logo

Üç günlük bir dünya için gayret üstüne gayret. Ebedi bir hayat için gayret yok hayret.

İÇİNDEKİLER

Bilimsel Ufkun Sınırı

Peygamberlere ve Kutsal Kitaplara Ne İhtiyaç Var?

İbret almaz mısın ey dil
Yiten bizim gibilerdir
Kara toprağa gark olmuş
Yatan bizim gibilerdir

Nefse uyup hata kılup
Ettiğiniz ameli bulup
Kabri dopdolu od olup
Tüten bizim gibilerdir

İdrak Meselesi

Nasıl ki herkes şair, ressam ya da bilim adamı olamaz ay­nen bunun gibi insanların hadiselerden netice çıkarma becerileri de farklı dereceler içerir. Olaylara dikkatli bak­mayanlar incelikleri fark edemez; hayatın akışı bir kitap gibi düşünülürse bazıları sadece büyük harflerle yazılı olan kısımları okuyabilir, küçük harflerle yazılanları göz­den kaçırırlar. Bu anlamda ders çıkarmak ve ibret almak bir incelik ve dikkat meselesidir.

İbret kelimesi “köprü olmak, bir taraftan diğer tara­fa geçmek” manasını taşır; yani, herhangi bir hadiseden asıl mesaja intikal etme kabiliyetidir. Burada önemli olan mesele kişiler, isimler, mekân, zaman ve benzeri ay­rıntılardan ziyade bir anlam sıçraması yaparak kıssadan hisseyi kapabilmektir. Bir başka deyişle, metnin ne dedi­ğinden ziyade ne demek istediğini anlamak gerekir.

Kur’an’da kıssa anlatımının külliyetli bir miktar tut­tuğu dikkate alınırsa bu anlatım ve anlayış tarzının üze­rinde durulması gerektiği sonucu kolayca çıkarılabilir. Kur’an kıssalarından gereken derslerin alınamayışının sebeplerinden biri şudur ki; insanlar ibret alınması ge­reken durumlarda genellikle kendi üzerlerine alınmak yerine başkalarına işaret etmeyi tercih ederler. Diğer bir sebep ise, dünya hayatına aşırı düşkünlüğün mesajın inceliklerine vukufiyete mani olmasıdır. Daha açıkçası, dünyanın cazibesi aklımızı başımızdan alır ve bu durum idrak yetmezliğine yol açar.

Ülfet Sorunu

Fikirsiz ve maksada yönelik olmayan bakış ülfete, yani alışkanlıktan kaynaklanan bir sıradanlaştırmaya sebep olur; böylece hayrete şayan olan harikulade şeyler bile basit ve normal gelmeye başlar, sanat ve incelik kaybo­lur. Anlamı ve derinliği çabucak tüketme, harcama ve degersizleştirme zamanımızın büyük bir hastalığıdır. En derin hakikat meseleleri bile internet sayfalarında sani­yeler içinde bitirilip geçilebiliyor. Hiç birimiz için yarın sabah güneşin doğacak olmasının hayret verici bir tara­fı yoktur; hâlbuki bu olayın nasıl gerçekleştiği üzerinde biraz düşünülse her yönüyle akıl almaz bir durumun söz konusu olduğu görülecektir. Fakat bu harikulade olayların sürekli yaşanıyor olması zihnimizde bir ülfete (alışkanlık ve sıradan görme) sorununa yol açıyor. Bazı­ları Kur’anın hiç kimsenin bilmediği ve duymadığı ola- ğan-üstü şeylerden bahsetmesi gerektiğini düşünebilir, halbuki en basit görünen şeyler bile son derece komp­leks yapıya sahiptir. İşte Kur’an bu sebeple, yani ülfeti­mizi kırmak için en sıradan görünen şeylerden (yağmur, bitkiler, dağlar, yıldızlar vs) bahseder ve bunların hiç de basit şeyler olmadığına işaret eder.

“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara ya­rar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş top­rağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit can­lıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette dü­şünen bir topluluk için deliller vardır” (Bakara; 164)

Bir meseleye konsantre olarak yeterince uzun vakit harcanırsa oradaki sanat ve incelik görünür hale gelir. Bir mühendis mekanik bir sisteme veya bir mimar güzel bir yapıya baktığında başkalarının göremediği sanatı ve ustalığı fark eder. Velhasıl, ayrıntıları yakalamak bir ilim, çaba ve irfan meselesidir; aklı başka yerlerde olan­lar bu tür incelikleri algılayamazlar.

Paradoksal Durum

Zamanı geldiğinde muhakkak öleceğinin farkında olan tek varlık insan olmasına rağmen sanki böyle bir mesele yokmuş gibi hayatını dizayn eden ve bu durumu görmez­den gelen yine insandır. İşte bu paradoksal durum kaçı­nılmaz gerçekle yüzleşmekten kaçanların çelişkisidir. Kişinin kendi varlığı ve sonu hakkındaki bu tutarsızlığı aslında hayatın farkındalığı önündeki bir engeldir aynı zamanda, çünkü fani oluş varlığı ve hayatı daha derin hissetmemizi sağlayan önemli bir faktördür. Fani olmak, var oluşla ilgili bir anlam arayışına sürükler bizi; ölümü düşünmeyi ertelemek anlamlı bir hayat sürmeyi gecik­tirmek demektir. Ayrıca ölüm, insana “şu anın” kıymeti­ni bilmeyi öğretir, çünkü sonsuz bir hayatta “şimdinin” önemi o kadar büyük değildir.

Doğru yerden başlamak ve planlama

Eğer bir ilerleme kaydetmek istiyorsak evvela doğru bir başlangıç yapmak gerekir; nereden başlayacağımızı bil­miyorsak bir türlü harekete geçemeyiz. Gideceğimiz yeri bilmiyorsak yola çıkmanın bir manası yoktur; böyle bir durumda sonuç bellidir; kaybolmak. Farkına varılması gereken ilk şey, başkalarından önce kendimizi düzeltme­ye çalışmaktır. Bu noktada atılacak ilk adım “def-i mefsedet, celb-i menafiden evladır” fehvasınca büyük gü­nahların terk edilmesidir. İkinci adım ise yapılacak işleri önemine göre sıraya koymaktır. Sıralama yapmak planla­ma işidir; uzun vadeli ve planlı iş yapmak isteyenler Hz. Nuh’u örnek alabilirler. Bilindiği üzere, Hz. Nuh (inkâr- cıların tüm alaycı tavırlarına rağmen) gemisini yapmaya başladığında henüz yağmur başlamamıştı! Hikâyenin sonunu hepimiz biliyoruz; o halde pişmanlık seli bastır­madan evvel selamet gemimizi bu dünyada iken inşa et­meye başlamamız gerekiyor.

Doğru – Yanlış Cetveli

İşler yolunda gidiyor, servetim gittikçe artıyor; de­mek ki Allah’ın sevgili kuluyum!

7 Yanlış hüküm! Bu verilerden böyle bir netice çıka­rılamaz! Peygamberlerin büyük bir kısmı fakir ve zorlu bir hayat yaşarken zalimlerin tümü saltanat içinde yaşa­dılar. 0 halde ne zenginlik ne de fakirlik Allah’ın sevgili kulu olduğumuzu göstermez. Buradan sadece her biri­mizin farklı şeylerle imtihan edildiğimiz manası çıkarı­labilir.

Zengin olsam ne kadar mutlu olurdum!

Yanlış Hüküm! Zengin olup da bu kadar nimetin hakkını verenlerin sayısı azdır; zenginlerin imtihanı zor­dur. Ayrıca huzur ve mutluluğu doğrudan zenginliğe bağ­lamak yanlıştır; diş ağrısı çekenler dişleri sağlam olanla­rı, fakirler de parası bol olanları mutlu zannederler. Belki de fakirlik; elini cebine attığında bir şey bulamayış değil, elini çıkardığında tutacak birinin olmamasıdır.

Amelleri Bozan Şeyler

Namaz, oruç vs gibi ibadetleri bozan şeyleri temel ilm-i hal bilgilerine başvurarak hemen sayabiliriz. Lâkin, bu bozucu (ifsat edici) amiller arasında yalancılık, gıybet, riya, ahlâksızlık gibi şeyler (her nedense) yer almaz. İşte bu yüzden, mesela ticaretle uğraşan bir adam müşterisi­ne yalan söyledikten sonra rahatlıkla namazını kılmaya koyulabilmektedir. Halbuki en azından manen abdesti- nin ve namazının bozulduğunun bilincinde olsa bu tu­tarsızlıktan ve ikilikten kurtulabilir, ahlaklı olmak bir lüks olmaktan çıkarılabilirdi. Her ne kadar ilm-i haller­de yazmasa da kibir, haset, cimrilik gibi davranışların amelleri içten içe bozduğunu fark etmek gerekiyor. Elbi­se ya da vücutta malum miktarların üzerindeki fiziksel pislikler namaza mani olurken çok daha büyük necaset sayılması gereken kalp ve niyetlerdeki pislikler namazın sıhhatine mani değil midir?

Tribünlere Oynamak

Manevî hastalıkların en büyüklerinden biri olan riyakâr­lık kaba tabirle tribünlere oynamaktır. Bu tip insanlar yaptıkları işlerin başkaları tarafından görülmemesi ve takdir edilmemesi halinde o işlerin boşa gittiğini ve de­ğersiz kaldığını düşünürler. Bu sebeple, güzel sayılacak amellerini göstere göstere yapmaya çalışırlar; bir tiyatro­cunun boş salona oynamak istememesine benzer şekilde seyirci olmayan durumlardan haz duymazlar ve cân-ı gö­nülden hareket etmezler. Böyleleri en büyük takdir ve ta­rassut edicinin (Seyircinin) kendisini izlediğinin farkın­da değillerdir. Bu durum ise gafletin en ileri safhasıdır.

“Şüphesiz ki Rabbin, (kullarının bütün yaptıklarını görüp) gözetley endir” (Fecr; 14)

Kendini Kaptırmak

Heyecanlı bir film seyrederken zihnen olayın içine gir­diğimiz için kendimizi filmin akışına kaptırır ve gerçek dünyadan koparız. Olup bitenlerin tamamen kurmaca ve fiktif olduğunu düşünürsek artık heyecan duyacak bir şey kalmaz geriye. Her şeyin sadece bir filmden ibaret ol­duğunu idrak ederek olaylardan kendimizi soyutlarsak endişe, heyecan, gerilim vs söz konusu olmaz. Gerçekten de filmde cereyan eden her şey tamamen sanaldır; filme kendini kaptıranların duygulanma, ağlama, gülme vs gibi hisleri tam manasıyla kurgu temeline dayalıdır.

