logo

Yeniden Başla 2 / Uckun Kaan

Prof. Dr. Kemal Sayar: İnsan Genetik Mirasını Her Zaman Aşabilir, Kader Değildir!

Prokrastinasyonun Psikolojik Kökler

Kabullenmenin Önemi

Gelecek Kaygısı 

Prokrastinasyon: Nedenleri ve Etkileri

Prokrastinasyon, erteleme veya geciktirme davranışı olarak tanımlanabilir. Çoğu insan, önemli görevleri veya projeleri erteleme eğilimindedir. Ancak bu davranışın ardında yatan psikolojik nedenler oldukça derindir.

Prokrastinasyonun arkasındaki psikolojik nedenler genellikle karmaşık bir yapıya sahiptir. İşte bu nedenlerden bazıları:

  • Korku ve Anksiyete: Başarısızlık korkusu, birçok insanın harekete geçmesini engeller. Kişi, başarılı olamayacağına dair endişeler taşıdığında, görevlerden kaçınma eğilimi artar.
  • Mükemmeliyetçilik: Mükemmel sonuçlar elde etme isteği, kişinin görevleri tamamlamasını zorlaştırabilir. Mükemmel sonuç elde edemeyeceklerini düşündüklerinde, insanlar işi ertelemeyi tercih edebilir.
  • Motivasyon Eksikliği: İçsel motivasyon eksikliği, bireylerin hedeflerine ulaşmasını zorlaştırır. Görevlerin anlamlı olmadığına inanmak, erteleme davranışını artırır.
  • Zaman Yönetimi Sorunları: Zamanı etkili bir şekilde yönetememek, prokrastinasyonun yaygın bir nedenidir. Kişi, ne zaman ne yapması gerektiğini bilmediğinde, işleri ertelemeye daha yatkın hale gelir.
  • Duygusal Rahatsızlık: Stres, tükenmişlik veya depresyon gibi duygusal rahatsızlıklar, kişinin işler üzerinde yoğunlaşmasını zorlaştırır. Bu tür duygular, görevlerin ertelenmesine neden olabilir.

Prokrastinasyon, yalnızca görevlerin tamamlanmaması ile kalmaz, aynı zamanda bireylerin genel yaşam kalitesini de etkiler. Bu etkiler arasında şunlar sayılabilir:

  • Artan Stres: Sürekli ertelenen görevler, kişinin stres seviyesini artırır ve ruh sağlığını olumsuz etkiler.
  • Düşük Performans: Görevlerin zamanında tamamlanmaması, bireylerin performansını olumsuz etkiler.
  • İlişkilerde Sorunlar: Prokrastinasyon, başkalarıyla olan ilişkileri de etkileyebilir. Özellikle takım çalışması gerektiren durumlarda, erteleme davranışı çatışmalara yol açabilir.

Prokrastinasyon, karmaşık psikolojik nedenlere dayanan bir davranış biçimidir. Korku, mükemmeliyetçilik ve motivasyon eksikliği gibi faktörler, bireylerin kendilerini oyalamasına neden olur. Bu sorunun üstesinden gelmek, bireylerin hem kişisel hem de profesyonel yaşamlarında daha başarılı olmalarını sağlayabilir.

Prokrastinasyonun Verimlilik Üzerindeki Olumsuz Etkileri: Zamanı Yönetememek

Prokrastinasyon, sadece görevlerin ertelenmesiyle sınırlı kalmaz; aynı zamanda bireylerin zaman yönetiminde büyük sorunlar yaşamasına da yol açar. Zamanı etkin bir şekilde yönetememek, kişilerin hem kişisel hem de profesyonel yaşamlarında ciddi sıkıntılara neden olabilir.

Prokrastinasyonun verimlilik üzerindeki etkileri, oldukça belirgindir. İşte bu etkilere dair bazı önemli noktalar:

Görev Tamamlama Süresinin Uzaması: Görevleri ertelemek, tamamlanma sürelerini uzatır. Örneğin, bir raporun son tarihine yaklaşırken yapılan son dakikada yapılan çalışmalar, kalitenin düşmesine neden olabilir.

Artan Stres Düzeyi: Ertelenen işler, bireylerde sürekli bir stres kaynağı oluşturur. Sürekli olarak yapılması gereken işlerin düşünülmesi, zihinsel yükü artırır.

Düşük Motivasyon: Görevlerin ertelenmesi, bireylerin motivasyonunu düşürür. Tamamlanmamış işler, kişinin kendine olan güvenini zedeler.

Zaman Kaybı: Prokrastinasyon, zaman yönetiminde ciddi kayıplara yol açar. Planlanan görevlerin yerine getirilmemesi, günün sonunda verimsiz bir şekilde geçmesine neden olur.

Prokrastinasyonun zaman yönetimi üzerindeki etkileri, bireylerin günlük yaşamlarında sıkça karşılaştıkları sorunlardır. Bu sorunlar, şu şekilde özetlenebilir:

EtkilerAçıklama
Planlama Eksiklikleriİşlerin zamanında yapılmaması, planlama becerilerini olumsuz etkiler. Kişi, ne zaman ne yapması gerektiğini bilmeden hareket eder.
ÖngörülemezlikGörevlerin ertelenmesi, işlerin tamamlanma sürelerini belirsiz hale getirir. Bu durum, hem birey hem de ekip için karmaşaya neden olur.
Kaynakların Etkili KullanılamamasıProkrastinasyon, kaynakların (zaman, enerji, maddi) etkin bir şekilde kullanılmasını engeller. Bu durum, projelerin bütçesini aşmasına yol açabilir.

Prokrastinasyon, bireylerin verimliliğini ciddi şekilde etkileyen bir durumdur. Zamanı yönetememek, sadece iş yaşamını değil, aynı zamanda kişisel hayatı da olumsuz etkiler. Bu nedenle, prokrastinasyonla başa çıkmak için etkin zaman yönetimi teknikleri geliştirmek büyük önem taşır.

Prokrastinasyon, pek çok insanın hayatında karşılaştığı bir sorun. Ancak bu durumu aşmak için etkili yöntemler ve uygulamalar mevcuttur. İşte, prokrastinasyonu yenmek için deneyebileceğiniz bazı stratejiler:

Net ve ulaşılabilir hedefler belirlemek, prokrastinasyonu azaltmanın ilk adımıdır. Hedeflerinizi bölümlere ayırarak daha yönetilebilir hale getirin. Her bir bölümü tamamladığınızda, başarı hissi yaşayarak motivasyonunuzu artırabilirsiniz. Zaman yönetimi, prokrastinasyonu kontrol altına almanın en etkili yollarından biridir. Pomodoro Tekniği gibi yöntemler, belirli zaman dilimleri içinde çalışmayı ve ardından kısa molalar vermeyi teşvik eder. Bu sayede çalışma sürelerinizi daha verimli hale getirebilirsiniz. Çalışma ortamınızdaki dikkat dağıtıcıları minimize edin. Telefonu sessize almak, sosyal medya bildirimlerini kapatmak ve gereksiz gürültüden uzak durmak, odaklanmanızı artırır.

Görevleri tamamladıktan sonra kendinize küçük ödüller vermek, motivasyonunuzu artırabilir. Bu ödüller, bir kahve molası, kısa bir yürüyüş ya da sevdiğiniz bir aktivite olabilir.

Negatif düşüncelerden uzak durmak, prokrastinasyonla başa çıkmanın önemli bir parçasıdır. Olumlu düşünme teknikleri uygulayarak kendinizi motive edin. Kendinize başarabileceğinizi hatırlatın ve başarı hikayeleriyle kendinizi besleyin.

Her gün yaptığınız işleri ve tamamladığınız görevleri kaydetmek, ilerlemenizi görmenizi sağlar. Bu, hem motivasyonunuzu artırır hem de tamamlamanız gereken görevleri net bir şekilde görmenize yardımcı olur.

