logo

Yarın geç olabilir.

PEYGAMBERİ DOĞRU ANLAMAK

KARDEŞLİK AŞKINA

NAMAZ VE İNSAN

İNSANI BEKLEYEN AKİBET

ŞEYTANDAN ALLAH’A SIĞINMAK

Kendinin Farkında Olmamak Bir Zafiyettir 

KÜFÜR VE DELALET

Üç Yusuf Üç Rüya Üç Gömlek

MÜMİN ALLAH’TAN ÜMİT KESMEZ

MODERN HAYATA ES VERMEK

ÜMİTSİZLİK

Amaç Ve Gayeye Sırra Ulaşmış Veya Ulaşmamış İnsanoğlu

Âhiret İnancının İnsan Hayatına Etkisi

Kur’an’da Hidayet ve Hüda

Gaflet Girdabı

İhlâs Terbiyesi

Kulu İflasa Götüren Kul Hakkı

ÖLÜM VE HAYAT

Vicdanlılık ve Vicdansızlık Üzerine

İnsan Doğuştan Onurlu ve Şerefli Bir Varlık mıdır?

Bilinç, ahlâk ve insan

Mü’min ve Zaman

AYNALARDA İFADESİZ BİR YÜZ

GÖRMEK VE GÖRÜLMEK ÜZERİNE

HER DAİM HUZURDA

SELAM VE DUA İLE

Ölümün kaçınılmazlığı insanı ve insanbilimcilerini her zaman düşündürmüş ve hayatın anlamı üzerinde araştırma yapmaya sevk etmiştir. Eğer bütün yaptıklarımız bir gün yok olup gidecekse hayatın bir anlamı olabilir mi sorusu kişilerin huzurunu kaçırabilir ve hayatın anlamsız, amaçsız olduğuna dair düşünceler gelişebilir.

İnsanlar hayatlarında anlam ararlar. Biyolojik olarak sinir sistemi, beynin kendisine gelen uyarıları otomatik olarak, belli bir sistem içinde gruplandırması esasına göre düzenlenmiştir. Anlam aynı zamanda bir egemenlik duygusu da sağlar. Belli bir bağlamdan yoksun, gelişigüzel olayların karşısında kendimizi çaresiz ve şaşkın hissettiğimiz için, onları düzene koymaya ve bunu yaparken de onların üzerinde bir denetim duygusu kazanmaya çalışırız. Daha da önemlisi anlam, değerlerin ve dolayısıyla davranış kurallarının kaynağını oluşturur. Bu durumda niçin sorularının (niçin yaşıyorum?) cevabı, aynı zamanda nasıl sorularına (nasıl yaşıyorum?) bir çözüm getirir.

Anlam arayışı, haz arayışına benzer ve aynı şekilde dolaylı olarak yönlendirilmelidir. Anlam, anlamlı etkinlikler sonucunda oluşur. Her insan kendi hayatına kendi etkinlikleriyle anlam katmak zorundadır. Bu anlamda mesela Freud hayatın anlamının “Üretmek ve sevmek” olduğunu söylemiştir. Bir çocuk büyütmek, aile kurmak, çalışmak, para kazanmak, kitap yazmak, yardım kurumlarında çalışmak, bilgiyi paylaşmak, gelecek kuşaklara paylaşılabilecek bir şeyler bırakmak gibi şeyler kişilerin hayatlarını anlamlandırabilecekleri öğelerden biri veya bir kaçı olabilir.

Hayatımızı çift ya da gruplar içinde geçirmek için pek çok çaba sarf ederiz. Ama nasıl yalnız doğmuşsak, yalnız ölmek zorunda olduğumuz da bir gerçek olarak bilincimizdedir. I. Yalom 10 yılı aşkın bir süre ölüme yaklaşan kanser hastalarıyla yaptığı çalışmalarda, ölmenin en korkunç yanının, onu yalnız yapmak zorunda oldukları, ölüm anında bile, bir başkasının tüm varlığıyla yanımızda olmasını istemenin ölümün yalnızlığını hafifletebileceği gerçeğini öğrenmiştir. “Teknende yalnız da olsan, yakınlarda inip çıkan diğer teknelerin ışıklarını görmek her zaman avutucudur.”

Ölüme karşı ruhsal tepki dört basamaktan geçer:

1. İnkar: Ölümle sonuçlanacak bir hastalığı olduğunu öğrenen kişi de ilk oluşacak tepki inkar olabilir. Hasta “Hayır, bu doğru değil, yanlışlık oldu, ben hasta değilim” şeklinde inkar savunması ile kaygı ve depresyonla mücadele edebilir.

2. Öfke: Hasta “Neden ben?” sorusuna yanıt arar ve hayatını sorgular. Yakınlarına ve doktorlarına öfke duymaya başlar. Bu öfkesinden ürken aile bireyleri hastadan uzaklaşabilir veya ayırdıkları zamanı azaltırlarsa, hasta çaresizlik duygularını daha yoğun hisseder.

3. Depresyon: Hastada kendini suçlama, ümitsizlik ve çaresizlik duygularına bağlı olarak depresyon gelişir.

4. Kabullenme: Hasta artık durumunu kabullenmiş ve bir yerde kaderine boyun eğmiştir. Hastalara kabullenme sürecinde, ABD ve Avrupa’da psikoterapi yardım ve destek grupları yardım verir. Bu gruplarda hastaların kendilerini ifade etmeleri sağlanır ve iyileşme ümidinin ölümü, huzurla kabul etme ümidine dönmesi için desteklenirler. Ülkemizde henüz ölümü bekleyen hastalar için psikoterapi grupları oluşmamıştır. Ama kültürümüzde hasta ve yaşlı insanlara verilen önem, aile bağları, hasta kişileri hastanelerde ziyaret etme, yalnız bırakmama gibi insani öğeler, kısmen de olsa bu insanların acılarını göğüslemede onlara yardımcı olmaktadır.

Hayat ölüm için, ölüm de hayat için son derece anlamlıdır. Hayatı olmayan bir ölüm nasıl hiçlik ve yokluk demekse; ölümü olmayan bir hayat da öyledir. Eşya zıtlarıyla kaim olduğu için gecenin varlığı gündüzü, akın varlığı karayı, ölümün varlığı da hayatı anlamlı hale getirir. Allah Teâlâ bu gerçeği “Sizin hanginizin daha iyi amel yaptığını sınamak için ölümü de, hayatı da yaratan Allah’tır.” buyurarak ifade eder. Buradan anlaşıldığına göre hayat ve ölüm imtihan amaçlıdır. Hayat olmasa ölümün; ölüm olmasa hayatın imtihan gayesi tahakkuk etmezdi.

Ayette ölümün hayattan önce zikredilmiş olmasını değerlendiren müfessirlerden bir kısmı bunu insanın doğmadan önceki haliyle irtibatlandırırken bir kısmı da ölümün hayırlı işler yapmaya daha müessir oluşu üzerinde durmuşlardır. Sahabelerden İbn Mes’ud ve onu izleyen bazıları özellikle: “Lezzetleri tarumar eden ölümü çokça hatırlayın.” hadisinden hareketle ölümün hayat üzerindeki düzenleyici etkisine ve terbiye edici tesirine dikkat çekmişlerdir.

İnsan unutmaya meyyal bir varlıktır. Bu yüzden “Hafızay-ı beşer nisyan ile ma’luldür” denilmiştir. Bu sebeple insan her zaman bir hatırlatıcıya ve uyarıcıya ihtiyaç duyar. Her gün karşılaştığımız ölüm ve cenaze olayları, bizlere “ölümün ne güzel bir nasihatçi” olduğunu haykırır.

Ölümü nazar-ı itibara alıp onunla son bulacak bir hayatın kıymetini ölçüp tartmak akıllıca bir hareket olmakla birlikte yeterli değildir. Çünkü sonrasını düşünmeyenler için, ölümü düşünmek kaygı verici bir olaydır. Hatta ümitsizlik kaynağıdır. Ölüm kaygısı taşıyanların bir kısmı, “nasıl olsa bir daha dünyaya gelmeyecekleri” düşüncesiyle ölümü ve ölüm ötesini hiç düşünmeden dünyadan kâm almaya kalkarlar. Bir kısmı da ölüm rahatlığına ermek sevdasına kapılırlar. Bu ikisi arasında aslında doğru olan davranış ölümün de hayatın da imtihan gayeli olduğunu bilip ebedi hayat için hazırlanmaktır.

Kur’an ve hadislerde dünya hayatının geçiciliği, çekiciliği üzerinde sıkça durulmuş ve insanların dikkatleri ölüm ötesi ebedi hayata çekilmek istenmiştir. Nitekim bununla ilgili bir ayette “Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı yağmurun bitirdiği ve ziraatçıların da hoşuna giden bir bitki gibi, önce yeşerir, sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimden başka bir şey değildir.” 2″Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret yurduna gelince işte asıl hayat odur.” [3] buyurulmaktadır.

2. el-Hadid, 57/20.

3. el-Ankebut, 29/64.

Bu ayetlerle insanlardan istenen bir hayattan ötekine geçerken ilerideki daha üstün hayata yükselmek için faydalı işler yapmak ve bu geçiş ortamını ebedi hayatın başlangıcı gibi algılamaktır. Fani hayatın “bütün lezzetlerini tarumar eden”, sevgilileri birbirinden ayıran, ocak yıkıp yürek yakan, evlatları yetim anaları dul bırakan, servetleri hâk ile yeksan eden ölüm, Allah için çalışmış, iman ve itminan ile dolu gönüller için Hakk’ın rızasına kavuşmanın mutlu sonudur. Bu yüzden: “Bir aylık ömrünüz kalsa ne yapardınız?” sorusuna muhatap olan kimse elbette hemen “hüsn-i hatime” kaygısına düşerek: “Acaba benim ölümüm Hakk’ın rızasına kavuşmak mı, yoksa eli boş bir tükenme mi?” diye düşünür. Bu tür bir düşüncenin “tul-i emel” dediğimiz dünya tutkusunu azaltmada müessir olduğu muhakkaktır. Çünkü böyle bir düşünce insanı muhasebeye hazırlar. Tasavvuf çevrelerinde, er-Riaye isimli eserinde işlediği muhasebe kavramı sebebiyle “el-Muhasibi” lakabını aldığı söylenen Haris b. Esed el Muhasibi, muhasebeyi ikiye ayırmaktadır: Birincisi yapacağımız işlerle, ikincisi yaptığımız işlerle ilgili muhasebedir.

Yapacağımız işlerle ilgili muhasebe yararlıyı zararlıdan ayırmak için ayak kaymasına karşı tedbirli olmamızdır. Böylece bilinçli bir biçimde zararlıyı terk eder ve yararlıyı yaparız. Bu tür bir muhasebe insanın önünü görerek ve sağlam yere basarak güvenle yürümesini sağlar. Otokontrol mekanizmasını randımanlı bir biçimde çalıştırır. İnsanın sürçme ve ayak kaymalarını önler. Planlı çalışma ve sistemli ilerlemeyi gerçekleştirir. Proje olmadan, finans bulunmadan imar ve inşa olamayacağı gibi, muhasebe olmadan da yararlı işlerde daim olmak zor hatta imkânsızdır. İkinci tür muhasebe ise geçmişte yapılan işlerle ilgilidir. İnsanın yaptığı iş ve davranışları gözden geçirerek eksik ve kusurlarını tamamlaması, hata ve günahları varsa ondan tövbe etmesi demektir. Netice itibariyle Allah, kullarının işlerini yapmadan önce planlamalarını; yaptıktan sonra da yapılan işin nasıl bir şekil aldığını gözden geçirmelerini istemektedir. Kulun ameline nokta koyan ölümden başkası değildir. Öyleyse sağ olduğu sürece, muhasebenin iki türlüsü de müminin hayatına şekil vermelidir.

Gaflet, ahiretle aramıza perde olmuş, kalp kasveti Allah’ın tehditlerine rağmen bizi donuklaştırmış, günah ve isyan pası Allah’ın emirlerine karşı basiretimizi bağlamış, dünya düşüncesi bütün düşüncelerimize galebe çalmış görünüyor. Nitekim konu ile ilgili olarak Allah Teala “Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah da onlara nefislerini unutturdu.”4 buyurur ki bir kısım müfessirler bunu “Nefislerini ele alıp onu hesaba çekmeyi unutturdu.” şeklinde anlamışlardır. [4. el-Hasr, 59/19]

Allah iyi işler yapanları aziz kılar. İman etmekle birlikte insan olmanın gereği kusur işleyenleri, en güzel biçimde çalışamamış olanları tövbe etmeleri halinde bağışlar. Ölüm ve hayatın yaratılmasının en yararlı işlerle müsabaka imtihanının biricik gayesi, varlığın sahibini bilmek, O’na kulluk bilincine ermektir. Çünkü Kur’an’da insanın varlık sebebini anlatan ayette: “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım5 buyurularak bu gerçek ifade edilmiştir. Hadis-i şerifte de: “Ben gizli bir hazine idim, tanınmak istedim ve bunun için mahlukatı yarattım.” buyurulmuştur. [5. ez-Zariyat, 51/56]

Bu ayet ve hadisin ışığında varlık sebebimiz kulluktur. Ancak insanoğlunun hayatın her safhasını kulluk bilinci ile donatması zor bir olaydır. Ölümün hangi zaman ve vakitte, nerede ve hangi şartlarda geleceği bilinmemektedir. Bu bilinmezlik yerine göre bir rahmet olmakla birlikte, bazen de ölümü çok uzaklarda görme şeklinde gaflete de sebep olabilmektedir. Hayatımızda Ramazan iklimi gibi ibadet-yoğun mevsimlerin varlığı, bizim gaflet sislerini dağıtıp basiretin aydınlık ortamına çıkmamızı sağlamaktadır. Hz Peygamber’in: “Her namazınızı son namazınız imiş gibi kılın hadisinden yola çıkarak bir aylık ömrü kalan bir insanın duyarlılığının, ölüm konusunda hazırlıklı olmaya vesile ve sebep olması gerekir.

Bir aylık ömrü kalmış, ölümün hızla kendisine yaklaştığını hisseden insan, kavuşacağı Rabbinin isteklerini yerine getirmeye yoğunlaşmalı, O’na O’nun sevdiği şeylerle kavuşmaya; O’nun rızasını kazanarak ulaşmaya çalışmalıdır. Çünkü hedef rızay-ı İlahidir. Rızay-ı İlahiyi kazanmak ise önce O’ndan razı olmaktan sonra da O’nu razı edecek amel işlemekten geçer. Buna göre hayat, ölüm ve ölüm ötesi için “en güzel amel” yarışıdır. Bir yıl olsa da, bin yıl olsa da geriye bir ay kalsa da “en iyi amel yarışı” ve en güzel kulluk arayışı sürmelidir.

Amel yarışı ve kulluk arayışında denge ve itidal çizgisi son derece önemlidir. Ne büsbütün seccadeye mıhlanmış bir baş, ne sürekli gözden akan yaş ve ne de bağrı taş olmak gerekir. Hepsinden iyisi gönlü arıtmak ve bir gönle girmektir. Gönlü arıtmadan, tevbe ile günah kirlerinden arınmadan mutmain bir kalbe, “leyyin” bir ahlâka ermek ve Hakk ile vuslata varmak mümkün değildir.

İnsanlarla ilişkilerde hak ve vazife kavramı ile birlikte iyi geçimli olarak onların hüsn-i şehadetlerini almak da ayrı bir anlam taşır. Allah, insanların birbirleri hakkındaki hüsn-i şehadetlerine önem vermekte ve onları yeryüzünde Allah’ın şahitleri saymaktadır. Nitekim Allah Resulü bir cenaze sonrasında halkın cenazeyi hayırla anması üzerine: “Vacib oldu, vacib oldu, vacib oldu.” buyurdu. Bir başka seferinde ise kötü sıfatlarla anılan bir kimse hakkında yine: “Vacib oldu, vacib oldu, vacib oldu.” buyurdu. Sebebi sorulduğunda: “Hayırla andığınıza Cennet, şerle andığınıza ise Cehennem vacib oldu. Çünkü siz yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz.” buyurdu.

İnsanların insanlar hakkında vereceği kıymet hükümleri önem arz ettiğine göre insanların gönüllerini incitecek ve onların kendisi hakkında “kötü adam” değerlendirmesine sebep olacak davranışlardan sakınmak da son derece mühimdir. Zira hiçbir kalbe, kırılarak girilemeyeceği bilinen hususlardandır.

İslam’ın genel tarifi: “Yaradan’a kulluk ve yaratıklara
şefkat ve dostluk” olduğuna göre mü’min insan hayatını yaşarken bu
iki ana noktaya yoğunlaşmalı, İlahi hukuku ve insanların haklarını kâmil
mânâda ifa ve icra etmelidir. İtibar, son nefese olduğuna göre, son
nefesini imanla alıp verecek bir doygunluğa erişmeye çalışmalıdır. Çünkü:
“Nasıl yaşarsak öyle ölürüz, nasıl ölürsek öyle haşroluruz.”

İman ehli için hayat vazifesinin getirdiği külfetlerden bir terhis, dünya meydanındaki imtihanda kulluk vazifesinden bir paydos, öbür aleme göç etmiş ahbabına kavuşmak için bir vesile, hakiki vatanına dönmeye bir vasıta, dünya zindanından Cennet bahçelerine bir davet ve yüce Allah’ın fazlından, hizmetine mukabil ücret alma anı olarak telakki edilen ölüm, pek çok insan için ürkütücü ve halledilmesi çok zor bir problemdir.

İnsanlık, ilk yaratıldığı günden itibaren ölüm ve ölümden sonrasını düşünmüş, dinler de onların bu mevzudaki problemlerini çözmek için gelmiş ve onların “Ben kimim?”, “Nereden geldim?” ve “Nereye gidiyorum?” şeklindeki sorularına cevap vermiştir. İslam dini de bu meseleye diğer dinler gibi çok önem atfetmiş, Ahiret’e imanı inanç esasları arasında mütalaa ederek ona Allah’a imandan sonra ikinci sırada yer vermiştir.

Ölüm Gerçeği

Allah Teâlâ hikmetli kitabı Kur’an-ı Kerim’de “O ki hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.”9 buyurarak hikmeti gereğince, kudreti ile, dünya hayatında ölümü icat ettiğini, yarattığını bildirmektedir. Bundan, dünya hayatının da ölümün de hikmetli olduğu; abes ve gayesiz olarak meydana gelmediği anlaşılmaktadır. Dünya teklif ve amel; ahiret ise hesap ve mükafat yeridir. Din böyle demekte, akıl buna hükmetmekte, mü’minler de buna böyle inanmaktadırlar.

9. Mülk, 67/2

Ölümün hikmeti insanın imtihanında gizlidir. İnsan, iyi ya da kötü her işlediği şeyin karşılığın görecektir. Ancak bu, burada değil de Ahiret aleminde olacaktır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan bu açıklamaya göre Allah açısından ölümün bir gayesi vardır. Ancak bu şuurdan uzak yaşayan insan Ona kavuşmaktan korkmakta, kendi çevresindeki insanların ölmeleri ile ürpermekte ve feryat etmektedir.

Aslında ölümün insanı korkutmasının altında yatan gerçek sebep, ölümün mahiyetinin bilinmemesi, insanın emellerini gerçekleştirmeye imkan vermemesi ve onu sevdiklerinden ayırmasıdır. Bütün semavi dinler insanı bu sıkıntılı durumdan kurtarmak için “öldükten sonra dirilmeye iman” düşüncesiyle gelmiş ve bunda ittifak etmişlerdir. Hatta peygamberlerin daveti Allah’a imandan sonra Ahiret’e imana ve onun için hazırlık yapmaya olmuştur.

Dirilten ve öldürenin kendisi olduğunu belirten Cenab-ı Hak14 ölümün belli bir süre ile yazılı olduğunu ve herkesin ölümünün Onun iznine bağlı olduğunu bildirmektedir.15 Hiç kimse abes olarak, boş yere yaratılmadığı16 gibi kimse ölümden kaçamayacaktır. Allah (c.c.) bunu “(Habibim) sen de öleceksin, onlar da ölecekler” şeklinde ifade eder.17 Ölüm karşısında müsavi olan insanlar hiç bir adaletsizliğe uğramadan “zerre kadar hayır yapmışlarsa onu, zerre kadar şer yapmışlarsa onu(n karşılığını) göreceklerdir.”18

Gazâlî’ye göre, ölüm karşısında insanlar dört gruba ayrılır:

Ölümün hakikati tehdit ve korkutma değil, ebedi ve daimi bir hayatın mukaddimesi olduğuna göre göre ondan korkmaya gerek yoktur. Hatta her yönüyle nimet olan ahiret saadetine ulaşmak ancak ölüm vasıtasıyla olduğuna göre, bizim için ölüm bir nimettir. Çünkü kendisi vasıtasıyla nimete ulaşılan sebep de nimettir.

Her insan, kendisi için takdir buyurulan vakit dolduğunda, içinde bulunduğu şu fâni ve zâil dünya hayatından asıl yurdu olan ahirete intikâl edecektir. Peygamberler de dahil olmak üzere hiçbir varlık, bu takdirin dışına çıkabilmiş değildir. Kur’an-ı Kerim’de de “Her nefis ölümü tadıcıdır.”23 “De ki: Sizin hakikaten kaçıp durduğunuz ölüm (yok mu?) o, size elbette gelip çatıcıdır. Sonra (hepiniz) gizliyi de âşikârı da bilen (Allah)’a döndürüleceksiniz de O, size yaptıklarınızı haber verecektir”24 “Nerede olursanız olun, velev tahkim edilmiş yüksek kalelerde bulunun, ölüm size çatıp yetişicidir”25 ve “.. Her ümmetin bir süresi vardır. Süreleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de ileri giderler”26 buyurularak ölümden kurtulmanın mümkün olmadığı ifade edilmektedir.

23. Al-i İmran, 3/185. 24. Cuma, 62/8. 25. Nisa, 4/78. 26. Yunus, 10/49.

Hakikat bu olduğu halde çokları, ölümü unutarak hiçölmeyecekmişçesine bu dünyaya sarılmaktadırlar. Halbuki ölümü hatırlamak,
bir hadis-i şerifte de beyan edildiği üzere lezzetleri yok eder ve böylelikledünyaya olan muhabbeti, ahirete olan iştiyaka dönüştürür. Her Müslüman’ın, fırsat elde iken vakit kaybetmeden geleceği kesin olan ebedî dünyası için bu dünyada şimdiden hazırlık yapması gerekir. Nitekim bununla ilgili olarak Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de: “Azıklanın. Muhakkak ki, azığın en
hayırlısı takvadır. Ey kâmil akıl sahipleri benden korkun.”buyurmaktadır.28

28. Bakara, 2/197

İnsan, ahirette dünyada ektiğini biçecek işlediklerini karşısında görecektir. Burada nefislerine uyup keyiflerince yaşayan ve hazırlıklarını yapmayanların halini Kur’an-ı Ke]rim şöyle tasvir eder: “Nihayet onlardan her birine ölüm gelip çatınca (tekrar tekrar) şöyle diyeceklerdir: ‘Rabbim, beni (dünyaya) geri gönder, tâ ki ben zâyi ettiğim (ömrüm) mukabilinde iyi amel (ve hareket) de bulunayım.’ Hayır hayır onun söylediği bu söz (hakikatte) boş laftan ibarettir. Önlerinde ise diriltip kaldırılacakları güne kadar (Kalmalarına mani) bir engel vardır.”29 [29. Mü’minun, 29/99-100]

Doç. Dr. Hüdaverdi Adam /

Anlamak, hakikat kapısını açan anahtara benzer. Ancak anladığın zaman kurtuluş yolu olan hakikati takip edebilirsin. Anlamadığın hakikatlerin rüyalarını bile göremezsin. Hayatın hangi alanında olursa olsun, hakikatle ilgisi olmayan niyet, söz ve edimlerin neticesi acı, keder ve ıstıraptır. Haktan ve hakikatten ayrılmak demek; fıtrat, vicdan ve akleden kalbin fesada uğraması, bozulması, çürümesi ve kokuşması demektir.

Anlamak, varlık âlemi içinde sadece insana verilmiş bir ayrıcalıktır. Bu ayrıcalığı fark etmek için de anlamak gerekir. İnsan iradesinin çalışması, tercihlerde bulunması anlama ayrıcalığının bir neticesidir. Böylece denebilir ki her tercih, bir bakıma anlama giydirilmiş bir elbise gibidir. Yapılan tercihlerin niteliği ne ise insanların sahip olduğu nitelikler de aynı niteliklerdir.

İnsan için anlamak ne kadar önemli ise, insan için anlaşılmak da o kadar önemlidir. Hatta şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Doğru anlamayı ve doğru anlaşılmayı, insana verilmiş en büyük nimetlerden saymak gerek. Söylenen sözlerin anlaşılmadığı toplumlarda ‘birlik ve beraberliği sağlamak işlerin en zorudur’ dense yanlış olmaz.

İnsanlık tarihinin hakikat önderleri olan peygamberlerin tevhid mücadelesinin en önemli silahı sözdür. Çünkü vahiyle inzal olan her sözde/kelamda, hakikati gösteren anlamlar vardır. Her sözün özünde anlaşılmayı bekleyen mesajlar/anlamlar ise zihinsel devrime yol açar. Vahiyle gelen bütün mesajlar, peygamberler tarafından en güzel kıvamda insanların tercihine sunulmuştur. Burada yüklerin en ağırını yüklenmiş olan peygamberlerin doğru anlaşılması büyük önem taşımaktadır.

Önemine binaen tekrar edeyim: Hem doğru anlamak hem de doğru anlaşılmak, dünya hayatının en büyük nimetleridir. İnsan anlayınca ve anlaşılınca, omuzlara yüklenmiş olan yük de hafifler. Çünkü her doğru anlaşılma aslında bir hakikat paylaşımı anlamına gelir. Hakikati bilmek demek, insan için ruhsal yapıda oluşacak pürüzlerin önüne set çekmek demektir. Ruhsal ve zihinsel her pürüz, insanı içten içe karanlığa mahkûm eder. Bu mahkûmiyetin sonucunda yalan ve sahte olan her ne varsa, iç bünyeye yerleşerek tahtını kurmaya çalışır. Bütün putçuluklar bu aşamadan sonra meydana gelir.

Hayatın doğru ve anlamlı akışını durduran her türlü anlamsızlık, putçuluk olarak karşımıza çıkar. Her daim birer tuzak vasfındaki üstünlük hevesini körükleyen iş ve eylemler de hakikati örten putçuluklara yol açar. Hakikat önderi olan peygamberler, ister görünsün ister görünmesin, bütün putçuluklarla savaşmak için seçilip görevlendirilmişlerdir. O sebepten doğru anlaşılmayı en çok hak eden kimseler peygamberlerdir. Kur’an’da anlatılan kıssalardan anlamaktayız ki, bütün peygamberler tevhid mücadelesi verirken, muhafazakâr kesimler tarafından en sert ve acımasız tepkilerle karşılaşmışlardır.

Bilindiği üzere Peygamber Efendimiz Mekke’nin putperest şirk toplumunda İlahi Vahyi tebliğ ederken, statükoyu oluşturan egemen güçlerin her türlü sözlü ve fiili saldırısına maruz kalmıştır. Peygamberin verdiği mesajı, o günün insanları anlıyordu. Allah’tan başka ilah kabul etmemenin, kendi düzenlerinin sonu olduğunu biliyorlardı. O sebepten yapılabilecek en katı ve acımasız muhalefeti gösteriyorlardı.

Günümüze geldiğimizde peygamberi doğru anlamak bakımından, Müslümanların içinde bulundukları durum hiç de iç açıcı bir durum değildir. Peygamberi en çok doğru anlaması gereken Müslümanların, ne yazık ki peygamberle ilgili yalan ve yanlış tasavvurların pençesinde olduğunu görüyoruz. Bunun en önemli sebebi, Hz. Peygamberi olağan insani statüden çıkarıp, olağanüstü ilahi bir statüye yerleştirme anlayışıdır. Böylece Hz. Peygamber üzerinde zımnen oluşturulan ambargo ile dünyevi ve uhrevi bir rahatlık temin edilmeye çalışılmaktadır.  

Oysa Müslüman için Peygamber bir rehberdi. İzi üzere yürünmesi ve takip edilmesi gereken yegâne örneklikti. Öyle ki, o olmadan, bilinmeden İslam bilinmez ve bihakkın yaşanmazdı. Hal-i pürmelâlimize bakıyoruz: Ne görmekteyiz? Hiçbirşey! Onu çağımıza taşıyarak arkadaş olacağımıza, onu taşıyacak bütün düşünce ve tasavvurların yolunu kapattık. Paradoksal bir durum olarak Hz. Peygamberin misyonunu öldürerek bedenini yaşatmaya çalışıyoruz. Adeta sırtımızı dönmüşüz ona. O diye bildiğimiz aslında o değil, bambaşka birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Oysa Kerim olan Kitap’ta, O’nun da bizim gibi birisi olduğu ve ölümlü olduğu vurgulanmakta. (Kehf 18:110) Bu anlayış, vefatından hemen sonra da neredeyse bir krize dönüşüyordu. Hz. Ebubekir gibi etkin ve yetkin şahsiyetlerin varlığı, sorunları büyümeden hal yoluna koymakta idi.

Hz. Peygamber, yarın (ahiret yurdunda), hem kendisinin hem de diğer mü’minlerin nasıl bir muameleye tabi olacağını bilmediğini söylüyordu. (Ahkaf 46:9) Kızı Fatıma’ya, peygamber kızı havalarında olmamasını yani kendisine güvenerek hareket etmemesini istemiş ve fakat buna karşılık kendisini salih amellerle, Allah’ın elinden satın almasının önemini vurgulamıştır.

Hz. Peygamber, vefat eden ünlü sahabe Osman bin. Maz’nun’un evinde, onun cennetlik olduğunu söyleyen kadını sert bir dille uyarmıştı. Bu söylediğinin yanlış olduğunu, kimin nasıl bir muameleyle karşılaşacağını ancak Allah’ın bilebileceğini dile getiriyordu. Allah’ın dilemesi hariç, kendisi dâhil hiç kimsenin, herhangi bir yarar sağlamada veya zararı önlemede, hiçbir güç ve kuvvetin sahibi olmadığını dile getiriyordu. (Yunus 10:49)

Peygamber bir elçi idi. O’ndan önce de elçiler gelip geçmişti. O da zamanı gelince ölecekti. Zira o bir canlıydı. Her canlının ölmesi mukadderdi. Bu bir ilahi yasa idi. Bundan muaf olmak veya herhangi bir kaçış mümkün değildi. O’nun ölmesi veya öldürülmesi, tekrar gerisin geri cahiliyeye dönmek için bir sebep mi olacaktı? Asla! Zaten Müslümanlar da O’nun getirdiğini, O’nu örnek alarak devam ettireceklerdi. Bugün ise karşımıza çıkarılan Peygamber motifinde, bedenen yaşayan ama misyon olarak öldürülen bir Peygamber motifi görmekteyiz.

Peygamberi yüceltmede sınır tanımayan bir gerçeklik var. O’nun takip edilmesi/örnek alınması, imkânsız bir konuma getirilmiştir. Olağan değil, bir olağanüstü şahsiyet söz konusudur. Bu bize Peygamberi tanıtmamaktadır. Peygamberi bize en güzel tanıtacak kaynak Kur’an’dır. Rabbimiz, O’nu, bütün insanlığın kurtuluşu için, bir uyarıcı olarak seçmiştir. “De ki: “Doğrusu ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım.” Kendilerine okunan bir kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu?” (Ankebut 29:50-51) İnkârcılar, peygamber olacak birinin, altında köşklerin olması gerektiği hususunu dillendirmekte idiler. Ayrıca Peygamber semaya çıkmalı ve semadan bir kitap indirmeli idi. Ancak bu şartlar altında inanacaklarını beyan ediyorlardı. Peygamber, bütün bunlara şu ayetle cevap veriyordu:“De ki:“Kudret ve yüceliğinde sınır bulunmayan sadece Rabbimdir; ben, fani bir elçiden başka neyim ki?” (İsra 17:93)

Peygamberi doğru tanımak ve anlamak için Kur’an’ın rehberliği şarttır. Zira bir elçi olarak Peygamber’den bize kalan en önemli miras Kur’an’dır. Kur’an’ın mesajının anlaşılması aslında Peygamberin de anlaşılmasını beraberinde getirir. Bu anlamda Kur’an, başucu bir kitap yapılmalıdır. Siyer kaynaklarındaki bilgilerle, hadis olarak okuduğumuz sözler, Kur’an süzgecinden geçirilmeli ve doğru bilgiler ile yanlış bilgiler ayıklanmalıdır.

“Doğrusu Allah Resulü sizler için, Allah’a ve ahiret gününe umut besleyen ve Allah’ı sürekli hatırda tutan herkes için güzel bir örnek teşkil eder.”(33/21) “De ki: “Siz Allah’ı seviyorsanız beni izleyin ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın! Zira Allah çok bağışlayandır, eşsiz merhametin kaynağıdır.”(3/31) “Siz ey iman edenler! Allah’a ve O’nun Elçisi’ne bağlılığınızı gösterin; (O’nun mesajını) işittiğiniz halde O’ndan yüz çevirmeyin!” (8/20) “Peygamber, inanlara kendi öz varlıklarından daha öncelikli gelir.”(33/6)

CEVDET IŞIK / PEYGAMBERİ DOĞRU ANLAMAK

Resûlullah (sas) Aramızda! | Muhammed Emin Yıldırım (Mevlid Gecesi Özel)

Tevhidin sosyal karşılığı vahdet, şirkin sosyal karşılığı tefrikadır. Bir başka ifadeyle, tevhid akidevî vahdet, vahdet sosyal tevhiddir.

Tevhid ve kardeşlik

Kardeşlik meselesinin çıkış ve varış noktası nedir? Kardeşlik konusunu konuşmaya nereden başlamalı, getirip nereye dayamalı? Meselenin neşet ettiği ‘üssü’l-esas’ nedir, varıp dayanacağı ‘aksa’l-ğaye’ nedir? Bu suallere verilebilecek tek cevap vardır: Tevhid. Evet, tevhid, kardeşlik meselesinin hem üssü’l-esası, hem aksa’l-ğayesidir. Tevhid, “birlemek” manasına gelir. Allah Vahid’dir, Ehad’dir. Vahid, şeriki olmayan ‘tek’ demektir. Ehad, benzeri olmayan ‘tek’ demektir. İkisi de Allah’ın mutlak ve sonsuz tek’liğini, eşsiz ve benzersiz bir’liğini ifade eder.

Şu halde, mutlak bir olanı “birlemek” de ne oluyor? Biz birlemesek O’nun birliğine halel mi gelir? Tüm iradeli varlıklar şirke sapsa, O’nun Ehad ve Vahid oluşu bundan zerrece etkilenmez. O müşterek varlık değildir, dağılmaz. O mürekkep varlık değildir, parçalanmaz. O Samed’dir, artmaz ve eksilmez. O halde tevhidin gayesi nedir?

Tevhidin gayesi insanı birlemek, insanı bütünlemek, insanı toparlamaktır. Zira insan dağılır, insan parçalanır, insan bölünür. Duygusu ile düşüncesi, manası ile maddesi, ruhu ile bedeni, kalbi ile kafası, âhireti ile dünyası birbirinden kopar. Bunlar kopunca insan muvahhid olma özelliğini yitirir. Muvahhid insan, dağılmayan, parçalanmayan, bölünmeyen insandır. Bir “birleme” ameliyesi olan tevhid, dağılan insanı toparlamak, parçalanan insanı derlemek, bölünen insanı bütünlemek için bulunmaz bir imkândır.

Tevhid, lâ ilâhe illallah kelime-i tevhidinde ifadesini bulur. Tüm varlığın anahtarı olan bu mübarek kelime iki cümlecikten meydana gelir. Birincisi “hiçbir ilah yoktur” anlamına gelen lâ ilâhe, ikincisi “ancak Allah vardır” anlamına gelen illallah. Birincisi nefiy/olumsuz, ikincisi isbat/olumlu cümledir. İki kanadıyla birlikte kelime-i tevhid, varlık tasavvurumuzu inşa eder. Varlık, kelime-i tevhidden ibarettir. Nebi’nin tesbitiyle, kelime-i tevhidin Hak katındaki terazide göklerden ve yerlerden ağır çekmesinin manası da budur. Zerreden küreye, habbeden kubbeye her şeyde kelime-i tevhid sırrı tecelli eder.

Atomun eksi kutbu olan nötron, kelime-i tevhidin ilk yarısını; artı kutbu olan proton son yarısını ifade eder. Kozmik tüm varlıkların bir yörüngede düzenli hareketini sağlayan merkezkaç kuvveti nefyi, çekim kuvveti isbatı ifade eder. Kış nefyi, bahar isbatı ifade eder. Yokluk nefyi, varlık isbatı ifade eder. Ölüm nefyi, diriliş isbatı ifade eder. Bozuluş nefyi, oluş isbatı ifade eder. İnşikak nefyi, infitar isbatı ifade eder. İnkâr nefyi, iman isbatı ifade eder.

Tevhidin zıddı şirktir. Şirk, hakikati parçalamaktır. Zihnen dahi olsa hakikati parçalamak, Allah’ın gazabını celbetmektir. Hâlık’a yönelik tevhid akidesi, mahlûka yönelik tavrımızı belirler. Aynı şey şirk için de söz konusudur.

Mahlûkat kardeşliği

Tevhidin sosyal karşılığı vahdet, şirkin sosyal karşılığı tefrikadır. Bir başka ifadesiyle, tevhid akidevî vahdet, vahdet sosyal tevhiddir. Aynen öyle, şirk de akidevî tefrika, tefrika ise sosyal şirktir.

Vahdet, kardeşliğin en kapsamlı ifadesidir. Vahdetin en kapsamlısı ise, mahlûkatın kardeşliğidir. Kardeşlik, Türkçe’de “bir karnı paylaşmış olmayı, aynı rahimden doğmayı” ifade eden “karındaşlık” kelimesinden gelmektedir. Aynı karnı/rahmi paylaşmış olmak, iki insanı akrabalık açısından “kardeş” kılmaktadır. Allah Rasulü, “Ana rahmi, Rahman’dan bir daldır” buyurur. Eğer anne rahmi Rahman ve Rahim olan Allah’ın sonsuz rahmetinden bir dal ise, o dalın bağlı olduğu yer de ilâhî rahmettir. İşbu ilâhî rahmet, mahlûkatın rahmi mesabesindedir. Varlık bu rahmet sayesinde var olmuş, kevn bu rahmetin bağrında tekevvün etmiştir. Bir rahmi paylaşmak, onu paylaşanları nasıl “biyolojik kardeş” yapmışsa; ilâhî rahmetin akıl sır ermez ‘rahmini’ paylaşmak da, mahlûkatı “ontolojik kardeş” yapmıştır.

Vahyin penceresinden bakınca, mahlûkatın dört açıdan kardeş olduğu görülür:

Mahlûk olma açısından: Bu, yaratılış ortak paydasında buluşmaktır. Mahlûkat, mevcuduitibarıyla farklılıklar taşısa da vücudu itibarıyla birdir. Hüviyetleri farklı olsa da mahiyetleri aynıdır. Hepsine de Hâlık’ın kudret eli değmiş ve o sayede var olmuşlardır. Hepsi de yaratılmışlık açısından eşittirler. Bir Yaradan’a muhtaçtırlar. Var olmaları Var edene bağlı olduğu gibi, varlıklarını devam ettirmeleri de O’na bağlıdır. Hz. Musa’nın önünde yarılan su, Hz. İbrahim’e serin ve selamet olan ateş, mahlûkat kardeşliğinin gereğini yerine getirmişlerdir.

Mülk olma açısından: Mahlûkat, Allah’ın mülkü olma açısından kardeştirler. İnsan gibi bazı unsurlarının “milk sahibi mülk” olması bu hakikati değiştirmez. İnsan da O’nun mülküdür, sahip oldukları da… Dolayısıyla, Allah’ın mülkü olma açısından insanla taşın bir farkı yoktur. Uhud dağını bir baba dostu gibi ziyarete gidip, ne yaptığını soranlara, “Uhud bir dağdır amma, o bizi sever biz onu severiz” (Buhari, Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer, 102) buyuran Allah Rasulü’nün bu tavrı, mahlûkatın mülk açısından kardeş olduğu hakikati göz ardı edilerek anlaşılamaz. Zira dağı insanın sevmesi, tek başına anlaşılabilir bir şeydir. Fakat dağın insanı sevmesi, ancak mahlûkat kardeşliği çerçevesinde anlaşılabilecek bir hakikattir. Yine Allah Rasulü’nün yağmurun sağanak halinde yağdığı bir sırada eteğini yağmura tutması üzerine ne yaptığı sorulmuş, o da “Onun Allah’la sözleşmesi daha yenidir; ondan istifade ediyorum” demiştir (Ebu Davud). Onun bu hareketi de mahlûkatın mülkiyet açısından kardeşliği çerçevesinde anlaşılabilecek bir olaydır.

Tesbih açısından: Kur’an’ın bildirdiği bir hakikattir ki, bütün bir varlık Allah’ı tesbih etmektedir. Tesbih etmek, kelimenin kök manasının da gösterdiği gibi, yaratan Allah adına hareket etmektir. Yaratan Allah adına hareket etme açısından bütün bir varlık kardeştirler. Bu kardeşlik, tesbih kardeşliğidir. Bu, bütün varlığın Allah adına hareket ettiği anlamına gelir. İlâhî kelamın güneşin ve ağaçların secde ettiğini söylemesi, bu bağlamda anlaşılmalıdır. Yaratılış amacı istikametinde varlığını sürdüren her bir mahlûk tesbih halindedir. Gereksiz yere bir otun koparılması, onun tesbihine mani olunmasıdır. Gereksiz yere bir canlının hayatına son verilmesi, onun tesbihine mani olunmasıdır. Mahlûkatın akıllı ve iradeli bir üyesi olan insanın varlığı bundan istisna değildir. İnsan, inkâr etmiş olsa dahi, her bir hücresi kâinatın ilâhî korosuna katılarak Yaratıcı’sını tesbih etmektedir. Bu yüzden insanın inkârı sadece Allah’ı inkâr değil, kendi kendini de inkâr sayılmalıdır.

Fânilik açısından: Bâki olan Allah karşısında mahlûkatın ortak noktası fâni olmasıdır. Mahlûkat, fânilik ortak paydasında kardeştir. Fânilik ortak paydası, fâni olan bütün mahlûkatı, “var olmak için var edene muhtaç olma” demeye gelen iftikarortak paydasında birleştirir. Bu yüzden mahlûkat için, Allah’a iftikar (muhtaç olma) iftihardır. Mahlûkat fakirdir, Hâlık Ğaniy’dir. Allah Rasulü de fakrını fahrı olarak takdim etmemiş midir? Kulun fakrdan büyük fahrı olabilir mi?