İşte dünya hayatındaki olaylar da aynen böyledir; kişi kendini dünyaya fazlası ile kaptırır ve olayların içine bütün hisleri ve kalbi ile girerse hayatın içinde kaybo­lur gider. Halbuki dünya hayatı, film örneğinde olduğu gibi, ahirete nazaran sanal bir âlemdir. Tam filmin akışı­na kapılmışken telefonun çalması ya da kapının aniden çarpmasının bizi kendimize getirmesi gibi dünyadan soyutlanıp meselenin farkına varmamızı sağlayacak et­kilerin var olması gerekir. Hastalıklar, maddi veya mane­vi sıkıntılar bizlere dünya hayatının faniliğini ihtar edip cazibedar şeylerin içinde kaybolmamıza mani olacak ni­metlerdir.

*Ve o Gün Allah onları (huzuruna) topladığı zaman (onlara öyle gelecek ki yeryüzünde) sanki sadece tanışmalarına yetecek kadar (kısa bir süre), sade­ce gündüzün bir saati kadar kalmışlar; (vaktiyle) Allah’ın huzuruna çıkarılacakları uyarısını yalan­layan ve (bu yüzden) doğru yolu tutmaktan geri duranlar (o Gün) bütün bütün yanılmış, kaybetmiş olacaklar” (Yunus; 45)

Yalancı Mahbuplar

İnsan, sevdiğinin kusurunu görmez; sevdiği kişinin (ya­landan bile olsa) göz kırpmasına bayılır ve bu anlamda kandırılmaya hazırdır. O sebeple yalancı mahbuplara âşık olup kanmak çok kolaydır. Yalancı sevgililere kendi­ni kaptıranlar hakikati görmeye razı değillerdir; bu yüz­den kendilerini kandırmakla işe başlarlar ve başkalarını aldatmakla final yaparlar. İnsanı Allah’tan uzaklaştıran her şey birer “yalancı sevgilidir” ve yalancının aldatması mukadderdir,

“Unutmayın, Allah’ın (yeniden diriltme) vaadi ger­çektir: öyleyse, bu dünyanın sizi ayartmasına izin vermeyin ve Allah hakkındaki müfsitçe düşünceleri­nizin sahte cazibesine kapılmayın!” (Lokman 33)

Stockholm Sendromu

İnsanın cellâdına âşık olması çok garip, anlaşılmaz ve inanılmaz görünebilir, oysa bizi cehenneme götürecek heveslerimizin peşinde aptal âşıklar gibi pervane olma­mız tam da bu duruma tekabül etmektedir. Mesele çok açık olmasına rağmen yine de cellâdımızın eteğinin di­binden ayrılmamakta ısrar ederiz.

“Rabbanin merhamet ettiği durumlar hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder? (Yusuf; 53)

Selçuk Kütük – Endişeye Mahal Yok,syf:75-83

Niçin Yaratıldık?

Şüphe yok ki, mutlu ve huzurlu bir hayatın en temel unsur­larından biri de, onu tutarlı bir amaca göre yaşamak ve ki­şisel varlığını anlamlı hale getirebilmektir. Makul ve belirli bir maksada yönelik olmayan her fiil boş, absürd ve mana­sızdır. O halde insanın anlam arayışı ve makul cevap bek­lentisi kendi potansiyeline uygun ve beklenen bir davranış­tır. İnsanlık tarihine göz atıldığında en erken denilebilecek dönemlerde bile mitolojik anlatımlar yoluyla toplumların kendilerini konumlandırmalarını sağlayacak temel sorulara cevap aradıklarını görebiliriz. Ancak özellikle 18. yüzyıldan itibaren anlam arayışında bir kırılma olduğunu, yani meta­fizik değerlerin dışlanmasını ve insan hayatının amacının sadece dünyevi sınırlara indirgenmesi gerektiğini ileri süren bir zihniyetle karşılaşılmaktadır.

Bu anlayışın yerleşmesinde bilimsel düşüncenin kötüye kullanımının ileri seviyede söz konusu olduğu görülmekte­dir. Bilimsel yaklaşım, maddenin ve evrenin fiziksel yapısı itibarıyla anlaşılmasını sağlayacak bir faaliyettir. Bu bağ­lamda bilimsel bilgi evrene, maddeye ve hayata dair felsefi bir argüman sunmaz. Dolayısıyla bilimsel bilgi insanlara varlığın gayesi hakkında herhangi bir şey söylemez. İnsan, bu bilimsel bilgilerden hareket ederek bir varoluş gayesi üretebilir. Fakat materyalist bakış açısı bilimsel bilginin ala­nı dışında kalan bu sorunu bilim sahasına çekerek kendi iddialarına temel oluşturmak istemektedir.

Tekrar belirtmek gerekirse, bilimsel bilgi varoluşa dair herhangi bir bilgi vermez. Bilimsel bilgi varlığın fotoğrafını çeker fakat yorumu yapan insan veya bilim adamıdır. Bilim adamlarının yaptığı yorum bilimsel bilginin bir parçası de­ğildir. Aynı bilgilere dayanarak çok farklı anlamlar üretmek mümkündür. O halde bilimsel bilgi ile bilim adamlarının yorumlarını birbirine karıştırmamak ve aynı seviyede gör­memek gerekir.

Bilimsel bilgiye başvurularak “Niçin varım?”, “Niçin ahlaklı olmalıyım?”, “Ölümden sonra ne var?” gibi sorula­ra cevap verilemez; çünkü bu sorular ve cevaplan bilimsel bilginin alanı dışında kalır. Mesela ünlü ateist biyolog Ri- chard Dawkins’e göre, hayatın tek amacı üremek ve türün kendini bir sonraki nesle aktarımını sağlamaktır. Bilindiği üzere, nesilden nesile aktarım genler yoluyla olmaktadır. Ancak Dawkins’e göre, insanlar kendi türlerini bir sonraki nesle aktarırken genlerini kullanmazlar, tam tersine “genler insanları kullanırlar!”. Görüldüğü gibi, bu anlayışa göre in­sanın var oluşunun bir amacı yoktur (genlerin vardır!) ve insan sadece bir araçtan ibarettir.

Bilginin istismar edilmesi hayatın ve varoluşun gayesi konusunda bir boşluğa ve anlam kaymasına sebep olmak­tadır. Akılcılık ve rasyonellik perdesi altında hayatın ama­cı fayda ve zevk unsurlarına indirgenmektedir. İnsanların önüne sadece dünya hayatıyla sınırlı kalan ve ancak maddi unsurlarla ifade edilebilen hedefler konulmaktadır. Aklını bu geçici hedeflerle bozmayan ve hedonist duygularla zih­nini sarhoş etmeyen her insan bunların hakiki ve tatmin edici amaçlar olmadığım fark etmekte ve gerçek bir cevap aramaktadır. Tanrının varlığı konusunda herhangi bir şüphesi olma­yan bir deist açısından bakılırsa “tanrı, insanı ebedi bir yok­luğa mahkûm etmek için” yaratmış olamaz. Anlamsız şey­ler yapmak tanrıya yakışan bir davranış tarzı olamayacağına göre, var oluşun mutlaka bir gayesi olmalıdır.

İnsanları cansızlardan, bitkilerden ve hayvanlardan ayıran en önemli özellik düşünebilmesi ve tahlil etme kabiliyeti­nin olmasıdır. Bu sebeple insanın “var oluş sebebini” merak etmesi ve araştırması gayet doğaldır. Bir başka deyişle, in­san olanın bu sorgulamayı yapması, yani “niçin varım?” ve “ne yapmam gerekiyor?” türünden soruları sorması insan olmasının bir gereğidir. Sorgulanmamış bir hayatın yaşama­ya değmeyeceği unutulmamalıdır. Çünkü sorgulama yap­mayan kişi, insanları hayvanlardan ayıran en önemli farkı, yani düşünme ve mesuliyet sahibi olma özelliğini ortadan kaldırmış demektir. Aklı başında hiç kimse bu sorulara ka­yıtsız kalamaz ve sanki böyle bir mesele yokmuş gibi davra­narak hayatını sürdüremez.

Akıllı bir varlık olarak insan kendi var oluşunu anlam­lı kılmak zorundadır. İnsan; iç dünyasından, vicdanından, aklından, kalbinden ve duygularından gelen seslere ve sor­gulamalara ancak yüce bir gaye göstererek ve sonsuz hu­zura kavuşturacak bir açıklama ile çözüm bulabilir. Geçici ve sahte çözüm önerileri ne aklı ne de kalbi tatmin etme­yecektir. Bu anlamsızlık ve tatminsizlik durumu kişiyi son tahlilde bunalıma veya intihara sürükler. Sartre, Camus ve Schopenhauer gibi ateistler insanın varlığı hakkında kö- tûmser kanaate sahiptirler. Bu düşünürler açısından insan yeryüzüne “fırlatılmış sahipsiz” bir varlıktır ve varoluşunun herhangi bir anlamı yoktur.

Bu düşünce doğrultusunda bakılırsa akıl, vicdan ve duy­gular insana verilmiş son derece özel nimetler olmaktan çı­kar ve birer acı vesilesi haline dönüşürler. Çünkü akıl “ne­den buradayım? Buraya nasıl geldim? Ölünce ne olacak?” diye sorarken kalp “neden sevgi ve merhamet hissi duyuyo­rum?” diye soracaktır. Diğer taraftan duygularımız “neden güneş batarken bu harika manzara karşısında duygularım yoğunlaşıyor? Tabiat sanki eksiği olmayan bir sofra gibi; ih­tiyaç olan her şey insan için hazırlanmış gibi! Neden?” diye sorarken vicdanımız haksızlıklar karşısında acı çekiyor ve adalet talep ediyor, neden? Hâlbuki insanın var olabilmesi ve hayatta kalabilmesi için merhamet, adalet veya vicdan gibi duygulara hiç ihtiyaç yoktur. O halde insanda neden bu özellikler vardır?

İşte bu ve benzeri sorulara tatmin edici ve tutarlı cevap veremeyen insan aklı, kalbi ve duygulan tarafından sürekli rahatsız edilecektir. Bütün bu sorulara “hiçbir şeyin anlamı yok! Boşuna anlam arayışına girme!” şeklinde cevap veren birisi için aklen tatmin ve kalben huzur mümkün olamaz. Dolayısıyla kendini evrende yalnız, sahipsiz ve kuralsız gö­ren kişinin tutunabileceği bir dal yoktur ve bu düşünce as­lında sonun başlangıcıdır.

Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki, tanrı inancı olmadı­ğı sürece insanın var oluşuna bir anlam yükleme imkânı da olmayacaktır. Bir başka deyişle, insanın anlam arayışı sade­ce tanrının varlığı ile temellendirilebilir. Tanrı inancı dışlan­dığı zaman insana (hayvanlardan farklı olarak) anlamlı bir hedef ve amaç göstermek mümkün olmayacaktır. Eğer kişi kendini denizdeki dalgalar üzerinde bir an görünüp sonra da yok olup giden kabarcıklar şeklinde tanımlıyorsa burada tamamen bir anlamsızlık söz konusudur. Bu anlayışa göre, insan sebepsiz bir şekilde var olur ve herhangi bir gayesi olmaksızın yaşar, sonra da ölüp gider. Merhametin, sevgi­nin, güzelliğin ve fedakârlığın hiçbir anlamı, amacı ve te­meli yoktur. Amaç sadece tanrının varlığı ile belirlenebilir. O halde tanrı bilinci tüm maksatların kaynağıdır denilebilir.

Aristo’dan beri bilinen şu analizi burada hatırlatmak uy­gun olacaktır: eğer ortada bir eser varsa bununla ilgili ola­rak dört temel sorunun sorulması ve cevaplanması gerekir. Sırayla ifade edilirse; maddi unsur, şeklî (formel) unsur, fail unsur ve gaye unsuru. Bu unsurları bir heykel örneği üze­rinden izah edebiliriz. Heykelin maddi unsurunu yapıldığı mermer olarak düşünebiliriz. Heykelin bir şekli olacağı da açıktır. Heykeli yapan bir failin, yani heykeltıraşın olacağı bellidir. Nihayet, heykelin bir yapılma sebebi ve maksadı olmalıdır. Buradan hareketle düşünürsek evren gibi inanıl­maz bir eserin ve içinde yaşayan insan gibi bir varlığın bir amacının olmadığını ileri sürmek aklen anlaşma zeminini kaybetmek demektir.

İnsanlar var oluşlarına anlam katabilmek için bir takım hedefler uydururlar, mesela zengin olmak, kariyer sahibi ol­mak, bilim adamı olmak vs. gibi. Lâkin bunlar asıl hedefler değil yardımcı unsurlardır ve aranan cevap değildir. Dola­yısıyla bu türden hedeflere ulaşılsa bile hayatın anlamına dair asıl sorunun cevaplanmamış olduğu görülür. Asıl ce­vaba ulaşılamaması durumu ve sahte çözümler kişiyi ken­dine yabancılaştırır, özünden uzaklaştırır. İnsan var olma sebebini inkâr eder ve dışına çıkarsa insan olma özelliğini kaybeder, başka bir şeye dönüşür..,

Toprağa atılan bir tohum (mesela bir incir çekirdeği) be­lirli bir sûre sonra toprağın üstüne çıkar, hava, su ve güneş vasıtasıyla zaman içinde gelişimini tamamlayarak meyveli harika bir incir ağacına dönüşür ve kendi kemal noktasına ulaşır. Yani kendi özünde var olanı en mükemmel bir şekil­de gerçekleştirmiş olur. Bunu ağaç örneği üzerinden daha iyi ifade edebiliriz. Akıl, bilgi ve bilinç kökler; ibadet göv­de; çiçek ve meyveler ahlak gibidir. Ancak ağaç neticede bir toprağın üzerinde temellenir. İşte o temel Allah inancıdır. Bu inanç olmaksızın temellendirme yapılamaz.

Yukarıdaki örnekte olduğu üzere insan için dünya, bu tohumun yeşermesi için bir imkân alanıdır. Yeşerme ve meyve verme için güneş, hava ve suya ihtiyaç var. Bunlar vahiy, ibadet, tefekkür ve ahlaktır. Bunlar olmazsa tohum çürür, meyve veremez hale gelir; eğer özünü bozar ve çürü­meye uğrarsa ağaca dönüşemez. Tohumun özünü bozması hava, su ve güneşi reddetmesi demektir ve bu şekilde to­hum kendi gelişimini engellemiş olur. İşte buna benzer şe­kilde insanın tanrı, kitap, vahiy ve peygamberleri dışlaması kendi gelişiminin önünü tıkamak anlamına gelir ve kendi­sine verilen potansiyeli ziyan etmekle neticelenir.

Her varlık canlı veya cansız “kendi özünde var olanı” açığa çıkarmak için yaratılmıştır. Bu öz Allah tarafından verilen kapasite ve özelliklerdir, (fıtrat). Fıtrat, insana “gerçekten insan” olabilmesi ve yapabileceğinin en iyisini yapması için verilen potansiyeldir. İnsan bu potansiyeli tercihleri doğrultusunda ya iyi kullanır ya da ziyan eder. Bir elma çe­kirdeğinin özünde var olan şey mükemmel bir ağaç olma istidadıdır. Elma çekirdeği için kuruyup çürümek ve ziyan olma seviyesinden başlayıp harika meyvelerle dolu, ba­kanlara zevk verecek bir elma ağacı olmaya kadar uzanan sayısız neticeler mümkündür. Çekirdeğin hangi neticeyi vereceği toprak, su, güneş vs. gibi şartların nasıl değerlen­dirileceğine bağlıdır. Bu imkânlar uygun olduğunda sonuçda mükemmel olur. Burada toprak, su, hava gibi şeylerden kasıt ibadet, itikat, akıl, bilgi ve ahlaktır. Bunlarla beslenen insan “gerçek bir insan*’ olur.

Bu anlamda şuurlu ve şuursuz varlıklar arasında şöyle bir fark vardır: şuursuz varlıklar iradelerini kullanamaya­cakları için özlerinde var olanı açığa çıkarmaları zorunlu­dur. Mesela, metallerin ısı verilme neticesinde genleşmesi onların genel özelliğidir. Dolayısıyla ısı verilen bir metal “ben genleşmek istemiyorum!” diyemez, özünde var olanı zorunlu olarak açığa çıkarırlar. Benzer şekilde “arı bal yap­mam” ya da “inek süt vermem” demez ve diyemez. Çünkü bu anlamda bir tercih yapmaları için kendilerine bir imkân sunulmamıştır ve bu yüzden de özlerinde var olanı yerine getirmek zorundadırlar.

insan ise bilinçli bir varlık olma ve tercihlerini dilediği yönde kullanma gibi bir özelliğe sahip olduğundan özünde var olanı açığa çıkarma noktasında bir zorunlulukla karşı karşıya değildir. Tercihini dilediği yönde kullanabilir, insan, özünde yani fıtratında kapasite olarak mevcut olan güze­le ve hakikate yönelik potansiyelini iptal ederek çirkinliği ve küfrü, ahlaksızlığı, kötülüğü vs. tercih edebilir. Yapacağı tercihler onu hayvandan aşağı veya hakiki insan arasındaki bir konuma yerleştirecektir. O halde, kişinin tercihleri onun ne olmak istediğini belirler diyebiliriz. İşte insanın var olma maksadı kendi özünde var olanı gerçekleştirmektir. Nasıl ki, elma çekirdeği kendisinde var olan mükemmel bir elma ağacı olma istidadını (potansiyelini) su, hava, güneşi redde­derek kasten iptal ederse toprak altında çürür ve kendisine verilen imkânı baltalamış olursa insan da iman, ahlak de­ğerlerini kasıtlı reddederek insan olma fırsatını ebedi olarak elinden kaçırmış olacaktır.

İnsan, tercihleri ile kendisini inşa eder; dolayısıyla her yanlış tercih aslında yanlış bir yapılanmaya yol açacak demektir. Her insan biyolojik anlamda insan olarak doğ­makla beraber “gerçek insan olma yolcuğunu” başarı ile tamamlayabilen kişi sayısı pek azdır. Çünkü yolculuk sıra­sında kişiyi yoldan çıkaracak birçok cazip teklifle karşıla­şılmaktadır. İşte bu noktada tercihler devreye girmektedir. Daha önce belirtildiği üzere, insan yaptığı seçimlerle kendi­ni tamamlar ve kendini gerçekler (self realizasyon). Böylece insanın gerçekte ne olduğu ve ne olmadığı ortaya çıkar. As­lında bu durum, kişiye tanrı tarafından verilen insan olma fırsatının doğru bir şekilde değerlendirilip değerlendirile­mediğinin görülmesi sürecidir.

Zihnimizde daha iyi canlanması açısından şöyle bir örnek üzerinden hareket edebiliriz: birkaç bin parçadan oluşan büyük bir puzzle düşünelim. Puzzle tamamlandığı zaman ortaya çıkacak olan resmin “kendimiz” olduğunu varsayalım. Her bir parçanın ise yaptığımız tercihlere kar­şılık geldiğini düşünelim. Bu durumda, hayat boyu yapı­lan seçimler doğru ise parçalar uygun yerlere yerleştirilmiş olacağından resim olması gerektiği gibi düzgün bir şekilde oluşacaktır. Yanlış tercihler ise, parçaların uygun olmayan yerlere zorla sıkıştırılması anlamına gelecek ve ortaya hilkat garibesi gibi bir durum çıkacaktır. Mesela hırsızlık yapmak yanlış bir tercih olduğundan resim tamamlandığında kişi­nin kolu midesinden çıkmış ya da yalancı birinin dili ayağı­nın altında olacaktır.

Dikkat edilirse her halükarda resmi inşa eden, yani par­çaları yerleştiren kişinin kendisinden başkası değildir. Do­layısıyla resimde harika bir insan figürünün ya da iğrenç bir mahlûkun ortaya çıkmasının tek sorumlusu kişinin kendisidir. Kısacası kişi aslında hem kendisine hem de di­ğer insanlara gerçekte ne olduğunu göstermiş olmaktadır. Buradan anlaşılacağı üzere, insanın yaratılış amacı kişinin kendinde var olan potansiyeli gerçeklemesi ve kendisine sunulan insan olma imkânını doğru kullanma serüvenidir.

Kısaca ifade edilirse, her insan yeryüzü, sahnesine “ken­di seçeceği rolü” oynamak üzere gönderilmiştir. İsteyen iyi adam ve kahraman rolünü isteyen de kötü adam rolünü oy­nayacaktır. Filmin sonunda ise mutlaka iyiler kazanıp kötü­ler hak ettikleri cezalarını bulacaklardır.