Prokrastinasyonla mücadele ederken destek almak oldukça önemlidir. Aile üyelerinizden veya arkadaşlarınızdan, hedeflerinizi paylaşarak destek isteyin. Bilinçli bir destek ağı, sizi motive edebilir ve sorumluluk hissetmenizi sağlayabilir.

İlk adım her zaman en zor olanıdır. Küçük, basit görevlerle başlayarak ilerlemek, prokrastinasyondan kurtulmanın etkili bir yoludur. Başlangıçta küçük adımlar atarak kendinizi zorlamadan ilerleyebilirsiniz.

Sonuç olarak, prokrastinasyonla başa çıkmak için çeşitli stratejiler bulunmaktadır. Bu yöntemleri deneyerek, hem kişisel hem de profesyonel yaşamınızda daha verimli hale gelebilirsiniz.

GÜNDEM TÜRKİYE

Bir dostumla hoşbeş edip yemek yiyoruz. Bana son zamanlarda dinlediği bir semineri ballandırarak anlatıyor. ‘Kişisel gelişim’ seminerlerinden bir tanesi daha. ‘Senin aklında ne kaldı bu seminerden?’ diye soruyorum.’Kendi önümüzden çekilmemiz lazım’ diyor. Bingo! Milletçe kas geliştirir gibi kişilik geliştiriyoruz. Meddahlık yeteneği ileri psikologların huşû içinde dinlenildiği seminerler, ‘yaşam koçluğu’, kuzey Amerika’nın kolaycı formülleriyle şişirilmiş kişisel gelişim kitapları derken gelişim ateşiyle yanıp kavruluyoruz! Bu memlekete akıl sır ermiyor. Kristal gibi, bir yanda en pespayesinden ‘içini göster, yaralarını göster, bununla rahatla’ programları, öte yanda ‘sen aslında başka birisin, potansiyellerini harekete geçir’ diyen gelişimciler. Ne oldu, ne oluyor da ‘kişisel gelişim’ bizi bu kadar ilgilendiriyor? Yüzeysel sloganlar, ‘hadi aslanım, hadi koçum’ gazlamaları, hayata dair o sahte bilgelikler.. bütün bunlar neden şimdi alıcı bulmaya başladı? Moderniteyle birlikte ‘benliğin yükselişi’ne tanıklık ediyoruz.

Benliğin hayatı tek başına anlamlandırması ve insanın duygularına yakınlaşmak suretiyle ‘kendi’ benliğini bulması gerektiği düşüncesi ‘kişisel gelişim’ mitinin belkemiğini oluşturuyor. Bir kültürel kurgu olarak kişisel gelişim, benliğin yükselişi sürecinde ortaya çıktı ve özellikle ABD mahreçli popüler psikoloji eliyle yaygınlaştırıldı. Bu yazıda ‘benliğin yükselişi’ne eleştirel bir gözle bakmaya çalışacağım. Modernitenin yükselişiyle birlikte benliği diğerlerinden ayırt eden şeye (‘ben’ kimliği), insanları birbirine bağlayan şeyden (‘biz’ kimliği) daha fazla önem verilmiştir. Kimi yazarların ‘terapi kültürü’ kimilerinin de ‘terapinin zaferi’ olarak isimlendirdiği bu süreç; bize ‘gerçek benlik’lerimize yakınlaşmamızı, içimizdeki beni keşfedip geliştirmemizi telkin eder. Gerçek benlikleriyle temas eden bireyler aile baskılarının yapay tortularından, sosyal rollerden, başkalarının beklentilerinden özgürleşen kişilerdir. Modern toplumda sağlam, üzerinde anlaşılmış değerler bulmak zordur. Değerler sorumluluklardan haklara doğru bir dönüşüm göstermiş, ahlaki ödevler yasallıkla yer değiştirmiştir. Ahlaki doğru üzerinde güçlü ve kolektif bir inancın olmayışı kendisini pek çok biçimde ifade eder: Yaygın şüphecilik, ahlaki bir görececiliğin tanınması, kurnaz kural bozucuların takdir görmesi bunlardan birkaçıdır. Ahlakilik bize doğru ve yanlış üzerine kurallar va’zeder. Geleneksel görüşte ahlaki olmak bazı manevi amaçlara ulaşmak için olmazsa olmaz bir şeydi. Moderniteyle beraber ahlakilik de mevzisini yitirdi. Ahlaki davranış için özdenetim fikri, kişinin kendisini ifade etmesi ve gerçekleştirmesi söz konusu olduğunda kolayca feragat edilecek bir şey halini aldı.

20. yüzyılda psikoloji ve cinsellikteki yeni eğilimlerin de etkisiyle ahlakilik artık ‘baskıcı, otoriteryen ve muhtemelen iç nörotik çatışmalarla ilgili’ bir durum olarak algılanmaya başlandı. Baskıcı ahlakiliğe yönelik tepkiye terapi üzerine kurulu bir insan ilişkileri anlayışı da eşlik ediyordu. Bu görüşe göre amaç insanları mutlu, sağlıklı ve uyumlu kılmaktı; doğru ve yanlış mefhumları görmezden gelinebilirdi, ahlakilik kişinin kendisini ifade etmesine izin vermiyorsa ondan kolayca vazgeçilebilirdi. Terapötik etik ‘önce kendinle barış, önce kendini sev’ diyerek en üstün amaç olarak kendini kabulü gösteriyor ve ahlakiliği buna boyun eğdiriyordu. İnsanlar öfkeli duygularını dahi kabul edip açıklamaya teşvik ediliyordu, öte türlüsü ruh sağlığına ziyandı. Toplumun geçirdiği ekonomik ve toplumsal dönüşüm ahlakiliği toplum hayatiyetinin vazgeçilmez bir vasıtası olmaktan çıkarmıştır. ‘Olduğunuz gibi olun ve kendinizi olduğunuz gibi kabul edin, duygularınızı ahlaki ölçütleri dikkate almaksızın açıklayın’ diyen bir entelektüel hareket ahlakiliği neredeyse açıkça eleştirmektedir. Bu iklimde benliğin yükselişi gerçekleşti. Araştırmalar çağdaş insanın kendisinden bahsetmeyi geçmiş çağların insanına göre daha fazla sevdiğini gösteriyor. İnsanlar kendileri hakkında ana babalarının neslinden daha olumlu düşünüyor.

Geçmiş yüzyıllarda insanlar servet arayışlarını insanseverlik gibi yüksek amaçlara sığınarak meşrulaştırmaya çalışırken, bugün zenginlik, tanınma, iktidar ve nimetlerin peşinde koşmak adeta ekonomik hayatın merkezini işgal ediyor, ahlakiliğin bu arayışı kınayan tutumu anlamsız bulunuyor. Çağımızda kendimizi keşfetmemiz gerekiyor. Pek çok klişe, benliğe yüklenen bu anlamı ele veriyor: Kendi benliğimizi bulmak, duygularımıza dokunmak, kendimiz için doğru olan neyse onu yapmak, kendimiz olmak, bir numarayı aramak, kimlik krizi, ‘ben’ kuşağı vb. Benlik artık pek çok kişinin ortak bir zihinsel meşguliyeti olmuştur. Popüler kitaplar ve sinema kişinin kendisini anlaması, iç doğasını keşfedip geliştirmesi ve kendi tercihlerine göre eylemde bulunması üzerine göndermelerle dolu. Bunlar hazcı eğilimler değil neredeyse yarı kutsal yükümlülükler, kişinin kendi eğilimleri hilafına hareket etmesi yanlış ve uyum bozucu sayılıyor. Benliğin biricikliği yaygın kabul görüyor ve insanlar özel, biricik bireyler olarak davranılmaya hakları olduğunu düşünüyor. Bu kültürel kurgu bize, özel benliklerimizin derinlerindeki inançları ortaya çıkarmamız gerektiğini telkin ediyor. Günümüzde pek çok insan, davranışlarının meşrulaştırıcı kaynağı olarak kendileri için en iyi olanı ve onlara en fazla kişisel tatmini sağlayanı gösteriyor.

