
İÇİNDEKİLER
Çocuğuna Sevgini Göster
Çocuk Erkil Aileler
Beden Ötesi: İnsanın Gerçek Mahiyeti
İnsanın Gerçek Değeri
İlim ile Ahlak Arasında Bağ Var mı ?

Öğüt / Ömer Karaoğlu
İncinmiş çocuğun 7 yıkıcı iç sesi | Dr. Senai Demirci ile Terapi Odası | 1.Bölüm
Nasıl bilinçli ebeveyn olunur?

Çocuk fıtratın en saf halidir I Sadettin Acar I Yetime Dair



Çocuğuna Sevgini Göster
Yaşamın temelinde sevme ve sevilme ihtiyacının karşılanması yatar. Bu ihtiyacın karşılanmasında yaşanan aksaklıkların doğuracağı olumsuzluklar saymakla bitirilemez. Onun için sevmek çok önemlidir. “Sevgide güneş gibi, başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol” diyen Hz Mevlana atılacak adımı ne güzel dile getirmiştir.
Sevgiyi çocuk, ilk önce annesinde görür. Bu sevginin alınması, gelecek yaşamının temelini atacak olan güven duygusunun kazanılmasında en önemli ve en üst unsurdur.
Psikososyal ihtiyaçların içinde sıralanan ilk ihtiyaç da bu ihtiyaç, yani sevme ve sevilme ihtiyacıdır. Diğer ihtiyaçların karşılanmasının ya da karşılanmamasının doğuracağı sonuçlar da buna bağlıdır.
Kendisini dokuz ay büyük zorluklarla karnında taşıyan, ölümü göze alarak doğuran annesi tarafından sevilmek ne büyük bir nimettir. Allah bu sevgiyi vermeseydi ya da çocuk doğduktan sonra bu sevgiden mahrum etseydi neler olurdu? Bunu uzun uzun düşünmek gerekir…
Sevilecek ki, çocuk sevmeyi öğrensin. Gerçi sevme, fıtratında var ama bunun geliştirilmesi ancak kendisine gösterilen sevgilerle mümkündür.
Bir çocuğun ileride kendine güvenen, kendini değerli hisseden biri olabilmesi için yaşamının ilk iki yılında bunu öncelikle annesinden alması gerekir. Tabiî ki annenin de bu sevgiyi gösterebilmesi için baba tarafından desteklenmesi gerekir. Babaya çocuğun doğumuna yapmış oldukları katkılarından dolayı teşekkür edilecek değildir. O da baba olmanın sorumluluklarını yerine getirecektir.
Hamilelik dönemi ve doğumu takip eden ilk yıllar, annenin gece ve gündüzünün karıştığı yoğun bir yorgunluk hatta depresyon dönemidir. Bunun farkında olan daha doğrusu farkında olması gereken baba, annenin psikolojik sağlığını korumak adına harekete geçmesi gerekir. Annenin içerisinde bulunduğu ruh hali çocuğu çok fazla etkileyecektir. Annenin hormonal dengesinin devamı için anneye en büyük yardım ve desteği baba verecektir. Hormonal dengesi bozulan bir annenin emzirme döneminde çocuğuna bütün bunları geçirmesi mümkündür. Anne sinirli, agresif ya da çöküntü içerisinde olsa bu aynen çocuğa yansımaktadır. Annenin sürekli ağlama hali içerisinde olması, çocuğun da sürekli ağlama haline girmesine neden olabilecektir. Anne ne kadar rahat ise, ne kadar huzurlu ise, ne kadar mutlu ise; inanın çocuğunuz da o kadar rahat, huzurlu ve mutlu yani güleryüzlü olacaktır.
Benim ilk çocuğum askerlik görevimi yerine getirirken doğmuştu. Anne sürekli huzursuzdu. Çünkü görev yaptığım yer terörün yoğun olduğu bir bölge idi. Her an çatışma çıkar ve birileri vurulurdu. Eşimin her akşam televizyondan haber dinlerken yaşadığı heyecan, korku ve üzüntü daha anne karnındaki çocuğumuzu da etkilemişti. Doğduğundan itibaren sürekli ağlamaklı idi. Doğduktan 6 ay kadar sonra ancak, çocuğumun yanına terhisimle dönebilmiştim. Dönüşümle birlikte anneden ölüm korkusu kalkmış, kendini rahat ve güvende hissetmeye başlamıştı. Ben de evimle çocuğumla ilgilenmeye başladım. Çok uzun süre geçmeden o ağlaz ve sürekli huzursuzluk çıkaran çocuk pozitif anlamda değişmeye başladı.
Bu benim için büyük bir tecrübe idi. Bunu bilmenin ötesinde yaşamıştım. Şimdi rahat bir şekilde söyleyebiliyorum. “Babalar lütfen eşlerinizi rahat ettirin ve yardım edin ki, çocuklarınız da ruh sağlığı yerinde birer güzel insan olsunlar.”
Evet, annenin çocuğuyla akşama kadar ilgilenmesi onu elbette yoracaktır. Biraz olsun kolları rahat etmek isteyecektir. Biraz olsun çocuğun peşinden koşmadan durmak isteyecektir. İşte bu durumda baba devreye girmelidir. Sevgi ve ilgi göstermelidir.
