bunda bir etkisi olabilir mi diye kafa yormayız. Bütün bunları ve bu şekildeki olayları kendi ailemizin dışında bekleriz de, kendi hane halkımıza kondurmayız.
Sürekli çocuğumuzu eleştiriyorsak…
Devamlı birileriyle kıyaslıyorsak…
İstediği ve hakkı olan sevgiyi verme konusunda cimri davranıyorsak…
Sevgiyi verirken de bir şeylerin karşılığı olarak sunuyorsak, yani rüşvetle seviyorsak…
Çocuğumuzu içinde yaşadığı evin bir ferdi olarak görmüyorsak…
Çocuğumuzu evimizin değişmez önemli bir insanı olarak algılamıyorsak…
Olmadığında eksikliğini çok yoğun yaşayacağımızı hissettirmiyorsak….
Kendisinden sadece bir şeyler başarmasını bekleyip, isteyip; kendisine hiç fikir danışmıyorsak…
Küçüklüğünde kucağımızdan inmesini istemediğimiz yavrumuzu artık kollarımızla sarıp sarmalamıyorsak…
O her ne kadar istemese de, yanından geçerken şöyle kocaman bir öpücüğü yanağına kondurmuyorsak…
Onun yaptığı, başardığı ya da becerdiği işler karşısında olumlu tepki vermiyorsak..
Başarılarını görmüyor ve takdir etmiyorsak…
Koruyup kollama adına cam fanusa sokup, uyarıcı faaliyetlerden ve etkinliklerden uzak tutuyorsak…
Düşünmesine izin vermiyor, sadece emirlere ve kurallara uymasını bekliyorsak…
Onun kendisini ve çevresini tanımasına imkân vermiyorsak…
Sorumluluk kazanabilmesi için risk almasına, serbest hareket etme ortamına zemin hazırlamıyorsak…
Zihnini kullanabileceği oyun ve oyuncaklarla beraber olmasına izin vermiyorsak…
İçinde yaşadığımız toplumun ve sahip olduğumuz inancın değerlerine göre insan ilişkilerini geliştirmesi için sosyal ortamlara sokmuyorsak…
Daha birçok sıralanacak madde bulmak mümkün… Geleceğin mimarı konumundaki çocuklarımızın bu ihtiyaçlarını nereden ve nasıl karşılayacağını düşünüyoruz?
Senin değer vermediğin ve görmezden geldiğin çocuğun bir şekilde bu ihtiyacını başka yerlerden karşılayabileceğini hesaba katmıyoruz. Sonra kalkıp bu çocuk eskiden böyle değildi diyoruz!..
Soruyorum sizlere, “Çocuğunuzu ne kadar tanıyorsunuz?”
Bir çocuğun yetişmesi için gerekli olan psikososyal ihtiyaçlar adı verilen ihtiyaçların neler olduğunu ne kadar biliyoruz? Hangi ihtiyaç yeterli düzeyde karşılanmazsa sonucunda hangi marazî kişiliklerin olacağı hakkında neler biliyoruz? Çocuklarımızın davranışlarının ne kadar farkındayız?
Genel anlamda hangi davranışlar nelerden kaynaklanabilir konusunda hangi fikirlere sahibiz?..
Psikososyal ihtiyaçların çocuğumuzun duygusal, sosyal ve hatta zihinsel ve dil gelişimine ne kadar etkisi oluyor konusunda üzerimize düşen sorumluluklar neler?..
Yukarıda sadece sorular sorduk ve sizleri düşünmeye sevkettik.
Anne-babalar daha doğrusu yetişkinler olarak çocuklarla olan ilişkilerimizde durmamız gereken konuları inşallah gelecek sayılarda yazmaya çalışacağım.
Kendimizi görmek ve düzeltebilenlerden olmak dileğiyle.
Çetelere ve Örgütlere Yönelen Çocuklar /Uzm. Psikolog İbrahim ŞENEL

Su-i Zan ve Güven İlişkisi
Duyguları ve davranışları etkileyen en önemli unsurlardan biri düşünce sistemimizdir. Bu sistem içinde unutulan doğru bilgilerin yeniden hatırlanması gerekir. İşte o zaman şu soruyu sormak gerekir: Düşünce sistemimizin sağlıklı çalışması için ne yapıyoruz? Şöyle düşünelim: Evde bir cihaz sorun çıkarsa hemen onu tamire götürme ihtiyacı hissediyoruz. Acaba bizim de psikolojimizin bozulabileceğini hiç düşündük mü? Bunun göstergeleri var mı? Davranışlarımızı etkileyen bu durum için ne yapmalıyız?
Hayatın içinde en acımasız bir şekilde sıkıntılar, bunalımlar yaşayabiliyoruz. Zaman zaman bu olumsuz durumlar en yakınlarımızdan bile gelebiliyor. Bu durumlarda gözümün önüne “Benim güçlü bir iradem var, ben yıkılmam” diyenler, ulu bir çınarın yıkılışı gibi devriliveriyorlar. Zaten “imtihan sırrı” da burada, herkesin sorusu farklı farklı…
Dolayısı ile hayatın içinde acı tecrübeler yaşanarak atlatılan bu badireler acaba bizi nasıl etkiliyor? İnsanlara hatta yakınlarımıza karşı davranışlarımızda daha sinirli, daha agresif ve tahammülsüz hale mi geldik… Farkında mıyız yaklaşım tarzımızın insanları kırdığının… Farkındaysak, muhtemelen huzursuz ve mutsuz oluruz, sevdiklerimizi incittiğimiz için…Bu durumda kenara çekilmek ve düşüncelerimizdeki olumsuzlukları temizlemek gerekir ama gerçeklikten uzaklaşmadan. Bu ne demek peki? Bu “insanın bir sıkıntı ve meşakkat içinde yaratıldığı” gerçeğini göz ardı etmemek, her an bir sıkıntı, bunalım, hastalık, bela veya musibetle karşılaşacağının farkında olmak demektir. İnsan, hayatı boyunca imtihan halinde olduğuna göre, sağlam ve şaşmaz ölçüler içerisinde kendi düşünce yapısını kontrol etmelidir.
Neler yapılabilir düşünce sistemini kontrol etmek ve bir şekilde rahatlatmak için? Burada kalp huzurunun önemini vurgulamak gerekiyor. Kalp huzurunu yakalamak içinse yaradılıştan gelen fıtri değerlerimizin peşine düşmeliyiz, bir kâşif gibi yılmadan usanmadan… Doğru bilgi katışıksız, berrak ve temiz kaynaktan alınırsa ancak bu şekilde hakikat yolunda düşüncelerimiz sâfileşebilir. Burada rehberimiz hiç şüphesiz Hz. Muhammed (as) dır. O’nun güvenilirliği ve eminliği; bizim sarsılmaz ve muhkem ölçülerle donanmamızı sağlayacak ve böylelikle hayatımızın anlam haritalarını oluşturmuş olacağız.