Mahlûkatın bu dört açıdan kardeşliği müsellem ve Kur’anî bir hakikat iken, insanoğlunun kendi içindeki kardeşliği nasıl inkâr edilir?

İnsan kardeşliği

İnsan, fıtrat olarak, kendisiyle ünsiyet kurabileceği başka insanlara muhtaçtır. Bu yüzden insana ünsiyet kökünden gelen ‘insan’ adı verilmiştir. İnsanlık bir ailedir. Bu aile aynı kökten neşet etmiştir. Kur’an bu hakikate şöyle atıf yapar:

“Ey insanlık (ailesi)! Elbet sizi bir erkekle bir dişiden yaratan Biziz; derken sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki tanışabilesiniz. Elbet Allah katında en üstününüz, O’na karşı sorumluluk bilinci en güçlü olanınızdır; şüphe yok ki Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır” (Hucurat 49/13).

“Ey insanlık!” diye başlayan bir hitapla karşı karşıyayız. Bu hitap üst perdeden bir hitaptır ve insanlık içinden birileri böyle bir hitapta bulunamaz. Bulunsa da ağır kaçar. Böylesine yüksek bir perdeden hitap eden ancak Yaratıcı’dır.

Âyet, insanoğlunun ‘şimdi ve burada’sına hitap etmektedir. Âyetin konusu insanoğlunun kökeni değil, insanoğlunun birbirine karşı ahlâkî duruşudur. Bu duruşu bozmak sadece insanın insana karşı sorumsuzca davranışı değil, aynı zamanda insanın Allah’a karşı da sorumsuzca davranışıdır. Bu sorumsuzluğun adını âyet, “insanın insana kavim ve kabile gibi beşeri kökeninden dolayı üstünlük taslaması” olarak koymaktadır. İnsanı yaratan Allah, bu tavrı bir sapma olarak tescil etmekte ve insana kökeninin birliğini hatırlatmaktadır. Kökendeki birliğe rağmen ilerleyen süreçte insanlığın kavimler ve kabilelere ayrılmasının gerekçesi “tanışmak” olarak takdim edilmektedir.

Âyetin bercestesi, “Allah katında en üstününüz, O’na karşı sorumluluk bilinci en güçlü olanınızdır” cümlesidir. Bu cümle, bir hakikati en çıplak biçimde dile getirmektedir: Ey insanoğlu! Irk gibi, renk gibi, cinsiyet gibi kendi tercihin olmayan hususlardan dolayı üstünlük iddiasında bulunma! Zira kimse kendi ırkını, rengini ve cinsiyetini kendisi seçmiyor. İnsanın kendi seçmediği bir şeyle övünmesi gülünçtür. Allah nezdinde tek üstünlük ölçütü vardır: Takva. Zira takva, tümüyle insanın kendi tercihine dayanmaktadır.

Kur’an’da peygamberler inkârcı kavimlerinin “kardeşleri” (ehûhum) olarak takdim edilirler. Mesela, Şu’arâ Sûresi’nde Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Şuayb hep kavimlerinin kardeşleri olarak anılırlar. Peygamberlerin kavimleriyle olan kardeşliği, iman kardeşliği değil, hiç şüphesiz, insan kardeşliğidir. Zira bu kavimler, peygamberlerinin davetlerine uyan küçük bir azınlık hariç, inkârda direnmişler ve helâke uğramışlardı.

Hz. Ali, valisi Malik el-Eşter’e yazdığı mektuplardan birinde, ona emri altındakilere âdil muamelede bulunmasını öğütlerken, şu manidar cümleyi kullanıyordu: “İnsanlar ya insanlıkta eşin, ya da dinde kardeşindir.”

İnsan, Allah’ın şaheseridir. İnsanda Allah’ın emeği vardır. Farklı inançlara mensup olması bir mü’min açısından insanı gözden çıkarma gerekçesi olamaz. Mü’min bir kul, Allah’ın insan üzerindeki büyük emeğini görmezden gelemez. İnsan olma ortak paydasını yok sayamaz. Bunu, değil insanın dirisi için, ölüsü için bile yapamaz. Hatırlayalım ki, bir Yahudi cenazesi geçerken Allah Rasulü saygı maksadıyla ayağa kalkmış, orada bulunanlar, “Ama o bir Yahudi cenazesi” deyince, Allah Rasulü şu manidar cevabı vermişti: “Olsun, insan değil mi?” (Buhari, Kitabu’l-Cenaiz, 49/71). Allah Rasulü’nün sadece mü’minlere değil bütün bir insanlığa (âlemlere) rahmet olarak takdim edilmesinin anlamı da bu değil midir? Değilse, “Mü’min olmuyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin” (Şu’arâ 26/3) âyetini nasıl anlayacağız? Bu, Allah Rasulü’nün insan kardeşlerinin ebedî saadetine ne denli düşkün olduğunun göstergesi değilse, nedir?

Efendimiz’in, bir âdem bir âlem, diye yola düşmesinin sebebi de budur. Hayber savaşı öncesi komutan olarak atadığı Hz. Ali’ye şu talimatı veriyordu: “Ya Ali! Senin elinle bir kimsenin hidayet bulması, güneşin üzerine doğduğu her yer(i fethedip bana teslim etmen)den daha hayırlıdır.” (Buhari, Cihad 4/58; Müslim, F. Sahabe 2406) ). Üsame b. Zeyd’i, savaş meydanında son anda kelime-i tevhid getiren birini samimiyetsiz bularak öldürdü diye azarlaması da onun “insan” hassasiyetinin bir ifadesiydi (Buhari).

Asabiyet ve ırkçılık

Takva dışındaki her tür üstünlük iddiasını Hz. Peygamber “asabiyet” başlığı altında mahkûm etmektedir: “Asabiyete çağıran bizden değildir.” (Ebû Davud, Edeb 122;  Müslim, İmâret 57). Asabiyet, vücudu çepeçevre sarıp bağladığı için bu adı alan ve “sinir” anlamına gelen el-‘asab’tan türetilmiştir. Sürüye de ‘asabe denilir. Asabiyet insanı sürüleştirir. Şahsiyet olmaya manidir. Kişiliği sarıp sarmalar ve gelişimini engeller.  Asabiyet, kimliğin benliğin önüne geçmesi, onu esir etmesi ve onun gelişim sürecini sekteye uğratmasıdır.

Asabiyetin bin bir çeşidi vardır. Irk asabiyeti, renk asabiyeti, cins asabiyeti, mezhep asabiyeti, meşrep asabiyeti, tarîkat asabiyeti, şehir asabiyeti, ülke asabiyeti, millet asabiyeti, cemaat asabiyeti… İki şeyi birbirine karıştırmamak icap eder: Irklı olmakla ırkçı olmayı, mezhepli olmakla mezhepçi olmayı, cemaatli olmakla cemaatçi olmayı… Birinciler meşru, ikinciler gayr-ı meşrudur. Bir ırka mensup olmak fıtrat gereğidir. Bu yerinecek veya övünecek bir şey değildir. Fakat, mensup olduğu ırkla övünmek merduttur. İşte ırkçılık budur.

Her güzelliğin olduğu gibi her sapmanın da bir piri vardır. Irkçılığın piri İblis’tir. Zira İblis, Âdem’e secde ile emrolunduğu vakit, “Ben ondan üstünüm” demişti. Bunu da, “Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın” diye gerekçelendirmişti de şeytanlaşmıştı. Bu gerekçe Şeytan’ın ırkçılığının ilkel bir materyalizme dayandığını gösterir. Zira Şeytan, Allah’ın emrine isyan ederken, hammaddeleri kıyaslıyor ve üstünlük iddiasını bu fâsit kıyas üzerine inşa ediyordu. Bu yaptığı, maddeye tapıcılığın daniskasıydı. Kendi ırkının başka ırklara üstünlüğünü savunanların yaptığı da Şeytan’ın yaptığından farklı değildir. Aynı şey, tüm asabiyet türleri için geçerlidir. İşte bu türlerden biri de ten rengi asabiyetidir. Müslüman bu manada tam bir renk körüdür. İnsanın teninin hangi renkte olduğu sadece “tanışma” çerçevesinde ilgisini çeker.  Onun ötesinde ten rengine bir değer yüklemek, imanla çelişir. Aynı şey cinsiyet, ülke ve diğer asabiyet türleri için de geçerlidir.

Asabiyetin temelinde farklılığa tahammülsüzlük yatar. Oysa Kur’an’a göre farklılıklar âyettir. İnsan iyi düşünecek olursa, bu sonuca selim akılla da varabilir. Tüm insanlar birbirinin aynı olsaydı, yekdiğerini tanımak için kimse kılını kıpırdatmazdı. Zira “tanışmak” dediğimiz şey, öylesi bir durumda anlamını kaybederdi. Tüm yüzler birbirinin aynı olsaydı, öyle bir dünyada kimse kimsenin yüzünü merak etmezdi. Dolayısıyla “güzel” tarifi de anlamını kaybederdi. İsterse bu yüzlerin tümü kişinin en beğendiği yüz olsun, kimse öyle bir dünyada güzelliği tarif edemez, herhangi bir yüz için “güzel” sıfatını kullanamazdı. Tüm çiçekler aynı olsa, böyle bir dünya sıkıcı olurdu. Tüm renkler kişinin sevdiği renk olsa, kişi o rengi sevemez olurdu. Bazı insanları, tavırları, renkleri, yüzleri, davranışları, çiçekleri, hayvanları diğer bazılarından daha sevimli, daha cana yakın, daha güzel buluyorsak, bu onların farklılığı yüzündendir. Bu durumda farklılığın kendisi birer “âyet”, yani birer “işaret ve belge” olup çıkmaktadır. Biz bu işaret ve belgelere bakarak Allah’ın esmasının varlık üzerindeki farklı tecellilerini okumaktayız.

İman kardeşliği

Hidayete eren bir Japon’a sorarlar, “İmanına ne sebep oldu?” Cevaben, “Mü’minler sadece kardeştirler” (Hucurat 49/10) âyetini öğrenince Müslüman oldum” der.

İman kardeşliği, imanların kardeşliğidir. İnsanlar gibi imanlar da kardeş olur. Hatta imanlar kardeş olunca, o imana sahip olanlar da kardeş olmak zorunda kalır. Kardeş olan imanları onlara zımnen der ki: “Eğer bize ait olmak istiyorsanız, siz de bizim gibi kardeş olun!” İmanlar kardeş olunca, o imanlara sahip olanlara bu kardeşliğe sadakat yaraşır. İman kardeşliğine sadakat, imana sadakat olur. İman kardeşliğine ihanet de imana ihanet olur.

Mü’minler sadece kardeştirler. Mü’min kardeşliğinin temeli imandır. İmanın temeli ise sevgidir. Tıpkı Allah Rasulü’nün buyurduğu gibi: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş sayılmazsınız.” (Müslim, İman 93-94). Efendimiz, iman etmenin şartı olarak mü’minlerin birbirini sevmesini gösteriyor. Sevgi böylece imanın en büyük şartı olmuş oluyor. Sevgi imanın en büyük şartıysa, mü’mine nefret ne oluyor? O da imanı tahrip eden en büyük hastalık oluyor.

Bu hastalık ilerlediğinde, “tekfir virüsü” ortaya çıkıyor. Mü’mini kâfirlikle itham etmek demeye gelen “tekfir virüsü” bir kalbe girdi mi, artık o kalpteki imandan hayır gelmiyor. Bu hastalığa yakalanan iman önce felç oluyor, sonra tüm hayatî fonksiyonlarını yitirerek bitkisel hayata giriyor, en sonunda da ölüyor.  İmanını tekfir hastalığına kurban vermiş olan zavallı, artık içinde imanın ölüsünü taşıyor. Yüreği, iman ölüsü taşıyan bir tabut oluyor. İmanı öldüğü için, yüreğinin gözü kör, kulağı sağır, dili lâl oluyor. Böyle olunca da, yekdiğerinin imanını göremiyor, başka imanların “buradayım” çığlığını işitmiyor, kendisinin varlığını başka imanlara haykıramıyor. Ne, “Ben buradayım!” diyebiliyor ne de “Ben buradayım!” diyen imanların sesini duyuyor. Sonuçta, başka imanları yok sayıyor. Kur’an bu duruma “imanı inkâr etmek” diyor. Ve imanı inkâr edenlerin amelinin boşa gideceğini söylüyor: “Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa gitmiştir” (Maide 5/5).

Tekfir hastalığına dûçar olan bir iman, koku alma yeteneğini yitiriyor. Koku alma yeteneğini yitiren bir iman, başka imanların kokusunu alamaz oluyor.  Şu âyete göre mü’minlerin birbiriyle didişmesinin en acı sonucu da bu oluyor: “Birbirinizle didişmeyin, direncinizi yitirirsiniz, kokunuz/rüzgârınız da kesilir” (Enfal 8/46). Âyetteki rîh, hem “koku” hem de “rüzgâr” manasına gelir. Bu şu demektir: Eğer mü’minler birbirleriyle nizalaşırsa, imanın kokusunu alamaz olurlar. İmanın kokusunu alamayan biri, yekdiğerinin imanının farkına varamaz, hatta onu yok sayar. Bu da onu imanı inkâr etme derekesine düşürür. Sonuç “imanın zehirlenmesi” demeye gelen tekfir illetine dûçar olmaktır.

Mü’minler ancak kardeştirler. İman kardeşliğinin, muhatapların boynuna yüklediği yükümlülükler vardır. Mü’minlerin kardeş olduğu hakikatini dile getiren âyet, bu yükümlülüğe de dikkat çeker:

“Mü’minler sadece kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’a karşı sorumlu davranın ki, O’nun merhametine nail olasınız” (Hucurat 49/10).

İman kardeşliğinin mü’minlerin boynuna yüklediği mesuliyet, kardeşlerin arasını düzeltmektir. İşte bu Allah’a karşı takvalı olmanın bir gereğidir. Zira Allah’a karşı takvalı olmak, Allah’a karşı sorumluluğunu bilmektir. Allah’a karşı sorumluluğunu bilen, Allah’ın kardeş kıldığına karşı da sorumluluğunu bilir. İman kardeşlerinin arasını düzeltmek ise bu sorumluluğun bir gereğidir. Bunu yapan ilâhî merhamete mazhar olur. Zira bir mü’mini kardeşlerin arasını düzeltmeye yönelten sebep, şefkat ve merhamettir. Evet, araları bozulmuş iki mü’min, başka mü’minlerin merhametine muhtaç hale gelmiştir. Zira mü’minlerin arası bozulunca, iman yetim ve öksüz kalır. Yetim ve öksüz kalan iman ‘velisi’ olmayan imandır. Velisi olmayan iman korumasız bir imandır. Her türlü tehdit ve tehlikeye açıktır. O imana nereden ve ne zaman bir saldırı geleceğini kimse tahmin edemez. O iman, kendisini korumakta acze düşer. En sonunda zayi olur gider. Kur’an’ın, “Mü’min erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler” (Tevbe 9/71) derken, kasdettiği hakikatlerden biri de budur. Elbet iman kardeşliğinin karşısında bir de “küfür kardeşliği” vardır. Zira Kur’an’ın buyurduğu gibi “Kâfirler de birbirlerinin velisidirler.” (Enfal 8/73).

Kin ile din bir arada durmaz. Mü’mine kin duyan bir kalpte din duramaz. Bunun içindir ki, Rabbimiz bize şu duayı talim ettirir: “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce imanla göçüp gitmiş mü’minleri bağışla ve kalplerimizde imanda sebat edenlere ilişkin en ufak bir kin ve nefret bırakma! Rabbimiz, elbet sen pek şefkatlisin, çok merhametlisin!” (Haşr 59/10).

Kardeşlik aşkına

Kardeşlik ve aşk… Tohumla toprak, meyveyle yaprak, etle tırnak kadar birbirine yakın, birbirine yakışan, birbirinden ayrılmaz iki hakikat. Kardeşlik aşka mensup, aşk kardeşliğe meftundur. Kardeşlik, aşkın yeşerdiği toprakta yeşerir. Onun için insanlığın en büyük âşıkları, insanlığa en büyük kardeşliği hatırlatanlar olmuştur. Kardeşlik aşkına Allah’ı dinleyin, Allah aşkına kardeş olun!

“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın ve birbirinizden ayrılmayın!” (Âl-i İmran 3/103).

Allah’ın ipi… Bu ifadeyi Allah Rasulü nasıl tefsir etmiş biliyor musunuz? “Kur’an” ile. Evet, Allah Rasulü, “Allah’ın ipi Kur’an’dır” buyuruyor (Müslim, Akdıye 10, Fedailü’s-Sahabe 37; Tirmizî, Menakıb 31). Şu halde Allah’ın emri açık: “Kur’an’a hep birlikte sımsıkı yapışın ve birbirinizden ayrılmayın!” Efendimiz’in “Allah’ın ipi”ni Kur’an ile açıklaması sebepsiz değil. Zira kardeşliğin kanununu ancak Allah yazabilirdi. Vahiy işte Allah’ın yazdığı ebedî kardeşlik kanunudur. Eğer vahiy de kardeş kılamayacaksa mü’minleri, onları başka kardeş kılacak bir şey yoktur. Zira iman ettiklerini iddia ettikleri Allah’ın kitabı da birleştiremiyorsa bir zümreyi, onları ne birleştirebilir? Bu takdirde onların iman iddiaları mesnetsiz kalmış olmaktadır.

Kardeşlik aşkına Kur’an’ı dinleyin, Kur’an aşkına kardeş olun!

Kur’an, kardeşin kardeşi tahkir etmesini, tezyif etmesini, gıybet etmesini, hatalarını araştırmasını yasaklıyor. Kur’an, kardeşin kardeşe iftira etmesini, suizan etmesini, kin gütmesini yasaklıyor. Kur’an, mü’minlere aralarında adaleti tesis etmelerini emrediyor.

Kardeşlik aşkına Peygamber’i dinleyin, Peygamber aşkına kardeş olun!

Peygamber’in şu çağrısı, kardeşliğin empati üzerine kurulduğunun isbatıdır: “Sizden biri kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe (hakiki manada) iman etmiş olmaz.” (Buhari, Kitabu’l-İman 6).

Peygamber’in Veda Hutbesi bir kardeşlik manifestosudur. “Kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız birbiriniz için hürmete layıktır; tıpkı bu gününüz, bu beldeniz, bu ayınız nasıl hürmete layıksa…” derken kardeşliğe çağırıyordu. Yine, “Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız Âdem ise topraktandır” derken kardeşliğe çağırıyordu.

Bu toprağın çocuklarına İslam kardeşliğini hatırlatan kimselere, “Kardeşlik edebiyatı yapma!” diyenlere bir çift sözümüz olmalı: Siz Şeytan’ın ve şeytanî güçlerin meccanen taşeronluğunu yapıyorsunuz! Sizi kimlerin devşirdiğini biliyoruz! Size ve sizi devşirenlere diyoruz ki:

Bin yıllık gerçeği yüz yıllık yalana yedirmeyeceğiz!

Selahaddin Eyyubi ile Fatih Sultan Mehmed’i ayırmayacağız!

Dua okurken, İskilipli Atıf’ı bir elimize, Nurs’lu ve Palu’lu Saidleri öbür elimize koyacağız!

Her rekâtta “İhdine’s-sırata’l-müstakîm” (bizi dosdoğru yola yönelt) derken, âyetteki BİZ’i Allah’ın tarif ettiği gibi kabul edeceğiz. Allah’ın BİZ tarifinin yerine ırka, renge, kavme, kabileye, ulusa, soya, boya, mezhebe, meşrebe, tarîkata, partiye, cemaate, cemiyete, kliğe, ekole dayalı BİZ tanımlarını geçirmeyeceğiz.  Bunu yapan holiganları, şu hakikati haykıran Allah Rasulü’ne havale edeceğiz: “Asabiyete çağıran bizden değildir.”

***
Büyük ailemizin mazlum ve mağdur çocukları nefretten bıktı.

Şimdi sıra kardeşlikte!

MUSTAFA İSLAMOĞLU / KARDEŞLİK AŞKINA

Haydin Gençler Namaza – Adem Sevgi

Namaz ümittir. Kıldıkça duâlarına kalbin de “Âmin” demeye başlar. Daha önce hiç hissetmediğin bir eminlik duygusu kaplar içini.

SINIRLI insan aklında ve sırların peşinde koşa koşa ancak zerresine nâil olan kalpte, bir mucizevî ibâdetin lezzetine değinmek zamanıdır!

“Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım dileyin. Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153)

“Siz namaza çağırdığınız vakit, onu alaya alıp eğlence yerine koyuyorlar. Bu, şüphesiz onların akılları ermeyen bir toplum olmalarındandır.” (Mâide, 58)

“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrenç şeylerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz, değil mi?” (Mâide, 90-91)

SENAİ DEMİRCİ – SABAH NAMAZI

“Onlar namazlarını vaktinde kılarlar.” (En’âm, 92)

“Kitaba sımsıkı sarılanlara ve namazı dosdoğru kılanlara gelince, şüphesiz Biz, iyiliğe çalışan (erdemli) kimselerin mükâfatını zayi etmeyiz.” (A’râf, 170)

“Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.” (Tevbe, 18)

“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 71)

“Onlar ki, namazlarında derin saygı içindedirler.” (Müminûn, 2)

SENAİ DEMİRCİ “ŞİMDİ ÖĞLE”

Sadece birkaç âyetle yola çıktığımızda bile, namazın önemi ve değeri rûha nüfûz ediyor. Fakat kılmak istediği hâlde kılamayan, namaz kılmayı istemek arzusuna erişemeyen, bu güzelliği henüz keşfetmemiş ya da inanç eksikliği ile uzak durmayı tercih ettiğini zanneden pek çok kişi var.

Hemen son cümleye bir derinlik kazandırmak gerek: “Namazdan uzak durmayı tercih eden değil, tercih ettiğini zanneden”… Bütün ibâdetler için bu böyledir. Bütün güzellikler ve hayırlarda insan ancak “maruz” kalabilir. Yani hiç kimse kendi bilinciyle bir ibâdeti ya da hayrı yapmamayı tercih edemez. Ama tercih ettiğini zanneder. Bu aslında nasipsizliktir. Fakat bir dipnota ihtiyaç var!

İbâdet eden, namaz kılan herkes nasipli ya da dosdoğru anlamına gelmiyor bu. Bunu elbette ben tayin edemem. Kendimi bile belli bir mertebe ya da kategoriye koyamam. İbâdetlerim ya da yapmaya çalıştığım hayırlı amellerle, yanlış ve günahlarımı bir matematik hesabına tâbi tutamam. Bu hesaptan kendimi kârlı ya da zararlı çıkaramam. Niyetimi bile kesin bir yargı hâlinde iç sesim dışında beyan edemem. Ben, bir kul olarak, sadece gayret ederim. Gayretimin takdirini de Yaradan’a bırakırım.

İbâdet, insanın kendine çalışmasıdır. Ne bir başkası içindir, ne de Allah’ın (cc) buna ihtiyacı vardır (hâşâ).

İbâdet, insanı iyi insan olmaya götüren bir yoldur. İç huzuruna ulaşmada ve Allah’ın rızâsını kazanmada vesîledir. Bu, inancımızın bir gereği, kulluğun şükrü ve şartıdır. Fakat ibâdet etmek ile ediyor görünmek ne kadar ince bir çizgiyse, ibâdet etmekle her kusurunun kamufle edildiğini zannetmek de gafletin bir başka şeklidir. Bu yüzden, tekraren ve defaatle yinelemem lâzım ki, beni ibâdetlerime yakışan insanlığım kurtarırsa kurtarır. Beni ya da seni… Yani bizi…

Yoksa sâfî ibâdetle insan olunmaz. Ya da çok iyi bir insan olup da “Bu bana yeter” demekle, ibâdete hiç uğramamakla da insan ve kul olunmaz. Ve hiçbirimiz, hiçbirini kusursuz ve mükemmel yapamayız.BKulluk ve insanlık bir gayret alanıdır. Biz yalnızca gayret ederiz. Takdir Hudâ’nındır.

Namaz kılan herkesin mükemmel olmadığını, kılmayan herkesin de imansız olmadığını yeteri kadar dile getirdiğimi düşünüyorum. Sadece namaz kılmak isteyen ya da istemeyen, ama bu satırlara denk gelen bir cânı, namazla ilgili bir kıpırdanışa davet etmek istiyorum.

Hep bir anlamlandıramama hâli ile kompleks duygu girdilerinin kölesiyiz. Duygular birbirleri arasında görünmezler ama sağlam nakışlarla bağlılar. En uç duygular arasında anlık geçişlere müsaidiz. Yoruluyor, tükeniyor ve yolu kaybediyoruz.

Tüm çıkış duygularımızı besleyen görüşlerimiz, ideolojilerimiz, biriktirdiklerimiz ve doğumdan bugüne gördüklerimizle bir karşıtlık mücadelesi içindeyiz. Bu sahip olduğumuz her şey, birilerine kızmak ya da onlarla amansız kavgalara tutuşmak için birer dayanak. Hâlbuki bu kavgaların kazananı yok, kaybedeni çok!

Nefes aldıkça bitmeyecek şeyler var oysa! Bir yerlerde geçim mücadelesi verilecek, bir yerlerde hastalıklar, bir yerlerde kırılan, incinen gönüller, bir yerlerde güneşi yalnız batıranlar ve birilerine hasret yaşayanlar… Bunlar hiç beklenmedik bir şekilde tekrar ede ede sarmalıyor ömrümüzü. Hep bir kaygı olacak içeride… Hep bir korku bizimle yoldaş… O zaman durmalı işte!

SENAİ DEMİRCİ “İKİNDİNİN HÜZNÜNDE”

Hiç bugüne kadar namaza yeltenmediysen, şeytanın fısıltısı güçlüdür. Her konuda değilse de bu konuda seni ikna etmişe benziyor. Çünkü ikna olmasaydın, bugün bütün bahanelerini bir kenara atar ve bu huzur ikliminin lezzetine talepkâr olurdun. Şeytanın ve nefsin bu konuda kalıplaşmış ama karışık aklımızı mağlûp edecek kadar etkili birkaç cümlesi vardır. Ama bu cümleleri de öyle herkese söylemezler.

Allah’ın varlığına ve birliğine inanan ama ibâdetlere hiç uğramayan birine kurduğu cümleyle, bütün ibâdetleri yerine getiren ama namaza tembellik edene kurduğu cümleler farklıdır. Bir ateiste çok farklı mesnetler sunarken, namaz kılan ama insanlığıyla kıldığı namazı hiç edene çok daha başka yerlerden saldırır. Ama istisnasız hepimize hazır, kalıp cümleleri vardır.

Bizim, hangi cümleyle ikna olduğumuzdan çok, esefle, ikna olmuş olmamız üzücü…

Hiç namaz kılmayana, şeytan ve nefis aşağıdaki tezleri sunar:

-Namaz kılınca uçacak mısın?

-Yatıp kalkmakla ibâdet mi olur?

-Namaz kılana kadar git, bir fakiri doyur? (Bu cidden zekice kurulmuş bir şeytan ve nefis cümlesidir. Hemen bütün ibâdetleri bıraktırmak için kullanır. Ama büyük kayıplara gebedir.)

-Bugüne kadar kılmadın, bir şey olmadı, bundan sonra da kılmasan ne olur?

-Namaz kılanları da gördük!

-Bak o namaz kılıyor, ama kul hakkı da yiyor!

-Sen iyi bir insansın, namaz kılmana gerek yok!

Namaz kılmak isteyip de kılamayana şeytan ve nefsin kompozisyonu aşağıdaki gibidir:

-Herkesin günahı var, senin de bu günahın olsun!

-Ya bir gün elbet kılarsın, acelen ne?

-Namaz kılanların zamanı bol, senin vaktin olsa sen de yapardın!

-Allah affeder!

-Bugün de böyle geçsin, yarın muhakkak başlarsın.

Arada bir namaz kılana da şeytanın ve nefsin mükemmel (!) saldırıları vardır:

-Hiç yapmayanlar düşünsün.

-Sen en sevdiğin işleri bile sürekli yapamıyorsun.

-Bugün de kılmayıver.

-Bugün yüzün yok secdeye varmaya!

Beş vakit namaz kılanla uğraşmıyor mu bu nefis-şeytan ikilisi?

-Namazı bile doğru düzgün kılamıyorsun.

-Her gün kılıyorsun, bir vakitten bir şey olmaz.

-Sen o kadar namaz kıldın, duâların kabul olmadı!

-Bak, namaz kılmayanlar senden daha mutlu!

Velhasıl, şeytan ve nefis el ele verdi mi, herkese uygun daha nice cümleler bulur ve insanın kalbine musallat eder. Asıl kayıp, şeytanın muhatap bile almadığı durumda olmak. “Namazı boş ver” demiyorsa şeytan, buna gerek olacak kadar yaklaşmamışız demektir.

Akşam Vakti | Senai Demirci

Bir mertebe daha var tabiî, ama uzak bize: Ne yaparsa yapsın namazdan alıkoyamayacağı insanla da uğraşmaz meselâ…

Bu cümleleri kalbinizin ya da aklınızın hükmettiği bir ortamda da duysanız, bilin ki bu, nefsin ve şeytanın işi… Nefis içten yıkmaya çalışan bir düşman olduğundan, etkisi de zaman zaman güçlü olabiliyor. Peki, gâyemiz yenilmemek mi? Hayır! Yenilsek de yeniden mücadele etmek için ayağa kalkmak… İşte gâye bu!

Elbette yenileceğiz; birimiz namaz konusunda yenilir, birimiz başka bir ibâdeti yapmak hususunda… Ama mühim olan, tekrar tekrar mücadele etmektir bu fısıltılarla!

Namaz kılmakla ilgili bazı müjdelerin var olduğu birkaç âyet paylaştım. Ama bu kadar değil tabiî. Hem hadîs-i şerifler de ümit vaat eden bir şekilde namazın ehemmiyetini bildiriyorlar bize. Bunlara ulaşmak da çok kolay. Allah’ın ne güzel müjdeleri var namaz hususunda. Ama namazla birlikte niyet ve diğer tüm amellerimiz de önem taşıyor. Fakat sadece bir kul gözünden, Allah’ın secdesine varanların (gönülden) tadabileceği ve diğer bir kulun da tatmasını isteyeceği bazı güzellikler var namazda. Bunları da kendi penceremden, hissedişimden ve naçizane iç dünyamdan bildirmek isterim.

Niyetimi muhafaza eylesin Rabbim, bunu yaşamayı istediğim kadar, yaşayanları görmeyi de kalpten dilerim.

·       Gün her zaman 24 saattir. Dünya’nın dönüşü ve mevsimlerin geçişi belli bir ritimle vuku bulur. Bir gün namaz kılarsın. O 24 saatin içinde bir başka zaman yakalarsın. Zaman öyle bir genişler ki… Bakarsın, dakikalar, saniyeler hâlâ aynı sınırda geziniyor ama sen namazsız 24 saate sığdıramadığın güzellikleri bugün sığdırıvermişsin.

·       Namaz kılmadan önce fark etmediğin hatâların namazlarla birlikte kalbine dert olmaya başlar. Sanki kendine bir ayna tutmuşsun da farkında olmadığın için düzeltmeye yeltenemediğin bir dolu yanlış, şimdi bu sırlı camda gözlerine yansıyordur.

·       Güzellikleri keşfe çıkartır namaz. Tabiatın, insanların, hatâlı da olsa sevdiklerinin başka başka güzelliklerini keşfetmeye başlarsın.

·       Namaz ümittir. Kıldıkça duâlarına kalbin de “Âmin” demeye başlar. Daha önce hiç hissetmediğin bir eminlik duygusu kaplar içini.

·       Namazla birlikte kalbindeki kıskançlıklardan ve kinlerden arındığını hissetmeye başlarsın. Kıskançlıkla bir evliliği ya da bir dostluğu mahvedebilecekken, daha doğru tercihlere yönelir kalbin.

·       Öfkelerin dindiği bir iklimdir namaz. O abdestin verdiği serinliği hiçbir yerde bulamaz insan. Namaz kıla kıla daha az öfke duyduğunu, hattâ diğer tüm uç duygularına daha hâkim olduğunu keşfedersin.

SENAİ DEMİRCİ “YATSININ YALNIZLIĞI”

 Namaz, haram korkusunu salar kalbe. Haramdan kaçacak bir haslete bürünürsün. Kıldığın namaz bu kaçışta yol açar sana, yardımcı olur.

·       Yine hastalanır, yine dertlenirsin elbette, bu imtihandır. Ama bu defa bunları karşılayış şeklinde bir değişim vardır. Bu, senin başarın değildir, namazın hediyesidir.

·       Telâş ve fevri tarafların törpülenir gitgide. Her şeye daha sakin, daha dingin bir pencereden bakmaya başlamak, başa gelen ânî ve olumsuz olaylarla daha sağlam bir başa çıkma yöntemi kazandırır.

·       Secde büyür ve aşılmaz bir mekâna dönüşür. O secdeye vardıkça dünyaya ait olmayan bir huzurla çarpar kalbin.

·       Namaz, zaman yönetimidir. Günü hesap ede ede ilerlemek, iki namaz arasında insanı plânlı ve düzenli yapar.

Namaz zırhtır. İmanı korur, insanlığı muhafaza eder.

·       Namaz bedene sıhhattir, akla zenginlik ve rûha şifâdır.

·       Beş vakit Allah’ın huzurunda bulunmak şereftir. Bu şeref, diğer tüm zamanları da aynı şerefe lâyık olabilmek endişeni işler kalbine…

·       Namaz kıldıkça Allah’ı tanımaya, Peygamber’i sevmeye yaklaşır insan.

·       Kalpte dine karşı insan eliyle meydana getirilmiş boşlukları namaz doldurur. Daha önce anlamını bulamadığın her şeyi anlamlı kılmaya başlar.

Saymakla biter mi acaba? Hiç sanmıyorum. Eminim bu satırları okuyan ve bu duyguları bilen dostlardan daha nice maddeler sıralanır buraya…

Bütün bu duyguların önce insana uğramasını beklemek, sonra ibâdete varmaksa akıl dışı! Önce, sadece Allah’ın emri olduğundan kılarsın, sonra sonra bambaşka lezzetlere kavuşursun. Önce zorlanırsın, şeytanla ve nefsinle başlayan bu mücadele yorar. Aklın ve kalbin daha namazın sırlarını kabul etmemiştir ve sen, bu lezzete gidişte belki o kadar büyük bir arzu duyamazsın. Ama sen sırf Yaratan’ın emri diye kılarsın ve sonrasında gitgide artan bir namaz kılmak özlemine geçiş yaparsın

O ilk namaza başlama sürecinde ve onu takip eden ilk süreçte şeytanın ve nefsin ses perdesi yüksektir. Burada sebat etmek gerekiyor. Tam da geri adım atmanın en yakın olduğu bu yerde ısrarla ileri gitmek gerekiyor. Sonrası bir ferahlık, bir güzellik, bir ümit ki… Sorma! Sen bu kıymetli varlığınla, Allah’ın bahşettiği rûhun ve kalbinle sadece yaşa! İnşallah!

AHSEN İLHAN

KEMAL FARUK – BİZ NEYİN DERDİNDEYİZ

İNSANI BEKLEYEN AKIBET

Rabbimiz, Kerim Kur’an’ın kırk yedinci suresi olan Muhammed Suresi’nin onuncu ayetinde, yeryüzünde dolaşmaktan söz eder. İnsanın yeryüzünü dolaşırken amaçsız bir dolaşmayı değil, amaçlı bir dolaşmayı yapmasını hatırlatır. Bu ayette, amaçlı bir dolaşma için ileri sürülen koşulun “görmek” fiiliyle tanımlandığını görüyoruz. “Görmek” fiilinin nesnesini ise daha önce yaşamış olan günahkâr insanlar oluşturmaktadır. Rabbimiz, daha önce yaşayıp ölmüş olan günahkâr insanların akıbetinin ne olduğunun görülerek bilinmesini istiyor. Çünkü Allah, onları, işlemiş oldukları cürümlerden ötürü yerle bir ettiğini ve onlar gibi olanların, onlar gibi davrananların akıbetlerinin yerle bir olmak şeklinde gerçekleşeceğini haber veriyor.

Bizden önce bu dünyada hayat sürmüş olan, özellikle de akıbetleri felaket niteliğinde olan bazı kişi ve toplulukların kıssaları Kur’an’da geçmektedir. Tabii bu kıssalar, insanlara sadece trajik birer hikâye olarak, öylesine anlatılmıyor. Rabbimiz bu kıssalardan dersler çıkarmamızı istemektedir. Çünkü bütün zamanlar boyunca tekrarlanarak gelen benzer düşünce ve yaşantıların oluşturduğu felaketlerin, aynı akıbetleri oluşturması sebebiyle, bunları görmemiz ve ona göre tedbir almamız istenmektedir.

Şimdi burada dikkatimizi çeken bir hususu hatırlatmakta yarar vardır. Her eylemin, her fiilin, her edimin oluşturduğu, insanın kucağında bulduğu bir sonuç, bir akıbet vardır. Söz konusu bu sonuç ve akıbet, insan için ya bir mükâfat veya bir ceza şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu durum hem dünya hayatı ve hem de ahiret hayatı için geçerli olan bir durumdur. Bu manada Kur’an’da otuz iki yerde geçmekte olan akıbet kavramıyla, insanların dersler ve ibretler alması istenir. Örneğin “Allah’ın ayetlerini yalanlayanların (Al-i İmran 3:137; En’am 6:11), günahkârların (A’raf 7:84; Neml 27:69), fesat çıkaranların (A’raf7:86,103), zalimlerin (Yunus 10:39; Kasas 28:40) ve uyarıldıkları halde söz dinlemeyenlerin (Yunus 10:73; Saffat 37:73) daha dünyada iken karşılaştıkları kötü akıbetler” dile getirilir.

Ayetlerin işaret ettiği yalan, günah, fesat, zulüm ve söz dinlememenin kötü akıbetlerinden haberdar olmak çok önemlidir. Fakat bu önemli haberlerin maddi, yani somut ve görünür akıbetlerini bizatihi görmek, insan üzerinde kalıcı etkiler bırakması bakımından daha bir önem arz etmektedir. İşte bunun için Rabbimiz Teâlâ yukarıda zikrettiğim ayette, yeryüzünü dolaşmamızı, seyahat etmemizi salık vermektedir ki, aynı akıbeti yaşamayalım.

Buraya kadar anlattıklarımızla şöyle bir sonuca ulaşmak mümkündür: İyi davranış iyi akıbeti, kötü davranış da kötü akıbeti oluşturur. Bu aynı zamanda ilahi bir yasadır. Hayat içinde yapılan irili ufaklı sayısız başlangıçların, iyi akıbetlerle buluşması için, söz konusu bu ilahi yasayı akıldan çıkarmamak oldukça büyük bir önemi haizdir. Onun için Kerim Kur’an’ımız hep muttakilere atıfta bulunur. Muttakiler için şunu rahatlıkla söylemek mümkündür: İyi başlangıçların ve iyi akıbetlerin insanı. Kerim Kur’an için de şu tespit doğru bir tespit olur: İyi başlangıçları ve iyi akıbetleri oluşturan hidayet rehberi.

İnsan için mukadder olan sayısız akıbet içinde en belirgin ve en somut olan akıbet ölüm akıbetidir. Hiçbir insan ölüm akıbetinden yakasını kurtarma imkanına sahip değildir. Aslında iyi ki, insan ölüm akıbetinden yakasını kurtarma imkanına sahip değildir. Çünkü bu durumda hayat, hayat olmaktan, dünya da dünya olmaktan çıkardı. Ölüm, belki de insanın sahip olduğu en büyük nimetlerden biridir. Fakat bu nimet, seküler idrak bakımından bir değerlendirmeye tabi tutulduğunda, ürküten dehşetengiz bir olguya dönüşmektedir. Çünkü seküler algı bakımından, insanın sahip olabileceği yegâne yurt ve oluşturulabilecek yegâne cennet bu dünya ile sınırlıdır. Onun için insanı, sahip olduğu bu olanaktan koparan ölüm, büyük bir ıstırabın kaynağına dönüşmektedir. Fakat İslam’a göre, Kur’an’a göre ölüm, bir son, bir bitiş ve bir yok oluş değil, dünya hayatı için bir son ve ahiret hayatı için bir başlangıca işaret etmektedir. Böylece ölüm, bu idrakle birlikte acı ve ıstırabın değil, sevinç ve mutluluğun kapısını aralayan bir umudun adı olmaktadır.

Bütün canlıları bekleyen en hakiki hakikat ölüm akıbetidir. Canlılar içinde sadece insan bu hakikatin bilincine varabilmektedir. Öyle ise, insanı bekleyen bu hakikat üzerinde düşünmesi, yaşanacak hayatın ayrıntılarını bu hakikate göre kurgulaması, yani her ne yaparsa yapsın, neticede ölüm akıbetiyle buluşacağını bilmesi gerekmektedir. Bu anlayışın yedeğinde adil ve huzurlu bir hayat sürmek mümkündür. Aksi takdirde, modern, postmodern, seküler zamanlarda insanın yaşadığı felaketlerden emin olmak mümkün olmayacaktır.

CEVDET IŞIK

Şeytan. Ezelden düşman: İnsana. İnsan nesline ve soyuna, hep düşman ve hep düşman kalacak olan. Peki, bu düşmanlık ne zamana kadar? Son insan kalana kadar, kıyamet kopana kadar. Ya kıyamet sonrası? Bu kin, bu nefret sona erecek mi? Ya da bu kin, bu nefret unutulacak mı? Hayır, asla! Sonrasında da yanmaya devam edecek bu kin ve nefret ateşi. Fakat bir farkla: Dünyada iken yoldan düşürdüğü, istikametini değiştirdiği, kendisine yoldaş ettiği insana karşı kin ve nefretini açık edecek: Birlikte yürüdüğü, birlikte güldüğü, birlikte ağladığı, envai çeşit vaatlerde bulunduğu ve el ele tutuştuğu dostu olan insana. Yani kader ortaklığı yaptığı insana: Her konuda bir ve beraber olduğu, bütün kararlarda ortak olduğu, övgüleri ve sövgüleri birlikte yaptığı; kısaca yedikleri ve içtikleri bir olan insana

İşte ilk soru: İyi de niçin böyle davranıyor, neden böyle yapıyor? Çok basit. Unutmayalım şeytandan söz ettiğimizi. Aslında burada takınılan tavrın asıl hedefi Allah’tır. Şeytan Allah’a tavır takınırken (!) insan araçsal bir konuma düşmektedir. Yoksa şeytanın insanla alıp veremediği herhangi bir şey yoktur: Yapısı farklı, konumu farklı, hedefi farklıdır. Yani içindeki kin ve nefretin asıl hedefi Allah’tır. Irkçılık yapmak suretiyle ilahi takdire çamur atmaya çalışıyor. Hâşâ Allah’ın hatası olarak gördüğü insana saldırıyor. Şeytan bu şekilde üstlendiği rolün gereğini yerine getiriyor: Allah’a olan savaşını insan üzerinden yapıyor.