Sevilen ve sevildiği kendisine gösterilen bir insanın, bir çocuğun, kendini huzurlu hissetmesi doğaldır. Kendini değerli hissetmesi doğaldır. Sosyalleşmesi ve duygusal gelişimini tamamlaması kolaylaşır.
Aksi bir durumda ise kendini değersiz hisseder, içe kapanabilir, anti sosyal davranışlar geliştirebilir. Depresyona girebilir. “Çocuklar ne bilir depresyonu” sakın demeyin. Ona yardım daha da zorlaşır. Sevgisiz bir ortam, gelişme geriliklerine de yol açabilmektedir.
Öncelikle ve özellikle anne, sonra baba, çocuklarına sevdiklerini kelimelerle belirtmelidirler. Davranışlarıyla bunu ortaya koymalıdırlar. Hele dokunmak yok mu? Dokunmak ayrı bir meziyettir. Duygusal, sosyal, dil ve zihin gelişimine çok büyük katkı sağladığını anlatmak zordur. Yapılan bir deney var. İki maymun yavrusunu almışlar. Birine tel üzerine konmuş bir biberonla süt vermişler. Diğerine ise yumuşak bir yer hazırlamışlar ve orada biberonla süt vermişler. Yumuşak zeminde beslenen maymun yavrusu diğerinden daha iyi gelişim göstermiştir.
Alın kucağınıza çocuğunuzu, sarılın, sıcaklığını hissedin ve ona da hissettirin. Bunu yaparken gözlerinin içine bakarak konuşun, bir yetişkinle konuşur gibi, sevgi dolu sözcükleri söyleyin.
Sevgi aradaki muhabbeti artırır. Sevgiyi dile getirmek yakınlaşmayı sağlar. Dokunmaya götürür. Sarılırsın sevgi sözcüklerini dile getirirken. Hem sen hem karşındaki huzur duyar, mutlu olur…
Neden esirgeyesin sevgini ve sevgi sözcüklerini?
Bizzat Yaratan, kullarına sevgiyi, rahmet ve merhameti esirgemezken; neden bu ihtiyacı karşılamakta acziyet gösterelim.
Yoksa sevgiyi dile getirmek ve göstermek büyükleri küçültür mü?
Yoksa sevgiyi dile getirmek ve göstermek büyüklere saygısızlığı mı getirir?
Allah (Celle Celalühü) sevmiş, Hz Muhammed (SAV) sevmiş… Hz Peygamber buyuruyor ki: “Bir kimseyi severseniz kendisine sevdiğinizi söyleyin.”
İşte ölçü bu.
Kendi eşine ve çocuğuna dost musun düşman mı? Bu ölçüyle kendini değerlendir.
Seven, sevdiğini dile getiren ve her şeyiyle gösterenlerden olabilenlere ne mutlu…
Uzm. Psikolog İbrahim ŞENEL

Eskiden çocuklar sokakta, kapı önünde komşu çocukları ile oynarlardı. Akşama kadar oyun ortamı içerisinde gerçek yaşamın kurallarını öğrenirlerdi. Mahalledeki büyükler çocuklarda olumsuz bir davranış gördüklerinde ise müdahale ederlerdi. O dönemlerde hiç kimse “benim çocuğuma karışamazsın”, “benim çocuğuma kızamazsın”, “kulağını çekemezsin” demezdi.
Çünkü komşular birbirlerine inanırlar ve güvenirlerdi. Haksızlık yapmayacaklarına inançları tamdı. Eğer bir çocuğa bir büyük bir şey söylemişse çocuğun bir kusuru olduğuna inanılırdı ve öyle kabul edilirdi.
Artık insanlarımız içinde yaşadığı topluma güvenmiyor. İçinde yaşadığı topluma inanmıyor. Her gördüğü insanı muhtemel bir tehdit unsuru olarak algılıyor.Zaten kalabalık aileden çekirdek aileye geçilmenin ve bunu sürdürmenin oluşturduğu kendine mahsus güçlü ve zayıf yönleri var. Kalabalık bir aile değilsiniz, akşama kadar çalışmak zorundasınız. Çocuğunuza bakacak güvenilir bir mürebbiye bulmakta zorlanıyorsunuz. Akşam eve gelince çocuğunuzla ilgilenmeye bile doğru dürüst bir vakit bulamıyorsunuz. Öyleki eşler bile birbirlerine nerdeyse merhaba demeye, güleryüz göstermeye vakit bulamıyor.
İşte bu durumda çocuk evde her istediğini elde etmeye başlıyor. Çünkü hem anne hem baba suçluluk psikolojisine girmekte ve çocuğun istek ve arzularını farkına varmadan kabul ederek yerine getirmektedirler.
Basit bir örnek olarak şunu söyleyebiliriz, yemek yediremediğimiz çocuğumuza ne yapıyoruz? Hemen TV de reklamları açıyoruz. Çocuk gözlerini TV de gördüklerine diktikten ve bütün dikkat ve algısını ona yönelttikten sonra kaşıkla yemekleri çocuğun ağzına veriyoruz. Çocuk ise bunları yiyor. Ama kesinlikle çocuk yediğinin farkında değil. O hala yemediğini sanmaktadır. “Olsun çocuk karnını doyurdu ya” deyip kendimizi avutmaktayız.