Sürekli beraber olduğumuz insanlara karşı nasıl bir tutum içindeyiz. Bu durumlarda düşünün bir kere; zihnimizi en çok ne meşgul ediyor? İnsanlar hakkında olumlu-olumsuz duygulara kapılmamızın sebebi nedir?
İsterseniz bu duruma sebep olan davranışlarımızı inceleyelim: Böyle durumlarda en büyük silahın kişiler hakkında su-i zan yapmak yerine hüsn-ü zanda bulunmak olduğu görülebilir. Çünkü zan pek çok davranışımızın bozulmasına sebep olmaktadır. Zan ile başkasının kötü olduğunu kabul eden, onun gıybetini de rahatlıkla yapar. Hatta bu konuşmaları kimi zaman iftiraya bile ulaşabilir. Bu sayede ancak kendini kandırarak rahatlar ve karşısındakini kötü, kendini iyi bilir. Bu da, toplum da sevilmeyen bir insan olmamıza yol açar. Burada niyetimizi de sorgulamalıyız. Çünkü insan kendisini iyi analiz etmelidir. İnsan hırs, kin ve öfke sahibi olabilir. Önemli olan bu gibi durumlara düşünce Allah’ın koyduğu fıtri kurallara aykırı ise, tövbe etmek ve bu durumdan hemen vazgeçmek…
İnsanlara karşı ise özür dilemek, kırılan kalpleri onarmaya çalışmak inanın sizi dünyanın en mutlu insanı edecektir. Çünkü en büyük mutsuzluk, fıtrata ters yaşamaktır.
Hikmet sahibi bir kişi öğrencilerine: “Alametlere bakarak kesin karar verilmez. Mesela bir köpeğin burnunda yoğurt bulaşığı varken evden çıktığı görülse, eve girince yoğurt çanağında köpeğin burnu kadar iz görülse, kesin olarak bu yoğurdu bu köpek yedi denemez” der. Öğrencilerden birisi, içinden; “Bu kadarı olmaz” diyerek, bilgeye itiraz eder. Bilge bunu anlar; o gence, bir koyun kesip getirmesini söyler. O da koyunu keser. Kolları sıvalı ve kanlı bıçaklı halde bilgenin yanına giderken; zaptiyeler, yeni öldürülmüş bir adamın katilini aramaktadırlar ve gencin elinde kanlı bıçakla ormandan çıktığını görürler. Hemen bunu yakalayıp getirirler. Mahkemeye çıkınca, Hâkim; “Bu genç, eli kanlı bıçakla kaçarken görülmüşse de, alametlere bakarak kesin hüküm verilemez. İsnat edilen suçu işlemediğinin anlaşılmasından dolayı bu genci serbest bırakın” diye karar verir. Genç, hocasına yaptığı itirazdan dolayı cezalandırıldığını anlar. Bir insan zanna inanmamalıdır. Şayet inanırsa hayatını kendi eliyle yanlış yönlendirir.
Mutlu ve dengeli olmak için önemli bir erdem de, “affedebilmek” oluyor. Ancak her zaman bunun yapılamadığı da bir gerçek. Zaten bunu elde etmek de, öyle hemen olabilen bir düşünce ve davranış kalıbı değil. Fikrinin kabul edilmediğini görenler, karşısındakilere kin besler, bazen ömür boyu onu affetmez. İnat da, nefrete ve düşmanlığa yol açar. Birçok insan, olumsuz tecrübelerini zaman içinde büyüterek, sanki hayatın gerçeğiymiş gibi düşünmeğe başlamaları neticesinde, insanlara güvenmeme noktasına gelirler. Tabii ki güven konusu önemli, ama güven ancak güvenilecek insanları bulunca gerçekleşiyor. Ancak çevremde öyle insanlar gördüm ki, tüm insanların güvendiğine güvenmeyecek kadar güvensizliği hayatının felsefesi yapmış…
Güvenilecek kişileri belirledikten sonra onlara bile güvenmiyorsa bir insan, önemli bir sorundur. Bu sorunun aşılmasında kişinin bu bakış açısını değiştirmesi gerekir. İnsanların güvenilecek yanları da vardır, güvenilmeyecek yanları da vardır. Kusursuz dost arayan dostsuz kalır. Çünkü samimi dostların varlığı, bizim iyi taraflarımızın güçlenmesi ve kötü yönlerimizin zayıflamasına yarar. Çevremizde muhatap olduğumuz insanların, bilerek veya bilmeden nefs hastalıklarımızın temizlemesinde önemli rol oynadıkları kesin. Bazen haklı bazen haksız davranışlarıyla…
Kime güvenilecek o zaman derseniz? Bakın burada ilim irfan ve hikmet sahibi Şenel İlhan Beyefendi ne diyor: “İnsanlardan Peygamber tepkisi, evliya tepkisi beklemek yanlış olur. Nitekim insanlardan böyle bir beklenti içine girmezsek, o zaman güven sorunu yaşanmaz. Zaten bu anlayışa sahip olan biri her zaman etrafındaki insanlardan zarar görüp incinme riski olduğunu bildiği içindir ki, güven duygusunun içine tedbiri de ekler, kendisine zarar gelmemesi için… Akıllı insan, insanların hata yapabileceğini kabul edendir. O halde yapılması gereken, dengeyi sağlamaktır.”
Karşımızdaki insanları anlamak ancak empati kurarak olur. Böylece etrafımızdakilerle sağlıklı iletişim yolları açılmış olur. Ayrıca kendi duygu ve düşüncelerimizin sorumluluğunu da üzerimize almalıyız. Gerçeklerle yüzleşmeliyiz ki, daima suçluyu başka mahfillerde arama kolaylığından da kurtulmuş oluruz böylece… Ancak böylelikle karşımızdakini ötekileştirmeden, farklı duygu, düşünce ve davranışlarını daha iyi anlayabiliriz.