Benlikten daha yüce bir ahlaki otorite olmadığında benliğin tercihleri kendiliğinden onaylanmış oluyor. Doğru ve yanlışın, iyi ve kötünün nesnelleştirilebilir ölçüleri olmadığında benlik ve onun duyguları tek başına bir ahlaki kılavuz haline geliyor. Ahlakilik benliğin emrine giriyor ve neyin doğru neyin yanlış olduğunun karar mercii benliğin ta kendisi oluyor. Size doğru geliyorsa doğrudur! ABD’de kadın dergileri üzerine yapılan bir araştırma, ikinci dünya savaşı sonrasında ahlakiliğin giderek daha az biçimde nesnel, bükülmez ve evrensel bir kurallar bütünü olarak algılandığını, daha çok da bireysel bir karar ve kişisel bir sorun olarak ele alındığını gösteriyor. Benliğin değer sağlayıcı bir üs haline gelmesi, dinin ve geleneğin değer ve anlam sağlayıcı özelliklerini kaybetmesiyle birlikte ortaya çıkıyor. Bir değer üssü olarak benlik, aşk ve işe karşı tutumları da belirliyor. Aşk ve iş; benliği keşfetmek, geliştirmek ve kutsamak içindir, bunları sağlayamıyorsalar meşruiyetlerini yitirirler. Benliği geliştirmeyen bir ilişki bozulabilir, kendini ifadeye izin vermeyen bir iş terk edilebilir. Günümüzün insanı kendisini giderek daha fazla güvenliksiz, başkalarının onayına bağımlı, içsel boşluğunu doldurmak için yoğun duygusal yaşantılar peşinde koşan bir kişi olarak hissediyor. Hayata anlam sağlayacak daha geniş bağlam ve değerlerden koptuğu için yaşlanma ve ölüme tahammül edemiyor. Yaşlanma korkusu sadece bir gençlik kültü yaratmıyor, aynı zamanda bir benlik kültü de ortaya koyuyor.

Pop psikoloji de bencilliği ve öz çıkarları artıran ‘kişisel gelişim’ kitaplarıyla bu koroya katılmaktadır. Girişkenlik ruh sağlığının bir belirtisi sayılarak bencillik meşrulaştırılmaktadır. Kişisel tatmin, doğru uyumun kanıtı ve amacı sayılmaktadır. Bu görüşe göre kişinin kendi arzularını, duygu ve düşüncelerini bastırması psikolojik sıkıntı ve ruhsal hastalığın kaynağıdır. Ana akım psikoloji de diğerkam (altruistik) eylemleri gizli bencilliğe bağlayarak diğerkamlığa karşı şüpheci bir yaklaşım sergilemektedir. Modern çağ; önemli, çoğu zaman keşfedilmemiş zenginlikler içeren bir içsel benlik fikri geliştirmiştir. Bu potansiyeller keşfedilmeli, üzerinde çalışılmalı ve ifade edilmelidir. Bu içsel potansiyelleri harekete geçirmek kişinin kendi hayatını gerçekleştirmesi için olmazsa olmazdır. Bu benlik kendi kendini doğurmak ister gibidir. Zamanımızın narsisistik kişiliği yaratıcılığın en üst noktası olarak kendi benliğini yaratmayı görür. Kendisi olmak için kişi gerektiğinde bütün bağlarını koparıp gidebilmelidir. Benlik ve kimlik karşısındaki bu büyülenme hali sadece bir ahlaki zayıflık veya sadece para harcayıp hayatın tadını çıkarmayı öğütleyen modern reklamcılığın bir ürünü değildir, çocuklarımızı nasıl besleyip eğittiğimizle ilgili bir kazadan da fazlasıdır. Benlik artık hayatın temel anlam sağlayıcısıdır. Dinin, geleneksel ahlakın ve geleneğin kaybolması bir değer boşluğu yaratmıştır. Din insanlara toplumun diğer üyelerinin de paylaştığı bir kelime dağarıyla öznel içsel yaşantılarını anlamlandırma imkanı veriyordu. İnsan gayesi hakkında berrak bir öykü olmazsa, ekonomik akılcılık hayatı bireyin kontrolü dışında güçlü kuvvetlere boyun eğdirir. ‘Benliği keşfetme’ pratiği olarak kişisel gelişim ideolojileri, sahte bir maneviyat kurmaktadırlar. Kişisel gelişimin bildik ve genel geçer düsturları ABD’de New Age dinler tarafından yaygın olarak kullanılmaktadır.

Yine ABD’de ‘benliğin yükselişi’ ve toplumun narsistik dönemeci dönmesiyle birlikte ‘yukarıdan insanları gözetleyen’ melekleri konu edinen film ve kitaplarda büyük bir artış görülmüştür. Böylece her birey kendisini kollayan bir melek sahibi olmaktadır. Bu melekler semavi dinlerin meleklerine benzemez, hiç talepkar değildirler, bizden doğru ve adanmış bir hayatı talep etmezler. Bizi bir şeye zorlamaz ama düşlerimizi gerçekleştirir, bizi sever, kollar ve gözetirler. Çağımızda kaybolan anlamı bireyin kendisinin icat etmesi gerekmekte ve bu yüzden de kişi kendi benliğine yönelmektedir.Ahlakilik her zaman çıkarları denetim altına almayı gerektirir ve erdem, benliği aşmayı vazeder. Oysa günümüzde ahlakilik hakları ve sorumlulukları öne alan çıkar üzerine kurulu bir anlayışı ve benliği bilme, geliştirme ve açıklama üzerine kurulu bir dizi yeni erdemi ortaya sürmektedir. Bireysel özerkliği teşvik eden dünya, insanın insandan yabancılaşmasını tırmandırmaktadır. ‘Sadece kendin ol’ düsturu benliğin aydınlanmasının bir kültürel mecburiyeti olarak sunulmaktadır. Kimlik sorunu giderek daha fazla duyguyla ilişkilendirilmektedir. Duygusal determinizmin buyruklarına uygun bir biçimde, kişinin kendisini nasıl hissettiği, benliğin nasıl ve ne olduğunu tanımlıyor. Bu duygular özgüven mitinin içinde sistematik olarak gizleniyor. Bu mite göre düşük benlik sayısı toplumun maruz bulunduğu anahtar sorundur, yüksek öz saygı da onun çözümüdür. Benlik hakkındaki fikirlerimiz sosyal yaşantıyla şekillenir. Kişiler hayatlarını nasıl anlamlandırıyor sualine toplum yeni sorun ve meydan okumalar çıkardıkça bu fikirler değişir. Benlikle aşırı meşguliyet modern bir fenomendir. ‘Ben duygularımın bana anlattığı kişiyim’ der modern insan. ‘Güçsüz ve incinebilir bir kişiyim’.