‘Kendini tamamlayamama ya da gerçekleştirememe durumu kişiye şu ya da bu derecede “bunalım, stres, kaygı, psiko­lojik bozukluk” olarak döner. Bütün hayatını anlamsızlık üzerine kurmuş ve insan olma fırsatını kasten reddetmiş olan kişilerin dünyadaki varlıkları sona erdiğinde artık bir daha “insan olma imkânları” kalmayacaktır. Bu son derece ürkütücü bir durumdur. İnsana sunulan kendi “özünü açı­ğa çıkarma” imkânını bilinçli bir şekilde reddetmesi insanın kendine yabancılaşmasına yol açar. Kişinin kendine yaban­cılaşması artık kendini tanıyamaması ve tanımlayamaması gibi çarpık sonuçlan beraberinde getirir. Tanrıya yabancı­laşan kişi var oluş zemini kaybeder, insan ve tabiatla olan ilişkisi bozulur.

Kişi bu vahim gerçeğin farkına varırsa önce fikri bir sar­sma yaşayacaktır. Eğer doğru olanı arama konusunda sa­mimi ise muhakkak bir çıkış yolu bulacak ve selamete ka­vuşacaktır. Diğer taraftan, gerçeği kasten reddetme yoluna girerse yokluğa, karanlığa ve hiçliğe gidiyor olma düşünce­sini dağıtabilmek için aklını ve hislerini iptal etmeye çalı­şacaktır. Çünkü insanlar kendilerini daraltan ve bunaltan sorunları unutmak isterler. Aklın ve hislerin devre dışı bı­rakılması ise ancak aşırı eğlence, içki, iş yoğunluğu vs. gibi şeylerle kendini meşgul etmek sayesinde mümkün olabilir. Böylece kişi kendisini bilinçlilik halinden çıkararak gaflet durumuna sokmuş olacaktır.

Yukarıda kişinin hayatı boyunca yaptığı seçimlerin insanı inşa ettiği belirtilmişti. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için insanın öncelikle kendisini tanıması, tanrı ve tabiatla olan ilişkisinin içeriğini kavraması gerekir. Bu durum insan için son derece temel bir sorundur ve çözümü kolay değildir. Çünkü bir şeyi bilmek için bilen ve bilinen şeylere gerek vardır, örneğin, atomun yapısı incelenirken insan bilen ve atomlar bilinecek olan şey kategorisine girer. Fakat insan kendisini tanımaya çalıştığı zaman bilen ve bilinen aynı şey olmaktadır. Dolayısıyla bilme bağlamında bir kısır döngü meydana gelmektedir.

‘İnsan, kendini yanlış bir şekilde tanımlar ve var oluş amacını doğru tesbit edemezse hem tanrı hem de tabiatla olan ilişkileri tamamen bozuk bir zemin üzerine oturacak ve hayat büyük bir hüsranla sonuçlanacaktır. Peki, bu kısır döngüden nasıl çıkılacaktır?

Diyelim ki bir sanatçı harika resimler yapmış ve bu eserlerini bir sergide sergiliyor olsun. Resimleri inceleyen uzmanlar renk, tarz, yapı vs. gibi konularda fikirlerini be­lirtebilirler. Fakat resimlerin yapılış maksadım ve niçin ser­gilendiği sorusunu en doğru bir şekilde ancak ressam ce­vaplayabilir. Benzer şekilde, insanın fiziksel yapısı ve birçok özelliği hakkında bilgi vermek mümkün olmakla beraber “insanın yaratılış sebebi nedir?” sorusuna en doğru cevabı verecek olan tanrıdır.

Tanrının bu soruya verdiği cevap kısaca “kişinin hem kendini hem de yaratıcısını hakkı ile tanıması” şeklinde ifade edilebilir. Bu tanıma işlemi hayat boyu sürecek heye­canlı bir macera gibi düşünülmeli ve ilerledikçe doğru yol­da olmanın verdiği huzurun kişinin iç dünyasını kapladığı bir süreç olarak görülmelidir. Bunun başarmak için insanın hem iç dünyasında derin bir sorgulamaya girişmesi hem de dış dünya hakkında yüzeysellikten uzak bir analize yönel­mesi gerekir. İnsanın tanrı ile samimi ve dürüst bir ilişki kurmak istemesi iç dünyasındaki derinliği artırırken, bilim ve teknik yoluyla dış dünya üzerindeki düşünceleri tanrıyı tanımanın diğer bir tarafını oluşturur. Gerçekten de tanrı, kitaplarını ve peygamberlerini ahmak olanlara değil “düşü­nenlere” gönderdiğini belirtmektedir.

Selçuk Kütük – Deizm,syf.141-151

Neden Sürekli Huzursuzum? Yaşantımdan Zevk Alamıyorum. Mutsuzluğumun Sebebi Nedir?

Huzursuzluğun, bunalımın, stresin önemli sebeplerinden birisi de şudur;

“Bir şey ‘ma vudia leh’inde istihdam edilmezse atalete uğrar, matlup eseri göstermez.” (Bediüzzaman, Sünuhat)

“ma vudia leh”, bir şeyin yapılış gayesi demektir. Gözün yaratılış gayesi: görme işlevidir… Onu tatların kontrolünde kullanmaya kalkarsanız gözünüze zarar verirsiniz ve görme işlevi için verilen gözünüze zarar verdiğiniz için kimseyi suçlama hakkınız da olmaz.

Her duygusunu ve hissini onu Yaratanın rızası dairesinde ve istikamet çizgisinde kullanan insanlar dünyada da bir nevi cennet hayatı yaşarlar.

İnsana verilen her bir his ve duygu insanı Allah’tan uzaklaştırmak için değildir; aksine insanı Allah’a yaklaştırmak ve terakki etmek içindir. Bu his ve duyguların yüzünü geçici ve önemsiz şeylerden çevirip sonsuz şeylere yönlendirmek gerekmektedir. Yani o duyguyu yok etmek değil, hayırlı şeylere yönlendirmek gerekir.

Mesela geleceği düşünmek hissi herkeste vardır. Bir insan bununla isterse sadece dünya hayatını düşünebilir ve sadece ona çalışabilir. Fakat bu his ve duygu sadece bunun için verilmemiştir. Öyleyse bu hissi başka değerli bir şeye yönlendirmesi gerekir. Bu da sonsuz geleceğimiz olan ahireti düşünmek tarzında olmalıdır, bu sayede isterse hem dünyayı hem ahireti düşünerek iki cihanda da rahat edebilir.

Mesela insanda inat duygusu da var. Bu hissi dünya işlerine sarf ettiği zaman önemsiz şeylere de inat eder. Mesela “Ben inat ettim kumardan milyon TL kazanacağım” şeklinde inat eden bir insan sürekli kumara yatırım yaparak elindeki parasını kaybeder ve hem elindekini kaybettiği için hem de yenisini kazanamadığı için kendini sıkıntıdan sıkıntıya sokar ve günah da kazanır. Fakat insan bu hissini, Allah’ın istediği şekilde kullansa, o zaman ibadete inkılap etmiş olur. Şöyle ki, bu his ile bir Müslüman diyecek:

“Ben inat ettim sabah namazını kaçırmayacağım, inat ettim her hafta sadaka vereceğim, inat ettim hiçbir mü’mine kızmayacağım, inat ettim her gün şu kadar namaz vb ibadet edeceğim…”

Böylece kendisine verilen inat duygusunu hayırlı işlere çevirip ibadet haline getirebilir. İş böyle olunca maddi olarak kayba uğrasa bile, kendisini bazı geçici lezzetlerden mahrum bıraksa bile bunun hak yoluna gittiğini ve kaybettiklerini veya vazgeçtiklerini ahirette misliyle kazanacağını bildiği için kendisini sıkıntıya sokmaz kendi kendisinin huzurunu kaçırmaz.

Kazandığınız parayı helal daire de harcamak yerine, örneğin iddia ve kumar oynamakta kullanırsanız bunları kaybettiğinizde “Neden kazanamıyorum, neden daha çok param yok” diye kendinizi büyük bir çıkmaza sürüklersiniz. Ancak böyle yapmak yerine paranızı sadaka vererek harcayıp helal daire de kullandığınız zaman maddi olarak paranız azalsa bile manevi olarak kuvvetleneceğinizden dolayı giden paranın üzüntüsünü çekmez aksine Allah yolunda harcadığınız paranın size hem bu dünyada hem de ahirette misliyle karşılığının verileceğini bildiğinizden dolayı içiniz, kalbiniz huzurla dolar.

Size verilen kalbi, sevme ve sevilme duygusunu, Dünya malına, çıkar ilişkilerine ve haram sevdalara adadığınız zaman bunlardan birisi dahi eksik kaldığında kendinizi boşlukta hissedersiniz ve içiniz sıkıntıyla dolar.

Örneğin haram bir sevdaya daldığınız zaman karşı taraftan da bazı hisler beklersiniz ve bu hisler gerçekleşmediği zaman kendinizi suçlar karşı tarafı suçlar ve bununla da yetinmez geçici zevk ve duygular yüzünden Allah’ı suçlar ve inkara kadar gidersiniz. O hisleri yaşayamadığınız için üzülür, kendinizi sıkıntıya sokar, ibadetlerinizi aksatırsınız, normal hayatınızı aksatırsınız.

Örneğin her akşam ailenizle oturup muhabbet ederken kendinizi bunalıma soktuğunuz için ailenizle vakit geçirmek istemezsiniz, içinizden bir şey yapmak gelmez ve buda sizi zamanla uyuşuk, bir amacı olmayan, bir gayesi olmayan, kendisini sadece geçici zevklere adayan ve idealleri, kuralları, değerleri olmayan basit biri yapar. Bu yüzden agresifleşir ve çevrenizde bulunan ve sizi gerçekten seven insanları da üzersiniz.

Dünyayı oyun ve eğlence bilenlerin bakışları âhiretedir. Gayretleri orası içindir. Oranın saadeti de, azabı da ebedîdir. Bunun şuurunda olan ve “biz Allah’ın kuluyuz, hayatımız, ölümümüz, bedenimiz, ruhumuz, mevkiimiz, makamımız, bütün bunlar geçicidir ve kısacası her şeyimiz, onun için, onun rızası içindir” düşüncesini benimseyen insan, fâni dünyanın geçici sıkıntılarında boğulmaz.

Her şey gibi, kalp huzuru da O’nun elindedir. Buna lâyıkıyla iman etsek başkalarının kapılarında dolaşmaktan kurtulacak, aradığımız her güzelliği Rabbimizin rahmet kapısında bulacağız.

