logo

Söylesem tesiri yok, sussam gönül râzı değil.

Fuzuli / Vefa Her Kimseden Kim İstedim Ondan Cefa Gördüm

Fuzuli / Beni Candan Usandırdı

Asıl adı Mehmed, babasının adı ise Süleyman’dır. Başkalarının tercih etmeyeceğini düşündüğü ve olumlu anlamıyla kendisini tanımlayıcı bulduğu için “fuzûlî” sözcüğünü mahlas olarak almıştır. Selçuklular zamanında Kerkük ve Bağdat çevresindeki geniş alana yerleşen Türkmenlerin Bayat boyundandır. Kaynakların bir kısmı, Fuzûlî-i Bağdadî diye anılmasından ötürü onu Bağdatlı gösterirken Necef, Hille veya Kerbelalı olduğunu söyleyenler de vardır (Karahan 1996: 240-246). Fuzûlî’nin doğum yeri gibi doğum tarihi de tam olarak bilinmemektedir Son yıllarda yapılan çalışmalarda şairin Türkçe Dîvânı’nın mukaddimesinde geçen “menşe ve mevlidim Irak” ibaresinin ebced değeri olan 888/1483 yılında doğduğu kabul edilmektedir (Dakukî 1996: 53-68; Mazıoğlu 1997: 61).

İlk eğitimini, kaynaklarda Hille müftüsü olduğuna dair rivayetlerle anılan babasından almış olması muhtemeldir. Daha sonra Rahmetullah adlı başka bir hocanın derslerine devam ettiği söylenir. Eğitim sürecinin evreleri belirsizliğini korusa da bilgin şairlerden olduğu kesindir. Bilginliğinden ötürü eski kaynaklar ondan Mevlânâ Fuzûlî diye bahsederler. Her ne kadar kaynaklarda Ahdî’nin “bende-i ehl-i tarîkat” (Solmaz 2005: 460) nitelemesindeki belirsizliği ortadan kaldıracak, tasavvufa ne zaman ve nasıl meylettiğine dair merakımızı giderecek bilgiler bulunmasa da Fuzûlî’nin mistik tecrübeye sahip olduğu ve Şiiliğe mensubiyeti eserlerinden anlaşılmaktadır.

Siyasal istikrarsızlığın ve mezhep farklılığına dayalı ayrışmaların yaşandığı bir coğrafyanın bütün gelgitlerini onun hayatı ve eserleri üzerinden okumak mümkündür. Fuzûlî, kısacık ömrünü üç ayrı devletin tebası olarak tamamlamıştır. Çocukluk ve gençlik yıllarında Bağdat ve çevresi Akkoyunlu Türkmenlerinin egemenliğindedir. O da ilk kasidesini Akkoyunlu Elvend Bey’e sunmuştur. Yaşadığı bölgede etkili olan Muşaşaîlerden Ali bin Muhsin’e de Arapça kaside sunduğu bilinmektedir. 1508 yılında Bağdat, Şah İsmail’in eline geçince Fuzûlî, Safevilerin Bağ­dat valisi olan İbrahim Han Musullu’ya iki kaside ve bir terci-bent sunarak himayesine girmiştir. İbrahim Han’ın ölümünden sonra korumasız kalan şair, 1527 yılında tekrar Hille veya Necef’e geri dönmüştür. Bu dönemde Necef’teki Hz. Ali Türbesinde türbedarlık yaptığı tahmin edilmektedir.

1534 yılında Kanunî, Bağ­dat’ı fethettiğinde Fuzûlî, padişaha uzun bir kaside sunmuş ve “Geldi burc-ı evliyâya pâdişâh-ı nâmdâr” dizesini tarih düşürmüştür. Bu fetih onun Osmanlı ordusuyla birlikte Bağdat’a gelen şairler­den Hayalî ve Taşlıcalı Yahya ile tanışmasına vesile olmuştur. Leylâ ve Mecnûn mesnevisinin önsözünde anlattığına göre şairin, bu eserini adı geçen iki şairin teşvikiyle kaleme aldığını söylemesi bu buluşmayı önemsediğini gösterir.

Osmanlı bürokratlarına da kasideler takdim etmiş ve onların yakınlığını kazanmaya çalışmıştır. Kanunî için beş kaside yazan Fuzûlî, ayrıca Sad­razam İbrahim Paşa, Kazasker Abdulkadir Çelebi ve Nişancı Celalzâde Mus­tafa Çelebi gibi devlet ileri gelenlerine de kasideler sunmuştur. Ömrü boyunca gönlünce bir hami (patron) bulamamıştır. Osmanlıların Bağdat’ı fethinden sonra Fuzûlî, bir daha depreşmemek üzere ümitlerini kaybettiğini ünlü Şikâyetnâme adlı eserine yansıtmıştır (İnalcık 2003: 54-71).

Bağdat’ın fethinden ölümüne kadar (1534-1556) geçen zaman içinde Fuzûlî’nin ömrünü nerelerde geçirdiği tam olarak bilinmemektedir. Onun bazı şiirlerinde Bağdat’ı övdüğü, bazı şiirlerinde ise Bağdatlıları eleştirdiği ve ömrünün o bölgede geçmesine hayıflandığı görülür. Şair yukarıda bahsi geçen türbedarlık görevi dolayısıyla Kerbela ve Necef’te bulunmuş olmalıdır.

Fuzûlî, 963/1556 yılında Bağdat ve çevre­sini kasıp kavuran büyük veba salgını sı­rasında muhtemelen Kerbela’da vefat etmiştir. Ölümüne ebced hesabıyla “Geçdi Fuzûlî” sözüyle tarih düşürülmüştür. Mezarlarının ehl-i beyt türbelerine yakın olmasını arzu eden pek çok Şiî gibi Fuzûlî de bir beytinde, öldüğü zaman üzerine Hz. Hüseyin’in gölgesinin düşeceği bir yere gömülmeyi vasiyet etmiştir. Bu isteğine uygun olarak Kerbela’daki Hz. Hüseyin Türbesinin yanına gömüldüğü sanılmaktadır.

Fuzûlî’nin aile çevresinden sadece oğlu Faz­lî Celebi hakkında kırık dökük malumat vardır. Ahdî’nin verdiği bilgilerden muamma yazmaya meyilli bir şair olduğu anlaşılmaktadır (Solmaz 2005: 476).

Eserleri

Fuzûlî üç dilde; Arapça, Farsça ve Türkçe manzum ve mensur eserler vermiştir. Onun eserleri Azerbaycan, İran ve Türkiye’de geçtiğimiz yüzyılın başından itibaren yayımlanmıştır. Azerbaycan’da ve Türkiye’de edebiyat alanında yapılan ilk akademik çalışmaların konusu Fuzûlî’dir. Divan edebiyatıyla ilgili akademik çalışmaların emekleme aşamasında olduğu dönemde Hasan Ali Yücel, “Ali” mahlasıyla şiirlerine nazireler yazdığı Fuzûlî’nin bütün eserlerini hazırlamak üzere 27.10.1941 tarihinde bir komisyon kurmuştur. Bu komisyonun üyelerinin yaptığı çalışmaların bir kısmı farklı nedenlerle yayımlanamamıştır (Kürkçüoğlu 1956: 8-9). Ama yayımlananlar bile Fuzûlî’ye dair bilgilerin sağlam temeller üzerine inşa edilmesine yetmiştir.

1-Türkçe Eserleri

Fuzûlî Dîvânı: Fuzûlî’nin şiire dair görüşlerini anlattığı mensur bir mukaddimeyle başlayan mürettep divanının nüshalarına aşağı yukarı bütün yazma eser kütüphanelerinde rastlanır. Tebriz, Bulak, Taşkent, Kahire ve İstanbul başta olmak üzere pek çok kültür merkezinde eski harflerle basılmıştır. Bu bakılardan bir kısmı Külliyat-ı Divân-ı Fuzûlî şeklindedir. Külliyat içinde başta Leylâ ve Mecnûn olmak üzere diğer eserlerine de yer verilmiştir (İpekten 1997: 30-43). Eski harflerle en fazla basılan divanlardan biri olan Fuzûlî Dîvânı yeni harflerle de basılmıştır (Gölpınarlı 1948; Tarlan 1950). Gölpınarlı ve Tarlan neşirlerinde kasideler yer almamaktadır. Mevcut baskılar ve yazmalar taranarak Kenan Akyüz ve arkadaşları tarafından karşılaştırmalı metni yayınlanmıştır (1958; 1990). Fuzûlî’nin Türkçe Dîvânı’nda 42 kaside, 302 gazel, 1 müztezad, 12 musammat (3 murabba, 3 muhammes, 2 tahmis, 2 müseddes, 2 terci-bend), 42 kıt’a ve 72 rübai bulunmaktadır.

Cem Dilçin, bu son üç baskıdaki gazel, musammat, kıt‘a ve rübaileri kendisinin Fuzûlî’nin şiirlerinde saptadığı belirgin özellikler açısından değerlendirerek bazı notlar düşmüştür (Dilçin 2001).

Leylâ ve Mecnûn: Türk edebiyatında Leylâ ile Mecnûn denildiğinde ilk akla gelen isim Fuzûlî’dir. Leylâ ve Mecnûn (y. 1535) mesnevisinin “Sebeb-i Nazm-ı Kitâb” kısmında Fuzûlî, eserini Bağdat’ın Kanuni tarafından fethi sırasında tanıştığı Osmanlı şairlerinin teşvikiyle yazdığını söyler. Leylâ ve Mecnûn, Bağdat ve Halep beylerbeyi olan Üveys Paşa’ya sunulmuştur.

Fuzûlî’nin bu eseri, Türk edebiyatında yazılan diğer mesnevilerden daha fazla ilgi görmüş, tanınmış, sevilmiş, yazma ve matbu olarak çoğaltılmış ve üzerinde çok sayıda çalışma yapılmıştır (Onan 1956; Ayan 1981; Doğan 1996). Leylâ ile Mecnûn hikâyesi, Fuzûlî ile birlikte yerli hikâye özelliği kazanmış, Türk edebiyatının en lirik eserleri arasında yer almıştır.

Beng ü Bâde: Afyonla şa­rabın karşılaştırılarak şarabın üstün tu­tulduğu 444 beyitlik bu eser, Şah İsmail’e sunulmuştur. Eser münazara tarzında yazılmış alegorik bir mesnevidir. Dolayısıyla farklı yorumlara açıktır. Bazılarına göre eser, Osmanlı Padişahı II. Bayezid ile Şah İsmail arasındaki mücadeleyi sembolize etmektedir. Eserin Şah İsmail ile Müşaşaîlerden Ali b. Muhsin arasındaki mücadeleyi anlattığı da ileri sürülmüştür. Fuzûlî külliyatı için­de defalarca basılan eser Kemal Edip Kürkçüoğlu tarafından yayımlanmıştır ( İkinci bs.1956).

Hadîs-i Erbain Tercümesi: Molla Câmî’nin Hadis-i Erbaîn adlı eserinin Nevayî’nin kırk hadis çevirisinin verdiği ilhamla Türkçeye uyarlanmasıdır. Mensur bir mukaddi­me ile başlayan risalede hadisler kıtalar şeklinde çevrilmiştir. Eser Abdülkadir Karahan ve Kemal Edip Kürkçüoğtu tarafın­dan yayımlanmıştır. Kürkçüoğlu yayı­mında hadislerin Arapça asılları ve Câmî’nin Farsça manzum tercümesi birlik­te verilmiştir (1951).