Çağdaş benliğe izafe edilen çaresizlik duygusu moderniteyle birlikte eşsiz eşsiz bir hüviyet kazanmaktadır. İnsanın incinebilirliğine yapılan vurgu insanları şartların çaresiz kurbanları kılmaktadır. Batı dünyasında 1970’lerden sonra başlayan ve kendinizle ‘barışık olmak’, kendiniz hakkında iyi hissetmek, kendinizi olduğunuz gibi kabullenebilmek gibi düsturlarla ilerleyen popüler yaklaşımlar; din, gelenek ve ahlakın geri çekilmesiyle ortalığı dolduran ‘terapi kültürü’nün ürünüdürler. ABD’de bizi yukarıdan gözleyen meleklerle Terapi kültürünün yükselişinin Terapinin zaferini tartışan yazarlar; terapi kültürünün toplumsal dayanışmanın aşınması, günlük hayatın parçalanması ve geleneksel ahlak kodlarının önemini kaybetmesinin yarattığı güvensizliğe bir cevap olduğunu dile getirirler. Din ve geleneksel ahlakın çöküşüyle ortaya çıkan sosyal ihtiyacın terapötik ethos tarafından doldurulduğu söylenir. Ahlaki uzlaşının parçalanması bireyleri kendi anlam sistemlerini aramaya itmiştir.Teolojinin dili itibar kaybederken psikoloji insan kişiliğinin en iyi niteliklerini anlama ve geliştirme konusunda yansız bir dil sunar. Terapötik ideoloji, ‘büyüsü bozulmuş dünyada’ öznel deneyimi yeniden büyülü kılmayı, ona tılsımını vermeyi vaat eder. Bireyin duygusal dünyasını yeni bir anlamla donatır. Kişinin iç hayatına bir içgörü kazandırmak vaadiyle kişileri ‘gerçek’ benlikleriyle buluşturmayı teklif eder. Bireyin dikkat odağı olduğu yeni bir maneviyat ikliminde kendini açıklama, kendini bilme ve kimliğin duygusal dilde yeniden kurulması; benliğin daha geniş referans noktalarıyla ilişkisini dramatik bir biçimde değiştirir. Günlük hayatta benliğin üzerindeki sınırların önemi kalkar. Popüler kültür geniş dışsal taleplerin benliğin kendisini gerçekleştirmesine engel oldukça gayrı meşru kabul eder. Geçmişin ideolojileri daha yüksek bir amaç uğruna benliği reddederken, terapötik kültür benliğin evetlenmesini iyi bir hayatın merkezine oturtmaktadır. Bu kültür düşük özgüveni insanların hayatlarını kontrol etmelerini güçleştiren görünmez bir hastalık gibi sunar. Dolaşıma soktuğu kültürel mitlerden bir tanesi de toplumsal kötülüklerin altında düşük özgüven sorununun yattığı önermesidir. Oysa bugün psikoloji araştırmaları yüksek özgüvenin düşük öz denetim anlamına gelebildiğini, bunun da saldırgan davranışı tetikleyebildiğini gösteriyor. Değerli sosyal bilimci Roy Baumeister özdenetim duygusunun kişisel gelişim düsturlarından çok daha önemli olduğunu, kendisini denetleyip sınırlandırabilen insanların topluma çok daha büyük yarar sağlayacağını hep dile getirir.

Türkiyede kitapçı rafları ABD’de yazılıp dilimize çevirilen kişisel gelişim kitaplarıyla doldu. Bu kitaplar çok değil on yıl önce rafları süslemiyordu. Bu kabil kitaplar, kanaatime göre, asla kültürel bir süzgeçten geçirilmeksizin dilimize aktarılıyor ve bunlarda yalan yanlış bir sürü pop bilgi sunuluyor. Bu kitaplardaki bilgi kırıntıları hakikate yaslanmıyor, bilime itibar etmiyor. Bunlar ‘başarılı’ olmuş amerikalıların hayat konusundaki yüzeysel felsefelerini ve kolaycı formüllerini içeriyor. Hayatın amerikan bakış açısından kavranamayacak kadar karmaşık, derinlikli ve renkli olduğu coğrafyalarda bu kabil kitapların insanlara söyleyeceği hiçbir şey yok. Sadece popüler kültürler tarafından içeriksizleştirilmiş, içi boşaltılmış insanlar bu kitaplardaki sahte maneviyata itibar edebilir. Gelişmek bir kitaba sığdırılmış sloganları ezberlemekle olmaz, hayatın duvarlarına çarpa çarpa, yaşayarak, tecrübe ederek, yaşadıklarından öğrenerek gerçekleşir. Mevlana’nın ve Yunus’un yüzyıllardır birer ulu ırmak gibi suladığı bu toprakların insanı kişisel gelişimi için bu yüzeysel kitapları rehber edinmemeli. Batı kültürü tamahkarlığın kamçılanması üzerine kuruludur. Biyolojik paradigma bile rekabet esasına dayandırılmıştır, ‘en güçlü olan ayakta kalır’ der. Oysa bugün kainatta büyük bir yardımlaşma olduğunu, hayvanat aleminde ufak dayanışmalarla türlerin varlığını devam ettirdiğini biliyoruz. Başkalarının sırtına basarak dahi olsa yukarılara tırmanma düşüncesi, diğerkamlığı ve ahengi yücelten kadim felsefelerde yer bulamaz. Sözü edilen tarzda kitaplar aslında bize yardımlaşmayı, dayanışmayı, fedakarlık ve feragat gibi üstün insani değerleri değil insanı soysuzlaştıran bazı değerleri telkin ediyorlar. Başarılı olmanın ölçüsü maneviyata önem veren bir toplumda çok farklı olacaktır. Tamamen seküler ve pragmatist bir kültürün içinden üretilen reçeteler ‘başarı’da gaybî kuvvetlerin tesirini ihmal eder, yok sayar. Üstelik başarı nedir? Gayri meşru yollarla servet biriktirmek bir başarı mıdır? Harcayabildiğinden veya ihtiyacından fazlasını elinde tutmak ve bunu ihtiyacı olanlara dağıtmamak bir başarı mıdır? Başarı vb kavramlar tamamen izafidir ve hayata biçtiğiniz anlama göre farklılaşır. Kapitalist kültürün başarı tanımlaması, hayatı metafizik bir bakışla anlamlandıran birisi için özenilecek bir durumu işaret etmez, ancak tiksinti uyandırabilir.Bu kitapları alanlar da kelimenin en iyi anlamıyla saf insanlar olsa gerektir. Kitaplarla hayatlarımızı bir ölçüye kadar değiştirebiliriz belki ama onlarla kısmetimizi değiştiremeyiz. İyi kitaplar hayata dair bir derin bilinç, bir farkındalık uyandırırlar.

Kötü kitaplar hayata dair kolay formüller öne sürerler. O kolay formülleri bir tehlike anında namluya sürdüğünüzde hepsi elinizde patlar. Bu yazıyı bilge romancı Soljenitsin’den bir alıntıyla bitiriyoruz: ‘Eğer arzularımızla taleplerimizi kesin biçimde sınırlamayı, çıkarlarımızı ahlâki ölçütlere tabi kılmayı öğrenmezsek, insan doğasının en kötü yanları dişlerini gösterirken bizler-yani insanlık-paramparça olup gideceğiz. Çeşitli düşünürler birçok kez dikkat çekmiştir buna (ben de burada, 20. Yüzyıl Rus filozofu Nikolay Loski’nin sözlerinden alıntı yapıyorum): “Bir kişilik, benlikten daha yüksek değerlere yönelmemişse, kaçınılmaz olarak yozlaşma ve çürüme baş gösterir.” İzin verirseniz ben de kişisel bir gözlemimi sizinle paylaşacağım. Ele geçirerek değil, ancak ele geçirmeyi reddederek gerçek manevi doyuma ulaşabiliriz. Başka bir deyişle: Kendi kendini sınırlandırma yoluyla. Kendi kendini sınırlandırma, bugün bize tümüyle kabul edilmez, zorlayıcı, hatta itici bir şey olarak görünüyor, çünkü atalarımız için gereklilikten doğmuş bir alışkanlıktan yüzyıllar boyunca gitgide uzaklaştık. Onlar, çok daha büyük dış sınırlamalarla yaşadı ve ellerinde çok daha az fırsat vardı. Kendi kendini sınırlandırmanın olağanüstü önemi, bütün zorlayıcılığıyla ancak bu yüzyılda çıktı insanlığın karşısına. Yine de, çağdaş hayattaki çeşitli karşılıklı bağlantıları göz önüne alınca bile, ne kadar güç olursa olsun , hem ekonomik hem de politik hayatımızı yavaş yavaş onarmayı ancak kendi kendini sınırlandırmayla başarabileceğimiz görülmektedir. Bugün pek çok kimse kendisi için bu ilkeyi kolayca kabullenmeyecektir. Ancak modernliğimizin giderek daha karmaşık hale gelen koşullarında kendi kendimizi sınırlandırma, hepimizin varlığını koruması için yegane doğru yoldur. Ayrıca bu, bizim üstümüzde bir Bütüncül ve Yüce Otorite bulunduğunun -ve bu varlık karşısında tümüyle unutulan boyun eğme duygusunun- yeniden farkına varmamıza da yardımcı olur. Ancak tek bir gerçek ilerleme olabilir: Tek tek bütün bireylerin manevi ilerlemelerinin, hayatlarının akışı içinde kendilerini yetkinleştirme derecelerinin toplamı.’