Çocukla vakit geçireceğim diye onunla zaten yorgun olan vücudumuzu TV karşısına geçirip çocuğumuzun istediği ve benimsediği, ruh sağlığı açısından olumlu olup olmadığına bakmaksızın programları seyretmeye başlıyoruz. Nasıl olsa birazdan da uyur diyerek zoraki bir gülümsemeyle vakit geçiriyoruz.
Hiç düşünmüyoruz. Bu yaptığımız davranış onun gelecek yaşamını nasıl etkiler?
Çocuk gibi düşünmeğe, çocuk gibi hissetmeğe başlıyoruz.
Sonuçta gelecek yok, hayatı planlama yok, günlük yaşıyoruz.
Anı yaşama dedikleri şey.
Ne geçmiş var ne gelecek.
Sadece ben, egom, arzu ve isteklerim.
Hayat bu işte.
Peki olması gereken hayat bu mu?
Allah’ın uygun gördüğü yaşam tarzını nasıl yakalayıp çocuğuma sunabilirim?
Düşünülmesi ve cevap bulunması gereken konu bu.
Ataerkil aile yapısı, anaerkil aile yapısı ve şimdilerde ise çocukerkil aile yapısı.
Artık ne anne var ne baba var özellikle TV ve İnternet odaklı çocukerkil aileler var.
Bunlar bize şunu sunuyor:
Düşünmeğe gerek yok.
Konuşmağa gerek yok.
Başka insanlara gerek yok.
Heva ve hevesler doğrultusunda bağımlılık var.
Uyuşturucu madde bağımlılığı vardı, şimdi internet bağımlılığı var. Mutlaka tedavi gerektirmektedir.
Yetişkinler yani anne ve babalar çocuklara göre hayatlarını düzene (aslında düzensizliğe) sokmaya başladıklarında iyi niyetle ama zararlı bir şekilde hem kendi geleceklerini hem çocuklarının geleceklerini hem içinde yaşanılan toplumun geleceklerini hatta hem de insanlığın geleceğini tehlikeye soktuklarının farkında değiller.
Çocuk okul dönemine gelinceye kadar bu şekilde davranıldığında bu davranışı söküp atmak o kadar kolay olamamaktadır. Daha doğrusu bu olumsuz davranışı kazandığı sürenin daha fazlası bir zaman ve çaba harcanarak o durumdan kurtarılabilir. Çok zaman alıcı ve daha yorucu bir durum değil mi sizce de?
Yaratan bizim için hayatı anlamlı verimli kılan kurallar adı verilen bir çok ölçü koymuş. Herkese nefisle mücadele etme görevi vermiş. Çocukla uğraşmak ve onu istenilen kul olma yönünde eğitmek ile nefsi Allah’ın istediği yönde eğitmek arasında hiçbir fark yok. Çocuğun da nefsinde istekleri bitmiyor. Onu nasıl dizginlemek gerekiyorsa ona göre hareket edilmelidir.
İşte Allah Rasulü Hz Peygamber (SAV) bize örnektir.
O’nun (SAV) çocukları ve torunları ile olan ilişkilerini tekrar gözden geçirelim.
Gözümüzü, hayatımıza anlam katan örnek şahsiyet Hz Peygamber (SAV) in bu konudaki emirlerine ve uygulama örneklerine çevirenlerden olabilmek dileğiyle.
Uzm. Psikolog İbrahim ŞENEL

Beden Ötesi: İnsanın Gerçek Mahiyeti
Geçtiğimiz asır, biyolojik bilimlerde büyük gelişmelere sahne oldu ve biyoteknoloji bugün küresel ekonominin önemli lokomotiflerinden biri haline geldi. Peki kendini davranışlarla gösteren insan ruhu için aynı parlak tabloyu çizebiliyor muyuz?
Yirminci yüzyılda bilimdeki büyük gelişmelere ve içinde bulunduğumuz zaman dilimine bilgi çağı denmesine rağmen, insan bir muamma olmaya devam etmektedir. İnsanların geçmiş davranışlarını anlamak ve gelecek davranışlarını öngörmenin yolu, insanı ve adeta büyük bir insan olan toplumu anlamaktan geçer. Bireylerin ve toplumların tepkileri öngörülenden ciddi farklılık arz ediyor ve bizi şaşırtmaya devam ediyorsa, bu bizim insan ve insan topluluklarını tanımaktan hala çok uzak olduğumuzu gösterir. Tıpta nasıl teşhis yanlış veya eksik olunca tedavi bir fayda sağlamıyor ve hastaların dertlerine bir çare bulunamıyorsa, özel ve sosyal hayatta da insanı yeterince tanımadan bireysel ve toplumsal problemleri çözmek mümkün değildir.
O yüzden insan ve toplumların problemlerini çözmek ve onlara kalıcı huzur ve saadet sağlamanın başlangıç noktası insanının mahiyetini doğru anlamak olmalıdır. Yoksa önerilen tüm çözümler ve yazılan reçeteler faydasız kalacaktır ve hayal kırıklığı devam edecektir.