Şayet insan kendini üstün görme hastalığından kurtulmamışsa, tartışma ve doğrularla çatışma kültürü, bilgisizliğinin göstergesidir. Her zaman kendisinin hâkim olmasını ister. Karşısındakinin bildirdiklerine önem vermez, onun delillerini küçük görür. Böyle kişilerin halini görenler, esasında onların bu duruma düşmelerinden dolayı onu küçük görürler de farkında bile değildir. Enes bin Malik hazretleri bildiriyor: Biz bir gün dini bir konuda tartışırken, Resulullah Efendimiz yanımıza geldi. Bize öyle öfkelenmişti ki, hiç böylesini görmemiştik. Buyurdu ki: “Bırakın tartışmayı! Sizden öncekiler sırf bunun yüzünden helak oldu. Tartışmanın faydası yoktur, tartışma zararlıdır. Mümin münakaşa etmez. Münakaşa edene şefaat etmem.” (Taberani)
Haklı olduğu halde tartışmayı terk etmek, haksız olduğu halde, tartışmayı terk etmekten daha zordur. Aslında vurguladığımız birçok konun temelinde öfke kontrolü vardır. Duygularımızı yerli yerinde kullanabilmek içinse, yaşadığımız dünyanın hızlı akışına kapılmadan kenara çekilip seyredebiliriz. Bazen de başkasının bizim için yapacağı suçlamaları, ona fırsat vermeden kendimiz söylemeliyiz. Hatamızı kabul etmek, kendimizi düzeltmenin anahtarıdır. Hem böylelikle karmaşa ve kaosun içinde incittiğimiz kalpleri yeniden kazanmanın yollarını buluruz. Aynı zamanda başkalarının kalbimizi incitmesine de müsaade etmeyiz. Evet, hem kendimize bir zarar gelmemesi için kendimizi koruruz, hem de insani ilişkilerimizi devam ettiririz. Burada mihenk noktamız Allah için sabretmek, Allah için affetmek olmalıdır.
O halde bir mümin için, Allah’ü Teâlâ’nın sevgisine ve rızasına kavuşturacak işleri yapması asıl gayesi olmalıdır.
Hafız-ı Şirazi’nin şu sözünü de unutmamalı: “Dostlara doğru söylemeli, düşmanları güler yüzle ve tatlı dil ile idare etmelidir.”


Peygamber’in muvaffak olmasının ve herkesçe sevilmesinin ardındaki nedenlerden birinin insanlara sevgi ve merhametle yaklaşması olduğuna kitabında işaret etmektedir. Bir ayette buna şu şekilde vurgu yapmaktadır: “Allah’ın rahmetiyle sen onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi…” (Al-i İmran, 159)
İnsan küçüklükten itibaren kendisine hayatın her alanında bazı kimseleri örnek alır. Hatta çocukluk dönemlerinde örnek aldığı kişilerin şahsiyetleriyle özdeşleşmek ister. Bu durum insan doğasında vardır ancak önemli olan örnek alınacak insanın nasıl biri olduğudur. Bu yüzden, çocukları ruhsal yönden olumsuz yönde etkileyecek kötü örneklerden korumak son derece önemlidir. Esasında örnekliğine her zaman ihtiyaç duyduğumuz Hz. Peygamber’in hayatı bizler için en güzel rehberdir. Biz bu yazımızda onun hayatının sevgi boyunu ele almaya çalışacağız.
Hz. Peygamber’in yaşam öyküsüne göz gezdirdiğimizde, bütün hayatının herkese sevgi üzerine bina edildiğini söylememiz abartılı bir ifade olmayacaktır. İnsanlığa İslam’ı sunduğu dönemde dünya üzerinde yaşayan milletler içerisinde medeniyet olarak en alt seviyelerde bulunan bir toplumdan, 23 yıl gibi kısa bir sürede, Allah’ın sevdiği, onların da Allah’ı sevmelerini yaratıcının neredeyse eşdeğerde gördüğü (Tevbe, 100) bir nesil çıkarması, ancak sevgi temelli bir yaklaşımla izah edilebilir. İnsanlar Allah Rasûlü’nün getirmiş olduğu ilahî kitabın buyruklarından etkilenerek bunun bir beşer kelamı olmayacağını anlıyorlar ve onlara erdemliliği takdim ettiğini görerek son dine koşuyorlardı ancak, bir o kadar da Hz. Peygamber’in şahsiyetinde kendini bulan güzel hasletlerin, başka bir ifadeyle yaşayan Kur’an’ın insanı kuşatan atmosferinden etkileniyorlardı.
Çünkü insanlar mesajın kendisi kadar mesajı getirenin şahsiyetiyle ve onun sunduğuyla ne derece uyumlu olduğuna da bakmaktaydılar. Bu nedenle, nübüvvet öncesi kazandığı itibar yanında, İslam’ı tebliğle birlikte, maddi hiçbir şey vaat etmeksizin, köleler de dahil herkese sevgi kanatlarını germesi ve sonuçta başarılı olması, son elçiyi model alma durumunda olan bizler için pek çok hikmet içermektedir. Nitekim Allah Teâlâ da Hz. Peygamber’in muvaffak olmasının ve herkesçe sevilmesinin ardındaki nedenlerden birinin insanlara sevgi ve merhametle yaklaşması olduğuna kitabında işaret etmektedir. Bir ayette buna şu şekilde vurgu yapmaktadır: “Allah’ın rahmetiyle sen onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi…” (Al-i İmran, 159)
Rasûlullah, İslam davetini ulaştırdığı insanlara gösterdiği sevgi ve şefkatin daha fazlasını beraberinde bulunan insanlara gösteriyordu. Gerçekten de o, sevmenin, muhataplara değer vermenin, herkesi kucaklamanın canlı örneğiydi. O, ailesini severdi. Ev işlerinde, sökük elbiselerin dikilmesinde, ayakkabıların tamirinde ailesine yardım ederdi. Arkadaşlarını sever, birlikte olmaya önem verirdi. Göremediği zaman ne durumda olduklarını sorardı. Hasta olanlarını ziyaret eder, en fakirleri de dahil davetlerine katılır, birlikte aynı kaba kaşık salar, maddi sıkıntı çekenlere destek olurdu. Komşularının sorunlarıyla ilgilenir, komşu tarafından beğenilmeyi iyi insan olmanın alametlerinden biri sayardı. Çocukları çok severdi. Ufaklıklarla şakalaşır, gönüllerini alır, birlikte oynardı. Hayvanları da severdi. Onlara fazla yük yüklenmesini, dövülmelerini, hedef yapılmalarını asla tasvip etmezdi. O hem bir peygamber, hem bir abi hem de bir kardeşti. Kısacası o herkesin her şeyiydi.
Rasûlullah’ın İslam’ı anlatmak üzere çeşitli bölgelere gönderdiği cefakâr ve fedakâr temsilcilerinin son hak dini yaymada olağanüstü başarılı olmalarında, onun şahsiyetini örnek alarak, duruşlarıyla karşılarındakileri etkilemeleri ve sonuçta İslam’a girmelerine vesile olmaları yatmaktaydı. Çünkü Allah Rasûlü’nün bu sadık dostları, İslam’ı anlatmak uğruna pek çok maddi sıkıntılara maruz kalmaları yanında, karşılarındaki muhataplarının her hallerine katlanmaları ve güler yüz üzerine kurulu bir yaklaşımla bölge insanlarını etkilemeleri sonucunda İslam kısa sürede Arabistan yarımadasına yayılmıştır. Bir ayette de belirtildiği üzere “İnanıp salih ameller işleyenler için Rahmân, (gönüllere) bir sevgi koyacaktır.” (Meryem, 96) Hz. Peygamber’in sahabilerinin birbirlerine olan muhabbetleri, yakınlıkları, dayanışmaları ve fedakarlıkları ise insanın gözlerini yaşartacak boyuttadır.