Burada şunu anlamamız gerekir: Nasıl Allah Teâlâ, kuluna mal veriyor ve onu nerede kullanacağını görmek diliyorsa aynı şekilde düz yürüdüğü yollarda önüne kavşaklar, rampalar çıkararak, o anda ne yapacağını görmek istemektedir. Malını helal yoldan kazandıktan sonra onu mubah yollarla harcayan ve sadakasını verenin o mal sayesinde Rabbinin rızasına erdiği gibi, Rabbinden gelen sıkıntılara karşı sabretmesini bilen kul da malını infak eden gibi ecir kazanmış olmaktadır. Bu sıkıntı, mal üzerinden olabilir, aile içindeki fertlerden birinden olabilir, siyasi yönetimden olabilir, tabii bir afet şeklinde olabilir. Türü ne olursa olsun mü’minin ayağına batan bir diken bile, huzurunu kaçırdığı için bir anlamda beladır, sıkıntıdır. Her bela, her sıkıntı, bunaltan, terleten, tansiyon yükselten, ağlatan, ezip utandıran ne varsa ecir kaynağıdır. Yeter ki kul, ihmalinin ve üzerine düşeni yapmamış olmanın bedelini ödemesin.

İşte bu yüzden şu cümleyi iyice idrak etmemiz anlamamız gerekmektedir;

“Durgun bir deniz asla iyi bir denizci yetiştirmez…
Başına gelen musibetler aslında seni dünya fırtınasından ahiret sahiline çıkarmak içindir…”

kaynak: www.sorularlaislamiyet.com

Allah insana muhtaç olmadığı halde, insanı niçin yaratmıştır?

Önce şunu belirtmek gerek. Bu soruya öyle küçük bir soru olmadığı için, cevapları da haliyle hap gibi değil. Azıcık zahmete girip okumak ve hatta biraz düşünmek gerekiyor.Tüm yazı  okununca tatmin edici olacağını düşünüyorum.

Not: Bu soruya verilecek cevap, tabii ki öncelikle Allah’ın var olduğunu ve tüm kainatı ve içindekileri yaratan mutlak kudret sahibi olduğunu kabule dayanıyor. Eğer, yaratıcı var mı? gibi bir soru sorulacaksa, bunun da cevabı var. Ancak şu anki konumuz bu değil.

Cevap 1:

Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını, kainata ve içindeki faaliyetlere bakan bir insan görebilir. Biz bir düşünelim, dünyaya gelmeden önce kainatın neyi eksikti de biz geldikten sonra tamamladık. Veya ibadetimizle ne yapıyoruz ki Allah’ın herhangi bir ihtiyacı görülüyor.

Allah her şeyi kemaliyle bilendir. Ama bu bilmesi bizi yönlendirmesi anlamına gelmemektedir. Çünkü O’nun ilmi ezelidir. Yani geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanı aynı anda müşahede eder. Ve herkes vicdanen bilir ki, istediğim şeyi yaparım, konuşurum istemediğim şeyi yapmam. Bu kaideye göre Allah bizim ne yaptığımızı bilir. Ama biz de yaptığımız şeyin irademizle olduğunu vicdanen ve alken biliriz.

Allah bizi kendisini tanımak ve kendisine layık olacak şekilde ibadet etmek için yarattı. Bu vazifeyi yerine getirecek alet ve cihazları da yaratmıştır. Yani bizden istenen şeyler ile bunları karşılayacak sermaye muvazenelidir. Burada herhangi bir adaletsizlik olmadığını bütün insaf ve vicdan ehli bilir. Fakat Allah’ın bizi yaratırken bize sorup sormaması ise, tamamen Allah’ın iradesini kısıtlamak anlamına gelir.

Oysa alimlerimizin ittifakı ile “Allah, la yüsel”dir. Yani yaptığı işlerden sorguya çekilmez. Ama kainatta yaptığı ve yarattığı herhangi bir hadisenin hikmetsiz veya adaletsiz olduğuna dair hiç kimse ağzını açamamaktadır. Çünkü, kainatta hikmetsiz ve abes olabilecek bir durum yoktur. Bütün kainatı didik didik araştıran bilim adamları bu ilahi hikmet karşısında hayrete düşmektedir.

Allah’ın insanı yaratmasının çok hikmetlerinden birisi ibadettir. Çünkü:

1. Allah insanı imtihan için yarattı. Bu hikmet insanın yaratılmadan olamayacağı kesindir.

2. Allah kainatta tecelli ettiği cemal ve kemalini hem kendisi -kendine mahsus bir şekilde- görmek hem de başkalarının gözüyle görmek istiyor. Başkasının görmesi derken bunların başında insan gelmektedir. Bu hikmet de yine insanın yaratılmasını gerekli kılıyor.

3. İbadet için yarattı. Bu hikmetin yerine gelmesi için var olan birisi gerektir. Yaratılmadan ibadetin yerine gelmesi mümkün değildir. Burada yaptığımız ibadetin miktarına göre cennetteki yerimiz hazırlanıyor.

4. Allah’ın her şeyden daha büyük olduğunu ilan etmek ve Allah’ın emirlerini yaymak. Bu hikmetin yerine gelebilmesi için, hem tebliğ edenin hem de tebliğ edilenin yaratılması icap eder.

5. Bir çekirdeğin ağaç olması için toprağa girmesi gerektiği gibi, insanın da yetişip olgunlaşmsı ve terakkisi için dünya tarlasına gönderilmiştir.

6. Eğer başka alemde yaratılsaydık o zaman da neden bu alemde yaratıldık diye sormamız gerekecekti. İnsan için en mükemmel imtihan salonu bu olduğu için buraya gönderildik denilebilir.

İşte tüm kainatta rastlanılamayan hikmetsiz iş ve fiillere elbette şeriatta da rastlanmaz. Yani bizim taşıyamayacağımız işleri Allah bize yüklemez. Bütün hayvanlara, bitkilere ve cansızlara vazifeler yükleyen Allah, elbette bize de bazı vazifeler yükleyecektir. Yoksa tüm kainatta mevcut olan hikmet, insanlar yönünden abes olacaktı. Hiçbir işinde abesiyet ve çirkinlik olmayan ve bu gibi şeylerden münezzeh olan Allah, elbette insanlara da taşıyabilecekleri bir yükü yüklemesi gerekmektedir.

Kâinatın ömrü milyarlarca yıl ile ifade ediliyor; insanlık âleminin ömrü ise bin seneyle ifade ediliyor. Henüz insan nevi yaratılmadan, bu hadis-i kudsîde verilen haber, öncelikle melekler âlemine bakıyordu. Allah’ı bilen, eserlerini temaşa ve tefekkür eden, O’na isyandan uzak bu mübarek varlıklar, hadis-i kudsîde verilen haberi ibadetleriyle, tesbihleriyle, itaatleriyle, marifet ve muhabbetleriyle tahakkuk ettirmiş oluyorlardı. Hayvanlar âlemi de yaratılış gayelerine tam uygun bir hayat sürmekle, ruhları yönüyle, melekleri andırıyorlardı. Bitkiler âlemi ve cansız varlıklar da mükemmel bir itaat ile vazife görüyorlardı.

“Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı tesbih ve O’na hamd etmesin…”(İsra, 17/44)

mealindeki âyet-i kerimede geçen “şey” tabiri, canlı-cansız her varlığı içine alır. Her şey O’nu tesbih eder ve O’na medih ve senada bulunur.

Cenab-ı Hak, bütün bu tespih ve ibadetlerin çok daha ileri derecesini icra etmeye kabiliyetli bir başka mahiyet daha yaratmayı irade buyurdu: İşte bu ulvi mahiyet, arzın halifesi olacak olan insandı. Cenab-ı Hak, topraktan bir insan yaratacağını meleklere haber verdiğinde, yukarıdakine benzer bir soru, meleklerden de gelmiş ve onlara cevaben, “Siz benim bildiklerimi bilemezsiniz,..” buyrulmuştu.

İmtihana tabi tutulan ve kazanmaları halinde melekleri geçecek olan bu yeni misafirler, âyet-i kerimede de haber verildiği gibi, ancak Allah’a ibadet için yaratılmışlardı.

“Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)

Âyette geçen “ibadet” kelimesine bir çok tefsir âliminin “marifet” mânâsı verdiği dikkate alındığında, bu insanın, Allah’ı tanımak, varlığını, birliğini bilmek, sıfatlarının sonsuzluğuna inanmak, mahlûkat âlemini de hikmet ve ibret nazarıyla temaşa ve tefekkür etmekle vazifeli olduğu anlaşılıyordu.

Bu mümtaz mahlûk, sadece cemal tecellilerine muhatap olmayacak, Cenab-ı Hakk’ın hem cemal, hem de celal tecellileri ile ayrı ayrı imtihanlara tabi tutulacaktı.

Nitekim öyle oldu ve öylece devam ediyor. Nimetler, ihsanlar, ikramlar, güzellikler, sıhhat, afiyet, ferah, gibi haller hep cemal tecellileridir. Ve insanoğlu bunlara karşı şükredip etmeme şıklarından birini tercihle karşı karşıya. Maalesef, nefis ve şeytanın galebesiyle çoğu insan, cemal tecellileriyle sarhoş olup bu imtihanı kazanamıyorlar.

İmtihanın diğer yönü, hastalık, musibet, bela, afet, ölüm gibi celal tecellileri… Ve neticede sabır, tevekkül, teslim, rıza, imtihanına tabi tutulma. Akıl aksini düşünse de gerçek şu ki, bu imtihanı kazananlar, birincilere nispetle çok daha fazla.

Bundaki hikmet şu olsa gerek: Musibet ve hastalıklar, insana kul olduğunu, aciz bir varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor, ders veriyorlar. Konumuza ışık tutacak bir Nur cümlesi:

“Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına câmi’ geniş bir âyine olsun.” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

İbadet ve marifet için yaratılan insan, bu vadide mertebe kat edebilmek için aczini ve fakrını hissedecek, sürekli olarak Rabbine sığınacak ve Ondan medet dileyecektir. Duadan geri durmayacak, huzuru yakalamaya çalışacaktır. Bunlar ise başta nefis ve şeytan olmak üzere, dünya hayatında insanı, medet dilemeye ve sığınmaya götüren her türlü musibet, hastalık, çaresizlik ve sıkıntılarla mümkün.

Çaresizlik içinde kalıp Rabbine sığınan ruhlar, bu dünya imtihanını kazanma noktasında müsbet bir puan almış oluyorlar. Ama, refah, sıhhat ve saadet gibi tecellilerde insanoğlu, aczini anlamak yerine, bunlara meftun olup, kul olduğunu unutup, gaflete dalabiliyor. Konunun çok önemli bir yanı da şu: Marifetullah, yani Allah’ı tanıma denilince, bütün isim ve sıfatları dikkate almak gerekiyor; sadece cemalî isimleri değil.