Geçtiğimiz asır biyolojik bilimlerde büyük gelişmelere sahne oldu ve biyoteknoloji bugün küresel ekonominin önemli lokomotiflerinden biri haline geldi. Bunun sonucu olarak artık insan bedenini çok daha iyi tanıyor ve rahatsızlıklarını çok daha iyi teşhis ve tedavi edebiliyoruz. Hatta laboratuvarlarda bireylerin kendi genetik yapılarına uygun doku ve organların imal edilebileceği günler pek de uzak değildir.
Ama kendini davranışlarla gösteren insan ruhu için aynı parlak tabloyu çizmemiz hiç mümkün görülmüyor. Yani insanın bedeni veya maddî yapısı ile ilgili bilimler hızla gelişip parlak bir gelecek tablosu çizerlerken, insanın ruhu veya manevî yapısı ile ilgili bilimler bu gelişmeleri geriden takip etmişlerdir.
Bu manzara bile açıkça göstermektedir ki, insanın manevî yapısı ile ilgili mevcut bilgiler büyük oranda eksik, yetersiz ve hatta geçersizdir. Yapılması gereken ilk şey insanın mahiyetini kemikleşmiş önyargılardan ve ezberlerden arındırarak doğru anlamaya çalışmaktır. Bunu da müspet bilimin kaynağı olan gözlemlere dayanarak yapmalı ve bu konuda keskin bakışlı düşünürlerin akıl süzgecinden geçmiş fikirlerinden istifade etmelidir.
Çağımızın temel problemi madde bağımlılığıdır ve temel yanılgısı da herşeyin kaynağının madde olduğu önyargısıdır.
Mevcut bilimsel yaklaşımın da temelini oluşturan bu maddecilik fikri bilimden ziyade bir inanç ve ideolojidir. İnsanı temelde bir madde külçesi olarak gören ve hal, hareket ve hislerinin kaynağını maddenin etkileşimlerinin tezahürlerinde arayan bir yaklaşım, insanı anlamaktan uzaktır. İnsanı bir tesadüfler zinciri sonucu evrimleşerek teşekkül eden gelişkin bir hayvan türü olarak gören ve üzerine “bilimsel” kılıfı geçirerek koruma altına alınan bir bakış açısının da insanlığa sunabileceği pek bir şey yoktur. İnsanın bir hayvan türü olarak görüldüğü bir platformda insanlığın ulaşabileceği en yüksek nokta, “mutlu hayvan” noktasıdır. Bu da bedenin sağlıklı ve rahat olduğu, tüm ihtiyaçlarının giderildiği ve arzu edilen herşeye mümkün olduğunca ulaşıldığı bir duruma karşılık gelir. Bu mutluluk reçetesinin insanlar için ne derece geçerli olduğu tartışmalara açıktır.
Beden olarak bakıldığında insan ile hayvan arasında gerçekten de fazla bir fark yoktur. Hayvana nispeten insan çok daha zekidir, birlikte yaşamaya muhtaçtır ve ihtiyaçlarını birbiriyle alış-veriş yaparak karşılar. O yüzden insanlar genellikle “akıllı hayvan”, “sosyal hayvan” ve “ekonomik hayvan” olarak tanımlanmışlardır. İnsanların hayvanlardan dikkat çekici diğer bir farkı da alet kullanması, ve bir şey yapmaya başlamadan önce gerekli tüm malzemeleri bir araya getirmesidir ki bu da hayal gücünü gösterir.
Ancak insan ile hayvan arasındaki farklar bunlarla sınırlı değildir. Mesela insan geçmiş ve gelecek ile yakından ilgilidir, ve idraki yani anlayış ve algılayışı tüm zamanları kapsayacak genişliktedir. Bedenen bulunduğu yerde, içinde olduğu ânı yaşarken; hayalen, aklen ve kalben tüm zaman ve zeminlerde gezebilir, geçmiş ve gelecekten elem ve zevk alabilir, ve adeta ruhen çok geniş bir zaman diliminde yaşayabilir.
O yüzden bedenen cennet gibi bir hayat yaşıyorken geçmişten gelen elemler ve gelecekten gelen korkularla, hayvandan farklı olarak, ruhen cehennem azabı çekiyor olabilir. Veya kendisi her bakımdan rahat ve mutlu iken empati ile başka insanların, bilhassa yakınlarının, ıstırabı hazır keyfini kaçırır ve onların acısıyla gözyaşı döker.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “İnsan, herbir zîhayatla alâkadardır. Bu itibarla insan her zîhayatın saadeti ile saidleşir ve elemleri ile müteessir olur… Annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette validelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur.” (29. Lem’a, 2. Bab) Hayvanlar ise—şefkat hissiyle donandıkları annelik dönemleri hariç—acı içindeki hemcinsleriyle hemhal olmazlar ve hayatları normal seyrinde devam eder.
