logo

Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür.

İÇİNDEKİLER

DERİNDEN DUYGUSAL BAĞLANTI -ZİHİN TEORİSİ – ZEHİRLİ ARKADAŞLAR – GÜVEN DEĞERLİ BİR MÜLK – İLİŞKİLERDE YAKINLIK – HASSAS KİŞİLER – EMPAT – KARAR VERMEK İÇİN DİRENMEK – HATA YAPMA KORKUSU – SESSİZ MUAMELE – KENDİNİ BULMAK – İLİŞKİ VE SEVGİ – SOSYAL MEDYA TROLLERİ – MUTSUZLUK – İSTEKSİZ YAŞAMAK – YALNIZLIKTAN HOŞLANMAK – YALNIZ KALMAKTAN KORKMAYIN – BAŞKALARINA SAYGI DUYMAK – ÖN YARGILARI KONTROL ALTINA ALMAK – GERÇEKÇİL AKIL YÜRÜTME – AĞLAMANIN OLUMLU YÖNÜ – GELECEK VE PİŞMANLIK – ERTELEME EĞİLİMİ – İÇ HUZUR – YEDEKTE TUTMA – MANİPÜLATİF YAKLAŞIM – AŞIRI MÜTEVAZİ OLMANIN ZARARLARI – İNTİKAM ALEVLERİ – BOŞLUK HİSSİ – YALANLARIN PERDE ARKASI – ALACA KARANLIK AŞKI – SAĞLIKLI AŞK – POZİTİF ENERJİ – SÜPER YAŞLILIK – TRAFİK PSİKOLOJİSİ – ALKOL VE TRAFİK – SALDIRGAN SÜRÜŞ – ZOR İNSAN – ACELECİLİK – ALARMI ERTELEMEK – ZAMANI ORGANİZE ETMEK – SABAH MUTSUZLUĞU – KENDİNİ AFFET – KİŞİLİK MİZAÇ KARAKTER – AİLE İÇİ ŞİDDET – KENDİNİ TANIMAK VE ANLAMAK – HAYATINIZDA Kİ İÇ HUZUR – İNSANLAR DEĞİL BAKIŞ AÇINIZ DEĞİŞİR – GÜNLÜK HAYATTAKİ ÜZÜNTÜ – OLUMSUZ DÜŞÜNCELER – İNSANLARDAKİ AŞIRI ÖZGÜVEN – GÜCENMEK – KENDİNİ TANIMA YOLCULUĞU – KİŞİSEL ÖZELLİKLER – ARKAŞIM GERÇEK ARKADAŞ MI? – İYİMSERLĞİN SINIRLARI – KARAKTER GÜÇLERİ – COTARD SANRISI – SAHTEKARLIK SENDROMU

Bana Arkadaşını Söyle | Dr. Mehmet Dinç

KISA NOTLAR /2024

Capgras (Sahtekarlık) Sendromu Nedir? Tedavisi Nasıldır?

Capgras sendromu psikolojik bir durumdur. Aynı zamanda “sahtekarlık sendromu” veya “Capgras sanrısı” olarak da bilinir. Sahtekarlık sendromu yaşayan insanlar, tanıdıkları veya tanıdıkları birinin bir sahtekarla değiştirildiğine dair mantıksız bir inanca sahip olacaklardır. Örneğin, bir eşi, gerçek eşlerini taklit etmekle suçlayabilirler. Bu, hem sanrı yaşayan kişi hem de sahtekâr olmakla suçlanan kişi için üzücü olabilir.

Bazı durumlarda, sanrı yaşayan kişi bir hayvanın, nesnenin ve hatta bir evin bir sahtekar olduğuna inanabilir. Capgras sendromu herkesi etkileyebilir, ancak kadınlarda daha yaygındır. Nadir durumlarda çocukları da etkileyebilir.

Capgras Sendromu Nedenleri Nelerdir?

Capgras sendromu en yaygın olarak alzheimer hastalığı ile ilişkilidir. Bunların her ikisi de hafızayı etkiler ve gerçeklik duygunuzu değiştirebilir. Şizofreni, özellikle paranoid halüsinasyonlu şizofreni, Capgras sendromu ataklarına neden olabilir. Şizofreni aynı zamanda kişinin gerçeklik duygusunu da etkiler ve sanrılara neden olabilir. Nadir durumlarda, serebral lezyonlara neden olan bir beyin hasarı da Capgras sendromuna neden olabilir. Bu, beynimizin yüz tanımayı işlediği yer olduğu için, yaralanmanın sağ yarım kürenin arkasında meydana gelmesi durumunda en yaygın olanıdır.

Epilepsili insanlar da nadir durumlarda Capgras sendromu yaşayabilirler. Sendroma neyin sebep olduğuna dair birkaç teori var. Bazı araştırmacılar, Capgras sendromunun beyindeki atrofi, lezyonlar veya serebral disfonksiyon gibi bir sorundan kaynaklandığına inanıyor. Bazıları bunun, bağlantısızlık duygularının soruna katkıda bulunduğu fiziksel ve bilişsel değişikliklerin bir kombinasyonu olduğuna inanıyor. Diğerleri bunun, bilginin işlenmesiyle ilgili bir sorun veya hasarlı veya eksik anılarla çakışan bir algılama hatası olduğuna inanıyor.

Capgras Sendromu Tedavisi Nasıldır?

Şu anda, sendromlu kişiler için önceden belirlenmiş bir Capgras tedavi planı yok çünkü daha fazla araştırma yapılması gerekiyor. Ancak semptomları hafifletmeye yardımcı olabilecek tedavi seçenekleri vardır. Tedavi, altta yatan nedeni ele almayı amaçlar. Örneğin, şizofrenide zayıf semptom kontrolü olan biri Capgras sendromu yaşarsa, şizofreniyi tedavi etmek Capgras sendromunu iyileştirebilir. Bununla birlikte, Capgras sendromu Alzheimer hastalığı sırasında ortaya çıkarsa, tedavi seçenekleri sınırlıdır. En etkili tedavi, sendromdan etkilenen kişinin kendini güvende hissettiği olumlu ve sıcak bir ortam yaratmaktır.

Bazı bakım tesisleri doğrulama terapisi kullanacaktır. Doğrulama terapisinde, sanrılar reddedilmek yerine desteklenir. 

Sahtekarlık sendromu, yaşayan kişide kaygı ve paniği azaltabilir. Gerçeklik oryantasyon teknikleri bazı durumlarda yardımcı olabilir. Bu, bakıcının, büyük yaşam olayları, hareketler veya herhangi bir önemli değişiklik dahil olmak üzere, şimdiki zaman ve yeri sık sık hatırlattığı anlamına gelir. Capgras sendromunun altında yatan neden mümkün olduğunca tedavi edilecektir. Bu tedaviler şunları içerebilir:

• Demans ve Alzheimer hastalığı için hafıza ve muhakeme ile ilgili nörotransmiterleri artıran kolinesteraz inhibitörleri gibi ilaçlar

• Şizofreni hastaları için antipsikotikler ve terapi

• Mümkünse, beyin lezyonları veya kafa travması için cerrahi

Capgras Sendromlu Birine Nasıl Bakılır?

Capgras sendromu olan birine bakmak duygusal olarak zor olabilir, özellikle de sahtekâr olarak algıladıkları kişiyseniz. Sahtekarlık sendromlu birine yardım etmek için deneyebileceğiniz bazı stratejiler şunlardır:

• Mümkün olduğunda gerçeklik alemlerine girin. Bunun onlar için ne kadar korkutucu olduğunu anlamaya çalışırsanız yardımcı olabilir.

• Onlarla tartışmayın veya onları düzeltmeye çalışmayın.

• Kendilerini güvende hissettirmek için elinizden geleni yapın. Ne yapacağınızdan emin değilseniz, neye ihtiyaçları olduğunu sorabilirsiniz.

• Duygularını kabul edin.

• Mümkünse, “sahtekar” ın odayı terk etmesini sağlayın. Eğer bu sizseniz ve bakıcı sizseniz, bölüm bitene kadar başka birinin devralmasına izin verin.

• Sese güvenin. Birinin Capgras sendromuna yatkın olduğunu biliyorsanız, görünüşünüzü kaydetmenin ilk yolunun sesle olduğundan emin olabilirsiniz. Mümkün olduğunda onları görmeden önce onları yüksek sesle selamlayın.

ePsikolog Tv

Cotard Sanrısı ve Yürüyen Ceset Sendromu Nedir?

Cotard sanrısı, sizin veya vücut parçalarınızın öldüğü, ölmekte olduğu veya var olmadığı şeklindeki yanlış inançla işaretlenmiş nadir bir durumdur. Genellikle şiddetli depresyon ve bazı psikotik bozukluklarla ortaya çıkar. Diğer akıl hastalıkları ve nörolojik rahatsızlıklara eşlik edebilir. Ayrıca yürüyen ceset sendromu, Cotard sendromu veya nihilist sanrı olarak adlandırıldığını da duyabilirsiniz.

Cotard Sanrısı Semptomları Nelerdir?

Cotard sanrısının ana belirtilerinden biri nihilizmdir. Nihilizm, hiçbir şeyin değeri veya anlamı olmadığı inancıdır. Aynı zamanda hiçbir şeyin gerçekten var olmadığı inancını da içerebilir. Cotard yanılgısına sahip insanlar ölü veya çürüyormuş gibi hissederler. Bazı durumlarda, hiç var olmadıklarını düşünebilirler. Bazı insanlar tüm vücutları için bu şekilde hissederken, diğerleri bunu yalnızca belirli organlar, uzuvlar ve hatta ruhları ile ilgili olarak hisseder.

Diğer semptomlar şunları içerir:

Depresyon, Cotard sanrısı ile de yakından ilgilidir. 

  • • Kaygı
  • • Halüsinasyonlar
  • • Hipokondri
  • • Suç
  • • Kendine zarar verme veya ölümle meşgul olma

Birinin Cotard sanrısı geliştirme riskini artırabilecek diğer akıl sağlığı koşulları şunları içerir:

  • • Bipolar bozukluk
  • • Doğum sonrası depresyon
  • • Katatoni
  • • Duyarsızlaşma bozukluğu
  • • Disosiyatif bozukluk
  • • Psikotik depresyon
  • • Şizofreni

Cotard sanrı ayrıca aşağıdakiler de dahil olmak üzere belirli nörolojik durumlarla ilişkili görünmektedir:

  • • Beyin tümörü
  • • Demans
  • • Epilepsi
  • • Migren
  • • Multipl skleroz
  • • Parkinson hastalığı
  • • İnme
  • • Travmatik beyin yaralanmaları

Cotard sanrısını teşhis etmek genellikle zordur çünkü çoğu kuruluş bunu bir hastalık olarak kabul etmez. 

Cotars sanrısı tanısını koymak için kullanılan standart bir kriter listesi olmadığı anlamına gelir. Çoğu durumda, ancak diğer olası koşullar dışlandıktan sonra teşhis edilir. Cotard sanrısı olabileceğini düşünüyorsanız, belirtilerinizin ne zaman ortaya çıktığını ve ne kadar sürdüğünü not ederek bir günlük tutmaya çalışın. Bu bilgiler, doktorunuzun Cotard sanrısı dahil olası nedenleri daraltmasına yardımcı olabilir. Cotard sanrısının genellikle diğer akıl hastalıklarının yanında ortaya çıktığını ve bu nedenle birden fazla tanı alabileceğinizi unutmayın.