Allah, Rahman olduğu gibi Kahhar’dır da. İzzeti tattıran da Odur zilleti çektiren de. Bu dünyada sadece cemalî isimler tecelli etse ve insan sadece bunlara muhatap olsa idi marifeti noksan kalırdı. Bu imtihan meydanında, insanoğlu Allah’ı hem celal, hem de cemal sıfatlarıyla tanımak durumunda. Ahirette ise, yollar ayrılacak. İnsanların bir kısmı ibadet, ihlas, salih amel ve güzel ahlâklarına mükâfat olarak, cennete girecek ve lütuf, kerem, ihsan gibi nice cemal tecellilerine, azamî ölçüde ve ebediyen muhatap olacaklar. Küfür ve şirk yolunu tutarak dalalet ve sefahate düşenler ise celal, izzet ve kahır tecellileriyle karşılaşacaklar. Böylece, ahiret yurdunda, Allah’ın hem cemalî hem de celalî isimleri en ileri mânâda tecelli etmiş olacak.

Nur Külliyat’ında bir dua cümlesi var:

“Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster.” (Sözler, Onuncu Söz)

Bu dünyadaki varlıklar, ahirete nispetle, gölge kadar zayıf bir tecelliye muhatap oluyorlar. Ve bu gölge hayatın gereğini yapan ve hakkını vermeye çalışan insanlar asıla kavuşuyorlar.

Şunu da unutmamak gerekiyor: Lütuf gibi kahrın da aslı ahirette.

Cevap 2:

“Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i küllîye-i insaniyedir.” (Sözler, s 264)

“İnsan niçin yaratılmış?” sorusuna sıkça muhatap oluruz. Böyle bir soruyu kendimize yahut bir başkasına sormamız, bizim için büyük bir İlâhî ihsandır. Şöyle ki: Bu soruyu güneş kendisine soramadığı gibi, bir başka yıldız da güneşe sorabilmiş değil. Yine bu soruyu bir arı bir başka arıya, yahut bir koyun berikine sormaktan aciz. Demek oluyor ki, bu sorunun cevabını arayan insanoğlu, kendi varlığını istediği sahada kullanma konusunda serbest bırakılmış; bir arayış içinde ve bu konuda bir imtihana tabi tutulmuş.

Bu imtihanı kazanmanın tek yolu, sorunun cevabını bizi yaratandan öğrenmemizdir. Bu noktaya varan insanlar gerçeğin kapısını çalmış olurlar. Ve kendilerine Kur’an lisanıyla, Peygamber diliyle cevapları verilir.

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

Nur Küllîyatında ibadete “marifet” manası veriliyor. Bu mana üzerinde çoğu tefsir alimlerimiz ittifak etmişler. Namaz, oruç gibi ibadetler ise bu marifetin neticesidir. Yani, insan nimetin şükür gerektirdiğini idrak edecektir ki, sonra bu şükür ve hamd vazifeni yerine getirsin.

İnsan, bu kâinatı dolduran İlahi mucizelerin tefekkür ve hayreti icap ettirdiklerini bilecektir ki, tespih ve tekbir vazifesini ifa etsin.

İnsan, başka insanlara merhamet etmesi gerektiğinin şuuruna erecektir ki zekât ve sadaka verme yolunu tutsun.

Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve onu tanımanın meyveleridir.

Nur Külliyatından bir marifet dersi:

“Şu kâinattan maksad-ı âlâ, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i küllîye-i insaniyedir.” (Sözler, s. 264)

Rububiyet, terbiye edicilik manasına geliyor. Bütün alemlerin her birinde bu fiil bir başka şekilde, bir başka güzellikte, bir başka mükemmellikte kendini gösteriyor. Ve biz her namazda Fatiha Sûresini okurken alemlerin Rabbine hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda olduğumuzu ilan etmiş oluruz.

Işıklar alemini de Allah terbiye ediyor, gözler alemini de. Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak biçimde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiririz.

Gıda maddelerinin yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine o rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluruz.

Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise ubudiyet içindir.Burada dikkatimizi iki kelime çekiyor; âlâ ve küllîye kelimeleri. Bu iki kelime bize bu vazifeyi yapan daha başka varlıklar da olduğunu haber veriyorlar. Şu var ki, insan ubudiyet vazifeni onlardan daha üstün ve daha küllî bir derecede yapabilecek bir istidada sahip. Sözünü etmek istediğimiz bu varlıklar, meleklerle cinlerdir.

Bir melek, bir meyveyi tefekkür ederken, dünün şekilsiz, renksiz elementlerinin bugün güzel bir varlık haline gelmelerini, sert ağaçtan bu yumuşak meyvelerin çıkmasını hayretle seyreder. Ama o meyvenin tadını, vitaminini, kalorisini düşünemez, tefekkür edemez. Zira, istidadı buna müsait değildir.

İnsana bu noktada bambaşka bir kabiliyet verilmiştir. O, aklıyla, hayaliyle sadece hazır eşyayı değil, o anda görmediği nice şeyleri hatta geçmişi ve geleceği düşünebilir. Böylece fikri, düşüncesi, anlayışı ve feyzi küllîleşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken, o anda bir milyonu aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok fertlerinin rızklandıklarını, kendisinin de bu İlâhî sofradan faydalanan bir fert olduğunu düşünebilir ve böylece Allah’ın Rezzak ismini küllî manada tefekkür etme imkanına kavuşur. Dilerse, düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür. Bütün zamanlarda ve mekânlardaki her türlü nimeti ve onlardan istifade edenleri, hayalinin yardımıyla, birlikte düşünür ve tefekkürü daha da küllîleşir.

ALLAH’IN İBADETİMİZE İHTİYACI VAR MI?

Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şey Ona muhtaç olan Yüce Allah’ın, bizim gibi âciz kulların ibadetine hiç mi, hiç ihtiyacı yoktur. O, bizim hiçbir şeyimize muhtaç değildir. Çünkü kâinat ve içindekiler, ne varsa her şey Onundur, Onun mülküdür.

Son derece âciz ve zayıf bir kul olarak bizler muhtaç ve fakiriz. İhtiyaçlarımız ebede kadar uzanmış; bir çiçeği istediğimiz gibi, bir baharı da istiyoruz. Hatta ebedî Cenneti de istemekten kendimizi alamıyoruz. Dünya bizim olsa bile, istek ve arzularımızı tatmin edemiyoruz. Hal böyle iken, ihtiyaçlarımızın sadece çok az bir kısmını elde edebiliyoruz. Sonsuzluğa uzanan ihtiyaçlarımızın temin edildiği mekân, ebedî saadet menzili olan Cennettir. Yüce Allah’ın ibadetimize ihtiyacının olmadığını ve hakikî muhtaç olanın asıl bizler olduğumuzu şöyle bir misâlle açıklamamız mümkündür.

Hasta olduğumuzda doktora gideriz. Doktor, hastalığımızı teşhis ettikten sonra, bir reçete yazar. Sonra da ilâçları belirtilen saatte kullanmamızı ısrarla ister. Doktorun niyeti, bir an önce hastasının şifa bulup rahata kavuşmasıdır. Doktorun bu iyi niyetine karşı kalkıp, “Doktor Bey, bu ilâçları kullanmamın sana bir faydası var mı? Bir ihtiyacın mı var ki, bu acı ve tatsız ilâçları tavsiye ediyorsun?” dememiz hem yersiz bir hareket olur, hem de kendimizi gülünç bir duruma düşürmüş oluruz.

Bu misalde olduğu gibi, insan olarak mânen hastayız. Günah ve şüphelerin kalb ve ruhumuzda açtığı yaralarla mânen dertliyiz. İşte Yüce Rabbimiz, duygu ve lâtifelerimizi günah paslarından temizlememiz, parlatıp nurlandırmamız ve bu mânevî dertlerden şifaya kavuşmamız için yaramıza bir merhem, dertlerimize bir ilâç olarak ibadeti emretmiştir. Mesele bu kadar açık ve berrak iken, yine kalkıp da, “Yâ Rabbî, bizim ibadetimize ne ihtiyacın var, niçin ibadet etmemizi bizden ısrarla istiyorsun?” dememiz, hastanın doktora çıkışmasından bin defa daha yersiz ve gülünçtür.

Bunun yanında kulluk vazifesini yapmayın ibadeti terk eden kişiyi Cenab-ı Hakk’ın dünyada mânevî sıkıntıya, âhirette şiddetli azaba çarptıracağını beyan buyurmasının hikmet tarafını şöyle bir misalle izah edebiliriz.

Milletin canına, malına ve namusuna zarar veren bir kişi yakalanıp, hâkim karşısına çıkarıldığı zaman, hâkim suçluyu cürmüne göre cezaya çarptırır, mahkûm eder. Bu adam cezayı hak ettiği için kimse kendisine acımaz ve “Yazık oldu” demez.

Mutlak adalet ve kudret sahibi olan Cenab-ı Hak da, ibadeti terk etmekle bütün varlıkların hukukuna tecavüz eden insanı, dünyada ruhî sıkıntılara, âhirette de Cehennem azabına çarptırır. Bu da aynı hak ve adalet olur. Gerçekten de, canlı cansız her varlık kendilerine mahsus dillerle Yaratıcısını tesbih eder, verilen vazifeyi eksiksiz olarak yerine getirir. Meselâ toprak, içine atılan her bir tohuma saksılık eder, filizlinmesine yardımcı olur. Su, dünyaya hayatı bahşederek vazifesini mükemmel bir şekilde görür. Ateş, insanların yiyeceğini pişirmek, onları ısıtmak ve daha pekçok vazife görmek suretiyle kendine düşeni eksiksiz yapar.

İşte, insan kâinata iman gözüyle bakmamak ve kulluk vazifelerini, ibadeti terk etmekle mahlûkatın da ibadetini göremiyor, onları başıboşlukla itham ediyor ve sonunda inkâra kalkışıyor. Onların Allah tarafından vazifelendirilmiş birer unsur olduklarını da inkâr ettiği için, mânen hukuklarına tecavüz etmiş, zulmetmiş oluyor. Bunun için de, cezası bir iken, mahlûkat adedince artış gösteriyor.

Ayrıca, ibadetsiz insan kendi nefsine de zulmediyor. Her şeyden önce, insanın ruhu, bedeni ve bütün âzaları kendisine bir emanettir. İnsan, sahip olduğu bütün nimetler için ne bir fiyat ödemiştir, ne de ödemeye gücü yeter. Meselâ gözümüze hangi kuvvetimizle sahip olduk veya eğer satın alacak olsaydık, değerini takdir edip, ödeyebilir miydik? Bu nimetlerin gerçek sahibi Allah olduğuna göre, onları vazifesiz de bırakmamıştır. Bilhassa namaz kılarken, bütün lâtife ve hislerimiz de hisselerini almaktadır.