Bilmem bu yazıyla kendi önümden çekilebildim mi?

PROF. DR. KEMAL SAYAR

Kabullenmek; sağlıklı bir yaşam sürmek, ilişkileri güçlendirmek ve duygusal zenginliği artırmak için temel bir unsurdur. Kabullenme, genel olarak daha pozitif bir yaşam tarzını destekler ve bireyin duygusal, zihinsel ve sosyal sağlığını güçlendirir. Kabul geliştirme, duygusal sağlık, ilişkiler, öz saygı, değişim, duygusal esneklik ve mental sağlık gibi birçok açıdan önemlidir. Kendi duygusal durumlarımızı ve çevremizdekilerin duygusal durumlarını kabul etmek, daha tatmin edici ve dengeli bir yaşam sürmemize katkıda bulunabilir.

Kabullenmek, içsel bir süreçtir ve bir durumu, olayı ya da kendimizi olduğu gibi, şu anki gerçeklikle uyum içinde algılamak ve bu gerçeği kabul etmek anlamına gelir. Bu kavram, bir durumu reddetmeyi, ona direnç göstermemeyi ve bunun yerine gerçeklikle barış içinde olmayı ifade eder. Kabullenmek, psikolojik esneklik, duygusal sağlamlık ve yaşam memnuniyeti için önemli bir unsurdur.

Kabullenmenin Önemi

Kabullenmek, duygusal sağlığın temelini oluşturur. Kendi duygusal durumlarımızı ve başkalarını olduğu gibi kabul etmek, içsel huzur ve denge sağlar. Kendi hatalarımızı, eksikliklerimizi ve zayıflıklarımızı kabul etmek, öz saygıyı artırır. Mükemmeliyetçilikten uzaklaşmak ve insan olduğumuzu kabul etmek, daha sağlıklı bir öz saygı geliştirmemize katkıda bulunur. Olumsuz duygusal durumları kabul etmek, mental sağlığı olumlu yönde etkiler.

Bu, duygusal zorlukları bastırmak veya inkar etmek yerine, bu duygularla yüzleşmek ve anlamak üzerine kurulu bir süreçtir. Kabullenme duygusu kişisel gelişim, duygusal sağlık ve sosyal ilişkiler açısından önemlidir. Bu süreç, bireyin içsel huzurunu artırabilir ve hayatın karmaşıklığıyla daha sağlıklı bir şekilde başa çıkmasına yardımcı olabilir.

Kabullenme Süreci ve Aşamaları

Kabullenme süreci, kişinin bir durumu, gerçeği veya kendisini olduğu gibi kabul etmeye yönelik içsel bir süreçtir. Bu süreç, genellikle zaman alabilir ve bireyin duygusal gelişimine, olgunluğuna ve deneyimlerine bağlı olarak değişebilir. Kabullenme süreci genellikle şu aşamalardan geçer:

  • İnkar Aşaması: İlk tepki genellikle inkar olur. Birey, gerçeği kabul etmekte zorlanabilir ve bu durumu reddetme eğiliminde olabilir. Bu aşamada, duygusal olarak acı veren gerçekle yüzleşmekten kaçınılabilir.
  • Öfke Aşaması: İnkar aşamasını takip eden aşama genellikle öfke aşamasıdır. Birey, gerçeği kabul etmeye başladığında, bu duruma karşı duyduğu öfkeyi ifade edebilir. Öfke, kendi kendine ya da çevresindekilere yönelik olabilir.
  • Pazarlık Aşaması: Bu aşamada, birey, gerçeği kabullenmek için bir tür pazarlık yapabilir. Bu, genellikle “Eğer şu olmasaydı, belki de…” şeklinde düşüncelerle karakterizedir. Birey, kontrolü geri kazanmaya çalışabilir veya durumu değiştirebilecek bir çözüm arayışında olabilir.
  • Depresyon Aşaması: Gerçeği kabullenme sürecinin bir parçası olarak, birey duygusal bir düşüş yaşayabilir. Bu, üzüntü, hüzün, umutsuzluk veya çaresizlik hissi olarak kendini gösterebilir. Bu aşama, gerçeği kabullenme sürecinin doğal bir parçasıdır.
  • Kabullenme Aşaması: Son aşama, gerçeği kabullenme ve bu durumla uyum sağlama sürecidir. Birey, olumlu bir şekilde adapte olur ve yeni gerçekliğiyle barış yapar. Bu aşamada, daha fazla içsel huzur, denge ve olgunluk elde edilebilir.

Bu aşamalar, bireyler arasında farklılık gösterebilir ve herkesin kabullenme süreci benzersizdir.

Kabullenmeyi Geliştirmek İçin Öneriler

Kabullenmeyi geliştirmek, duygusal sağlığı artırabilir, stresle daha etkili bir şekilde başa çıkmanıza yardımcı olabilir ve daha sağlıklı ilişkiler kurmanıza olanak tanıyabilir. İşte kabullenmeyi geliştirmek için bazı öneriler:

  • Bilinçli Farkındalık (Mindfulness) Uygulamaları: Meditasyon, nefes çalışmaları ve bilinçli farkındalık egzersizleri, şu anda yaşamaya odaklanmanızı sağlar. Bu pratikler, geçmişteki veya gelecekteki endişelerden uzaklaşmanıza ve kabul etme becerilerinizi güçlendirmenize yardımcı olabilir.
  • Duygusal İfadenin Öğrenilmesi: Duygusal ifade, duygularınızı anlamanıza ve ifade etmenize yardımcı olabilir. Bir günlük tutmak, duygusal ifadeyi teşvik edebilir. Duygularınızı ifade etmek, kabullenme sürecini hızlandırabilir.
  • Gerçekçi Beklentiler Geliştirme: Olaylara ve durumlara gerçekçi bir bakış açısı geliştirmek önemlidir. Mükemmeliyetçilikten kaçınmak ve gerçekçi beklentilerle hareket etmek, kabullenme sürecinizi kolaylaştırabilir.
  • Bağlantı Kurma: Aile, arkadaşlar veya destek grupları gibi sosyal bağlantılar, duygusal destek ve anlayış sağlayabilir. Başkalarının benzer durumları nasıl kabullendiklerini öğrenmek, size ilham verebilir.
  • Empati Geliştirme: Başkalarının duygularını anlamak ve onları olduğu gibi kabul etmek, empatiyi geliştirebilir. Bu, daha anlayışlı ve sağlıklı ilişkiler kurmanıza yardımcı olabilir.
  • Profesyonel Yardım Alma: Bir terapist veya danışman ile çalışmak, duygusal zorluklarla başa çıkma ve kabullenme sürecini destekleme konusunda yardımcı olabilir. Profesyonel destek, kişisel gelişim ve ilerleme açısından önemli bir rol oynayabilir.
  • Olaylara Şefkatle Yaklaşma: Kendinize ve başkalarına şefkatli bir yaklaşım benimsemek, kabullenme sürecini destekleyebilir. Olumsuz durumlarla yargılamadan, daha anlayışlı bir tutum geliştirmek önemlidir.

Kabullenme süreci kişiseldir ve her birey için farklılık gösterir. Bu önerileri uygulamak, kabullenmeyi güçlendirebilir ve içsel huzurunuzu artırabilir.

Kabullenmenin İnsan Hayatına Sağladığı Faydalar Nelerdir?

Kabullenmenin insan hayatına bir dizi olumlu etkisi vardır. Bu etkiler, duygusal sağlık, ilişkiler, stres yönetimi ve genel yaşam kalitesi üzerinde olabilir.