Gerçekten de sosyal bir varlık olan insan toplum içinde kendisine ancak sevgi ile yer bulur, karşısındakine sadece sevgiyle bir şey verebilir. Çünkü cemiyetleri bir arada tutan şey sevgidir. İnsanlar birbirlerine olan inançlarını kaybeder de fertler arasındaki sevgi bağı çeşitli nedenlerle çözülmeye başlarsa, herkes birbirine yabancılaşmaya hatta düşman olmaya başlar. Artık çözülmeyi haber veren felaket çanları çalmaya başlamış demektir. Toplumun dokusunun sadece sevmekle, insanların birbirlerine gönülden bağlanmalarıyla korunacağını çok iyi bilen Allah Rasûlü, Müslümanların birbirleriyle kenetlenmelerine ve aralarındaki bağı güçlendirmelerine -bu nedenle- çok önem verirdi. Bir hadislerinde müminleri bir bedene benzeterek şöyle buyurmuşlardır: “Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte müminlerin misali, bir bedenin misalidir.
Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer âzâlar uykusuzluk ve ateşle ona katılırlar.” (Muslim, Birr, 66) Bir toplumun gönül birlikteliğini bundan daha iyi anlatan bir ifade olamaz. Dolayısıyla vücutta bir organ rahatsızlandığında diğer uzuvlar nasıl acıya ortak oluyorlarsa, Müslümanlar arasındaki bağ da bunun gibidir. İnsanlar birbirlerine karşı duyarsız değillerdir. Nitekim mümin olmanın şartlarından biri olarak Müslümanların birbirlerini sevmesini gösteren Allah Rasûlü, konuyla ilgili bir hadislerinde şöyle buyurmaktadırlar: “Nefsim kudretinde olan zata yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olmazsınız!..” (Muslim, İman, 93) Dolayısıyla Müslüman kardeşliğinden bahsedilecekse bunun yolu inananların birbirlerini sevmeleri, gönül pencerelerini karşılıklı açmaları ve hatalara karşı hoşgörülü olmalarıdır, dışlamamalarıdır. Kişi kendisinin kusurlarını nasıl hoşgörüyle karşılayabiliyorsa, karşısındakilerin hatalarına da aynı affedicilikle bakabilmelidir. Bu yapılabildiği takdirde gerçek sevgiden artık bahsedebiliriz.
Enbiya Yıldırım / Yeni Şafak

Sorunlarımızdan bir kısmı yüreğimize oturur. Çevremizde dostumuz olarak bildiğimiz insanlardan yediğimiz darbeler ile namazları huşu ile kılışlarına, camilerde çok güzel vaaz vermelerine aldandığımız dindar kişilerin ayak oyunları kalbimize ağır yük gibi konar.
Yaşam içerisinde bizleri hüzünlendirecek çok şeyle karşılaşırız. Bazen ailemizden kaynaklanan nedenler, bazen de çevremizdeki sebeplerden dolayı üzülürüz. Izdıraptan dolayı uykusuz geçirdiğimiz geceler bile olur. Bazen de üzüntümüzün kaynağı kendimiz oluruz. İşlerimizin istediğimiz gibi gitmeyişi veya aşmak istediğimiz bir hayat basamağına takılmamız veyahut da sağlık sorunları nedeniyle üzüntüye kapılmamıza neden olacak nice sıkıntıyla yüzleşiriz. Öyle ki, gündelik hayatta kalbimizi ağrıtan her bir şeyin sadece başlığını kaydedecek olsak, birkaç yıl içinde ciltler dolusu tutacak bir kitap oluşacağını söylemek abartı olmaz. Akşamleyin başınızı yastığa koyduğunuzda, gün içerisinde canınızı sıkan ve üzülmenize neden olan hususları gözünüzün önünden bir geçirin. Ne kadar da problemle karşılaşmışım diyeceğinizi biliyorum.
Evinizden çıkmadan önce, iş yerine giderken, çalıştığınız yerde, hatta mescitte, eve dönüş yolunda, akşam adımınızı kapıdan içeri attığınızdan yatana kadar… Etrafınız adeta problemlerle kuşatılmış gibidir.
Sorunlarımızdan bir kısmı yüreğimize oturur. Çevremizde dostumuz olarak bildiğimiz insanlardan yediğimiz darbeler ile namazları huşu ile kılışlarına, camilerde çok güzel vaaz vermelerine aldandığımız dindar kişilerin ayak oyunları kalbimize ağır yük gibi konar. Uğradığımız haksızlık böylesi bir şekilde olunca acısı iki kat olur. Etrafımızda güveneceğimiz ve gerektiğinde yaslanıp ağlayacağımız gerçek bir dost bulamamanız bizi kahreder. Dünyaya yalnız geldiğimizi ve yalnız gideceğimizi biliyoruz ancak, hayatımızı sürdürürken hem de kalabalıklar arasında bulunurken bile yalnız olduğumuzu hissetmemiz bizi derinden üzer.
Tüm bunları dile getirirken veya kendi kendimize dertlenirken bir şeyi ihmal ederiz: Hep başkaları tarafından zulme uğradığımızı düşünürüz, gözümüzün önünden hep bunlar geçer. Nedense bizim başkalarına ettiklerimiz aklımıza gelmez. O yüzden başımızı yastığa koyduğumuzda bir de kimlere haksızlık etmiş olabileceğimizi düşünelim. Kime kötü söz söylemişiz, kimi arkasından çekiştirmişiz, kimin malına veya bedenine karşı ölçüyü kaçırmışız, bir hesap edelim. Bunu yaptığımızda, esasında kendimizin de o kadar masum olmadığını anlarız. O kadar çok kul hakkına girmişizdir ki, bunları yazmak için kalem yetmez.
Çekiştirdiğimiz kişilerin sayısının haddi hesabı yoktur, kalplerini kırdığımız pek çok dostumuz vardır. Yapıp ettiklerimize sonra çok pişmanlık duyarız ama içimizden duyduğumuz pişmanlığı çoğu kez dile getirip özür bile dileyemeyiz. Yaptığımız haksızlıklar aklımıza geldikçe içimizde bir sancı hissederiz, yüreğimiz kavrulur. Aradan geçen uzun yıllar bilenlerin konuyu unutmalarını belki sağlar ancak, her hatırladığımızda içimizde bir şeyler düğümlenir. Lakin yine de değişmeyiz. Hayata bildiğimiz gibi devam ederiz. Demek istediğim, bizim de pek masum olmadığımızdır.