Sohbetü’l-Esmâr: Fuzûlî’ye ait olduğu henüz kesinlik kazanma­mış 200 beyitlik bir mesnevidir. Eserde bir bağda meyvelerin konuşmaları, ken­dilerini övmeleri ve tartışmaları anlatı­larak insanların da gerçek değerlerini düşünmeden boş yere anlaşmazlıklara düştükleri alegorik bir şekilde ifade edi­lir. Eser önce Hamit Araslı tarafından yayımlanmış, daha sonra Araslı’nın yayımladığı me­tin (1958) esas alınarak Kemal Peker (1960 ve Se­dit Yüksel tarafından neşredilmiştir (1972).

Hadikatü’s-Süedâ: Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin Ravzatü’ş-şühedâ adlı maktelinden uyarlanan eserde Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid edilişi anlatılmaktadır. Arada bazı manzum parçaların da yer aldığı mensur bir eser­dir. Buna rağmen Şiî ve Alevi-Bektaşi toplulukları arasında manzum eserler kadar itibar görmüştür. Klasik dönemin popüler kitaplarındandır. Yazma eser kütüphanelerinde çok sayıda nüshası vardır. İstanbul, Kahire ve Tebriz gibi önemli merkezlerde birçok defa basılmıştır. Ha­dîkatü’s-Süedâ’nın tenkitli neşri bir ta­nıtma ve değerlendirmeyle birlikte Şeyma Güngör tarafından yapılmıştır (1987). Selahattin Güngör (Saadete Ermişlerin Bahçesi, İstanbul 1955, 1965, 1970), M. Faruk Gürtunca (Ermişlerin Bahçesi, İstanbul 1979, 1980) ve Servet Bayoğlu (Erenler Bahçesi, Ankara 1986, 1990) tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır.

Mektuplar: Fuzûlî’nin bu­gün elde bulunup yayımlanan mektup­larının sayısı beştir. Bunlardan Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi, Musul Mirlivası Ahmed Bey, Bağdat Valisi Ayas Paşa ve Kadı Alâeddin’e yazılan mektuplar Abdülkadir Karahan tarafından yayımlanmış­tır (1948). Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadelerinden Bayezid’e yazdığı mektup ise Hasibe (Çatbaş) Mazıoğlu tarafından neşredilmiştir (1948; 1997). Fuzûlî’nin mektupları arasında en tanınmışı Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi’ye gönderilmiş olan ve edebiyat ta­rihlerine Şikâyetnâme adıyla geçen mektuptur.

2-Farsça Eserleri

Fuzûlî, Farsça divan tertip etmiştir. Farsça eserleri arasında divanından başka Heft-câm (Sâkinâme), Sıhhat u Maraz (Hüsn ü Aşk) mesnevisi ve Rind ü Zahid adlı mensur eseri tanınmıştır.

Farsça Dîvân: Fuzûlî’nin Farsça Dîvânı hacim itibariyle Türkçe Dîvânı’ndan büyüktür. Farsça Dîvân’da 49 kaside, 410 gazel, 3 musammat (1 terkib-bend, 1 murabba, 1 müseddes), 46 kıt’a ve 105 rübai vardır. Eserin Türkçeye tercümesi (1950) Ali Nihad Tarlan, tenkitli neşri ise Hasibe Mazıoğlu tarafın­dan yapılmıştır (1962). Bazı kaynaklarda ayrı bir eser olarak da değerlendirilen Enîsü’l-kalb adlı 134 beyitlik Farsça bir kasidesi Farsça Dîvân yayımının içinde kasideler kısmında yer almıştır.

Heft-câm: Sâkinâme adıyla da tanınan bu mesnevi 327 beyitten ibarettir. Bu mesnevi, 38 beyittik bir mukaddime ile yedi bölümden meydana gelmektedir. Tasavvufî mahiyetteki eserde musiki alet ve kavramları münazara kurgusu içerisinde konuşturulur. Fu­zûlî’nin diğer eserleri arasında Sâkinâme adıyla birçok defa basılan eser Fars­ça Dîvânı içinde de yayımlanmıştır.

Risâle-i Muamma: Fuzûlî’nin muamma ustası olduğu bilinmektedir. Farsça muammalarının yer aldığı bu risâleyi Kemal Edip Kürkçüoğlu, şairin Türkçe muammalarını da ilave ederek yayımlanmıştır (1949).

Rind ü Zâhid: Zâhid bir ba­ba ile rind oğlu arasındaki tartışmaları ihtiva eden bu mensur eserde rind şairin gönlünü, zâhid de düşüncesini temsil etmektedir. Eser Üsküdarlı Mustafa Salim tarafından Türkçeye çevrilmiş (1869), tenkitli neşri ise Kemal Edip Kürkçüoğlu tarafından yapılmıştır (1956). Rind ü Zâhid son olarak Hüseyin Ayan çevirisiyle yayımlanmıştır (2012).

Sıhhat u Maraz: Rûhnâme veya Hüsn ü Aşk olarak da bilinen eser Sühreverdi’nin Mûnisü’l-Uşşak’ından esinlenerek yazılmıştır. Ta­savvufî ve alegorik mahiyetteki bu mensur eserde ruh ve beden ilişkisi sembolik olarak ele alınmaktadır. Kahramanları hüsn, aşk, ruh, kan, safra, balgam, sevda, mizaç, sıhhat, dimağ, maraz ve perhizdir. Eski tıp ilminin kavramlarına tasavvufî anlamlar yükleyerek dervişin fenafillaha erişebilmesi için neler yapması ge­rektiği anlatılır. Eser, Abdülbaki Gölpınarlı tarafından da açıklamalar ve notlarla yayımlanmıştır (1940). Sıhhat u Maraz’ın en son baskısı Hüseyin Ayan çevirisiyle yapılmıştır (2012).

3-Arapça Eserleri

Arapça Dîvân tertip ettiği söylense de günümüze sadece on bir adet Arapça kasidesi ulaşmıştır. Bir de kelâm ilmiyle ilgili Matla’u’l-İtikâd fî Marifeti’l-Meb­de ve’l-Me’âd adlı Arapça mensur bir eseri vardır. Muhammed b. Tavit at-Tancî tarafından önsöz ve notlarla neşre hazırlanan eser, Esat Coşan ve Kemal Işık’ın çevirileriyle yayımlanmıştır (1962).

Fuzûlî, Türk edebiyatının zirvesindeki ustalardandır. Müstesna bir şair ve usta bir nesir yazarıdır. Üç dillidir. Eserlerinden anladığımız kadarıyla musiki, tıp, tefsir, hadis ve kelam ilminde söyleyecek sözü vardır. Çok yönlü ve üretken bir sanatkârdır. Türk edebiyatının en lirik ve etki alanı en geniş şairidir. Öyle ki hayat hikâyesi hakkında ayrıntıya girmeyen Osmanlı biyografi yazarlarının kültürel mirasını devralan Türk aydınları eski şiire yüzlerini çevirdiklerinde Fuzûlî’nin eserleriyle gözleri kamaşmıştır. Türk edebiyatı alanında yapılan ilk akademik çalışmaların; başta Ali Nihat Tarlan olmak üzere Abdulkadir Karahan’ın, Hasibe Mazıoğlu’nun doktora tezlerinin Fuzûlî’nin eserleri üzerine olması bir tesadüf değildir. Bugün bu birikime yaslanan yüzlerce akademik çalışmanın arkasından Fuzûlî’nin eserlerine bakma imkânına sahibiz.

Fuzûlî, çocukluk yıllarından itibaren şiire ilgi duymuş, âşıkane gazeller yazarak edebiyat dünyasına adım atmıştır. Türkçe ve Farsça divanındaki şiirleri onun öncelikle bir gazel şairi olarak kendini gerçekleştirme arzusu taşıdığını gösterir. Farsça Dîvânı’nda 410 gazel, Türkçe Dîvânı’nda 302 gazel olmak üzere divanlarında yer alan 712 gazeliyle Fuzûlî, Türk edebiyatının en çok gazel söyleyen şairlerindendir. Fuzûlî divanlarındaki dil ayrılığı, sanki duyuş ve deyiş düzeyini etkilemeksizin farklı okur kitlelerine ulaşma amacına yönelmiştir. Türkçe ve Farsça şiirlerindeki ortak redif ve kafiye kullanımının sıklığı da bulduğu mazmun ve istiarelerin ne denli iç içe olduğunu gösterir (Ceylan 2011: 13-20).

16. yüzyılın sonuna kadar Türk ve Fars edebî çevrelerinde mesnevi tarzında Genceli Nizamî, gazelde ise Şirazlı Hâfız hemen her şairin edebiyat dünyasına girişindeki kılavuzudur. Fuzûlî de Fars şiirinin bu iki müstesna ustasının eserlerine ilgisiz kalamamıştır. Bunlara ilave olarak yaşadığı muhitin doğusundaki Timurlu, batısındaki Osmanlı aydın ve şairlerini de daha eğitim sürecini tamamlamadan tanımış olabileceği muhtemeldir. Çağatay şiirinin en büyük ustası Ali Şir Nevâyî ve aynı muhitteki Molla Câmî ile Osmanlı şairlerinden Necatî’nin eserlerini yakından tanıdığı bilinmektedir (Gölpınarlı 1961: XXVIII-XXXVII). Onun için Fuzûlî, hem dil özellikleri hem de devraldığı birikimi olağanüstü yeteneği sayesinde dönüştürmesi bakımından Anadolu ve Çağatay sahası arasında adeta bir köprü konumundadır (İsen 1996: 43-47). Yaşadığı coğrafya, Türk kültür ve sanatının Herat, Tebriz ve İstanbul hattındaki gelişim çizgisinin ortasında yer aldığı için dili itibariyle her iki tarafa da anlaşılabilir gelen şair, büyük ustalığı yanında bu özelliği sayesinde de Türkçenin en çok okunan isimlerinden biri olmuştur.

 Fuzûlî, şiir hakkında görüşü olan ve konuyla ilgili düşüncelerini paylaşan şairlerdendir. Kabiliyetinin farkındadır. Biricikliğini dolaylı biçimde görünür kılmak için kimsenin tercih etmeyeceğini düşündüğü bir mahlas seçmiştir. Türkçe ve Farsça divanlarının dibacelerinde şiir sanatı konusundaki görüşlerini ortaya koymuştur (Doğan 2009). Türkçe Dîvânı’nın dibacesinde söylediğine göre; ilimsiz şiirin temeli olmayan duvar gibi kalıcı olmayacağını anlayarak bilgisini ilerletmiştir (Akyüz vd 1990: 14-15). Bu süreci hangi aşamalardan geçerek tamamladığına dair ipuçlarını sıralamıştır. Bir şairin şiir hakkında söyledikleriyle ortaya koyduğu eserlerde eriştiği estetik düzey her daim aynı olmaz. Sanat alanında teori ile uygulama örtüşmeyebilir. Fuzûlî bu bakımdan da ayrıcalıklı yere sahiptir; şiirleri, şiire dair söylediklerini her daim aşacak düzeydedir.