Cotard Sanrısı Nasıl Tedavi Edilir?

Cotard sanrısı genellikle başka durumlarda ortaya çıkar, bu nedenle tedavi seçenekleri büyük ölçüde değişebilir. Bununla birlikte, 2009 yılında yapılan bir inceleme, elektrokonvülsif tedavinin (EKT) en yaygın kullanılan tedavi olduğunu bulmuştur. Aynı zamanda şiddetli depresyon için yaygın bir tedavi. ECT, genel anestezi altındayken küçük nöbetler oluşturmak için beyninizden küçük elektrik akımları geçirmeyi içerir.

Bununla birlikte, ECT hafıza kaybı, kafa karışıklığı, mide bulantısı ve kas ağrıları gibi bazı potansiyel riskler taşır. Bu kısmen, genellikle yalnızca aşağıdakiler de dahil olmak üzere diğer tedavi seçeneklerini denedikten sonra dikkate alınmasının nedenidir:

  •  Antidepresanlar
  • • Antipsikotikler
  • • Ruh hali dengeleyiciler
  • • Psikoterapi
  • • Davranışsal terapi

ePsikolog Tv

Karakter Güçlerinizi Tanıyor Musunuz?

Uzun yıllar boyunca felsefecilerin ve düşünürlerin odak noktasında olan karakter kavramı özellikle pozitif psikolojiyle birlikte bireylerin güçlü yönlerini keşfetme ve geliştirme adına önemli bir araştırma ve uygulama alanı olmuştur. Karakter güçleri ve erdemler üzerine ilk araştırmalar Martin Seligman ve Christopher Peterson tarafından yapılmış ve araştırma sonuçları karakter güçlerinin geliştirilmesinin bireylerin yaşam doyumunu, öznel ve psikolojik iyi oluşlarını (wellbeing) pozitif yönde desteklediğini ortaya koymuştur.

Peki karakter güçleri tam olarak nedir?

Karakter Gücü Nedir? Karakter Güçleri Nelerdir?

Seligman ve Peterson’ın öncülüğünde üç yıl süren araştırmalar sonucu karakter ve erdemlerin tarihsel gelişimi de incelenerek, bilimsel geçerliliği olan 24 evrensel karakter gücü ve 6 erdem belirlenmiş.

Chris Peterson ve Martin Seligman’ın Karakter Güçleri ve Erdemler Sınıflandırması’na göre temel erdemler ve erdemlerle bağlantılı 24 karakter gücü şöyle:

  • Bilgelik: Yaratıcılık, merak, muhakeme, öğrenme aşkı, bakış açısı
  • Cesaret: Cesur olma, azim, dürüstlük, yaşam coşkusu
  • İnsaniyet: Sevgi, nezaket, sosyal zeka
  • Adil olma: Takım çalışması, adalet, liderlik
  • Ölçülü olma: Affedicilik, alçakgönüllülük, ihtiyatlı olma, öz-yönetim
  • Aşkınlık: Güzellikleri takdir etme, şükran duyma, umut, mizah ve maneviyat (spiritüellik)

Hepimiz bu 24 karakter özelliğine farklı sıralamalarda ve kombinasyonlarda sahibiz. Yani kimimizin bilgelik erdemine ait özellikleri ön plandayken, kimimizde ise cesaret erdemine ait özellikler daha belirgin olabilir. Bu anlamda, karakter güçlerimizi bizi erdemlere ulaştıran yollar olarak da düşünebiliriz. Mesela, bilgelik erdemine ulaşmanın yolu öğrenme sevgisi, merak ve çok yönlü düşünebilme gibi güçlere sahip olmaktan ve bunları geliştirmekten geçer.

Bilimsel araştırmalar karakter güçlerimizi tanıyıp, kullanmanın yaşamımıza pozitif katkılar sağladığını gösteriyor. Örneğin, karakter güçlerimizi kullanmak stresle başa çıkma becerimizi güçlendirirken, sosyal gelişimimizi de destekliyor. Bu bağlamda, araştırmalar güçlü özelliklerini kullanan ve diğer insanların güçlü yönlerini fark edip, takdir eden kişilerin ilişki memnuniyetlerinin daha yüksek olduğunu bulmuş.

Karakter Güçlerimizi Nasıl Saptarız ve Kullanırız?

Gelelim karakter güçlerimizi tespit etme ve hayata geçirme kısmına:

  • Hangi özelliklerimizin güçlü olduğunu tespit etmek için işe önce karakter güçleri testini yapmakla başlayabiliriz.
  • Testi tamamladıktan sonra VIA raporunuzda 24 karakter özelliğinizin sıralandığı bir liste göreceksiniz.
  • Bu listenin ilk 5’indeki karakter güçleri sizi siz yapan imza güçleriniz, yani baskın özellikleriniz olarak karşınıza çıkacak.

İmza Güçlerini Kullanmak Bize Ne Katar?

Karakter güçleri raporunuzun ilk sıralarındaki özellikleriniz sizi diğerlerinden ayıran, benzersiz kılan, tamamen size özgü güçlerdir.

  • İmza güçlerini parmak iziniz gibi düşünebilirsiniz. Bu güçler içsel motivasyonunuzla beslenir ve imza güçlerinizi kullandığınız durumlarda kendinizi daha enerjik ve otantik hissedersiniz.
  • İmza güçleriniz bir bakıma benliğinizin temelini oluşturur. En baskın güçlerimiz olan imza güçlerimizi düzenli olarak kullandığımızda da hayatımızın her alanında pozitif gelişmeler yaşamamız olasıdır.

Şöyle düşünelim mesela, öğrenme aşkı imza güçlerinizden biri olsun, bu gücü harekete geçirmek için ilgilendiğiniz konularda daha derinlemesine bilgiler edineceğiniz aktiviteler bulmanız ve yeni beceriler geliştirmek için düzenli çaba harcamanız yaşamınıza kısa ve uzun vadede olumlu katkılar sağlayacaktır.

Hatırlatmakta fayda gördüğüm bir nokta var:

Karakter güçlerimiz genellikle birbirleriyle bağlantılıdır, birbirlerini desteklerler. Yani bir orkestradaki farklı ama melodiye eşlik eden enstrümanlar gibi düşünebiliriz. Mesela, liderlikle takım çalışmasını düşünelim. Takımının görüşlerini önemseyen, karar verme sürecine ekip üyelerini dahil eden bir yönetici liderlik gücüyle takım çalışmasını birlikte uygulamış olur.

İmza Güçlerimizi Nasıl Kullanabiliriz?

24 karakter gücüne yönelik sayısız uygulama senaryosu çıkarılabilir. Ancak imza güçlerimizi en pratik şekilde nasıl kullanabiliriz bunun cevabını vermeye çalışalım.

1. Düşünün

Raporunuzdaki ilk 5 karakter gücünüzü inceleyin ve bu 5 gücü daha önce nasıl kullanmış olabileceğiniz üzerine düşünün. Mesela, başarılı olduğunuz bir durumda bu 5 güçten hangisini kullandınız? Ya da stresli, zor durumlarda kullandığınız güçler var mıydı?

2. Gözlemleyin:

Çevrenizi gözlemleyin. Diğer insanlardaki güçlü özellikleri keşfe çıkın.

3. Takdir Edin

Çevrenizdeki insanların güçlü yönlerini takdir edin. Mesela, gergin bir toplantıda sakinliğini korumuş bir iş arkadaşınızı “öz-yönetim” özelliğinden ötürü takdir edebilirsiniz. Bunu yaparken önemli bir nokta şu; diğer insanlardaki özellikleri her defasında doğru tahmin etmek için kendinizi zorlamayın. Burada önemli olan şey, sizin başkalarında güçlü gördüğünüz özellikleri takdir etmeniz ve bu takdiri onlarla paylaşmanız.

4 .Beyin Fırtınası Yapın

Güçlü yönler üzerine arkadaşlarınız ya da ailenizle beyin fırtınası yapmayı deneyebilirsiniz. Herkesin güçlü yönlerini paylaştığı bir ortam yaratabilir. Güçlü yönlerinizi hangi durumlarda nasıl kullandığınız üzerine fikir paylaşımı yapabilirsiniz. Bu aynı zamanda, güçlü yönler uygulamaları konusunda size ilham da verebilir.

5. Kendinizi Gözleyin

Karakter güçlerimizi hangi durumlarda nasıl kullandığımızı takip etmek için karakter güçleri günlüğü tutabilirsiniz. Her hafta başınızdan geçen olayları ve bu olaylara verdiğiniz tepkilerde karakter güçlerinizi nasıl hayata geçirdiğinizi görebilmeniz için kendinizi günlük tutarak monitörleyebilirsiniz.

6. Geribildirim Alın

Ailenizden ya da arkadaşlarınızdan güçlü yönlerinizi nasıl kullandığınıza dair geribildirim isteyebilirsiniz. Sizde belki de sizin farkında olmadığınız hangi özellikleri görüyorlar mesela?

7. Plan yapın

Karakter güçleri uygulamalarının başarılı olması için küçük ama düzenli adımlar atmamız gerekiyor. Bunu basitleştirmek için:

  • Ufak not kağıtlarına imza güçlerinizi yazıp gün içinde sıklıkla görebileceğiniz bir yere yerleştirin.
  • Ardından evde ya da işte yaşadığınız durumlara karakter güçlerinizle yaklaşmayı deneyin. Farz edin ki, “cesaret” imza güçlerinizden biri ve çok fazla kullanmadığınızı fark ediyorsunuz. Şunu deneyebilirsiniz; “Bu hafta korktuğum bir şeyle yüzleşmek istiyorum”. Bu, davranışlarından hoşlanmadığınız biriyle bu durumu konuşmak ya da uzun zamandır yapmaktan korktuğunuz ama yüzleşmek istediğiniz bir şey de olabilir.
  • Seçeceğiniz duruma bağlı olarak, cesaretle ilişkilendireceğiniz bir davranış seçin ve uygulayın.

Özetle, karakter güçlerimiz sınırlı sayıda olsa da uygulama örnekleri sınırsızdır. Bu yüzden karakter güçleri uygulamalarında kurallar ve şablonlar yoktur. İmza güçleriniz doğrultusunda atacağınız küçük ama düzenli adımlar; sizi otantik benliğinize bağlı tutarak, yaşam doyumunuzu ve öznel iyi oluşunuzu artırabilir.

Sayfa içeriği yalnızca bilgilendirme amaçlıdır. Tanı ve tedavi için mutlaka bir uzmana başvurunuz.

Uzman Psikolog Renginur Ocak

Yaşamımızı iyimser olarak sürdürmenin pek çok getirisi var. Daha sağlıklı olmamızı, daha başarılı ve gelişmeye açık olmamızı sağlaması ve depresyon yaşamamamızı sağlaması bu durumlardan bazılarıdır. İyimser olmak bize daha iyi bir hayat vadetsede iyimser olmanın sınırlarını bilmek de sorumluluk üstlenmek ve gerçekçi olmak açısından önemlidir.