Bütün bir evrenin kendisinde mezcedildiği minik evren. Allah’ın mükemmelliğinin, muhteşemliğinin bir göstergesi adeta. Elan bir benzerine henüz tanıklık yapılmamış bir sanat şah eseri. Her açıdan istifade edilecek, dersler alınabilecek bir mübarek kitap: Tıpkı evren gibi, tıpkı Kur’an gibi. İnsana baktıkça kahroluyor şeytan: İnsan, insanlığını muhafaza ettikçe de kahrolmaya devam edecek. Zaten bunun için değil miydi Allah’a karşı gelmesi, bulunduğu konumdan kovulması? Evet, tamamen bu duygusal sebeplerdendi çektiği isyan bayrağı! Ona göre insan yaratılmasaydı bütün bunlar da olmayacaktı. Suret olarak değil, siret olarak insanı gördüğü zaman kahroluyor şeytan: İçi içini yiyor ve haset bütün benliğini kemiriyor.

Onun için insanı insan olarak görmek istemiyor: Yolunda duruyor insanın. Tuzak kuruyor. Her taraftan yaklaşıyor. Kandırmaya çalışıyor. Çirkini güzel gösteriyor. Aklını başından alıyor. Sahte vaatlerde bulunuyor. Pembe rüyalara daldırıyor. Geçici bir mekânda olduğunu unutturma gayretini gösteriyor. Yani yemediği halt ve girmediği kılık kalmıyor. Niçin peki? Allah’ı, yaptığına pişman etmek için. Hâşâ, sümme kella hâşâ! Bu, şeytanın bir ümidi. Kendi kendini kandırması. Yaptığına kendisi de inanmıyor aslında. Ama bir inattır tutmuş kendisini. Hakkı teslim etmek, hakka teslim olmak, zor geliyor kendisine. Nefis böyle bir şey. Gurur böyle bir şey. İnsan düşmeyegörsün bunların pençesine. Bir düştü mü, iflahı zor olur.

Cehennem, imanımızın konusu olan bir mekân. Şeytan ve şeytanlaşmış olan insanın mekânı. Şeytan, cehennemde de şeytanlığını yapmaktadır: Cehennemdeki yoldaşlarına, moral açıdan son bir kazık atacaktır. Bütün bir nefretini yüzlerine kusacaktır. Bu, cehennem içinde bir cehennem aslında. Ve tarifi mümkün olmayan büyük bir pişmanlık. Zavallı insan! Yükselen pişmanlık ateşi, belki de cehennemin hararetine denk gelecektir: Ah üstüne ah çekecek! Kendisine bir fırsat daha verilse ne yapacağını bilmektedir artık! Ama bu, yararı olmayan bir ah olacaktır. Geri dönüşü olmayan bir hayata adım atılmıştır bir kere. Allah’ın rahmetini umutsuzca bekler insan. Ama büyük bir nankörlük örneği göstermiştir. Şimdi bütün o nimetlerin sahibine karşı ne diyebilir? Kendi cezasını kendi elleriyle onaylamak zorunda kalacaktır. Allah tarafından kovulmuş olanın peşinden gitmenin bedelini çaresiz olarak görecektir.

Şeytan kovuldu. Onca nimete rağmen, isyanı seçti. Yanıldı. Yanıldığını bildiği halde vazgeçmedi. Yanıldığını bildiği halde, itiraf etmedi. Af dilemedi. Boyun eğmedi. Secde etmedi. Hayır dedi. Ben haklıyım dedi. Kovulmayı hak etti. Dolayısıyla cezayı hak etti. Ama o mühlet istedi. Allah’ın “projesinin” ne kadar –hâşâ- yanlış olduğunu göstermek için, süre istedi. O da süre verilenlerden oldu. Şimdi o, aldatmak için, saptırmak için, her türlü şekil ve kılıkla yolumuza çıkıyor. Yolumuzdan alıkoymak için her yola başvuruyor. Rabbimiz ise rahmetinin gereği olarak, aydınlık yolunu bize gösteriyor. Elimizden tutuyor: Yoldan çıkmamak için. Yol kazası yaşamamak için. Bize, nimetlerin sonsuz olduğu mekânlar hazırlamış. Şimdi eğer, bütün “yoldaki işaretler”e rağmen, yürümez ve yolda oyalanırsak, o zaman da, ellerimizle tercih ettiklerimizi görmekten de kurtulamayız. Düşmemeliyiz. Sendelesek de, dengemizi muhafaza etmeliyiz.

Yol kazalarına karşı, nisyan ile üzerimize hücum edecek gaflet uykusuna karşı, gören gözlerimizi kör, işiten kulaklarımızı sağır, hayret ve ibretimizi öldürecek cehalete karşı, şeytandan Allah’a sığınmak gerekir. O, Rabbini dinlemedi, şeytanlaştı. Alçaldıkça alçaldı. Bu sebepten kovuldu. Tercihini, nefsinden yana yaptı. Baş kaldırdı böylece. İsyan etti ve asi oldu. Sınırı geçti. Allah’ın mülkünde, mülk iddia etti. O şerli bir yaratık oldu. Hatasını kabul etmedi. Af dilemedi. Gururunu rehber edindi. Kendi nefsine olan bağlılıktan kurtulamadı. Bütün hakikatleri yakinen görmesine rağmen, gözlerini ve idrakini kapalı tuttu. O gerçekten büyük bir cürüm işledi. Kötülük, onun karakteri oldu. Ondan gelecek bütün kötülüklerden Allah’a sığınırız.

Allah, en güvenli olandır. O’na sığınan güvende olur. O’na sığınmanın ilk basamağı, emirlerine sığınmaktır: Sarılmak ve hayata taşımak. O’nun emirleriyle, emin olunur. O’nun emirleri eşliğinde, emanet zayi olmaz. O’nun ayetleri, O’nun emirleri. Kitabı: Kevni kitabı ve lâfzî kitabı. Kevni kitap: kâinat. Lâfzî kitap: Kur’an. Şeytanın şerrinden yani bize hazırladığı tuzaklardan, Allah’a sığınırız. Baldan daha tatlı gibi görünen tuzaklar. Hakikat kisvesi ile sunulan tuzaklar. Kahramanlık hisleriyle süslenmiş tuzaklar. Korkutarak sakındırma yoluyla hazırlanmış tuzaklar. Sahiplenme güdüsüyle düşürülen tuzaklar…

Eğer Allah yardım etmese, biz ne yaparız? Nasıl felaha ulaşırız? Allah, biliyoruz ki kendisine yönelen her isteğe cevap verir. O’na yönelen kurtulur. O, merhametlilerin en merhametlisidir. O’na açılan eller boş olarak değil, dolu olarak döner. Dolu olarak yani kabul görerek. Allah’ın kabul gördüğüne kim ne yapabilir? O’nun koruduğuna kim zarar verebilir? O’nun korumasında olan için ne bir keder ve ne de bir tehlike söz konusudur. O’nun korumasında olmayan için ise en sağlam yapılar bile güvenilir değildir: Her an korku ve her an endişe vardır.

Hayatın güvende olması için, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak gerek. Düşünce dünyasının güvende olması için, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak gerek. Bu yüzden hak bilinmeli ve hakka tabi olunmalıdır. Yine bu yüzden şer bilinmeli ve şerden uzaklaşılmalıdır. Bütün bunlar da insana en büyük ikram olan, Kur’an’a sarılmakla olur. Her türlü şeytanın şerrinden Kur’an’a sarılıp, Allah’a sığınırız. Her daim.

CEVDET IŞIK

İnsanın varlığı ile dünya kıymet kazanmış. Dünyanın gelişmesi, insana lütfedilen kudret ve anlayış ile her geçen zaman artarak devam etmekte. İnsanın ilim, fen, bilime olan ilgisi, kabiliyeti, gayreti ile dünya içindeki eşya, maden, taş, toprak, hava, su… bir oyun hamuru misali yine insanın eliyle şekilden şekle girmiş/girmede.
Yaptığı çalışmalarla var olan misaller üzerinden keşiften keşfe koşturan bir maharet. Var olan misaller üzerinden diyoruz çünkü misali olmayan bir şeyi yapacak kudreti de yok insanın. Teknolojik icatlara baktığımızda bunu anlıyoruz. En gelişmiş teknolojinin bile temeline indiğinizde yaratılmış bir varlıktan esinlenildiğini görürüz.
Yani dünyanın, eşyanın, maddenin potansiyeli bir bakıma bu potansiyeli fark eden insan eliyle ortaya çıkarılıyor. Ve bu insanların sayısı da oldukça az aslında. Hakikaten dünyanın gelişim sürecine en başından beri baktığımızda, bu sürece katkısı olan insanlar yaşadıkları devrin nüfusuna kıyasla çok azlar. Zaten herkesin de mucit olması gerekmez.
Lakin insana verilen farkındalık yeteneği sadece dünyanın potansiyelini anlayabilmek ile sınırlandırılmamıştır. İnsanoğlu kendisinin de kâşifidir. Başka bir deyişle kendisinde olan potansiyeli fark etme kabiliyeti yani farkındalık her insanda vardır. Olmasa idi teknik anlamda insanın terakkisi de mümkün olmazdı.

Çünkü farkındalık insanın kendisini tanımasına yol açan müthiş bir kabiliyet. Olumlu ve olumsuz yönlerini bilmeyen bir insanı düşünün! Ne kendini geliştirebilir ne de negatif yönleri ile mücadele edebilir.
Bu minvalden baktığımızda kendinin farkında olmamak zafiyet aslında. Zafiyet çünkü fark edemediğimiz, özellikle negatif yönlerimiz birbirimizle kavgalara, geçimsizliklere temel oluşturmakta. Sonuç ise mutsuz, huzursuz, verimsiz insanlar güruhu. Ve ne yazık ki birçok ömür bu zafiyetle tükenip gitmiş/gidiyor.
Mesela öfke, korku, stres, panik hallerinde insanın birçok kötü özelliği ortaya çıkabiliyor.
Diyelim ki gergin bir ortamdasınız ve muhatabınıza öfkelendiniz. Ve o öfke ile geçmişte yapılan hatalardan tutun da karşınızdaki ile ilgili başkalarının düşüncelerini, rahatsızlıklarını dahi ortaya döktünüz. Taşan sabır ve artık ne olacaksa olsun modu.

Böyle durumlarda haklılığı daha fazla olan sizseniz dahi, haksız durumuna düşmeniz işten bile değildir. Buradaki en büyük açmaz ise kişinin kendisinin farkında olmamasıdır. Şayet olaylara adil ve dürüstçe dışarıdan baksanız, orada konuşan sizin yerinizde, yaşanan bir duygu durum değişikliğinde başa kakmaya hazır, güvenilmez, lâf taşıyabilen, fitneci, mesafeli davranılması gereken bir insan olduğunu görürsünüz.
Evet, bir öfke patlaması ve ortaya dökülen bir sürü kötü huy. Dediğimiz gibi farkındalık sahibi iseniz muhasebenizi yapar mücadeleye koyulursunuz. Yok, değil iseniz bu böyle devam eder gider.
Tabii iç dünya ile özellikle kötü huylar ile yüzleşmek kolay değildir. Ama kendi ile yüzleşebilen, kendini tanır. Kendini tanıyan ise nerede neyi nasıl yapması gerektiğini daha iyi bilir. Zorlansa bile kendi kontrolünü ele alır. Duygularını, düşüncelerini, fiillerini kontrol edebilmeyi öğrenir.

Farkındalıkla gelen bu kontrol, bizim iyi huylarımızı geliştirme, kötü huylarımızla mücadele stratejimizdir aslında. Örneğin korktuğunda kendi menfaati için yalan söylediğini fark eden biri, korku duygusunu kontrol ederek yalancılık huyu ile de mücadele etmiş olur aynı zamanda.
Merhametli ama tembel birini düşünün! Sırf tembelliğinden dolayı, merhamet ettiği halde yapabileceği iyiliği yapmaktan kaçınıyor. Böyle bir merhametin ne faydası olur? Ancak tembelliğini kontrolü altına aldığı halde, merhameti daha da anlam kazanır.
Hemen her şeye alınan insan tiplerine bir bakın. Çoğu, niye bu kadar alınganım diye sorgulamaz bile. Sorgulamak bir yana, hassas olduklarını düşünüp kendilerine hassas davranılmasını isterler. Aksi durumlarda kırılır, küserler. Ama kendilerine dönebilseler alınganlıklarının altında bencillik duygusunun yattığını görmeleri zor olmaz sanırım.

Her zaman kontrolün kendisinde olmasını seven ve etrafındakileri bir şekilde organize etmeye çalışan insanlarla karşılaştınız mı bilmem. Diğerlerinin duygu ve düşüncelerini, isteklerini önemsemediklerini fark etmediklerinden her şeyi kendilerine göre sevk ve idare etmeye çalışırlar. Kırılmasından korktukları için yakınlarının genelde idare ettikleri böyle birinin başkasına tabiri caizse saldırısına tanık olmuştum. Dâhil olamadığı bir organizasyonun müdahili oldu ve eskilerin tabiri ile ortalığı yıktı geçirdi. Sonuç: kul hakkı. O halde farkındalık, bizim olmazsa olmazlarımızdan.
Haset, kibir, zulüm ve daha birçok kötü ahlak. İnsanın farkındalığı arttıkça hem kendisi hem de etrafındakiler için yıpratıcı olan düşünce, duygu ve fiillerin sonuçlarından kurtulması kolaylaşır. Kendisine saygısı, saygınlığı artar. Sosyal ilişkileri, maneviyatı güçlenir. Hedeflerine ulaşmada, farkındalığı olmayan insanlara nazaran başarısı daha fazla olur. Mesela hedeflerine Allah’a dost olmayı koyan veliyullaha baktığımızda farkındalıklarının ne kadar yüksek olduğunu ve bu uğurda çok sancılı süreçlerden geçseler de ömürleri boyunca çizgilerinden şaşmadıklarını görürüz. Ki hakiki başarı da budur herhâlde.
Allah’a emanet olunuz.

Halime Alçay

Küfür ve dalaletin sebeplerinden biri yabancı tesirlerdir. Bu tesirlerin içinde körü körüne taklit etmek, en tehlikeli olanıdır. Bu da aşağılık duygusundandır. Taklit edilen batının dine aykırı olmayan bir şeyini almak, ayrı bir şeydir. Bu taklit değil aksine dine, millete, vatana ve topyekûn insanlığa hizmettir. Gençlerimize bu psikoloji bozukluğunu, İslâm´ın azizliğini, üstünlüğünü, yaş kuru ne varsa hepsinin bu dinde mevcut olduğunu öğretmek ve bu şekilde olan nasihatlerle düzeltip, yönlerini hakka çevirerek çok iyi çalışmalar yapmak mümkündür. Körü körüne taklit etmek, İslâm dininde yoktur. Bu hastalık asrımızın büyük hastalıklarından olup insanlığın baş belâsıdır. Karakter bozukluğu ve şahsiyetsizliktir. Gençliği, özellikle yetişme çağında olanları bu durumdan çekip çıkarmak tebliğcilerin idealidir. Filozofların fikirlerine katılırsınız veya katılmazsınız, onu bilmem, ama onların dediklerini burada söylemek istiyorum. Onlar diyorlar ki; “insan etrafına intibak eden bir hayvandır.”

Kur´an-ı Kerim´e ve Resulullah´ın (s.a.s) haber verdiklerine bakacak olursak böyle olaylardan bahsedilir. Peygamber (s.a.s), tevhid inancına çağırdıklarında, inkarcılar “Babalarımızın, atalarımızın yolunu mu bırakalım?” diyerek onlara karşı çıkıyorlardı. Geçmişten gelen bâtıllara saplanmak, umumun gidişine ayak uydurmak şeytanî bir hastalık ve şahsiyetsizliktir. Huzeyfe radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “İnsanlar iyi olur, iyilik yaparlarsa, biz de iyi olur, iyilik yaparız; yok onlar zulmederlerse biz de zulmederiz diyen şahsiyetsizler(den) olmayın. Aksine siz kendinizi, insanlar iyi olurlarsa iyi olmaya, kötü olurlarsa, kötü (zalim) olmamaya alıştırın!” (Tirmizî, Birr 62; Hatîb Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, III, 1418)

O (s.a.s), körü körüne taklitçilikten sakındırıyor. Çünkü bu kimseler gördükleri, işittikleri şeylere göre hayatlarını yönlendirmek isterler. Günümüzde televizyon yayınları, whatsapplar, instagramlar vs. öyle almış yürümüştür ki, insanlık beşlik altılık değil en şiddetli depremlerle sarsılmaktadır. Ayrıca “her doğan İslam fıtratı üzerine doğar, sonra da anne babası onu Mecusi, Yahudi veya Hristiyan yapar” (Buhârî, Tefsîr, (Rûm) 2; Müslim, Kader, 22) hadisi durumu ne güzel ifade etmektedir. Çocuk başlangıçta anneyi babayı taklit ediyor. Müslüman anne babaların çocuklarının onların namaz kılmalarını taklit etmelerine çok şahit olunmuştur. Bunun tersini düşünün; içkici, kumarcı ebeveynin çocukları sofra başlarında kadeh tokuşturdukları şerri ve günahı taklitçiliğin zirve yaptığı noktada olduğunu görürsünüz. Ortaya çıkacak gece karanlıkları gibi fitnelerinden korunmamızı bakınız, Kur´an-ı Kerim nasıl haber veriyor: “Resulum; sen Eğer sen yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyacak olsaydın onlar seni de Allah yolundan saptırırlardı.”(En´am Suresi 116)

Müridan

İslam toplumunun ahir zaman halleri

İslam’la şereflendirilmiş, müslüman ana babadan doğmak nasip olmuş İslam aleminin ahir zamanda geldiği nokta hiçbir akide ve inanca sığmayacak kadar vahimdir. Kardeş kavgalarının hüküm sürdüğü, menfaat çatışmalarının öne çıktığı, sayısız tür ahlaksızlığın yaşandığı, sapıklık derecesine varan yobazlıkların yaşandığı bu coğrafyalarda Allah’ın kanunlarının değil şeytanın ayartmalarının yaşandığını söylemek zor olmayacaktır.

Birileri aksini söylese de durum maalesef budur hatta daha korkunçtur. Kur’an dini İslam yerine geçen beşeri İslam’ın kabulleri tüm İslam aleminde anlaşılmaz biçimde egemen olmuş, dayatma ve kandırmacalarla israiliyat dinin içine kadar girmiş ve hak, batıla yenik düşürülmüştür.

Batılın ve pisin çok oluşuna kanan ve bu pislikleri doğru kabul eden tüm dünya insanlığı ve bu arada İslam alemi de ahireti unutmuş ve dünya zevk ve açlıklarına teslim olmuş haldedir.

İnsanların çoğuna uyan az sayıdaki imanlı kalp ise aldanmakta ve şeytanın kahkahaları semaya yükselmektedir.

“Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar.” (E’nam 6/116)

Bu aziz vatan topraklarında nefes almak nasip olmuş müslümanların durumu ise diğer ülkelerden çok daha iyi ve ileri olsa da, halleri kurtuluş için gerekli tek şart olan tevhid çizgisinden çok uzaktır. Bu tehlikeli ve yanlış yolda atılan adımlar ise hergün hızlanmakta ve yanlış dönülemeyecek bir hale gelmektedir.

Sokaklara tüküren, israf ve lükse dalmış, fakiri düşünmeyen, komşusunun açığını arayan, sokak hayvanlarını ezip geçen, yaşlıları hor gören, emekli maaşlarını soymaya kalkan, alkollü araç kullanan, sapık akımlara aldanan, evin nafakasını uyuşturucu ve bilumum zararlı alışkanlıklara ve kumara yatıran, ağaçları katleden, kamu malını talan eden, hırsızlık ve arsızlıktan çekinmeyen, günahlardan zevk alan, ahiret yokmuş gibi yaşayan, dini parçalara bölen, ayetlerle alay eden, yetim mallarına sarkıntılık eden, taciz ve tecavüze mazeretler üreten, Allah ile alay eden, siyonizme uşak, yahudiliğe esir, paraya ve kişilere kul, yalana tabi, şirk kucağındaki insanların kurtuluşu Allah dilemedikçe de çok mümkün değildir.

Bu illet öyle bir hal almıştır ki; Kabe’ye yıldırımlar düşmekte, yirmi dakikalık azap yağmurları metropolleri esir almaktadır. Yüce Allah’ın rahmet ve merhametinin sınandığı bu ahir zamanda nankör İslam alemi başkalaşmış, ötekileştirmiş, bölünmüş ve nefislerin savaşı her alanda hissedilir olmuştur.

Yüce Allah’ın rahmet ve merhameti sonsuzdur lakin Yüce Allah’ın rahmeti bu dünyada herkese iken ahiret yurdunda ancak mü’minlere olacaktır. Bugün mü’minlerin sayısı ise tüm dünyada ancak (doğrusunu Allah bilir) on milyon kadar kalmıştır. Yedi milyar nüfusun neredeyse tamamının şeytana teslim olması ise en başta İslam alimlerinin ve yöneticilerin suçudur.

Yapılan en temel hata dinin anlaşılır olmasına mani olmak, tevhidi anlatırken şirk belasını gizli tutmak, Kur’an emir ve yasaklarının anlaşılmasını engellemektir. Bu vebal ise en başta trilyonluk makam araçları ile fink atan din adamlarınındır.

Anne babaların vebali en az din adamları kadar çok ve kabul edilemez haldedir ki başta kendisi Kur’an emirlerinden habersiz olan anne ve babaların çocuklarına dini tanıtması ve terbiye vermesi zaten söz konusu değildir.

Çocuğun din eğitimini, bizzat Kur’an’dan öğretmek yerine tarikat ve cemaat kisvesi altında ve Kur’an’a göre asla olmaması gereken sözde din sınıfına/şeyhe teslim eden anne babalar kendi cehalet ve isyanlarını çocuklarına da aşılamakla cehennemlik güruha nesil yetiştirmek ve şirke hizmet etmekten öte gidememektedir.

Şirk’in ve imansızlığın, ayetleri bilmemenin mazereti asla yoktur. Bilgi noksanlığı ve salağa yatmak hiçbir kulu kurtaramayacak, şeyhlerin elinde şekillenen çarpık İslam toplumu kurtuluşa asla eremeyecektir.

Tüm bu sapık ve cahil yaklaşımlar tabiki bir kusur veya ihmal değil planlı bir şeytani oyunun parçasıdır. Çoğu dış kaynaklı ve siyonizm kokan bu zehirli sarmaşıklar İslam alemini her geçen gün biraz daha sararak zehirlemekte ve altındaki su yavaşça kaynatılan kurbağanın ölene kadar bu durumdan rahatsız olmaması gibi İslam alemi de yavaş yavaş zehirlenmekte ve farkında olmayarak tedbir almayı bile düşünmemektedir.

“Şüphesiz bunların (din diye) içinde bulundukları şey yok olmaya mahkûmdur. Yapmakta olduklarının hepsi batıldır.” (A’raf 7/139)

Başını secdeye koyanı müslüman, elinde tespih gördüğünü hacı, sakalı uzayanı evliya kabul eden cehalet ordusunun imandan haberi olmadıkça ve iman için Yüce Allah’a yalvarmadıkça daha çekeceği çok sıkıntılar vardır.

Kadına, masuma, çocuğa şiddeti, tecavüzü, sarkıntılığı hoş gören, namahrem ilişkiyi özendiren, ayıplamayan, ayetlerde yasaklanan ve ayıplanan fitneleri yok sayan, iftira ve gıybeti merkeze koyan, anne ve babaların evlatlarından tahrik olmasını meşrulaştıran bu din İslam değildir, olamaz. İman kardeşliği yerine emperyalist yahudi uşaklığını esas alan bu din hak din olamaz. Hırsızlığı, haksızlığı, adaletsizliği, ehliyetsizliği baz alan bu din Allah’ın dini değildir.

Allah’ın dini, Kur’an dini, hak dindir, tevhiddir.

Şirk ve küfürün, batıl ve çirkinin olduğu heryer ve herşey şeytanın tuzağı, dini ve ağıdır.

Vergi kaçıran, yalan söyleyen, riya ile yaşayan, haksız makamlara gelen, münafıklardan oluşan toplumun Allah’ın rahmet ve merhametinden daha uzun süre istifade edeceğini düşünmekse ahmaklıktır.

En büyük ahmaklık ise şeytan uşaklarının bereket ve nimet yönünden hala yükseklerde olmalarının verdiği şımarıklıkla, yanlış yaptıklarını hala anlamamalarıdır ki bu nimetlendirmenin sebebi ayetin buyurduğu gibi belki tevbe ederler de kurtulurlar veya tevbe etmezlerse iyice azsınlar da helakleri hak olsun diyedir. Onların bu şımarık ukalalıkları, parayla ve makamla kibirlenmeleri imana gönül vermişleri yeise sürüklememeli aksine mütevaziliğe ve tevbeye daha fazla yaklaştırmalıdır.

Para ve makam ahir zamanda imanın karşıt maddesidir ki kalp, akıl ve nefis sadece birisini seçecektir. İslam’da zenginleşmek serbesttir, hediyeleşmek sünnettir, lüks ev ve arabalarda yaşamak mübahtır YALANLARI ile İslam’ın geldiği noktanın sonucu paraya ve kişilere kul, şirk ordusundan ibarettir. İnfak veya zekat miktarı bizleri kandırdıkları gibi kırkta bir filan değildir, İHTİYAÇ FAZLASIDIR. İhtiyaç fazlasını veren hak kul ise asla zenginleşemez. Kimse kimseyi kandırmasın. Zenginleşenler, hele aniden ve aşırı miktarda zenginleşenler için tehlike çanları her zaman çalmaktadır.

Ve o çanlar çok yakında susacak, çalmayacaktır. Çünkü ahir zaman hızlanmakta, kıyamet yaklaşmaktadır. Ecel melekleri veya alametler göründükten sonra edilen iman ise kar etmeyecektir. Bu nedenle zaman imana dönmek, hemen ve daima iman cephesinde, Allah dostları safında yer almak zamanıdır.

Bu yapılırken de asla ve asla, Hz. Peygamberden başka tartışma üstü kişi ve Kur’an’dan başka tartışmasız kitap tayin etmemek gerekir ki din Kur’an’dadır. Hz. Peygamberin Kur’an dışı bir şey emredemeyeceği noktasından hareketle din adına hüküm koyma yetkisi sadece Allah’ındır ve din hükümlerinin tamamı Kur’an’dadır.

“Allah, elbette kendisine iman edenleri de bilir ve elbette münafıkları da bilir.” (Ankebut 29/11)

İslam alemi şekle ve sakala verdiği önemin yüzde birini Kur’an’a verseydi müslüman dünya bugün bu halde olmazdı.

Hala şirkin affedilmeyecek tek günah olduğunu anlamayan, iman etmeden cennetlere giremeyeceğini bilemeyen ama elinde tesbihle gezen sözde müslüman insanların olduğu toplum İslam toplumu değil, cehalet toplumudur. Kur’an’ın savaşı ise cehalet ve zulümledir.

14.02.2023

Pıhtılaşmış hayat damarlarında sıcacık bir akıştır vahiy. Ruhu çekilmiş yaşayışın göğsünde taze bir kalp vuruşu… Varlık dağının eteğinde duru bir pınar… Dudağımızı dayayıp içtiğimiz… Göklü söz ağaçlarının boyumuz hizasına eğilişi… Çorak yüreğimize bin yağmur inişi… Kıpır kıpır akan söz ırmağının göğsümüzden geçişi… İçimizden geçen, içinden geçtiğimiz derin çağıltıların can kulağımıza değişi…

Katı yanlarımızı çözer vahiy. Uyuyanlarımızı uyandırır. Kabuğumuzu çatlatır. Gizli yaralarımızı kanatır. Yüreğimizdeki saklı filizleri ayağa kaldırır. Bulut bulut öper aklın yamaçlarını.

Yağmursa vahiy, Yusuf Suresi aniden bastıran sağanaktır. Daha yakından duyulur sesi. Serinlikler sunar nefesi. Ümit denizlerini yeniden çalkalandırır. Bir Yusuf çağrısı olur, içimizin tortularını dağıtır. Yusuf hüsnünü ayna diye tutar yüzümüze. ‘Yusuf hüznünde tutar kalpleri. Yusuf’un sesinde kendi iç sesimize kulak kesiliriz. Yusuf’u bekleyen, hep bekleyen Yakub’a döneriz.

Kur’an’da hiçbir kıssa Yusuf kıssası kadar uzun ve detaylı anlatılmamıştır. Yusuf Suresi’nden başka hiçbir sure, tek bir kıssaya ayrılmamıştır. Kıssa Mekke’de anlatılmıştır. Mekke’nin Yusuf’una [asm] bir teselli pınarı olarak akıtılmıştır. Mekke’nin Yusuf’unun [asm] dudağından insanlık kervanına “Müjde, müjde, bir oğlan çocuğu!” diye fısıldanmıştır. Değerli bir meta diye saklanmıştır, ama çoğu kez ucuza satılmıştır.

Senai Demirci – Hz. Yusuf

Kıssalar geçmiş zaman masalları değildir. Asla! Şimdi ve buradaki varoluşumuzla bizi yüzleştiren aynalardır. Bize geçmişin hiç de geçmemiş olduğunu bildirir. Sancısı hiç ölmez geçmişin. Acısı hep canlıdır ölmüş günlerin. Yusuf’un varlığının Yakub’un ağzından “Yâ esefâ…” diye esefle anılması, hasretle dillendirilmesi, gam ve kederlere yoldaş edilmesi, içimizdeki “Yâ esefâ”lara eğilelim diyedir. Şimdi burada adımızı “Yusuf diye bilelim diyedir. Şimdi burada feryadımızı “Yâ esefâ!” diye duyalım diyedir.

Bir sahnedir Yusuf kıssası. Eski sandığımız Yusuf sahnesinde yeni oyuncularız biz. Kur’an’ın kurduğu Yusuf sahnesine her gün yeni oyuncular gelir, yeniden oynarlar. Kur’an’ın kurduğu diyaloglar yeni ağızlarda “yeni sözler” olarak seslendirilir. Allah’ın haber ettiği bir olay için, yer, zaman, kişiler ve nedenler hep yenidir. Eskimez olaylar; hep tazelenir, hep yinelenir. Her daim gündemdir.

Yusuf’un yerinde kendimizi bulmak içindir kıssa. Yusuf’un varlığıyla, içimizde saklı ışığa bir prizma tutar Rabbimiz. Yusuf’un yerinde durunca, renklerimizle tanışırız, tonlarımızın farkına varırız.

Bir uyandırma servisidir Yusuf kıssası. Farkındalık okuludur. Uyku-rüya-uyanıklık arasında gider gelir. Uykuda olan, uyanık olana açılır, ardından uykuda olanı uyandıran uyanığı da uyandıran daha uyanığı çıkar. Birbiri içine sanlıdır uykular-uyanışlar. Uyanık olanların bir başkasına göre uyur sayıldığı sarsıcı uyanmalar… Uyuyanların, başka uyanıkların dürtmesiyle uyandığı sarmaşık rüyalar… Her bilenin üstünde bir başka bilenin konuştuğu unutmalar-hatırlatmalar… Her uyanığın üstünde bir başka uyanığı gösteren uyarılar…

Kıssanın mihver ayeti şöyle der: “Her bilenin üstünde bir Bilen var.” Demek ki her bilen, üstündeki bir bilene göre cahildir. Üstündeki bilen de daha üstündekine göre bir bilmezdir. Sonu yoktur daha iyi bilenlerin. Sonunda Bir Bilen’e bağlanır tüm bilmeler.

Kıssanın akışı, kıssa okuduğunu sanan muhatapları uyandırır. Muhatabını şimdi ve burada kendi akışına katar. Her muhataba yeni bir son yazar.

Bir Yusuf rüyasına yatar insan. Bir Yusuf uykusundan uyandırılır. Kuyuda Yusuf sen olursun, ben olurum. Kâh Yusuf’a kuyu biz oluruz, kâh kuyuya Yusuf’u itenlerin yanında dururuz. An gelir, Yakub oluruz. Gün olur, kapıları sıkı sıkıya kapalı bir sınavda terleriz. Züleyha’yı karşımızda buluruz. Gömleğimizi ele kaptırırız. Yusuf’a zindan arkadaşı oluruz. Gördüğümüze kanıp düşe düşeriz.

Kıssanın birden çok odağı vardır. Üç gömleğin yakasına tutunarak seyredebiliriz kıssayı. Üç rüyanın içinden geçerek de katılabiliriz akışa. Kişilerin durduğu yerden de okuyabiliriz. Her tercih de odak olmanın hakkını verir. Odaklandığımız kişi ya da sahne birden diğer sahnelerin ve serüvenlerin merkezine oturur. Merkeze aldığımız karakter, diğer karakterleri resimleyeceğimiz harika bir çerçeve sunar. Odaklandığımız sahne diğer sahnelerin üzerine ışıldar ve gölgeler düşürür.

Mesela, Yakub’un durduğu yerden bakınca kıssa bambaşka bir renk alır. Yakub, kıssa boyunca çok az konuşuyor. Olayların akışını yönlendiren ve anlamlandıran bir suskun kavşak oluyor. Yakub’un sabrı ve tevekkülü olup bitenlerin, inip çıkanların arkasında sakin bir fon olarak duruyor. Ve Yusuf’un gömlekleri… Yakub, ilk iki gömleğe bigâne; hele de birincisi burnunun dibinde olduğu halde kokusunu alamıyor, ancak üçüncüde kokluyor. Hem hissediyor hem hissetmiyor, hem biliyor hem bilmiyor. Yakub’un hikmetli bekleyişi yüzeyde olup bitenlere bir dip akıntısı oluyor; olaylar Yakub’un ağzından yeniden konuşuyor.

Bir de bu kıssayı ilk anlatıldığı Mekke ortamında ilk muhatabının gözünden okumak var. Peygamber’e [asm] Mekke’nin Yusuf’u olarak ümitler veriyor, teselliler sunuyor. Yusuf’a öğrettiği “olayların altındaki gerçeği yorumlama”yı Mekke’nin Yusuf’una uygulayarak öğretiyor. Diyor ki: “Ey Mekke’nin Yusuf’u senin kardeşlerin de haset kriziyle canına kastedecek, seni baba ocağından uzak edecek. Sonra sen de sana kasteden kardeşlerini senden yardım isterken bulacaksın.” Gerçekten de, daha sonra, Hazreti Peygamber [asm] Hayber’in fethinden elde ettiği ganimetleri, o sırada kıtlık içindeki Mekkelilerin yardımına gönderecektir. Diyor ki Mekke’nin Yusuf’una: “Çok daha sonra sana hıyanet eden kavmin de tıpkı Yusuf’un kardeşleri gibi yaptıklarına pişman olacaklar, yüzleri yerde özür dilemeye gelecekler.” öyle de oldu. Mekke’nin fethi günü Kabe’de namazını serbestçe kılan Peygamber Mekkelilere sorar: “Bugün size nasıl davranmamı istersiniz?” Mekkeliler ise, “Biz seni hep asil bir kardeş bildik…” derler. Bunun üzerine Peygamber [asm] yıllar önce, kardeşlerinin kendisini ve dostlarını aç bıraktıkları, canına kıymayı planladıkları, sevdiklerini yalnızlaştırdıkları sırada aldığı “Yusuf dersi”ni verir: “Ben de Yusuf kardeşimin dediğini derim size: Bugün size kınama yok…”

Kıssa üç rüya ile katmanlaşır, üç gömlekle kıvrımlar kazanır. Her rüya ile yeni bir katta akmaya başlar. Gömleklerin başına bir şey geldiğinde ise, Yusufça yaşayışın yeni kıvrımları başlar.

Yusuf’un başına gelenleri okuyan, kendi başına Yusuf’un başına gelenleri okumanın geldiğini görmeyebilir. Yusuf’un gördüğü rüyaya, yorumladığı rüyalara bakarak, Yusuf’un da artık bir rüya olduğunu görmeyebilir. Okuyucu uyuyabilir. Yazar uyuyabilir. Peki rüya değil mi kıssası anlatılan o Yusuf? Nerede şimdi? Nerede Yakub? Nerede Mısır? Hangi sarayda Züleyha? Saray kaldı mı ki?
Nerede kardeşler? Yusuf’un kuyusu nerede? Yusuf’un oturduğu taht da zindan da artık eşit değil mi? Hepsi gelmiş geçmiş. Hepsi bir görünmüş bir kaybolmuş. Rüya…

Dünyadan da geriye kalacak sadece bir “dün” hasreti, bir “yâ” esefi: “Dün yâ!”

Yusuf’tan binlerce yıl sonra anladığımız bu sırrı, Yusuf, bizim gibi yeryüzünde nefes alırken, hayal kurarken fark etmiş. Yusuf’un yaşarken kendisinin rüyalaşacağını fark ettiğini fark eden okuyucu kendisinin rüyalaşacağını fark etmemişse, çok derin bir uykuda değil midir? “Uyanın, uyanın!” der bize Yusuf, “Siz de Yusuf’sunuz. Siz de sonra gelenlerin okuduğu kıssa olacaksınız. Şimdi ibret alansınız; sonra ibret alınan olacaksınız.”

Yusuf’un başına gelenleri okumak başına geldiyse, başına gelenleri de Yusuf’un başında okumaya geldi sıra.

Yusuf’un gömleği üç kırılma anında sahneye girer. O kırılma anları tüm hayatların kırılmalarının izdüşümüdür. Sahnenin oyuncuları geçmiş gitmiş olsa da, sahne şimdi ve buradadır. Gerçektir. Günceldir. Aktiftir. Kendine yeni oyuncular arar. Ve bulur da. Gömleğin nesne olduğu sahnelerin hepsinde, tarafları tahrik eden hâller şimdi ve buradadır.

İlk olarak kardeşleri, hasetleri nedeniyle Yusuf’un üzerinden gömleği çıkarırlar. Kardeşler gitmiştir ama haset şimdi ve buradadır. Haset kendine yeni kardeşler bulmakta hiç zorlanmayacaktır. En eski ama hep yeni ve yenilenen bir cürüm olarak yakamızdadır. Hasetçi kardeşler Yusuf’un gömleğini üzerinden çıkarırken, aslında kendi üzerlerindeki şefkat ve merhameti soyunurlar. Doğrusu, hasedin var olduğu yerde şefkat ve merhamet kuyuya atılır: şimdi ve daima… Şefkat ve merhameti kuyudan çıkarmak bize düşer şimdi ve daima…

İkinci olarak arkadan yırtılır Yusuf’un gömleği. Züleyha’nın eliyle… Gömleği yırtan ve gömleği yırtılan tarihte kalmış olsa da, gömleği yırttıran şehvet şimdi ve burada. Şehvet de kendine her daim yeni Züleyhalar bulur. Züleyha da Yusuf’un gömleğini çıkarmak isterken, aslında kendi üzerindeki iffet gömleğini soyunur. Kendisini şehvete karşı savunmasız bırakır. Kendisini nefsin kötülük isteyen fırtınasına açık hale getirir. Gömleği yine de yırtmayı başarır; ama arkadan… Şehvetin hedefi olan her kadın ve erkeğin Züleyha’nın el uzatacağı bir gömleği vardır: şimdi ve daima…

Yusuf gömleğinin yırtığı, en iffetli erkeğin ve kadının bile, yırtılmaya müsait bir yanının olduğunun habercisidir. Kimse şehvete karşı korunmuş değildir, kimse “kötülüğü isteyen nefis” karşısında bağışıklanmış değildir. Öyle ki, Kur’an “kadın”ın Yusuf’a meyletmesini anlatırken,”… o da kadına [meyletti]” sahnesine koyar Yusuf’u. Yusuf’un fazileti şehvete meylinin olmaması değil, meyli olduğu halde şehvete karşı durabilmesidir. Şehvetin olmadığı yerde iffetten söz edemeyiz. “Gönlünün akmadığı şeyle sınanmış olmazsın ki…” İnsanın içinde karşı koyması gerekli, direnç göstermesi gerekli bir şehvet olmasaydı, hiç kimse için “iffetli” diyemezdik. Her erdem gibi iffet de sınamayla açığa çıkıyor. Tıpkı cambazın marifetini ip üzerinde göstermesi gibi, biz de ipler üzerinde düşme ihtimaliyle yürüdükçe iffetli sayılırız. Düşmeyi göze alamayan yükselemez. Tam da burada hatırlamalıyız ki, kimse nefsini yok ederek fazilete kavuşacağını düşünmesin. Kimse ne kadar fazilet sahibi olursa olsun günaha uzak kalacağını hesap etmesin.

Herkesin arkasından yırtılabilir bir gömleği vardır; hatta önden de yırtılabilir, en nihayet hepten çıkarılabilir. Şu halde, gömleği üze-rinde ve bütün olan, gömleği arkadan yırtık olanı; gömleği arkadan yırtık olan, önden yırtık olanı; önden yırtık olan, hepten gömleksiz kalanı ayıplamamalı… Her birimizin meyledeceği, kayabileceği, sürüklenebileceği o karşı konulmaz yokuşun aşağı doğru uzanan eğimi göz önünde. Sınanmadığımız günahların masumu sayamayız kendimizi. Sınanıp kaybedenleri görünce de, sırf sınanmayışımız yüzünden masum kalışımızı da başkalarını ayıplama gerekçesi yapamayız. Yoksa kendimizi hatasız kılmak gibi bir yokuşa sararız.

Nefsinin kötülüğü istediğini bilmeyen, nefsinin istediği kötülükleri iyilik sanıp yapmaya başlar. Bu bağlamda, “tezkiye-yi nefis, tezkiye-yi nefis etmemektir” diyen Said Nursi’ye can kulağı vermeli. Yani ki nefsini arındırmak istiyorsan, nefsinin arınamaz olduğunu bilmelisin. Nefsini kötülükten uzak tutmak istiyorsan, onun kötülüğe her daim yakın durduğunu kabullenmen gerekir. Nefsini temize çıkardığında, nefsinden emin olursun, aldanırsın. Aldatmalarına karşı savunmasız kalırsın. Karşı koyman daha da zorlaşır…

İnsan kötülüğü isteyen nefsiyle, her daim “kapıları sıkı sıkıya kapalı” ve “haydi gel!” diyen Züleyhalar inşa eder. Bu anlamda, “suç” biraz da Yusuf olmakta aranmalı, değil mi? Ne işi vardı Züleyha’nın orada? Yusuf’ta muradına değer bir şey olmasaydı, muradını Yusuf’ta aramazdı.