Maddesi itibariyle, dünya, evren içinde ve insan da dünya içinde bir nokta bile değildir. Yani insanın beden olarak varlığı ancak nokta içindeki bir noktadan ibarettir. Ama mânâsı yani ruhu itibariyle ve akıl, hayal, kalp ve istidat gibi herşeyi kuşatan manevî uzuv ve histeriyle öyle bir büyüklüğü vardır ki, koca dünya hayalinde bir nokta gibi kalır. İnsanın manevî uzuvlarıyla aldığı lezzetler de elemler de—gelişmişliklerine bağlı olarak—bu büyüklükleriyle orantılıdır.
İnsan ite hayvan arasındaki farkın büyüklüğü de maddede değil mânâdadır. Bediüzzaman’ın ifadesi ite, “insanın her ferdi, birer nev’ gibidir. Zira nur-u fikir onun âmâline öyle bir vüs’at vermiş ki; bütün ezmanı [zamanları] yutsa tok olmaz. Sair enva’ın efradlarının mahiyeti, kıymeti, nazarı, kemali, lezzeti, elemi ise cüzi ve şahsî ve mahdud ve mahsur ve ânidir. Beşerin ise ulvî, küllî, sermedîdir. ” (Muhakemat, 1. Maksat)
Maddî uzuv veya organ olarak insanlar arasında pek bir fark yoktur ve hepsi adeta birbirinin aynıdır. Kişilerin boy ve kiloları bir miktar farklılık arzetse de bir insanın kıymeti ve hayattan aldığı lezzet ve elemlerin büyüklüğünün bedeninin büyüklüğü ile pek fazla bir alakası yoktur.
Birisi için “büyük insan” dendiği zaman herhalde akla kişinin boy veya kilosunun büyüklüğü gelmez. Manevî uzuvlar açısından ise iki insan arasındaki fark dünyalar kadar büyük olabilir. Mesela yavrusu için hayatını tehlikeye atan bir anne şefkat kahramanı olarak göklere çıkarılırken, masum bir yavruyu öldüren bir kişi de canavar olarak yerin dibine indirilir. Bilimle uğraşıp aklen yücelen insanlar baş tacı edilirken, geniş halk kitleleri vasat insan muamelesi görürler. Bir insan yüksek ahlakî değerleriyle adeta ilaç gibi topluma şifa olurken, bir diğeri hırs ve gadabıyla insanlığa zehir olabilir.
Kısacası iki insan arasındaki fark iki hayvan türü arasındaki farktan çok daha fazla olabilir ve bu fark maddede değil tamamen mânâda yani ruhtadır.
İnsan ile hayvan arasındaki en çarpıcı fark, sahip oldukları midelerin sayısındadır. Hayvanlarda bir, insanlarda ise birçok mide vardır. Acıktığımız zaman yediklerimizi öğüten hepimizin bildiği maddî mide, insanlarda da hayvanlarda da esas olarak aynıdır. Bu maddî midenin gıdası, yeryüzünü adeta müstesna bir sofraya çeviren envaiçeşit yiyeceklerdir.
İnsanlardaki diğer mideler, insan olmakla ilgilidir, ve hepsi madde dışı yani manevîdir. Mesela akıl bir midedir, ve gıdası bilgidir. Sevme hissi bir midedir, gıdası sevgidir. Cömertlik veya ikram hissi bir midedir, ve gıdası ikram etmek veya edilmektir. Maddî veya manevî tüm mideler beslendikçe büyür, aç kaldıkça da cılızlaşır. Tüm midelerin açlıkları azap, doymaları ise hazdır.
Bildiğimiz mideden beslenen maddî uzuvların büyümelerinde bir sınır vardır. Ama manevî uzuvlar için böyle bir sınır söz konusu değildir. Bazen hırs veya düşmanlık gibi tek bir his o kadar gelişir ve kök salar ki, adeta tüm insana hükmeder. Bedendeki maddî uzuvların hepsi iyidir ve bir faydaya yöneliktir. İstidat ve kabiliyet tohumları olarak insan fıtratına ekilen manevî uzuvlar için de iyilik esastır. Fakat bunların terbiyesi insanın iradesine tabidir, ve bunlardan hangileri sulanıp beslenirse ancak onlar gelişir. Diğerleri kuru bir tohum gibi uyumaya devam eder. Hatta suiistimal edilip yanlış yönlendirilirse zehirli meyveler verir.
İnsan bedeni bir bahçenin toprağı gibidir. Bahçenin kıymeti toprağından ziyade üzerinde büyüyen bitkilerin kıymeti ile orantılıdır.
PROF. DR. YUNUS ÇENGEL / Zafer Dergisi

İnsanın Gerçek Değeri
İnsanın gerçek kıymeti, “Allah’ın ahsen-i takvîmde yarattığı en güzel ve en mükemmel mahlûk” olmasındadır. İman etmekle bu büyük kıymetin farkına varan insan, kendinde tecellî eden İlâhî isimlerin her birini düşündükçe hem Rabbine şükreder, hem de Allah katındaki değeri bu tefekkürle daha da artar.
Allah’ın ihya (hayat verme) fiilinin ve Muhyi (hayatı veren) isminin de yine en güzel ve mükemmel şekilde insanda tecellî etmesi, insana ayrı bir kıymet kazandırır. Balıklardan, aslanlara, cinlerden meleklere kadar bütün canlılara hayat ihsan eden Allah, bu en büyük nimetini, en mükemmel şekilde insanda sergilemiştir.