İşte insan ibadeti terk etmekle, bütün âza, duygu ve lâtifelerini âtıl bir vaziyete sokmuş sayılıyor. Böylece kendi nefsine de zulmederek cezaya müstahak hâle gelmesine sebep oluyor. İnsan bilerek veya bilmeyerek yaptığı bütün bu zulüm ve haksızlıkların cezasını dünyada ve âhirette çekeceği için, kendi kendini azabın içine atmış oluyor!..

Ateistlere, deistlere ve İslam’ı kabul etmeyenlere İslam’ı tanıtmak cevap vermek ve Müslüman kardeşimize fikir vermeye çalışan dostlarız.

Üzerine güneş doğan herkes şahit olsun, hakikat ortadadır ve gözden kaçmaz. Ne kadar örtbas edilmek istense de, güneş gibi doğacak ve tüm karanlığı aydınlatacaktır. Yalanlar ve sahtekârlıklar geçici, ama hakikat kalıcıdır. Yalan ve sahtekârlığın elebaşı ise fitnedir. Ahir zamanda fitne meşrep insanlar İslam ümmetinin en büyük imtihanlarından biri haline geldi. Ne yazık ki onların peşinden sürüklenmeye çok istekli kişiler olduğu gibi Allah’ın imtihan etmekten çok, imtihan aracı kılmaya matuf yarattığı, neredeyse bir alet hükmünde basit insanlar, fikir ve kişilikleri, taklitlerden ve yapmacık rollerden oluşan zavallılar da pek çok. Hiç kuşkusuz 1400 yıllık İslam tarihi ne fitneler ne iftiralar görmüştür. Fakat gelin görün ki tarihi sosyal medyadan öğreneceğini zanneden mahluklar, birkaç ilmî video izleyip onlarca kitap okumuş gibi haksız öz güvenleriyle İslam’ın en derin konularını masaya yatırdılar. Karşı görüş üretme çabasıyla felsefeler, analizler yaptılar. Bana göre oldukça komik, çünkü tüm bu analizlerin sonucunda arpa beyinleriyle bir sonuç aldıklarını zannettiler… Acıyorum ve ikrah ediyorum. İşin üzücü tarafı ise, sevgiyi ve saygıyı hak eden İslam alimlerinin bu durumlar karşısında bir tartışmaya girmek için zorlanması. Bununla beraber mantık, epistemoloji, ahlak felsefesi veya varlık biliminde uzmanlaşmış müstesna insanların, bu mahlukları birkaç dakikalığına muhatap alıp bir cevap vermeleri için uğraşıp durmaları. Hoş, İslam kaynaklarının her yeri 10 misli cevaplarla dolu ya…

Sıradan bir akla sahip insan için uzun tefekkürlere bile gerek kalmadan apaçık ortada olan cevaplar… Fakat bunların akıllarını kullanıp kullanmadıkları ise başlı başına bir tez konusu. İnsan beden itibariyle hayvanattan geridedir. O zaman insanı üstün kılan şey akıldır. Akıl analiz eder, tartar, doğruyu yanlışı birbirinden ayırır. Bu sebeple akıl etiktir, dolayısıyla da ahlaktır. Ahlakı devreden çıkarırsak eğer, iyilik ve kötülüğün neye göre iyi, neye göre kötü olduğu konusu tamamen izafidir. İşin izafiyet boyutuna baktığımız zaman evrendeki maddenin içinde olmayan merhamet, üzüntü, sevinç, korku, öfke, adaletin tecelli arzusu gibi vesaire duyguların bir insanda fıtraten var olması, kimseye anne karnındayken minik bir değerler eğitimi verilmediğini de kabul edersek mümkün değildir. Bu sebeple bunların maddeden üstün alanlar olduğunu apaçık bir şekilde görebiliriz. Maddeden üstün bu duyguların varlığını maddenin içinde aramak, “parça kütlesinden büyüktür” tezini savunmak olur. Bu duygular maddeden üstünse maddenin içinde olamaz. Tıpkı parçanın kütlesinden büyük olamayacağı gibi. Haydi tüm bilim insanları bir araya gelsin ve laboratuvarda bize merhametin varlığını somut olarak ispatlasınlar. Deneyler, işlemler yapsınlar ve bunların sonucunda bir kapsülün veya bir dosyanın içinde “işte merhamet” diye bir şey getirsinler. Bu imkânsız, peki ama merhamet laboratuvarda somut olarak ispatlanamıyor diye bu duyguyu yok mu sayacağız? Mecburen ruhu devreye sokmak durumundayız. Ruhun varlığını kabul edersek bu duyguların ancak metafizik alanda açıklanabilir olduğunu da kabul etmek zorundayız.

Ruh ve bedenin ihtiyaçları olduğunu biliyoruz. Bedenin ihtiyaçları yemek, uyku, su, boşaltım, cinsellik vs. gibi. Peki ruhun ihtiyaçları nedir dersek? İlk olarak karşımıza iman gelir. İman, ibadeti ister, ibadet de güzel ahlakı, güzel ahlak da marifetullahı getirirse, o zaman ruhun nihai ihtiyacı güzel ahlak ve marifetullah değil midir ve bir insanın bu ihtiyacı kendi başına gidermesi mümkün müdür? Şenel İlhan Beyefendi’den bu konuda şöyle duymuştum; “Bir insan hasta olduğu zaman tıp fakültesini bitirip kendi kendini tedavi mi eder? Yoksa daha önce tıp fakültesini bitirmiş biri tarafından tedavi mi edilir? Bir doktora görünmesi daha rasyoneldir.” Ruhun derinleşme ihtiyacının tatmini noktasında ciddi sıkıntılar yaşayan bir insan ruhun tanımını yapamayan, hatta içindeki huzursuzluğun ve kasvetin, ruhun giderilmeyen ihtiyaçlarından kaynaklandığını bilmeyen bir insan bu sorunu kendi başına çözebilir mi? Ruh nedir bilen, ruhu tanıyan, Allah’ı tanıyan, ruhunu tatmin etmiş, yani bu sorunu daha önce görmüş ve çözmüş birinden bu yardımı almak bu kilidin tek anahtarıdır.

Peki ama nasıl?

Yine ilim, irfan ve hikmet ehli Şenel İlhan Beyefendi’den duyduğum şekilde; “İslam’da 3 disiplin vardır. Kelam, fıkıh ve tasavvuf. Tasavvufu reddettiğin zaman geriye fıkıh ve kelam kalır. O zaman da huşusuz ve ihlassız yapılan robotik fiiller oluşur.” Çünkü tasavvuf ihlas, ihsan, takva, huşu, sırat-ı müstakim gibi kavramları öne çıkaran bir disiplindir. Bu kavramlar diğer disiplinlerde bulunmaz, bulunmadığı için de ruhu ancak tasavvufla tatmin edebiliriz. Ruhu tatmin olmamış bir insan için hayat, nefes alıp verdiği, mutfakta doldurup tuvalette boşalttığı bir organizasyondan ibarettir. Kısaca anlamsız ve davasızdır. Günümüz gençlerinin büyük bir kısmının, belki de en büyük sorunlarından biri anlamsızlıktır. Neye hizmet ettiğini bilmeyen, ne uğruna yaşadığını düşünmeyen veya düşünmesi işine gelmediği için üstünü telaşla örten gençler, ruhsal anlamda tatmin edici olmayan bir hayatın tutsağı olurlar ve bedenin ihtiyaçlarını ruhun ihtiyaçlarının önüne geçirdikleri için öyle de ölürler. Aslında basit sayılabilecek bu hastalığın tedavisiz kalma sebebi ne yazık ki insanların tasavvuftan kaçmasıdır. Değerli okurlar, kişi neyi temsil ettiğini iyi idrak etmeli. Eğer sen rıza-ı ilahi maksatlı bir yola girdiysen, bu yoldaki tüm fiillerinin amacı ve maksadı bu olmalı. Lakayıt bir üslupla kendi aklını, belagatını, ilmini, bilgi birikimini insanlara dayatmak tasavvufun tersidir. Günümüzde bunun temsili ne yazık ki yakışan şekilde yapılamadı. Dolayısıyla arayışta olan insanlar kişilerin hakikatiyle gerçek hakikat arasındaki bağlantıyı doğru bir şekilde kuramayıp kişilerin hakikatini, hakikat sandılar. Üzücü… İşin bir diğer boyutu ise sosyolojik olarak Müslümanların neye ihtiyacı olduğu noktasında tespitin doğru yapılamaması.

Mutlak Gaye / Şenel İlhan Beyefendi’nin Oğlu Şenel İlhan

Yakın dostlarım çok iyi bilirler ki gençlik yıllarımda, merhametimden dolayı gençliğin imanını ciddi anlamda kendime dert edinerek, kelam ilminin en ince meselelerine kadar dalıp, oradan İslam’ın alternatifi başka bir din veya başka bir görüş olmadığını ve kıyamet gününe kadar da asla olamayacağını en güçlü akli ve ilmi argümanlarla delillendirip bu mevzuyu kapatmıştım. Bu çalışmamı ise en objektif biçimde İslam’a ait bütün duygusal taraftarlığımı bir kenara bırakarak, yani adeta bir Ateist’in kafa yapısını ve psikolojisini kendime yöntem alarak, sadece rasyonel aklın, kuru mantığın ve epistemolojik mantığın kuralları içinde yapmıştım. Biraz bu konuyu açarsak, bugün sosyal medya aracılığı ile bir virüs gibi hızla yayılan ama aslında daha önceleri de var olduğu halde cahil insanların gündeminde yeni bir şey sanılan, her türden itikadi saçmalık ve zırvaların hepsini didik didik edip taramış ve çürütüp çöpe atmıştım.

Felsefi görüşlerin tamamı, Ateizm, Deizm, Agnostisizm, Natüralizm, Pozitivizm ve özellikle Ateizm’in biyolojik dayanağını oluşturmak için ortaya atılmış tesadüfçü evrim masalı da bu araştırmamın içindeydi. Bunlarla yetinmedim, eski uzak doğu dinleri olan, Budizm, Hinduizm, Taoizm, vb. ile bunların yanında Hristiyanlık, Yahudilik gibi tahrif edilmiş semavi dinler de vardı. Daha çok Budizm’in bilimsel soslarla süslenmiş güncel versiyonları olan New Age dinleri, Sayentoloji, Uzaylılar, Anunnakiler ve Uzaylılara dayanarak üretilen hayal mahsulü dinlerin hepsi bu incelemelerimden nasibini almıştı. Ayrıca yine İslam’ın içindeki bidat ve sapık fırkaları da adeta elekten geçirip Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat denilen yolun en doğru, en güzel bir yol olduğunu da en güçlü akli argümanlarla delillendirip kapatmıştım.Allah için girdiğim bu fikir savaşına en az 10 yılımı verdim, bunun için kütüphaneler dolusu kitapları inceledim. İtiraf etmeliyim ki bu araştırma yılları, benim için hayatımın en zorlu yılları içinde sayılır. İslam’a; felsefeden, bilimden, akıldan nereden bir saldırı geliyorsa bütün bu saldırıları en objektif argümanlarla çürüterek delillendirip kapattım.