Fuzûlî divanlarındaki şiirleriyle eriştiği lirizmi Leylâ ve Mecnûn mesnevisindeki gazelleriyle de pekiştirmiştir. Türk edebiyatında Leylâ ile Mecnûn denildiğinde ilk akla gelen isim hiç şüphesiz Fuzûlî’dir. Her ne kadar mesnevisinin “Sebeb-i Nazm-ı Kitâb” başlıklı kurmaca bölümünde Leylâ ve Mecnûn (y. 1535) hikâyesinin Türkler arasında bulunmadığı söyleniyorsa da Fuzûlî’nin, kendisinden önce Leylâ ile Mecnûn yazan Ali Şir Nevayî’nin eserinden haberdar olmadığı düşünülemez. Çünkü Nevayî, Fuzûlî’nin okuduğu, şiirlerine nazireler yazdığı bir şairdir. Ancak, Nevayî’nin eseri Doğu Türkçesi ile yazılmış olduğundan Leylâ ve Mecnûn’un Batı Türkleri arasında bulunmadığı kast edilmiş olmalıdır. Fakat Fuzûlî’nin Osmanlı sahasında daha önce yazılmış Leylâ ile Mecnûn mesnevilerinden, en azından Edirneli Şâhidî’nin eserinden haberdar olduğu bilinmektedir (Erbay 2012:107-118).

Leylâ ve Mecnûn mesnevisiyle birlikte Mecnûn, bir hikâye kahramanından çok Fuzûlî’nin acılarının izdüşümü gibi algılanır. Öyle ki Fuzûlî’nin hayatına dair pek çok ayrıntıdan haberdar olmadığımız halde gazellerinde, Leylâ ve Mecnûn mesnevisindeki içtenliğine kapılarak yaşadığı acıların şiirlerinde anlattıklarından daha büyük olduğunu sanırız. Hatta şairin bizzat kendisi “Gâh Mecnûn gâh ben devr içre nevbet bekleriz” dediği halde sanki kaderin gizli bir müdahaleyle sürekli Fuzûlî’ye nöbet tutturduğu izlenimine kapılırız. Geleneğin dünyasında yücelen şiirsel yalnızlığı ve hüznü divan dünyasının dışındakilerce de çok iyi algılandığı için Fuzûlî, pek çok aşk hikâyesinde Mecnûn’a eşlik ve mihmandarlık etmiştir. Fuzûlî’ye yönelik bu olağanüstü kabul ve teveccühü Ahmet Hamdi Tanpınar “Fuzûlî’ye Dair” yazdıklarında “ferdî” veya “şahsî” masal sahibi olmasına bağlar. Çünkü “halk muhayyilesinde şair, bir masalı olan insandır. Fuzûlî’nin eseri daima bu masalı besler”(1977: 137).

Fuzûlî bütün çabalamalarına rağmen gidemediği için kahırlandığı uzak diyarların her köşesine şiirleriyle erişmiştir. Osmanlı coğrafyasında şiir ve musikinin icra ortamı bulduğu her muhitte Fuzûlî adı anılmıştır. Yüksek kültürün hâkim olduğu saray ve konaklardan tekke ve tasavvuf hayatının canlı olduğu muhitlere kadar çok geniş bir çevrede Fuzûlî etkili olmuştur. Divan şairleri arasında eserleri en çok tanzir edilen şair hiç şüphesiz Fuzûlî’dir. Nazire mecmularında ve hatta cönklerde Fuzûlî adının ilk sıralarda yer aldığı görülür. Bunda Fuzûlî’nin yaşadığı coğrafyada Nesimî ve Habibî gibi şifahi üslûbun söyleyiş özelliklerini ustaca kullanan şairlerden devraldığı miras ile tasavvufun tevile oldukça müsait, çok katmanlı ve yeri geldiğince dünyevî gerçekliği örten dilini birleştirmesinin payı vardır. Tıpkı Hâfız gibi Fuzûlî’nin şiirleri de tasavvufi yorumlara açık olmanın ötesinde bir nevi telkin eder. Dolayısıyla eski şiirin sacayağı konumundaki aşk, şarap ve ıstırap tasavvufun imbiğinden geçirilmiş çok katmanlı bir anlam çerçevesine kavuşur. Bilindiği gibi tasavvufun dili en geniş manasıyla “bezm”in lügatinden devşirilmiştir. Dolayısıyla tasavvufun bu dünya ile öteki dünya arasında koşutluk oluşturan mecaz ve sembollerini ustalıkla kullanan Fuzûlî’nin şiirleri çok katmanlı bir yapı arz etmektedir. Okurlar üzerinde çok kolay söylenmiş izlenimi uyandırmasına karşın onun bazı şiirlerini, belki muamma söylemekteki yeteneğinin de etkisiyle ustaca kurduğu görülür (Dilçin 2010).

Divan edebiyatında şiir ve musiki iç içedir. İşret meclisleri ise bu iki sanatın en başta gelen icra ortamlarıdır. Fuzûlî’nin hem Genceli Nizamî’den esinlenerek Sakinâme yazan bir şair hem de musiki bilgisine sahip olduğu bilinmektedir. Şiirlerinde âhenk unsurlarını ustalıkla kullanması da bilgisini tecrübeye dönüştürdüğünü göstermektedir. Dolayısıyla Fuzûlî’nin şiirleri bestelenmeye oldukça elverişlidir. Fuzûlî’nin Türkçe şiirleri zevk bakımından birbirinden oldukça farklı sanatkârlar tarafından bestelenerek musiki meclislerinde icra edilmiştir (Kam 1959: 97-106; Uzun 1996: 327-354). Hem yüksek kültürün temsilcileri tarafından hem de belli başlı Osmanlı kültür merkezlerinin dışında halk musikisiyle klasik musikinin harmanlandığı muhitlerdeki sanatkârlar tarafından güftesi Fuzûlî’ye ait gazeller sevilerek okunmaktadır. Âşık edebiyatının temsilcileri tarafından da üstat olarak kabul edilen Fuzûlî’nin şiirleri, Urfa ve Harput gibi kültür ve sanat merkezlerindeki musiki meclislerinde icra edilmektedir (Macit 2010: 86-93). Bunlara ilave olarak Alevi-Bektaşi meclislerinde“yedi ulu ozan”dan biri olarak kabul edilen Fuzûlî’nin şiirlerinin ibadet şevk ve heyecanıyla okunduğu bilinmektedir.

Osmanlı coğrafyasındaki muhitler dikkate alınarak takip edilen bu çizginin Azerbaycan ve İran kültür çevreleri açısından daha ilgi çekici bir seyir izlediğini görmek mümkündür. Şöyle ki 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Safevi saraylarındaki siyasal nedenlerle Farsçanın itibar kazanmasıyla birlikte merkezden kenara doğru zorlanan Türk edebiyatı, nispeten âşık edebiyatı içinde nefes alma olanağı bulmuş ve özellikle Kerbela mersiyelerinde artışlar olmuştur. Fuzûlî’nin eserlerinde en mükemmel örneklerini gördüğümüz Kerbela mersiyeleri ve maktel geleneği Azerî sahasında yetişen şairlerin eserlerinde klasik formunu koruyarak devam etmiştir (Macit 2006: 217-228).

Türk kültür ve sanatının modernleşme sürecinde Fuzûlî’nin gazelleri ile Leylâ ve Mecnûn’u sanatkârların göz ardı edemeyeceği bir kaynak olma özelliğini her daim korumuştur. Yalnız Türkiye’de değil Özbekistan, Türkmenistan ve özellikle Azerbaycan’da şiirleri bestelenmiş, sahne sanatlarının konusu olmuştur. Azerbaycanlı ünlü müzisyen Üzeyir Hacıbeyli, 12 Ocak 1908’de Leylâ ile Mecnûn’u İslam dünyasında ilk opera eseri olarak sahnelemiştir. Sadece divan şiirinde değil, Tanzimat’tan günümüze kadar Türk şiirinde de Leylâ her daim sevgilinin, Mecnûn ise âşığın simgesidir. Ahmet Haşim’den Necip Fazıl’a, Behçet Necatigil’den Sezai Karakoç’a kadar modern Türk edebiyatının bütün şairlerinin eserlerine Fuzûlî muhabbeti eşlik etmektedir. Fakat özellikle Nurullah Ataç’ın yazıları, Necatigil’in yoğun göndermeleri ve Sezai Karakoç’un Leylâ ile Mecnûn adlı eseriyle Fuzûlî muhabbeti modern bir dile dönüştürülmüştür.

TÜRK EDEBİYATI

SU KASİDESİ

Vezni: fâ’ilâtün / fâ’ilâtün / fâ’ilâtün / fâ’ilün

Redifinden dolayı “Su Kasidesi” diye anılan bu manzume, başındaki “Kaside der na’t-i Hazret-i Nebevi” ifadesinden de anlaşılabileceği gibi aslında bir naattır.  Bilindiği gibi Hz. Peygamberi övmek ve ona arşı duyulan sevgiyi ifade etmek amacıyla yazılan kasidelere naat denir. Üstat Fuzuli bu naatinde Hz. Muhammed’e duyduğu derin sevgiyle birlikte, suya duyulan hasret ve aşk temalarına yer vermiştir. Su Kasidesi Fuzuli’nin Türkçe Divan’ındadır.

1. Beyit:
Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlare su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su

Eşk: Gözyaşı
Denlü: Denli, gibi, kadar
Od: Ateş
Kim: ki bağlacı. Burada açıklama göreviyle kullanılmış

Günümüz Türkçesi:
Ey göz! Gönlümdeki içimdeki ateşlere gözyaşımdan su saçma. (Ki) Çünkü bu kadar çok tutuşan ateşlere suyun faydası olmaz.

Edebi sanatlar:
Nida: Ey göz!
Mübalağa: Şairin gönlündeki ateşlerin su ile söndürülemeyecek derecede çok olması
Hüsn-i talil: Gözden yaş gelmesi, gözün gönüldeki yangını söndürmeyi istemesine bağlanmıştır.
Mecaz: Od’un aşk ateşi yerine kullanılması.
Tezat: Su-ateş

Açıklama:
Şair gönlündeki aşk ateşiyle yanmakta ve acı çekmektedir. Bu durumu gören göz, aşk ateşini söndürebilmek ve şairin acısına son verebilmek için gözyaşından su saçmaktadır. Ancak bu, boşuna bir çabadır. Çünkü suyun söndürmek istediği ateş, manevi bir ateştir. Su,  böylesine bir ateşi söndüremez. Şair, bu beyitte dindirilmesi olanaksız olan bir aşk ve ıstırap içinde olduğunu söylüyor. Bunun yanında göze su saçmamasını söylüyor çünkü gerçek aşıklar asla gönüllerindeki aşk ateşinde bir azalma olmasını istemezler.

2. Beyit:
Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su                           

Âb: Su
Gûn: Renk
Âb-gûn :Su rengi, Mavi
Devvâr: Devreden, dönen.
Günbed: Kubbe
Günbed-i devvâr rengi: Gökyüzünün rengi.
Muhît olmak: Kaplamak, çevrelemek

Günümüz Türkçesi:
Dönüp duran (gök)kubbenin rengi su renginde midir, yoksa gözümden akan yaşlar mı dönen kubbeyi kaplamıştır, bilemiyorum.