Üçüncü gömleği ise Yusuf kendisi çıkarır. Kardeşlerine merhameti yeniden öğretir. Böylece kardeşlerine, üzerlerinden çıkardığı merhamet gömleğini yeniden giydirir. Kendi nefislerinin kendilerine neler ettirdiğini gösterir. Eylemleri arasında kaybettikleri niyetlerini gün yüzüne çıkarır. Onları yeniden kardeşlerini bilecekleri, kardeşliği de bilecekleri merhamet yurduna çağırır…

Dr. Senai Demirci

Allah’tan umut kesilmez deniyor, uzun süre yardım gelmeyince kesiliyor?

İnanan bir kimsenin, Allah’tan beklediği şeylere yönelik ümit ve beklenti içerisinde olmasına recâ denir. Bu umut ve beklenti, öncelikli olarak uhrevî kazanımlara ilişkin olmalıdır. Nitekim doğru davranışlarda bulunan kimsenin Allah’tan sevap beklemesi, yaptıklarından pişman olan günahkârın da affedileceğini ümit etmesi recânın iki makbul türüdür. Dünyevî meselelerde de insanın Allah’a yönelik ümit sahibi olması aslında onun, ulaşmak istediği şeyler hususunda girişimde bulunmasının ve faaliyete geçmesinin temel sebebidir. Bu anlamda, gerekli çabayı gösterip sonrasında ümit besleyen kimse bir nevi toprağa tohum atıp ürün vermesini bekleyen çiftçi gibidir.

Allah Teâlâ “Allah’ın lütuf ve merhametinden ümidinizi kesmeyin, çünkü Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler ümit keser” (Yûsuf 12/87) ve “Rabbinin rahmetinden haktan sapmış olanlardan başka kim ümit keser” (Hicr 15/56) buyurarak Allah’a karşı ümitsizliğin ancak kâfirler ve yanlışa dalıp gitmiş kimselerin özelliği olduğunu bildirmiştir. Zira biraz derinlemesine düşünülürse ilâhî rahmetten ümit kesmenin, ancak ya Allah’ın iyilik yapmaktan âciz ve merhametsiz olduğuna veya O’nun her şeyi bilmediğine ya da cömert davranmadığına inanmaktan kaynaklanabileceğini söylemek mümkündür.

Böyle bir şey ise ancak kâfirlerden beklenebilecektir. Yüce Allah, bir kudsî hadiste de Hz. Peygamber’in nakliyle “Rahmetim gazabımı geçmiştir” (Buhârî, “Tevhîd”, 55; Müslim, “Tevbe”, 14) buyurmuştur ki bu, insanın ümitvar omasını gerekli kılar. Peygamber Efendimiz de Allah’ın, rahmeti yarattığında hemen hemen tamamını kendisine ayırdığını, bütün yaratıklarına sadece az bir kısmını verdiğini bildirmiş, akabinde “Eğer kâfir Allah’ın katındaki rahmetin tamamını bilseydi Cennet’ten ümidini kesmezdi; mümin de Allah’ın katındaki azabın tamamını bilseydi Cehennem’den kurtulacağından emin olmazdı.” buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 334, 397, 484; Buhârî, “Rikâk”, 19; Müslim, “Tevbe”, 23).

Burada önemli olan husus, Allah’tan ümidi kesmemenin, O’nun, kulun istediği şeyi mutlaka vereceği anlamına gelmediğidir. Öncelikli olarak böyle bir durum, Allah Teâlâ’nın kul karşısında bir şeyleri yapmaya, onun taleplerini yerine getirmeye mecbur ve mahkûm bir varlık olduğu anlamına gelecektir ki böyle bir şey düşünülemez. Allah’ın kulun ümit ve beklentisine, bu doğrultuda yaptığı duaya icabet etmesi, O’nun şu veya bu hikmete binaen, kulun talebine en uygun biçimde karşılık vermesi demektir ve bu, onun talebini yerine getirerek de istediği şeyi hemen o anda veya dünya hayatında vermeyerek de olabilecektir. Şüphesiz ki insan için mutlak hayrın, iyinin ne olduğunu en iyi bilen Allah’tır.

Sonuç itibariyle insanın ulaşacağı en büyük hayır da bu dünyada elde ettikleri değil, bu dünyada yaşadığı şartlar ve karşılaştığı durumlar muvacehesinde kendisine düşen kulluğu yerine getirmek ve imtihanını başarmakla ahiret hayatında mutluluğa ve nimetlere erişmektir. Nitekim Yüce Allah “(Dünyalık olarak) size verilen her şey, dünya hayatının geçimliği ve süsüdür. Allah’ın katındaki ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Kasas 28/60; ayrıca bk. Şûrâ 42/36) buyurarak buna işaret etmişti.

Kulun Allah’tan daima ümitvar olması kulluk gereğidir; kendine göre yardım gelmedi diye O’ndan ümit kesmek, kulluğun bir parçasını terk etmek demektir. Allah’a kulluk şarta bağlı olmaz; O, istediğimizi versin vermesin ibadete, tevekküle, yardım ümidine layıktır. Allah’tan bir şeyi isteyen kimse O’nun, isteneni vermesi için koyduğu kurallara riayet etmesi gerekir. Tedbirde, faaliyette, bilgide… kusurlu olup buna rağmen “ben üzerime düşeni yapmayayım ama sen yine de ver” demek, ilâhî düzen bakımından doğru değildir.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman

Modern hayatı eleştirsem de seviyorum. Elektriği, interneti, bulaşık ve çamaşır makinelerini seviyorum. Fakat doğadaki hayvanlara gelince durum değişiyor, kendimi onlara uzak hissediyorum. Kedi, köpek değil bahsettiğim, diğer canlılar. Onları görmek beni şaşırtıyor ve korkutuyor. Bir kirpi gördüğümde mesela, ona müzelikmiş gibi yaklaşıyorum. Böyle şeyler ancak müzelerde görülmeliymiş gibi. Oysa çocukluğum börtü böcek içinde geçti. Ne ki kolay alıştım modern hayatın konforuna. Kolay alışılıyor. Doğadan çabucak vazgeçebiliyoruz.

“Doğayı geri püskürtme” deyimini kim kullanmıştı bilmiyorum ama modern hayat tam olarak bu, doğayı geri püskürtme ya da onu kontrol altına alma: İlaçlamalarla, parklarla, peyzajla… Doğanın aramızda kontrollü bir şekilde var olmasına izin veriyoruz. Bu doğada sırtlanlara, aslanlara, yılanlara yer yok. Böceklerin yaşamaması için de elimizden geleni yapıyoruz. Avcı, toplayıcı ve çiftçi atalarımızdan fazla uzaklaşmadık zaman çizelgesinde ama yaşam tarzımız ışık hızıyla uzaklaştı köylerden, tarlalardan. Artık ekip biçmek maksadıyla arsa sahibi olmuyoruz. Modern hayata bir beton daha yığmak için arsa sahibi oluyoruz. Beton âdeta mabedimiz oldu.

Neden ahşap bir yapıya girdiğimde huzur ve sakinlik ve adını koyamadığım şeyler hissediyorum? Hala kopmadık doğadan. Bir yanımız park, bahçe, toprak arıyor bir yanımız betona yapışık. Ama doğanın o gür sesine dayanamıyoruz. Doğaya müzelikmiş gibi davranıyoruz. Bir müzeyi seyre gider gibi doğaya gidiyoruz. Bazen bilet alıyoruz hatta doğaya kavuşmak için. Bazı doğa parçalarını koruma altına alıyoruz. Biliyoruz ki koruma altına almazsak orası da betona dönüşecek.

İnsan doğadan kopalı çok olmadı. Belgesellerle bu özlemi gidermeye çalışıyoruz. Bir aslana av olmamak için duyulan kaygı bitti mi peki? Hayır, yerine bir sürü yeni kaygılar geldi; modern hayat insanı kaygıdan ve korkudan kurtarmadı. İnsan doğada yaşarken stresli olmalı, her an bir yırtıcıyla karşılaşma tehlikesine karşı uyanık olmalı. Peki, modern insan bu stresten kurtulabildi mi? Diyebiliriz ki modern hayatta stres seviyemiz, doğada yaşayan insandan kat kat fazla. İş, trafik, ödemeler, çocukların geleceği… Hepsi birer stres ve kaygı kaynağı… Bir de varoluş kaygısı var. Doğadan uzaklaşmamız, bizi hayatta kalma kaygısından kurtardı ama hayatın anlamı da çekildi yaşamlarımızdan. Hayatta kalmak yetmiyor anlam bulmak için. “Ne için doğdum?”, “Hayat bu rutinden mi oluşuyor?”, “Ne işe yarıyorum?” gibi sorular insanın zihnini kurcalayıp duruyor.

Bir iş üretmek, bir işe yaramak, hayatta kalmak, sevilmek, kabul görmek hayata anlam katıyor. Sorun şu ki modern hayat bireyselleşmeyle birlikte yanında yalnızlığı da taşıyor. Kabile hayatı yaşamıyoruz artık. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için değiliz. Varsa yoksa çekirdek ailemiz. O da çok sağlam temeller üzerinde değil, aileler dağılıyor. Çoğu baba, boşanmanın ardından babalık görevini de askıya alıyor ya da annenin çocuğu babaya karşı doldurması yüzünden askıya almak zorunda kalıyor. Modern hayat bize bir anlam katmıyor. Anlamı kendimiz oluşturmak zorunda kalıyoruz. Nerede bulacağız bu anlamı?

Hayatın anlamını o kadar da uzakta aramamak gerekir. O, sabah olunca yataktan kalkma sebebimizdir. Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı kitabında bu konuda ilginç veriler sunar. Bir toplama kampına alınan yazar, burada hayatın anlamını sorgularken bir şey fark eder; insan, şartlar ne olursa olsun insanın hayatının anlamının farklı olduğunu da keşfeder. Kimi eşine duyduğu sevgide bulur hayatın anlamını, kimi de yazdığı kitapta. Hayatın anlamı zaman zaman değişkenlik de gösterebilir. İki yıl önceki hayatınızın anlamıyla bugünkü hayatınızın anlamı arasında farklılıklar olabilir.

Her insan, hayatın anlamını kendi bulmalıdır ama mutlaka bulmalıdır Frankl’a göre. O, uzağımızda bir yerlerde değil, yakınımızdadır, hayatımızın içindedir. Viktor E. Frankl, şöyle der kitabında: “Kişi, hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği bir insana kendini adayarak ne kadar çok kendini unutursa, o kadar çok insan olur ve kendini de o kadar çok gerçekleştirir.”

“Dindar insan için hayatın anlamı nedir?” sorusuna bu yüzden kolaylıkla “kulluk” diyebiliyoruz ama bu aslında o kadar basit bir mevzu değil. Çoğumuz dinimizi ailelerimizden ve toplumdan öğrendik. Ezberlediğimiz birtakım bilgilere sahibiz. Çoğumuz dinin özünü henüz kavrayamadı. Yaş aldıkça ve merak ettikçe araştıran insanlar, dinî inançlarını bir dava gibi sahiplenmeye ama bu sahiplenme sonucunu kimseye dayatmamaya daha yatkınlar.

Allah, insanların kendilerini Allah’a adamalarını istiyor ve bu istek karşılığında insanlara bir anlam sunuyor. Bu dünyada insanın yakıtı anlam olduğuna göre az bir nimet değil anlama kavuşmak.

Modern hayat, doğayla birlikte anlamı da hayatımızdan kovdu. Rutinin içindeki meşguliyetler sebebiyle, anlamı sorgulamaya pek vaktimiz olmuyor ama farkına varanlar muhtemelen ilk tepki olarak depresyona giriyor. “Hayatın bir anlamı var mı?” sorusu şu şekilde bir sorudur aslında: “Benim bir anlamım var mı?” Cevap uzağımızda değil, her gün yaptığımız işler bizim bir anlamımız ve katkımız olduğunu gösteriyor. Ne şekilde anlam katmak istiyorsak o şekilde katılmalıyız hayata; yeteneklerimizle, ilgi alanlarımızla, özgün yaratıcılığımızla… İşte modern hayat buna pek izin vermiyor. Hayat o kadar rutine dönüşmeli ki hayatımızı idame ettirecek gelirlere kavuşabilelim. Esneklik yok modern hayatta. Saat kaçta metroya bineceğin, kaçta işte olacağın, işte ne yapacağın belirlenmiştir. Sen sadece çizilen sınırlar içinde yaşamaya zorlanırsın. İnsanın biricikliği göz ardı edilmiştir modern zamanda. Her kişinin biyolojik saati farklıdır ve bu farklılıklar gözetilmez, tek tipçi bir zihniyeti vardır modern hayatın.

Erol Göka, “Hayatın Anlamı Var mı?” kitabında şöyle der: “İçinde yaşadığımız toplum ve gelenek bizi hep onlarla birlikte, kendi varlığımızı pek fark etmeden yaşamaya zorlar, bizden kendisine uymamızı, gündelik rutin ve alışkanlıklar içinde yaşamamızı talep eder. Topluma, diğer insanlara uyarak yaşamak, elbette kendi başına kötü bir şey değildir; insan olmanın bize yüklediği bir gereklilik, bir sorumluluk, bir zorunluluktur. Ama uyumlu, iyi bir vatandaş olmak madalyonun yalnızca bir yüzüdür. Hayatın içinde yaşayıp giderken kendi varoluşumuzun iç sesine kulak vererek otantik olmayı keşfederiz. Hayata, hayatlarımıza verdiğimiz anlamlar, bu çabamızdan bağımsız değildir. Otantik olmayan insan, sahici olamamış; kararsızlığın ve belirsizliğin hâkim olduğu gündelik hayatın içinde sürekli kaygılardan kaçmaya çalışan bir yol seçmiştir. Kendisi üzerine düşünmemeye, gündeliğe, aleladeliğe, banalliğe batmış; vasatlığa, herkesliğe gömülmüştür. Kendini sıradan hayat olaylarına, günlük maişet derdine bırakmış, ırmaktaki yapraklar gibi hayatın içinde bir o yana bir bu yana savrulup durmaktadır. Yalnızca toplumun ve diğer insanların beklentilerini karşılamaya çalışmakta, bu dünyada ne işi olduğunu aklına bile getirmemektedir. Belki görünüşte çok meşguldür, hayatında bir dakika bile boşluk yoktur, kendisini o meşguliyetten bu meşguliyete atıp durmaktadır ama bu eylemler hep nicelikle ilgilidir, yapıp etmelerinin niteliğinde hayatla sahici olarak karşılaşmanın hiçbir emaresi bulunmaz.”

Modern hayat, hayatın anlamının üstünü  örtüyor, tıpkı kulluğumuzun üstünü konformizmle örttüğü gibi. Hayatın anlamını, kulluğu yeniden bulmak için modern hayata biraz es vermemiz gerekiyor. Konforlu hayatımıza biraz rahatsızlık, rutinlerimizin farkına varış, koşuşturmayı bırakıp biraz duruş, ezberlerimizi bozacak bilgiler öğrenişle bu kara büyüyü bozabiliriz. Hayatın anlamına, kulluğa yeniden kavuşabiliriz. Albert Camus’nün dediği gibi “Yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda iyi bir ölme nedenidir de.”

H. Havva Ergün

Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf’u ve kardeşini iyice araştırın, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü inkâr edenlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez!” Yûsuf Suresi – 87

Biz mü’miniz; Allah’a inanıyoruz, güveniyoruz, itimad ediyoruz. İmânımız bize öyle bir ümit ve ricâ kapısı açıyor ki, aslında yüz bin dünya derdi de gelse yine hafif kalır, yine çekilir cinsten olur. Fakat biz şüphesiz, dertten ve belâdan Allah’a sığınıyoruz, sığınmalıyız. Çünkü Allah’a sığınmak bir ibadettir. Cenâb-ı Hak bütün canlıların, bütün hayvanâtın, bütün mahlûkatın, bütün kullarının yegâne umududur. Herkes, her derdinde, her kederinde, her ıztırabında yalnız Cenâb-ı Allah’a sığınır, yalnız Cenâb-ı Allah’tan ümit eder. Umutların tükendiği noktada, Allah’ın rahmet ve umut kapısı hep açıktır. Emin olmalıyız ki, Allah Kendisine iltica edenlere şefkatle ve merhametle yardım eder. Her zaman ve her yerde, her darlıkta ve her olumsuzlukta kullarının mutlak ümidi olan Cenâb-ı Hak, bütün kapıların kapandığı zamanlarda kullarına yeni kapılar açar, yeni çıkış yolları gösterir. Mü’min, Allah’tan umudunu hiçbir zaman kesmez.

Allah’tan ümidi kesmek büyük günahlardan biridir.

Allah’tan ümidi kesmek büyük günahlardan biridir. İnsan, dünya hayatında bazı maddi veya manevi zorluklarla karşılaşabilir, şahıs bazen öyle bir duruma gelir ki artık bütün çıkış kapılarının kapanmış olduğunu hisseder. Tam bu sırada insan her şeyden elini çeker ve sonunu bekler. Bazen de sonunu kendisi getirerek yaşamına son verir. İşte bu durum, yani ümitsizliğe kapılmak; artık çıkış yolunun olmadığını düşünmek büyük günahtır. çünkü ümitsizlik içerisinde unutulan bir şey vardır o da Allah’tır.

Allah ki her şeye gücü yeter. O, nice zor durumda kalanları zorluktan çıkarmıştır. O her şeyi yoktan var etmiştir, onun bir şeyi yaratması için herhangi bir sebebe ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla her şeyden ümit kesilse de Allah’tan ümit kesilmez.

Allah, Hz. İsa’nın (a.s) ümmeti için hazır sofra anlamına gelen Maide indirmiştir. O hazır sofrada yiyecekler vardı. Allah, o yemeyin hazır olması için hiçbir ön hazırlık yapmamıştır. Ne yemek malzemesi, ne kap, ne de yemeğin pişmesi için ateşe ihtiyaç duymamıştır. Yemeğe ol demiştir, yemek de olmuştur. Allah, Hz. Âdem’i (a.s) yaratacağı zaman ne anneye ne babaya ihtiyaç duymadan onu yaratmıştır. Aynı şekilde Hz. İsa’yı (a.s) babasız yaratmıştır. Bunlar normal şartlarda insanın yapamayacağı şeylerdir. Ama Allah için bunlar hiç sorun değildir.

Bir şeyin olması için gerekli ortamın ve araçların olması gerekiyor. Fakat bu kural Allah için geçerli değildir. Allah bir şey yapmak için bir şeye ihtiyaç duymaz. Aynı şekilde bir şeyin olması için yeterli sebep varsa onun olmaması da mümkün değildir. Ama bu kuralda Allah için geçerli bir kural değildir. Örneğin ateş bir şeye değerse onu mutlaka yakar. Ama bakıyoruz ki Nemrut Hz. İbrahim’i (a.s) ateşe attırıyor ve ateş normalde onu yakması gerekirken Allah ateşe yakmamasını söylüyor ve ateş de onu yakmıyor. Ateş bir şeyin yanması için sebeptir ama Allah bu sebepleri ya ortadan kaldırıyor ya da bizim bilmediğimiz başka sebepleri baskın sebep olarak devreye sokuyor. Firavun, Hz. Musa’nın (a.s) dünyaya gelmemesi için tüm imkânları seferber etti ama Allah tüm olumsuzluklara rağmen Hz. Musa’yı (a.s) dünyaya getirdi. Bıçak normalde keser bıçak kesmek için sebep ve vesiledir. Ama Hz. İsmail’i (a.s) kesemedi. Sebep ve vesileler biz kullar için geçerlidir ama Allah için geçerli değildir. Dolayısıyla hangi yönden insan zorluğa düşerse düşsün, Allah’tan ümidini keserse Allah bundan hoşnut olmaz. çünkü kul, onun gücünü ve kudretini tanımamış demektir.

İnsan dünyada olduğu müddetçe daima imtihandadır. Bu imtihanlar yeri gelir sağlıkla olur yeri gelir makam ve mevki ile olur yeri gelir geçim sıkıntısıyla olur. Allah bazen insana maddi sıkıntı verir ve o sıkıntı karşısında nasıl davranacağına bakar. O sıkıntıyı hatalara düşerek mi atlatacak, yoksa Allah’ın kendisine haram ettiği şeylere dikkat ederek mi sıkıntısını giderecek? Eğer sıkıntılarını atlatmak için haram yollara başvuracak olursa o zaman imtihanı geçemeyecektir. Ama eğer sıkıntılar karşısında sabırla doğru yoldan ayrılmadan problemleri çözmeye çalışırsa imtihanını geçebilecektir. Sabır, insanın sıkıntıları hata yapmadan doğru yoldan çıkmadan çözmesine denilir.

Sıkıntılarını aşmak için insan tüm meşru yollara başvurmasına rağmen sıkıntılarını yine de aşamıyorsa artık yapacak bir şey kalmamışsa, imtihan tam da burada başlar. Yani insanın kendisinin veya başkalarının yapacak bir şeyleri kalmamışsa, problemi atlatacak bir sebep kalmamışsa, insan bunu bilmelidir ki Allah’ın gücü her şeye yeter. Allah bir şeyi yapmak istedi mi bir sebebe ihtiyacı yoktur.

Ümit ile ümitsizliği ayıran ince çizgi, ümitsizliğe kapılan insan sorununu atlatacak bir vesilenin ve aracın olmadığını görür ve ümitsizliğe kapılır. ümitli insan ise sorununu çözecek bir imkânın kendisinde veya başkasında olmadığını ama Allah’ın isterse sorununu hiçbir şeye muhtaç olmadan çözeceğini bilir. Dolayısıyla ümidini yitirmez; Allah’a yüzünü döner ve Allah’tan bu sıkıntıların çözülmesini ister. Fakat ümitsizliğe kapılan insan Allah’a yüzünü dönmez çünkü Allah’ın da bunu çözemeyeceğini zanneder. Allah’ın gücüne inanmaz, o sorununun çözülmesinin sadece maddi veya manevi imkânlara bağlı olduğunu zanneder. İşte bu da zaten Allah’ı iyi tanımadığının göstergesidir. Dolayısıyla Allah Kur’an’da “Allah’tan ümidini kâfirlerden başka kimse kesmez.” diyor. çünkü kâfir, Allah’a inanmadığı için onun gücüne de inanmıyordur.

Kur’an’da Hz. Eyüp’ün (a.s) hayat hikâyesinden bir kesit sunulmaktadır. Bu kesitte Hz. Eyüp’ün (a.s) bir zamanlar çok zengin olduğu, çocuklarının ve kendisinin de sağlıklı olduğu anlatılır. Hz. Eyüp Peygamberin devamlı Allah’a şükür ettiği bu refah halinden dolayı gaflete düşmeyip devamlı fakirleri gözettiğini, onlara devamlı yardım ettiğinin altı çizilir. Allah’ın Hz. Eyüp’ün (a.s) makamını yükseltmek için onu zor bir imtihandan geçirdiği anlatılır. Allah, Hz. Eyüp’ü (a.s) imtihan etmek için onun maddi varlığını elinden alır. Hz. Eyüp (a.s) şükrüne devam ederek “veren de sendin, alan da sensin” der. Allah çocuklarını elinden alır, Hz. Eyüp yine “veren de sendin alan da sensin” diye şükür eder. Allah sağlığını elinden alır, Hz. Eyüp (a.s) yine “veren de sendin alan da sensin” diye şükür eder. Hz. Eyüp hiçbir zaman ne malına, ne evlatlarına, ne kendi sağlık ve zekâsına sırtını dayamamıştı. O, her zaman bunların geçici olduğunu bunların da sahibinin Allah olduğunu biliyordu. O, Allah’a sırtını dayamıştı. Dolayısıyla da elinde ki imkânların bir bir gittiğini görmesine rağmen hiç üzülmüyordu. çünkü o, elinde ki imkânlara değil Allah’a güveniyordu. Hz. Eyüp’ün (a.s) imtihanları geçtiğini gören Allah, Hz. Eyüp’ten (a.s) aldığı her şeyi kendisine geri verdi Hz. Eyüp (a.s) tekrar eski sağlığına kavuştu. Buradan bizim anlamamız gereken şudur. Hayatımızda Allah bazen imtihan etmek için bizlere maddi sıkıntılar verebilir. Bu sıkıntıları sabırla yanlışlara düşmeden mücadele ederek aşmaya çalışmamız gerekir ve Allah’ın gücünü unutmadan devamlı ondan yardım dilemek gerekir.

İnsan bazen sağlığını kaybedebilir. Gözü kör olur, felçlik geçirir, kanser veya sakat olabilir. Öyle ki artık tıp bu hastalığının çaresinin olmadığını söyleyebilir. İnsan kendisine yardım edebilecek kimselerin olmamasından dolayı ümitsizliğe kapılabilir. Ama tecrübeler ve Kur’an bizlere bunun böyle olmadığını nice çaresi bulunmayan hastalıkların iyileştiğini, ölümü için tarih bile belirlenen hastaların dahi sağlığına kavuşarak yıllarca yaşadığını göstermiştir.

Kur’an ve tarih ise bizlere bu konu hakkında örnekler vermektedir. Örneğin Hz. İsa’nın (a.s) anneden doğma körleri iyileştirdiğini ki, anneden doğma körün iyileşmesinin mümkün olmadığını tıp halen söylemektedir. Ölülerin dirilmesi ki bu tıbbın aciz kaldığı bir noktadır. Hz. İsa’nın (a.s) ölüleri dirilttiğini gerek Kur’an’da, gerekse hadislerde bizler görmekteyiz. Sonuç olarak insan ne kadar büyük hastalıklara yakalanırlarsa yakalansın, o hastalığın iyileşmesi için herhangi bir sebep ve vesile kalmamış olsa dahi Allah’ın bir işi yapması için bir sebebe ihtiyaç duymadığı bilinmeli ve Allah’tan ümit kesilmemelidir. Allah’ın nice çaresiz hastaları iyi ettiğini düşünmelidir.

Ümitsizliğin günah olması kadar, insanın kendisinin iyi bir insan olduğuna çok emin olması da tehlikelidir. çünkü bu his, insana bir rahatlık verir ve insanı bazı güzellikleri yapmaktan geri koyabilir. Böyle bir insan “ben nasılsa cennetliğim bu kadar iyi işler yaptım” der ve bu rahatlık ona kötülükler yaptırır da, yaptığı kötülüğü umursamaz. Tarihte nice insanlar vardır ki manevi olarak büyük makamlara ulaşmıştır fakat kendilerini öylesine kayıp etmişlerdir ki çok kötü işler yapmada hiçbir sakınca görmemişlerdir. İnsan ne kadar büyük makamlara da erse, şeytanın kendisini her an aldatıp yapmış olduğu tüm güzellikleri sildirebileceğini unutmamalıdır. Dolayısıyla insan, sahip olduğu imkân ve konumu her zaman iyi şeyler için kullanmayı alışkanlık edinmeli ve elindeki fırsatları iyi bir insan olmak için değerlendirmelidir. Durumun her zaman iyi gitmeyebileceğini bilmelidir.

Allah’tan ümidi kesmek ve hayatta ümitsizliğe düşmek, büyük hata ve günahtır. İnsan ne kadar kötü durumlara düşerse düşsün, unutmasın ki her şeyin düzelmesi ve tekrar güzel şeylerin olması mümkündür. Yeter ki insan azimle yapmak istediği şeyin üzerine gitsin ve Allah’ın gücünün her şeye yetebileceğini unutmadan ondan yardım istesin. En büyük günah Allah’tan ümidi kesmektir.

Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz. Âl-i İmrân Suresi – 139 Ayet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere mümin gevşemez, üzülmez ve ümitsizliğe düşmezse üstündür. Bunun için zamanın fitneleri ne olursa olsun, müslüman bozulmadan, yılmadan, usanmadan çalışmalı, ümidini hep diri tutmalı ve ümitvar olmalıdır.

İman emniyettir, güvendir ve elbette ümittir. İslâm ise selamdır, selamettir, teslimiyettir. Allah’a teslim olan ümidini kaybetmez. Müslüman beyniyle, kalbiyle, ruhuyla, bedeniyle Âlemlerin Rabbi’ne teslim olur. Bu teslimiyette hem dünya hem ahiret için büyük nailiyetler, lütuflar vardır. Bu teslimiyet öyle bir tılsımdır ki varlıkta ve darlıkta, hastalıkta ve sağlıkta, her durumda her yerde insanı huzurlu, geleceğe güvenli, başını dik, gönlünü huzurlu kılar. Dünya imtihan dünyasıdır. İnsan hayatta bazı zorluklarla karşılaşabilir. Böyle durumlarda ümitsizlik insanı yiyip bitiren bir hastalıktır. Günahtır. Dahası, insanı dinden bile çıkarabilir.

İnsan öleceğini bilerek yaşayan bir varlıktır. İnsanı yaşatan ümittir. Dünyada kaybettiğimiz her bir sevdiğimiz yakınımız ayrı birer ümidimizdir. Kaybettiğimiz o kadar çok şey vardır ki; diyelim babamızı, annemizi, teyzemizi, akrabalarımızı veya dostlarımızı kaybettik. Hepsiyle sağlam tek bir bağımız kalır; o da cennette beraber olmak. Tüm sevdiklerimizle, evliya, enbiya ile cennette beraber olmayı ve Cemâlullah ile müşerref olmayı ümit ederiz. Ümidi olmazsa yaşayamaz insan. Ümitsiz insan mutsuz insandır; kötümser ve karamsardır. Hastadır. Ümitvar olamayan kimseler hiçbir işte hamle yapamaz, atılgan olamazlar. Çünkü böyle kimselerin başarmaya ve bir şeyler elde edeceğine ümidi yoktur.

İsyanda, günahta ısrar edenler de günaha devam edebilmek için “Allah beni affetmez” diyerek haram kapısını açık bırakmaya devam ederler. Oysa günahların çokluğu ümitsizlik sebebi olmamalıdır. Zümer süresinin 53. ayetinde Rabbimiz şöyle buyurur: “De ki: Ey nefslerine karşı aşırıya giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O bağışlayandır, merhametlidir.” Günahımız ne kadar çok olursa olsun, Rabbimizin rahmeti daha çoktur.

Rabbi onu orada bırakmadı.

Allah Tealâ ve melekler insanın yanındadır. Yeter ki biz onlarla beraber olduğumuzu unutmayalım. Yegâne sahibimiz olan Allah’a itimadımızı bozmayalım. Tıpkı Yusuf a.s. gibi… O, kardeş tuzağına düştü. Kuyuya atıldı. Rabbi onu orada bırakmadı. İmtihandan geçirdi, teslimiyetini ölçtü. Yusuf a.s. esir oldu. Köle olarak satıldı. Zindanda kaldı. Allah Tealâ hep onunla beraberdi. O da ümidini hiç yitirmedi. Hatta bir defasında Allah Tealâ’dan değil de, rüyasını tabir ettiği zindan arkadaşından beklenti içine girince birkaç yıl daha fazladan hapiste kaldı. Fakat sonunda çıktı ve vezir oldu. Cenab-ı Hak onun zikrinden razıydı ki bize de onu zikrettiriyor. Allah Tealâ çilelerden geçen nice peygamberleri ve evliyaları insanlara asırlardır andırmıyor mu? O, kendisini unutmayanı hem unutmuyor hem de unutturmuyor.

Yeter ki sıkıntılarımız, dertlerimiz, çilelerimiz Allah için olsun. Allah yolunda olsun. Allah için çalışalım, Allah için yorulalım. O sözüne sâdıktır. Kimseye borçlu kalmaz. Az bir gayretimize bol ihsanlarda bulunur, bizi sevindirir. Yeter ki insan kendi nefsi, menfaatleri için değil, Allah için çalışsın. Allah için çalışanlar tüm dünyada İslâm’ın, imanın gönüllere hakim olması için gayret ederler. Bir eline dünyayı, bir eline de güneşi verseler, Peygamberimiz s.a.v. gibi yüce davasından vazgeçmezler. Engeller, zorluklar karşısında yılmazlar. İmanları, ümitleri onları daima ayakta tutar.

Mümin dünya sıkıntılarına takılıp kalmaz. İlahî takdirin onu yeri geldiğinde dünyada da güldüreceğini bilir. Fakat dünya sevincinden ziyade, hiç hüzünlenmeyeceği, peşinden üzüntünün gelmeyeceği süresiz, sonsuz bir sevincin ümidiyle sevinir. İşte mümin dünya hayatını bu sonsuz sevincin ümidiyle yaşar. Bu yüzden hayat enerjisini, coşkusunu kaybetmez. Bilir ki madem inanıyor, yolun sonu aydınlık. Bu yüzden bizim yaşlılarımız Batı’da olduğu gibi karamsar ve bunalımlı değil, tam aksine neşeli ve rahat insanlardır. Engeller ve zorluklar kulun kalitesini ve Allah katındaki değerini artırmak içindir. Demir nasıl ateşte dağlana dağlana suya sokularak çelikleştiriliyorsa, insan da sıkıntılarla kuvvet ve kalite bulur. Ama şu farkla ki kızgın demir suya daldırıldığında adeta feryat eder, dumanlar içinde kalır. İnsan ise kalbini Rabbine bağlamalı, O’na güvenmeli, sükûnetini muhafaza etmelidir.

Elbette, zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Evet, zorluğun yanında bir kolaylık vardır. İnşirah 5/6

Boş kaldığında hemen başka işe koyul! Ve yalnızca Rabb’ine yönel. İnşirah 7/8

Doğarken doğduğundan haberli miydi, habersiz doğmanın suskunluğunda mıydı, yoksa biraz sonra bilmediği bir dünyaya var olmaya gelirken ağlamanın perişanlığında, tekrar gitmek için yürümenin yorgunluğunda konuşması yok olası ömrünü tamamlaması ile yok olacak dili lal mı olacaktı? Bunların hiç birinden habersiz yeniden gülüşle dünya gülüş katacakken saadet hanesine anne babasına çevresine, giderken gözyaşları içinde gitmenin telaşında gittiğinden habersiz mi gidecekti. Doğum işte böyle bir şeydi insanoğlu için, haberli bir sevinçle bir anda çıkıp gelen habersiz bir anda çekip giden tıpkı Rüya bebek gibi. Bir rüya gibi sevimliliği ufacık minnacık elleri ile gülleri kıskandıran gülüşü ile nazlanarak, tekme atması ile sevgi ile gönderen Rahman’ın sevgisini kokusu ile odasını tüm evi saran kokusuyla kâinata hâkim olan Yüce Kudret sahibi Yüce Allah’ın kudreti ile dünyaya gelişini idrak ettirircesine hep gülümsemesi ile dünyayı şenlendiren rüya bebek… O karanlık âlemde çıkarken ilk ağlama ile ilk acıkma ile anne sütünü arattıran Hâkim olan Allah C.C. hikmeti keremi ile ağlayarak istemesi!

Uzak ve yakın olmak yakın, iken uzak olmak arasında bir ömür çizgisi, adımları ile yakınlığına koşan, adımları ile yakınlıktan kaçan hayatın yolunda ilk ses ilk nefes, belki bilinmeyerek yakınlardan uzağa kaçacak, ya da uzaklardan yakın gönüllere varacak, muamma sır, her insanın gönlüne alnına yazılan, daha önceden yaşanılmış, dünya hayatına gönderilerek sınava tabi olan insan ve rüya bebek… Kim bilebilir gülüşlerdeki solgunluğu, solgun anların içinde gizlenmiş gülüşün sıcaklığını, yaşanmadan bilinmeyen, yaşamak muammayı sırrı çözmek için dünya ya gelen rüya bebek insanoğlu. Zaman kocaman kocaman adımlarla atılması yürümesi zor derken, bir göz kırpması ile son ana varan zaman içinde sıkışıp kalan insanoğlu muamma sırrı çözen gülen veya çözemeden kırk düğümle düğümlenen, bom boş ömrü ile bom boş hayatın feryadı ile solan insanoğlu.

Yüceler yücesi Rahman bilinmesi için kulunu dünya ya gönderirken, nurlu iman sırrı ile kazanan olmasını isterken, her adımda büyüyerek huysuzlaşan Rüya bebek gibi kullarının huysuzlaşarak isyan bayrağı çekmesini değil, teslimiyetle kendisine teslim olmasını isterken, isyan bayrağı ile cehennemi kazandığından habersiz dünyayı kazanmış gibi nara atmasını elbette ki istememektedir. Her adımda bir sır nefis şeytan savaşı içinde imtihanda olan insanoğlu, her adımda ya zafere ya yenilgiye koşarken ilk adımlarını atan rüya bebek gibi ilk adımlarında anne babasına emanet iken, anne babasının her adımlarındaki sırra imtihan vakıf ise rüya bebekte adım adım büyürken atacağı gençlik çağında her adımında sırra ve imtihana vakıf olacaktır. İşte anne ve baba olmanın gerçek amacı ve gayesi… Amaç ve gayeye sırra ulaşmış insanoğlu.

Ya da tam tersi attığı her adımda dünyaya teslim olmuş arzu ve dünya çıkarı için yaşayarak insanlardan Allah C.C. uzak sır ve manadan uzak anne ve baba ve gençlik çağında atacağı her adımda sır mana ve anlamdan uzak bir yaşayış ve anne ve baba olmamanın gayesizliği hissizliği içinde, şansı yaver gidip gitmemek arasında ince çizgiden giden yaşayan insanoğlu. Tabi ki Yüce Allah C.C. kulunu böylesi ikilem ve bilgisizlik arasında bırakır mı hiç elbette ki bırakmaz, dünya ya gönderirken her an yanında olduğu hissini, ruhuna nakış nakış işlerken attığı her doğru adımda ödüllendirirken, yanlış adımında anında cezalandırmayarak doğru olana doğru olanları gözünün önüne kulağına işittirerek doğru olanı göstererek seçim yapmasını bekleyecektir Merhameti lütfu keremi… Sonsuz olan Yüce Allah C.C.

Umutsuzluğa giden yolda kuluna yanlışı binlerce kez gösteren Merhameti sonsuz Allah C.C. Kulunu doğruların merkezinde, yanlış yolda giderken yorulması ile doğrunun merkezinde bir anlığına istirahat etmesi için her gün davetini göndermektedir. Günde beş vakit ezanla, gece gündüz ile, uyku ile, yaz kışın mana ve anlamı ile ağaçların kışın ölüp yazın yemyeşil dirilmesi ile her gün her an doğru yolun mesajını göstermekte ve göndermektedir. Seçim senindir derken kula, kul elinin tersi ile gerisin geriye atarak kabul etmez ise yine bekler, son nefesten birkaç gün öncesine kadar, yani kulun ölümün geldiğini bazen hissederken o andan öncesine kadar bekler, doğruyu kabul etmesi için, âmâ kabul etmez ise artık yapılacak bir şey yoktur.

Saygıyı kazanma ödül alma ya da saygısızlık deryasında çirkefe batarak tövbe denizinde yıkanmadan kor alev ile baş başa kalma… Eller semaya duaya açılarak “Ya Rabbim acizim, kudretli olan sensin, hata ettim pişmanım, beni nurlu yoluna döndür” duasıyla olan veya olmayan insanoğlu, bu kadar ince bir çizgide- “ hani derler ya sırat köprüsü incedir işte sana sırat köprüsü”- yaşayarak dünyaya gelişi ile haberi olmayan ve geldiği gibi veda etmeden giden veya gideceğinin idraki ile kime kavuşacağını bilerek bu gidiş ile sonsuz dirilişle hayatına devam edeceğini bilen insanoğlu. Gidişi sonsuz diriliş ve imanla bilerek gidenlerden son nefeste Kelime-i tevhit ile gidenlerden olmamız dileğimle. Selam ve dua muhabbetle kardeşlerim. Mehmet Aluç

Müslüman hayatın her alanında her şeyin en iyisine layık olan, Allah(c.c.) günde beş vakit ibadet ederek ,verdiği nimetlere şükür eden kuldur. İşte Müslüman olarak, her konuda duyarlı ve hassas olan kul, hayatın her alanında sağır kör ve duyarsız olamaz. Bu güzel özellik Allah(c.c.)kul olan onun emrini yerine getiren, kula mahsustur. Çünkü âlemdeki güzellikleri gören bilen, bu güzel nimetler içinde ağırlandığını ve misafir olduğunun idrakine varan kuldur. Bu kadar çok nimetleri karşılıksız veren Rabbine, şükür etmesi gerektiğini bilen ve hissederek gereğini yerine getirendir. Kendisine akıl nimeti ile donatıldığının şuuruna varan kul, bu âleme gayesiz gelmediğinin de farkında olandır. Hayat ömür nimet şuur ibadet birbirine bağlı hayatın vazgeçilmezi olduğunun, ölümünde bunlardan sonra hesap ile hesaba çekileceğinin kanıtı olduğunun sonucuna göre yaşayan ve mutluluğu, mutsuz olanların elinde tutarak gülümsemesine yardım ederek ona yoldaş olandır.

Hayatın devam eden sürecin sonunda ölüm ile sona ereceğinin farkı ile insanların, hakkına malına namusuna leke sürmeden yaşayan ve leke sürenlerin zulüm edenlerin dersini verendir. Günümüzde böylesi Müslüman kalmadı ise de veya varda biz görmüyor bilmiyor olabiliriz. Böylesi olaylar karşısında, karşı çıkan yok ise suçu bizdedir yüce dinimizde değildir.Alemlerin Rabbi yüce Allah c.c. İslamı hayatın böylesi tecavüzlerine karşı kulu, İslam kalkanı ile güçlü mekanizmalar ile donatmış veya donanması gerektiğini söyleyerek, kul hakkına yaşamına hayatının her alanına tecavüz edenlere gereken dersi vermesi gerektiğini,söyleyen yüce dindir.

Yapay düşünce ve yapay yaşam ile yaşayanlar, yüce dine iman etmeden yaşayanlar için bunların hiç birinin farkına varmayan ve onları ilgilendirmeyen konularmış gibi, duyarsız ve hissiz yaşayanları da uyarmak ve yapay olanı değil, doğal olan yaşamı doğruyu güzeli yaşamalarını da isteyen kuldur. Sanki hiç bir şeyden mesul değilmiş gibi, değersiz bir mal gibi yaşamaya geldiğini sanan ve aptal bir varlıkmış gibi bir durum sergileyen, dinden imandan haberi olmayan zavallılara, zavallı olduklarını hatırlan rast gele körü körüne, hayatı yaşamamaları konusunda uyaran bu durumdan kurtulmaları gerektiğini bununda, Din ile iman etmeleri gerektiğini hatırlatan ve gerisine karışmayan bir kuldur. Hayatın insanlara gülümsemesi gibi, gülümsemesini herkesin mutlu olmasını ister Müslüman.