İyimser insanlar başarılarını içsel sebeple açıklarken bazen durumu çarpıtarak olduklarından daha büyük bir başarı içerisinde görebilirler kendilerini. Ya da tersi olan olumsuz durumlarda da dışsal sebeplere atıfta bulunurken sorumluluktan kaçma hatasına düşülebilir. Kötümser kişiler ise olumlu olaylarda gerçeği daha az çarpıtırlar. Kendi başarılarını abartmadan fark edebilirler. Öte yandan olumsuz özelliklere daha çok odaklanma ve olumsuz durumlarda dış etkileri görmezden gelme gibi kendilerini suçlayıcı ve bu olumsuz durumları kendilerine olduğundan daha büyük şekilde göstermeleri gibi durumlar söz konusu olabilir.

İyimser olurken sorumluluklarımızın farkında olmak mümkün değil mi? Elbette mümkün. İyimser olmak,  başarısızlıklarımızda dışsal atıflar yaparak gerçekleştiremediğimiz durumdaki kendi etkimizi göremeyecek kadar kör olmak demek değildir. Kontrolümüzde olan durumlarda üzerimize düşeni yerine getirerek sonuçları beklerken karşımıza çıkacak elimizde olmayan olasılıkların bizim lehimize olacağına dair inanç ve beklentilerimizdir. Aynı zamanda üzerimize düşeni yerine getirdiğimizden emin olarak yolumuzda ilerlememizi sağlar. İsteğimize o an için ulaşamamak hedefimizden vazgeçmeyi değil o yolda hatalarımızı telafi ederek, kendimizi geliştirerek devam etmek anlamına gelir.

İyimser olmanın tehlikeli olabileceği durumlar

Bir kurumun geleceğini belirlemek için alacağımız bir karar, tedavi desteği almamız gereken bir sağlık problemi, istediğimiz sonucu alamadığımız taktirde bir sene sonra tekrar sınava girmek… Bu gibi meselelerde iyimser beklentiler kurmanın öncesinde bu olayları tüm gerçekliğiyle ve karşılaşabileceğimiz olası ağır sonuçlarıyla değerlendirmek gerekir. Çünkü sadece bir beklenti ile sonuçları önemli bir işe girişmek sakıncalıdır. Aynı zamanda iyimserlik sadece beklentilerimizle de ilgili değildir. Verdiğimiz kararların sorumluluğunun bize ait olduğu ve bu kararların etkisinin şiddetli olabileceği durumlarda, olası başarısızlık ya da istenilene ulaşamama durumlarında atıfta bulunabileceğimiz bir dışsal durum söz konusu olmayabilir. Hatta dışsal sebepler olsa bile bizim elimizdeki olanaklarla, kontrol edebileceğimiz durumlardaki performansımız söz konusu olduğunda dışsal etkilerin pek bir anlamı kalmamaktadır. Söz konusu olan kararları alırken karşılaşacağımız bedelleri olduğundan küçük göstermek hiç yararlı olmayacaktır.

Sonuç

İyimserlik hayatımızı olumlu şekilde etkiler. Mücadeleye devam etmemizde, olumsuzlukla başa çıkmada işimizi kolaylaştırır. Öte yandan bedellerin ağır olacağı durumlarda iyimserliği sınırlamak faydalı olacaktır. Karşılaşacağımız bedelleri ufaltmak işimize yaramayacağı gibi gerçeklikten kopuk bir durum olarak karşımıza çıkar. İyimserlik ve gerçekçilik bir arada var olabilirler. Bunu başarabilmenin ölçütü kararlarımızı, hedeflerimizi uç noktalarda değerlendirmeden gidişata ve olanaklara dikkat etmek ve durumları iyi analiz edebilmektir.

Psikolog Meher Efe Falay / İyimserliğin Sınırları

Arkadaşlarımız hayatı daha yaşanır kılan üzüntülerimize, mutluluklarımıza ortak olan güzel detaylardır. Kimi zaman birlikte kahkahalar atarız, kimi zaman omuzlarında ağlarız.

Arkadaşlarımız, hayatımızda kıymeti bilinmesi gereken insanlardır. Ama bazen sebebini anlayamadığımız bir şekilde bazı arkadaşlarımızla konuşurken kendimizi iyi hissetmeyiz, buluşmak için hazırlanırken ayaklarımız geri geri gider. Peki neden böyle hissederiz? İşte bunların olası sebepleri arkadaşınızın toksik arkadaş yani gerçek arkadaş olmadığından bahsedeceğiz. Gelin önce “toksik insan nedir? ” bunu konuşalım. Toksik insan terimi, sizi sürekli dibe çeken, sürekli olarak olumsuz olan ve negatif enerji yayan kişiler için kullanılıyor. Biz de bu yazımızda arkadaşlarımızın hangi davranışlarının gerçek arkadaşımız olmadığından yani toksik arkadaş modelinden bahsedeceğiz. Tüm ilişkiler alma-verme dengesi içerisinde ilerler. Evrende her şey muazzam bir denge üzerine kurulmuştur. Alma ve vermeyi eşit tutmak bizim bencil olduğumuzu göstermez. Aksi takdirde devamlı olarak verme enerjisinde takılı kalır, evrenin bolluğundan hiçbir şekilde nasibimizi alamayız. Eğer konuşurken sadece ve sadece onun hayatı, onun ilişkileri, onun işi, onun başına gelenlerden bahsediyorsanız… Sence bu ne kadar sağlıklı ve dengeli bir ilişki?

Arkadaşımın Gerçek Arkadaş Olup Olmadığını Nasıl Anlayabilirim?

  • Arkadaşlarımızın paylaşmak istemediği şeyler tabiî ki de olabilir fakat; sizinle hiçbir şey paylaşmıyorsa,o sizin hakkınızda her şeyi biliyorken sizin onun hakkında hiçbir bilginizin olmaması
  • Sadece kendi bir şeye ihtiyacı olduğunda arayıp sorup sonrasında ortalıktan kayboluyorsa ve sizin ihtiyacınız olduğunda ilgilenmiyorsa
  • Bazense toksik arkadaş, sevgilimizmiş gibi bizi takip eder ve kıskanır. “Aradım açmadın?” “Neredesin?” “Dün ne yaptınız beraber?” “Pazar kahvaltısı organize etmişsin, hiç söylemedin!” “sen zaten hep başkalarıyla görüş bana zaman ayırma zaten!” Bu tür suçlayıcı soruları, onu her şeyden haberdar etmemiz gerektiğine inanmaya başlamamıza yol açar. Hayatınızın odak noktası olmak isterler ama sizi hayatlarının merkezine almazlar.

Yan yanayken her şey mükemmel ama başkalarının yanında normalden farklı davranıyorsa mesela sana olan davranışı değişiyorsa, senin için olumsuz şeyler söylüyorsa dikkat etmen gereken yerdesin.

Tüm Bu Sayılanlara Sahip Bir Arkadaşın Varsa Ne Yapmalısın?

Kimse senin hayatında söz sahibi olamaz. Bu noktada karar tamamen sana kalmış; doğru veya yanlış yok. Sen kendini nasıl hissediyorsan, nasıl mutlu olmak istiyorsan öyle karar alabilirsin. Onsuz daha mutlu olacağını düşünüyorsan hayatından nazikçe uzaklaştırabilir, böyle davranması benim için bir sorun değil diye düşünüyorsan devam edebilir veya ikisini de yapmayıp sana değer verdiği kadar değer vererek dengeli bir ilişki yürütebilirsin. Yazımızın başında da bahsettiğimiz gibi tüm ilişkilerimiz alma- verme dengesine dayalıdır.

Psikolog Meher Efe Falay / Arkadaşım Gerçek Arkadaş mı?

Etrafımızda ekranlarla çevrili dünyamızda teknolojik uykusuzluk artık daha çok problem olmaya başladı. Teknoloji ve bu cihazların karakteristik mavi ışığı bizim uyku düzenimiz ve biyolojik saatimizi tamamen değiştirdi. Yaşanan bu düzensizlik belirli bazı sorunlara yol açmaktadır. Özellikle çocuklar ve ergenler üzerinde bu durum oldukça yaygın.

Çoğumuz yatmadan önce telefonumuza bakıyoruz. Mesajlarımızı okuyoruz. Mesajımızda bize video seyrettiren bir link olabiliyor. Sonra sosyal medya hesabımıza bakıyoruz ve bir makaleye ya da başka bir videoya takılıyoruz. Fark etmeden bir veya daha çok saati böyle harcıyoruz. Cep telefonları da bilgisayarlar ve televizyonlar kadar uyumadan önce bizi eğlendirme aracı olarak biliniyor. Böylece yatmadan önce uyumamıza yardımcı olacağını düşünüyoruz. Fakat aslında küçük büyük bu ekranların beynimizdeki etkileri oldukça büyük.

Bu yaygın davranışların uykusuzlukla bağlantısından bahsetmek bir açıdan karmaşıktır. Uyumadan önce bir dakikalığına telefonuma veya bilgisayarıma bakmam beni gerçekten etkileyebilir mi? Cevap çok basit: Evet. Her gün devam eden bir davranış alışkanlık haline dönüşür. Bu alışkanlıkla gözlerimize sürekli suni bir ışık gönderiliyorsa beynimiz sıkıntı yaşar.

LiveScience dergisinde yayınlanan bir çalışmaya göre, ekran ışıklarından dolayı maruz kaldığımız bu uyarılar bizim 24 saatlik ritmimizi değiştirmektedir. Hatta araştırmacılar bizim neslimizin 40 yıl önceki insanlardan iki saat daha az uyuduğunu bulmuşlardır. Bu değişiklikler en çok da çocukları ve ergenleri etkilemektedir. Bunun anlamı da bizler erken kronik uykusuzluk yaşıyoruz demektir. Bizler ayrıca bunun etkilerini davranışsal, güdüleyici ve akademik alanlarda da yaşıyoruz. Teknoloji dünyamıza girmeden önce, vücutlarımız güneşin doğuşu ve batışıyla uyumlu yaşıyordu. O çağlarda insanlar mum, şamdan, şömine, yağ veya gaz lambaları kullanıyorlardı. O insanların beyinleri için doğal ışık kaynakları son derece makbuldü.

Beyin fonksiyonlarımız güneşin doğuşuyla uyandığımız ve batışıyla uyuduğumuz zamanlar daha iyiydi. Gözümüzdeki retina gece olduğu zaman, beyin epifiz bezi melatonin hormonu salgılıyordu. Bu durumda bu hormon kan dolaşımında daha uzun zaman kalıyor, bu da insanların daha uzun süre ve daha iyi uyumasını sağlıyordu. Yeni şehirler inanılmaz bir şekilde ışıklıdır. Gece olur, derken neon ve LED ışıklarının doğuşu başlar, binalar havai fişekler gibi ışıklarını yakar ve caddeler de uykuya meydan okur. Biz de evlerimizde ışıkları açarız, hatta bazen geç saatlere kadar. Ekranlar da evlerimizi aydınlatırlar. Telefonlarımız da bize ışık vazifesi görür. Onlar bizim dünyayla olan “büyülü” bağlantılarımızdır. Bu da bizim daima dış dünyayla bağlantılı, ondan haberdar ve aşırı uyarılmamız anlamına gelir.