Edebi sanatlar:
Mübalağa: Gözyaşının gökyüzünü kaplaması.
Tecahül-i Arif: Gökyüzünün neden mavi olduğunu bilmezlikten geliyor.
Hüsn-i Talil: Göğe kendi gözyaşlarının renk verdiğini söylemesi.
Tenasüp: ‘Göz, su, saç-; od, dutuş-’ kelimeleri arasında anlam ilgileri vardır.

Açıklama:
Bu beyit Azeri şivesinin bir özelliği olan vurgu yoluyla soru cümlesidir. Şair,  “Âb-gûndur” derken “su renginde midir?” şeklinde bir soru soruyor. Bu beyitte Fuzuli, çok ağladığını ve gözyaşlarının gökyüzünü kapladığını söylüyor. Gökyüzünün su renginde (mavi) olması bu sebepten olsa gerek diye düşünüyor.

3. Beyit:
Zevk-i tîgundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırağur rahneler divâra su

Tîg: Kılıç
Zevk-i tîg: Kılıcın zevki
Aceb yoh: Şaşılmaz.
Çâk çâk: Parça parça kılıç şakırtısı.
Mürûr: Akma, geçme
Mürûr ilen: Geçmek, akmak suretiyle, zamanla.
Rahne: Yarık, oyuk
Dîvâr: Duvar.

Günümüz Türkçesi:
(Ey sevgili!) Senin kılıcının ( kılıca benzeyen keskin bakışlarının) zevkinden gönlüm parça parça olsa da buna şaşılmaz. (Nitekim) Su da akarken duvarda yarıklar meydana getirir.

Edebi sanatlar:
Açık İstiare:Sevgilinin bakışları kılıca benzetilmiş. Kendisine benzetilen kılıç söylenmiş.
Teşbih: Aşığın parça parça olan gönlü üstünde yarıklar olan duvara benzetilmiş.
Tenasüp: Su-divar-rahne sözcükleri birbiriyle karşılıklı olarak uygundur.
Leff ü neşr (Düzensiz): Birinci dizedeki tig – gönül – çak çak sözcükleri sıralanmış ve ikinci dizede bunlarla ilgili  su – duvar – rahne sözcükleri söylenmiştir.

Açıklama:
Aşık, sevgilinin bakışlarından zevk duyar. Fakat bu bakışlar aşığın gönlüne tesir edici ve onu yaralayıcıdır. Bundan dolayı sevgilinin bakışı keskinliği yönüyle  kılıca benzetilmiş ve kılıç, keskin bakış anlamında kullanılmıştır. Su ve kılıç arasında da bir ilişki vardır. Bir kılıca kızgın demir haldeyken ne kadar iyi su verilirse kılıç o kadar iyi olur. Sevgilinin o bakış kılıcı geldiğinde aşığın bağrındaki yangına su gelmiş olur. Su serpilmiş olur.

4. Beyit:
Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânın sözün
İhtiyât ilen içer her kimde olsa yâre su

Vehm: Kuruntu, yersiz korku
Dil: Gönül
Mecruh: Yaralı
Dil-i Mecruh: Yaralı gönül
Peykan: Temren, okun ucundaki sivri çelik parça.
İhtiyat: Tedbirli olma

Günümüz Türkçesi:
Yaralı gönül senin okunun (ok temrenine benzeyen kirpiklerinin) sözünü korka korka söyler. (Nitekim) Yarası olan suyu ihtiyatla, çekine çekine içer.

Edebi sanatlar:
Açık istiare: Sevgilinin kirpikleri oka benzetilmiştir.
Ad aktarması (Parça -bütün): “Temren” söylenerek okun hepsi kastedilmiştir.
Teşbih: Aşığın gönlü yaralı, hasta bir insana benzetilmiştir.
Leff ü neşr (Düzenli): Birinci dizedeki vehm – mecruh – peykan sözcükleri sıralanmış ve ikinci dizede bunlarla ilgili  ihtiyat – yara – su sözcükleri söylenmiştir

Açıklama:
Sevgilinin kirpikleri oka benzetilmiştir. Ok yaralayıcıdır. Aslında peykan okun ucunda bulunan ve temren denilen bir çelik parçasıdır. Bir önceki beyiti açıklarken de belirttiğimiz gibi çeliğin birleşiminde su vardır. Dolayısıyla ok (sevgilinin kirpikleri) hem yaralayıcı hem de ferahlık vericidir. Yaralı bir kişiye su vermek tehlikelidir. Böyle kişilere su az ve son derece dikkatli bir şekilde verilir. İşte gönülden yaralı olan şair bu sebeple sevgilisinin kirpiklerinden bahsederken korkuyor. Ama bunun yanında da ferahlama ümidiyle söz etmeden de yapamıyor.

5. Beyit:
Suya versün bâğban gülzârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün teg verse min gülzâre su

Suya vermek: Sele vermek, mahvolmaya bırakmak.
Bağ-bân: Bahçıvan
Gül-zar: Gül bahçesi
Teg: Gibi; tek
Min: Bin

Günümüz Türkçesi: 
Bahçıvan, gül bahçesini sele versin (boşuna) zahmet çekmesin. Bin gül bahçesine su verse senin yüzün gibi (güzel) bir gül açılmaz.

Edebi sanatlar:
Teşbih: Sevgilinin yüzü güle benzetilmiş.
Tenasüp: Suya vermek, bağban, gülzar, gül, su kelimeleri arasında anlam ilgileri vardır.
Hüsn-i Talil: Bahçıvanın görevi gül yetiştirmektir. Bu beyitte görevi sevgilinin yüzünün renginde veya şeklinde gül yetiştirmek gibi düşünülmüş.
Tevriye: ‘Tek’ kelimesinin hem ‘bir’ anlamı hem de ‘gibi’ anlamı vardır.
(Yüzün teg: birinci anlamı yüzün gibi; ikinci anlamı yüzün tektir, eşsizdir.)

Açıklama:
Şair bu beyitte sevgilinin güzelliğini övmektedir. Sevgilinin (Hz. Muhammed) yüzü eşi, benzeri bir daha bulunamayacak bir güle benzetilmiştir. Gül mevsimi de Hz. Muhammed’in bulunduğu Asr-ı Saadet’tir. Hz. Muhammed öldükten sonra bu dünyanın kıymetinin kalmamasını bahçıvanın gül bahçesini suya vermesiyle eş tutuyor.

6. Beyit
Ohşatabilmez gubârını muharrir hattuna
Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su

Ohşatabilmez: Benzetemez
Gubâr: Toz,
Gubârî: Toz gibi çok ince bir yazı türü.
Hat: Yazı, çizgi, yanaktaki ince tüyler
Muharrîr: Yazar (Beyitteki anlamı: Hattat).
Hâme: Kalem

Günümüz Türkçesi: 
Hattatın gözlerine (aynı levhaya) bakmaktan kalem gibi kara su inse de (yine de) gubârî yazısını senin yüzündeki tüylere benzetemez.

Edebi sanatlar:
Tezat: Bakmak ve gözlerine kara su inmek yani kör olmak arasında tezat sanatı vardır.
Benzetme: Gubarî yazısını sevgilinin yüzündeki tüylere benzetiyor.
Kinaye: 1. Kalemin gözlerinden kara su (mürekkep) inmesi- gerçek anlam
2. Kağıda, yazıya devamlı bakan insanın gözlerinin kızardığının, kanlandığının, karardığının, mecazen zayıfladığı ve kör olmaya yüz tuttuğunun vurgulanması.
Tenasüp: “gubâr – hat – muharrir – hâme – kara su (mürekkep)” kelimeleri arasında anlam ilgileri vardır.  

Açıklama:
Gubârî yazısını yazanlar çok ince iş yaptıkları için gözleri çabuk bozulur ve giderek kör olur yani gözlerine kara su inermiş. Şair bu beyitte yazarın ne kadar uğraşırsa uğraşsın isterse o levhaya bakmaktan gözleri kör olsun yine de gubârî yazısını sevgilinin yanağındaki tüylere benzetemeyeceğini söylüyor. Çünkü yanağındaki tüyler çok daha incedir. Yahut ne kadar ince yazarsa yazsın yazar sevgilinin ayva tüyleri kadar ince yazamaz. Beyitin anlamını daha derinlemesine incelersek divan şiirinde sevgilinin yüzü, beyaz, temiz ve düzgün olması bakımından “safha, levha, sahife ve Mushaf”a benzetilmiştir. Sevgilinin Mushaf’a benzetilen yanağındaki tüyler de Mushaf’ın yazılarıdır. Kalemin gözlerine (kamıştan yontulan kalemin ucundaki ince bir yarık olan göze )kara su inmesi, mürekkebin karalığındandır. Hat­tatın gözüne kara su inmesi de beyaz kâğıda baka baka yorulması ve kör olmasıdır. Fuzûlî dolaylı olarak “hattat, gözlerine kara su ininceye kadar yazı yazsa Mushaf’ın (Kur’ân’ın) yazısına benzer bir yazı yazamaz” gerçeğini dile getirmiş de oluyor.

7. Beyit
Ârızun yâdıyla nemnâk olsa müjgânım n’ola
Zayi’ olmaz gül temennâsiyle vermek hâre su

Ârız: Yanak
Yâd: Hatırlama, anma
Nem-nâk: Nemli, ıslak
Müjgân: Kirpikler
Temenna: Dileme, isteme, dilek, istek
Hâr: Diken

Günümüz Türkçesi:
Senin yanağını anmaktan dolayı kirpiklerim ıslansa ne çıkar? Zira gül elde etmek isteğiyle dikene verilen su boşa gitmez.

Edebi sanatlar:
Teşbih: Sevgilinin yanağı güle, diken kirpiğe benzetilmiş.
Leff ü neşr: Birinci dizedeki ârız – yâd – nemnâk sözcükleri sıralanmış ve ikinci dizede bunlarla ilgili  gül – temenna – su sözcükleri söylenmiştir
Tenasüp: gül-hâr-su” kelimeleri arasında anlam ilgileri vardır.

Açıklama:
Şair, nasıl ki gül yetiştirmek için dikene su vermek boşuna değilse sevgilinin güle benzeyen yanağını görme isteğiyle kirpiklerinin nemlenmesi yani ağlamak normaldir diyor. Sevgilinin yüzü güneş gibi parlaktır. İnsan nasıl güneşe baktığında gözlerinden yaşlar akarsa aşığın da sevgilinin parlayan yüzü aklına geldiğinde gözleri yaşarıyor.

8. Beyit:
Gam güni etme dil-i bîmârdan tîgin dirîğ
Hayrdur vermek karanu gicede bîmare su

Bîmâr: Hasta
Dil-i bîmâr: Hasta gönül
Dirîğ etmek: esirgemek
Karanu: karanlık

Günümüz Türkçesi:
Gamlı günümde kılıcını (kılıç gibi keskin olan bakışını) hasta gönlümden esirgeme; (zira) karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir.