Kim bilir, belki de bu kadar sıkıntı ve problemle karşılaşmamızın nedeni, kendimizin de bir problem kaynağı oluşumuzdur. Sıkıntılı bir insan olduğumuzdan hep sorun çıkarıyoruzdur, problemler de gelip bizi buluyordur. İşin bu boyutunu bir düşünmek gerekir sanırım. Neden insanlarla aramızda sorunlar oluşuyor? Kaldı ki, insanî ilişkilerdeki sorunlar çoğu zaman tek taraflı olarak ortaya çıkmaz. İki taraftan da kaynaklanan kusurlar vardır.
O zaman geriye ne kalıyor? Öncelikle kendimizi düzeltmek değil mi? Evvela kendimize bir çeki düzen vereceğiz, yüklenmemiz gereken sorumluluğu yerine getireceğiz ki, en azından şikayetçi olmak için hakkımız olsun. İnsanlara yapmadığını bırakmayan birinin sızlanmaya hiç hakkı yoktur çünkü! Mükemmel insan olmamız belki hayal ancak bu uğurda bir çaba içerisinde bulunmamız icap eder. Başkalarının haklarını sırtlanmış olarak ahirete gitmenin ne kadar veballi olduğunu bilmeyenimiz yok. Gıybet ve kötülük etmekle ilgili ayetleri hepimiz biliriz. Buna rağmen, etrafımızdaki insanlarla geçimli bir yaşam süremediğimiz ve güven veremediğimiz için, ahiret öncesi hayatımız istenilen güzellikte yaşanmaz. Darendeli Hulusi Efendi’nin deyişiyle:
Mücrimim bu cürmümün afvın temennâ eylerim
Ey Hulûsî bahr-i isyân içre kalam mı aceb
Bu âciz kulunu kâfile-i aşkdan cüdâ kılma
Bakıp noksânıma rahmınla et afv u atâ yâ Rab
Kendimizi düzeltmeye çabalarken artık insanın nasıl bir varlık olduğunu anlamak durumundayız. İşte kul, başkalarına haksızlık eden ve kendisi de haksızlığa uğrayan bir varlık. Bir başka ifadeyle, hem zulmeden hem de zulme maruz kalan, yaşamı çelişkilerle dolu bir ucube! Demek ki bu varlık, beklemediğimiz bir zamanda ve beklemediğimiz bir şekilde bizi sıkıntıya ve üzüntüye sokabilir. Bunu bu şekilde kabul ettikten sonra yaşamı onlarla birlikte nasıl bir arada sürdürebileceğimizin yollarını arayabiliriz. Sonuçta ne kadar küssek, darılsak ve beğenmesek de insanların önemli bir kısmı bu şekildedir. O zaman, kendimizi düzeltmeye çabalarken, insanlarla olan ilişkilerde işe bir yerden başlamak gerekecektir. Başlangıç noktası ne olmalıdır diyecek olursanız, “affetmektir” cevabını vereceğiz. Zaten Allah Teâlâ da bizi affedici olmaya çağırmaktadır:
“Affa sarıl, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” (A’raf, 199) Bizi bizden çok daha iyi tanıyan yaratıcımız, burada Müslümanın sahip olması gereken üç güzel hasleti dile getirmektedir: Birincisi, affedici olmak. İnsanların kusurlarını mümkün olduğunca büyütmemek, bağışlamak ve ilişkileri tamamen koparıp atmamak. İkincisi, herkesin iyiliği için çabalamak yanında etrafımızdaki insanlara da aynı şeyi öğütlemek. Üçüncüsü de, laf anlamayan ve ne konuştuğunu bilmeyen insanlardan uzaklaşmak; gereksiz ve faydasız tartışmalardan kaçınmak.
Fudayl bin Iyâz anlatıyor: Kabe’de yanımda oturan bir Horasanlı kadar zahid bir insana rastlamadım. Tavaf etmek üzere kalkmıştı ki, parasını çaldılar. Bunun farkında olunca ağlamaya başladı. Kendisine “Paran çalındı diye mi ağlıyorsun?” dedim. O “Hayır, ona ağlamıyorum, yalnız kıyamet günü Allah Teâlâ’nın huzurunda kendisiyle karşılaştığımızda bana karşı verecek cevap bulamayıp perişan olacağını bildiğim için, ona acıdığımdan ağlıyorum” dedi. (İhya, 3/413)
Enbiya Yıldırım / Yeni Şafak


Anlamsızlığı Anlamsızlıkla Dolduranlar
Kainat tasavvuruyla anlam dünyamız arasındaki birebir bağlantının insana sorumluk duygusunu verdiğini, buna mukabil bunu fark edememiş olmanın insanları gerçeklerden kopuk bir düşünce biçimine icbar ettiğini anlatmıştık. Hazır lokmaları yemeyi beceremeyenler, sindiremeyecekleri gıdalara talip olmuşlar da haberleri yok… İnsana ait bir beslenme biçimini terk edenler, başka başka varlıkların gıdalarını sindirmeye çalışıyor ki, zor mesele…
Günümüzü tanımlamak için “modern zamanlardan” bahsedilir. Dolayısıyla “modern insanlardan…” Çünkü hayatın aktif öznesi insan, üstelik de hayat, insan merkezli olarak tanımlanıyor. İnsan ve insana ait irade, hayatın birbirini tamamlayan cüzleri durumunda. İnsan, iradeye teslim… Peki insan iradesi neye teslim acaba? Yani insanın iradesiyle yapıp edegeldikleri şeyler neler? Yemesi, içmesi, oturması, kalkması, cinselliği, kazancının peşinden koşması, düşünmesi, davranması ve konuşması. Tüm bunlar için insanın parmağını kıpırdatmaya başlamasının temelinde ne var? Tabii ki niyetleri, yani kasdetmesi, amaçları ve bunlara verdiği değer. Sonuç olarak insan, neye değer verdiği ile hedefleri anlaşılır hale gelen bir canlı… Yani gayesiyle anlaşılır hale gelen ve değerlenen bir canlı.
Bu anlamda “anlamsızlık” bir “boşluk” demek. Boşluğu ise boşlukla doldurmak, saçmalıkların en başı olsa gerek. Hayatı anlamlı kılan en önemli şey ise sevgi. Sevmek, yukarıda saydığız her şeyi harekete geçiren saik olma özelliğinde insan duyguları içinde başat rolü üstlenmiş görünüyor.
Sevmek ise sevdiğini söylemeyi gerektiriyor. Yoksa sevgi biraz eksik kalıyor. Sevginin estetiğine yakışmıyor bu durum. Saymak, saydığını göstermeyi gerektiriyor. Evet, sevgi ya da saygının göstergesi, biraz da bunları göstermek. Aksi halde sevgi ya da saygı, imtihan edilmezdi, test edilmezdi. Ama her ikisiyle de imtihan olunuyoruz, test ediliyoruz. O içimizdeki sevgi ya da saygı özüyle eşyaya, insana dokunmamız, konuşmamız, irtibat kurmamız isteniyor. Eşya da, insan da bu çabaya müsbet bir cevapla geri dönüyorlar bize. Yani bizdeki cevhere, öze… Bu sayede ruhlarımız ruhlarımızla kucaklaşıyor, önceden tanıştıkları, biliştikleri halde buna ihtiyaç duyuluyor.