Ekranların beyinlerimizde yol açtığı etkiler

  • Cep telefonlarının yapay ışıklarının ve bilgisayar ekranlarının gözlerimizi uyarması sonucu epifiz bezi direkt olarak etkilenir. Ve sonuç ne olur? Melatonin hormonu salınımını bir süre durdurur.
  • Mavi ışık melatonin salınımını önler. Beynimiz esasen vaktin gece olduğunu tespit edemez hale gelir.
  • Cep telefonlarını, bilgisayarı veya tableti ışıkları kapatarak da kullanmak oldukça yaygındır. Fakat bu beyin fonksiyonlarında ciddi değişikliklere yol açar. Aşırı uyarılırız ve beyin “alarm” durumuna geçer.
  • Bu cihazları kullanmayı bıraktığımız zaman uykuya dalmamız ortalama olarak bir veya iki saatimizi alır.
  • Uykuya dalmak için harcanan zaman telefonlarımıza harcadığımız zamana ilave edildiğinde, ertesi gün beyin ve vücut fonksiyonlarını devam ettirebilmek için ihtiyacımız olan 7-8 saatlik uykudan bizi mahrum eder.
  • Teknolojik uykusuzluk 14-16 yaş arası gençlerde oldukça yaygındır. Kronik uykusuzluğa sebep olmasının yanı sıra aşırı yorgunluğa, konsantrasyon bozukluğuna, okul başarısının azalmasına, baş ağrılarına, huzursuz ruh haline, vb. sebep olur.

Teknolojik uykusuzluk nasıl tedavi edilir?

Uyku hijyeni üzerinde çalışan uzmanlar teknolojik uykusuzluk sorununun bundan sonraki yıllar içinde daha da artacağını bildirmişlerdir. Örneğin çocuklar gitgide daha erken yaşlarda bu aletlerle tanışmaktadırlar ve aile denetiminden uzak bir uyku düzeni onlar arasında yaygındır. En kolay çözüm bütün tabletleri, cep telefonlarını ve bilgisayarları ortadan kaldırmaktır. Bununla birlikte bu çok gerçekçi bir yol değildir. Bunun yerine daha çok farkındalığa, daha iyi alışkanlıklar edinmeye ve başka kaynaklara gereksinimiz vardır. Örneğin teknoloji endüstrisi mavi ışığın gözlerimizdeki ve beyinlerimizdeki etkilerini azaltmak için çalışmaktadır. Bu demektir ki; bu cihazların bünyelerinde değişiklikler yaparken, insanların sağlıklı alışkanlıklarla ilgilenmelerini sorgulamak gerekir.

Şimdi teknolojik uykusuzluk sorununun hayatımızdaki etkilerini günden güne nasıl azaltabileceğimizi ele alalım.

  • Ekranlarınızdaki ışığın şiddetini gece yaklaştıkça azaltın. Şimdilerde hem cep telefonlarında ve hem de bilgisayarlarda mavi ışığın etkilerini azaltmak için “gece ışığı” seçeneği bulunmaktadır.
  • Mavi ışığı filtreleyen gözlük satın alabilirsiniz. Bu gözlük ışığın gözü kamaştıran etkilerini azaltır ve epifiz bezinin doğal olarak melatonin hormonunu üretmesine yardımcı olur.
  • Güneş batıp karanlık olduğunda donuk ışık ve lambalar kullanmalıyız. LED ampulleri daha yeterli olmasına rağmen beyinlerimizi daha çok etkiler. Özellikle gece olduğunda bundan kaçınmalıyız.

Teknolojik uykusuzluk günümüzde artan bir sorundur. Hem çocuklarda, hem de yetişkinlerde uyku hijyeninin önemini hatırlamamız önemlidir. Bu sorunu yaşamamak için en ideal şey uyumadan 2 saat önce bu teknolojik cihazları kapatmaktır. İyi bir kitap, bir fincan ballı çay ve iyi bir sohbet bütün gece boyunca dinlendirici, derin bir uyku uyumamıza daha çok yardımcı olabilir.

 Psikolog Valeria Sabater

Kaç kez yanlış bir düşünce yüzünden arzu etmediğimiz durumlarla karşılaştık? Düşünme biçimimiz bizi birkaç saniye, ya da aylarca, hatta hayat boyu etkileyebilir.

Düşünce üzerimizde son derece etkili bir güç olabilir.

Albert Ellis bilişsel psikolojinin kurucularındandı. Terapisini 1962’de geliştirmeye başladı ve ‘rasyonel emotif davranış terapisi’ (REBT) adını verdi. Ellis, psikolojik problemlerin büyük bölümünün mantık dışı düşünce şablonlarından kaynaklandığına inanmaktadır.

Ellis, bu teorisini stoacı Yunan filozof Epictetus’un “İnsanları gerçekler değil, gerçekler hakkında düşündükleri şeyler değiştirir” şeklindeki sözlerine dayandırmaktadır. Dolayısıyla, ‘REBT’ şu hipotezin parçasıdır: Duygusal durumları (C) yaratan olaylar (A) değil, yorumlanma biçimleri (B)dir. Bu nedenle zihinsel şemamızı, yani düşünme şeklimizi değiştirebilirsek, daha acısız, pozitif ve gerçeklikle uyumlu duygusal durumlar yaratabiliriz.

Mantık dışı fikirler 

Ellis bir dizi mantık dışı inanç listeleyerek bunları 11 temel mantık dışı fikir şeklinde gruplandırmışlardır. Bunları aşağıda özetledik:

  1. “Çevremdekilerden sevgi ve onay görmeye ihtiyacım var” ya da “sevilmem ve çevremdeki önemli herkesin onayını almam gerek.”
  2. “Değerli olmak için amaçladığım her şeyi başarmak zorundayım,” ya da “Değerli biriysem, daima yetenekli, yeterli, amaçladığı her şeyi yapabilen biri olmak zorundayım.”
  3. “Kötü insanlar, kötü eylemleri için cezalandırılmalı.”
  4. “İşlerin arzu ettiğim gibi olmaması, işlediğim gibi gitmemesi ya da sonuçlanmaması berbat bir durum ve adeta bir felaket.”
  5. “İnsanın mutsuzluğu, dış nedenlerden kaynaklanır ve bunun bana verdiği acıdan kaçmak ya da bu acıyı kontrol etmek için her şeyi ya da neredeyse her şeyi yapamam.” 
  6. “Sürekli olarak en kötüsünün olabileceğini düşünmek zorundayım.”
  7. “Sorumluluklar ve hayattaki sorunlardan kaçınmak onlarla yüzleşmekten kolaydır.”
  8. “Güvenecek güçlü birine ihtiyacımız var.”
  9. “Geçmişim, şu anımı ve geleceğimi belirliyor.”
  10. “Sürekli olarak başka insanların sorunları hakkında endişelenmek zorundayım.”
  11. “Her problemin doğru çözümü vardır ve çözümü bulamazsam bu felaket demektir.”

Bu temel mantık dışı fikirler, bireylerin kendilerinde, başkalarında ve dünyada görmek istediği üç temel unsuru içermektedir.

  1. Doğru davranmalı ve davranışlarımla onay almalıyım.
  2. Bana karşı herkes güzel, düşünceli ve adaletli davranmalıdır. Aksi halde kınanmalı ve cezalandırılmalıdırlar.
  3. Hayat şartları iyi ve kolay olmalıdır. Böylece büyük çaba harcamadan ve rahatsızlık yaşamadan neredeyse dilediğim her şeyi başarabilirim.

Ama her şey akıl dışı değildir…

yukarıda sunulan her inanca dair rasyonel düşüncelere rastlayabiliriz strese

Ellis’in akıl dışı fikirlerine rasyonel birer karşılık bulmanızı öneriyorum. Biraz boş zamanınız olduğunda kendi hayatınız üzerine düşünerek sizde rahatsızlığa yol açan akıl dışı düşünceleri br yere, bunlara alternatif olabilecek düşünceleri ise başka bir yere yazabilirsiniz. Böylece düğümleri çözmeye, yeni huzur yolları açmaya başlayabilirsiniz.

“Ödülümüz, verdiğimiz emektedir, aldığımız sonuçta değil. Gerçek emek, gerçek zaferdir.”

– Gandhi

1955 yılında, Albert Ellis akılcı duygusal davranış terapisini yarattı. New York’taki Albert Ellis Enstitüsünün kurucusu ve aynı zamanda başkanıydı. Çalışmaları sayesinde, Sigmund Freud’un bile ötesinde, tüm zamanların en başarılı psikoterapistlerinden biri olarak görülmeye başlandı. 1953’te Ellis, psikanaliz yöntemlerini etkisiz ve felsefi açıdan yeterli olarak kabul etmeyen bir anlayışa sahipti. Ayrıca, davranışsal tedavi yaklaşımını neredeyse tamamen reddetti. Dolayısıyla, bu yaklaşımlara bir alternatif olarak, 1953 ve 1955 yılları arasında terapötik tedavi fikirlerini felsefe ve canlı duyarsızlaştırma ile güçlendirmeye başladı. İşte bu yüzden gerçek bir akılcı duygusal davranış terapisti olarak karşımıza çıktı.

Akılcı duygusal davranış terapisi ilk bakışta çok basitti. Bu basitlik, ortaya çıkmasından sonra popülerlik kazanmamasının bir nedeni olabilir. İnsanların kendi içlerinde, özellikle duygusal düzeyde bir değişime yardımcı olmak için düzenlenmiş kısa bir terapi yöntemi olarak tanımlanmıştır.

Akılcı duygusal davranış terapisi, yapılan bazı deneylerde, insanların nispeten kısa bir süre içinde (10 ila 20 seans arasında) sıklıkla (her zaman değil) önemli ölçüde iyileşebileceğini göstermiştir.

“Bizi geri tutan üç zorunluluk var: İyi yapmalıyım. Bana iyi davranmalısın. Ve dünya kolay olmalı.”

– A. Ellis

Akılcı duygusal davranış terapisi tam olarak nedir?

Hepimiz, hem fiziksel hem de sosyal açıdan belirli bir çevre içinde yaşıyoruz. Ayrıca günlerimizi, şu aşağıda bir kaç örneğini verdiğimiz hedeflerin ya da hayallerinden peşinden koşarak harcıyoruz:

  • Canlı kalmak, aktif olmak ve kendimizden zevk almak.
  • İster yalnız ister başkalarıyla olsun hayatın tadını çıkarmak.
  • Belirli insanlarla samimi ilişkiler kurmak.
  • Yaşamımızda eğitim ve deneyim yoluyla anlam bulmak.
  • Yaşam amacımızı gösterecek hedefler yaratmak ve bunları gerçekleştirmek.
  • Boş zamanımızın keyfini çıkarın.

ABC modeli

Ancak, bu şeylerin peşinden gittiğinizde, sizi geride tutan, ayağınıza takılan ya da başarısız olduğunuz gibi bir his veren bir engelle karşılaşabilirsiniz. Ellis bu tür durumlara A harfi verir. Bu tür durumlar söz konusu olduğu zaman, elde ettiğiniz sonuçları sağlıklı ve yararlı bir cevaba dönüştürebilirsiniz. Ancak, bunun tam tersi olarak yıkıcı veya sağlıksız bir bakış açısına da kapılabilirsiniz. Bu tür durumlar C harfi ile adlandırılır.

Peki, B harfi neyi karşılar? B harfi, insanların inançlarına ya da düşüncelerine bir isim vermek için kullanılır. Ellis insanın iki tür inanca sahip olduğunu söyler: biri akılcı ve diğeri ise akıl dışı olan.