Edebi sanatlar:
Leff ü neşr (Düzenli): Birinci dizedeki Gam güni – tig sözcükleri sıralanmış ve ikinci dizede bunlarla ilgili  karanlık gece – su sözcükleri söylenmiştir.
Tenasüp: “Gam güni, dil-i bimar, karanu gice, bîmar, hayr, su” kelimelerinin arasındaki anlam ilgisi göz önünde bulundurularak bir araya getirilmiş.
Açık istiare: Sevgilinin bakışları kılıca benzetilmiş. Yalnızca kendisine benzetilen söylenmiş.
İrsal-i mesel: “Geceleyin hastaya su vermek sevaptır” sözü
(Karanlık gecede hastaya su vermek sevaptır.)

Açıklama:
Gönül hastadır, aşk hastasıdır ve acı çekmektedir. Karanlık gecede bu acı daha da artmıştır. Bu beyitte “bîmâr” sözcüğünün kullanılması buradaki acının manevi bir acı olmasıdır. “Tîg” ise yine kılıç yine sevgilinin keskin bakışıdır. “Ey sevgili! O gam günü geldiğinde bu hastadan keskin bakışını (kılıcını) esirgeme, yalvarırım! O gün bakışının kılıcı bana gelsin, hasta gönlümle gelsin canından bezen gönlüm ölümle can bulsun. Senin bakışınla hayat bulayım. Beni bakışınla ümmetine kabul et.” Bu beyitteki gam günü ölüm anı, kıyamet günü; su, kelime-i şahadet; bimâr, şair; tıg(kılıç), Hz. Muhammed’in şefaatidir. Şair ölüm anında su istiyor yani kelime-i şahadeti ve tevhidi kastediyor. Şair Hz. Muhammed’in hastaya su vermesiyle kıyamet gününde “Ümmetimdir.” demesini eşdeğer görüyor.

9. Beyit
İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it
Susuzam bir kez bu sahrada menüm-çün ara su

Peykân: Okun ucundaki sivri demir.
Hecr: Ayrılma, ayrılık.
Şevk: Gönül meyli, arzu, istek, neşe, sevinç.
Sahra: Çöl
Menüm-çün: Benim için

Günümüz Türkçesi:
Gönül! Onun ok temrenine benzeyen kirpiklerini iste ve ayrılığında arzumu, özlemimi yatıştır; susuzum, bu çölde bir defa da benim için su ara.

Edebi sanatlar:
Açık istiare: Kirpik oka benzetilmiş. Kendisine benzetilen ok (peykan) söylenmiştir.
Tezat: Sahra-su
Tevriye: kez (defa, kere) kelimesinin “gez” şeklinde yani gezmek fiilinin emir kipinde “gezip ara” anlamında okunmasıyla.

Açıklama:
Bu beyitte sevgiliye ve suya karşı duyulan hasret dile getirilmiştir. Şair burada sevgilinin peykanını istiyor, böylece gönlü sükûnete ulaşacak, özlem bitecek. Özlemin bitip artmaması için bir tek bakış istiyor. Ancak o zaman hasreti dinecek. Çünkü “Susuzum, bir kez de bu sahrada benim için su ara.” feryadı içinde kıvranıyor. Şair sevgilinin kirpiklerini oka benzetiyor ve bu okların gönlüne saplanmasını yani sevgilinin bakışlarının kendisine çevrilmesini arzuluyor. Ayrılık anında bu bakışlar ona bir su ferahlığı verecek ve gönlündeki şiddetli arzu biraz olsun dinecektir. Sözü edilen sahra aşk sahrasıdır. Sevgilinin bakışını istemek çölde su bulmak kadar güçtür.

10. Beyit

Men lebün müştâkıyam zühhâd Kevser talibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür huşyâra su

Leb: Dudak
Müştak: Arzu eden, özleyen, can atan.
Zühhad: Zahidler, sofular, Dünya nimetlerinden el çeken kimseler.
Kevser: Cennetteki bir ırmak adı (Cennette bulunan bir havuz diyenler de vardır.)
Hûş-yâr: Akıllı, aklı başında, ayık

Günümüz Türkçesi:
Ben dudağını arzuluyorum, sofular ise cennetteki Kevseri istiyorlar. Nitekim sarhoşa şarap içmek, aklı başında olana da su içmek hoş gelir

Edebi sanatlar:
Tezat: Tüm beyite hakimdir. (su-şarap, mest-huş-yar)
Leff ü neşr (Düzenli): Birinci dizedeki leb – Kevser sözcükleri sıralanmış ve ikinci dizede bunlarla mey – su sözcükleri söylenmiştir. (Renkleri ve sarhoş ediciliyle leb-mey; helal olmasıyla su – Kevser)

Açıklama:
Tasavvuf dilinde leb (dudak) birlik, teklik, vahdet; mey (şarap) ise ilahi aşk anlamındadır. Fuzuli bunları arzuladığını ifade ederken fenafillaha ulaşmak arzusunu dile getirmiş oluyor. Zahidlerin  ise ibadetlerinden beklentileri olduğunu ve  ibadeti cennetteki Kevser’e kavuşmak için yaptıklarını belirtiyor. “Ben (aşık) birliğin peşindeyim, yaptıklarım menfaat için değil. Kevser’in peşinde değilim; ama sofular ibadetlerini karşılık için yaparlar. Gerçek aşık ise karşılıksız yapar.” Burada Yunus Emre’nin şu meşhur dizeleri akla geliyor:
“Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni.”

11. Beyit
Ravza-i kûyuna her dem durmayıp eyler güzâr
Âşık olmuş galibâ ol serv-i hoş-reftâre su

Ravza: Bahçe, bol ağaçlı, yeşillik yer; cennet.
Kûy: Köy
Dem: Soluk; içki; vakit; zaman.
Güzâr: Gezme, dolaşma.
Reftâr: Gitme, yürüme.
Hoş-reftâr: Hoş, nazlı gidişli       

Günümüz Türkçesi:
Su, her zaman senin cennet misâli mahallenin bahçesine doğru akar. Galiba o da, o serviye benzeyen nazlı gidişli güzele âşık olmuş.

Edebi sanatlar :
Teşhis: Suyun aşık olması.
Hüsn-ü Talil: Sular doğal olarak servilerin dibinden akar. Ama beyitte su sanki serviye aşık olduğu için dibinden akmaktadır.
Teşbih-i Beliğ: Sevgilinin bulunduğu yer cennete benzetilmiş.
Açık istiare: Servi ile sevgili kastedilmiştir.

Açıklama:
Normalde doğada su, servi ağaçlarının bulunduğu yerlerde akar. İşte bu durum beyitte suyun, servilerin ayağını öpmesi olarak gösteriliyor. Ayağını öperek yanından geçiyor. Tabir doğruysa ayağına baş koyuyor ve bu baş koyma Ravza’dadır. Ravza ise cennettir. Hz. Muhammed “Evimle mescidim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.” demiştir. İşte Ravza burasıdır. “Su, o hoş salınışlı, servi boylu sevgiliye yani Hz. Muhammed’e aşık olmuş galiba. Böyle gitmesinin sebebi o servinin ayağını öpmektir.”

12. Beyit:

Su yolın ol kûyundan taprag olup dutsam gerek
Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su

Günümüz Türkçesi:
Toprak olup suyun yolunu sevgilinin mahallesinden kesmeliyim, çünkü su benim rakibimdir, o yere varmaya bırakamam.

Edebi sanatlar
Kinaye: Toprak olmak (a.Ölmek, b. Öldükten sonra toprağa karışıp suyun önüne set olmak)
Teşhis/Kapalı istiare: Suyun şairin sevgilisine aşık olması

Açıklama:
Bir önceki beyitte suyun serviye aşık olduğu söylenmişti. Divan şiirinde aşık aşkta rakip tanımaz. Daha önce suyu ferahlatıcı bir unsur olarak gören Fuzûlî, bu beyitte suyu sevgiliye ulaşmaması gereken bir rakip olarak düşünmektedir. Bu sebeple toprak olup onun yolunu kesmeyi istemektedir.  Bunun için suyun yolunu kesmek için toprak olmak istiyor çünkü suyun yolunu ancak toprak keser. İnsan ise ancak öldüğünde toprak olabilir. Yani şair rakibe engel olmak için sevgilinin uğrunda öleceğini söylüyor.

13. Beyit

Dest-bûsi ârzusiyle ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su

Dest: El
Bûs: Öpme, öpüş, öpücük
Dest-bus: El öpme
Kûze: Testi
Kûze eylen: Testi yapın

Günümüz Türkçesi:
Dostlarım! Eğer (sevgilinin) elini öpmek arzusuyla ölürsem toprağımdan bir testi yapın ve sevgiliye onunla su verin.

Edebi sanatlar:
Aliterasyon: “s” sesiyle yapılmış.
Leff ü neşr (Düzenli): Birinci dizedeki ölmek – dost sözcükleri sıralanmış ve ikinci dizede bunlarla ilgili  toprak – yâr sözcükleri söylenmiştir.
Tenasüp: “toprag – kûze – su” kelimeleri arasında anlam ilgileri vardır.

Açıklama:
Şair sevgilinin (Hz. Muhammed) elini öpmek arzusundadır. Dostlarına şöyle diyor: “Eğer sevgilinin elini öpemeden ölürsem toprağımdan bir testi yapın ve o testiyle sevgiliye su verin. Böylece onun eline ve dudağına değmiş olayım da hayatta gerçekleştiremediğim bu arzuma hiç değilse ölümden sonra ulaşmış olayım ”

14. Beyit:
Serv serkeşlük kılur kumrî niyâzından meger
Dâmenin duta ayagına düşe yalvara su

Serkeşlik: Dik başlılık, asilik
Kumrî: Kumru
Niyaz: Yalvarıp yakarma, dua.
Dâmen: Etek         

Günümüz Türkçesi:
Servi kumrunun yalvarmasından dolayı dik başlılık ediyor. Su, servinin eteğine sarılır, ayağına düşüp yalvarırsa belki onu bundan vazgeçirebilir.

Edebi sanatlar
Teşhis: Kumrunun yalvarması, servinin dik başlılık etmesi.
Hüsn-i talil: Servi ağacı rüzgardan dolayı sağa sola sallanır. Şair bunu servinin dik başlılığına bağlıyor.
Açık istiare: Sevgili serviye, aşık kumruya benzetilmiş. Yalnızca kendisine benzetilen söylenmiş.

Açıklama:
Divan şiirinde gül ile bülbül aşkı gibi servi ile kumru aşkı da sıklıkla kullanılan bir mazmundur. Kumru sürekli serviye yalvarır. Servi ise uzun boylu, mağrur ve dik başlıdır. Bu beyitte şair servinin kumruya yüz vermesi için suyun aracı olmasını, serviye yalvarmasını ve bu sayede servinin (sevgili) kumruya (aşık) bir kere gülümsemesini istiyor. Tasavvufi yönden düşünülürse servi, vahdeti (birlik); kumru ise dervişi sembolize eder. Kumruların çıkardıkları “hu, hu…” sesleri mutasavvıflar tarafından, kumrunun Allah’ı zikri olarak yorumlanır. Temizliğin ve saflığın sembolü olan su da Hz. Muhammed’in yolu olan Müslümanlıktır. Yani beyitte, Peygamberin şefaati olursa, dervişin yalvarışları kabul edilebilir ve Allah’ın affını kazanabilir denmek isteniyor.