İrade ise insanda “ağırlığı” olan bir güç. İnsanın kendini zorladığı bir taraf var iradede. Sevgi ise, insanda “akan” ya da “çağlayan” bir güç. İradeden önce elimizdeki hazır lokma olan sevgiyi değerlendirmek gayet akıllıca bir yol. Sevgiyle başlayan ve irademizi ortaya koyduğumuz davranış tarzı ise kalıcı güzelliklere kapı açabilme kudretine sahip. Yani sevgi yollu yaklaştığımız her konuda irademizi ortaya koymak kolaylaşıyor. Günümüzde yaklaşık her konuda ümitsizliği kendine mihver edinmiş insanların en büyük kurtuluş kapısı, sevdiklerinden emin oldukları hatta sevdiklerini zannettikleri konularda bile doğrunun peşinden gitmeyi şiar edinmek olmalı. Bu sayede ümitlerini yeşertebilir, içlerindeki sevgi çağlayanını zorlanmadan müsbet bir fiile, iradeye dönüştürebilirler. Sevgi bir potansiyel, bizim için bir kolaylık. Çünkü insana verilen orijinal bir duygu bu. Geriye ne kalıyor? Neyi sevdiğimize dikkat etmek…
Çünkü insan sadece duygudan müteşekkil bir canlı değil. Doğruyla yanlışı ayırt etme gücü dediğimiz “akıl” melekesi de insana verilmiş önemli bir cevher. Akıl ise, “ilim” süzgecinden yani “neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmemizi sağlayan bilgiden” yararlanarak kendine doğru bir yol çizebilir, rotasını belirleyebilir. Akıl ve ilimdir ki, insanı harekete geçiren yani aksiyonu doğuran güçlerin en önemlileridir. Duygu yani bir bakıma sevgi ise akıl ve ilim süzgecinden geçmekle mantıklı ve insani bir aksiyonu, davranışı doğurabilir. Çünkü insanda akıl, kalbe bakar. Kalpte ise ne tür bir hikmet ya da garabet varsa, akıl, kendini o doğrultuda ortaya koyabilir. “Anlam” dediğimiz şey ise, aklın temiz bir kalpte ortaya çıkardığı hikmettir diyebiliriz. Daha sonra ancak, “hikmetli iş yapmak” dediğimiz davranışlar ortaya çıkar.
İşte Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizin; “ Güdeni de güdüleni de ıslah et ya Rabbi.” dediği güçler, “akıl ve kalptir.” Yani “aklı da kalbi de ıslah et, ya Rabbi” diyerek dua ediyordu insanlığın güneşi, peygamber halkasının sonuncusu, Allah’ın (Celle Celalühü) sevgilisi. Akıl, dimağda, sevgi, kalpte, davranış bedende tezahür ediyor. Demek ki akıldan kalbe dediğimiz yol, aynı zamanda kalpten akla doğru olan bir yoldur. Önemli olan o kanalın açık olmasıdır. Burada sevgi yani duygu, işimizi kolaylaştıran bir katalizör vazifesi görüyor. Sevgiyle yani kalbe ait bir enerjiyle ancak engellerimizi aşmak mümkün. Çünkü akıl, kalbe müteveccih… Kalbimiz bomboş ise vay halimize!.. Yani sevgiden yana, merhametten yana, tevazudan yana, iyilikten yana bir güzellik yoksa; korku ve endişelerimiz, vehim ve vesveselerimiz, kalp otağımıza çadır kurmuş da haberimiz yok demektir.

Günümüz insanının yani “modern insanın” kendini tanımak için bir yolculuğa çıkmayı düşünüyorsa eğer, tüm bunları algılaması, idrak etmesi, hissetmesi, kabul etmesi kaçınılmaz görünüyor. Bireyselleşmenin “bencillik” anlamına geldiği bir dünyada, “kalplerin boş olması” maalesef yanlış bir tesbit olmasa gerek. Oysa insanın bireysel olarak kendinin farkında olması, onun şu koca kainatta “Allah’a (Celle Celalühü) kul olması” itibariyle sorumluluklarının farkında ve önemli bir canlı olduğunun şuurunda olmasıyla başlamalıydı. Yani yerini, konumunu, kendini bilen bir canlı. İdraki olan, hikmet ve marifet peşinde koşan, aklını kullanan, ölüm ve ötesini tahayyül edebilen bir canlı. Hayatın sadece bu dünya hayatından ibaret olmadığını fark eden, yaşadığımız hayata “gerçek bir anlam” yükleyen, o anlam dairesinde huzurlu ve mutlu olmayı başarmanın mümkün olduğunu gören bir canlı. Nice hikmet erbabı vardır ki, hayatı birkaç güzel kelimeyle özetleyip atabilir. Yani kavranması hiç de güç olmayan, üstelik de kendini kandırmadan, başkalarını kandırmadan bu işi başaran nice insanlar gelip geçmiştir şu koca, yani aslında vermemiz gereken değer itibarıyla ahirete kıyasla şu “küçücük” dünyadan…
Yeter ki, dünyanın geçici ve küçük olmasına mukabil, insanın yani kendimizin ne muhteşem ve büyük, üstelik de ebedi, sonsuz bir hayata aday olduğumuzu iyi bilelim… Hz.Ali Efendimizin; “Ahiretle aramızdaki perdeler kalksa imanım zerre kadar artmaz.” dediği keyfiyet, hikmet ve incelik… Daha insanı bundan başka ve bundan daha fazla “ne” harekete geçirebilir ki… Nedir bundan daha fazla anlamlı olabilecek ve hayatımızı doldurabilecek “anlam…” Tabii ki, “hiçbirşey.”
Burada çok ama çok önemli olan ve hayatın anlamını oluşturan fiilî durum; bizi yaratan, bize “şah damarımızdan daha yakın”, bizi bilen, bize acıyan ve merhamet eden, bizi ateşten kıskanan, bize ümit veren, bizi Cennetine davet eden, bizi kötülük ve rezilliğe, zillete düşmememiz hususunda uyaran, iyi, güzel, nezih, manen onurlu bir yaşamla hayat bulmamızı isteyen bir Rabbın, yani terbiye edicinin, yoktan varedicinin, hayat bahşedenin ve bahşedecek olanın varlığıdır.