Müslüman umudun tepesine çıkıp oradan hiç aşağıya inmeyen, umutsuzluk batağında yüzmeyendir. Çünkü Yüce Allah(c.c.)umut kesilmez ve kesilmesi de çok büyük günahtır bilir. Müslüman herkese umut aşılar, hayatını merhametin sükûnetinde gezmesine izin veren, herkesinde bunu yaşaması gerektiği için çalışan kuldur Müslüman. Hayatın her alanında merhamet ile dokunarak güzelleştiren, Allah’a kul olan Müslüman olmak ne güzeldir, günümüzde nefis dünya malı makam mevki peşinde koştuğumuzda böylesi özellikleri taşıyan kul ve Müslüman olmamasının sebebi bizleriz, suçlusu da biziz bunun hesabını verecek olanda biziz. Selam ve dua ile./ Mehmet Aluç

“Âhiret inancı olan kimse¸ âhiret hayatında¸ bu dünyada işlediği işlerin karşılığını göreceğine inanır. Bu sebepten¸ işlerini Allah’ın emirleri çerçevesinde yapar. Daima O’nun rızasını kazanmaya çalışır. Ne hem cinslerine ne de yaratılmışlara fenâlık yapar. Bu dünyada başına gelen felaketlere sabreder.”

Bilindiği gibi dinimizin iman esaslarından birisi de âhiret gününe inanmaktır. Yaratılan her şeyin bir ömrü olduğu gibi¸ bu dünyanın da bir ömrü vardır. Yüce Rabbimiz dilediği kadar onun varlığını sürdürecektir. Bu âlem ve üzerindeki bütün varlıklar belirli bir zaman için yaratılmıştır. Bir gün gelecek ne bu âlemden ve ne de üzerindeki yaratılmışlardan bir eser kalacak. Kâinattaki bu mükemmel nizam bozulacaktır. Daha sonra âhiret denilen âlem başlayacaktır. Âhiret inancı¸ hak dinlerin hepsinde de mevcut olan ve bütün peygamberler tarafından teyid edilmiş bir esastır. Bu inanç¸ Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın varlığının ve birliğinin bir tamamlayıcısı olarak yer almıştır. Yaşadığımız bu dünyada¸ her zaman Allah’ın ve Peygamberlerin emirlerine uyulmadığından¸ haklı ile haksız doğru ile yanlış birbirine karışabilmektedir. Bu dünyada yapılan bazı iyilikler karşılıksız kalabildiği gibi¸ bazı suçlar da cezasız kalabilmektedir. Bu durumda akl-ı selîm sahibi bir insan¸ haklı ile haksızın¸ doğru ile bâtılın ayırt edildiği; iyiliğe karşı mükâfat¸ kötülüğe karşı cezanın verildiği bir günün varlığını zarûrî bulmaktadır. İnsan¸ kendine zulmedenin bir gün cezasını bulacağına inanmazsa bu dünyanın acılarına dayanabilir mi? Çektiği acıların bir gün dineceğini¸ mutlu bir hayata kavuşacağını bilmese¸ hayat mücadelesinde başarılı olabilir mi? Böyle bir inanç olmazsa¸ insan boş yere yaşamış¸ boş yere çalışıp¸ didinmiş olmaz mıydı? Herkesin bu dünyada yaptığı da yanına kâr kalmış olurdu.

Kur’an terminolojisinde bazen “âhiret yurdu” anlamında “ed-dâru’l-âhira” şeklinde geçen âhiret kelimesi¸ Kur’an’da hem âhiret yurdu için hem de âhiret hayatı için kullanılır. Yani¸ gerek insanın ölüm ötesine sarkan varoluşunun zamanı ve mekânı¸ gerekse ölüm ötesine ait inancı ifade için “âhiret” kelimesi kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim¸ âhireti -gelecekteki ebedî hayatı- anlatırken başka kelimeler de kullanmıştır. Bunlar; “el-yevm”¸ “es-sâ’a”¸ “el-hâkka” “el-kâria”¸ “el-vâkıa” gibi kelimelerdir. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in âhiret konusunu işlerken kullandığı üslûpta dikkatleri çekici bir yön bulunmaktadır. Yani olayları âdetâ insanın gözünün önünde cereyan ediyormuşçasına anlatmaktadır.

Nitekim Yüce Allah; “Yoksa sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? [Muminun 115] buyurarak insanın bir hiç uğruna veya boşu boşuna yaratılmadığını açıklamaktadır. Şüphesiz¸ âhiret inancı¸ insanlar için en büyük mutluluk kaynağıdır. Bu mutluluk sadece âhirette değil¸ insanın dünyada da huzur kaynağı olur.

Âhiret âlemine inanmayan kimse için ölüm kesin bir sondur. Onun anlayışına göre hayat¸ dünyadaki 50-60 senelik kısa bir ömürden ibarettir. Hâlbuki akl-ı selîm sahibi insan mutluluğu¸ bugün var yarın yok olmakta değil¸ ebedî olarak yaşamakta görür. Bu bakımdan âhiret inancı olmayan kimse¸ bu dünyada ne kadar rahat içerisinde yaşarsa yaşasın¸ bir gün ölüp yok olma korkusundan bir türlü kurtulamaz. Bu korku onu devamlı rahatsız eder. Bazen intiharın¸ onlar için bir kurtuluş olduğu zannına kapılırlar. Âhiret inancı olan kimse¸ âhiret hayatında¸ bu dünyada işlediği işlerin karşılığını göreceğine inanır. Bu sebepten¸ işlerini Allah’ın emirleri çerçevesinde yapar. Daima O’nun rızasını kazanmaya çalışır. Ne hem cinslerine ne de yaratılmışlara fenâlık yapar. Bu dünyada başına gelen felaketlere sabreder. Böylece âhirete inanan ve orada mutluluğa ermeye çalışan kişinin bu inancı¸ dünya hayatına da tesir ederek¸ onun dünyada da iyi ve meşrû yollarda yürüyen bir insan olmasını temin eder. Âhirete inanan kimse bir taraftan Allah için ibadet ve tâatını yerine getirirken¸ diğer taraftan da Rabbinin rızasını kazanmak için¸ O’nun gösterdiği yolda aşk ve şevkle çalışarak hem kendine ve hem de insanlara daha faydalı olur.

Âhiret inancı¸ en iyi bir oto kontrol sistemi (kendi kendini denetleme) olarak kabul edilebilir. Bu inanca sahip olan kimse kanun ve polis korkusundan uzak olan yerlerde dahi kötü söz ve davranışlarda bulunmaz. Daima insanlara yardım ve hayra koşmayı prensip edinir. Çünkü kendisinin bir başıboşluk içinde olmadığını¸ kontrol edildiğini bilmektedir. Bu inanca sahip olan kimse¸ bu dünyada zulüm ve haksızlıklar karşısında kalabilir. Böyle bir durumda¸ mücadele gücünü kaybetmeden çalışmasına devam eder¸ sabretmesini bilir. Yine şuna emindir ki¸ ebedî ve sonsuz hayatta mutlaka hakkını alacaktır. Kısaca bu inanç¸ kişiye moral ve irade gücü verir. Böyle bir inanç¸ insanı her türlü israftan alıkoyar. Çünkü o kimse¸ hesap gününde¸ kendisine verilen bütün nimetlerin hesabını vermenin güçlüğünü idrak ederek¸ ömrünü¸ sıhhatini¸ zamanını¸ gençliğini iyi bir şekilde değerlendirmeye çalışır. Âhirete inanan kimse ölüm gerçeğini düşünmekten ve hatırlamaktan da korkmaz. Aksine ölümü sık sık hatırlamak suretiyle bencil duygularını ve ihtiraslarını dizginler.

Âhiret inancı olan kişi bu dünyada yaptıklarının teker teker kaydedildiğini ve âhirette o kayıt defterinin önüne konulacağını ve bu dünyada yaptıklarından dolayı hesaba çekileceğini bildiğinden dolayı asla hiçbir kimseye kötülük yapamaz. Yaptığı işlerde ve söylediği sözlerde kontrollü olur. Allah’ın emrine aykırı davranışlarda bulunmaktan ve kötü söz konuşmaktan kendini uzak tutar.

Netice olarak diyebiliriz ki¸ âhiret inancı hak dinlerin hepsinde de mevcut olan ve bütün peygamberler tarafından teyid edilmiş bir iman esasıdır. Bu inanç Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın varlığının ve birliğinin bir tamamlayıcısı olarak yer almıştır. Âhiret inancı¸ insanlar için en büyük mutluluk kaynağıdır. Bu inanç¸ insanın sadece âhirette değil¸ dünyada da huzur kaynağı olur. Âhiret inancı olan kimse¸ âhiret hayatında¸ bu dünyada yaptığı işlerin karşılığını göreceğine inanır. Bu sebepten işlerini Allah’ın emirleri çerçevesinde yapar. Daima ve her yaptığı işte Allah’ın rızasını kazanmayı düşünür. Bu da insanın hem dünyada hem de âhirette saadete ermesine vesile olur.

Mehmet Soysaldı

Her şeyi yaratan yüce yaratıcı, bütün varlıkları yarattıktan sonra, yeryüzünde imtihan olan insanları kendi hallerine terk etmemiş, başıboş bırakmamıştır.

Yüce yaratıcı, yeryüzünde insanı yaratmaya karar verdiğinde (15/28), öncelikle insanın yaşayabileceği ortamı yaratmış, daha sonra yaşayacağı ortamın koşullarına göre insan, yeryüzünde yeryüzünün toprağından yaratılmış ve yeryüzüne (2/38) dağıtılmıştır. İnsana nasıl yaşaması gerektiği, içinde bulunduğu çevreye nasıl uyum sağlayacağı, yaşadığı ortamda kendisi için neyin faydalı neyin zararlı olduğu, birlikte yaşarken paylaşmanın, hayatı ne kadar kolaylaştıracağı ve insani ilişkilerin hangi düzeyde olması gerektiği insana öğretilmiştir. Bunun yanı sıra insanla beraber tüm canlı varlıklar da fıtri olarak, insanın hayatını kolaylaştırması için Rableri tarafından eğitilmiş ve insanın kullanımına, hizmetine (16/5-8, 43/11-13) sunulmuştur. Sonuçta yeryüzünde denenen insan için her türlü nimet ve imkân hazır hale (31/20) getirilmiş, bu nimetlerin ve imkânların nasıl kullanılacağı, Allah’ın insanların içinden seçtiği rehber elçiler aracılığıyla uygulamalı olarak gösterilmiş ve elçilere verilen bilgiler, yazılı kitaplar halinde insanların öğrenmesi için okuyup müracaat edebileceği sağlam belgeler haline getirilmiştir. İşte Rabbimiz Allah, bu belgelere HÜDA/HÜDEN (doğru yolu gösteren, doğruya ulaştıran/ileten rehber) “Hüden lil muttakîn/hüden linnâs = (Allah’dan) Korunanları/insanları en doğru yola ulaştıran belge” (Bakara suresi 2) ismini veriyor.

Kur’an’da en çok kullanılan örneklerden biri olan Şura suresi 52’inci ayetini verelim; “Böylece biz sana kendi emrimizle bir kitap (ruh) vahyettik. Sen bundan önce ne kitap bilirdin ne de iman bilirdin. Böylece sana indirdiğimiz kitabı yol gösterici bir ışık yaptık. Biz o kitapla kullarımızdan dilediklerimizi doğru yola iletiriz. Sen de insanları o Kitab’ın sana öğrettiği dosdoğru yoluna iletirsin.” Rabbimiz görevlendirmeden önce, elçisi Muhammed (a.s)’ın din, iman ve kitap bilmeyen bir insan olarak, vahiyle en doğru bir şekilde bilgilendirilip, şüphe ve tereddütten uzak bir imana ulaşmasından sonra en yakınlarından başlayarak Allah’a davet etmiştir. İnsanların geçmiş ve geleceğin kirlenmiş bilgileriyle karartılmış insanların, geleceklerini aydınlatan en doğru Allah ve yeterli gelecek bilgisi vahiyle donatılmış olan bir elçi, yalnızca öğrendiklerini insanlara bildirmiş ama muhatabı insanları ikna etme gibi bir görevle gönderilmediğini peygambere hatırlatmıştır. Zaman zaman insanları Allah’ın dinine davet etmede hata yapmış “O’nun temizlenmesi senin üzerine değildir”(80/7) ve “Bizim sana vahyetmediğimizi söylemen için neredeyse yanıltacaklardı.”(17/73) ve “Sen sevdiğini doğru olana ulaştıramazsın”(28/56) ve “Sen onlar üzerine zor kullanıcı değilsin.”(88/22) Rabbimiz vahiy yoluyla ikaz ederek hatalarını düzeltmiştir. Şura 52’inci ayette, eğer insanlara imanı kabullenmeleri için zor kullanılması gerekiyorsa bunun yalnızca Allah’a ait bir hak olduğu elçisine öğretiliyor: “De ki hak (doğular ve gerçekler) yalnızca Rabbindendir. Dileyen iman etsin, dileyen de inkâr etsin.”(18/29)

Kur’an’a tabi olmayan toplumlar, yaşamlarıyla ilgili kuralları ve hükümleri kendileri belirlerler. Bunu yaparken de, bulundukları şartlar gereği, toplumun önceden beri uygulanmış gelenekleri de göz önünde bulundurulur. İktidar gücünü elinde bulunduran elit tabakalar, kanun ve hüküm haline getirdikleri çıkarlarını, toplumlara istedikleri ve işlerine geldiği gibi dayatırlar. Tabii ki (!) şartlar değiştiğinde kurallar ve hükümler de hemen değiştirilecektir. İnsanların tercih ettiği yaşam biçimine Arapça’da millet (içtihatlar) deniyor. Kur’an-ı Kerim’de geçen “Millet” kelimesinin tercümelerde “din” diye tercüme edilmesi doğru değildir. Nisa suresi 125’inci ayette “Yaptığı her şeyi Allah rızası için yaparak, Allah’ın emirlerine teslim olandan ve Allah’ın halil (Allah’a kullukta en yakın, en önde olan) edindiği, Allah’a kullukta en üst zirveye çıkmış (hanif) İbrahim’in öğretilerine uyandan daha güzel yaşam biçimi (dini) olan kimdir.” Dikkat edilirse “ve men ehsenü dinen mimmen esleme veçhehu lillahi vettebea milleti İbrahime hanifen = Kim yüzünü din olarak Allah’a teslim ederse” cümlesinde Rabbimiz “Yüzün Allah’a teslim edilmesini”, Allah’a inanan kişinin “kurallarını Allah’ın koyduğu hükümleri kabul edip yerine getirmeye” ‘DİN’, adına da ‘Dinül İslam’ ismini veriyor. Ayetteki “Millete İbrahim” kavramını İbrahim (a.s)’ın Allah’ın koyduğu emir, yasak, kurallar ve hükümlerin dışında, kendisine (insana) bırakılan alanlardaki söylem, uygulama ve mücadele yöntemlerinin (içtihatlarının) tümüne “MİLLETE İBRAHİM” diyor.

Genel olarak insanlar, yaşadıkları hayatta başarılı olabilmeleri için kendilerini destekleyen, arkalarında olduğunu hissedecekleri, manevi bir güç ve inançlı destekçilerle mümkün olacağına inanırlar. İhtiyaçları olduğunda onları yardıma çağırır, karşılığında bu kutsallar, toplantılarla, törenlerle anılarak bağlılıkları tekrarlanır. Toplumların da bu kutsalları kabullenip, saygı göstermeleri istenir. Hâlbuki bu kutsallar, kendilerini çağıranlar gibi zavallı ve yardıma muhtaçtır. Zira onlar da yaratılmış aciz kullar. Allah, insanların edindikleri sahte ilahları, vahy ettiği kitabında insanlara tanıtıyor, yalnızca tek otorite ihtiyaçları olduğunda yardım edebilecek gücün kendisi olduğunun unutulmaması gerektiğini hatırlatıyor. Her şeye gücü yeten Allah, insanların her türlü ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, uymaları gereken dosdoğru bir yol belirlemiş, Allah’ın belirlediği doğru yola karşı çıkanlar (şeytanlar), insanları belirledikleri batıl yollarına çağırdıklarında, Allah’a inananların, Allah’ın yoluna teslim olup, doğru yoldan vazgeçmemeleri isteniyor. “De ki, ‘Bize ne bir faydası ve ne de bir zararı olmayanları mı (zor durumlarımızda) çağıracağız? Allah bize doğru yolu göstermişken, kendilerini en doğru yol olan Allah’ın yoluna ‘Bize gelin’ diye çağıran arkadaşlarını bırakıp da, yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşan, şeytanların kendilerine çağırdığı kimse gibi, ökçelerimizin üzerinden, gerisin geriye mi dönelim?’ De ki, ‘Allah’ın gösterdiği yol, en doğruya ileten yoldur. Biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk.”(6 Enam 71)

Her şeyi yaratan yüce yaratıcı, bütün varlıkları yarattıktan sonra, yeryüzünde imtihan olan insanları kendi hallerine terk etmemiş, başıboş bırakmamıştır. Yaşadıkları hayatta onlar için neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu bildirmiş, uyulması gereken en doğru yolu, insanın yararına belirlemiş, sonra insanlara, yapıp yapmadıklarından hesaba çekilecekleri ve hak ettiklerinin verilmesinin de, yalnızca kendisine ait olduğunu, o hesap gününde hiçbir kimsenin verdiği hükme müdahil olamayacağını bildirmiştir. “Doğruyu göstermek bize aittir. Elbetteki hesap yurdu ahiretin de, dünyanın da sahibi biziz.”(92 Leyl 12) Allah, insanlar için belirlenmiş ve kolaylaştırılmış öğretiyi, kabul edip etmemekte insanı serbest bırakmış ve yoluna uyması için zor kullanmamış, isterse kabul edip vahyin rehberliğinde hayatını tanzim eder, Rabbinin razılığını kazanır veya vahyi reddederek başka yollarla hayatını devam ettirir. Hiçbir kimse de o kişiyi Allah’ın doğru yoluna getiremez ve buna da gücü yetmez. “İşte bu Allah’ın gösterdiği en doğru yol. Allah o yolla, kullarından dileyenleri doğru yola iletir. Allah kimi sapıklık içinde bırakırsa, artık o kimseyi doğru yola iletecek kimse yoktur.”(39 Zümer 23) Sapkınlığı kendisi tercih ettiği halde, kendisi halini değiştirip, doğru yola dönmeyi tercih ederse, Allah da ona yardım edeceğini, anlayışını ve gayretini artırarak doğru yola ulaşmasını sağlayacağını müjdeleniyor. “Uğrumuzda mücadele ve gayret edenleri, biz yollarımıza ulaşmalarını sağlarız.”(29 Ankebut 69)

Allah’ın yardımıyla doğru yola ulaşmış insanların, aynı çizgi ve imanda hayatlarını idame ettirmeleri, Rablerinin belirlediği doğru yola ileten kitap, Kur’an ile mümkün olacaktır. İnanan insan sık sık elindeki o rehberle, inancını ve yaptıklarını kontrol etmelidir. Yaşadığımız çağda insanları, temsil ettikleri yanlışları hak ve doğrularla harmanlayıp, inananları Allah’ın yolundan saptırmak isteyen şeytanlar sürekli virüsler üretip, iletişim vasıtaları ile inananlara enjekte ediyorlar. Rabbimiz aşağıdaki ayette bunu hatırlatıyor. İnanmış ve teslim olmuş insanın, ilanihaye bulunduğu hal üzere kalması, onun Kur’an ile ilişkisini kesmemesine bağlıyor. “Eğer şirk koşarsa” ifadesi bütün insanlar için geçerli. Bu söze ilk muhatap, vahyin kendisine indirildiği Elçi Muhammed (a.s)’dır. “Sana ve senden öncekilere ‘Eğer Allah’a ortak koşarsan, bütün yaptıkların boşa gider’ diye vahy olundu.” (39 Zümer 65) Yapılan, işlenen salih ameller insanı korumaz. Nitekim vahyin kontrolünde olmayan bir iman, zamanla kabul edilen yanlışlıklarla, şirk batağına sahibini düşürebilir. Bu da, Rabbimizin asla bağışlamadığı bir hata. O zaman da, insanın güvendiği namaz abdest, hac, hayır hasenat tamamı, bunları yapana fayda vermeyen ameller haline gelir. İnsanı koruyan, yaşamı boyunca vahyin belirlediği iman ve bilinçle yapılan amellerdir. 

Rabbimiz Allah dileseydi insanları tek düze yaratır (tek ümmet), yaratılanlar da yaratanın yüklediği programın dışına çıkmazlardı. Rabbimiz, kitabın içinde dilediği zaman, tüm insanları tek ümmet yapabilecek güçte olduğunu bildiriyor. Ama bunu yapmamasının sebebini de, insanın denendiği, kendisine gösterilen doğruları ve yanlışları yalnızca yine kendisi seçerek, hangi tarafta (inananlar veya inkâr edenler) olduğunu belirlemesi sonucunda, hesap günü karşılaşacağı sonucun, adil bir şekilde her şeyin hükmünü veren Rabbimiz tarafından belirlenecek olması diye bildiriyor. İnsan tek renk, tek dil, tek millet (inanç), tek ırk yaratılmadığı gibi, yaratılışında genel olarak insana yüklenen zafiyetler de her insanda farklı farklı biçimlerde ortaya çıkabilmektedir. Kimi itaatkâr, kimi isyankâr, kimi şehvetine düşkün, kimi meşru yolların dışında şehvetini yatıştırıyor. Kimi mala düşkün, kimi sahip olduğunu paylaşabiliyor, kimi gayri meşru kazanç peşinde, kimi ihtiyaçsız olduğunu düşünerek bir başkasına hiç tenezzül etmeyi aklından geçirmiyor vs… Bu tür misaller çoğaltılabilir. Yaşadığımız çevremizde bu tip insanları görüyor ve onlarla beraber bu hayatı paylaşıyoruz. 

Yanlışlarımızı, eksiklerimizi Allah’ın bize gösterdiği doğru yola ileten kitabı ile düzeltmiyor, doğrularımızı bu kitapla sürekli kontrol etmiyorsak işimiz zor, geleceğimiz karanlık olabilir. “İşte bu Allah’ın gösterdiği en doğru yol. Allah kullarından dileyenleri onunla doğru yola iletir. Eğer o kullar Allah’a şirk koşarsa, yaptıkları her şey boşa gider.”(6 Enam 88) “Allah elçisini, doğru yolu gösteren bir kitapla ve diğer bütün dinleri ortadan kaldırsın diye, gerçek doğruları ihtiva eden bir dinle gönderdi. Allah böyle olduğuna şahittir.”(48 Fetih 28, 61 Saf 9) “Bilmiyorum, gücüm yetmiyor, anlamadım” gibi mazeret, bahane yolları kesinlikle insan için kapalı, insana kaçacak yer bırakılmamış. Ya Kur’an’ın yoluna uyacaksın ya uyacaksın. Eğer insan gelecekten bir şey bekliyorsa, çağrıya uymaktan başka çaresi yok. “Bundan sonra size benden, doğru yolu gösteren bir kitap geldiğinde, kim benim gönderdiğim o kitaba uyarsa, asla doğru yoldan sapmaz ve azgınlık da yapmaz.”(20 Taha 123) Aynı şekilde bir başka surede “Bundan sonra size benden, doğru yolu gösteren bir kitap geldiğinde, kim benim gönderdiğim doğru yoluma uyarsa. Onun için ne korku, ne üzüntü ve ne de sıkıntı vardır.”(2 Bakara 38)

Rabbimiz, insana doğru yolu gösterdikten sonra, insana en büyük düşman olan ve Rabbimizin doğru yollarından insanı saptıracağının iznini alan, huzurdan koğulmuş isyankâr iblis ve onun yolunu takip eden, doğruya karşı çıkan, doğrulardan insanları saptıran şeytanları da tanıtmış, uyguladıkları yöntemleri insana bildirmiştir. Yeryüzünde her türlü ihtiyaçlarının karşılandığı bir mekân(cennet)’a yerleştirilen âdem ve eşine Rableri “Şu ağaca yaklaşmayın” demesine rağmen, aldatıcı güç şeytan “Sonra Âdeme şeytan vesvese verdi ve ona ‘Ey Âdem! Sana ölümsüzlük ağacının hangisi olduğunu ve bitmez tükenmez bir mülkün kaynağını göstereyim mi?’ dedi.”(20 Taha 120) diyerek insanın en zayıf yerlerinden yaklaşıp yoldan çıkarmıştı. Aynı yöntemi devam ettiren şeytanlar, Allah’ın en doğru yola ileten kitabını tahrif etmeye güçleri yetmeyince, insanları doğruluk rehberinden uzaklaştırma yollarını uygulamaya koymuşlardır. “Bak kardeşim, hepimizin amacı, hedefi Allah’a kul olmak, O’nun rızasını kazanmak değil mi? Şimdi sen bu Kur’an’ı kendin anlamaya kalkışırsan, Allah korusun, hata yaparsın, yanlış anlarsın, o zamanda küfre girer müşrik olursun ve cehennemde çatır çatır yanarsın. Gel, sen de bizim gibi bir mürşide tabi ol, eline eteğine yapış, o seni cennete götürsün. Sen bizim dediğimizden çıkma, bizlerde gördüğün Kur’an’a aykırı davranışlardan, örneğin mürşidini içki içerken veya bir kadının üzerinde görsen de, bunları hayra yor ve bunda bir hikmet var diye düşün. Asla mürşidin hakkında şüpheye düşme, yoldan çıkarsın, bizim yolumuz hak yoludur. Bizden başka da tarikatlar var ve onlar da hak tarikatlar, ancak en doğrusu bizim tarikatın yolu” diyerek insanları kendilerine bağlamaya çalışıyorlar. Bunlardan sonra onların söyledikleri gibi olmadığını bildiren Kur’an’a kulak verelim. Enam suresi 153: “İşte bu benim belirlediğim dosdoğru yolum. O halde bu yoluma uyun, başka yollara uymayın. Eğer başka yollara uyarsanız, sizi Allah’ın yolundan saptırırlar. Böylece Allah size tavsiyede bulunuyor ki, Allah’dan korunasınız.” Seçim insanın kendisine bırakılıyor. Ya Allah’ın yolu, ya da diğer yollar.

Sonuçta insanlığın ve şeytanın bu mücadelesi, kıyamete kadar devam edecek. Bu mücadelede kimi insanlar kazanacak, kimi insanlar da kaybedecek. Sonucu, yani kazanıp kaybedenleri, hesap gününün sahibi olan Allah, adil bir şekilde belirleyecek. Kaybedenlere “Yaşadığınız hayatta, size Rabbinizin ayetlerini okuyup, şu gününüzü hatırlatan elçiler gelmedi mi?” sorusuna cevabı yine kaybedenler “Evet geldi” (39 Zümer 71) diyerek cevap verecekler. Bir de kazananların söylemleri daha çarpıcı “Allah’ın doğru yolu gösteren kitabı (hüdası) olmasaydı, biz doğru yolu asla bulamazdık” (7 Araf 43) derlerken, kazanmalarının, yani cennete girmelerinin sebebini açık ve net bir şekilde söyleyerek, henüz imtihanını tamamlamamış yaşayan bizler için, kesinlikle ve alternatifsiz olarak, kurtuluş yolunun adresi olarak, Kur’an’ı göstermektedirler. O gün kaçış yok, mazeret yok, hatanın telafisi yok. Gelecekte yaşayacağımız o hesap günündeki, bu trajik anlatımlar, şu anda yaşayan, nefes alan ve Kur’an’ı okuyan insanlar olarak, doğru yolu gösteren kitap ile kendilerini düzeltsinler diye anlatılıyor. Ölüm gelip çattığında artık insan, geri dönüşü olmayan bir yola girmiş olacak. Ne mutlu Allah’ın hüdası (Kur’an) ile kendisine çeki düzen verip kurtaranlara, selam olsun onlara.

İlyas Yorulmaz

Kulun Allah ile ilişkisi zikir ve gaflet arasında gidip gelen bir çizgidedir.

Gaflet unutmak, zikir ise unutmamak; yâni hatırda tutmak demektir. İnsandan istenen ve beklenen Allah’ı ve O’na olan andını hatırlaması, hattâ hiç unutmamasıdır. Ancak insanın fıtratında bulunan nisyân/unutma ve sehv, gaflete zemin hazırlamakta ve zaman zaman onu hem Rabb’ından, hem de O’na verdiği sözden uzaklaştırmaktadır. Gafletin insânî bir sıfat olmakla birlikte irâdî bir unutma anlamı taşıdığı açıktır. Ayrıca gaflet kelimesinde habersiz olma anlamı da vardır. Nitekim geçmiş milletlerin haberlerini anlatan âyetlerin sonundaki: “Gerçek şu ki sen bundan önce, bu anlatılanlardan gâfildin” Yûsuf, 12/3. 2 ifâdesi “bunlardan habersizdin” demektir. Yoksa Peygamberimiz’i gafletle itham değildir.

Unutmanın gayr-i irâdî olanı nisyân, irâdî olanı ise gaflettir. Nisyânın ileri derecesinde bulunanları şöyle bir tehlike beklemektedir: Allah ile olan bağlarını kopararak, Allah’ın kendilerine, kendilerini unutturduğu bir duruma düşmek. Bu yüzden nisyândan kurtulmak için ilâhî zikre sıkı sarılmak gerekmektedir. Nitekim Allah Teâlâ: “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir”el-Haşr, 59/19 buyurur.

Gaflet dünyâ ve âhiret için gerekli ve önemli olan bir şeyin değerini kavrayamama, dikkatsizlik ve dalgınlık sebebiyle yanılıp ihmâle düşme anlamına da gelmektedir. Önemli olan bir şeyin, nefsin etkisiyle yeterince idrâk edilememesi, insanı kulluk hayâtında yanılgılara iter. Nisyân gafleti, gaflet isyân ve mâsiyeti doğurur. Hepsinin ilâcı ise zikirdir. Zikir ehli olanlar hem bilgiyle iyiyi kötüden ayırt eder, hem de kaygıyla iyi ve güzel olanın peşine düşerek âhiretini kurtaracak amellere sarılır.

Gaflet Hak’tan habersizlik, kendini tanımama ve âlemi Hakk’ın tecellî aynası olarak görememe aymazlığıdır. Dünyâya dalıp âleme nazar ile tefekkür özelliğini kullanamamaktır. Âlemdeki incelikleri ve hikmetli özellikleri görememektir. Enfüs/öze ve âfâka/dışa ibret nazarıyla bakamamaktır. İnsanın gözündeki gaflet, gönül gözüne büyük bir perdedir. Bu sebeple insan aradığının farkında olmadığı gibi bulduğunun farkında da olamamaktadır. Çünkü aradığını bilmeyen bulduğunun farkında olmaz.

Gaflet nefsânî kusûrlardan ve cismânî talep tuzaklarından biridir. Emeli büyük, ama ameli eksik olanlar ecelin yakın olduğundan gaflettedir. Oysa kurtuluşa ermenin yolu tasavvufî telâkkîye göre emeli ihmâl ve amele sarılmaktan geçer. Emeli ihmâl ancak ecel kaygısıyla amellere sarılmakla bir anlam ifâde eder ve insanda yüksek bir Allah ile birliktelik; yâni zikir bilinci oluşturur

İnsan nefsi sürekli râhatlık ister. Neşe ve sevinç peşinde koşar. Bu onun gafletinin ürünüdür. Perdeli olan nefs, bu fânî hayâtı ebedî gibi görmeye, keyfince yaşamaya ve bu dünyâdan kâm almaya çalışır. “Dur!” denilmediği zaman bu duygular sürekli birbirini besleyerek gelişir. Nefsin gafletinin esîri olan bu duygulardan kurtulmanın yolu, ilâhî emirleri tutmaktır. Bu konuda kusûrlu olduğunu bilmektir. İlâhî yasakları irtikâb ettiğinin farkına varmaktır.

Unutan insanın aklını başına devşirip Rabb’ını ve O’nunla olan andını hatırlaması gerekir. Ancak gaflet hastalığına dûçâr olmuş ve Allah’ın kalblerini kendisini anmaktan gâfil kıldığı insanların kulluğa yönelmesi oldukça zordur. Bu yüzden Allah Teâlâ bu tür insanların ardınca gidilmemesini şu âyet-i kerîmede sarâhatle ifâde buyurmaktadır: “Sabah akşam Rablerine, O’nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebat et. Dünyâ hayâtının süsünü umarak gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizim zikrimizden gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” el-Kehf, 18/28

Gaflet perdesinin tamamıyla yok olması mümkün olmadığı gibi şart da değildir. Çünkü insanın bâzen unutması ve gafleti, rahmet eseridir. Eğer Allah Teâlâ sıddîk kullarının kalbine Hakk’ı tanıdıkları kadar korku verseydi, insanların bu duygularıyla hayâtlarını sürdürmeleri mümkün olmazdı. Sürekli olarak Hakk’ın cemâl ve celâl tecellîlerini temâşâ etmeye güç yetiremeyen âşık ve sıddîklerin bâzen gaflete de ihtiyâçları olur. Hattâ bâzı sûfîlere göre insana hiç gaflet ârız olmasa sıddîkler, Allah zikrinin verdiği hazdan telef olurlardı. Allah gafletle ölümü unutturmasaydı insanlar, dünyâyı îmâra yönelmezlerdi. Bu yüzden gaflet ve unutmanın bu türü, bir bakıma rahmettir.

Gaflet ve unutmanın felâket olan türü kişiyi kulluktan alıkoyar. Mücâdele edilmesi gereken ve insanı sıkıntıya sokan gafletin bu türüdür. Bu tür gaflet insanın gönül dünyâsını yaralayarak ibâdetlerden haz almasını da engeller. Şarapla sarhoş olan nasıl namazdan alıkonulursa, gafletle sarhoş olanlar da Allah’a vuslattan perdelenirler. 

Gaflet konusunda inanan gönüllere en yüksek mesajı veren ölüm ve ölülerdir. Aslında ölen kişi sessiz ve kelimesiz feryâd u figân içinde geride kalanlara, cenâze teşyîine katılanlara âdetâ şöyle seslenmektir: “Elinizde imkân varken söyleyin. Dudaklarınızı ölü gibi kapamayın, zikir için açın. Biz vaktimizi gafletle geçirdik. Bâri siz, geri kalan birkaç nefesi fırsat bilip değerlendirin. Biz malın yararını düşünüp gafletle yaşadık. Ömür sermayesini cehâletle tükettik. Siz siz olun, böyle bir yanlış yapmayın.”

İnsanlar yakınlarının ölümünün ardından bu mesajları çok iyi anlar ve algılarlar. Hattâ kendi içlerinde yeni kararlar verir, hedefler belirlerler. Ama çok geçmeden unutulur bu bütün düşünülenler. Her şey yine her zamanki gibi gafletin kurbanı olur. Tevbe bozulur, kendi kendine verilen sözler unutulur. Hayât böyle sürüp giderken bir gün ansızın Azrâil dayanır kapıya. Randevu vakti gelmiştir. Geri bırakılması ya da değiştirilmesi mümkün olmayan bir randevudur bu. Bu randevuyu yüz akıyla karşılayabilmek gaflet perdesini ne kadar yırtabildiğimize bağlıdır. Gafletin tuzağına düşen ansızın gelen ölümle sarsılacak, ama sonuç değişmeyecektir. Bu yüzden günlük hayâtımızda zikre ayrı bir anlam ve önem vererek zâkirlerden olmaya bakmalı, gâfillerden olmaktan Allah’a sığınmalıdır.

Gafletten kurtuluşun yolu Hakk’a sığınmaktan geçmektedir. Allah Rasûlü: “Allahım, göz açıp kapayıncaya kadar, hattâ ondan kısa bir süre beni bana/nefsime bırakma” diyerek nefsin ve gafletin girdabına düşmekten Allah’a sığınmıştı. Biz de O’na sığınıyoruz.

Rabbini, içinden, yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an, gafillerden olma! Araf 205

Prof. Dr. Hasan Kâmil YILMAZ

İhlâs, her türlü şirk, bâtıl inanç ve kötü duygudan uzak durmak, kullukta riyâdan, beşerî ilişkilerde menfaat hesaplarından sakınmaktır. Özet ifâdesiyle ihlâs, Allah’a yönelişte sâdece Hakk’ı ve rızâsını gözetmek, araya halkı sokmamaktır.

Amel ve davranışlarda duygu ve düşüncelere değer kazandıran ihlâstır. Amel ve ibâdetlerde ihlâs, bedene göre ruh mesâbesindedir. Bu dünyâda insan, ruh ve beden bir arada olduğunda bir anlam ifâde eder. Ruhsuz bedenin, bedensiz rûhun anlamı yoktur. Amel ve ibâdetler de aynen onun gibi ihlâsla değer kazanır. Çünkü ihlâssız bir amelin anlamı olmadığı gibi, amelsiz bir ihlâsın da değeri yoktur.
İhlâs kolayına ulaşılabilecek bir seviye değildir. Hatta insanın kendisini ihlâslı sanması, ihlâs eksikliğinin alâmeti sayılır. Tasavvufî telakkîde sıdk ve ihlâs arasındaki sıkı ilişkiye dikkat çekilmiş, ihlâs niyetteki sıdk ve sadâkat olarak görülmüştür. Bu yüzden sâdık ve muhlis aynı kapıya çıkan iki kavram olarak değerlendirilmiştir.

İnsanoğlunun ihlâsa erme mücâdelesinde dört büyük düşmandan bahsedilir. Bunlar dünyâ, şeytan, nefs ve hevâdır. Bu dörtlü engel insanda ihlâsın zıddı olan riyâyı tetikler. Bu yüzden ihlâsa erebilmek için bu dört büyük düşmanın üstesinden gelmek ve her birini en etkili silahla vurmak gerekir. İhlâs, Hakk’a adanmışlığın en yüksek seviyedeki tezâhürü sayılabilecek bir vasıftır. İhlâsın zıddı ve amellerde onu yaralayan özellik riyâdır. Riyâ özellikle Hakk’ın kullarına hizmette insandaki kendini gösterme motifinin ve başkaları tarafından beğenilme duygusunun azdırdığı rûhî bir zaaftır. Bu zaaftan kurtulmanın yolu Hakk’a ibâdet sırasında yaratıkları hiç görmemek, Allah için yapılan amelde sünnete riâyete titizlik göstermek ve Hakk adına yapılan hizmetten lezzet duymaktır. Çünkü Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de buyurur ki: “Onlar sâdece Allah’a ibâdetten ve dîni yalnızca O’na has kılmaktan başkasıyla emrolunmadılar.”  el-Beyyine, 98/5

İhlâsa ermenin yolu devamlılıktır. Nitekim ihlâsla ibâdetlere sarılan ve Hakk’ın rızâsını kazanmak için çaba sarfedenlerin sonuçta ihlâsla amele muvaffak olacağına şu âyet-i kerîme işâret buyurmaktadır: “Allah’ın rızâsını kazanmak ve gönüllerdeki cömerdliği güçlendirmek için mallarını hayra infâk edenlerin durumu bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer. Hem de üzerine bol yağmur yağdığında iki kat ürün veren bahçeye…” el-Bakara, 2/265 Âyetteki ifâdeler Allah’ın rızâsına muvâfık infâkın, amel sâhiplerini temize çıkaracağını ve derecelerini artacağını anlatmaktadır. Kullarının yaptığı her şeyi gören Allah onların amellerinin kendisi için mi, yoksa başkaları için mi olduğunu da görür ve bilir.

Dünyâ menfaati, nefsânî tutku, şeytan iğvâsı ve hevâ tuzağı görünmeyen mikroplar gibi insanın amel dünyâsına tasallut eder ve ibâdetlerindeki ihlâsı bozar. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de şu ayet-i kerîmeyle bu konuya işâret etmektedir: “Kıyâmet gününde Allah tarafından onların hesâba katmadıkları şeyler (ameli bozan günahlar) ortaya çıkarılır ve bunlar kendilerine gösterilir.” ez-Zümer, 39/4

İhlâs, amel ve davranışlara ilâhî yardımı çağıran ve mânevî bir gücün oluşumunu sağlayan yüce bir duygudur. İhlâs sâhibi samîmî kullar, ihlâssız kimselere nisbetle daha güçlü ve başarıya daha yakındır. Nitekim Allah Teâlâ buyurur ki: “Nice sayıları az topluluklar vardır ki sayıları çok olan topluluklara Allah’ın izniyle (ihlâsları sâyesinde) gâlip olmuşlardır. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”  el-Bakara, 2/249

Amellerdeki ihlâs duygusunda Hakk’ın rızâsı ve âhiret kaygısı ön plandadır. Dünyâ hayâtının ve dünyâya âid nîmetlerin amellere gölge düşürmesi, amellerin sonuçlarını da değiştirmektedir. Nitekim şu âyet-i kerîme bu konuda çok önemli bir ölçü ortaya koymaktadır: “Dünyâ hayâtını ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tastamam veririz; onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte âhirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zâten yapmakta oldukları da bâtıl; yâni kabûl şartlarına uygun değildir.” Hûd, 11/15

Dünyâ malının helâline talip olmanın mahzuru yoktur. Mahzurlu olan kulun yaptığı amelleri dünyâya ve dünyâ nîmetlerine âlet etmesidir. Çünkü amellerin asıl faydalı olacağı yer âhirettir. İhlâs ehli kimseler yaptıkları amellerden dünyâya âid bir beklenti içine girmezler. Hatta amellerinin karşılığını dünyâda görmenin âhiretteki ecri azaltacağını düşünürler. Nitekim Allah Teâlâ dünyâ nîmetleri ile âhiret kazancını tüketenleri şöyle uyarmaktadır: “Siz tükettiniz dünyâ hayâtınızdaki nîmetlerinizi ve onlarla safâ sürdünüz. Bugün size sâdece horlanma ve azâb vardır.” Ahkâf, 46/20.

İhlâs, ibâdet ve davranışların mütemmim şartıdır. İbâdetlerde nasıl maddî şartlar varsa en az onlar kadar önemli mânevî bir şart vardır ki, o ihlâstır. İhlâsın elde edilmesi ve ona ulaşılabilmesi ciddî bir ihlâs terbiyesinden geçmeye bağlıdır. O da ihlâssızlığa teslîm olmamak, ihlâsa ermek için ısrar ve samîmiyetle niyetlerimizi tashîhtir. Kulun çabasıyla elde edilecek ihlâsın sonucunda Allah’ın lütfedeceği muhlaslardan/ihlâsa erdirilmişlerden olmak ise ayrı bir nasiptir. Ama o da ihlâstaki samîmiyetin devamına bağlıdır.