Aynı şekilde, rızıklandırma fiili ve Rezzak ismi de en ileri derecede insanda icra edilmiş ve kendini okutmuştur. İnsana ihsan edilen rızıklar saymakla bitmez. Bazı hayvanlar, miktar olarak insandan daha fazla yeseler bile, bu kadar çeşitli ve lezzetli nimetler hiçbir hayvana ihsan edilmemiştir. Bir bütün olarak bedeninin ve ona takılı her bir organının şekline bakan mümin, Allah’ın tasvir fiilinin ve Musavvir isminin en mükemmel olarak bu bedende tecellî ettiğini düşünür. Anne rahminde kendinden hiç haberi yokken, iç içe karanlıkların ötesinde ona bu mükemmel bedenin ihsan edilmesinden dolayı kalbi şükür ve minnet duygularıyla dolar. Diğer esmâ-i İlâhiyeyi de aynı şekilde düşündüğümüzde, her bir ismin tecellisiyle insanın ayrı bir şeref kazandığını ve ayrı bir kemâl bulduğunu anlar ve Rabbimize esmâ-i İlâhiyenin tecellileri sayısınca hamd ve şükrederiz.
Biz İlâhî sanatlardan ancak gözümüze çarpan ve nazar sahamıza girenleri bir derece tefekkür ediyor ve Allah’ın ne kadar büyük ve üstün bir sanatı olduğumuzu anlamaya çalışıyoruz. Rabbimizin çok daha derin ve ince sanatlarını göremiyoruz.
İlgili bilim adamlarımızın kendi sahalarında verdikleri örnekler herkesi hayretler içinde bırakıyor. Bin defa büyütüldüğünde ancak küçük bir nokta kadar görülebilen bir hücrede, beş bin tane gen bulunduğunu ve yine insanın her hücresinde bütün organlarının mânevi planının mevcut olduğunu dinlediğimizde Allah’ın sonsuz kudreti gibi sonsuz ilim ve hikmetine de akıl erdiremeyeceğimizi çok iyi anlıyoruz.
İnsanın gerçek kıymeti, ruhunun melekleri çok gerilerde bırakan istidatlarla donatılmış bulunmasında ve onun hanesi olan bedeninin, yaklaşık, yüz trilyon hücreden yapılmış bir kudret ve hikmet mucizesi olmasında aranmalıdır. İnsanın makam ve servet vb şeylerle başka insanlardan üstün olması ve onların nazarında büyük addedilmesi, bu gerçek kıymet yanında kayda değmeyecek kadar küçük ve önemsiz kalır.
Prof. Dr. Alaaddin Başar

Allah’ın Sizi Yalnız Olmaya Davet Etmesinin 7 Sebebi | İSLAM
İlim ile Ahlak Arasında Bağ Var mı ?
Günlük hayatta ahlak denilince daha çok pratik (amelî/uygulama) alan akla gelir. Yeme içme, giyim kuşam, geçim ve iş hayatı, görgü kuralları gibi hususlar bunların başında gelir. Bir ‘değer’ alanı olması itibarıyla kutsal ve sosyal müeyyide ile irtibatlı olan ahlak, kişinin kendisi, inancı, içinde yaşadığı toplum, çevre ve devlet gibi nice konularla içiçedir. Bunun yanında ahlakın genetik veya sonradan öğrenilen bir konu olup olmadığı, kültür ve tarihsel hafıza ve insan tabiatının-mizacının ahlak ile ilgisi ayrı bir bahistir. İnsanın aldığı eğitim, içinde bulunduğu devir-dönemin ruhu, iç dünyasındaki umut ve beklentiler ahlakı yakından ilgilendirir. Onun için üzerinde ne kadar düşünce üretilirse üretilsin, ne kadar fazla konuşulursa konuşulsun konuya dair net bir çözüm beklemek, gerçekçi olmaz. Çünkü konu, bir yönüyle pratik hayatla ilgilidir ve hayat, bir ırmağın akışı gibi sürekli değişkendir.
Ahlak kelime olarak hulk’tan gelmekte olup kişinin nefsinde yerleşik bulunan yatkınlıklara işaret eder. Bu açıdan ‘fiiler, nefsten herhangi bir fikrî ve iradî güçlüğe ihtiyaç kalmadan sâdır olur’ demişlerdir. Yatkınlıklar, iyi ise nefsten ‘faziletler’, kötü ise ‘reziletler’ şeklinde ortaya çıkar. Bu açıdan ahlak, özünde nefsten bilgi verir ve onu faziletli fiillerin kendisinden doğmasını sağlayacak şekilde terbiye etme işini üstlenir. 1 Şunu biliyoruz; bir kişinin tavrının ahlaka konu olabilmesi için onun akıl, irade ve ihtiyara (seçimde bulunma imkanına) sahip olması gerekir. Akıl, üzerinde işlem yapılacak konu ile ilgili bilgiyi sağlar. İrade ise bir şeye yönelmeyi ifade eder. İhtiyar, iki veya daha fazla sayıda seçime konu olan şeyler arasında (iyi-kötü, faydalı-zararlı) seçim yapma işidir. Bütün bunlar aynı anda olmalıdır. Eğer ki, kişide bunlardan herhangi biri bulunmazsa, ahlak da ortaya çıkmaz. Onun için çocukluk aşamasındakiler henüz olgun bir akla sahip olmadığından yapıp etmelerine ahlakî diyemiyoruz. Aklı veya aklî dengesi yerinde olmayanlar ile iradî (bilinçli) bir yönelimi içermeyen konular da ahlakî değildir. Demek ki, istek ve öfke yetisini dengeleyecek aklî muhakeme yetisi varsa, biz o kişiyi ahlak varlığı olarak görebiliriz.