Tüm bunlar, modern insanla GERÇEK İNSAN arasındaki mesafeyi ortaya koymakta. Hiç şüphesiz gerçekten insan olmak isteyenler için bu mesafe, aşılamayacak bir mesafe değil, tam aksine kolay hem de çok kolaydır. Sevgi, ümit, muhabbet ve gayretle aşılamayacak yol yoktur, bu böyle biline…
DR. ALPER YÜCEL ZORLU / Feyz ergisi

“(Ey Muhammed!) Kuşkusuz ki, sen çok büyük bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 68/4)
“En hayırlınız ahlakı en güzel olanınızdır.” (Buhârî, Menâkıb 23)
Yukarıda zikrettiğimiz ayet-i kerime ve sahih hadis-i şerifte çok açık görülüyor ki, İslam dini imandan sonra en çok güzel ahlaka vurgu yapar, onu önceler, hatta yerine göre güzel ahlâkı en temel ibadetlerin önüne geçirir. Zira güzel ahlâk, hem insanın kendi iç dünyasında hem de toplumda, huzur, barış, adalet, güvenlik, esenlik gibi güzelliklerin olmazsa olmazıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir sahih hadisinde Resul olarak gönderiliş sebebini şöyle ifade eder: “Muhakkak ki, ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” (Buhari Edebü’l-Müfred 273)
Ümmeti olan bizlere de yine sahih olan hadis-i şeriflerinde bu konuda şu önemli mesajları verir: “Kuşkusuz ki, sizin bana en sevgili olanınız, ahlak yönünden en güzel olanınızdır.” (Buhari 8/3533), “Mü’minlerin iman yönünden en mükemmeli, onların ahlakı en güzel olanıdır.” (Tirmizi 1171) Gayrimüslimlerin ahlaki yozlaşmaları, içlerinde doğdukları bozuk kültürleri itibarıyla bir derece mazur görülebilir; lakin bugün İslam ülkelerinde ‘ben Müslümanım’ diyenlerde dahi ciddi bir ahlaki yozlaşma vardır. İnsanlık olarak kötülüklerimiz, aşırılıklarımız öyle büyük boyutlara ulaşmıştır ki, donatılıp emrimize verilmiş olan dünyamız dahi bu ahlaki yozlaşmamızdan muzdarip durumdadır. Ekolojik dengesi bozulmuş, iklimleri değişmiştir. Nitekim Yüce Rabbimiz bu bozulmaların, yaptığımız günah ve hataların birer sonucu olduğunu Kerim olan kitabında şöyle beyan eder: “İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” (Rum, 30/41)
Evet, bin beş yüz yıl öteden bugünlere apaçık işaret eden bu ayet-i kerime açık bir mucizedir. Zira ayette belirtildiği gibi kötülüklerimizin acı sonuçları olan iklim bozulmaları, kuraklık ve kıtlıklar, heyelanlar, taşkınlar, biyoçeşitliliğin kaybı, küresel ısınma gibi doğal afetlerle ciddi bir şekilde yüzleşiyoruz. Dünya üzerinde ciddi bir ahlak sorunu vardır ve bu sorunun çözümü, her biri defalarca denenerek iflas etmiş beşeri sistemlerin yeni yüzler ve isimlerle tekrar denenmesi değildir. Ne insanları sadece madden zenginleştirmek, ne onları özgür iradelerine ve insaflarına bırakmak ne de yasal önlemler düzenleyip cezaları artırmak insanları daha ahlaklı yapmayacaktır. Zira kanun korkusuyla insanları güzel ahlaklı yapamazsınız; onun itici gücü, akıl ile birlikte ruhi değerleri devreye ve denetime sokacak olan Allah’a ve O’nun gönderdiği son dine iman ve teslimiyettir. Bu nedenle gerçekten güzel ahlaklı insanlardan oluşan huzurlu ve mutlu bir toplum inşa etmek istiyorsak bunun için toplumu oluşturan her bir ferdin, bu dünyaya geliş nedenini keşfetmesi, varlık amacını bilmesi ve fıtratına uygun olan İslam’ın ilkeleriyle hem ruh dünyasını hem de yaşadığı toplumu tekrardan inşa etmesi kaçınılmaz zorunluluktur.
Bugün bin yıla yakın İslam’ın bayrağını şanlı bir şekilde dünyanın dört bir tarafına taşımış bu aziz milletin evlatları arasında ateizm, deizm, agnostisizm gibi inkârı benimseyen fikir ve görüşlerin hızlı bir artış gösterdiğine dair şikâyetlerin arttığına şahit oluyoruz. Lakin bu şikâyetleri sosyal medyanın yıkıcı etkisiyle karamsarlaşan insanların abartılı söylemleri olarak görmek gerekir. Zira gerçek şu ki, günümüz gençlerinin en büyük sorunu ateizm, deizm gibi inkâri fikirleri benimsemeleri değil; popüler kültürün etkisiyle haz ve zevk odaklı bir yaşamın büyüsüyle büyülenmeleridir. Özellikle sosyal medyanın özendirmesiyle kısa yoldan zengin olmak, cennet gibi gösterilen dünyanın bütün nimetlerine hemen ulaşmak ve dünyanın alabildiğine keyfini çıkarmak, gençlerin birinci önceliği haline gelmiştir. İşte bu dünyaperestlik; iman, ibadet ve güzel ahlak gibi kutsal değerlerin kıymetini silikleştirerek gençliğin gündeminden âdeta çıkarmıştır. Bu nedenle sosyal medya aracılığıyla oluşturulan dünya sevgisinin meydana getirdiği ahlaki yozlaşmayı inançsızlıkla bağdaştırmak, ‘gençler ateist, deist oluyor’ diye yorumlamak doğru bir değerlendirme değildir. Hatta inançsızlığın yayıldığının reklamını yapmak, bu kaotik ortamı lehine çevirmek isteyen şeytan ve onun insan cinsinden askerlerinin tuzağıdır. Buradaki önemli bir şeytani tuzak ise gençlerimizin cahilliklerinden kaynaklanan kafa karışıklığına ateizm, deizm, agnostisizm gibi felsefi maskeler giydirip inançsızlığı entellik kılıfıyla bilimsel bir olgu gibi göstermektir.
İnançsızlığı ve beraberinde gelen ahlaksızlığı en çok besleyen şey, dünyaya olan aşırı düşkünlük ve dünyevi hırstır. Gençlerimizin düştüğü durum, küfrü benimseyip sevmek değil; sosyal medyanın puslu dünyasında gerçek ile sahteyi ayırt edebilecek ilim, basiret ve ferasetten mahrumluk ve bu konudaki sahipsizliktir. Yani günümüzde gençlik, ahir zamanın kaotik ve karanlık atmosferinde, gece karanlığında fırtınalı bir denizde yol ve yön bulmaya çalışan pusulasız ve dümensiz gemi gibidir. Acil olarak bu gençliğe hakkı bulduracak bir ışık olmak hem önemli bir sorumluluk hem de önemli bir görevdir. Bunun için gençlerimizi hem aklen hem kalben Allah’a ve İslam’a yönlendirecek şefkatli, merhametli, gayretli, ihlaslı ve aynı zamanda ilmi yönden son derece donanımlı âlimlere ve onların mücahit ruhlu talebelerine ihtiyaç kaçınılmazdır.” diyerek yazımı, kıymetli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin “Ahlaksızlığın Tavan Yaptığı Bu Dönemde Tek Çözüm İslam Ahlakını Yayma Seferberliğidir” şeklindeki özlü yazısını siz değerli okurlarımla paylaşarak noktalıyorum.