  • Duygusal Sağlık: Kabullenme, duygusal sağlığı güçlendirir. Kendi duygusal durumları ve başkalarının duygusal durumlarını kabul etmek, içsel huzur ve denge sağlar.
  • Stresle Başa Çıkma Yeteneği: Zorlukları ve stresli durumları kabullenmek, bu durumlarla daha etkili bir şekilde başa çıkma yeteneğini artırır. Gerçekçi bir perspektif benimsemek, stresin etkilerini azaltabilir.
  • İlişkilerde Güçlenme: Başkalarını olduğu gibi kabul etmek, daha sağlıklı ve sürdürülebilir ilişkilerin temelini oluşturur. Empatiyi artırır, anlayışı güçlendirir ve sağlıklı iletişimi teşvik eder.
  • Öz Saygıyı Artırma: Kendi eksikliklerinizi ve hatalarınızı kabul etmek, öz saygıyı artırır. Mükemmeliyetçi beklentilerden uzaklaşmak ve insan olduğunuzu kabul etmek, sağlıklı bir öz saygı geliştirmenin anahtarıdır.
  • Duygusal Esneklik: Kabullenme, duygusal esnekliği artırabilir. Planlarınızın değişebileceğini kabul etmek ve esnek bir zihinsel tutum benimsemek, çeşitli durumlara daha etkili bir şekilde uyum sağlamanıza yardımcı olabilir.
  • Empati Geliştirme: Başkalarını olduğu gibi kabul etmek, empatiyi geliştirebilir. Bu, daha anlayışlı bir birey olmanıza ve sosyal ilişkilerinizi güçlendirmenize yardımcı olabilir.

Ayrılığı kabullenmek neden bu kadar zor?

Ayrılığı kabullenmek genellikle duygusal bir süreçtir ve insanlar ilişkilerin sona ermesini genellikle kayıp, hayal kırıklığı ve hüzünle ilişkilendirirler. Bu süreci zor kılan faktörler arasında duygusal bağların kopması, gelecekteki belirsizlik ve alışkanlıklardan vazgeçme ihtiyacı yer alabilir.

Değiştiremeyeceğin durumları kabul etmek neden bu kadar zor?

Değiştiremeyeceğiniz durumları kabullenmek genellikle kontrol kaybıyla ve belirsizlikle ilişkilidir. İnsanlar genellikle istedikleri gibi kontrol sağlayamadıklarında, bu durumu kabullenmekte zorlanabilirler.

Ölümü kabullenmek için ne gibi adımlar atabilirim?

Ölümü kabullenmek için duygularınıza dürüst bir şekilde yaklaşmak, zamanla sizi etkileyen hisleri anlamaya çalışmak, uzman desteği almak gibi adımlar atabilirsiniz.

İnternette Psikolog / Kabullenmek Duygusunun Önemi

Gelecek kaygısı, insanın iç dünyasında belirsizlik ve endişelerin yoğun bir şekilde hissedildiği, gelecekteki olası senaryoların sürekli zihinde canlandığı bir duygu durumudur. Bu kaygı, gelecekte olabilecek, olumsuz durumların veya başarısızlıkların yarattığı yoğun endişe ve stres halini ifade eder. Sizlerle gelecek kaygısının ne olduğunu, nasıl ortaya çıktığını, belirtilerini ve bununla başa çıkmanın yollarını keşfedeceğiz. Gelecekle ilgili endişelerinizi hafifletecek stratejileri ve olumlu değişiklikleri uygulayarak, hayatın getirdiği belirsizliklerle daha sağlıklı bir şekilde başa çıkabilirsiniz.

Gelecek Kaygısı Nedir?

Gelecek kaygısı, gelecekte olabilecek belirsizlikler ve olumsuz durumlar hakkında duyulan endişe ve stres durumudur. Kişinin gelecekteki olaylar, kararlar, başarılar veya başarısızlıklar konusundaki belirsizliklerden kaynaklanan bir tür kaygı bozukluğudur. Bu tür kaygı, kişinin günlük yaşamını etkileyebilir, psikolojik rahatsızlık ve fiziksel semptomlara yol açabilir. Gelecek kaygısı, kişinin kontrol edemediği şeyler üzerine sürekli düşünme, kötü senaryoları sürekli zihinde canlandırma, huzursuzluk, uyku problemleri gibi belirtilerle kendini gösterebilir.

Gelecek Kaygısını Nasıl Yenebilirim?

Gelecek kaygısıyla başa çıkmanın birçok etkili yolu bulunmaktadır. Bu yöntemler, bireyin duygusal refahını artırabilir, yaşam kalitesini iyileştirebilir ve geleceğe daha olumlu bir bakış açısı kazanmalarına yardımcı olabilir.

Gelecek kaygısıyla başa çıkmak için yararlı olan bazı adımlar:

  1. Geleceğe Karşı Daha Gerçekçi Olmak: Geleceği tahmin etmek imkansızdır. Endişelerinizi daha gerçekçi bir bakış açısıyla ele almak daha kıymetlidir.
  2. Şimdiki Zamana Odaklanmak: Meditasyon veya derin nefes almak gibi yöntemler sakinleşmenize yardımcı olabilir.
  3. Hedefler Belirlemek: Kendinize ulaşılabilir hedefler koymak, gelecek ile ilgili olan endişelerinizi azaltmaya destek olacaktır.
  4. Bilgi Edinmek: Geleceğe yönelik bilgi ve becerileri artırmak, daha fazla güven hissetmenizi sağlayabilir.
  5. Destek Almak: Endişelerinizi bir dost veya aile üyesiyle paylaşmak, duygusal destek ve motivasyon sağlayabilmektedir.
  6. Olumlu Düşünmek: Negatif düşünceleri olumlu düşüncelerle değiştirmek, endişelerinizi hafifletebilir.
  7. Profesyonel Yardım: Eğer gelecek kaygısı yoğun ve sürekli ise, bir uzmandan destek almak sizin için doğru adım olacaktır.

Gelecek kaygınızı bir uzman eşliğinde yenmek isterseniz Sone psikoloji sizlere yüz yüze veya online olarak alanında uzman ekibi ile destek olabilir.

Gelecek Kaygısı Belirtileri

Gelecek kaygısı belirtileri, farklı insanlarda farklı şekillerde kendini gösterebilir. Ancak genel olarak aşağıdaki belirtiler gelecek kaygısının işaretleri olabilir:

  1. Sürekli Endişe: Gelecekte olabilecek olumsuz durumlar hakkında sürekli endişe duyma.
  2. Kötü Senaryoları Canlandırma: Olumsuz olayların zihninde canlandırma.
  3. Fiziksel Belirtiler: Mide ağrısı, baş ağrısı, terleme, titreme gibi fiziksel semptomlar yaşama.
  4. Uyku Problemleri: Gece uykuya dalma veya uyumada güçlük çekme, sık sık uyanma gibi uyku sorunları.
  5. Konsantrasyon Zorluğu: Gelecek endişeleri yüzünden odaklanmada güçlük çekmek.
  6. İçsel Huzursuzluk: Sürekli bir içsel huzursuzluk hissi, yerinde duramama ve mutsuzluk hali.
  7. Sosyal İzolasyon: Gelecek endişeleri yüzünden sosyal etkileşimlerde azalma veya o aktivitelere katılmama.
  8. Kararsızlık hali: Gelecekle ilgili kararlar almakta güçlük çekme, sürekli kararsızlık yaşama.

Anksiyete – Gelecek Kaygısı İlişkisi

Anksiyete ve gelecek kaygısı arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Anksiyete, genel olarak belirsizlik, endişe ve korku gibi duyguları içeren bir durumdur. Gelecek kaygısı da, anksiyetenin bir türüdür ve gelecekteki belirsizliklerden, olumsuz durumlardan veya başarısızlıklardan duyulan yoğun endişeyi ifade eder.

Gelecek kaygısı ve Anksiyete ilişkisi

Birçok insan normal yaşamlarının bir parçası olarak zaman zaman anksiyete ve gelecek kaygısı yaşayabilir. Ancak bu duygular normal sınırların ötesine geçtiğinde, günlük işlevselliği ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemeye başladığında, bir anksiyete bozukluğunun veya gelecek kaygısı sorununun işareti olabilir. Anksiyete ve gelecek kaygısıyla başa çıkmak için destek almak önemlidir.