Prof. Dr. Hasan Kâmil YILMAZ

Kulu İflasa Götüren Kul Hakkı

Yüce dînimizin temel hedefi, insanların hem Allah ve insanlar ile, hem de diğer canlı-cansız varlıklar ve eşyâ ile ilişkisini “adl” üzere düzenlemektir. Kur’an’daki adl emriyle, her şeyi yerli yerine koymak, hak sâhibine hakkını vermek ve orta yolu izlemek kasdedilmektedir. (Nahl, 16/90) Temel vasfı kulluk olan insanın diğer varlıklara karşı belli esâslar çerçevesinde davranması ve insanlara ezâ verecek şeyleri ortadan kaldırması îmânın gereği sayılmaktadır. Nitekim bir hadîste şöyle buyrulmuştur: “Îmân, yetmiş şu kadar şûbedir. Bunun en yukarı derecesi Allah’tan başka ilâh yoktur demek; en aşağı derecesi ise yolda insanlara ve diğer varlıklara engel olan, eziyet veren şeyi ortadan kaldırmaktır.

İnsanoğlunun en büyük zaafı, kendi nefsânî arzularına göre kural tanımadan yaşama temâyülüdür. Çünkü insanın temel içgüdüsünde na’linci keseri gibi sürekli kendine doğru yontan ciddî bir zaaf vardır. Allah Teâlâ beşerî münâsebetlerin en somut biçimde yaşandığı ticârî konularda vaz’ettiği temel esâslarla bütün sosyal ve insânî münâsebetleri düzenleyecek kurallar koymuştur. Nitekim bu konudaki âyetlerde şöyle buyrulur: “Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve doğru terâzi ile tartın. Bu hem daha iyidir, hem de sonucu bakımından daha güzeldir.” İsrâ, 17/35“ Ölçü ve tartıyı adâletle yerine getirin. Hûd, 11/85

İlk âyette hükmün ölçtüğünüz zaman ifâdesi ile kayıtlanması, eksik ölçmenin bir şey satma; yâni menfaat ilişkisi sırasında oluşundandır. Satın alma sırasında bunu belirtmeye ihtiyaç yoktur. Nitekim bir âyet-i kerîmede: “Yazıklar olsun ölçü ve tartıya hile karıştıranlara! Onlar insanlardan bir şey aldıklarında tastamam ölçerek alırlar. Satarken ise eksik ölçüp tartarlar. Onlar büyük bir günde hesap vermek için diriltileceklerini hiç mi akıllarına getirmezler? O öyle bir gündür ki insanlar, âlemlerin Rabbının katında dîvan duracaklardır.”

Aslında dünyâ hayâtındaki sosyal münasebetlerin hepsi ticârete benzer. Nasıl ki insanlar ticârette alırken ve satarken kazanmak hırsıyla birtakım yanlışlara kapılıp hak ve adâlet terâzisini tam olarak kullanmakta zorlanırlarsa, aynı şekilde beşerî münâsebetlerde de çıkarlarına âid husûslarda kendilerini sürekli haklı görüp baskı kurarak karşısındakinin hukukunu görmezden gelmek gibi yanlışlar yapmaktadır.

Adâlet ve terâzi emrinden, insanlara rızâlarının olmadığı durum ve konumlarda zulm ve gadretmenin Allah’a karşı bir isyân ve sonuçta insanın kendi kendine yazık etmesi, anlaşılmaktadır. Allah Teâlâ’nın önümüze ticârî ilişkilerde ve beşerî münâsebetlerde terâziyi ya da hak ve adâlet ölçüsünü dengeli kullanma gereğini bir âhiret meselesi olarak koyması çok câlib-i dikkattir. Bu dünyâda gadr ve zulm ile başkalarının hakkını gasbedenin, hesap gününde çok ağır bedeller ödeyeceği hem Kur’an âyetlerinin, hem de Hz. Peygamber’in hadîslerinin sıklıkla vurguladığı konulardır.

Şu hadîs, bu konudaki en çarpıcı örneklerden biridir. Allah Rasûlü ashâbına: “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâb-ı kirâmdan bâzıları: “Bizim aramızda müflis, parasını ve malını kaybeden kimsedir” dediler. Bunu üzerine Rasûlüllah (s.a.) buyurdu ki: “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevaplarıyla gelir. Fakat ona buna sövmüş, kimilerine zinâ iftirâsı yapmıştır. Bâzı kimselerin malını yiyip bâzılarının kanını dökmüştür. Kimilerini de darbetmiştir. Böyle birinin iyiliklerinin sevapları hak sâhiplerine verilince üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biter. Bu sefer hak sâhiplerinin günahları kendisine yükletilerek cehenneme atılır. İşte müflis budur.

Böyle bir müflis kendisinden kul haklarının tahsil edildiği dehşetli kıyâmet gününde amel defterine baktığında kazandığı ve kurtuluşu için ümid beslediği sevaplarının silindiğini görecek ve paralarını başkalarına kaptıran müflis tüccârın “servetim ve paralarım” demesi gibi “amellerim ve sevaplarım” diyerek üstünü başını parçalayacaktır. Bunların temelinde gaflet, dikkatsizlik ve âhiret endişesinden uzak yaşayarak hak hukuk tanımazlık vardır.

Kıyâmet günündeki hesaplaşmanın dehşetini anlatan Allah Rasûlü’nün yukarıdaki hadîsinden başka boynuzsuz koyunun boynuzludan hakkını alacağı hadîsi de câlib-i dikkattir.7 Sâdece insanlar birbirlerine yaptıkları zulüm ve haksızlıklardan değil, diğer varlıklar da kendi içlerinde ve insanlarla hakları açısından hesâba çekileceklerdir. O dehşet gününde hayvanların birbirinden ve insanlardan haklarını aldıktan sonra tekrar toprak olmalarına yönelik ilâhî emrin tecellîsi ardından rabbânî hakîkatlere kapalı gözlerin ve küfürle mâlûl kalblerin sâhiplerinin tahassürle uyanıp içlerinin burkulacağını Kur’an şöyle haber vermektedir: “İnkârcı kâfir diyecek ki keşke toprak olsaydım.

İnsanların amel defterlerinde günahlarının üç nev’î olarak tasnif edildiği anlaşılmaktadır:

İlk sırada küfür ve şirk gibi günahlar yer alır ki bunlar asla affedilmez.

İkinci sırada Allah Teâlâ’ya karşı küfür ve şirk dışında işlenen günahlar vardır ki bunlar affedilebilir.

Üçüncü sırada ise kul haklarına karşı işlenmiş günahlar yer alır. Bunlar asla karşılıksız bırakılmaz. Hak sâhipleri haklarını almadıkça hesap işlemi tamamlanmaz.

Bu konulardaki âyet ve hadîsler Müslümanların din kardeşleriyle olan ilişkilerinde hak mefhumu konusunda duyarlıklarını arttırmakta, ticârî ilişkilerden komşuluğa, borç alışverişinden yolda yürüyüşe kadar hassâsiyet kesbetmesini gerekli kılmaktadır. Çünkü takvâ ehli bir Müslüman, din kardeşinin haklarına saygı göstermedikçe kendisini beşerî münâsebetler terâzisine hile katmış sayar. Çünkü söz konusu âyetlerin doğru tartıp ölçmesini istediği terâzi, sâdece kantar, gram ve metre değil, aynı zamanda adâlet ve insâf terâzisidir.

Tevbe ve istiğfarda kul hakkına taalluk eden günahın mutlaka hak sâhibiyle helâlleşmek sûretiyle gerçekleşeceği kaydı, kul hakkının tevbe ve istiğfar ile giderilemeyeceği gerçeğini ve önemini anlatmaktadır. Burada şu ilkeyi göz önünde bulundurmak gerekir: “Affetmek büyüklük, başkasının hakkını zâyi etmek ise zulümdür.” Allah Teâlâ azamet ve kibriyâsına yakışır bir biçimde kulunun kendisine taalluk eden haklarını bağışlar, ama huzûruna bir başkasının hakkıyla gelen kimseyi ise -hak sâhibinin hakkını zâyi etmemek için- bağışlamaz. Kur’an-ı Kerîm’deki: “Kim zerre miktarı şer işlerse onun karşılığını görür” âyeti kul hakkına taalluk eden günahları kapsamaktadır. Zilzâl, 99/8

Kul hakkının kapsamının genişliği sebebiyle Peygamberimiz bu konuda duyarlılık göstermiş ve vefât hastalığı sırasında mescide çıkıp minberden nasîhatler ettikten sonra halka hitâben: “Kimin ben de bir hakkı varsa, altın ve gümüşün bir işe yaramadığı günde, benden isteyeceğine şimdi çıkıp istesin” buyurmuştur.

Ayrıca Allah Rasûlü cenâze namazları sırasında ölenin borcunun olup olmadığını sorardı. Varsa borcun mîrâstan ödenmesini talep ederdi. Bugün cenâzelerdeki helâllik geleneği asr-ı saâdetteki bu uygulamaların bir devamı olsa gerektir. Ancak helâllik almada sâdece ritüel olarak helâllik almak yerine fiilen de borcun ödenmesi gerekir.

Kul hakkından sakınıp bu konuda duyarlılık sâhibi olabilmenin en önemli etkenlerinden birisi kulun zulüm ve haramla rızkının artmayacağına; sayısal olarak artsa bile bu tür bir artışın genellikle musîbet ve felâketlerle elden çıkacağına ve kul hakkının asla bereket getirmeyeceğine inanmakla olur. Bir başkasının âhının olduğu maldan nasıl bereket ve huzûr beklenebilir ki?

Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de hem kendisine küfür ve inkârda bulunanlara, hem de kul hakkını ihlâl edenlere zâlim adını vererek lânetlemiştir: “O gün bir melek herkesin duyacağı bir sesle bağırıp haberiniz olsun ki Allah’ın laneti zâlimler üzerinedir.” A’râf, 7/44

Kul hakkı konusundaki duyarlılıklar dünyevî hayâttaki huzûru sağladığı gibi âhiret mutluluğunun da teminatıdır. Nitekim eliyle, diliyle, gözüyle ve sözüyle başkalarını incitmenin kul hakkına taalluk ettiğini bilen; eline, diline, gözüne ve gönlüne sâhip olur. Toplum hayâtında her türlü imkânı başkalarını rahatsız etmeden kullanabilme becerisi bu duyarlılığı kazanmaya bağlıdır. Çünkü başkalarını rahatsız etme endişesi taşımayan; yaptıklarının başkalarını inciteceğini düşünmeyen kimse, kolaylıkla kul hakkına giriverir. Başkasının apartmanın ve evinin önüne rızâsı olmadan arabasını park ediverir. Trafikte kuralların kendisine vermediği hakları uyanıklıkla gasbetmeye çalışır, önüne geçtiği ya da sıkıştırdığı insanların haklarını ihlâl ettiğini düşünmez. Evinin saçağından ya da balkonundan akan suyun başkasının bahçesine ya da arabasına zarar vermesini önemsemez.

Bizde kul hakkı denilince genellikle doğrudan başkasının malına ve canına taalluk eden haklar ile onlara verilecek zarar hatıra gelmektedir. Oysa ki kul hakkının içine insanları incitebilecek her türlü davranış girmekte; sözden, bakış ve sû-i zanna kadar hepsi bu kapsam içinde yer almaktadır. Hattâ çevreyi, ekolojik dengeyi korumaya riâyet etmeyen; suya, havaya ve toprağa iyi davranmayan insanları bile aslında bu kapsam içinde görmek gerekir.

Bâzen farkında olarak, bâzen farkında olmadan gaflet ve dalgınlıkla irtikâb edilen bütün bu yanlışlar, insanlar için bir âhiret problemidir. Amellerin tartıldığı hesap gününde insanları mânen iflasa götürüp müflis duruma düşürebilir. Müflis olmaktan kurtulmanın yolu Allah’a karşı muhlis bir kul, insanlara karşı mûnis bir dost ve arkadaş olarak kul hakkına riâyetten geçer.

ProfDrHasan Kâmil YILMAZ

Kur’an, hayatı ölümle iç içe sokmuştur. Hayatın bir rüknü yaşamaksa, diğer rüknü ölmektir. Dikkatler ve nazarlar bu hakikatten ne kadar etkilenirse, hayatın rengi ve keyfiyeti de o kadar artar. Kur’an’da ölüm ve ölümün türevleri olabilecek (mevt, vefat…) kelimeler yüz doksan yerde geçmektedir. Bu bağlamda imâte, yok etme, ortadan kaldırma değil, kâmil anlamda daha iyi olma, tekemmül etme demektir: Yani yeni bir doğuş ve yeniden diriliş.

Ölüm olmasaydı bu dünya hayatının bir anlamı olmazdı. Ölümdür ki, insanı, bu dünyanın çekilmez, katlanılmaz durumlarına karşı kavi ve sabırlı kılar. Tabi burada ölüme bakışımızın, yeni bir hayatın, sonsuz bir hayatın başlangıcı, giriş kapısı yani “besmelesi” olduğunu unutmamak gerekir. Hayatı, bu dünya hayatından ibaret sayanlar için ölüm, tam anlamıyla bir şoktur. İşin gelip odaklandığı yer iman sorunudur. Ahirete, hesap vermeye, cennet ve cehenneme… inanıp inanmama, iki dünya saadetinin temel anahtarıdır. Bu açıdan ölüp gidenler yok olmamışlardır. Bu dünyadan “terhis olarak”, büyük mahkeme için beklemededirler. Yahya Kemal’e İstanbul’un nüfusu sorulduğunda, “elli milyon” diye cevap veriyor. Bu cevabı abartılı görenlere şöyle diyor: “Ne yapalım, biz ölülerle dirilerimizi ayrı düşünmüyoruz.” Zaten ölülerle diriler arasındaki mesafe, bir solukluk mesafeden daha çok değildir.

Mevlana dünya hayatını şu şekilde değerlendirir: “Bu dünya hayatı, rüyada define bulmaya benzer. Sabah kalkınca ne define kalır ne de başka şey. Ölümle daldığı uykudan uyanmış bulunan insanoğlu da hakikat ile rüyayı birbirinden ayırır ama nafile! Elde bir şey kalmamıştır.” Ölüm, rüyadan uyanmaktır. Rüya ile hayat arasındaki fark, hayat ile ahiret arasındaki farka benzer. İnsan uyandıktan sonra tümüyle kendine gelecektir. Dünyanın değersiz fakat göz alıcı, aldatıcı ve oyalayıcı değerleriyle sarhoş olan münkirler, öldükleri zaman (uyandıklarında) hakikati teslim edecekler. Fakat vakit geç olacak. “Eyvah! Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı?” diyecekler. Bunun cevabını kendileri verecekler: “Rahman’ın vaat ettiği bu olsa gerek; demek ki gönderilen elçiler doğru söylemişler.” (Yasin, 36/52).

Kur’an ayetleri ve hadislerde dünya hayatının geçiciliği, çekiciliği üzerinde sıkça durulmuş ve insanların dikkatlleri ölüm ötesi ebedi hayata çekilmek istenmiştir. Nitekim bir ayette şöyle buyurulur: “Bilin ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı yağmurun bitirdiği ve ziraatçıların da hoşuna giden bir bitki gibi, önce yeşerir, sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün. Sonra da çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır.Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimden başka bir şey değildir.” (el-Hadid, 57/20) Bir başka ayette: “Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret yurduna gelince işte asıl hayat odur.” (el-Ankebut, 29/64) buyrulmaktadır.

Bu yüzden: “Bir aylık ömrünüz kalsa ne yapardınız?” sorusuna muhatab olan kimse elbette hemen “hüsn-i hatime” kaygısına düşerek: “Acaba benim ölümüm Hakk’ın rızasına kavuşma mı, yoksa eli boş bir tükeniş mi?” diye düşünür. Bu tür bir düşüncenin tul-i emel dediğimiz dünya tutkusunu azaltmada müessir olduğu muhakkaktır. Böyle bir düşünce insanı muhasebeye hazırlar. er-Riayeisimli eserinde işlediği muhasebe kavramı sebebiyle “el-Muhasibi” lakabını alan Haris b. Esed muhasebeyi ikiye ayırmaktadır. Bu ayetlerle insanlardan istenen ölüm ya da fani hayatta kalmak değil, bir hayattan ötekine geçerken ilerideki daha üstün hayata yükselmek için faydalı işler yapmak ve bu geçiş ortamını ebedi hayatın başlangıcı gibi algılamaktır. Fani hayatın “bütün lezzetlerini tarumar eden”, sevgilileri birbirinden ayıran, ocak yıkıp yürek yakan, evlatları yetim bırakan, servetleri hâk ile yeksan eden ölüm, Allah için çalışmış, iman ve itminan ile dolu gönüller için Hakk’ın rızasına kavuşmanın mutlu sonudur.

Birincisi yapacağımız işlerle, ikincisi yaptığımız işlerle ilgili muhasebedir. Yapacağımız işlerle ilgili muhasebe yararlıyı zararlıdan ayırmak için ayak kaymasına karşı tedbirli olmamızdır. Böylece bilinçli bir biçimde zararlıyı terkeder, yararlıyı tercihle yaparız. Bu tür bir muhasebe insanın önünü görerek ve sağlam yere basarak güvenle yürümesini sağlar. Otokontrol mekanizmasını randımanlı bir biçimde çalıştırır. İnsanın sürçme ve ayak kaymalarını önler. Planlı çalışma ve sistemli ilerlemeyi gerçekleştirir. Proje olmadan, finans bulunmadan imar ve inşa olamayacağı gibi, muhasebe olmadan yararlı işlerde daim olmak zor hatta imkânsızdır. İkinci tür muhasebe ise geçmişte yapılan işlerle ilgilidir. İnsanın yaptığı iş ve davranışları gözden geçirerek eksik ve kusurlarını tamamlaması, hata ve günahları varsa ondan tevbekâr olması demektir. Netice itibariyle Allah, kullarının işlerini yapmadan önce planlamalarını; yaptıktan sonra da yapılan işin nasıl bir şekil aldığını gözden geçirmelerini istemektedir. Kulun ameline nokta koyan ölümden başkası değildir. Öyleyse sağ olduğu sürece, muhasebenin iki türlüsü de müminin hayatına şekil vermelidir.

Gaflet ahiretle aramıza perde olmuş, kalp kasveti Allah’ın tehdidlerine rağmen bizi donuklaştırmış, günah ve isyan pası Allah’ın emirlerine karşı basiretimizi bağlamış, dünya düşüncesi bütün düşüncelerimize galebe çalmış görünüyor. Nitekim: “Allah’ı unuttuklarından dolayı, Allah da onlara nefislerini unutturdu.” (el-Haşr, 59/19) âyetini bir kısım müfessirler: “Nefislerini ele alıp onu hesaba çekmeyi unutturdu.” şeklinde açıklamışlardır.

Bir aylık ömrü kalmış, ölümün hızla kendisine yaklaştığını hisseden insan, herhalde evine gelecek konuklarına hazırlık yapan kimseden geri olmamalıdır. Kavuşacağı Rabbının isteklerini yerine getirmeye yoğunlaşmalı, O’na O’nun sevdiği şeylerle kavuşmaya; O’nun rızasını kazanarak ulaşmaya çalışmalıdır. Çünkü hedef rıza-i ilahidir. Rıza-i ilahiyi kazanmak ise önce O’ndan razı olmaktan sonra da O’nun rızasına kavuşmayı sağlayacak amel işlemekten geçer. Nitekim yukarıda geçen ölüm ve hayatın yaratılış gayesini belirten ayette: “Hanginizin daha iyi amel yapacağını sınamak için.” buyrulmaktaydı. Demek ki hayat, ölüm ve ölüm ötesi için “en güzel amel” yarışıdır. Bir yıl olsa da, bin yıl olsa da geriye bir ay kalsa da “en iyi amel yarışı” ve en güzel kulluk arayışı sürmelidir.

Allah iyi işler yapanları aziz kılar. İman etmekle birlikte insan olmanın gereği kusur işleyenleri, en güzel biçimde çalışamamış olanları tevbe etmeleri halinde bağışlar. Ölüm ve hayatın yaratılmasının en yararlı işlerle müsabaka imtihanının biricik gayesi, varlığın sahibini bilmek, O’na kulluk bilincine ermektir. Çünkü Kur’an’da insanın varlık sebebini anlatan ayette: “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zariyat, 51/56) buyrularak bu gerçek ifade edilmiştir. Hadis-i şerifte de: “Ben gizli bir hazine idim, tanınmak istedim ve bunun için mahlukatı yarattım.” (Keşfu’l-hafa, II,173 (2016) buyrulmuştur.

Amel yarışı ve kulluk arayışında denge ve itidal çizgisi son derece önemlidir. Ne büsbütün seccadeye mıhlanmış bir baş, ne sürekli gözden akan yaş ve ne de bağrı taş olmak gerekir. Hepsinden iyicesi gönlü arıtmak ve bir gönle girmektir. Gönlü arıtmadan, tevbe ile günah kirlerinden arınmadan mutmain bir kalbe, leyyin bir ahlâka ermek ve Hakk ile vuslata varmak mümkün değildir.

İnsanların insanlar hakkında vereceği kıymet hükümleri önem arzettiğine göre insanların gönüllerini incitecek ve onların kendisi hakkında “kötü adam” değerlendirmesine sebep olacak davranışlardan sakınmak da son derece mühimdir. Her zaman olduğu gibi, ölümünün bir aya indiğini öğrenen bir insan hayatının bu safhasında insanlarla ilişkisini de elbette sağlıklı bir biçimde gözden geçirecektir. İslam’ın genel tarifi: “Yaradan’a kulluk ve yaratıklara şefkat ve dostluk” olduğuna göre hayatının son ayını yaşayan kişi de bu iki ana noktaya yoğunlaşmalıdır. İlahi hukuku ve insanların haklarını kâmil mânâda ifa ve icra etmelidir. İtibar, son nefese olduğuna göre, son nefesini imanla alıp verecek bir doygunluğa erişmeye çalışmalıdır. Çünkü: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.” buyrulmuştur.

Prof. Dr. Hasan Kamil YILMAZ

Her insanın dünyada anlam vermekle yükümlü olduğu bir hayatı vardır. Yaşamı boyunca olaylara, özellikle de var oluşunun sebebine ve mahiyetine vermesi gereken bir anlam… Kısıtlı bir zamana sığdırılmış bir hayat sürüp ölecektir. Hem de habersizce ve ansızın. Madem kendisine yaşamak takdir edilmiştir, o halde niçin ölür? Yahut ölecekse niçin yaşar? Neden ömrü kısadır ve kontrolü elinde değildir?

Bunlara “büyük sorular” deniliyor. Bugünkü haz ve eğlence kültürüne rağmen, aklı oyalacak bin bir oyuncağa rağmen bu sorular her insan tekinin aklını kurcalar durur. Soruları çoğaltmak, detaylandırmak mümkün elbette. Mesela daha doğarken nasıl bir aileye misafir olacağını bilmezken, bir de hiç tanımadığı görmediği, seçimi kendisine ait olmayan insanların arasına gönderilir. Neden? Erkek mi kız mı, sarışın mı esmer mi, zayıf mı dolgun mu? Bütün bunlardan habersizce ve hiçbir dahli olmadan dünyaya geliverir. Bütün bu seçimsizliği nasıl yorumlamak gerekir? Milyarlarca insanın uğradığı bu yeryüzü gemisi, her nesilde aldığı yolcuları başkalarıyla değiştiriyor. Her gelen, miras yoluyla aldığını sonra gelenlere yine miras olarak bırakıp gidiyor. Hiç kimse hiçbir şeyin asıl ve ebedi sahibi olma hakkını elinde bulunduramıyor. Görünen o ki herkes bir yolcu ve bu yolculukta herkesin gideceği bir yer var. Gelenlerin nereden ve niçin geldiğini, gidenlerin ise nereye ve nasıl gideceğini bilmek ve önemsememek mümkün mü? Bu akışa aklı ve kalbi teskin eden bir cevap verilmezse, insanın bir anlamsızlık kayalığına çarpıp batıvermesi işten bile değil.

Belki şuradan başlamak lazım: Gördüğümüz görmediğimiz her ne varsa, en ufak böcekten gezegenlere kadar madem ki hepsinin büyük sistem içinde bir yeri, bir görevi var, insan kesinlikle sebepsiz, hikmetsiz yaratılmış olamaz. Sonra dönüp “Kitap”a bakmak lazım: “Sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn 115) Demek ki bir döngünün içindeyiz. O’ndan geldik, yine O’na gideceğiz. Demek ki doğum bir “geliş” ölüm ise “dönüş.”

Yaşadığımız çağda ölüm ısrarla unutulmaya ve unutturulmaya çalışılan bir fobiye, yani bir korkuya dönüşmüş durumda. Oysa sonsuz hayata, asıl vatana bir eşik. Unutulması değil hatırlanması gereken, korkulması değil hazırlanılması gereken en büyük olay. Eskiden büyüklerimiz “ölümü hatırlamak ömrü uzatır” derlerdi. Ecdadımız fâniliği unutmamak için kabirleri mahalle içlerine, cami hazîrelerine koymuşlar ki hiç kimse akıbetini unutmasın. Övünüp dururken, nice hayaller kurarken kendisinden önce övünenleri, hayal kuranları görerek ibret alsın. Şimdi ise ölüm bir tabu. Kabristanlar şehir dışında, gözlerden ırak. Eskiden kabir üzerine dikilen taşlar, sonsuz hayata dair okumanın “hece taşı” olarak görülürdü.

Benim sermayem ömrümdür. Ömrüm bitince param da biter ve artık kâr kazanç sona erer. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allah Tealâ bugün de bana müsaade ederek ikramda bulundu. Eğer öldürseydi, elbette bir günlüğüne de olsa geri gönderilip burada sâlih ameller, çeşitli hayırlar yapmayı dilerdim. Şimdi, bu sabah şöyle kabul et: Ey nefsim, öldürüldün ve bugünlüğüne geri döndürüldün. Bugün günah ve isyana asla yaklaşma! Sakın bugünün bir anını bile boşa geçirme!”

Ne acayip, yakasını dünyaya kaptıran insan, büyük hakikati hecelemek yerine çözümü ölümden kaçmakta, kabristanları gözden ırak tutmakta arıyor. “Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bile bulunsanız, ölüm size erişecek.” (Nisa 78) buyurur Allah Tealâ. Bu hakikatten uzak yaşayan her insan ölümden kaçamayacağını ancak yaşlılığın ya da akıbeti belli bir hastalığın çaresizliğinde idrak ediyor. Oysa daha birkaç nesil öncesine kadar ölüm, Âlemlerin Rabbi’ne kavuşmaya götüren bir basamak olarak bilinirdi. Adı vefattı ve ebedi dirilişin en büyük adımıydı. Ölüm ümit ve endişe arası bir dengede daima hatırlanır, hatırlatılırdı. İster sıradan bir kul ister padişah olsun, gaflete düştüklerinde ölüm tefekkürüyle uyanırlar ya da uyarılırlardı.

Ölümün yıkıma dönüşmemesi için ilâhî sese kulak vermek lazım: “İman edip sâlih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç, her insan hüsrandadır.” (Asr 2-3)

Ölümü sıkça hatırlayıp, hayatı ölüm terazisinde tartıp iman ve amele sarılmak lazım. Efendimiz s.a.v. “Lezzetleri yok eden ölümü çok hatırlayın.” buyururken kalbimize ve yapıp ettiklerimize çeki düzen vermemizi öğütlüyor bize.

İnsan, tabiatı gereği yaşadığı hayatta nimetlerin sürekliliğini ister. Biriktirdiği malların, elde ettiği kariyerin, başkaları nezdindeki saygınlığının devamını diler. Ağzının tadı da hiç bozulmasın diye varını yoğunu sarf eder. Bunları talep etmek bir dereceye kadar normaldir. Fakat bu devamlılığı nerede istediğine dikkat etmeli; bu fena yurdunda hiçbir şeyin kalıcı olmadığını anlamalı, devamı için cennet yurduna niyet kurmalı ve elbette bunun için çalışmalıdır.

Allah Tealâ, Kur’an-ı Kerim’de bu dünyanın imtihan için yaratıldığını ifade ederken “O ki, ölümü ve hayatı yarattı.” (Mülk 2) buyurur. Ayet-i kerimede önce ölümü, sonra hayatı yarattığını zikretmiş olması üzerine düşünülmelidir. Âlimlerimiz, burada kastedilen hayatın ölümden sonraki hayat olduğunu söyler. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de kelimeler arası sıralamaların dahi hikmeti vardır. Dolayısıyla zikredilen hayat, ölümden sonra gelmesi sebebiyle ahiret hayatıdır. Açık değil mi? Demek ki ölümle hayat bitmiyor, asıl bundan sonra başlıyor. Ama o hayatın nasıl yaşanacağını buradaki kısa hayat belirliyor. Yine Mukaddes Kitabımız’a kulak verelim:

“Bu dünya hayatı bir oyalanma ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurduna gelince; işte asıl hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût 64)

insanın iki yolu vardır; hayat ölüm… İnsanoğlu bir varmış; bir yokmuş! Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim de bu dünyanın gelip geçici, asıl hayatın ise ahiret hayatı olduğu sık sık vurgulanmıştır. Bu, insan için idrak meselesi gibi görünmektedir. İmtihanlar silsilesi içinde yaşayan insan, bunu idrak ettiği ölçüde yaşadığı zorlukları bertaraf edecektir. İnsan için zamanın akıp gitmesi elbet bir yere varacağı anlamına gelmelidir. Böylece sağlamlaşan ahiret inancına göre insan daha mutedil ve bir gün uyanacağını bildiği bir hayat yaşamaya başlar.

Ölüm ise son değil bu anlamda insan için gerçek hayat başlangıcıdır.

Ölüm ise son değil bu anlamda insan için gerçek hayat başlangıcıdır. Yaşadığımız bu hayat ise Kur’an-ı Kerim’de süreli bir oyun ve eğlence alanı olarak tanımlanır. Ölüm sonrası insan dünyada ne kadar kaldın sorusuna bir gün ya da daha az diye cevap verirken bize dünyada çok uzun gelen hayat koşusunun ne kadar kısa olduğunu anlatır.

İnsan için ürkütücü olan ölüm hali kısmen uykuda yaşanmaktadır. Çünkü ayetlerde anlatıldığı üzere Allah uyku halinde insanın ruhunu aldığını, hayat süresi olanınkini tekrar verdiğini hayat süresi kalmayanınkini ise alıkoyduğunu anlatır. Şu halde uyku, ölüm provasıdır. Her gece uykuya dalan insan ürkütücü olsa da bir daha uyanıp uyanamayacağı bilincini her an taşımalıdır. Ölüm, insan için hayat mecrasının son bulması demek değildir. Dünyada yaşanılan hayat öte alemde insan için hazırlanan hayat şeklini belirleyecektir.

Hayat mecrası uyku dışında insan için yapıp ettiği her şeydir. 

Hayat mecrası uyku dışında insan için yapıp ettiği her şeydir. Nasıl yaşanıyorsa öyle ölüm öyle gelecektir. Ölüm anındaki insan selamünaleyküm ile karşılanacak ya da sırtına vurularak   canı alacaklardır. İşte hayat alanı ölüm denen sonun başlangıcının yapımcısıdır. Nasıl kurgulanıp oynandı ise hayat perdesi de öyle kapanacaktır. Ölüm halinde bedenen tüm fonksiyonlarını yitiren vücut uyku sırasında bu fonksiyonlarını asgariye indirir. Beden ve ruh bağlantısının minimuma indiği uyku hali insan için çözülmesi imkansız bir haldir.  Tıpkı bilmediği ölüm gibi. İnsan ölüm ve hayat döngüsündeki hayat, insanın kendi amelleri ile kurguladığı, yönettiği ve oynadığı bir oyundur. Bu oyuna ara verme dinlenme süreci olan uyku ölüm ile sonlanacaktır.

Aslında hayat içinde iken bu uykudan uyanmak tasavvuftaki ölmeden ölmek halini getirecektir. İslam dininin istediği de tam olarak budur. İnsan, hayat ve ölüm arasında geçirdiği bu kısacık zaman diliminde neyi neden yaşadığının idrakine ulaştığı ölçüde öte tarafta karşılaşacağı soruları bilecek cevabını veremeyeceği soruların üstünü bu dünyada çizecektir. Bu dünya hayatının debdebesi içinde oyalanıp duran insanın idrak düzeyine ulaşarak yaşaması kamil insana doğru çıkılacak yolculuğun da ilk adımı olacaktır.

Ölüm ile burun buruna ve her an kopabilecek ince bir sicimdir. Ne zaman ve nerede kopacağını bilmediği fakat hayat debdebesi içinde hep unutmaya çalıştığı ölüm, insan için kaçmaya çalışılan bir olgu olmaktan öteye gidememektedir. Bu anlamda insan uyku halinde yaşamayı sürdürmektedir. Oysa bu incecik sicim kopmadan önce ölüm idrakini geliştirebilen insan için hayat farklı hal almaya başlayacaktır.

Ölüm, hayat içinde bir gerçeklik olarak, varlığına sürekli tanıklık ettiğimiz bir olgudur. Ölüm gerçekliği, bütün somut gerçekliklerden daha somut ve bütün hakiki olgulardan daha hakikidir. Her ölüm, hayatın akışkanlığı içinde oluşan parıltıların en göz alıcı, en çok dikkat toplayanıdır. Her ölüm, zihinlerimizi ve gündelik hayatımızı etkileyen kuvvetli birer mesaj durumundadır.

Kendisinin de bir gün ölüme muhatap olacağını bilmeyen yoktur.

Kendisinin de bir gün ölüme muhatap olacağını bilmeyen yoktur. Bu ayan beyan gerçeğe rağmen,  hem hayatın hem de iradenin işleyişinde ölümün hesaba dâhil edilmediğini söyleyebiliriz. Sonsuz bir yaşamın tedariki yapılıyor gibi üretim ve tüketim yapılarak, bir fasit daire içine hapsolunmaktadır. Yatırımlar bu anlayışla yapılmakta ve ölüm hayattan güya uzaklaştırılmaktadır. Böylece inşa olunan hayatlarda, bilinci, tefekkürü ve farkında olmayı yok eden bir akışla beraber yol alınmaktadır. Ölüm, hayata hayat katmak için aralanmış kapıdır. Ölüm, büyük bir hızla dönen hayat çarkının, sonsuzluğa açılan son kapısıdır. Şu ihtiyar dünyamızın her gününde, üç yüz binden daha fazla insan ölmekte ve terk-i diyar etmektedir. Bu, saniye bazında dört kişiden daha fazla bir sayıya tekabül etmektedir. Bu çarkın içine hayvanat ve nebatat âlemindeki ölümleri de dâhil ettiğimiz zaman ortaya korkunç rakamlar çıkmaktadır.

Bir yolculuk misalidir dünya hayatı. Öyle ki, ana rahmine düşmekle somutlaşan, ölümle boyut değiştirerek ebedileşen bir yolculuk. Hayatın yolculuk boyutu bu dünyadaki zamansal ve mekânsal kısmı ile sınırlıdır. Sınırlı olan bu zamansal ve mekânsal yolculuk boyunca gördüklerimizin işaret ettiği yer, ebediyet ve saadet yurdudur. Ebediyet ve saadetin teminini bu dünya hayatında aramak, bunun için çaba sarf etmek, tabir caizse yatırım yapmak hem akıl kârı değil hem de akıbeti iflas olan beyhude bir uğraştır.

Çünkü kadın, annelik ve eş vasfı ile kalbindeki imanın rengini sevdiğine nakşedebilendir. Bakışlarını inandığı değerin tedrisatı kılan, kaşlarıyla ihtar veren, gülüşüyle azad edendir kadın…

HAYAT, rengini kadının ruhundan alır. Bir bakar, ebruli sevinçler bahşeder. Bir konuşur, kırmızı olup kalbi tutuşturur. Bir susar, yas olur, siyah olur. Bir gülümser, turuncu bir şavka dönüşür. Bir söyler, özgürleştirir mavi gibi. Bir ağlar, gümrah sevinçler yeşertir. Kendine ikram edilmiş meziyetlerin farkında olan her kadın, bir zarafet mektebinin banisi olma hakkını kendinde mahfuz tutar.
Cümle kapısı tebessüm olan, yeşil, mavi, siyah, kahverengi, elâ perdelerle bezenmiş pencereleriyle içindeki tedrisattan söz eden, çatılmamış kaşlardan çatısı olan bir mektep olur varlığı.
Bahçesinde binbir renkte çiçekler açar bu mektebin. Ağaçların dalları şefkatle okşar başınızı. Kederinizi akıtacağınız bir kuyusu, sizi zararlı ışınlardan koruyacak gölgelikleri, yorgun başınızı yaslayacağınız şefkatli bir sığınak vardır bu bahçede. Ne vakit o bahçeden firar etmek dileseniz, beton duvarlardan daha kavi bir metanet durdurur sizi.

Nasıl, güzel değil mi? O gülümseme kabulü, imtiyazı, kayırıp kollanmayı taahhüt eder kapısında duranlara. O perdeler inançla ve değerlerle nakışlanmış gözleridir kadının; asla yalan söylemeyen, itimat telkin eden. O kaşlar, çatılmadığında letafet, çatıldığında metanettir. Tufandan yağmurdan, kardan borandan kendini ve sevdiklerini korumaya amade bir tedbirdir aslında. O bahçe, kadının şefkatli sinesidir. O kuyu sır tutuşu, o kavi bahçe duvarı omuzlarıdır, o şefkatli dallar elleridir usulca dokunan. Eğer sizler bu mektebin adresini öğrenmek dilerseniz, biliniz ki, çokça zahmete ve fazlaca yol kat etmeye gerek kalmadan ulaşabilirsiniz. Ya kendinizsinizdir ya da yanı başınızdaki kadınınızdır.

Bu mektebi inşâ eden, Âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. İnsanı kadın ve erkek olarak Var Eden’in yaratılış gayesine kodladığı bir tedrisat ile eğitim veren bu mektebin muallimesi ise kadın… Evet, her kadın bana göre bir zarafet mektebidir. Ancak bir şart gerekiyor ki, bu şartı gözetmeyenler için bu makamın geçerli olamayacağını, hatta böyle bir başka mektebe muhtaç kalacağını düşünüyorum. Efendim, işte o şart şudur: Var Eden’in kadının fıtratını oluşturan yazılıma kodladığı zarafet, letafet, şefkat, merhamet, basiret, rikkat özelliklerini yitirmemiş olmak.

Yani ki, yaratılış hikmetine meydan okumamış, başkalaşmamış, kendi cinsinden olan erkeğe öykünmemiş, değişmemiş, melekelerini yitirmemiş, aslî kodlarını Veren’e muti, fıtratından mutmain olan, kendini idrak ile geliştirmiş her kadın, bir zarafet mektebinin banisi olma unvanını hak eder. İş ki, kadın bu yetkisinin farkına varabilsin, cüz’î iradesi ile kendisine verilmiş kıymetleri heder etmemiş olsun! Bu öyle bir mektep ki, tedrisatı Küllî İrade tarafından yazılarak kadının fıtratına emaneten yüklenmiş. Annelik vasfı ile tecrübe edilebilen, hayata bir birey kazandırma mühendisliğinin stajını gerçekleştiren bu tedrisat, İlâhî Kudret tarafından insanlığa bir lütuf olarak ikram edilmiş.

Kadın yanı başındaki sevdiklerinden tutun da bir vatanın en ücra köşesinden en bilindik merkezine kadar uzanan alâim-i sema olup tüm coğrafyayı kuşatabilecek renge, ahenge, nizama, disipline ve sair melekelere sahiptir. Yol haritasını Vahy-i İlâhiden belirlemiş, Rabbisinin kendisine verdiği zaafları ve melekeleri doğru keşfetmiş, “kendini bilmeyi Rabbini bilmek” olarak etüt etmiş, kulluk makamından ibadet hükmünde bir seyre müştak olmuş, kalbinde iman, aklında vatan, ruhunda cennet tahayyülü olan kadınlar, bir coğrafyayı yedi renkli alâim-i semaya dönüşüp kuşatabilir ancak.

Çünkü kadın, annelik ve eş vasfı ile kalbindeki imanın rengini sevdiğine nakşedebilendir. Bakışlarını inandığı değerin tedrisatı kılan, kaşlarıyla ihtar veren, gülüşüyle azad edendir kadın… Sesi tüm hoyrat gürültülerin tesellisi, sözü tüm incinmişliklerin ve tercihlerin rehberi, ahvali erkeğe nispetle zarafetin ve letafetin temsili hükmünde yansır hayata. Sonra şefkatiyle nakış düşürür kadın, erkek olsun, kız olsun evlâtlarının kumaşına. Merhametiyle şekil bulur o kumaş, topluma libas olur da zahiri şekillendirir, elleriyle kültürün hamurunu yoğurur. İnançlı kalbiyle estetiğin ve zarafetin tınılarını kâinatın dilinden okur kadın, ayetler dilinden dökülmekle kalmayıp hâl olur, eda olur, insanlığın ahvaline maya olur…

Farkındalığı gerçekleştiğinde fark ettirebilecektir kadın kendini. “Kadını anlamak”, kendisinden kendisine ulaşacak bir yola çıkmakla başarılacak bir yolculuktur çünkü.

Kadını yeniden tanımlamak yahut bir tahayyül üzerinden kadını ütopik bir alana konumlandırmak gibi bir kaygım olmadığı gibi, bilakis kadının var edilişinde barındırdığı melekelere dikkat çekmek diliyorum. Bilimin “bir tür, iki cins” olarak tanımladığı, insanlık tarihinin yazılmasında yegâne aktör olan kadın ve erkeğin yaratılış gayesine dikkat kesilmediğimizde yitirdiklerimizi tahsil etme hakkımız olmadığı gibi, (inancımız gereği) farkındalıksız bir itirazı kuşandığımızı düşünüyorum.

Bu sebepledir ki, erkek ve kadın olmak üzerinden bireysel olarak varlık niteliğimizi hatırlamamamız, terk ettiklerimiz ve ezber ettirilen kabullerimizden silkelenip kendimize gelmemiz gerekliliğine inanıyorum.  Ancak, dünyanın neresinde olursa olsun, hangi çeşit toplumun içinde bulunursa bulunsun, insan, bu silkelenişi gerçekleştirmek için kadını ve erkeğiyle varlık gayesinin (inançlı yahut inançsız) şifrelerini çözme çabası içinde olmalı ve düşünen bir varlık olarak kendinden uzaklaştıran ve kendine yabancılaştıran barikatları aşmalı. Aksi durumda, kıyamet kopmadan kendi kıyametini koparacak insanlık. Düşünmeyi, akletmeyi sekteye uğratacak pek çok kanala rağmen daha büyük handikaplara duçar olmadan ve daha büyük sendromlara yol açılmadan fert fert varlık bilincini tazelemek gerekiyor. Nasıl mı?