Akılcı ve akıl dışı olan inançlar

Akılcı inançlar (Aİ) hoş olmayan durumlar ile yüzleşmenize yardım eder (A). Bunlar genellikle tercihler, umutlar veya arzulardır. Örneğin, “Umarım bu korkunç olay benim başıma hiç gelmez ama öyle olsa bile ben bununla başa çıkabilir ve hala mutlu olabilirim.” Ya da şöyle olabilir: “Jon da benden hoşlansa iyi olurdu ama olmazsa da dünyanın sonu değil, hayat devam ediyor.”

“İnsanlara kendilerini nasıl mutsuz edeceklerini öğretiyoruz. Geçmişi değiştiremediğimiz için, ancak insanların bugün nasıl düşündüklerini, hissettiklerini ve nasıl davrandıklarını değiştirebiliriz.”

– A. Ellis

Akıl dışı inançlar (ADİ), herhangi bir özel ve hoş olmayan A durumuna karşı koyma yeteneğinizi ortadan kaldıracak duygu ve eylemlere sebebiyet verir. Bunlar genellikle şu ifadeler de yer bulur: “Yapmalıyım, etmeliyim, söyle yapmalıydım” ve benzeri.

Psikolojik problemler oluşturan en temel üç katı ifade şudur:

  • “Hareketlerimin ve ilişkilerin çoğunda kesinlikle başarılı olmalıyım. Eğer bunu yapamazsam, bu durum, işe yaramaz ve bir insan olarak iyi bir birey olamadığım anlamına gelir. ”
  • “Diğer herkes kesinlikle bana saygılı, adil, dürüst ve nazik bir şekilde davranmak zorunda. Eğer böyle olmaz ise, söyledikleri kadar iyi bir insan olamamış demektir. Bu tür insanlar hayatlarında mutluluğu hak etmez. ”
  • “Yaşam koşullarının kesinlikle rahat, hoş ve değerli olması gerekiyor. Eğer böyle olmazsa, o zaman hayatım tam bir felaket olur. İstediğimi elde edemediğimiz için, yaşadığım hayat bir kabusa dönüşecek.

Akılcı duygusal davranış terapisinin 3 ana varsayımı

Ellis’in dediği gibi, 60’lı yılların başında, akılcı duygusal davranış terapisi tarafından ortaya atılan 3 ana varsayım (sayıca daha çok olmasına rağmen) veya görüşler şunlardır:

  • Varsayım 1. Olumsuz ya da hoş olmayan olarak görülen durumları aktive etmek (A), nörotik bir sonucun gelişiminde önemli bir rol oynar (C). Ama bu durum, nörotizmin ortaya çıkmasında tek sebep olarak görülemez. Ana neden, muhtemelen B’dir, insanların, A’ya dair katı ve baskılıyıcı düşünceleridir. B, A’nın C’ye yol açtığı zamanlarda, önemli bir faktördür.
  • Varsayım 2. İnsanlar (ne kendilerine ve başkalarına karşı mağlup olmuş bir tavırla), kuruntulu bir şekilde düşündükleri, hissettikleri ya da davrandıkları zaman, bu akıl dışı inançları (ADİ), çocukluktan başlayarak, hoş olmayan olayları aktive ederek (A) geliştirdiklerini görebiliriz. Fakat daha sonra böyle davranmama şansı da var. Bu belirtiler günümüzde ortaya çıktığın zaman, kendilerini akıl dışı inançlarıyla yeniden şekillendirip ve daha da güçlenip insanların hayatlarına dahil oluyorlar. İşte bu yüzden yaşadığımız sorunlar başımızdan gitmez hatta daha da kötüye gider. Geçmişte var olan düşüncelerinin, duygularının ve davranışlarının bir nedeni yoktur. İnsanlar sürekli olarak, inanç sistemlerini aktif olarak değiştiriyor ve yeniden şekillendiriyorlar.
  • Varsayım 3. Genel olarak, insanların hangi akıl dışı inançlarının (ADİ) kuruntulu davranışlarıyla birlikte hareket ettiğini anlamaları, basit ve kolay bir işlemdir. Birey, bu zararlı durumlar ile hemen her zaman savaşabilir ve daha işlevsel inançlar ile yerlerini değiştirilebilir. Bunu yapmak için tutarlı ve sabırlı olmak gerekir. Bu bir çaba gösterme ve deneyim kazanma meselesidir.

“Duygusal olarak olgunlaşmış birey, bir olasılık ve şans dünyasında yaşadığımız gerçeğini tamamen kabul etmeli, burada mutlak kesinliklerin olmadığı ve muhtemelen hiç olmayacağı, ve gerçekten de olasılıklar ve belirsizlikler üzerine dayalı bir düzende işleyen dünyanın hiç de korkunç olmadığı fikrini benimsemelidir.”

– A. Ellis

Akılcı duygusal davranış terapisinin etkisi

Bilişsel-davranış odaklı psikoterapinin derya deniz alanında, Ellis’in önerileri öfke, endişe, hayal kırıklığı, sosyal fobi, utangaçlık ve cinsel işlev bozukluğu yaşayan bireyler için özellikle yararlı olmuştur. Akılcı duygusal davranış terapisi diğer birçok bilişsel davranış terapistini etkilemiştir. Bunlardan bazıları Maxie Clarence Maultsby, Jr.’nin akılcı davranış terapisi, Arnold A. Lazarus’un çoklu terapisi ve Aaron T. Beck’in bilişsel terapisidir.

Psikolog Francisco Pérez

Sizi Benzersiz Kılan 3 Kişilik Türü

Kişiliğiniz gerçekten kim olduğunuzu ortaya çıkarır. Sizi başkalarından farklı kılan fiziksel ve zihinsel özelliklerinizden meydana gelir. Sizi benzersiz yapan tüm özellikleri kapsar. Ancak, bazen, bizimle aynı ya da benzer özelliklere sahip insanlarla kendimizi özdeşleştirmek isteriz. Burada kişilik tiplerinden bahsediyoruz. Bu konuda pek çok teori vardır. Bugün, A, B ve C kişilik tipleri arasındaki farklardan bahsedeceğiz. Yayınlandığı ilk dönemde kişiliklerin bu şekilde sınıflandırılması oldukça eleştirilmişti. Hatta şu anda bile aynı tartışma sürüyor.

“Takabileceğiniz en güzel aksesuar kişiliğinizdir.”

– Roberto Cavalli


A ve B kişilik tipleri 1959 yılında Friedman ve Rosenmann tarafından kararlaştırıldı. Bu iki tip tamamen birbirinin zıddıdır. Böylece, bireyler birinden biriyle kendilerini kolayca özdeşleştirebiliyorlardı. Kişiliğini biraz A tipine biraz da B tipine benzetenlerin olması güncel bir sorun olsa görmezden gelindi. Ta ki 1980 yılında Morris ve Creer tarafından “C Tipi Kişilik” isimli bir başka kişilik tipi sunulana kadar. Bu üçüncü tip, daha önce açıklanan tiplere uymadıklarını hisseden insanların kendilerini bir gruba dahil edebilmelerine imkan sağladı.

1. A Tipi Kişilik

Her zaman aceleleri varmış gibi davranan insanları bilirsiniz değil mi? Ailenizde işine bağımlıymış gibi davranan biri var mı? Bu kişilik tipine uyan insanlar oldukça hiperaktif, enerjik ve aşırı derecede üretkendirler. İşlerinin uğruna her şeyi yapabilirler. Bu yüzden ailelerini ve arkadaşlarını biraz ihmal ediyor olabilirler. Tüm bunlarla birlikte, A tipi kişiliği rekabetçi olması, başkalarından iyi olmaya ihtiyaç duyması şekillendirir. Bu nedenle, bazen, istedikleri başarıya ulaşmak için etraflarındaki insanların hakkını yiyebilirler. Bu özellikleri oldukça agresif davranmalarına sebep olabilir. Agresifliklerini başkalarının işlerini küçümseyerek ya da ihtiyacı olan birine yardım etmeyi reddederek dışa vururlar.

A tipi kişilere göre iş en önemli şeydir ve hayatlarının vazgeçilmezidir. Onlara göre iş merkezdedir, çekirdektir. Buna istinaden, bu gruptaki kişiler bazen soğuktur ya da en azından öyle bir görüntü sergilerler. Duygularını bastırırlar, duygusuzdurlar ve her zaman zorlu ve sert görünürler. Bazen tüm bunlar berbat bir güvensizlik duygusunu bastırmak içindir. Hiç şüphesiz strese ve anksiyete karşı çok duyarlıdırlar.

2. B Tipi Kişilik

Bir önceki kişilik tipinin tam aksine, bu tipe uyan kişiler çok hoşgörülüdür. Kolay kolay strese girmezler. Bu yüzden, sıklıkla geç kalma eğilimi gösterirler ancak bu nedenle strese kapılmazlar. Dünya kadar zamanları varmış gibi davranırlar. B tipi kişiliğe sahip olan insanlar hayatı olduğu gibi kabullenirler, her şeyi akışına bırakırlar. B tipine uyan kişiler uykuyu çok sever. Bu yüzden erken kalkmak ya da 8 saatten az uyumak onların planlarına uymaz. Bu sayede hiçbir baskı olmadan çok huzurlu bir hayat yaşarlar. En iyi olmak için rekabete girmek ilgilerini çekmez. Sınırlarını bilirler ve kabul ederler, kendileri olmaktan mutludurlar. Birilerinden daha iyi olmaları gerektiğini düşünmezler. Bu kişilik tipinin en harika özelliklerinden biri sıcakkanlı davranmaya ve empati kurmaya çok yatkın olmalarıdır.

3. C Tipi Kişilik

Bu son kişilik tipi, en pasif ve uysal birey türlerini kapsadığı için en çok tartışılandır. Bu grupla kendilerini özdeşleştiren insanlar bazı stresli durumlar ya da beklenmedik olaylar karşısında kendilerini savunmasız hissederler. Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar kendilerini çaresiz hissetmekten alıkoyamazlar. Bu da onların sıklıkla çıkarcı insanların ve sömürünün kurbanı olmalarına sebep olur. Uysal göründükleri ve karşılarına çıkacak şeylere boyun eğecek gibi durdukları için bu tür durumlarla karşılaşırlar. Karar vermeyi beceremezler ve karar vermekten korkarlar. Güvensizlikleri, A tipi kişiliğe sahip olan insanlara göre çok daha ciddi boyuttadır.

C tipi kişiliğe sahip olan insanlar sürekli duygusal tıkanmalar yaşarlar. Bu da sağlıklarını olumsuz yönde etkileyebilir. Bu gruptaki kişilerin bir özelliği de duygularını dizginlemeleridir. Yani, duygularını içlerine atarlar, kendilerine saklarlar. Bu şekilde, öfkeyi, hayal kırıklığını, üzüntüyü yutarlar ve rahatlamak için onları ifade etmeyi başaramazlar. Bu depresyonla ilgili ciddi problemlere yol açar. Bu gruplardan biriyle kendinizi özdeşleştirebildiniz mi? Bu kişilik tiplerinin belirlenmesi yıllar önceye dayanıyor ve o zamandan bugüne pek çok şey değişti. Bu nedenle, pek çok kişiye göre, kesin olmayan ve çokça eleştirilen bir tipoloji. Sizin fikriniz ne? Sizce hangi gruba ait olma ihtimaliniz var?

Kişilik Özellikleriniz Hayatınızı Nasıl Etkiler?