Gelecek Kaygısı Neden Olur?

Gelecek kaygısı birçok farklı faktörden kaynaklanabilir ve kişiden kişiye değişebilir. İşte gelecek kaygısının nedenleri arasında yer alabilecek bazı faktörler:

  • Belirsizlik: Gelecekle ilgili belirsizlikler ve bilinmezlikler, insanlarda endişe yaratabilir. Kontrol edemediğimiz durumlar veya sonuçlar hakkında düşünmek kaygıyı artırabilir.
  • Önceki Deneyimler: Daha önce yaşanan olumsuz deneyimler veya başarısızlıklar, gelecekteki benzer durumların olumsuz sonuçlanacağına dair endişeleri tetikleyebilir.
  • Mükemmeliyetçilik: Kendi kendine yüksek standartlar koymak ve her şeyi mükemmel yapma isteği, gelecekte başarısızlık ve yetersizlik korkusuyla ilişkilendirilebilir.
  • Kontrol İhtiyacı: Gelecekte ne olacağını kontrol etme ihtiyacı veya her şeyi önceden planlama isteği de kaygıyı artırabilir.

Kimler gelecek kaygısı yaşar?

Gelecek kaygısı, herhangi bir yaş, cinsiyet, kültür veya sosyal duruma sahip insanlar arasında görülebilir. Ancak bazı gruplar daha yüksek risk altında olabilir. Bunlar için örnekler: • İşte gelecek kaygısı yaşama eğilimi daha yüksek olan bazı gruplar: • Genç Yetişkinler ve Üniversite Öğrencileri • İş Değişikliği veya İşsizlik Yaşayanlar • Mükemmeliyetçi Kişilik Özellikleri Olanlar • Toplumsal ve Ekonomik Belirsizlik Yaşayanlar

Gelecek kaygısı hangi dönemlerde sıklıkla görünür?

Gelecek kaygısı ne zaman başlar? Genellikle ergenlik döneminden başlayarak yetişkinlik sürecine kadar gelecek kaygısı sıklıkla görülür. Ergenlik dönemi, kişinin kimlik bulma, bağımsızlık kazanma ve gelecekteki hedeflerini belirleme süreci olduğundan, bu dönemde gelecek kaygısı sıkça ortaya çıkabilir. Ancak, her yaş grubunda farklı derecelerde gelecek kaygısı yaşanabilir.

İnternette Psikolog

“İnsan, nisyanla maluldür” derler. Yani “unutmak “la…

Kimi vakit kederlerini, kimi vakit saadetlerini unutur ama elbet bir şeyleri geride bırakır insan ki hayat serencamında istimrar edebilsin. Öyle ki bin bir çeşit duygularla ilmek ilmek ördüğü hayatını, zaman gelir, bir âna güdümler; hayat devam edip ileriye doğru akar iken, onun zihni ve kalbi, kum saati misali tane tane geriye doğru akıp gider; kendi kendini yitirir…

Şetta ilmeklerle ördüğü hayatının anlamı olur o “güdümlü zaman”. Öncesi ve sonrası O’na bağlanır, gördüğü işittiği O’na dönüşür ama dedik ya, “insan, nisyanla maluldür”… Tinsel bazı dürtüler onu sarsar, hırpalar. Fakat direnir insan çünkü bilmez ki İlahi Adaletin en güzel nimetlerindendir nisyan. İçindeki “güdümlü zaman”ın perçinlediği boşluğun şifasının da nisyan olduğunu bilmez. Ya da bilmek istemez, ağır gelir ona sahip olduklarından ayrılma fikri.

Eskiler, çok eskiler, tahakküm düşkünü bizlere nispeten nisyan nimetinin hikmetine hallice vakıf olabilmişler çünkü kendi fıtratları ile savaşmamışlar; bizim “hatıra” diyerek kendimizi boğduğumuz görsellerin içine düşmemişler. Onlar hoş anlar yaşayıp hoş sadalar dinleyip duygularını içinde tazecik tutmayı başararak hayatı yaşamış ve yaşatabilmişler. Bizlerse hayatı, elimizde tuttuğumuz telefonlarımıza yaşatıp ısrarla onlara ruh vermeye çalışıyoruz.

Eskiler, gidenin arkasından, kimi zaman bir mendili kimi zaman da bir mektubu sahiplenip verdiği kıymete bir temsiliyet atfetmiş ve nisyana kapılarını aralamışlar ise de bizler; bolluk içinde açgözlü duygularla bunca fotoğraflara, videolara rağmen ne yaşanmışın kıymetini bilebiliyoruz ne de kendimizi akışa bırakabiliyoruz.

Evet, dedik ya, “insan, nisyanla maluldür” diye; nasıl ki bal, tatlı olmaktan vazgeçemiyor ve gül, ıtır dağıtmaktan yılmıyorsa insan da kendisini beşer yapan bu özelliğinden sıyrılamaz. Nisyanıyla terennüm ettikçe insaniyetini hisseder. Her sene, telefonun “geçen sene bu zamanlar” diye hatırlattığı görsellerle yahut hesabında paylaştığın sayısız fotoğrafla, zihninden söküp attığın molozların yerine belki de sende pinhan kalmış tomurcukların açmasına vesile olacak şeyleri elinin tersiyle itmiş oluyorsun, oluyoruz, kim bilir…

Unutmak yani nisyan, cesaret ister; elimizdekiyle kurduğumuz, ama bizi sadece sömüren, bu güvenlik alanımızdan çıkmamızı ister. Çivi çiviyi söker misali, korkularımızdan korku eksiltmek ya da mutluluklarımıza mutluluk eklemek için yüzümüzü, elimizdekinden kaldırıp göğe bakmamızı ister.

İster tabii! Niye istemesin!? Hayat 6.7 inçe sığmaz ki! Sığamaz!

Hayat ancak kalbimize sığar; duygularımıza, hatırladıklarımıza ve unuttuklarımıza…

Belki çok sevdin, belki çok bekledin, belki çok umut ettin, belki çok kızdın, belki çok müteessir oldun ama bak işte şimdi tam olarak buradasın; kaderine yön vereceğin yerde. Kendini azat et ve teknolojinin sunduğu her türlü esaretin zincirini kır; çık o 6.7 inçlik ekrandan ve kendine, duyguların ve anıların ile birlikte hayatın içinden bir “nisyan” seç…

Seçmekten de korkma! Tıpkı artık unutmaktan korkmadığın gibi!

Unutmanın bir şizofreni olmadığının farkındasın çünkü. Unutmak, yeniden başlamanın ve güzel hatırlamanın diğer bir adı sadece; acılarına ve kırgınlıklarına merhem sürüp onları da yanında götürmek gibi. Kendine merhamet ederek, yaşamına şefkat besleyerek, 6.7 inçlik ekranın ve onun getirdiği nahoş duyguların prangalarını kırarak…

Nihayetinde, der ki bize nisyan; ne “güdümlediğin zaman” ne de biriktirdiğin fotoğraflar sana geleceğinin ilmeklerini attırmaz, yalnız sökersin, durmadan ve söktüğünü anlamadan. Nisyanları yuta yuta atabilirsin bu ilmekleri ancak ve ancak.

Ahirinizin evvelinizden güzel olması için nisyanların en güzeli sizin olsun, vesselam…

Unutmayı Unutmak / GENÇ ÖNCÜLER

Unutmanın ve Hatırlamanın Güzellikleri | Doç. Dr. Mehmet Dinç

Hayat can sıkıntısıyla geçer mi hiç?

Modern psikoloji; can sıkıntısının değerlendirildiğinde özellikle çocukları daha yaratıcı ve daha motive yapabileceğini söylüyor. Bu da çocukları psikolojik olarak daha dayanıklı ve güçlü kılıyor. Can sıkıntısını değerlendirebilmek ise kişinin çevresi ile irtibatını yeniden tesis etmesi ile mümkün oluyor. Yani kişinin havada uçan kuşu görmesi, atan kalbini duyması, esen rüzgârı hissetmesi veya etrafındaki insanların, hayvanların, bitkilerin ya da eşyaların farkına varmasıyla gerçekleşiyor.