Allah için, aklen böyle bir çabaya girmeyi göze almak her babayiğidin harcı da değil, bunun da altını çizerek belirtmek isterim. Zira tarihte, bu çabayı bir İmam-ı Gazali’de görüyorum ki iki yıl dayanabilmiş, sonra Allah’ın yardımıyla bu fikir savaşından çıkabilmiş. Yine son yüzyılda Necip Fazıl’ın böyle bir fikir savaşı var “fikir çilesi” olarak şiirlerinde bunu dile getirmiş. Ben de Rabbime çok şükür ederek dile getiriyorum ki, bana ikram ettiği çok üstün zeka ve akıl, engin bir kalp, derin anlayış, hikmet, keşif, manevi aleme ait sayısız tecrübi deliller ve nihayetinde Rabbimin de yardımıyla bu fikir savaşını tamamlayıp kapatmıştım. Bu zorlu yılların arkasından yakın arkadaşlarıma, dostlarıma şu nasihati yapmıştım: Rabbim beni bu fikir savaşında çok muhkem bir iman kalesi yaptı. Adem aleyhisselamdan beri gelmiş ve bugün günümüzde olan ve kıyametin kopmasına kadar da akla gelebilecek her türlü küfür vesveselerini aklen, ilmen, çürütüp delilendirip kapattım. Bu konuda objektif olma adına her konuya girdim, hiçbir konuyu önemsizdir diye araştırma dışında bırakmadım. Zira böyle yapmak benim yaratılışıma ve yapıma tersti. Ben bir şeyi önce kendim için yaparım, kendimi ikna etmeden başka bir kimseye bunu ne açar ne söylerim. Bu nedenle bugün yine beni tanıyan, bilen dostlarıma, arkadaşlarıma tavsiyem şudur ki; bu konuda özellikle New Age, yani yeni çağ dinleri adı altında meşhur olan ve sosyal medyada dolaşan İslam’a alternatif gibi duran hiçbir düşünceyi dinlemesin, okumasın, araştırmasın, boş yere kendilerine vesvese yapmasınlar, bu konuda bana güvensinler.

Sosyal medyada arzı endam eden milyon takipçileri olan, sadece acıyarak baktığım bazı tipler var. Gençlerin imanı ile oynuyorlar, gençleri Ateist veya Deist yapıyorlar. Hâlbuki bu kişilerin ne kendilerini ne fikirlerini kaale almaya asla değmez. Zira fikirlerinin ve saçmalıklarının hepsi benim o günlerde değerlendirdiğim ve sonra çöpe attığım, aklın, mantığın, epistemolojik mantığın kıyısından kenarından geçmeyen, yalan ve iftiralarla dolu saçmalıklardır. Gençlik cahil olunca, böyle kişilerin düzgün konuşmasını ve bilimsel bir ağızla konuşuyormuş gibi yapıp, aslında sadece cerbeze yaparak muhataplarını susturmalarını bir şey sanıyorlar. Tavsiyem şudur ki; böyle kişilere asla aldanmayın, konuşmalarını dinlemeyin bile. Zira bu konuda altyapınız yoksa hiç yoktan yere kendinizi kötü hissedebilir ve netice olarak üzülebilirsiniz de.

Yine memnuniyetle görüyorum ki çağımızda ehli küfrün ve şeytanın aparatları olan böyle kişilerin itikadî saçmalıklarına akli argümanlarla deliller ortaya koyup, onlara çok güzel cevaplar veren akademisyenlerimiz, hocalarımız ve ilim adamlarımız var. Rabbim sayılarını artırsın… Ortalıkta dolaşan saçmalık ve hezeyanlardan aklı karışanlar, ehli küfrün fikirlerini çürüten bu tür hocalarımızın sosyal medyadaki çok doyurucu ve ikna edici açıklamalarını dinlesinler, kitaplarını okusunlar. Hiçbir zaman tek taraflı karar vermesinler. Görecekler ki İslam’ın akıl ve mantık dışı tek bir uygulaması da, yine akla ve mantığa uygun olmayan tek bir meselesi de yoktur.

Zira Rabbim insana akıl vermiş ve dini sorumluluğu da ancak aklı olana yüklemiş. O halde gönderdiği dinin akla uygun olmaması düşünülebilir mi? Elbette hayır, yeryüzünde 4.000 civarında bir din olduğu tespit edilmiş, bu dinlerin içerisinde sadece İslam dini, inanmak için aklı referans gösteriyor. Mesela birçok ayeti kerimede mealen Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Nefsinizdeki ve çevrenizdeki varlığımızı apaçık gösteren delilleri görmüyor musunuz, aklınızı niye kullanmıyor, niçin düşünmüyorsunuz?”

Bu ve benzeri onlarca ayet gösteriyor ki, bizler mantık kuralları içerisinde doğru düşünmeyi bilirsek bu doğru düşünce bizi çok kolay bir şekilde bir olan Allah’a, onun varlığına, birliğine ve hak olan O’nun dinine taşıyacaktır. Ayrıca bir gerçek daha var ki, Allah’ın insana verdiği fıtri eğilim veya fıtri ihtiyaç da kişiyi imana mecbur kılar veya yönlendirir. Buna, doğuştan getirdiğimiz önsel, A piriori bilgiler denir. Biraz bu konuyu açacak olursak, insanlar için doğal ve suni ihtiyaçlar olmak üzere temelde iki türlü ihtiyaç vardır. İnanmak ihtiyacı, anlam arama ihtiyacı, mutluluk arayışı ihtiyacı gibi ihtiyaçlar, tuvalet ihtiyacı gibi kendisinden kaçamayacağımız doğal bir ihtiyaçtır. Dolayısıyla aslında iman eden kişiler yaratılışından gelen fıtri duygularıyla, temayülleri ile iman ederler. Bu iman, insanlardaki müspet dogmatiklik duygusunun doğal bir sonucudur veya bir kişinin fıtri menfaat duygularına zorunlu bir yönelişidir. 

Biz dogmatikliği menfi ve müspet olmak üzere iki ayrı kısımda değerlendirmek zorundayız. İslam dışındaki bütün dinler ve yaratıcıyı kabul etmeyen görüşlerin hepsi menfi dogma kapsamındadır. Çünkü ne inkarlarını veya ne de inandıkları beşer icadı dinlerini delillendirebilecek en küçük aklî ve mantıklı argümanları yoktur. Tahrife uğramış semavi dinler de menfi dogma kapsamındadırlar. Bu nedenle akıllı bir Hristiyan, dindar kalabilmek için çaresizce: “inanıyorum çünkü saçmadır” demek zorundadır. Hâlbuki bir Müslüman’ın inancı müspet dogmadır. Zira hem Allah inancını hem dinini çok güçlü akli ve ilmi argümanlarla delillendirdikten sonra imana çok az bir sıçrama yapar ki, bu gayet adaletli bir hakimin, gözleriyle görmediği, bizzat şahit olmadığı bir cinayet vakasında, suçlu olan kişiye kuvvetli deliller aracılığı ile hiç vicdan yapmadan idam cezası vermesindeki dogmayla aynı anlamı ifade eder. İşte hakim örneğinde olduğu gibi, zerreden kürreye maddeyi oluşturan en küçük parçaçıklardan en büyük galaksilere kadar her şeydeki olağanüstü düzen ve tasarım delilleri, sonsuz kudrette bir yaratıcının varlığını ve zorunluluğunu adeta insanların gözüne sokarken inatla bunları görmezden gelip inkar etmek, bilerek isteyerek gerçeklerden kaçıştır.

Ateistler, din ihtiyaçtan doğdu derler, evet bu doğru, zira yaratan öyle yaratmıştır. İnsanın inanmaya ve hayata bir anlam yüklemeye ihtiyacı var. Ateistler bu faydayı dini çürütmeye delil gösteriyorlar. Hâlbuki, onların bu delili dinin gerekliliğini ispatlar. Bu nedenledir ki bütün insanlık tarihi boyunca dini olmayan bir millet de, bir fert de görmek mümkün değildir. Veya daha doğru bir tabirle her zaman Ateist ve dinsizlerin sayısı inananlara oranla yok denecek kadar az olmuştur. Peki buna rağmen insanlar niye Ateist olur? Bunların akla, mantığa bilimsel düşünceye uygun bir küçük delilleri mi vardır da o sebeple ateisttirler? Asla! Ateistlik, Deistlik, Agnosistlik gibi tüm İslam inancını dışlayan fikirler, akıl tutulmasının, akıl bozulmasının bir sonucudur. Bunlarınki psikolojik bir kaçıştır. Yani Ateistlerin inkârı, işine geldiği içindir, menfaatperestliklerindendir. Dünya hayatını heva ve heveslerine uygun yaşamak için, Allah da dahil her hakikati yok sayarlar. Bir şey onların işine geliyorsa akılları artık çalışmaz olur, saçmalarlar. Bu hal tam bir menfi dogmatizmdir… Bir de hiç utanmadan, yüzleri kızarmadan Müslümanlara dogmatik derler, hâlbuki Müslümanlardaki dogmanın olması gereken müspet bir dogma olduğunu yukarıda çok açık seçik izah etmiştik.

Bu konuda son olarak şunları söyleyebiliriz ki, İslamdaki Allah inancının isim ve sıfatlarıyla akla ve mantık ilkelerine uygun bir şekilde günümüzde güzelce tekrar en doyurucu akli ve bilimsel argümanlarla delillendirilmesi, yine mucize bir kitap olan Kur’an’ın hakkıyla anlaşılıp, anlatılması ve bu tür çalışmaların her türlü iletişim araç ve imkanını kullanarak yaygınlaştırılması bugün hem Ateizm’e, hem Deizm’e, hem Agnostisizm’e, hem Budizm’e, hem uzayla ilgili dini inancı olanlara ve daha güncel tabirle hem New Age çatısı altındaki tüm uydurma dinlere en güzel cevap olacaktır. Allah’a (c.c.) emanet olun.

İnanma İhtiyacı ile Yaratıldık / Şenel İlhan Beyefendi’nin Sohbetinden

FEYZ DERGİSİ

Comments are closed.