Zorluklarla yüzleşme şeklimizin, başkalarına olan davranışlarımızın ya da başardığımız hedeflerimizi nasıl kutladığımızın kişiliğimizden ne kadar etkilendiğini hepimiz biliyor, en azından sezebiliyoruz. Ancak, kişiliğin hepimizi tanımlayan sabit veya kalıcı bazı karakter özelliklerinden oluştuğunu bilen kişi ise çok az. Kişiliğimizde önemli bir genetik baskınlık olsa da, bu karakterimizi birçok yönden biçimlendiremeyeceğimiz anlamına gelmez. Kişilik özelliklerimizin her biri bizi farklı, benzersiz ve özel yapar. Ancak yine aynı özellikler iş bulmamızı, ilişkimizi sürdürebilmemizi ya da arkadaş edinmemizi de engelleyebilir… bize zorluk çıkarabilirler. Kişilik özelliklerimizi biçimlendirmeye çalışmalıyız ki lehimize çevirebilelim.

Kişiliğimiz bizi etkiler ancak kaderimizi belirlemez

Kişiliğimizde değişiklikler yapmak için kullanabileceğimiz en iyi araçlardan biri kendini tanımaktır. Sınırlarımızın ve güçlü yanlarımızın farkında olursak, kişisel ve profesyonel hayatımızla ilgili olumlu sonuçlar almamız daha kolay olur. Bu yüzden, zorluk çektiğimiz bir konudaki becerimizi daha büyük bir hevesle geliştirmeye çalışmayı deneyebiliriz. Ayrıca bize avantaj sağlayan diğer özelliklerimizi de pekiştirebiliriz. Kendini başkalarına ifade etmekte güçlük çekmesiyle ilgili yorumlar yapan kişilere çok sık rastlarım. Ya da örneğin “kişiliği yüzünden beceremediği için” iş yerinde mevki kazanmakta zorlananlar. Bu hepimizin başına hayatımızın bir noktasında gelir.

Fakat “insan hiç değişmez” sonucuna ulaştığımızda bir dönüm noktasına geliriz. Evet ya da hayır. Konu günlük hayatımızda kendimizi nasıl gösterdiğimize gelince hepimizin doğal eğilimleri vardır. Utangaç ya da dışa dönük bir çocuk muhtemelen utangaç ya da dışa dönük bir yetişkin olur. Buna “mizaç” diyoruz. Kişinin genetiği ile kişiliği arasındaki karşılıklı ilişki hakkında birçok şeyi açıklayan bu enteresan belgesele bir göz atın.

Mizacınız ve karakteriniz kişiliğinizi oluşturur

Ancak kültür, deneyimler ve etrafımızdakiler mizacımızı şekillendirir. Bunu karakter dediğimiz şeyi yapılandırarak ve yeniden yapılandırarak yapar. İşte kişiliğimizi oluşturan iki bileşen bunlardır.

Bu yüzden “insan hiç değişmez” sözü kısmen doğrudur. Yani şu anlamda doğru, hepimiz bazı ortamlarda rahat bazılarında ise rahatsız hissederiz. Buna sebep olan şey kişiliğimizdir Ancak, bütün bu durumlara “kendimiz” olmayı bırakmadan en iyi şekilde uyum sağlama kapasitesi sonradan edinilebilir.

Kişiliğinizi nasıl ayarlayabilirsiniz?

Nasıl? Bu “bukalemunsu” kişilik özelliğini kazanmak ne çok kolay ne de çok zordur. Bu yüzden bazı insanlar için yeni şeyler denemek ve bunlardan keyif almak kolay iken aynı şey diğerlerine çok zor bir iş gibi görünebilir. Burada kendini tanımanın önemi ön plana çıkar; sınırlarınız size gereğinden fazla acı çekmeden becerilerinizden en iyi şekilde nasıl faydalanabileceğinizi o söyler. 

Kendinizi tanımak için uygulayabileceğiniz basit bir egzersiz genel anlamda şu soruları cevaplamaktan geçer. Neleri seviyorsunuz? Size ne iyi gelir? Sevdiğiniz ve size iyi gelen şeyler problem yaratmaz. Asıl zor olan, sevmediğiniz ya da size iyi gelecek fakat önünüzde engeller oluşturan şeylerdir çünkü öbür türlü, size fayda sağlayacak bir şeyden mahrum kalacaksınızdır.

Diğer yanda, sevdiğiniz ya da size daha kolay veya erişilebilir gelen,ve ancak alışkanlık haline getirdiğiniz takdirde size iyi gelmeyecek eylemler ya da mücadeleler vardır. Bunlar da genellikle “kusur” olarak adlandırılır ve zaman zaman tatmin edildiği sürece pozitif bir yönü olur. Ancak bu kusur bizi, örneğin bize zarar vermesine rağmen tutunduğumuz romantik bir ilişkiye götürüyorsa, işte o zaman bir problem haline gelir.

Nasıl sonuç alırız…

Artık bir başlangıç noktamız var. Size iyi gelen şeylere yakınlaşıp zarar verenlerden uzak durmak nasıl mümkün olur? Bu noktada, size fayda sağlayacak bazı aktivitelere, insanlara ya da projelere yakınlaşmanın sizin için neden bu kadar zor olduğunu tespit edin.  Utangaçlık? Yetersiz iletişim kurma becerileri? Gurur? Peki size zarar veren şeylerden kurtulmanıza engel olan şey nedir? Korku? Kendine güvenmeme? Geleneklere uyma?

Yeni ve kendine daha çok güveni olan, kendini tanıyan ve kuvvetli bir öz saygıya sahip bir siz olmaya doğru birkaç adım attıktan sonra dünyanın zorluklarına karşı hazırlıklı olacaksınız demektir. Güçlü yanlarınızın ve sınırlarınızın farkında olun, daha çok bukalemun gibi davranın ve zor yıkılan bir insan olun.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

İnsanın kendini iyi tanıması, olumlu ve olumsuz ya da iyi ve kötü yönlerini bilmesi, günlük yaşam içinde neyi yapıp yapamayacağını, yaşadıkları karşısında neler hissedeceğini, neler düşüneceğini ve neler yapacağını öngörebilmesi, içindeki istek ve gereksinimlerini görebilmesi ile yakından ilişkilidir.

Kendini tanıma, bir yanıyla basit, bir yanıyla da büyülü bir ifadedir. Her insanın içinde kendi tanıma isteği mutlaka bulunur. Kendini tanıma uğraşısı içine giren her insan kendini bir anda büyülü bir çekim alanı içinde bulur. Çocuksu bir heyecan içinde korkulu bir merak duygusu yaşar. Kendisiyle ilgili karşılaşabileceğini düşündükleri ürkütür insanı. Her insan içinde kendisinin bile bilmediği bir şeyleri sakladığının farkındadır. Aslında her şey neyi nasıl sakladığında gizlidir.

İnsanların iç dünyasındaki her şeyi bilmesini engelleyen düzenekler bulunmaktadır. Fakat bunlar bir yandan da insanın ruhsal bütünlüğünü korumasını sağlayan düzeneklerdir. Bu düzenekler insanın doğasında bulunan ve doğduğundan itibaren yaşadıkları ile şekillenen iç dünyasında taşıdığı öfke, kıskanma, haset, bencillik ve saldırganlık gibi istenmeyen insani özelliklerin gizlenmesini sağlamaktadır. Bu nedenle kendini tanıma, hem bu düzenekleri anlama uğraşı, hem de iç dünyanın derinliklerine doğru katman katman inilen bir yolculuktur.

Kendini tanıma süreci öncelikle insanın iç dünyasıyla, başka bir deyişle kendisiyle iletişime geçmesidir. Bu süreç insanın yaşadığı duyguları, aklından geçen düşünceleri, canlı ve cansız her türlü varlığa gösterdiği tutum ve davranışlarını yargılamadan gözlemesini ve çözümlemesini gerektirmektedir

Yönerge: Kendini tanıma yolculuğu sonu olmayan bir süreçtir. ‘Kendini gözleme’, ‘görüş alma’, ‘kayıt etme’ ve ‘değerlendirme’den oluşur. Öncelikle insanın kendisi ve başkalarının kendisi ile ilgili gözlemlerini, yorumlarını kayıt etmesini; daha sonra da kayıtların yeni gözlemler ve görüş almalar ile değerlendirmesini gerektirir. Bir insanın kendisini iyi tanıyabilmesi ancak sabırlı, esnek ve hoşgörülü bir yaklaşım ile mümkündür. Aşağıda size yol gösterici olduğu düşünülerek kendini tanıma yolculuğunuzda kullanabileceğiniz bazı ipuçları verilmiştir. Gerek duyduğunuzda siz de yeni başlıklar ekleyebilirsiniz.

Beden

Fiziksel özellikleriniz: …………… Fiziksel özellikleriniz ile ilgili duygu ve düşünceleriniz: ……………. Beğenip beğenmediğiniz: ……………. Hoşnut olup olmadığınız: ……………. Başkaları sizin fiziksel özellikleriniz hakkında ne düşünüyor: ……………. Fiziksel özellikleriniz günlük yaşamınızı nasıl etkiliyor: …………….

  • Bedeninizin genel görünümü
  • Yüzünüzün görünüşü
  • Vücut ağırlığınız
  • Boy uzunluğunuz
  • Teninizin rengi

Duygu

Yaşadığınız duyguların farkında mısınız ?: ………………………..

  • Şu an hangi duyguyu yaşıyorum, bu duyguyu yaşamamın kaynağı ne olabilir?
  • Yaşadığım duygunun düşündüklerimle bir ilgisi var mı?
  • Yaşadığım duygunun çevremdekilerle bir ilgisi var mı?
  • Çatışma sırasında ne tür duygular yaşıyorum?
  • Duygularım beni nasıl yönlendiriyor?

Düşünce

Aklınızdan neler geçiyor?: ……………… Neden böyle düşünüyorsunuz?: ………………..

  • Şu an ne düşünüyorum, böyle düşünmemin kaynağı ne olabilir?
  • Şu an yaşadığım duygular düşündüklerimi etkiliyor mu?

Davranış

Yaşadığınız olaylar karşısında nasıl bir davranış göstereceğinizi tahmin edebiliyor musunuz ? Yaşadığınız duygular davranışlarınızı etkiliyor mu ?

  • Şu an ben ne yapıyorum?
  • Neden böyle davranıyorum?
  • Böyle davranmamın kaynakları neler olabilir?

İstek ve gereksinimler

O günkü istek ve gereksinimleriniz: ……………… Yaşamdan beklentileriniz: ………………

  • Nelerden hoşlanıp nelerden hoşlanmadığınızın farkında mısınız ?

Amaç ve değerler

Yaşamdaki amaçlarınız: ………………. Ahlaki, etik, sosyal ve bireysel değerleriniz: ………………..  

Yetenek ve beceriler

Yetenekleriniz, becerileriniz: …………….. Güçlü ve zayıf yönleriniz: ………………

  • Neyi bilip neyi bilmediğinizin farkında mısınız?
  • Neyi yapıp neyi yapamayacağınızı biliyor musunuz?

Sosyal çevre

İnsanlarla ilişki kurma biçiminiz: ……………. İçinde bulunduğunuz sosyal çevreyi ve sosyal çevreniz içindeki rolünüz: ……………. Sosyal çevrenizden kaynaklanan güçleriniz: …………….  