15. Beyit:
İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile
Gül budagınun mizâcına gire kurtara su

Reng: Renk, hile
Mizac: Bir şeyle karşılaştırılan şey, huy, yaratılış; sağlık.

Günümüz Türkçesi:
Gül , bir hile ile bülbülün kanını içmek istiyor. Su, gül dalının damarlarına girerek bülbülü bundan kurtarsın.

Edebi sanatlar:
Telmih: Gül ile bülbülün aşkı.
Hüsn-i talil: Gülün kırmızılığını bülbülün kanından alması.
Tevriye:“Reng” kelimesi hem renk hem de hile anlamında kullanılmıştır.
Teşhis: Su ve gül kişileştirilmiştir.
Tenasüp: “Bülbül – gül – reng – kan kelimeleri arasında anlam ilgileri vardır.

Açıklama:
Bu beyitte gül – bülbül hikâyesine telmih vardır. Bülbül, güle âşıktır. Aşkından sürekli feryat ederek ağlamakta ve gonca hâlindeki gülün açılması için sabahlara kadar yalvarmaktadır. Ancak gül, bülbülü umursamayıp açılmamaktadır. Bülbül bu şekilde feryat ederken günler geçer. Kendi açık pembe – beyaz renginden hoşnut olmayan ve bülbülün kanını içip kırmızı renge bürünmek isteyen gül ise bu yalvarmalara aldırmaz. Günlerce yalvaran bülbül bir gece sabaha karşı yorgunluktan bitkin düşer ve kendinden geçer. Bülbül kendini bırakınca gülün budağındaki diken bülbülün kalbine batar. Bülbülün kanı güle ulaşır ve gül açılarak kırmızı rengini alır. Günlerdir yalvarıp yorgun düşen bülbül aşkı uğruna canından olmuştur. Gülün kırmızı rengini bülbülün kanından aldığı söylenir. “Reng” kelimesinin bir diğer anlamı da “hile”dir. Gül, hile ile bülbülün kanını içmek ister. Su da gülü bu huyundan vazgeçirmek için gülün budağına girmek ve onun bu kötü huyunu değiştirmek ister. Çünkü su rahmettir. Rahmet de merhameti gerektirir. Şair burada suyun gülün damarlarına girerek kan arzusu yerine saflık ve merhametle doldurmasını ve bu sayede bülbülün kurtulmasını istiyor.

16. Beyit (Girizgah Beyiti)
Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme
İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr’e su

Tıynet: Yaratılış
Tıynet-i pâk: Temiz yaratılış
İktidâ kılmak: Uymak, tâbi olmak.
Tarîk: Yol
Tarîk-i Ahmet-i Muhtâr: Hz. Muhammed’in yolu., Kur’an yolu, İslamiyet

Günümüz Türkçesi:
Su, Hz. Muhammed’in yoluna uymuş ve bu hâli ile temiz yaratılışını dünya halkına açıkça göstermiştir.

Edebi sanatlar:
Teşhis: Su, peygamberimize bağlı bir insan olarak gösterilmiştir.
Hüsn-i Talil: Suyun herkesçe bilinen ve kabul edilen “temiz olma” özelliği, Hz. Muhammed’in gösterdiği yola uyma gibi güzel bir sebebe bağlanmıştır.

Açıklama:
Bu beyit, girizgâh (giriş) beytidir Yani şairin, Peygamber Efendimizi övmeye başlayacağı asıl bölüm olan methiyeye geçmeden önce konuya giriş yaptığı beyittir. Hz. Muhammed,  Ahmed-i Muhtâr’dır. Yani insanlar arasından seçilmiş, övülmeye lâyık olandır. Onun yolu Kur’ân ve iman yoludur. Beyitte bu yola girenlerle su arasında ilgi kurulmuştur. İslâmiyet’te temizlik esastır. Su, temizliğin ve temiz yaratılışın sembolüdür. Bu temizliği ve saflığıyla Hz. Muhammed’in yoluna girenlerin saflığını gösterecektir. Su, temiz ve berraktır. Ancak şair onun temiz olma sebebini Hz. Muhammed’in yoluna girme sebebine bağlamıştır. Çünkü asıl temizlik ve saflık peygamberimizin özelliğidir. Su, bu sebeple saflık ve temizlik sıfatlarını kazanmıştır ve ne denli saf, temiz olduğunu cümle âleme göstermiştir.

17. Beyit: (Methiye bölümünün ilk beyiti)
Seyyid-i nev’-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfa
Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su

Seyit: Efendi, Hz. Muhammed’in soyundan olan.
Nev’: Çeşit, cins
Seyyid-i nev’-i beşer: İnsan cinsinin efendisi
Dürr: İnci.
Istıfa’: Seçkin
Mu’cizat: Mucizeler
Eşrâr: Şerler, kötüler, şer sahipleri.
Âteş-i eşrâr: Kötülerin ateşi.

Günümüz Türkçesi:
İnsanların efendisi, seçkin inci denizi (olan Hz. Muhammet’in) mucizeleri kötülerin ateşine su serpmiştir.

Edebi sanatlar:
Açık İstiare: Peygamberimiz seçkin incilerin bulunduğu bir denize benzetilmiştir. Yalnızca kendisine benzetilen kullanılmıştır.
Tezat: Ateş-su
Tenasüp: Dürr – serpmek –  su – derya kelimeleri arasında anlam ilgileri vardır.
Telmih: Peygamberin doğumundaki Mecusilerin ateşinin sönmesi mucizesi.

Açıklama:
Bu beyit methiye bölümünün ilk beytidir. Peygamberimiz Dürr-i yetîm, dürr-i yektâ, dürr-i yekdâne gibi sıfatlarla da anılmaktadır. Eskilere göre inci, nisan yağmurunun istiridyeye damlamasıyla oluşur. Peygamberimiz de nisanda dünyaya gelmiş bir Dürr-i Yetîm’dir. Kendisi inciye benzediği gibi söylediği sözler (hadisler) de inci kadar değerlidir. Şair beyitin ikinci dizesinde Peygamberimizin dünyaya gelişi sırasında oluşan mucizelere işaret eder. Bu mucizelerden biri de kötülerin şer ateşinin söndürülmesidir. Peygamber Efendimiz doğduğunda Mecûsilerin yani ateşe tapanların bin yıldır yanmakta olan ateşi sönmüştür. Beyitte ateş ve su gibi zıt anlamlı kelimeler bir arada kullanılmıştır. Su (Peygamberimiz), ateşi (küfr) söndürmüştür ve küfr yok olmuştur. O, etrafındaki kötülükleri iyiliğe, güzelliğe ve hayra çeviren Dürr-i Yetîm’dir.

18. Beyit
Kılmağ içün tâze gülzâr-ı nübüvvet revnakın
Mucizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su

Nübüvvet: Peygamberlik, Nebilik
Gül-zâr: Gül bahçesi
Gül-zâr-ı nübüvvet: Peygamberliğin gül bahçesi.
Revnâk: Güzellik, parlaklık.
Izhâr: Gösterme, meydana çıkarma, gösteriş.
Seng: Taş.
Hârâ, hâre: Katı, sert.
Seng-i hâra: Çok sert taş, mermer
Mu’ciz: Mucize

Günümüz Türkçesi:
(Hz. Muhammed) Peygamberlik (gül) bahçesinin parlaklığını (yeniden) tazelemek için mucizesiyle sert taştan su çıkarmıştır.

Edebi sanatlar:
Telmih: Hz. Muhammed’in taştan su çıkarması mucizesi.
Tenasüp: Gül-zar, tâze, revnak, su kelimeleri arasında anlam ilgileri vardır.
Teşbih: Peygamberlik gül bahçesine benzetilmiş.

Açıklama:

Burada Hz Muhammed’in bir mucizesine telmih vardır. Fuzuli bu beyitte peygamberlik makamını gül bahçesine benzetiyor. Bu gül bahçesi kurumaya yüz tutmuştur. Çünkü Hz. İsa’dan bu yana 600 yıldan fazla zaman geçmiştir. O bahçeye bir renk, bir canlılık verilmesi gerekmektedir. Peygamberimiz, Peygamberlik bahçesine canlılık, parlaklık, güzellik katmak için birçok mucize göstermiştir. Bu beyitte şu mucizeye telmih yapılmıştır:
Bir gün Peygamberimize bir grup adam geliyor ve şöyle diyorlar: “Kuyularımız kurudu, ırmaklar akmıyor, kuraklık had safhada, bitkiler yeşermiyor, kıtlık olacak.” Peygamberimiz de yerden yedi tane taş alıyor, avucu içerisinde hepsini ufalayıp üzerine okuyor. Sonra da gelen adamlara teslim ediyor. Diyor ki, “Götürün bunları kurumuş olan kuyularınıza sırayla atın.” Her taş atılırken okuyacakları duayı söylüyor. Adamlar taşları kuyulara attığında kuyular tükenmez suyla doluyor.

19. Beyit:
Mu’cizi bir bahr-ı bî pâyân imiş âlem kim
Yetmiş andan min min âteşhâne-i küffâra su

Bahr: Deniz
Pâyân: Son, uç; kenar.
Bî-payan: Sonsuz, uçsuz bucaksız.
Min min: Binlerce
Ateş-hâne: Mecusilerin tapınağı
Âteş-hâne-i küffâr: Kafirlerin ateşhanesi.                                                                                                       

Günümüz Türkçesi:
(Hz. Muhammed’in) Mucizeleri dünyada uçsuz bucaksız bir denizmiş ki ondan ateşe tapanların binlerce mabedine su ulaşmıştır. ( ve onları söndürmüştür.)

Edebi sanatlar:
Teşbih: Peygamberimizin mucizelerini uçsuz bucaksız bir denizi benzetilmesi.
Tezat: su-ateş.
Tevriye: “yetmiş” kelimesi hem ulaşmış anlamında, hem de yeterli gelmiş anlamında kullanılmıştır.
Telmih: Beyitte Hz. Muhammed’in doğumuyla bin yıldır hiç sönmeyen ateşin sönmesi hatırlatılmıştır.

Açıklama:
İçerik bakımından 17. beyite benzeyen bir beyit bu. Beyitte Peygamberimizin mucizelerinin, uçsuz bucaksız bir denize benzetildiğini görüyoruz. Hz. Muhammed’in doğumuyla Mecusilerin hiç sönmeyen ateşinin söndüğü söyleniyor. Bu ateşin sönmemesi için Mecusiler her türlü çabayı göstermişler ancak peygamberimizin doğumuyla o ateş sönmüş ve uzun süre yakılamamıştır. “Ateş” inkârcıları ; “su” ise imanı, duruluğu ve temizliği temsil etmektedir. Küfrü ve cehennem ateşini ifade eden ateş rahmet olan su ile söndürülmüştür.

20. Beyit:
Hayret ilen barmagın dişler kim itse istima’
Barmagından virdigün şiddet güni ensâra su

Barmağını dişlemek: Parmağını ısırmak.
İstima’: Dinleme, işitme, kulak verme.
Ensâr: Yardım edenler, yardımcılar, hicrette Mekkeli Müslümanlara yardımcı olan Medineliler.