İslam ahlak düşüncesinde ahlakta ‘iyi’ ve ‘kötü’yü belirleme yetkisi, başka bir ifade ile ahlakta otorite olarak Cenâb-ı Hakk görülür. Farklı itikadî mezhepler arasında tartışmalı bir konu olsa da nihayetinde akıl yerine vahyin bu yetkiye sahip olması, ağır basan görüş olarak kabul edilir. Her ne kadar aklın sahih işleyişi ile ahlakta iyi ve kötü bulunabilir, belirlenebilir olsa da muhakemesine duyguların karıştığı aklın doğru karar verip veremeyeceği her zaman tartışmalı bir konudur. Bunun yanında ahlakî değerler, genel geçer birer ilke olarak kabul edilir. Aksi halde kişiye, zaman ve zemine göre değişkenlik gösteren değerler, ahlakı aşındırır. Hal böyle olunca, kendilerini Hz. Muhammed’in manevi evladı olarak gören İslam düşünürleri başta olmak üzere Müslüman toplum açısından ahlakı belirleyen varlık, Allah Teâlâ; onun yeryüzünde ne şekilde anlaşılıp uygulanacağı konusunda ise Hz. Muhammet birer kaynak olarak kabul edilmiştir. Bu açıdan ahlakta Allah rızasını kazanmayı hedeflemek ve Kur’an’ın ifadesiyle ‘üsve-i hasene’ olan Hz. Peygamber’in (Ahzâp Suresi, 21) yaşantısını örnek almak ahlakta esas olmuştur. “Biz, seni, âlemlere gerçekten rahmet olarak gönderdik!” (Enbiya Suresi, 107). “Şu bir gerçek ki, sen, yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem Suresi, 4). “Ben, güzel ahlakı tamamlamak üzere (peygamber olarak) gönderildim.” (Hadis) şeklindeki dini verileri bu bağlamda düşünebiliriz.
Dünyaya beşer olarak geliriz, insan olmak için hayat boyu mücadele ederiz. Zira akıl
varlığı olmamız itibarıyla aklımızı ve ona dış dünyadan veri sunan diğer idrak yetilerini yerli
yerince kullanmak gibi bir görevimiz vardır. Beş duyu ve bunların iç dünyamızdaki yansımaları,
akıl dediğimiz düşünme yetimize sürekli veri/malzeme sunar. Dış dünyayı incelemek, tabiat
yasalarını öğrenmek, yaşam için onlardan istifade etmek akıllı varlık olmamızın gereğidir.
Özellikle güvenlik, barınma, geçim ile ilgili vücut bulan düşünceye dayalı araştırmalar ve ilimler,
pratik/amelî aklın ürünü olarak kabul edilir. Bunlar dünya hayatının imarı için elzemdir. Bu
konularda hangi toplum-millet ilim bayrağını önde götürürse, gündemi belirleme imkanına da
onlar kavuşur. Bunun yanında bir de merakın ürünü olan ve varlık incelemelerini içeren
düşünce boyutu vardır. Buna da teorik/nazarî akıl denilir. Bu çeşit akıl yürütme ile var olan
nedir-nelerdir sorusuna cevap aranır. Tabiatta var olanların alt yapısında nelerin var olduğu
(cevher-araz, atom altı parçacıklar, karanlık madde vb. gibi) sorusundan soyut ve manevi
varlıklara uzanan çizgide varlık hiyerarşisi incelenir. Fizik-metafizik bütünlüğü içinde insan,
kendine bir anlam küresi inşa eder. Bu anlam küresi dahilinde, amelî aklın bulguları belli bir
sisteme kavuşur ve insan, niçin varım, ne için yaşıyorum, elimde ve etrafımdaki şu şey-ler ne
işe yarar gibi ne-dir, nasıl ve niçin sorularına cevap verir hale gelir.
İlim, her bir akıl sahibi Müslüman için farz (ödev) ve yitik hikmet olup beşikten mezara kadar talep edilmesi gereken nimettir. İlim ile insan, aslında kendinde olmayan ‘akl’ı talep eder. Bu talep dünyanın en ücra köşesinde bile olsa oraya uzanır. İlim, bir ihtişamdır ve bulunduğu yeri mamur hale getirir. Uzun süreli kavga, yoksulluk ve dargınlık, fesat (bozulmayı) getirir demişlerdir. İnsanlar, kavramlarda anlaşabilirse uzlaşı ortaya çıkar. Yoksulluğu bertaraf etmek için tabiatın dilini bize çözümleyen bilgi önemlidir. Dargınlık ise nihayetinde ancak ahlak güzelliği ile bertaraf edilebilir. Bu açıdan ilim/bilgi olmadan, tabiatın dilini anlamadan, anlamlı ve sahih bir varlık küresi inşa etmeden ne düzgün ve düzenli bir (dış) yaşam ne de ahlaklı bir (iç) yaşam söz konusudur. İlim, uygulama (amel) içindir diye filozof Âmirî’ye (v. 992) hak vermemek elde değildir.