Kişilik Özellikleriniz

Nasıl bir insansınız: ……………… Başa çıkma stratejileriniz ve baş etme gücünüz: ……………… Çatışma çözme biçiminiz: ………………

  • Çatışma çözme biçiminiz yaşadığınız duygulardan ne kadar etkileniyor?
  • Çatışmadan kaçınan bir kişi misiniz?
  • Ne olursa olsun çatışmayı kazanmak mı istersiniz?
  • Uzlaşmacı mısınız?
  • Ödün verebilir misiniz?

Sizi en iyi hangi sıfatlar (çalışkan / tembel, sorumluluk sahibi / vurdumduymaz, sabırlı / sabırsız- tezcanlı, iyimser / kötümser gibi) tanımlar, belirtiniz: ………………

Kendini Tanıma Yolculuğu

Kendini tanıma sanıldığından zor bir süreçtir. İnsanın kendi davranışlarını gözlemesini, yorumlamasını ve yorumlarının doğruluğunu sonraki yaşantıları ile sınamasını; en azından belli dönemlerde kendisini ve başkasını yargılamayı bırakmasını, dürüst olmasını, karşılaşacakları ile cesurca yüzleşebilmesini ve yaşadığı duygulara katlanabilmesini gerektirir. İnsanın kendini tanıma sürecinde zaman zaman başkalarının değerlendirmelerini de alması ve diğer insanlar üzerinde yarattığı etkileri gözlemesi yararlı bilgiler vermektedir. Bu zor yolculuk için cesaret gösteren ve emek harcayanlar, çabalarının ürünlerini daha nitelikli ve doyumlu insan ilişkileri kurarak alırlar. Kendini tanıma yolculuğunun durakları Aşağıda bu yolculukta belli bir sırada olması gerekmeyen ancak tek tek uğranması gereken duraklar tanımlanmıştır.

  • Kendini tanıma‘yı doğru bir şekilde tanımlama
  • İnsan davranışının oluşum düzeneklerini anlama
  • İnsan davranışında iradenin rolünün sanıldığından daha az olduğunu görme
  • Yaşadığı duyguları tanıma ve ayrıştırma; duygunun yaşanmasını etkileyen iç ve dış etmenleri fark etme
  • Olumsuz duygulara katlanma ve duyguları yatıştırma
  • Akıldan geçen düşünceleri ve onları etkileyen iç ve dış etmenleri fark etme
  • İnsanların birbiri ile etkileşimini neden-sonuç ilişkisi içinde görme
  • Kişilik yapılarının davranışı belirlemedeki rolünü görme
  • İlişkilerde yaşananların büyük oranda öznel biçimde algılandığını ve değerlendirildiğini görme

Kendini tanıma ne değildir?

  • Bazı insanlar kendini iyi tanımanın insanın bilinçdışında olanların farkında olması olarak düşünürler. Oysa bu gerçekleşmesi mümkün olmayan bir beklentidir.
  • Kendini iyi tanıyan insanın duygularını ve düşüncelerini bütünüyle kontrol edebileceğini düşünenler olmakla birlikte bu gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir beklentidir. Kendini tanımada amaç duygu yaşamayı ya da akla gelen düşünceleri kontrol etmek değildir; hedef yaşanan her türlü duygunun ve akıldan geçen her türlü düşüncenin mümkün olduğu kadar farkına varıp onları yönetmektir.
  • Bazı insanlar kendini iyi tanıyan insanın iradesini kullanarak davranışlarını tümüyle kontrol edeceğini sanırlar. Bu da gerçekleşmesi mümkün olmayan bir beklentidir. Nitekim günlük yaşamda insanların kendilerinde beğenmedikleri bazı özellikleri bırakamadıkları görülmektedir

Prof. Dr. Erol Özmen

Hiç bir kişinin sözlerine ya da davranışlarına orantısız bir şekilde tepki gösterdiniz mi? Gücenmek, ilkel beynimiz kontrolü eline aldığında gerçekleşen bir şeydir. Peki bunu aşmak için ne yapabilirsiniz?

Bazı insanlar her şeye gücenir. Kim en az bir kez önemli olmayan bir şeye orantısız bir şekilde tepki vermemiştir ki? Peki, bu neden oluyor? Hoşlanmadığınız şeyleri söyleyen “düşmanın” peşine düşmenizi sağlayan o şey nedir? Nedense, insanların yargıları belirli koşullar altında bulanıklaşır ve en ilkel ve duygusal beyin kontrolü eline alır. Mantıklı bir şekilde düşünürseniz, gerçekler hakkındaki yorumunuzu abarttığınızın farkındasınızdır. Peki, neden belirli bir anda kendinizi kontrol edemiyorsunuz?

Gücenmek alışkanlığı çok fazla acıya neden olabilir. Başkalarının sizi incitmek, aşağılamak veya küçümsemek istediğine inanmanızı sağlar. Böylece, sürekli bir alarm durumunda kalırsınız. Ayrıca bu aşırı hassasiyet, kişiler arası ilişkilerinizi de etkiler. Ya onları gerginleştirir ve kırar, ya da onları dahil olan herkes için mutsuz bir hale getirir.

Hiçbir koşulda kimsenin size zarar vermesine ya da saygısızlık etmesine izin vermemelisiniz. Aslında, içinde gerçekten de hakaret ya da saldırganlığın olduğu birçok durum vardır. Bu nedenle, savunmaya geçmek ve kendinizi savunmak mantıklı ve hatta sağlıklıdır. Bununla birlikte, kişilerin sizi gücendirmek gibi bir niyeti olmadığı pek çok örnek de vardır. Bu nedenle, ne zaman aşırı tepki vermemeniz gerektiğini öğrenmelisiniz.

Ana Faktörler

Bu değişkenler aşırı duyarlı olmanızı açıklayabilir:

  • Çocukluk yaraları. Herkes yaşamın ilk yıllarında kendilerinde iz bırakan durumlar yaşar. Lise Bourbeau, çalışmalarında beş yarayı anlatıyor. Anıların ve acının yeniden su yüzüne çıkmasının ve birinin henüz iyileşmemiş olan bir yaraya dokunduğu durumları büyütmesinin nedeni de budur. Birinin size yaptığı ya da söylediği şeye gerçekten gücenmezsiniz; onlar sadece hafızanızdaki eski acıyı uyandırmıştırlar.
  • Özgüven eksikliği. Gücendirilmesi kolay kişilerin özgüvenleri düşüktür. İçsel aşağılık duyguları, onların bunu ne pahasına olursa olsun saklamaya çalışmasına neden olur. Bu nedenle, savunmacı ve kırılgan özgüvenleri, gerçek olmasa bile saldırıya dayanamaz. Aksi takdirde açığa çıkabilirler.
  • Esnemezlik. Bilişsel katılık ya da ikili düşünme gibi özellikler bazı insanları rahatsız eder. Başkalarının belirli bir şekilde olması ve davranması gerektiğini düşünen kişiler, genellikle insanların yaptıkları ya da söylediği her şeyi yanlış yorumlarlar. Mizah duygusuyla tepki vermenin uygunsuz olduğuna inandıklarında aptalca bir şakaya gücenmek gibi şeyler yapabilirler.
  • Alışkanlık. Bir davranışı ya da düşünce modelini tekrarlamak, yalnızca bunun tekrarlanma olasılığını arttırmaya yarar. Tekrarlama, ilişkili sinir bağlantılarını güçlendirir ve bazı reaksiyonlar otomatik hale gelir. Bu nedenle, gücenmek bazı insanlarda zaten yerleşik olan bir davranış olabilir ve bilgileri yorumlayacak başka bilişsel yollar bulmak onlar için zordur.

Gücenmek Nasıl Bırakılır

Anlamanız gereken en önemli şey, siz izin vermediğiniz sürece kimsenin sizi gücendiremeyeceğidir. Bunun nedeni, başkalarının nasıl konuşacağını ya da nasıl davrandığını kontrol edemeyecek olmanızdır. Bundan dolayı, yalnızca kendi tepki verme şekliniz üzerinde kontrole sahipsiniz. Bu nedenle, boğazlarına atlamayın ve temel olarak, neye gerçekten gücendiğiniz konusunda seçici olun.

Elbette, bazı saldırılar açıkça kasıtlı ve hatta zararlıdır. Yine de girişken olun ve haklarınızı saygılı bir şekilde savunun. Yapmanız gerekiyorsa o ilişkiden uzaklaşın, ancak bunu yorumunuzun doğruluğunu analiz etmeden önce yapmayın. Yaralarınızın ve eksikliklerinizin merceği dışındaki bir mercekten neler olduğunu algılamak için elinizden gelenin en iyisini yapın.

Yani, gücenmek alışkanlığından kurtulun; diğer bilişsel yolları aramaya ve kullanmaya alışın. Varsayımlarda bulunmayın ve bunun yerine sorular sorun. Duyarlılığınız çoğu zaman en kötüsünü beklemenize ve hiç olmayan yerde olumsuz niyetler görmenize yol açar. Çatışmalardan kaçınmak için, sizinle etkileşimleri sırasında başkalarının söylediklerini ya da yaptıklarını nasıl yorumladığınız konusunda daha esnek olun. Bu, kişiler arası ilişkilerinizi ve hatta akıl sağlığınızı iyileştirecektir. Deneyin! İç huzuru her zaman haklı olmaktan daha sağlıklıdır.

Psikolog Elena Sanz

Psikologlar, insanların yaşadığı farklı duygu türlerini tanımlamaya çalıştılar. Bunun sonucunda insanların hissettikleri duyguları sınıflandırmak ve açıklamak için birkaç farklı teori ortaya çıkmıştır.

Başkalarıyla nasıl yaşadığımızı ve etkileşim kurduğumuzu etkileyen birçok farklı duygu türü vardır. Bazen, bu duygular tarafından yönetiliyormuşuz gibi görünebilir. Yaptığımız seçimler, yaptığımız eylemler ve sahip olduğumuz algılar, herhangi bir anda yaşadığımız duygulardan etkilenir.

Temel Duygular

1970’lerde psikolog Paul Eckman, tüm insan kültürlerinde evrensel olarak deneyimlendiğini öne sürdüğü altı temel duygu tanımladı. Tanımladığı duygular mutluluk, üzüntü, iğrenme, korku, şaşkınlık ve öfkeydi. Daha sonra temel duygular listesini gurur, utanç, mahcubiyet ve heyecan gibi şeyleri içerecek şekilde genişletti.

Duyguları Birleştirmek

Psikolog Robert Plutchik, renk tekerleği gibi bir şey işleyen bir “duygu çarkı” ortaya koydu. Duygular, farklı duygular oluşturmak için birleştirilebilir, tıpkı renklerin başka gölgeler oluşturmak için karıştırılması gibi.Bu teoriye göre, daha temel duygular yapı taşları gibi davranır. Örneğin, sevinç ve güven gibi temel duygular sevgiyi yaratmak için birleştirilebilir. 2017 yılında yapılan bir araştırma, daha önce inanıldığından çok daha fazla temel duygu olduğunu öne sürüyor. Ulusal Bilimler Akademisi Bildiriler Kitabı’nda yayınlanan çalışmada, araştırmacılar 27 farklı duygu kategorisi belirlediler. Bununla birlikte, araştırmacılar, tamamen farklı olmaktan ziyade, insanların bu duyguları alabildikleri hazzı en yüksek seviyeye çıkıncaya kadar deneyimlediklerini buldular. Bazı temel duygu türlerine daha yakından bakalım ve bunların insan davranışı üzerindeki etkilerini keşfedelim.