Günümüz Türkçesi:
Şiddet (mihnet, sıkıntı) günü (Peygamberimizin) ensâra parmağından su verdiğini kim işitse hayret ile parmağını ısırır.

Edebi sanatlar:
Telmih: Hz. Muhammed’in parmaklarından su akıtma mucizesi.
Kinaye: Parmağını ısırmak deyimi hem gerçek anlamda hem de çok şaşırmak anlamıyla mecaz olarak kullanılmıştır.

Açıklama:
Hz. Muhammed, Hudeybiye’de konaklarken aşırı sıcaklar meydana gelir. O kadar şiddetli sıcak olur ki Müslümanların beraberinde getirdikleri su tahminlerden erken tükenir, sadece bir tek kırbada (eski zamanlarda sıkça kullanılan köseleden yapılan bir çeşit su kabı) azıcık su kalır. Ensar, o kırbayı Hz. Muhammed’e getirip “Ya Resulallah! Bu sudan başka suyumuz kalmadı.” der. Peygamberimiz bunu üzerine elinin birini kırbaya koymuş, öteki elini göğüs hizasında kaldırmış ve beş parmağından beş oluk halinde sular akmaya başlamıştır. (Başka bir rivayete göre de bu olay Tebük Savaşından önce hicretten iki yıl önce yazın çok kurak geçmesi üzerine yaşanmıştır.) Peygamberimizin bu mucizesi, onun bu hâlini gören ensâr için hayret uyandıran bir olaydır. Hayret duyulan böyle bir olayı her kim görse hem mecazî hem de gerçek anlamda parmağını ısırır. Dolayısıyla “parmağını dişlemek” deyimi burada kinayeli olarak kullanılmıştır.

21. Beyit:
Dostu ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâre su

Mâr: Yılan
Zehr-i mâr: Yılan zehri
Âb-ı hayat: Ölümsüzlük suyu
Hasm: Düşman

Günümüz Türkçesi:
(Onun) Dostu yılan zehri içse bu zehir âb-ı hayat olur. Fakat düşmanı su içse içtiği o su elbette yılan zehrine döner.

Edebi sanatlar:
Tezat: Dost – düşman, yılan zehri –  âb-ı hayat.
Telmih: Hz. Muhammed’in Hz. Ebû Bekir’in ayağını ısıran yılanın zehrini etkisiz hale getirme mucizesi ve âb-ı hayat hikayesi hatırlatılmış.
Leff ü neşr (Düzenli): Birinci dizede Dost – zehr-i mâr – âb-ı hayat sözcükleri sıralanmış ve ikinci dizede bunlarla ilgili  hasım – su – zehr-i mar sözcükleri söylenmiştir.

Açıklama:
Divan şiirinde “âb-ı bekâ, âb-ı cavidan, âb-ı zindegâni, çeşme-i hayvân” adları ile de geçen âb-ı hayat, içeni ölümsüzlüğe ulaştıracağına inanılan efsanevi bir sudur.  Rivayetlere göre Hızır, İlyas ve İskender bu suyu aramaya koyulmuş sonunda kaynağı cennet olan ve Zulmet (Karanlık) Ülkesi’nde bulunan âb-ı hayattan sadece Hızır ve İlyas içebilmiş, İskender ise bundan mahrum olmuştur. Hâlâ ölümsüzlüğe ulaşan Hızır’ın karada; İlyas’ın denizde başı darda kalanlara yardımcı olduklarına inanılır. Beyitte bu olayın yanı sıra bir olaya daha telmih vardır. Hicret sırasında Hz. Muhammed, Hz. Ebu Bekir’le bir mağaraya girerler. Hz. Muhammed bir ara başını Hz. Ebu Bekir’in dizine yaslayarak uyur. Bu sırada bir delikten çıkmakta olan zehirli bir yılan görünür. Hz. Ebu Bekir yılanın Hz. Muhammed’e zarar vereceği korkusuyla geldiği deliği ayağıyla kapatır. Yılan sürekli çıkmak ister, Hz. Ebu Bekir’in ayağını sokar; ama o inatla ayağını çekmez. Bir süre sonra Hz. Muhammed uyanır ve Hz. Ebu Bekir’in acısını anlar. Hz. Ebu Bekir de olanları anlatır. Hz. Muhammed zehri etkisiz hale getirir ve yılanı çağırıp neden böyle yaptığını sorar. Yılan da onun güzel yüzünü görmek için yaptığını söyler.

22. Beyit:
Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su

Katre: Damla
Rahmet: Acıma, koruma; merhamet
Bahr-ı rahmet: Rahmet denizi
Mevc: Dalga
Mevc-hîz: Dalga kaldıran, dalgalandıran.
Vuzu’: Abdest, abdest alma.
Urgaç: Vurunca, vurduğu zaman.
Ruhsâr: Yanak, yüz.
Gül-i ruhsâr: Gül yanak, güle benzeyen yanak.

Günümüz Türkçesi:
Abdest almak için el uzatıp gül yanaklarına su vurunca sıçrayan her su damlasından binlerce rahmet denizi dalgalanmıştır.

Edebi sanatlar:
Benzetme: Peygamberimizin yanağı güle benzetilmiş.
Tezat: Katre (damla)- bahr (deniz)
Tenasüp: Su ile ilgili sözcükler (katre – bahr – mevc – vuzu’ – su) bir arada kullanılmıştır.

Açıklama:
Abdest, maddi – manevi temizliktir, arınmadır. Abdest alırken suyun değdiği uzuvlarımızdaki günahlarımız affolunur. Böylece Allah’ın huzuruna çıkabilecek hale geliriz. Dolayısıyla abdest suyunun her bir damlası ayrı bir rahmet denizidir. Abdest alınca insanlar Allah’ın rahmet denizinde yıkanmış gibi olur.
Şair; gül yapraklarının üzerindeki çiğ tanelerinin nasıl bir rahmet olduğunu anlatabilmek için Hz. Muhammed’in gül yanağının üzerine abdest alırken serpilen suyun parçalanmasını örnek gösteriyor. Burada gerçek gül onun yanağıdır ve yanağa değen her bir damla bir çiğ tanesi misali rahmet denizine doğru yol almaktadır.

23. Beyit:
Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl
Başını taştan taşa urup gezer âvâre su

Hâk: Toprak
Pây: Ayak
Hâk-i pây: ayak toprağı, ayak tozu, ayağın bastığı toprak, mezar
Muttasıl: Sürekli, durmaksızın, ara vermeden…
Ur: vurmak

Günümüz Türkçesi:
Su, ayağının toprağına ulaşayım diye başını taştan taşa vurarak ömürler boyu, durmaksızın başıboş gezer.

Edebi sanatlar:
Teşhis: Suyun peygamberimize olan aşkı, ona kavuşamadığı için kendini taşlara vurması.
Hüsn-i Talil: Suyun taşların arasında onlara çarpa çarpa gitmesini şair “üzüntüsünden, pişmanlığından dolayı suyun başını taştan taşa vurduğu”
Tezat: Ayak ve baş kelimeleri arasında.

Açıklama:
Şair önceki beyitlerde de suyun çeşitli vesilelerle sevgiliye (Hz. Muhammed) doğru aktığını söylüyordu. Su, Hz. Peygamber’in aşkından divane olmuş, ona kavuşmak için başını taşlara vurup başıboş ve perişan bir şekilde dolaşıyor. Hz. Muhammed’e ulaşmak, ayağının toprağına ulaşmak için ömürlerdir, yüzyıllardır kendini yıpratarak Hz. Muhammed’e doğru akıyor. Dicle nehri sürekli Hicaz’a doğru akar. Hacılar da her yıl Hicaz’a giderler. Su da oraya hacı olmaya gidiyor. İnsanlar da su gibi olmak, rahmet almak, rahmet olmak için gidiyor. Burada suyun taştan taşa vurması çektiği insanların hacca giderken çektiği sıkıntılardır. Eskiden insanlar hacca giderken yolda birçok sıkıntı çekiyorlarmış. Tüm bu taştan taşa vurmalar, çekilen sıkıntılar sevgilinin ayağının toprağını öpmek için.

24. Beyit:
Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr
Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su

Der-gâh: Kapı yeri, eşik; padişah kapısı, saray; Allah’ın huzuru, Şeyh kapısı, tekke
Hâk-i der-gâh: Eşiğin toprağı.

Günümüz Türkçesi:
Su, onun eşiğinin toprağına zerre zerre ışık salmak ister. Parça parça da olsa o eşikten dönmez.

Edebi sanatlar:
Teşhis: Suyun aşık insan gibi davranması.
Hüsn-i Talil: Su parça parça olsa bile yine bir araya gelir. Şair bunu “ölse de yolundan dönmez” şeklinde göstermiştir.
Leff ü neşr (Düzenli): Birinci dizede Zerre zerre – nûr sözcükleri sıralanmış ve ikinci dizede bunlarla ilgili  pâre pâre – su  sözcükleri söylenmiştir.

Açıklama:
Su, taşlara çarpıp akarken zerre zerre, parça parça olur. Su zerrecikleri ışığı yakalayarak havada parıldar. Şair, su ve ışığın bu özelliklerine manevî bir anlam yüklüyor. Burada su ve ışığın zerre zerre veya pare pare olması sevgisinin gücünü ifade eder. Su peygamberin kapısındaki toprağa kadar ulaşıp onu aydınlatmak istemektedir. Ve bu arzusunu yerine getirmek için her şeye katlanmaya hazırdır. Parça parça da olsa yeter ki bu amaca nail olayım demektedir. Su, peygamberin izinden, peygamberin yolundan gitmek arzusundadır. Peygamber Efendimiz nasıl tüm insanlığa ışık saçıyorsa, su da Hz. Muhammed’in kapısının toprağına ulaşıp ışık saçmak ister

25. Beyit:
Zikr-i na’tun virdini derman bilür ehl-i hatâ
Eyle kim def’-i humâr içün içer meyhâra su

Zikr: Anma anılma.
Na’t: Övme, Hz. Peygamberi ve dört halifeyi övmek için yazılan şiirler.
Vird: Dile dolanan, sürekli tekrarlanan söz.
Ehl-i hatâ: Hata ehli, günahkar insanlar
Humâr: İçkinin verdiği sersemlik, baş ağrısı, uykudan önceki ve sonraki mahmurluk.
Mey-hâr: İçki içen              

Günümüz Türkçesi:
Sarhoşlar içkiden sonra gelen baş ağrısını gidermek için nasıl su içerlerse, günahkarlar da senin na’tının zikrini dillerinde tekrarlamayı derman bilirler.

Edebi sanatlar:
Tezat: Humar-derman
Tenasüp: Meyhâra, içmek, def’-i humar kelimeleri arasında anlam ilgileri vardır.
Leff ü neşr (Düzensiz): Birinci dizede Zikr-i na’t– derman -ehl-i hatâ sözcükleri sıralanmış ve ikinci dizede bunlarla ilgili  su – def-i humâr  -mayhâre sözcükleri söylenmiştir.

Açıklama:
İçki içmek belli bir oranda baş ağrısına sebep olur. Su içmek bunu bir nebze de olsa azaltır. Nasıl sarhoşlar içkinin verdiği baş ağrısını gidermek için su içerlerse, insanlar da günahlarını affettirmek için Peygamberimizin ismini zikretmeli ve onun kendileri için şefaatçi olmasını sağlamalıdırlar.