İbn Sînâ (v. 1037), insanı, beden + nefs varlığı olarak görür (ki, çoğu İslam düşünürü böyle kabul eder) ve asıl olanın nefs olduğunu söyler. Çünkü beden fani, nefs bakidir. Akıl ise nefs cevherinin gelişmiş ve varlığı idrak eden halidir. Asıl olan ise aklın nazarî kısmıdır. Onun için insandan geriye nazari akıl kalır ki, bunun görevi, dünya hayatında ilim yoluyla Allah’ın, diğer manevi varlıkların ve nesnel unsurların sahih bilgisini elde etmesidir. Çünkü hakiki saadet ancak bununla elde edilir. Kişiye düşen görev, nazarî akıl itibarıyla varlığın ‘doğru’ bilgisine; amelî akıl yönüyle ‘güzel ahlak’a ulaşmasıdır. Demek ki, bu dünyada kişinin en önemli vazifesi, akıllı canlı olarak varlığın doğru bilgisine ve ahlakî olgunluğa erişmesidir. Kişinin her iki açıdan sözü edilen durumlara nail olması, onun vazifesi olması yanında ahlakî bir görevidir de. Şu halde ahlak, sadece yeme içme, oturup kalkma vb. durumlar değil bilgi ve kültür açısından da hareket halinde olmak manasındadır. Çünkü ‘güzel’ olarak nitelenen erdemlere/faziletlere ancak doğru bilgi ile ulaşılabilir.
Tasavvuf ehlince ilim, yaşam pratiği (amel) için olmakla birlikte işin daha özünde ahlak, kişinin iç dünyasında cimrilik, pintilik, haset fesat, kin kibir, merhametsizlik gibi nice menfi duygu ve düşünce hallerinden insanın kendini arı duru hale getirmesi çabasıdır. Yunus Emre’nin “Çün okudun bilmezsin / Ha bir kuru emektir” şeklindeki eleştirisi, ilmin yaşanmak için tahsil edilmesine yöneliktir. “İlim meclislerinde okudum kıldım talep / İlim geride kaldı, illâ edep, illâ edep” ifadesi de aynı minval üzeredir. Yaşanmadıkları bilgiyi taşıyanlara, Kur’an’da, ‘Kitap yüklü eşekler!’ (Cuma Suresi, 5) şeklindeki ağır tenkide bu gözle bakmakta fayda vardır. Bir de bilgiyi dünyevî haksız menfaat, zorbalık, zulüm, kibir vb. amaçlı kullananlar da vardır ki, söz konusu kişiler, amaç ile aracı birbirine karıştıranlar olarak resmedilir Fârâbî (v. 950) düşüncesinde. Çünkü insan, bu dünyada fani bir varlıktır. Ancak onun özü olan nefsi, bakidir. Onun için ilim, baki olan âleme yönelik olarak işlev görmelidir. Dünyevî geçim, gelir temini gibi hususlar elbette önemlidir. Ancak ilim, ‘insan’ ‘olmak’ içindir. Namık Kemal’in (v. 1888), E. Renan’a (ö. 1892), Renan Müdafanamesi isimli eserinde ‘ilim sadece kuvvet elde etmek için değil aynı zamanda kişinin mânen olgunlaşması içindir’ demesi bu açıdan anlamlıdır.
Bugün modern düşünce, ilmi (bilgi), bir kuvvet olarak görür. Descartes’a atfedilen, ‘tabiatın hakimleri ve efendileri olacağız’ mottosu ilginçtir! Çünkü aydınlanma düşüncesi ile birlikte ilim, bir şeye karşı güç devşirmenin ve ona hakim olmanın aracı unsuru olarak görülmüştür. Halbuki ilim, kişinin kendini (nefsini), yakın çevresi ve içinde yaşadığı tabiat ve toplumu (devlete), hemcinsini (insanları) tanıması ve insana sorumluluk bilinci vermesi gereken bir meziyet olmalıdır. Ki bu durumda ancak ilim, bir ahlakî eylem olabilir. Aksi halde akıl ve ilim, pekala kötüye de kullanılabilir. Nitekim günümüz şartlarında en çetrefil ve en tahripkâr haksızlık ve ahlaksızlıkların ancak üst seviyede bilgi ile mümkün hale geldiğini artık biliyoruz. Sözü büyük bilge Yunus’umuza bırakalım:
İlim ilim bilmekdir. İlim kendin bilmekdir.
Sen kendini bilmezsin, ya nice okumakdır ?
Okumakdan ma’nâ ne ? Kişi Hakk’ı bilmekdir.
Çün okudun bilmezsin; ha bir kuru emekdir.
Okudum bildim deme, çok tâat kıldım deme.
Eri Hak bilmez isen, abes yere yelmekdir.
PROF. DR. AHMET ÇAPKU