Sadi Şirazi’nin Nobahari şiirini besteleyip şarkı yaparlar. O şiirleri çocukluğunda ezberleyen Abbas Kiyarüstemi de ölüm döşeğinde bu şarkıyı dinlemek ister. Şarkıda şu sözlere sıra gelir ve ağlar büyük yönetmen; “Bize bir ömür daha lazım, öldükten sonra Bu ömrü biz hepten umutlarla tükettik.” Bu ömrün ardından bir ömür daha verilmeyecek, malum. Biz ne ile tüketiyoruz acaba elimizde olan yeganeyi?

İnsan bu dünyada bir mana için var. Bu mananın muradı bizden bir şeyler bekler. Bu beklenti kalbimizde sevinçtir. Ki hatırlatır bize; boşa değildir varlığımız, boşa gitmez yaptığımız. Ne kadar hatırlarsak o kadar güçlü oluruz, dirençli kalırız. Her zaman mutlu etmez belki bizi hatırlamak ama her zaman mutlu olmak da gerekmez. Bize lazım olan hayatın mukadder zorluklarına rağmen devam edebilmektir.

Söylemesi kolay, yapması zor. Dert yağmur gibi yağar bazen. Bütün ezberlerimiz bozulur. Olmamak olmaya tercih edilir. Ne yapmalıdır bu zamanlarda? Ritmi muhafaza önemli. Bedenin ritmini, aklın ritmini, kalbin ritmini kaybetmemeli.

Beden uyur, uyanır; doyar, acıkır; yapar, yorulur. Bu kırılamaz döngü bir ritim ister. Bu ritim ne kadar bozulursa o kadar zayıflar beden ve kaldıramaz gücü yetebileceği halde günlük yüklerini.

Akıl görür, düşünür, öğrenir, bilir, anlar, inanır, görür. Bu zorlu süreç bir ritim ister. Bu ritim ne kadar bozulursa görüşü o kadar zayıflar aklın ve yetemez çözmeye dünyalık basit problemleri.

Kalp beğenir, sever, ister, özler, buluşur, “bir”leşir. Bu uzun yol bir ritim ister. Bu ritim ne kadar bozulursa o kadar yoldan çıkar ve “bir” yerine “bin”de kaybolur.

Bütün bu ritmi bulmak ve korumak da emek ister, dikkat ister, rikkat ister. İnsana bedenine karşı, aklına karşı, kalbine karşı sorumluluklar verir. Bu sorumluluklar evi, sokağı; geceyi, gündüzü; halveti, encümeni boşluk bırakmadan düzenler. Boşluk bulup canı sıkılan kişi, bir sorumluluğundan vazgeçiyor demektir ve de ya emekten, ya dikkatten ya rikkatten çalıyordur.

“Hayat kısa, kuşlar uçuyor” diyor Cemal Süreyya. Bir şekilde devam edecek bu hayat, günler bir şekilde geçecek. Ama bu kadar kısa, bu kadar bitimliyken can sıkıntısıyla geçer mi hiç?

Nasreddin Hoca kardan helva yapmış. “Kardan helva olur mu hocam?” demişler. “Ben de beğenmedim zaten” demiş. Biz de bu hayatta bir şeyler yapıyoruz. Can sıkıntısı ile ziyan edersek bu hayatı, yolun sonunda beğenecek miyiz yaptıklarımızı?

Yasin Ramazan “sabahı müşahedeye, günü murakabeye, geceyi muhasebeye ayıracaktık. Biz hepsini internete ayırdık” diyor. Hayatımızda müşahede, murakabe, muhasebe olsa an gelir, “can” ımız sıkılır belki bir dem ama can sıkıntısı yaşar mıyız hiç?

Modern psikoloji; can sıkıntısının değerlendirildiğinde özellikle çocukları daha yaratıcı ve daha motive yapabileceğini söylüyor. Bu da çocukları psikolojik olarak daha dayanıklı ve güçlü kılıyor. Can sıkıntısını değerlendirebilmek ise kişinin çevresi ile irtibatını yeniden tesis etmesi ile mümkün oluyor. Yani kişinin havada uçan kuşu görmesi, atan kalbini duyması, esen rüzgârı hissetmesi veya etrafındaki insanların, hayvanların, bitkilerin ya da eşyaların farkına varmasıyla gerçekleşiyor. Söz konusu farkına varma dışa doğru olduğu gibi içe doğru da olabiliyor. Kendi içinde olmuş ve olanları hatırlaması, farkına varması da bu sürece dahil tabi. Bu farkındalığa kayıtsız kalmayıp bir şeyler yapmak için harekete geçerse de, yaratıcı düşünce ya da motivasyon ortaya çıkıp psikolojik dayanıklılığı artırıyor. Bu harekete geçmenin illa bir eylem olması gerekmiyor. Bir düşünce, bir duygu, bir ses, bir söz de olabiliyor. Neticede var olmaya ve var olana karşı gözünü açması ve buna kayıtsız kalmaması insana iyi geliyor.

  • Bir adım geri gidip resme bir uzaktan bakalım. İnsan dünya gailesi ile kendisi veya etrafı ile irtibatını koparıp meşguliyetlere boğulunca nefes alma imkânı bulabileceği aralar can sıkıntısı yaşayabiliyor. Bu can sıkıntısı anlarında kendinin ya da etrafının farkına varıp bu konuda bir şey yapması da ona iyi geliyor. İyi geliyor da keşke bu yola hiç girmeseydi.

Yani hiç kendini bu gaileye kaptırıp kendisi ve etrafıyla irtibatı kopartmamış olsaydı. O zaman zaten canı da sıkılmayacaktı, kendine ve çevresine de kör kalmayacaktı. Peki ne olacaktı? Kendinin ve çevresinin farkında olarak, kendine ve çevresine karşı sorumluluklarını acelesiz ve iddiasız yerine getirecekti. Kimseyle yarışıp yorulmadan, görünme derdinde olmadan, beklentilerle tükenmeden sakin sakin, huzur içinde ancak can sıkıntısına vakit bulamadan dolu dolu yaşayacaktı. Bu durumda da psikolojik dayanıklılığı güçlenmeyecek çünkü zaten güçlü bir psikolojik dayanıklılığa sahip olacaktı.

Tekrar başa dönelim; umut ederek değil fark ederek yaşamak gerekiyor bu hayatı. Umut edip hareket geçmeyi bekleyerek değil, fark edip hemen harekete geçerek. Bu hareketin içerisinde sorumluluklar var. Sorumluluklar ki yüklenince yoran değil dinlendiren, bunaltan değil rahatlatan sorumluluklar. Parçalayan değil bütünleştiren, dağıtan değil birleştiren sorumluluklar. Bu sorumlulukların peşine düşelim. Bir hayat tarzı inşa edelim. Bozuk saatler yalan yanlış işlesin, biz kendi saatimizi kuralım, kendi ritmimizi bulalım. Ne bedenimiz bizden davacı olsun, ne aklımız, ne kalbimiz… Bir çiftçinin tarlasına karşı sorumlu halleri örneğimiz olsun. Emek verelim bahaneler bulmadan, tohumlar ekelim, suyla besleyelim, güneşle büyütelim, yabani otlardan temizleyelim etraflarını ve sabredelim. İnanalım tohumların fidana döneceğine, dalların meyveye duracağına. Yel vurur, sel alırsa da emeklerimizi pes etmeden, vazgeçmeden tekrar bekleyelim vaktimizi. Teslimiyet ile, tevekkül ile…

“Bilesin kavuşmak yoktur İslamlıkta” diyordu Süleyman Çobanoğlu, biz de bilelim can sıkıntısı yoktur İslamlıkta…

MEHMET DİNÇ

Comments are closed.