26. Beyit:
Yâ Habîba’llah yâ Hayre’l-beşer müştakunam
Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su

Habîballâh: Allah’ın habibi, sevgilisi, Hz. Muhammed.
Hayrü’l-beşer: İnsanların en hayırlısı
Teşne: Susamış, susayan
Leb-teşne: Susuzluktan dudağı kuruyan
Hem-vâr: Daima, her an, sürekli

Günümüz Türkçesi:
Ey Allah’ın sevgilisi! Ey insanların en hayırlısı! Susuzluktan dudağı kuruyanların sürekli su diledikleri gibi ben de seni özlüyorum.

Edebi sanatlar:
Tenasüp: leb-teşne-su-yanmak kelimeleri arasında anlam ilgileri vardır.
Benzetme: Şair kendisinin Peygambere olan özlemini susuzluktan dudağı kurumuşların su dilemesine benzetiyor.
Tezat: yanmak – su
Nîdâ: Yâ Habiba’llah (Ey Allah’ın sevgilisi), yâ Hayre’l-beşer (Ey insanların en hayırlısı)

Açıklama:
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed Allah’ın en sevgili kuludur. Yani Habiballah’tır. Allah’ın elçisidir. İnsanlığın en hayırlı insanıdır. Şair burada ona olan özleminin büyüklüğünden bahsediyor. Bu özlem öyle büyüktür ki şair kendisini susuzluktan dudakları çatlamış insanlara benzetiyor. Hz. Muhammed’e İnsanların en hayırlısı, Allah’ın sevgilisi diye sesleniyor. Ondan şefaat istiyor. Böyle iltifat ederse kendisini boş çevirmeyeceğini düşünüyor. Sonuçta herkes Hz. Muhammed’den şefaat ummaktadır.

27. Beyit:
Sensen ol bahr-ı keramet kim şeb-i Mirâc’da
Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su

Kerâmet: Allah’ın peygamberlere, velilere verdiği olağanüstü kudret. Olağanüstü durum.
Bahr-ı keramet: Keramet denizi, Hz. Muhammet
Feyz: Bolluk, bereket
Şeb: Gece.
Şeb-i Mi’râc: Miraç gecesi
Şeb-nem: Çiğ damlası
Seyyar: Gezen, gezici.

Günümüz Türkçesi:
Sen o keramet denizisin ki, Miraç gecesinde feyzinin çiğ damlaları sabit yıldızlara ve gezegenlere (tüm kainata) su ulaştırmıştır.

Edebi sanatlar:
Benzetme: Peygamberimizi keramet denizine benzetmiş.
Tezat: Bahr-şebnem.
Tenasüp: Bahr-şebnem-feyz-su kelimeleri arasında anlam ilgileri vardır.
Telmih: Miraç gecesi

Açıklama:
Peygamber Efendimizin mucizelerinin sınırı yoktur. O, bahr-ı keramettir yani keramet denizidir. Burada Hazret-i Muhammed’in Mirac mucizesine telmih vardır. Allah, Peygamber Efendimizi göğe yükseltmiş ve göğün sekizinci, dokuzuncu katlarıyla temasını sağlamıştır. Gökyüzünün sekizinci katındaki yıldızlar ve burçlar, dokuzuncu kattaki arş Hz. Muhammed ile Miraç gecesi buluşmuşlar, gökyüzündeki bütün yaratılmışlar da Hz. Muhammed’den feyz almışlardır. O, alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed bütün feyzini gökyüzüne de götürmüş, gökyüzündeki bütün cisimlerin susuzluğunu, kendisine susamışlığını gidermiş, özlemlerinin sona ermesini sağlamıştır.

28. Beyit:
Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner
Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mi’mara su
Çeşme: Pınar, kaynak, göz
Hûrşîd: Güneş
Zülâl: Soğuk, güzel, tatlı su
Hacet: İhtiyaç
Merkad: Türbe, mezar
Tecdîd: Yenileme, yenileşme, onarma, tamir etme.

Günümüz Türkçesi:
Senin kabrini yenileyen, onaran mimara su lazım olsa, güneş çeşmesinden her an bol bol saf, tatlı ve güzel su iner.

Edebi sanatlar:
Teşbih: Güneş çeşmeye, ışıklar zülale benzetilmiş.
Tenasüp: Mimar- tecdid – merkad kelimeleri arasında anlam ilgileri vardır.
Tezat: hurşid ve su kelimeleri arasında                          

Açıklama:
Şair burada Peygamber Efendimizin kabrini onaran, onun bakımını yapan kişiye su lazım olsa, onun suyu güneşten gelir diyor. Oysa güneş yakıcıdır, kurutucudur. Peygamberin kabrinde kullanılacak su sıradan bir su olamaz. O suların en güzeline, en berrağına layıktır. Böyle bir durumda Güneş bir çeşme olacaktır ve Hz. Muhammed’in kabrine en güzel suyu gönderecektir. Burada Güneş de onurlandırılmış oluyor. Özetle şair “Eğer Hz. Muhammed’in mezarına hayır yapılacak olsa ve tamir için su lazımsa güneş bile su yağdırır. Güneş, ateş olma özelliğinden çıkar.” demek istiyor.

29. Beyit:
Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma
Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su

Bîm: Korku, tehlike.
Dûzah: Cehennem
Nâr: Ateş; cehennem
Nâr-ı gam: Gam ateşi
Sûzân: Yanmış, yanık
Dil-i Sûzân: Yanmış gönül
Ebr: Bulut
İhsan: Bağış, lütuf, iyilik
Ebr-i İhsan: İhsan bulutu

Günümüz Türkçesi:
Cehennem korkusu, yanık gönlüme gam ateşi salmış ama senin bağışlama bulutunun o ateşe su serpeceğini umut ediyorum.

Edebi sanatlar:
Tezat: Cehennem ateşi – su
Tenasüp: nâr (ateş) – sûzân (yanmış) – dûzah (cehennem)
Leff ü neşr (Düzenli): Birinci dizede bîm-i dûzah  – nâr-ı gam – salmak – suzan sözcükleri sıralanmış ve ikinci dizede bunlarla ilgili  ümid – ebr-i ihsan -sepmek – nâr sözcükleri söylenmiştir.

Açıklama:
Burada bir müslümanın ömrünün belki de sonuna doğru yaşamaya başladığı ölüm ve cehenem korkusu anlatılıyor. Şair günahlarından korkmaktadır. Ama Allah rahmet sahibidir, cömerttir, bağışlayıcıdır. Kıyamet günü Peygamber Efendimiz bütün müminler için Allah’a yalvaracak ve ondan bağışlanma dileyecektir. Bu yüzden Peygamberin rızasını kazanmak, O’nun şefaatini kazanmak bütün Müslümanlar için çok önemlidir. Burada şair, Peygamber Efendimizin yalvarmaları karşısında Yüce Allah’ın kendisini ve günahlarını affedeceğine dair umudunu dile getirmektedir.

30. Beyit: (Tac Beyit)
Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsândan dönen tek lülü-i şehvâra su

Yümn: Uğur, bereket.
Na’t: Överek anlatma, niteleme.
Yümn-i na’t: Na’tın uğuru, bereketi.
Güher: Cevher, inci, mücevher.
Ebr-i Nisan: Nisan bulutu
Lü’lü: İnci.
Şeh-vâr: Şaha, hükümdara yakışır, şahane.
Lü’lü-i Şah-vâr: Şahlara yakışır iri, kıymetli inci.

Günümüz Türkçesi:
Seni övmenin bereketinden dolayı Fuzûlî’nin sıradan sözleri nisan bulutundan düşüp iri inciye dönen su damlası gibi birer inci olmuştur.

Edebi sanatlar:
Benzetme: Sözlerini inciye benzetmiş.
Telmih: İncinin, nisan yağmurundan olduğu inancına.
Hüsn-i Talil: Fuzûlî kendi sözlerinin güzel olmasını Peygamberi övmesine bağlamış.
Tevriye: “Fuzuli’nin sözleri” hem Fuzuli’nin sözleri hem de değersiz (fuzuli: gereksiz, değersiz) boş sözler anlamına gelebileceğinden.
Tenasüp: “ebr-i nisan -su – lü’lü” sözlerinin birlikte kullanılmasıyla.

Açıklama:
Şair burada biraz kendini övüyor ve şiirinin güzelliğini farkına varılmasını istiyor. Şiirinin güzel olmasının sebebini açıklarken de “Benim değersiz sözlerim seni övdüğüm için senin adını andığım değer kazandı ve her biri şahane birer inciye döndü.” diyor. Bir damla yağmur nasıl inciye dönüşürse ben de su gibi bir söz söyledim ama sonra adını andığım için o su damlası inciye dönüştü.

31. Beyit:
Hâb-ı gafletden olan bidâr olanda rûz-ı haşr
Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su

32. Beyit:
Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam
Çeşm-i vaslın vere men teşne-i dîdâre su

Hâb: Uyku.
Hâb-ı Gaflet: Gaflet uykusu.
Bidâr: Uyanık.
Rûz: Gün.
Rûz-ı haşr: Mahşer günü
Eşk: Gözyaşı
Eşk-i Hasret: Özlem gözyaşı, hasret gözyaşı
Tökende: Döktüğünde
Dîde: Göz
Dîde-i bîdâr: Uyanmış göz, uyanık göz
Çeşme: Pınar, su kaynağı.
Vasl: Kavuşma, ulaşma, vasıl olma.
Çeşme-i Vasl: Kavuşma pınarı
Teşne: Susamış, susuz, çok istekli.
Teşne-i Dîdâr: Yüzün susamışı; görmeye, görüşmeye, güzel bir yüz görmeye susamış olan.

Günümüz Türkçesi:
Kıyamet gününde gaflet uykusundan uyanan düşkün göz, hasretten yaş döktüğü zaman, mahşer günü, güzel yüzüne susamış olan bana vuslat çeşmesinin su vereceğini, mahrum bırakmayacağını ummaktayım.

Edebi sanatlar:
Tezat: Gaflet-bîdâr
Tenasüp: “dide- eşk – su – tök-” kelimeleri arasında.

Açıklama:
Divan şairleri genelde fikirlerini bir beyitte sona erdirirler. Fuzuli burada 31. beyitle 32. beyiti birbirine bağlayarak iki beyit arasında bir anlam bütünlüğü elde etmiş. Burada şair tam bir dua ile kendisinin bağışlanma emelinden bahsediyor. Hz. Muhammed’i sevmiş olmaktan dolayı eli boş kalmamayı, tam tersine yüzünü görmekle onun meclisine dâhil olmayı umduğunu belirtiyor. Şair şefaat gününde kendisinin de Hz Muhammed’in ümmeti arasında sayılması için yalvarmakta ve onun rahmet nazarının dışında kalmamayı dilemektedir. Su rahmet anlamına geldiği ve hayatın da özünü oluşturduğu için Hz. Muhammed’in şefaatini de sanki bağrı yanıklar içsin diye dağıtılan su ve rahmet olarak değerlendirmiş. Bu yüzden kendisini de o hayrın içinde görme umudunu belirtmiş.

EDEBİYAT VE DİL

Comments are closed.