Bu tazelenişte kadının varlığı önemli bir etkiye haiz. Fakat kadın önce kendi meziyetlerinin farkına varmalı. Öğreti gücü, şekil verme yetisi, hassas duygularıyla hoyratlığın önüne geçebilme melekesini ve vazifesini hatırladığında, kadın geleceğin kendi elleriyle yoğrulduğunu fark edecektir. Çünkü her erkek evlâdı doğuran bir annedir. İlkin evlâtlarının ömrüne, sonra eş olarak erkeğinin kalbine ve aklına düşen izlerin mimarı olduğu gerçeğini çözümlediğinde kadın, zarif varlığının bir zarafet mektebine dönüştüğünü anlayacaktır. Peki, bir kadın cins olarak varlığını nasıl yeniden keşfedecek? Kadın olduğu hakikatinden hareketle “olmak”lığını nasıl hayata aksettirecek? İşte bu soruların cevabı yine kendi kalbinde ve aklında saklı kadının. Yüksek melekelerle yaratılmış olduğunun farkındalığını hiçe saymadığında kendine inancı artacak ilkin.

Pek çok şeyi bir arada düşünebilen, pek çok alanı koordine edebilen zekâsı başlama, yürütme, bitirme ve ikram etme enerjisiyle yönetim kabiliyetine inanmakla başlayacak bu keyifli hafıza tazelenmesi. Yetersizlik hissi ile değil, yetip de artacak kadar paha biçilmez emek verme potansiyeli olduğunu görecek sonra.

İmanlı kalbi ile bir evin huzurunu inşâ etmekle kalmayıp yavrusunu askere uğurlarken duyduğu gururda, şehit olan yavrusunun ardından “Vatan sağ olsun!” deyişinde, saklı coğrafyasında hürriyeti ihdas etme kabiliyetini hatırlayacak. Ki sessiz bir kabul ve olması gereken imanî bir vakar olarak düşünülse de, bu ne yabana atılır, ne de önem dışı bırakabilir bir dirayettir. Bu ahvâl, toplum inşâsına mahâl tanıyan, içinde yaşadığı coğrafyanın hürriyetinde payı olma durumudur. İşte sadece böylesi bir konum bile kadının “şehit annesi” olma makamıyla ukbaya, kederine rağmen hürriyeti tesisteki iradesiyle dünyaya yatırım yapma melekesinden söz eden muazzam bir varoluş şifresidir.

“Her kadın şehit annesi unvanına mazhar olamaz ki” denirse eğer, sair ülke kadınları hakkında yorum yapamasam da, ülkemizdeki kadınların adı farklı, tahammülü denk acılarına, kederlerine, zorluk ve zahmetlere sabredişleriyle ya sabrederek yahut şükrederek benzer makamlara erişmek gibi kaderî yatırımları vardır. Yine beklentisiz yardımlaşmasında, komşuluk iletişiminde aktif rol oynayışındaki faydayı okuduğunda kadın, kopuk halkaları birbirine ekleyerek zarif bir zincir oluşturan sarrafa benzetecektir kendini.

Bağ kurucu vasfıyla evinden akrabalarına, mahallesinden sivil toplum kurumlarına, şehirlerden vatanının tüm sınırlarına erişecek ve bu güçlü yetisiyle halkasını genişleteceğine inandığında başaracaktır kedere değil, kadere imza olmayı. “Neden kadın olduğu” sorusunun cevabını inandığı dinde ve hayatın içinde bulmayı başardığında “zavallılık” kostümünden sıyrılıp şefkatten ve zarafetten mülhem bir gücün kisvesine bürünecektir. Peygamberlerin, ashabın, İslâm âlimlerinin, sultanların, başarılı yöneticilerin, güçlü kimliklerin saçına illâki bir el değdiğini ve o elin bir kadın eli olduğunu sıklıkla hatırladığında çözecektir “kadın olmanın” ehemmiyetini. Yitikler üzerinden değil, başarı ve kazanım üzerinden yol aldıkça aşacaktır barikatları.

Azlıktan şikâyetle değil, yokluğa isyanla değil, sunulanın hikmet barındıran varlığına göz koyacaktır meselâ. Hayâl ürünü yahut ütopik örneklerle değil, Batılı gelişim metotlarıyla değil, öz kültüründeki rol modellerden ilham aldığında başarının “zor” ile ilişkisini çözümleyecektir. Meselâ, yemek kültürümüzden pay çıkardığında şaşıracaktır kendi zekâsına, şefkatine, pratik çözüm üretme kabiliyetine ve elindeki lezzetin tarife dönüşmüş izahına. Yokluk zamanlarında iki kaşık mısır ununa biraz yağ, biraz peynir katarak kavuran Karadenizli kadının mıhlama (kuymak) tarifinde saklı varlığını keşfettiğinde, eylediğinin bir gün bir marka gibi kabul gördüğünü fark ettiğinde, kendi varlığındaki zaman aşırı yeteneğin gücüne inanacaktır. (Her yöreden örnek verilebilir.)

Farkındalığı gerçekleştiğinde fark ettirebilecektir kadın kendini. “Kadını anlamak”, kendisinden kendisine ulaşacak bir yola çıkmakla başarılacak bir yolculuktur çünkü. Kadın, varlığını ilkin kendi anlayacak ki kendini anlatmakta zorlanmasın. Yaratılış gayesinden uzaklaştırılarak düşürüldüğü durumlara bu farkındalıkla refleks geliştirebilsin ve varlığına saygısızlığı, ruhuna zulmü reva görmesin!

NESRİN DÜLEK ÇAYLI

Vicdanlılık ve Vicdansızlık Üzerine

Vicdan insanın en mümtaz yanı, en ince tarafıdır. İnsandaki bu incelik selim fıtratla ilgilidir. Denilebilir ki vicdan selim fıtratın şuur halindeki bir tezahürüdür. İçsel bir ahlâkî şuur olarak vicdan her zaman hak, adalet ve hakkaniyetten yanadır. Bu bakımdan vicdan insanın belki de en güvenilir ahlak hocasıdır. Çünkü o gerek bireysel gerek toplumsal tutum ve davranışları ahlâkî açıdan hiçbir kayırmada bulunmadan ve hiçbir çifte standarda yaslanmadan değerlendirir. İnsan ahlâkî değerleri ihlal ettiği zaman, içinde kendi “ben”ine hâkim olabilecek güçlü bir “ben”in baskısına maruz kalır. İşte bu baskı mercii vicdandır. O herhangi bir şey hakkında “Evet” ya da “Hayır” dediğinde aklın aksi yönde bir şey söylemesi mümkün değildir. Gerçi akıl bazen nefsin, şeytanî arzu ve isteklerin lehinde iş görebilir. Dahası akıl, şeytanî his ve dürtülerle pekâlâ ayartılabilir ve böyle bir durumda tabir caizse gemi azıya alıp anarşist bir hüviyete bürünebilir. Ama vicdan asla! Bu yüzden denebilir ki vicdan akıldan mutlak surette daha temiz, daha masum ve daha dürüsttür. Vicdan, akıl ve duyu arasında bir sıralama söz konusu olduğunda üstünlük kesinlikle vicdana aittir. İkinci sırada akıl, son sırada ise duyular yer alır. Üstünlüğün her daim vicdanda kalması onun selim fıtrattan ve aynı zamanda dinî-ahlâkî değerlerden besleniyor olmasındandır. İşte bu mutlak üstünlüğü sebebiyledir ki vicdan akılla çatıştığında, aklın talimatıyla hareket etmek caiz değildir. Çünkü bu tarz bir hareket selim fıtratı bozmak anlamına gelir. İnsanın işlediği bir ahlâkî suç karşısında vicdanın tazibi başladığında, aklın bu azabı dindirmeye yönelik mazeret üretiminin hiçbir şekilde kâr etmemesi de bu gerçeğin bir göstergesidir.

Öte yandan, vicdan insanın bozulmamış tabiatından süzülüp gelen ahlâkî bir şuur olduğu için hak, hakkaniyet ve adaletin ne olduğunu düşünme, akıl yürütme gibi yollarla değil doğrudan bilir. Oysa akıl hep birtakım kıyaslar ve mantıksal önermeler üretir. Vicdan ile akıl arasındaki farkı anlama noktasında Müddessir 74/18-25. ayetlerdeki içerik öğretici olabilir. Rivayetlerden öğrendiğimize göre bu ayetler Mekkeli müşriklerin önde gelen figürlerinden biri olan Velîd b. Muğîre hakkında nazil olmuştur. Bu şahıs önyargısız ve hesapsız bir duyguyla Kur’an mesajına kulak verince, vicdanının sesi, “Bu ne bir şair ne de kâhin sözüdür” der. Ancak bu arada aklı biraz da çevre baskısıyla vicdanının sesine karşı çıkar ve ardından zihninde kıyas ve mantık kurgusuna dayalı bir düşünme süreci başlar (Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, XII. 309). Bu süreç surenin 18. ayette innehû fekkera ve kaddera diye ifade edilir. Sonuçta söz konusu şahsın aklı vicdanına galip gelir ve bu durum bir sonraki ayette Allah tarafından, “Hay kahrolası, ne [berbat] düşünce üretti, ne kötü akıl yürüttü” diye değerlendirilir.

Gelinen bu noktada akla çok kötü bir rol biçtiğimiz düşünülebilir ve “Allah Kur’an’da akletmeye onca atıfta bulunmuşken akla böyle bir rol biçilmesi son derece isabetsizdir” denebilir. Ancak bize göre isabetsiz olan, böyle denilmesidir. Çünkü Kur’an’da geçen akıl (akletmek), salt akıl değil vicdanın ya da selim fıtratın sesine kulak veren akıldır. Eğer aksi olsaydı, yukarıda anılan ayetlerden akıl yürütmede pek mahir olduğu(!) anlaşılan Velîd b. Muğîre, ilk hitap çevresindeki müşriklerin değil müminlerin önde gelen şahsiyetlerinden biri olurdu. Ne var ki öyle olmadı. Çünkü söz konusu şahıs, doğrunun ne olduğu konusunda ölçüt olarak vicdanı değil, nefsanî arzularınca ayartılan aklı esas almıştı. Nitekim İblis de Velîd b. Muğîre ile benzer bir tecrübeyi yaşamıştı. Zira İblis, tıpkı Mekkeli müşrikler gibi Allah’ın ilahlığını kabul etmiş, ancak O’nun secde emri karşısında -deyim yerindeyse- vicdanının sesini dinlemek yerine egosunu tek efendi sayan aklının buyruğuna uyarak kendini isyan ve küfre götüren bir kıyas üretmişti (Bkz. Sâd 38/71-76).

Akıl özellikle Batı’daki Aydınlanma tecrübesinden bu yana İslam dünyasında da pek çok Müslüman aydın için doğru ve yanlışın ne olduğunu gösteren yegâne ölçüt olarak baş tacıdır. Evet, akıl neyin ne olduğunu bilir, kavrar; fakat kalp ve gönülle ahenkli bir işbirliğine yanaşmadığında yanlış istikametlere yönelir. Aklın mürebbisi vicdandır. Vicdanın mahalli ise Kur’an’da sadr, fuâd, lüb, nühâ gibi kavramlarla ifade edilen ya da kısaca ilâhî bir cevher olan kalp ve gönüldür. Ancak vicdanın mahallinin akıldan öte kalp ve gönül olması, onun sulu gözlü bir duygusallık, öfke ve başkaldırı nedir bilmeyen katıksız bir uysallık gibi görülmesini gerektirmez. Bilakis vicdan, haksızlık karşısında herkesi ve pek tabii ki kendini de adamakıllı sorgulayan, bu sorgulamasında “ama”, “fakat” diye başlayan hiçbir mazeret kaydı koymayan, hiçbir çifte standarda yaslanmayan bir güçtür. Dahası vicdan, kütlesi olmayan ama etkisi dışımızdaki bütün otoritelerin yaptırımından çok daha yoğun bir güçtür. Ayrıca vicdanın algısında “Ben” ve “Öteki” gibi kategorik bir ayırıma yer yoktur. Çünkü vicdan, başkasını kendisiyle özdeş görür; dahası başkasını anlamaya, onun duygusunu paylaşmaya, acısını kendi acısı gibi yaşamaya çalışır. Yine vicdan, hep haklının, mağdurun, mazlumun yanında yer alır. Bu yüzden en temel bileşeni genellikle zulüm ve adaletsizlik olan dünyevi iktidar ve güç odaklarıyla vicdan arasında hep büyük bir mesafe, asla sona ermeyen bir çatışma bulunur.

Vicdanlılık ya da vicdan sahibi olmayı en iyi anlatan şey, iç sızısı ve azap olsa gerektir. Nitekim günlük dilde sıkça kullanılan, “vicdanı sızlamak”, “vicdan azabı çekmek” gibi deyimler de vicdanlılığın mahiyetini anlamada sızı ve azabın başat rol oynadığını gösterir. Burada sözü edilen sızı ve azap, haksızlık ve adaletsizlik gibi bir ahlâkî bir suç işlendiği anda başlar ve keşkelerle devam eder. Böyle bir durumda vicdan insana suçlu olduğunu tam anlamıyla ikrar ettirir ve bu aşamadan itibaren insan ne kendi vicdanının hâkimliğinden ne de kendi hakkında verdiği acımasız hükümden kurtulabilir. Bu noktada Tevbe 9/118. ayeti hatırlatmak gerekir. Bu ayette Tebük seferine katılmayan ve affedildiklerine ilişkin hüküm geciktirilen üç kişiden söz edilir. Ka’b b. Mâlik, Hilal b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî’den oluşan bu üç kişi, ilgili ayetten anlaşıldığına göre, vicdanlarının sesini dinlediklerinde dünya onca genişliğine rağmen başlarına dar gelmiş, derin nedamet duygusu kendilerini tazib etmiştir (ve-dâkat aleyhim enfüsühüm).

Bu ayette geçen nefs kavramının vicdana karşılık geldiği söylenebilir. Buna mukabil, “Nefs hep kötülüğü telkin eder” (Yûsuf 12/53) mealindeki ayet hatırlatılabilir ve dolayısıyla vicdan gibi temiz bir şuur ile nefs arasında doğrudan bir ilişki kurmanın isabetsiz olduğu ileri sürülebilir. Ancak nefsin hep kötülüğü telkin ettiğini bildiren ayet, genellikle sanıldığının aksine, genel geçer anlamda “nefs”e değil, “Ben [bütün bunlara rağmen] kendimi temize çıkarmıyorum.” (Yûsuf 12/53) sözünden de anlaşılacağı üzere, Hz. Yûsuf’un veya Züleyha’nın kendi nefsiyle ilgili hükmüne işaret eder. Nitekim mutasavvıflar da Kur’an’daki kullanımlarından hareketle nefs kavramını emmâre, levvâme, mutmainne, mülheme, râdiye, mardiyye, kâmile gibi farklı kategorilere ayırmışlardır. Hep doğrunun, haklının ve adil olanın tarafında yer aldığı, yanlışlık ve haksızlık karşısında ise sızlayıp insanı tazib ettiği dikkate alındığında, vicdanlı olmanın belki de tam olarak nefs-i levvâme kavramıyla ifade edilebileceği söylenebilir. Zira nefs-i levvâmenin en temel özelliği, kahr-ı nedamet, yani işlenen suçlardan duyulan pişmanlığın insanı ezmesidir.

Nitekim tâbiûn neslinin ünlü müfessiri Mücâhid, Kıyâme 75/2. ayette Allah’ın yeminine konu olan nefs-i levvâmenin bir medh sıfatı olduğunu, zira burada ifa fırsatını elden kaçırdığı iyiliklerden dolayı pişmanlık duyup kendini kınayan, işlediği günahlar yüzünden nefsini ayıplayan, iyilik adına yaptıklarından dolayı da kendi nefsini şımartmayan bir insanın, yani gerçek manada bir müminin nefsinden söz edildiğini belirtmiştir (Bkz. Mâverdî, en-Nüket ve’l-Uyûn, VI. 151). Aynı şekilde Hasen el-Basrî de nefs-i levvâme hakkında, “Bu gerçek müminin nefsidir; zira gerçek mümin her daim kendi nefsini kınar. ‘Bu sözümle neyi kastettim?’, ‘İçimden geçen bu duygu ve düşünceyle neyi murat ettim?’ diye kendi kendini sorgular ve yine iyilik namına yapamadıklarından ötürü de nefsini paylar.” demiştir (Bkz. Hevvârî, Tefsîru Kitâbillâhi’l-Azîz, IV. 440). Seyyid Kutub bu konuda en doyurucu yorumun Hasen el-Basrî’ye ait olduğunu söyledikten sonra şunları eklemiştir: “İşte Allah katında üstün ve değerli olan nefis, bu özünü eleştiren, uyanık, çekingen, sakıngan, iç konuşmalarla kendini denetleyen, hesaba çeken, çevresini gözetleyen, arzularının iç yüzünü belirlemeye özen gösteren, kendi kendini aldatmaktan kaçınan nefistir” (Bkz. Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân, X. 285).

Bütün bu izahlar da teyit etmektedir ki nefs-i levvâme, vicdanlılık ya da vicdan sahibi olmanın Kur’an’daki en uygun kavramsal karşılığıdır. Diğer taraftan, vicdanlılığın en temel tezahürlerinden biri nedamet duygusudur. Bu duygu genellikle “keşke”lerle başlar ve “keşke”lerle devam eder. Eğer bu “keşkeler”, hata ve günahtan avdet etmeyi mümkün kılan bir nedamete dönüşmezse hiçbir anlam içermez. Anlamlı ya da yanlıştan dönmeyi mucip bir nedamet duygusuyla mezcolmuş tüm “keşkeler” ise Kur’an’da tövbe (tevbe) kavramıyla ifade edilir. Tövbe, işlenen suçtan dolayı pişmanlık duymak ve bu duyguyla Allah’ın huzurunda “Ben yanlış yaptım” diye itirafta bulunmaktır. Buradaki itirafçı ise vicdandır.

Yeri gelmişken vicdanlılığın sevgi ve merhamet ile ilişkili olup olmadığı meselesine de kısaca değinmek gerekir. Sevgi, nesnesi müphem olarak kullanıldığında amorf (şekilsiz/biçimsiz) bir kavramdır. Çünkü sevginin nesnesi iyi de olabilir kötü de. Oysa vicdan hep iyinin yanında yer alır; kötünün karşısında ise sızlanır. Vicdan, sevgi ve merhamet temelli bir duygu olarak kabul edildiğinde özellikle ahlak, adalet ve hakkaniyet konusunda şaşmaz terazi olma özelliğini kaybeder. Çünkü insan kötü de olsa sevdiği şeyleri kayırır. Bu türden kayırmalara kimi zaman merhamet duygusu eşlik eder. Kaldı ki salt sevgi ve merhametten çok kere maraz doğar. O halde vicdanın temeli sevgi ve merhamet değil, adalet ve hakkaniyet duygusudur. Bunun içindir ki Allah Nisa 4/135. ayette şahitlikle ilgili olarak, “Ey Müminler! Bizzat kendinizin, ana babanızın veya akrabanızın aleyhine de olsa, bütün gücünüz ve samimiyetinizle adaleti gerçekleştirin, hep haktan ve hakkaniyetten yana olun.  Allah için şahitlik eden kimseler olun. Şahitlik konusunda insanların zengin veya fakir olmasına bakarak adalet ve hakkaniyetten sapmayın. [Yani zenginin gözüne girmek yahut yoksula merhamet etmek uğruna hak ve hakikati söylemekten kaçınmayın]. Zira Allah zenginin de fakirin de durumunu sizden çok daha iyi bilmektedir. Şu hâlde, sakın arzu ve isteklerinize uyup adaletten ayrılmayın. Eğer şahit olarak gerçeği çarpıtırsanız veya şahitlikten büsbütün kaçınırsanız bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır!” buyurmakla sevgi ve merhamet duygusuna değil, vicdanın buyruğuna uyulması gerektiğine işaret etmiştir. Bu ayetten hareketle denebilir ki adalet duygusu sevgiden mutlak surette üstündür. Zira adalet duygusunu sevk ve idare eden güç sevgi değil vicdandır. Ancak vicdanın son kertesi adalet duygusu değildir. Bunun da ötesinde sorumluluk duygusu vardır. İnsanın Allah’a karşı sorumluluklarını hatırlatan ve bu konuda insanı salih amele yönlendiren unsur ise vicdandan öte gerçek manada imandır.

Vicdansızlık

Vicdan her insanda vardır ve bundan dolayıdır ki neyin ahlâkî neyin gayri ahlâkî olduğu hususunda vicdan herkese aynı şeyi söyler. Ancak kimi insanlar vicdanın sözünü dinler, kimi insanlar dinlemez. Söz dinleyip dinlememek iradeye bağlıdır. Selim fıtratı bozulmuş olan insandaki irade vicdanının sesine pek kulak vermez; onun iyilik yolundaki tavsiyelerini dinlemez. Vicdan insanoğlunun selim fıtratını ifade etmesi hasebiyle özünde iyidir. Ancak bu iyilik mutlak değil görecelidir. Vicdanın iyi oluş keyfiyetini güçlendiren temel faktör Allah korkusudur. Bunun içindir ki Merhum M. Akif, “Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır; Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.” (M. Akif Ersoy, Safahat, Beşinci Kitap) demiştir.

Vicdanı rahatsız eden ve aynı zamanda güçsüzleştiren unsurlara gelince, bunların başında masiyet (günah) yer alır. Günahlar ilk planda vicdanı rahatsız eder. Nitekim Hz. Peygamber, “Günah nedir?” sorusuna, “Vicdanı (nefs) rahatsız eden şey” (Tirmizî, “Zühd” 52) diye cevap vermiş; ayrıca fetvanın vicdandan istenmesi gerektiğini belirtmiştir (İbn Hanbel, el-Müsned, IV. 194). Günahların alışkanlığa dönüştürülmesiyle birlikte vicdanî rahatsızlık gitgide zayıflar ve sonunda vicdan hiçbir günaha tepki vermez hâle gelir. Vicdansızlığı yaratan hâl işte bu hâldir. Çünkü böyle bir halde vicdan artık ölmüş olur. Vicdanın ölmesi demek, bir bakıma ruhsal beynimizin, hatta en güvenilir ahlak hocamızın ölmesi demektir. Diğer bir deyişle, vicdansızlık, egomuzu ve duygularımızı kayırmak, dolayısıyla selim fıtrat gereği kendi kendimizi suçlama, sorgulama, kendi aleyhimize tanıklık etme ve yine gerektiğinde kendi kendimize savaş açıp ceza verme yetimizi ya da kısaca en başta kendimize karşı dürüst olma erdemimizi kaybetmektir. Haddizatında vicdansızlık dünyevî düzlemde daha fazla işe yarar. Zira bu sıfat bir bakıma ahlâkî değer açısından had-hudut tanımazlık demektir. Bu sıfatla muttasıf bir insanın salt dünyevî emellerine ulaşma, bu tür hedeflerini gerçekleştirme imkânları çoğalır. Ancak bu durumda vicdandan, dolayısıyla insandan geriye hemen hiçbir şey kalmaz. Çünkü vicdanını kaybeden insan hem vahşileşir hem de hayvanileşir. Gelinen bu nokta ise Kur’an’da ahlâkî sefilliğin zirvesi anlamında kullanılan “esfel-i sâfilîn” derekesinin ta kendisidir.

Prof. DrMustafa Öztürk

İnsanlık onuru, yaşadığımız dünyadaki diz boyu şer problemiyle çok yakından ilgisi bulunan ve genellikle temel insan haklarıyla ilgili ihlallere atıfla kullanılan bir kavramdır. Ancak her kim insanlık veya insan onurundan söz etse, onuru kendinde verili ve içkin bir değer gibi telakki etmekte, bu değerden yoksunluğu ise başkalarına ait bir ahlâkî maraz olarak görmektedir. Daha genel çerçevede iyilik ve güzelliği kendimizden bilmek, kötülük ve çirkinliği başkalarına mal etmek diye de ifade edilmesi mümkün olan bu tasavvur, biz müslümanların zihin dünyasında da maalesef kendine yer bulabilmektedir. Bir örnek vermek gerekirse, Kur’an ve Sünnet’te kesin olarak yasaklanan gıybet, iftira, sû-i zan gibi reziletlerin insan onurunu derinden yaraladığını hep söyleriz; ama bunu söylerken en azından hukukumuz bulunan insanlarla ilgili davranışlarımızdaki ahlakî hassasiyetimiz hakkında adamakıllı muhasebe yapma ihtiyacını pek hissetmeyiz. Kuşkusuz zaman zaman onur kırıcı, itibar zedeleyici davranışlarda bulunduğumuza kendi vicdanımız dahi şahitlik eder; ama çok kere de bu tür davranışlarımızı ibraya hazır savunma mekanizmalarımız devreye girer. Bu mekanizmalar sayesinde onur, bütün bileşenleriyle birlikte her daim bizde mahfuz kalır. Hâl böyle olunca onurdan, onurlu davranıştan yana kendimizden pek şüphe duymayız; aksine hep onurumuzun kırıldığından, haysiyet ve şerefimize tan olunduğundan, izzet-i nefsimize dokunulduğundan ve neticede hak ihlaline uğradığımızdan müşteki oluruz.

İmdi, onur meselesini salt kendi zaviyemizden bakarak hak/hukuk bağlamında değerlendirmemek, bilakis bu meseleyi hakla ilgili olduğundan çok daha fazla nispette ahlak ve fazilet çerçevesinde empatik bir anlayışla mütalaa etmek gerektiğini özellikle belirterek asıl konuya geçebiliriz. Konumuz şudur: Şeref, haysiyet, itibar, izzet, saygınlık gibi kelimelerle de ifade edilen insan(lık) onuru mefhumu Kur’an açısından bakıldığında tam olarak neye karşılık gelir? Kur’an’daki beyanlara göre onur/şeref insana doğuştan bahşedilmiş bir paye midir yoksa bizzat insanın ahlâkî çabasıyla elde edilen bir değer midir? Özellikle Âdemoğlunun mükerrem kılındığını (İsrâ 17/70) ve insanın (el-insan) “ehsan-i takvîm” olarak şekillendirildiğini (Tîn 95/4) bildiren ayetler peşinen verili bir onur ve şereften mi söz etmektedir?

Bu sorularla ilgili izahata geçmeden önce insan kelimesinin dilimizdeki müspet anlam ve çağrışımı ile Kur’an’daki mana ve medlulü arasında çok ciddi bir fark bulunduğunu belirtmek ve bu vesileyle gündelik dildeki bir galat-ı meşhuru tashih etmek gerekir. Günümüz Türkçesinde insan kelimesi ve türevlerini içeren ifadeler genellikle sıcak anlamlar taşır. Buna karşılık beşer kelimesinin genel anlam ve kullanımı oldukça soğuktur. Mesela, insan evladı, insan adam, insanca, insancıl, insanlık, insaniyet, insaniyetli, insaniyet namına, insanlık görevi gibi kelimeler ve tabirlerin tümü güzel ahlak ve fazilete mukterin olarak vicdanlılık, merhametlilik, dürüstlük, efendilik, şereflilik, haysiyetlilik gibi değerler ve erdemleri ima eder. Beşer kelimesi ise insanın bu tür değerlerden bağımsız ham halini yahut kendine has fizyolojik ve biyolojik özellikleriyle müstakil bir canlı varlık olma niteliğini ifade eder. Şemseddin Sâmi (ö. 1904) Kâmûs-i Türkî’de şöyle der: “Beşeriyet ile insaniyet arasında çok fark vardır. Beşeriyet, insanın her türlü ahvâl-i tabiiyyesine, insâniyet ise yalnız fezâil ve kemâlât-ı rûhâniyyesine aittir. Mesela nisyan, havf, iştiha, şehvet gibi haller beşeriyet; kerem, sehavet, vefa-yı ahd, kanaat gibi haller ise insaniyet muktezasındandır.”

insan

Beşer kelimesi açısından bu izah doğru olsa da insan kelimesinin özellikle Kur’an’daki anlam ve kullanımı açısından yanlıştır. Zira insan (el-insan) kelimesi Kur’an’da altmış küsur ayette geçer ve bu ayetlerin kahir ekseriyetinde dinî-ahlâkî açıdan olumsuz tutum ve davranışları ifade eden sıfatlarla birlikte zikredilir. Dahası, hemen hiçbir ayette “el-insan” kelimesi bir tek olumlu sıfatla birlikte anılmaz. Mesela İbrâhim 14/34. ayette insan zalûm keffâr (son derece zalim ve nankör), İsrâ 17/11. ayette acûl (son derece aceleci, tez canlı), İsrâ 17/67. ayette kefûr (son derece nankör), İsrâ 17/100. ayette katûr (son derece cimri), Kehf 18/54. ayette eksera şey’in cedel (polemik ve demagojiye pek meraklı), Ahzâb 33/72. ayette zalûm cehûl (son derece zalim ve cahil/nadan), Zuhruf 43/15. ayette kefûr (son derece nankör), Meâric 70/19. ayette helû’ (son derece huysuz, mızmız), Alak 96/6. ayette tâğî ve müstağnî (azgın ve müstağni), Âdiyât 100/6. ayette kenûd (çok nankör) sıfatlarıyla muttasıf olarak geçer. Diğer pek çok ayette ise “el-insan”ın dönekliğinden, hâli vakti yerinde olunca Allah’tan yüz çevirip şımardığından, başı dara düştüğünde ise dur durak bilmeksizin Allah’a el açıp yalvardığından, kimi zaman da alabildiğine karamsar ve kötümser bir tavır takındığından söz edilir. Yine bazı ayetlerde “el-insan”ın iyilik için dua eder gibi kötülük için dua ettiği, diğer bir deyişle kendisi için hayırlı olan şeyden ziyade şer istediği bildirilir.

Sahabe ve tâbiûn müfessirlerinden gelen nakiller bütün bu ayetlerde geçen “el-insan” kelimesinin medlulünün Bakara 2/30. ayette “halife” diye ifade edilen Âdemoğlu değil, bilakis Allah’ın ve elçisinin davetini inkârda direnen, kâfirliği kendine vazife bilen kimseler olduğunu söyler. Hatta bütün bir nev-i beşere delalet ettiği hususunda yaygın kabul bulunan Asr 103/1 ve Tîn 95/4. ayetlerdeki “el-insan” kelimeleri dahi nankör, münkir kimseye/kimselere işaret eder. İbn Abbas’a göre Asr 103/1. ayetteki “el-insan” kelimesinden maksat kâfir kimse(ler)dir. Dahhâk’ın İbn Abbas’tan nakline göre ise bu ayette bir grup müşrik kastedilmiştir. [Ebû Abdillah el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut 1988, XX. 123.] Kurtubî (ö. 671/1273) Tîn 95/4. ayetteki “el-insan” kelimesiyle ilgili olarak, “Allah el-insan kelimesiyle kâfiri kastetti” dedikten sonra burada hangi kâfire/müşriğe işaret edildiğiyle ilgili birkaç farklı görüş nakletmiştir. [Kurtubî, el-Câmi’, XX. 77.]

Bahsi geçen ayetlerin tefsiri (te’vili değil!) budur. Unutmamak gerekir ki tefsir, ayetin nazil olduğu zaman ve zeminde kime ne söylediğini ortaya koymak, bunun için de mutlaka ilk muhatapların şahitliğine başvurmaktır. Te’vil ise nüzul vasatından sonraki dönemlerde ayetten farklı düzeylerde mana çıkarmaktır. Diğer bir deyişle, tefsir ilk ve aslî anlamı açıklama, te’vil ise yorumlamadır. Te’vilin sahihliği, tefsirin yani ilk ve aslî anlamla ilgili açıklamanın dikkate alınmasına bağlıdır. Tîn 95/4. ayetteki “ehsan-i takvîm” tabiriyle ilgili meşhur yoruma göre Allah insanoğlunu ibtidaen onurlu, şerefli bir varlık kılmıştır. İlk döneme ait izahlar (tefsir) açısından bakıldığında bu yorum isabetli değildir. Gerçi “ehsan-i takvîm” ve “esfel-i sâfilîn” tabirlerini içeren ayetler, tarihî bağlamdan sarf-ı nazar etmek kaydıyla, “Biz insanı en güzel şekilde meydana getirdik; sonra da onu yaratılış amacına aykırı amelleri sebebiyle en aşağı derekeye indirdik” şeklinde de izah edilebilir; ancak bu izah tarzında bile Allah’ın insanoğluna en başından onur ve şeref payesi vermesi söz konusu değildir.

Gerçekte “ehsan-i takvîm” tabirinin geçtiği ayette verili bir şeref payesinden bahsedilmemekte, bilakis varoluş ve hayatın nihai amacını dünyaya ve dünyevî metalara endeksleyen, kâh maddi iktidar gücüne, kâh malına-mülküne güvenen, hep refah, sağlık ve afiyet içerisinde devran süreceğini vehmeden kimselere “Fani bedene kefen yaraşır” fahvasınca gelip geçicilik (fanilik) gerçeği hatırlatılmakta, dolayısıyla Kıyâme 75/26-30. ayetlerde de çarpıcı şekilde tasvir edildiği gibi, can boğaza gelip dayandığında, Allah’ın huzurundan başka bir adrese gitme imkânının bulunmadığı vurgulanmaktadır. Kısaca, “ehsan-i takvîm” tabiri hayatın baharı olan gençlik ve dinçlik çağına, “esfel-i sâfilîn” ise bazı ayetlerde “erzel-i umür” (ömrün en düşkün, en perişan çağı) diye nitelendirilenve gençliğin bütün zevklerini ölüm tehdidiyle yasak eden bir zorba gibi hüküm süren ihtiyarlık çağına karşılık gelmektedir.[6]Asr suresinde ise inkârcı insanın sınırlı süreli zaman sermayesini büsbütün heder etmekle kendisini mukadder bir hüsrana sürüklediği, ancak iman edip imanlarına yaraşır şekilde davranan kimselerin bundan müstesna olduğu ifade edilmektedir.

Altmış küsur ayetten çıkan sonuca göre Kur’an’da insan kelimesi nev-i beşere değil, Allah’a nankörlük eden kimselere atıfta bulunur, dolayısıyla kâfirden kinaye olarak kullanılır. Ne var ki bu gerçeğe rağmen herkes gibi biz de insan kelimesini olumlu bir anlam örgüsü içinde kullanmak durumundayız; çünkü “galat-ı meşhur lügat-ı fasihten evladır” fahvasınca “beşer onuru” tabirini kullanmak dilde işlerlik açısından pek anlamlı olmayacağından, bu yazıdaki meramımızı “insan” kelimesi üzerinden anlatmak zorundayız. Ancak Galilei’nin “Ben dünya dönmüyor desem bile dönüyor” sözündeki vurguya benzer şekilde, biz her ne kadar insan kelimesini olumlu anlamda kullanmak zorunda olsak da bu kelimenin Kur’an’daki anlam ve kullanımı kesinlikle olumsuzdur. Ayrıca kelimenin kökeni en azından Kur’an’da kullanıldığı şekliyle üns/ünsiyet değil, nisyan/insiyandır.

Bunu teyit eden delillerinden biri, “Şu insan (el-insan) kendisini bir damla sudan/meniden meydana getirip şekillendirdiğimizi hiç düşünmez mi ki, şimdi kalkmış bize açıkça hasım kesiliyor. Kendisinin nasıl meydana getirildiğini unutup aklı sıra bize misal/ders veriyor; ‘Kim can verecek bu un ufak olmuş kemiklere?!’ diyor.” mealindeki Yâ-sîn 36/77-78. ayetlerdir. Öncelikle bu ayetlerde sözü edilen “el-insan”ın sahabe ve tâbiûn müfessirlerince Übey b. Halef, Ümeyye b. Halef, Âs b. Vâil, Abdullah b. Übey b. Selûl, Ebû Cehl b. Hişâm gibi müşriklerden birine atıfla izah edildiğini belirtmek, [Ebû Ca’fer et-Taberî, Câmiu’l-Beyân, Beyrut 1999, X. 464; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, Beyrut 1987, VII. 40-41; Kurtubî, el-Câmi’, XV. 39-40.]  ardından yetmiş sekizinci ayetteki “ve-nesiye halkah” (hilkatini unuttu) ifadesine dikkat çekmek gerekir. Çünkü bu ifade “el-insan”ın kendi hilkatini unutmasından, yani Allah’ın onu basit ve bayağı bir sıvıdan bütün uzuvları mükemmel bir beşer haline getirmesindeki sınırsız kudret ve sanata bakıp ibret almamasından, bundan dolayı da “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecekmiş” deme aymazlığından söz etmektedir

Dikkat edilirse ilgili ayetlerde inkârcı kişinin ölümden sonra Allah tarafından diriltileceği gerçeğini reddetmesi kendisinin nasıl meydana getirildiğini unutmuş olmasıyla ilişkilendirilmiştir. Burada sözü edilen unutma (nisyan) her birimize arız olan masum unutkanlık değil, iradî ve ihtiyari bir nisyandır ki bu da kelimenin tam manasıyla isyan ve inkârcılıktır. İnsan kelimesinin bu anlamda bir nisyanla kökteş olduğunu gösteren bir diğer delil Tâ-hâ 20/115. ayetteki “ve-lekad ahidnâ ilâ âdeme min kablü fe-nesiye” ifadesidir. Bu ifade Allah’ın vakti zamanında Âdem’den emre itaat sözü aldığını ve fakat onun bu sözünü unuttuğunu bildirmekte, Tâ-hâ 20/121. ayetteki “ve-asâ âdemü rabbehû ve ğavâ” (Böylece Âdem rabbine isyan etmiş ve büyük bir yanlış yapmış oldu) ifadesi ise söz konusu nisyanın Allah’a itaatsizlik ve isyandan başka bir manaya gelmediğini gözler önüne sermektedir.

Onur, şeref, izzet ve itibarın Allah tarafından insanoğluna peşinen lütfedilmiş bir paye olduğu yolundaki popüler dinî düşüncede çok önemli bir yer tutan Kur’an referanslarından biri, İsrâ 17/70. ayetteki “ve-lekad kerremnâ benî âdem” (Gerçek şu ki biz Âdemoğluna lütuf ve ikramda bulunduk) ifadesidir. Bu ifadedeki “kerremnâ” lafzı Kur’an meallerinin çoğunda şeref ve onura hamledilmiştir. Bazı klasik tefsirlerde ise bu ayet insanoğlunun meleklerden üstün olup olmadığı meselesiyle ilişkili olarak izah edilmiştir. [Fahreddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Beyrut 2004, XXI. 13-14.] Hâlbuki bu ayetin anahtar kavramı olan tekrîm ne insanın doğuştan vehbî/verili olarak şerefli ve onurlu kılındığı, ne de insan ve melekten hangisinin daha üstün olduğu meselesi ile ilgilidir. Bilakis tekrîm, Âdemoğluna kusursuz ve eksiksiz lütufta/ikramda bulunulduğunu belirtir. [Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, İstanbul 1986, s. 646.]

Onur, şeref, izzet ve itibarın Allah tarafından insanoğluna peşinen lütfedilmiş bir paye olduğu yolundaki popüler dinî düşüncede çok önemli bir yer tutan Kur’an referanslarından biri, İsrâ 17/70. ayetteki “ve-lekad kerremnâ benî âdem” (Gerçek şu ki biz Âdemoğluna lütuf ve ikramda bulunduk) ifadesidir. Bu ifadedeki “kerremnâ” lafzı Kur’an meallerinin çoğunda şeref ve onura hamledilmiştir. Bazı klasik tefsirlerde ise bu ayet insanoğlunun meleklerden üstün olup olmadığı meselesiyle ilişkili olarak izah edilmiştir.[9]Hâlbuki bu ayetin anahtar kavramı olan tekrîm ne insanın doğuştan vehbî/verili olarak şerefli ve onurlu kılındığı, ne de insan ve melekten hangisinin daha üstün olduğu meselesi ile ilgilidir. Bilakis tekrîm, Âdemoğluna kusursuz ve eksiksiz lütufta/ikramda bulunulduğunu belirtir.[10]Tekrîmin Kur’an’daki en genel ifadesi, göklerde ve yerde bulunan her şeyin insanoğluna musahhar kılınmasıdır.[Lokman 31/20; Câsiye 45/13]Nitekim Taberî (ö. 310/923) de “ve-lekad kerremnâ benî âdem” ifadesini, “Diğer mahlûkatı insanoğlunun hizmetine sunduk” diye açıklamıştır.[12]Şimdiki bilimsel verilere göre dünya üzerinde dokuz milyona yakın canlı bulunmakta ve bütün bu canlılar aslında bir tek canlının hayatını idamesi için yaşamaktadır. Sözgelimi, insanoğlu her nefes alış verişinde temiz havayı tüketmekte, ağaçlar ise solunum yoluyla ortaya çıkan karbondioksit gibi atık maddeleri oksijene çevirmek suretiyle insanın tükettiği havayı yeniden üretmektedir. Yüzyaşındaki bir kayın ağacı saatte kırk kişinin çıkardığı karbondioksiti yok etmekte, bir hektar kayın ormanı ise yılda altmış sekiz ton toz emmektedir.

İsrâ 17/70. ayetteki tekrîm Âdemoğlunun işte bunun gibi sayısız lütuf ve nimete nail kılındığını ifade eder. Aynı ayette Âdemoğluna hoş ve güzel rızıklar lütfedildiği, böylece onun sair mahlûkatın pek çoğundan imtiyazlı kılındığı da belirtilir. Güzel rızıkla ilgili ifadede ne kastedildiğini anlamak için ekosistemdeki besin zincirine bakmak kâfidir. Bilindiği gibi bu zincirin en son halkasında genellikle insan yer alır. Sözgelimi, tavuk solucan yiyerek beslenir; ama insanoğlu iç kaldıran bir tarzda beslenen bu hayvanın hem etini hem de onun anne sütünden sonra insanın ihtiyacı olan tüm besin öğelerini muhtevi tek besin olduğu söylenen yumurtasını yiyerek beslenir. Söz konusu ayette, insanın diğer mahlûkatın çoğuna tafdil edildiğini bildiren ifade ise onun hem rızık konusunda imtiyazlı olmasına hem de yaratılıştan akıl ve irade sahibi kılınması, konuşma ve yazma yoluyla meramını ifade edebilmesi, doğruyu yanlıştan ayırt etme kabiliyetine sahip olması, son derece düzgün bir fizikî yapıya sahip bulunması ve bütün bunların yanında yeryüzündeki bütün varlıkların kendisine musahhar kılınması gibi hususlara işaret eder. [Ebü’l-Kâsım ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Beyrut 1977, II. 458]

Ne var ki bütün bu ayrıcalıklar insanoğlunun ibtidaen şerefli ve onurlu olduğunu göstermekten ziyade, pek çoğu tarifsiz güzellikte, adeta rüya gibi sayısız lütuf ve nimete nail kılınmasından dolayı diğer bütün varlıklardan çok daha fazla Allah’a minnet ve şükür borcu olduğunun altını çizer. Bunun içindir ki İbnü’l-Cevzî (ö. 597/1201) İsrâ 17/70. ayetteki “ve-lekâd kerremnâ benî âdem” ifadesinin hemen ardından, “Hâl böyle iken Âdemoğlu bunca lütuf ve ikramın şükrünü eda etmedi” cümlesini kaydetmiştir.[İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, V. 66] Hâsılı, Allah’ın insanoğluna sayısız lütufta bulunmasını ifade eden tekrîm ve tafdili tamamen ahlakî ve kesbî olan onur, izzet, şeref gibi kavramlarla karıştırmamak gerekir. Şayet onur ve şeref insanoğluna en başından, yaratılıştan verilmiş bir paye olsaydı, Kur’an’da münafıkların, “Hele bir Medine’ye dönelim, izzet ve itibar sahibi olan bizler, zelil ve hakir olan [şu muhacirler] zümresini oradan kovacağız” mealindeki sözlerine, “İzzet/itibar Allah’a, elçisine ve müminlere mahsustur.” diye karşılık verilmezdi [Münâfikûn 63/8]. İnsanoğlunun yeryüzündeki diğer canlılardan çok daha fazla kabiliyet ve meziyetlere sahip olması onun bizatihi şerefli ve onurlu olduğu anlamına gelmez. Çünkü bu değerler ahlâkî çabayla elde edilir. Bu yüzden de vehbî değil, kesbîdir. İnsanoğlu bu değerlerin kesbine yönelik bir ahlâkî çaba sarf etmediği takdirde Allah katında süflileşir.