“Bu zamanın en büyük sorunu ahlak sorunudur!..
Her ne kadar, bu ahir zamanda, imana, dine saldırılar her zamandan daha fazla artsa da, yani, ateizm, deizm veya agnostisizm gibi yoldan çıkmışlıklar bu zamanda her zamankinden daha fazla olsa da, bu imansız ve dinsiz zevatların sayıları, tarih boyunca ve şimdi, imanlı ve inançlılara göre her toplumda her daim istisna denecek kadar az olmuş ve sesleri çok fazla çıksa da etkileri her daim cılız ve her zaman çok zayıf olmuştur!
Çünkü, insan fıtratı, inkâra ve dinsizliğe öyle kolay kolay sapamamakta ve yine, tarih şahittir ki, insanlık ahlaken ne kadar bozulursa bozulsun, Allah’tan ve dinden kopmamıştır ve hâlâ da onca baskıya rağmen kopamamaktadır! Yine tarih şâhittir ki; insanlık var olalı beri toplumlarda, ateist ve dinsiz sayısı daha fazla bir toplum ya da devlet hiç olmamıştır ve bundan sonra da olması asla mümkün değildir!
Bu duruma, ilmi kelam da “kabulü amme” delili denir!
Yani insanlar batıl da olsa bir dine ve tanrı ya da sahte tanrılara hep inanmıştır ve bundan sonra da kesinlikle hep inanacaktır…
Ancak, maalesef ahlak meselesi böyle değildir!
Yani, insanlık Hz. Adem’den beri ahlakta ve iyi insan olmak yolunda hep geri kalmış ve her toplumda ezici çoğunluk maalesef her zaman namussuzlar, yalancılar, hırsızlar, katiller, sahtekâr, kibirli, riyakâr, haset ve insanlık düşmanı ahlaksız zevatlarla dolup taşmıştır!..
Hele bu zamanda yani Deccal’in asrında, ahlaksızlık her türüyle ve her anlamda tavan yapmış, maalesef insanlar insanlıktan şeytanlığa yuvarlanıp, “hayvan, insan, şeytan karışımı” iğrenç bir melez ırk haline gelmişlerdir…
Çözüm ise: Tam bir seferberlik mantığı içinde harekete geçmek, ilkokuldan en yüksek kariyer seviyesinde eğitimin her alanının içine yüksek İslam ahlakını okullara, köylere, şehirlere ve her yerlere yaymak, önce devletin, devletlerin ve tüm eğitimci ve gerçek alimlerin görevi olmalıdır!..
Hem de zerre gecikmeden ve hemen…
Yoksa, böyle giderse insanlık kendi kendini yok etmezse bile, vallahi vadedilen kıyametle Allah zaten yok edecek!..”
Ahlaksızlığın Tavan Yaptığı Bu Dönemde Tek Çözüm İslam Ahlakını Yayma Seferberliğidir / Şenel İlhan Beyefendi’nin Sohbetinden
Nail Başeski


Sadaka, mali bir ibadet olmanın yanısıra, içerdiği anlam itibariyle sadakat, doğruluk, samimiyet ve gönül kazanmaya yarayan bütün güzel davranışlardır.
Hz. Muhammed (sas);
“Her Müslümanın sadaka vermesi gerekir.” buyurdu. Bunu duyanlar bir an için şaşırdılar. Çünkü aralarında zengin olmadıkları için mal ile sadaka veremeyenler de vardı. Hemen sordular: “Sadaka verecek mal bulamayana ne dersin?”
Allah Resûlü, “Eliyle emek verir çalışır. Hem kendisi faydalanır, hem de sadaka verir.” buyurdu.
Sahabe tekrar, “Ya buna gücü yetmezse ne dersin?” diye sordular.
Peygamber, “İhtiyaç sahibi, darda kalmış ve mazlum kimselere yardımcı olur.” dedi.
Sahabe tekrar; “Ya buna gücü yetmezse ne dersin?” diye sorunca Resûlullah;
İyiliği veya hayrı ister.
Bunu da yapmazsa ne dersin?” diye dördüncü kez sorunca, “Kötülükten uzak durur. Bu da bir sadakadır.” buyurdular. (Müslim, Zekât, 55)
Hz. Muhammed başka hadislerde;
“Güneşin doğduğu her gün, insanın bütün eklemleri için sadaka vermesi gerekir, buyurmuş ve sadaka türlerini şöyle sıralamıştır;
İki kişinin arasını düzeltmek sadakadır.
Bir kimseyi kaldırarak hayvanına binmesine yardımcı olmak veya eşyasını ona yüklemek sadakadır.
Güzel söz sadakadır.
Namaza giderken atılan her adım sadakadır.
Yoldaki rahatsızlık veren şeyleri kaldırmak sadakadır.
Kendini doyurmak için harcadığı sadakadır.
Çocuğuna yedirdiği şey sadakadır.
Eşine yedirdiği şey sadakadır.
Hizmetçisini doyurduğu şey sadakadır.
Müslüman kişinin bir insana selâm vermesi sadakadır.
Müslüman kardeşine güler yüzlü davranmak sadakadır.
Kovasındaki suyu paylaşmak sadakadır.
Kaybolan birine yolu tarif etmek sadakadır.
İyi göremeyen birine rehberlik etmek sadakadır.
Üzerinde hakkı olduğu kimseye veya borçlusuna anlayışlı davranarak süre tanımak sadakadır.
Bir kimsenin diktiği ağaç veya ekinlerden her türlü canlının yedikleri sadakadır.”
Müslüman kimse, her gün güneş battığında kendisine şu soruyu yöneltmelidir;
Bugün ben sadaka adına ne yaptım?
Dert ve sıkıntı gideren, yüzleri gülümseten, kalpleri okşayan bir iş yapmışsa, hatta bunlardan hiç birini yapamamakla birlikte hiç bir canı acıtmadıysa, incitmediyse o günün sadaka borcunu ödemiştir.
Ne kadar bol sadaka, o kadar bol İman ve İslam.
Sadaka, imanı ve müslümanlığı ölçen terazidir.
MAHMUT GÖL / Sadaka, Müslümanlığı Ölçen Terazidir
DİYANET HABER