Gelinen bu noktada cevabı aranması gereken temel soru şudur: Onur ve şeref gerçek manasıyla hangi adrestedir? Öyle görünüyor ki, “insanoğlu peşinen eşref-i mahlûkattır” diye düşünenler, şeref ve onuru akıl sahibi olma, konuşma gibi istidat ve kabiliyetlere hamlediyor; hâlbuki Kur’an onur ve şeref hususunda iman ve salih amelin altını çiziyor. Kur’an’dan hareketle konuştuğumuzda şeref ve onurun asıl adresi Allah’a iman ve teslimiyettir. Kuşkusuz insan son derece gelişmiş istidatlara sahip bir varlıktır; ancak başlangıçta ahlâkî potansiyelinden dolayı insan olmaya adaydır. Erasmus’a izafe edilen, “İnsan doğulmaz, insan olunur” sözü doğru bir sözdür. İnsanın doğuştan kemal ufkuna yükselme istidadı vardır; ancak bu istidat bütün bir hayat boyunca kuvveden fiile çıkmayabilir. Bu takdirde insan olma durumundan söz edilemeyeceği gibi, insanlık onurundan da söz edilemez. Evet, Hz. Peygamber’in buyurduğu üzere her insan Allah’a teslimiyet fıtratıyla dünyaya gelir.

Rûm 30/30. ayette de “ed-dîn” (tevhid inancı) Allah’ın insanları yarattığı fıtratla özdeş olarak zikredilir. Ancak fıtrat üzere dünyaya geliş, en fazla hakkı kabule yatkınlığı ifade eder. Kaldı ki insan fıtrat itibariyle Allah’a karşı sorumluluğunu idrake yatkın olduğu gibi, Şems 91/8. ayette belirtildiği üzere fısk ve fücura da yatkın bir varlıktır. Bu itibarla, insan olarak doğulmaz; aksine insan olma adayı olarak doğulur; bilahare iradî ve ihtiyari olarak ya insan olunur ya da olunmaz

Burada bir kez daha altını çizelim ki Allah’ın sayısız lütuf ve ikramına nail olmamız bizi peşinen onurlu ve şerefli yapmaz. Aksine bizi Allah’a karşı çok daha fazla sorumlu kılar. Kur’an’da insanoğlunun Allah’a karşı sorumluluğu kullukla sınanma (ibadetle ibtila) kavramında ifadesini bulur. Sınanmanın ahlakî muhtevası iki boyutludur. İlki iman ve salih amel üzere Allah’a teslimiyet göstermek, ikincisi ise O’na karşı nankörlük etmektir (küfr, isyan, şirk, zulüm). Allah’a itaat ve teslimiyet sorumluluğu Kur’an’da göklerin, yerin ve dağların dahi hıyanet etmekten korkup kaçındıkları bildirilen “emanet” (Ahzâb 33/72) kavramında mündemiçtir. İnsandan beklenen, Allah’ın sayısız nimet ve ikramına karşılık O’na şükranda bulunması, dolayısıyla taat emanetine riayet etmesidir. Gerçek onur ve şeref ancak böyle kesbedilir. Zira onur ve şeref, Allah’ın mahlûkatı yarattığı amaca uygun davranmakla kaim bir değerdir. Bu açıdan bakıldığında kâinatta insanın hizmetine amade kılınan canlı-cansız tüm varlıklar kesinlikle şerefli ve değerlidir. Çünkü onlar Allah’a taat emanetine asla hıyanet etmemiş, bilakis kendilerine tevdi edilen vazifeleri kusursuz biçimde yerine getirmişlerdir. Buna mukabil “insan” (el-insan), Hasen-i Basrî’nin isabetle belirttiği gibi “kâfir insan” emaneti hamletmiş, yani ona hıyanet etmiş, bu yüzden de alabildiğine zalim, alabildiğine cahil olup çıkıvermiştir. [Ahzâb 33/72. ayette geçen “haml” emaneti üstlenme/yüklenmeden öte emanete hıyanet manasındadır. Bkz. Ebû İshâk ez-Zeccâc, Meâni’l-Kur’ân, Beyrut 1988, IV.]

İnsanoğlunun Allah’a taat ve teslimiyetle mükellef kılınma veya ilahi buyrukları yeryüzünde hayata geçirip hâkim kılma misyonu Kur’an’da “halife” (Bakara 2/30) kavramıyla ifade edilir. Uhdesinde halifelik misyonu bulunan insanoğlu akıl ve irade sayesinde kendi beşerî varlığında da tecelli eden hakikati anlayıp kavrayabilir ve bu imkân/istidat sayesinde mümkün varlığına dönük benliğini aşarak kemale erebilir. İnsanoğlunun halifelik misyonuna karşılık kendi varoluşuna anlam katan temel unsur Allah’a kulluğudur. Bu yüzden insanoğlu kendini sayısız imkân ve kabiliyetle varlık alanına çıkaran Allah’a minnettarlığını gösterip O’na tam anlamıyla boyun eğmelidir. Şeref, izzet ve itibarın tecelligahı işte bu iradi ve ihtiyari boyun eğiştedir. Bunun böyle olduğu Allah’ın şu beyanıyla da sabittir: “Kim izzet ve şeref sahibi olmak istiyorsa bilsin ki izzet ve şeref tamamıyla Allah’a aittir. [Dolayısıyla izzet ve şeref ancak Allah’a inanıp O’na kulluk/ibadet etmekle kazanılır]. Allah katına yükselen, O’nun katında değer ifade eden şey tevhid inancıdır. Bu inancı yüceltip değerli/semereli kılan şey ise salih amellerdir.” [Fâtır 35/10]

Allah’ın dilediğini aziz, dilediğini zelil kıldığını bildiren Âl-i İmrân 3/26. ayetin tefsirinde Fahreddîn er-Râzî (ö. 606/1210) izzet ve şerefin din veya dünya ile ilgili olacağını söyledikten sonra dinle ilgili en yüce izzetin Allah’a iman, zilletlerin en aşağısının da inkâr/küfr olduğunu belirtir. İnsan, izzet ve şerefi kendi nefsini başkalarından üstün görme eğiliminin bir ifadesi olarak değil, sahip olduğu dinî ve ahlâkî değerlerin bir semeresi olarak görmelidir. Kur’an’ın sarih beyanlarına göre insan, dinî ve ahlâkî değerlerden uzaklaştığında izzet ve onurdan da yoksun kalır. Çünkü hakiki manada izzet ve şeref bütünüyle Allah’a aittir. [Nisâ 4/139; Yûnus 10/65] Allah’a iman ve itaatleri mucibince müminler de izzet ve şeref sahibidirler. [Münâfikûn 63/8]

Hiç şüphesiz İslam’dan başka din ve inanç sistemlerine mensup bulunan veya kendisini İslam dairesinde görmekle birlikte dinî duyarlılığı yoğun olmayan sayısız insan da onur, şeref, haysiyet gibi değerlere sahiptir; ancak Kur’an’ın beyanları esas alındığında bu değerlerin gerçek manada değer hükmü taşıması için Allah nezdinde kabul görmesi gerekir. Bu kabulün temel şartı iman, ille de imandır. Aksi halde, iyi olduğu düşünülen amellerin boşa çıkarılması (ihbât) söz konusudur. Diğer taraftan, iman sözde değil, özde olmalıdır. Özden maksat iman sözüyle fiil arasında mutlak paralellik ve uyumdur. Davranış düzeyinde ahlâkî semere (salih amel) vermeyen imanın tek başına değerli olduğundan söz etmek zordur. Dahası, bir insanın iman ve salih ameli yoksa onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Nitekim Furkân 25/77 ayette, “[Ey Peygamber!] De ki: “Duanız olmadıktan sonra rabbim size ne diye değer versin?” buyrulur. Bu ayetteki dua kelimesi diğer birçok ayette olduğu gibi Allah’a iman ve ibadet/itaat anlamındadır.

İman ile çirkin amelin bir arada bulunmasının şeref ve onur açısından son derece problemli olduğu da müsellemdir. Bunun içindir ki Allah özellikle Hucurât suresinde müminlerin şerefli, onurlu, itibarlı olmaları için sadece imanın yetmediğini, bilakis hem kendi içlerinde, hem de diğer insanlarla ilişkilerinde imanın gerekli kıldığı ahlâkî davranışlar sergilemenin lüzumuna dikkat çekmiş, özellikle sû-i zan, gıybet, tecessüs, lemz, tenabüz gibi reziletlerin mümin insanlardan asla sadır olmaması gerektiğini bildirmiştir.

Son olarak şunu belirtelim ki Allah nezdinde onurlu ve şerefli olmanın şartlarına riayet etmek, diğer bir deyişle, iman ve sahil amelle müzeyyen bir hayat sürmek, insanı hem Allah hem de insanlar nezdinde onurlu ve şerefli kılar. İmana mukterin olmayan dürüstlük, ahde vefalılık gibi erdemlere sahip olmak ise insanı sadece hemcinsleri nezdinde şerefli ve onurlu kılar. Gerek insanların iç dünyalarına muttali olamamamızdan, gerekse iman şartının hukûkullah kapsamında yer almasından dolayı bizim nezdimizde bir insanın onurlu, şerefli ve haysiyetli oluşu, onun hemcinslerimize karşı tutum ve davranışlarına bağlıdır. [İlhami Güler, İtikattan İmana, 2009, s. 133-134] Eğer bir insan dürüstlük, adillik, ahde vefalılık gibi sıfatlara sahipse, bizim için onurlu, şerefli ve haysiyetlidir. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi ahlakî potansiyelini Allah ve insanlarla ilişkisinde aktüelleştiren kimseler hem Allah hem de insanlar nezdinde onurlu ve şerefli olur; ahlâkî potansiyelini salt insanlarla ilişkisinde aktüelleştiren kimseler ise sadece insanlar nezdinde şeref ve onur sahibi addolunur. / Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK

Bilinç, ahlâk ve insan

Bilinç kavramının içi, bugün olabildiğince daraltılmıştır. Bilinç, bugün sadece zihnin psikolojik ve bilişsel boyutu şeklinde dar bir yaklaşım içinde ele alınmaktadır. Bilincin ahlâk ve fıtrattan soyutlanarak salt zihinsel bir sürece indirgenmesi, bilincin, ahlâkın ve fıtratın içinin boşaltılması anlamına gelmektedir. Küresel ölçekte insanlığın yaşadığı sosyal, siyâsal, ekonomik, kültürel, manevî, ahlâkî, dinî ve ruhî sorunların, krizlerin ve açmazların “bilinç ve ahlâk” konusunda yeni bir dirilişe, diriliğe ve doluluğa ulaşmak için sahici bir farkındalık geliştirmek gerektiğini ve bunun küresel bir ihtiyaç hâline geldiğini söyleyebiliriz. İnsanlık bugün fıtrî anlamda kendisiyle, Allah’la, toplumla ve tabiatla ilişki kurma bilincini kaybetmiş olup, bilinç ve ahlâk bütünlüğünü uygulama konusunda ise yetersiz kalmaktadır. Allah’a kulluk temelinde fıtrî ve manevî büyümeyi, sorumluluğu ve aklı esas alan bir ahlâkî bilinç arasındaki ilişkinin ve bütünlüğün sağlanması gerekmektedir.

Bilinç ve ahlâk olgusunun iç içeliğini anlamak için kişinin derin bir idrak ve gelişime ihtiyacı vardır. İnsanî durumumuzun merkezi durumundaki bilinç, kişinin “neyin iyi, neyin kötü olduğu” şeklindeki fıtrî-ahlâkî sistemin farkında olması, bu sistemi içselleştirmesi ve yaşaması hâlidir. Kişinin, yaptığı ahlâkî seçimler konusunda derin bir bilinç düzeyine sahip olması lâzımdır. Çoğu zaman ahlâkî seçimlerimizin gerçek doğasını anlamakta yetersiz kalıyoruz. Ahlâkî seçimlerimiz, Allah’ın insanı yarattığı fıtrat durumuyla uyum içinde olmalı ve bilgi, özgürlük, irade, güzellik, merhamet, aşk, umut ve inanç unsurlarını içermelidir. Bilgiden, aşktan, akıldan ve umuttan soyutlanmış bir ahlâkın kuru şekilcilikten öteye geçmeyeceğini, başka bir ifade ile ahlâkın ahlâkîzme dönüşeceğini söylememiz lâzımdır.

Ahlâkîzm, insanın bilinç, bilgi, akıl, aşk, umut ve inancı kaybederek ahlâkî tercihlerde bulunduğunu görmeden vehmetme darlığı, açmazı ve sıkışmışlığı içine düşmesidir. Bilinç, ahlâkın bir “izm”e dönüştürülmemesini gerekli kılmaktadır. Kişinin ahlâkî bir şekilde davranması için bilincin dış bir otorite, güç veya aktör tarafından yönlendirilmesi ve kontrol edilmesi gerektiğine dair yaygın bir inanç vardır. Aslında bilinç, kişiyi dış bir otoriteye bağımlı kılmayı değil, kişiyi bütün dış otoritelerden bağımsız kılarak akılla, bilgiyle, kalple, aşkla ve güzellikle, fıtrata uygun yaşamanın farkında olmayı içermektedir. İnsanı kontrol etmek için bilincimize tahakküm etmeyi amaçlayan her girişim, aslında insanlığımıza, bilincimize ve vicdanımıza yönelik yapılmış bir terörizm hareketidir.

Terörizm, bilinçleri yıldırmayı ve işlevsizleştirmeyi amaçlayan her türlü kontrol, şiddet ve tahakküm yöntemidir. Bilinç, kişinin kendi üzerinde otoriteler inşâ etmesini değil, kişinin insanî büyümesini sağlayacak bütün kanalları açık tutmasını ve araçları akıl çerçevesinde kullanmasını gerekli kılmaktadır.

Bilinç, genel anlamda neyin iyi, neyin kötü olduğu konusunda sahip olunan kavrayış ve anlayış olarak anlaşılmaktadır. Yaptığımız bir hareketin iyi veya kötü olduğu konusunda sürekli olarak yaptığımız değerlendirme, aslında o davranışla ilgili bilinç durumumuzu ortaya koymaktadır. Kişinin ahlâkî değerler çerçevesinde günlük hayatında karşılaşacağı durumlara bilinç ve vicdan meyvesi olan karşılıklarda nasıl bulunacağı sorusu, herkesin önünde duran büyük bir meydan okumadır. Bilinç ve vicdan, insanın kalp gözü ve aydınlığıdır. Akıl ışığında kalp gözümüz açık olabilir. Akleden ve açık olan bir kalp gözü, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ayırt etmemize yardımcı olabilir.

Kişinin, yaptığı ahlâkî seçimler konusunda derin bir bilinç düzeyine sahip olması lâzımdır. Çoğu zaman ahlâkî seçimlerimizin gerçek doğasını anlamakta yetersiz kalıyoruz. Kendimizin ne yaptığına, ne düşündüğüne ve ne hissettiğine şahitlik etmemiz, bilinç durumunun olmazsa olmazıdır. İnsanın kendi kendisinden gafil olma hâli, insanî varlığımızdaki bütün çürümüşlük ve yozlaşmışlıkların kaynağını oluşturmaktadır. Bilinç, varlığımıza ve varoluşumuza derin bakışımızdır ve bizim sübjektif benliğimizdir. Sübjektif benliğimiz olan bilinç sayesinde düşüncelerimizin, davranışlarımızın ve duygularımızın temelini oluşturan ahlâkî ve manevî değerlerimizin farkında olmaktayız. Bizi ahlâkî, manevî ve insanî yaşam sürmeye motive eden dinamik merkez, bilinçtir. Ahlâka, fıtrata ve insanlığa karşı düşünceler, duygular ve davranışlar içine girdiğimiz zaman, nefsimize karşı mücadeleye giren, “ben’i ben’e karşı uyaran” dinamik güç, bilinçtir. Bilinç, benliğin bilgisinin, ahlâkî ve fıtrî prensiplerin farkında olmayı ve onlara uygun yaşamayı, kendimizi sürekli olarak varlığımızın derinliklerinden gelen ve “vicdan” olarak nitelediğimiz sübjektif benliğe göre değerlendirmemizi kapsayan sahici insanî özümüzdür.

Fıtratımıza uygun bir hayat yaşayabilmemiz için bilinç ve vicdanımızın körleşmemesi, köreltilmemesi, çürümemesi ve işlevsizleştirilmemesi lâzımdır. İrade ve özgürlük sahibi bir varlık olarak, hayatın aslî gayesi olan “Allah’a kul olmayı” bilinçli bir şekilde hayatımızın başı, ortası ve sonu hâline getirmeliyiz. Akılla, düşünceyle ve bilgiyle Allah’a, insana ve kâinata dair bilgiyi ve hikmeti edinmenin peşinde olmalıyız. Bilinç ve vicdan, benliğimiz hakkında bilgiler toplayan ve değerlendirmeler yapan fıtrat mahkememizdir. Fıtrat mahkemesi olan bilinç ve vicdan sayesinde neyin ahlâkî olup olmadığını öğrenmekte ve ahlâklı davranışta bulunmak yönünde bilinç ve vicdanımız bizi motive etmektedir. Bilinç ve vicdan, aslında kimlik olarak gördüğümüz benliğimizi oluşturmaktadır. İnsanın kimliğini oluşturabilmesi için bilinç ve vicdan üzerinde hiçbir baskının kurulmaması ve dayatmanın olmaması gerekmektedir.

Ahlâkî seçimlerimiz, Allah’ın insanı yarattığı fıtrat durumuyla uyum içinde olmalı ve bilgi, özgürlük, irade, güzellik, merhamet, aşk, umut ve inanç unsurlarını içermelidir. Demokrasi ve barış adına sömürgeciliğin yaygınlaştırılması, iktidar mücadelesi için manevî ve ahlâkî değerlerin istismar edilmesine dair sayısız tecrübeyi yaşayan dünya, derin bir vicdan ve bilinç krizi içinde bulunmaktadır. Bilinç, kendimiz hakkında pasif bir şekilde bilgi toplamak veya ilgisiz bir şekilde kendi kendimizi gözlemlemek değildir. Bilinç ve vicdan, içimizdeki aktif benliklerdir. Bilinç ve vicdanı, benliğimizde kurulan, duygularımız, düşüncelerimiz ve davranışlarımız hakkında sürekli yargılamalarda bulunan ve hükümler veren aktif bir mahkeme ve hâkim olarak düşünebiliriz. Hayatımız, fıtrat ve ahlâk mahkemesi olan bilinç ve vicdanın huzurunda sürekli olarak yargılanmaktadır. Ahlâka ve fıtrata aykırı her türlü duygumuz, düşüncemiz ve davranışımız hakkında bilincin ve vicdanın verdiği hükümler, utanç, suçluluk ve pişmanlık şeklindeki tecrübelerle varlığımızı ısırmaktadır.

Bilinç ve vicdan referans verilerek yapılan ve söylenen her şeyin ahlâkî ve vicdanî olduğunu ise söyleyemeyiz. Özgürlük, emek, din, kardeşlik, barış, demokrasi veya adalet gibi vicdana ve ahlâka hitap eden değerlerin referans olarak öne çıkarılması, bu değerlerin adını kullanarak aktivitelerde bulunan ideolojilerin, grupların, kliklerin, cemaatlerin ve partilerin ahlâklı, doğru ve vicdanlı oldukları anlamına gelmemektedir. Güç ve iktidar mücadelesi uğruna ahlâk, bilinç ve vicdan alanlarına ait değerlerin istismar edilmesi, kullanılması ve araçsallaştırılması tehlikesi karşısında bilincimizde sahici bir farkındalığın oluşması gerekmektedir.

Bilinç ve vicdan, “Bir ben vardır bende benden içerû” gerçekliğinin farkına ve şuuruna ulaşma olgunluğudur. Benliğimizin içindeki derin benliğimiz, sürekli olarak varlığımıza ve hayatımıza şahitlik etmektedir. Bilinç ve vicdan, varlığımızdaki derin benin homojen boyutları değildirler. Her birey özgün olduğu gibi, sahip olduğu bilinç ve vicdan da ona özgüdür. Bilinç ve vicdan, her kişinin yaşadığı tecrübeye göre ona şahitlik etmektedir. Yaşantılarıyla kendi bilincinin ve vicdanının muhtevasını oluşturan, bizzat bireyin kendisidir. Bilincimizin ve vicdanımızın içini doldurduğumuz değerler, ahlâkımız, yaşam tarzımız ve tecrübemiz olmaktadır. Özgünlük, çoğulculuk ve sübjektiflik, insanî bilinç ve vicdanın temel karakteristiğidir.

Bilinç ve vicdan kavramlarının kendimize dair bilgiyi kendimizle paylaşmamız ve kendimizi bulmamız anlamına gelmesi, varlığımızda iki insanî bene sahip olduğumuzu ifade etmektedir: Yüzeydeki benliğimiz, günlük hayatımızı devam etmemizi sağlayan benliktir. Derin benlik ise, varlığımızın derinliklerinde duygularımızı, düşüncelerimizi ve davranışlarımızı değerlendiren, eleştiren, bize daha iyi insan olmamız için yol gösteren fıtrî benliktir. Biz kendimize ve diğerlerine dair bilgiyi derin benliğimizle paylaşmakta ve gerçek kişiliğimizi derin benlikte bulmaya çalışmaktayız.

Bilinç ve vicdan, yaratılışımızın saf fıtrat hâlidir. Fıtrat hâli olarak bilinç, yaratılışımıza uygun bir şekilde yaşayıp yaşamadığımızı tezahür ettiren doğal durumdur. Bilinç, fıtrî bir şahitliktir. Kendimiz veya diğerleri hakkında saf olarak ne bildiğimiz, ne hissettiğimiz ve ne değerlendirme yaptığımız şeklindeki insanî durumdur. Bilinç, aslında insanın kendi kendinin şahidi olmasıdır. Bilincin “insanın kendi hayatına şahitliği” olarak anlaşılması, onun “insanın dışından bir yerden gelen yapay bir durum olmadığı, bizzat insanın kendisinden gelen doğal insanlık durumu” olduğu anlamına gelmektedir.

Fıtratımıza uygun bir hayat yaşayabilmemiz için bilinç ve vicdanımızın körleşmemesi, köreltilmemesi, çürümemesi ve işlevsizleştirilmemesi lâzımdır. İrade ve özgürlük sahibi bir varlık olarak, hayatın aslî gayesi olan “Allah’a kul olmayı” bilinçli bir şekilde hayatımızın başı, ortası ve sonu hâline getirmeliyiz. Akılla, düşünceyle ve bilgiyle Allah’a, insana ve kâinata dair bilgiyi ve hikmeti edinmenin peşinde olmalıyız.

Kalbimiz ve duygularımız “Allah, insan ve yaratılanların sevgisi” ile dolmalıdır. İnsana ve kâinata güzel bakanın güzel düşüneceği ve güzel davranacağı bilinciyle yaklaşmalıyız. Güzeli, doğruyu, sevgiyi, hakkı, umudu ve iyiyi, bilincin bizzat kendisi hâline getirmek, yaşam boyu önümüzde duran bir çetin meydan okumadır.

Bilal Sambur

Mü’min ve Zaman

Zaman Yüce Rabbimizin insanoğluna verdiği nimetlerdendir. Yeryüzündeki birçok nimetin alternatifi vardır. Yitirilmişse telafisi mümkündür. Ama geçen zamanın, giden anın geri getirilmesi asla mümkün değildir. Her nimet gibi zamanı da mahduttur ve hesabı sorulacaktır. Bunun içindir ki Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in değişik ayetlerinde Allah Teâlâ, vaktin farklı anlarına yemin ederek söze başlamaktadır: “Zamana ,”Asr, 103/1“geceye, gündüze,”Leyl, 92/1,2 “kuşluk vaktine,” Duha, 93/1“fecre,”Fecr, 89/1 “şafağa,” İnşikak, 84/16 “sabaha, yemin olsun.”Tekvir, 81/18″

İslam medeniyeti, zamanı verimli ve yerinde kullanmanın ürünüdür. Müslümanın günü, seherde ezan ve ibadetle başlar; yatsıda ezan ve ibadetle sona erer. Bu iki vakit arasında gerçekleştireceği faaliyetlerini, kulluk bilinci ve mü’min sorumluluğuyla gerçekleştirdiğinde gününü ibadetle geçirmiş olur. Allah’ın rızasını kazanmış olarak geceler. Zamanımızı değerlendirme konusunda Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Uykunuzu bir dinlenme (sebebi) kıldık. Geceyi (sizi örten) bir elbise yaptık. Gündüzü de geçimi temin zamanı kıldık. Nebe, 78/9-11

Yaşadığımız anın değerini bilelim. Zira dün geçmiştir, geleceğe hâkim değiliz, bize düşen içinde bulunduğumuz vaktin kıymetini bilmek, onu dünya ve ahiret saadetine dönüştürmek; tembellik ve faydasız işlerle israf etmemektir. Her nimet gibi zamanın da sınırlı olduğunu ve hesabının sorulacağını unutmamalıyız. İnsan hayatı bir yolculuğa benzer. Bu yolculuğun sağlıklı devam etmesi ve istenen hedefe ulaşılabilmesi için, tedbirli, planlı ve dikkatli olmak gerekir. Her yolculukta olduğu gibi bu hayat yolculuğunda da tehlikeler, sapmalar, tuzaklar olabilir. Bunun için lazım olan her türlü uyarı, tavsiye ve emirler Yüce kitabımızda ve Efendimiz (s.a.s) in hayatında mevcuttur. Dünyada mutlu, ahirette mesut olabilmek için Kur’an ve sünnete göre hayatımızı tanzim etmeliyiz. “Kıyamet günü, kuldan ömrünü nerede harcadığından, ilmiyle ne yaptığından, malını nerede kazandığından ve nereye harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça ayakları (Rabbinin huzurundan) ayrılmaz. Tirmizi, ‘Kıyamet’ 1


 AYNALARDA İFADESİZ BİR YÜZ

Dostane el ele yürüsen sokakları. Ondan kaçmaya çabalamadan. Hoş, her nereye varsan dertlerin de seninledir zaten. İster yağmurla saklansın, isterse güneşle aşikâr olsun gözyaşların. Gece-gündüz, her saat, her an. Tek bir tecrüben vardır dertlerin sana kattığı. Seni büyütür, olgunlaştırır, ağırlaştırır filan. Vakurla başını eğmeyi öğrenmişsindir çoktan. Ve şımarmak için fırsatları gözlemeyen varlığınla varsındır zahirde.  Evvela bir müsebbip ararsın yüreğini kevgire çeviren acılara. Ve hiç vakit kaybetmeden o meçhul suçluların peşinde bulursun kendini. İntikam tavırlı sözcüklerin dumanında göz göze gelmek imkânsız gibiyken. İfadesiz bir yüze rastlamışken aynalarda, öylesine mana yüklüdür ki cümlelerin. Kelimelerin adeta yarış ederler kâğıda koşturmakta. Öylesine hazin bir şefkati giyersin ki…  O gönlün asıl sahibinde bulursun arayıp durduğun, muhtaç olup da kıvrandığın teselliyi. Bahtiyarlığın kalbinin üzgünlüğüne boyun eğmemek, yarına erteleyip, peşini bıraktıklarına bir nefes kadar yakınken vazgeçmemek…

Kelin ilacı kabilinden öyle dertliyiz ki… Fıtratımızdan uzaklaştıkça huzuru rüyalarımızda bile göremez olduk. Hanelerimizden ferah yerine, kavga gürültü sesleri yükselir oldu. Özümüze yabancılaştıkça insanlıktan uzaklaşmak fecaatin, bir haber bülteninde işitip gördüklerimizin tefsiri adeta. Sanal varlığımız hakiki varlığımızı hapsedip, tüketti bizi. İçtiğimiz bir bardak çayı sergileme gayretinde bıraktık gayretlerimizi. Yavrularımızı deve kuşu misali teslim ettik ne idiği bilinmezlere. Sadece durmaksızın bahane üreten bir nesilden başka yok elimizde. Oturup-kalkmalarından tutalım da, berbat cümlelerine, hayâdan yoksun giyim kuşamlarına kadar… Bizden hemen sonraki kuşaklarımızla aramızda yıllar yok oysa. Ne büyük tezatlar yaşar olduk yavrularımızla, kendimizle. Ahvalimizi düşünmez, ar etmez oluyoruz tavırlarımızdan. Ne sevgi, ne muhabbet, ne de en ufak bir feraset barınabiliyor artık bozulmuş mayamızda. Ne hüsrandır ki yaşadığımız, gördüğümüzü mihenge vurmadan alıverişimiz yüreğimize, yüreğimizi zakkum çekirdeği misal ediyor. Bize yakışmayan sanal tavırları benimseyip, ne yapıp ne ettiğimizi sorgulamaksızın kaybolduk.

Kulluğumuzu nahoş çürük meyvelerinden ayıklamalıyız geç olmadan. Doğrulara, doğruca niyet edip söz vermeliyiz gecelerimize karanlıklar çokça çökmeden. İyi insan olmayı becerebilmeyi; eşine kıymetli yoldaş olabilmek için çırpınmakta, evladına kol kanat olup o evladı emanet bilmekte bulmalıyız. Fani kırılacak şişeler hükmündeki dünyalarımızı, elmas mahiyetindeki ahiretlerimize değişmeyerek. Zihnimize boyadığımız, yokluk içre umursamazlıklarımız. Ne insan, ne eş, ne de ebeveynliğimizin beş para değeri kalmamışken bu hayatı çarçur etmeye berdevam mı kalacağız?

“Dünya madem fânidir, değmiyor alâka-i kalbe.” Bedüzzaman Said Nursi, Mektubat,

Bu dünyaya niçin geldiğini her daim sor kendine. Sor ki cennet bahçeleri yeşermek için tertemiz nesimi bulabilsin özünde. Sor ki insan ol. Sorgula ki kul ol. Kendini ölçeklerle ölç-biç gerekirse. İmtihana sivri hiçbir zaafın kalmayacak kadar törpüle fani tarafını. İyice törpüle ki ana baba olasın. Saçların ağarsın bu uğurda, dermanın azalıp gücün tükensin. Yüzündeki çizgilere çizgiler eklensin her geçen gün. Aynaya baktıkça daha da eskimiş bir bedenle ve yorulmuş bir varlık ile göz göze gelsen de, yüreğindeki umut, özündeki gayret, içindeki şevk bedenine aldanıp yanılmasın. En âlâsından şunu diyebilesin kendin için, sayısız kez hem de. “İnandığım uğurda, yoluna baş koyduğum kulluktan kaçmamak için çabaladım!”… Ömür an olur, hüzünler yok olur, sevinç daim kalır… Kalemin kâğıt ile serüveninde bidayetinde tek bir noktaya verilir bazen tüm anlam. Son noktada nüvedir tüm ömrün. Ne mutlu sana. Ne de güzel yaşlanmışsın, bahtiyar bir ömür yaşayarak. Nihayeti Cennete çıkan, sonsuz feraha uzanıp da giden cinsten.

GÖRMEK VE GÖRÜLMEK ÜZERİNE

Görebilmek en büyük nimet şüphesiz. Rabbimizin sayısız ihsanlarından biri insanoğluna. Görmek; kendimizi, sevdiğimizi, etrafımızı, yeri-göğü, dünyayı. Bakışımızın gittiği noktaya kadar. Her bir bakışımızla, gördüklerimiz ruhumuzda mayalanır üstelik. Her bir gördüğümüz bir önceki karenin üzerine işlenir, zihnimiz sayısız tasvirler çizer yetmezmiş gibi, ardı ardına eklenen bir mecmua… Her bir nimetin bir bedeli ve sorgusu var. Şimdilerde bu ihsanı ne kadar basit ve boş işlere heba edişimiz ise tam da durup düşünmemiz gereken yer. Günümüz alış­kanlıklarının internet ve cep telefonu ortamından şekillendiği bir zamanda yaşıyoruz. Günde­mi, olan biteni elimizdeki dünyada buluveriyoruz. Saniyeler içinde. Öyle ki günün her saatinde elimizden düşürmediğimiz bu alet, her bir anımızda da bizimle. Her bir yaptığımızı fotoğraf­lamak, akşama kadar yaşadığımız onca duyguyu da paylaşmak. O kadar kolay ve zahmetsiz ki… Siz “paylaşmak” deyiniz, ben ise “sergilemek”.

Nuriye Sağdıç

Duygularımızı yaşarken “paylaşacağız” diyerek insana ve ahlâka dair sınırlarımızı zorlu­yoruz. Her bir yaptığımızı sanal ortamlara taşımadan, gözler önüne sermeden rahat edemez olduk. İlk fırsatta paylaşım (?) yapmayınca kendimizi eksik kalmış hissedip, yaşamamış gibi hisseder olduk. Bu garip hisle, eksik kalmış duygu durumuyla yollara dökülüp bir tıkla sınır­ları aştık. Neyi/neden paylaştığımız da ayrı bir mesele! Sınırsız internetimiz buna yeterken, kişiliğimize dair çizdiğimiz mahremiyet çizgimiz ise gün be gün silinip kaybolmaya yüz tuttu.

Görüşmekten kaçtığımız, halini hatırını sormadığımız, zor zamanında derdine ortak olma­dığımız onlarca, yüzlerce tanıdığımıza, tanımadığımıza görülmekten, görülüp incelenmekten usanmadık mı daha? Nimet olan teknoloji hayatımızın çok yerine kolaylığı getirmiş olsa da, gafletimizden yararlanıp peşinden öyle şeyleri de kabul ettirdi ki bize. Ruha dair incelikleri­mizi, zarafetimizi, kibarlığımızı, naifliğimizi de onun ellerine teslim ettik seve seve. Çekin­genliğimiz, mütevaziliğimiz… Neticede yıpranan ahlâkî değerlerimizdi. Farkında olmadan alıp götürdü bizi. Başkalarına gösterdikçe elindekilerle böbürlenen, kibirlenen, diğer insanları imrendirmekten öteye geçerek, kıskandırmaktan hoşlanan birer varlığa dönüştük. Kaba saba ve de görgüsüz. Ne yazık. Ne utanmamız kaldı, ne sıkılmamız. Bir garip olduk biz yahu!

Perdeleri aralamaya bu kadar mı hevesliydik ki! Sırf birileri, bir şeyleri, ya da bizleri “görsün­ler de, görsünler!” bahanesinin arkasında nefsimize uyup hata ettiğimizi unuttuk çoktan. Tek derdimiz hep bir şeyleri göstermeye kaldı. Sınırsızca yaşadığımız hayatı. Duygusuzca duygula­rımızı. Hissettiklerimizi. Bulan-bulamayan demeden yediğimizi. Ne yaptığımızı vaktimizi nasıl geçirdiğimizi sorgulamadan yaptığımızı-ettiğimizi. Yetmedi gezdiğimizi, tozduğumuzu… Öyle ki “kıskananlar çatlasın!” tarzında aldığımız hediyeleri, kutladığımız önemli günleri. Riyayla gezer olduk sanal ortamlarda. Gösteriş budalalarına döndük haberimiz yok! Başkalarının ha­yatlarıyla neden bu kadar ilgilenir olduk, daha doğrusu ne yapıp ne ettikleriyle?

Müslüman insan için en tehlikeli birer davranış olan gösteriş, riya, kendini beğenmek… Bu gibi hastalıklara muzdarip olup da bundan çekinmeye çalışmak mı? Ya da içine düştüğümüz yanılgıya kılıf uydurup, yaptığımız yanlıştan zevk duyar oluşumuz da ayrı bir hastalık olsa gerek. İndirin perdeleri, inelim riya sahnesinden. Yok paylaşım, yok durum, yok öz çekim… Oyna­mayalım artık bu oyunu!

“Ömür ayn-ı heva oldu Kemal ayn-ı heba gördüm. Amel ayn-ı riya oldu Emel ayn-ı elem gördüm. Bediüzzaman Said Nursi/ Sözler.

HER DAİM HUZURDA…

Günümüz insanı çok bilgili(?) Herkes her şeyi çok biliyor. Bilemediğini ise saniyeler içinde elin­deki ekranda buluyor. Hangi konu olursa olsun, hangi alanda olursa olsun mühim değil. Çoğunlu­ğun her tevcih edilen suale karşılık dile getirebile­ceği birkaç cümlesi var muhakkak ki. Nihayetinde ortalıkta ‘bilmemek’ diye bir durum kalmıyor. Bu çığırdan gidersek, kendimizde, etrafımızda, top­lumumuzda birçok şeyin yolunda gitmesini ge­rekli kılıyor bilgili insanların varlığı. Genel manada/kabaca, hazmedilmeden dima­ğımıza aldıklarımız, eğrisini doğrusunu öğrendiği­mizi sandığımız, gerçekte hakikatle-bâtılı birbirin­den tefrik edebilmek mi? İnsanın malumat sahibi olması kendisine, ailesine, çevresine faydalı olması için yeterli mi? Neyi, ne kadar bildiğimiz ise ayrı bir muamma! Zihnimiz lüzumsuz malumat ile lebâleb iken. O halde malumunuzca da sadece bilmek tek başına yeterli değil. Tüm samimiyetinizle “Bildiğini yaşamak gerek!” dediğinizi duyar gibiyim.

Nasıl olacak bildiğimizi yaşamak? Yapılan iş günah ise hatadır, sevap ise hakikattir. Doğrulu­ğu tasdik edilmiş hakikatleri sorgulamak, emre­dilmiş olana başka kılıflar uydurmaya kalkışmak, üçüncü bir ihtimal aramak kendimizi aldatmak­tan başkası değildir. Hayatta karşılaştığımız in­sanlar ve olaylar karşısında o an için tercihimiz hangisinden yana? Yoksa yaptıklarımız doğru ola­rak öğrendiklerimiz değil de kendimizce yerine ve zamanına göre doğru bildiğimiz mi? Kırpıp çarpık­laştırdığımız mı? Her bir düzen nefislerin çizdiği çizgi olarak kalırsa, insan haksızlığa, umursamaz­lığa, ahlâksızlığa, günaha alışır. Kıblesiz namaz kılmak kabilinden ortada ne kul hakkı, ne insan hakkı kalır, ne de adalet.

Akılsız çocuklar gibi muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinden koşmak. İnsana ne kazandı­rır? Yahut da neleri kaybettirir? Günahı-sevabı akıl terzisinde tartarken hisler ağır basıp, kalbi sustu­rup nefsi hür bırakınca. Aklı devre dışı bırakmakla düşünmeden, yanlışı bilerek işlemek! O âna dek bildiği tüm hakikati -sadece dimağında biriktiril­miş bir bilgi yığını- olarak olduğu yere hapsedip hevesine tebaiyet etmek. Ya bir çıkar, ya bir men­faat, ya da heves uğruna. Belki o anlık bir vurdum­duymazlık. Belki saniyeler içinde verilmiş nefsi bir tercih. Hataya düşme ihtimalindeyken daha, o yanlışı işlememek için çaba sarf etmek belki kuv­vetli bir imanı, belki sağlam bir duruşu belki de azmi ve sebatı, takati gerektiriyor muhakkak. Asi olmamak için ma’siyetten sabır isteyerek derhal yaratıcımıza sığınmaya muhtacız. Tevfik-i İlâhî hüsn-ü niyetimizle imdadımıza yetişecek, havfı­mız tatlı bir recaya dönüşecek yüreğimizde. Keza nefsin oyuncağı olmamak için bu çocukluk halleri­ni bırakmak gerek!

Akıl başta ise, vicdan tefessüh edip sönme­mişse; hayat yolunda, imtihanda olduğumuzu göz ardı edip, defalarca yanılgıyla cevap verip tekrar­dan aynı hataya yönelmek hatâ ender hâta. Rah­met istemeye yüz bırakmıyor insanda. Gâh öyle, gâh böyle. İnsan hatadan hâli değil nihayetinde. Ama bahanemiz bu olmamalı. Sonuç ise dimağda tutsak bilgiye rağmen çokça yanılgı. Baki hayatını mahvedecek, kula din yerine dünyayı tebdil etti­recek. Elması, bildiği halde cam parçasına tercih etmek!

Hayallerimizde kaybolduğumuzda her daim iyi bir insan olmayı umarız

Hayallerimizde kaybolduğumuzda her daim iyi bir insan olmayı umarız. Geleceğimizde endi­şe duyduğumuz, geçmişte yaptığımız hatalara tekrar düşmemektir. Ahvalimize çeki düzen ver­mek ise sadece kendi irademizde. Zaman geçi­yor, ömür tükeniyor. Evvel zamanlarda bir çocuk gülümsemesiyle isteğimiz matlubumuzu, bu kez dermansız nefesimizle istiyoruz belki. Neyi? Ne kadar? Nasıl? Ne şekilde arzu ettiğimiz bin bir çe­şit, türlü minvalde olsun çaldığımız kapı hep aynı. Aynı olmalı. Sadece başımız dara düştüğünde değil her durumda Rabbimizin huzurunda oldu­ğumuzu unutmamalıyız asla. Gidip sığındığımız, tahassun ettiğimiz, gamlarımızdan halas olduğu­muz. İçimizi döküp, dertlerimizi açtığımız… Sıkın­tılarımızı, ihtiyaçlarımızı, bizden âlâ bilene. İltica ettiğimiz varlık âleminden soluduğumuz havanın hücrelerimize işleyişine işaret halimizdeki aksi. Ruhumuzdaki duruluk baki diyarlardan gönderil­miş bir nevi dermanın bıraktığı izler.

Her bir şeyi biliyorduk. Ya Rabbimizi, ya had­dimizi biliyor muyduk? Ya kendimizi? “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var.

Nuriye Sağdıç

Comments are closed.