Mutluluk

Tüm farklı duygu türleri arasında, insanların en çok çabaladığı şey mutlu olma eğilimindedir. Mutluluk genellikle memnuniyet, neşe, doyum, tatmin ve esenlik duygularıyla karakterize edilen hoş bir duygusal durum olarak tanımlanır.

Mutluluk üzerine araştırmalar, pozitif psikoloji olarak bilinen psikoloji dalı da dâhil olmak üzere birçok disiplinde 1960’lardan bu yana önemli ölçüde artmıştır. Bu tür bir duygu bazen şu yollarla ifade edilir:

  • Yüz ifadeleri: gülümsemek, sırıtmak
  • Beden dili: rahat olmak
  • Ses tonu: iyimser, hoş bir konuşma şekli

Mutluluk temel insan duygularından biri olarak kabul edilirken, mutluluk yaratacağını düşündüğümüz şeyler kültürden büyük ölçüde etkilenme eğilimindedir. Örneğin, pop kültürü etkileri, bir ev satın almak veya yüksek ücretli bir işe sahip olmak gibi belirli şeylere ulaşmanın mutlulukla sonuçlanacağını vurgulama eğilimindedir.

Mutluluğa gerçekte neyin katkıda bulunduğuna dair gerçekler genellikle çok daha karmaşık ve daha fazla bireyselleştirilmiştir. İnsanlar uzun zamandır mutluluk ve sağlığın bağlantılı olduğuna inanmışlardır. Araştırmalar, mutluluğun hem fiziksel hem de zihinsel sağlıkta rol oynayabileceği fikrini desteklemiştir. Mutluluk, artan uzun ömür ve artan evlilik memnuniyeti dâhil olmak üzere çeşitli sonuçlarla bağlantılıdır. Tersine, mutsuzluk çeşitli kötü sağlık sonuçlarına neden olabilir.

Üzüntü, genellikle hayal kırıklığı, keder, umutsuzluk, ilgisizlik ve sönük ruh hali duygularıyla karakterize edilen geçici bir duygusal durum olarak tanımlanan başka bir duygu türüdür.

Diğer duygular gibi, üzüntü de tüm insanların zaman zaman yaşadığı bir şeydir. Bazı durumlarda insanlar, depresyona dönüşebilen uzun süreli ve şiddetli üzüntü dönemleri yaşayabilirler. Üzüntü, aşağıdakiler durumlar da dâhil olmak üzere çeşitli şekillerde ifade edilebilir:

  • Ağlama
  • Durgun ruh hali
  • Sessizlik
  • Başkalarından uzaklaşma
  • Yalnız kalma

Üzüntünün türü ve şiddeti, temel nedene bağlı olarak değişebilir ve insanların bu tür duygularla nasıl başa çıktıkları da farklılık gösterebilir. Üzüntü genellikle insanları diğer insanlardan kaçınma ve olumsuz düşüncelere kafa yorma gibi başa çıkma mekanizmalarına girmeye yönlendirebilir. Bu tür davranışlar aslında üzüntü duygularını şiddetlendirebilir ve duygunun yaşanma süresini uzatabilir.

Korkma

Korku, hayatta kalmada da önemli bir rol oynayabilen güçlü bir duygudur. Bir tür tehlikeyle karşılaştığınızda ve korku yaşadığınızda, savaş ya da kaç tepkisini sergilersiniz.

Kaslarınız gerilir, kalp atış hızınız ve solunumunuz artar ve zihniniz daha aktif hale gelir. Vücudunuzu ya tehlikeden kaçmaya ya da savaşmaya hazırlar.

Bu tepki, ortamınızdaki tehditlerle etkili bir şekilde başa çıkmaya hazır olmanıza yardımcı olur. Bu tür duyguların ifadeleri şunları içerebilir:

  • Yüz ifadeleri: Göz bebeklerinin büyümesi
  • Beden dili: Tehditten saklanma veya kaçma girişimleri
  • Fizyolojik reaksiyonlar: Hızlı nefes alma ve kalp atışının hızlanması

Elbette herkes korkuyu aynı şekilde yaşamaz. Bazı insanlar korkuya karşı daha hassas olabilir ve belirli durumların veya nesnelerin bu duyguyu tetikleme olasılığı daha yüksek olabilir. Korku, ani bir tehdide verilen duygusal tepkidir. Beklenen tehditlere ve hatta potansiyel tehlikeler hakkındaki düşüncelerimize de benzer bir tepki geliştirebiliriz. Bu genellikle kaygı olarak nitelendirilebilir. Örneğin, sosyal kaygı, sosyal durumlardan beklenen bir korkuyu içerir.

Öte yandan bazı insanlar aslında korku (aksiyon) uyandıran durumlar ararlar. Ekstrem sporlar ve diğer heyecanlar korku (aksiyon) uyandırabilir. Bu tarz insanlardan yaşadıkları bu korkuyu aksiyon olarak nitelendirirler ve bundan zevk alırlar. Bir korku nesnesine veya durumuna tekrar tekrar maruz kalmak, korku ve endişe duygularını azaltabilen aşinalık ve alışmaya yol açabilir.

İnsanların kendilerini korkutan şeylere kontrollü ve güvenli bir şekilde kademeli olarak maruz kaldıkları ‘maruz kalma terapisi’nin arkasındaki fikir budur. Sonunda, korku duyguları azalmaya başlar.

İğrenme (Tiksinme)

İğrenme, Eckman tarafından tanımlanan orijinal altı temel duygudan bir diğeridir. İğrenme, aşağıdakiler de dâhil olmak üzere çeşitli şekillerde görüntülenebilir:

  • Beden dili: Bu durumdan uzaklaşma
  • Fiziksel reaksiyonlar: Kusma veya mide bulantısı
  • Yüz ifadeleri: Burnu buruşturmak ve dudak bükmek

Bu tiksinme duygusu, hoş olmayan bir tat, görüntü veya koku da dâhil olmak üzere birçok şeyden kaynaklanabilir. Araştırmacılar, bu duygunun zararlı veya ölümcül olabilecek yiyeceklere tepki olarak geliştiğine inanıyor. Örneğin, insanlar bozulan yiyecekleri kokladığında veya tattığında, iğrenme tepkisi göstereceklerdir. Kötü hijyen, enfeksiyon, kan, çürüme ve ölüm de iğrenme tepkisini tetikleyebilir. Bu, vücudun bulaşıcı hastalıklar taşıyabilecek şeylerden kaçınma yolu olabilir.

İnsanlar, başkalarını tatsız, ahlaksız veya kötü buldukları davranışlarda bulunduklarını gözlemlediklerinde de ahlaki tiksinti yaşayabilirler.

Kızgınlık (Öfke)

Öfke, başkalarına karşı düşmanlık ve hayal kırıklığı duygularıyla karakterize edilen özellikle güçlü bir duygu olabilir. Korku gibi, öfke de vücudunuzun savaş ya da kaç tepkisinde rol oynayabilir.

Bir tehdit öfke duygusu yarattığında, tehlikeyi savuşturma ve kendinizi koruma eğiliminde olabilirsiniz. Öfke genellikle şu yollarla gösterilir:

  • Yüz ifadeleri: Kaş çatma veya göz kamaştırma
  • Beden dili: Güçlü bir duruş sergileme
  • Ses tonu: Kaba konuşma veya bağırma
  • Fizyolojik tepkiler: Terleme veya kızarma
  • Saldırgan davranışlar: Nesneleri tekmeleme veya fırlatma

Öfke genellikle olumsuz bir duygu olarak düşünülse de bazen iyi bir şey olabilir. Bir ilişkide ihtiyaçlarınızı netleştirmeye yardımcı olmada yapıcı olabilir ve ayrıca sizi harekete geçmeye ve sizi rahatsız eden şeylere çözüm bulmaya motive edebilir. Kontrolsüz öfke hızla saldırganlığa, istismara veya şiddete dönüşebilir. Bu tür duyguların hem zihinsel hem de fiziksel sonuçları olabilir. Kontrolsüz öfke, rasyonel kararlar vermeyi zorlaştırabilir ve hatta fiziksel sağlığınız üzerinde bir etkisi olabilir.

Öfke, koroner kalp hastalıkları ve diyabetle ilişkilendirilmiştir. Ayrıca agresif sürüş, alkol tüketimi ve sigara içme gibi sağlık riskleri oluşturan davranışlarla da ilişkilendirilmiştir.

Şaşkınlık

Şaşkınlık, Eckman tarafından orijinal olarak tanımlanan altı temel insani duygu türünden bir diğeridir. Şaşkınlık genellikle oldukça kısadır ve beklenmedik bir şeyin ardından fizyolojik bir irkilme tepkisi ile karakterize edilir.

Bu duygu türü olumlu, olumsuz veya nötr olabilir. Birinin ağacın arkasından atlaması veya gece arabanıza doğru yürürken sizi korkutması olumsuz (hoş olmayan) şaşkınlık türüne örnek olabilir.

Eve geldiğinizde en yakın arkadaşlarınızın doğum gününüzü kutlamak için bir araya geldiğini görmek olumlu (hoş) şaşkınlık türüne örnek olabilir.

Şaşkınlık genellikle şu şekilde ifade edilir:

  • Yüz ifadeleri: Kaşları kaldırma, gözleri genişletme ve ağzı açma
  • Fiziksel tepkiler: Geriye doğru zıplama veya irkilme
  • Sözlü tepkiler: Bağırma, çığlık atma veya nefes nefese kalma

Şaşkınlık, savaş ya da kaç tepkisini tetikleyebilen başka bir duygu türüdür. Şaşkınlığın insan davranışı üzerinde önemli etkileri olabilir. Örneğin, araştırmalar insanların şaşırtıcı olayları orantısız bir şekilde fark etme eğiliminde olduğunu göstermiştir. Bu nedenle haberlerde yer alan şaşırtıcı ve sıra dışı olaylar, hafızalarda diğerlerinden daha fazla öne çıkma eğilimindedir. Araştırmalar ayrıca insanların şaşırtıcı argümanlardan daha fazla etkilendiğini ve şaşırtıcı bilgilerden daha fazla şey öğrendiğini bulmuştur.

Diğer Duygu Türleri

Eckman tarafından tanımlanan altı temel duygu, insanların deneyimleyebildiği birçok farklı duygu türünün sadece bir kısmıdır. Eckman’ın teorisi, bu temel duyguların tüm dünyadaki kültürlerde evrensel olduğunu öne sürüyor.

Bununla birlikte, diğer teoriler ve yeni araştırmalar, birçok farklı duygu türünü ve bunların nasıl sınıflandırıldığını keşfetmeye devam ediyor. Eckman daha sonra listesine bir dizi başka duygu ekledi, ancak orijinal altı duygusunun aksine, bunların hepsinin yüz ifadeleriyle kodlanamayacağını öne sürdü. Daha sonra tanımladığı duygulardan bazıları şunları içeriyordu:

  • Eğlence
  • Hoşnutluk
  • Utanç
  • Heyecanlanmak
  • Suç
  • Başarıdan gurur duymak
  • Rahatlama
  • Memnuniyet
  • Utanç

Diğer Duygu Teorileri

Psikolojideki birçok kavramda olduğu gibi, tüm teorisyenler duyguların nasıl sınıflandırılacağı veya temel duyguların gerçekte ne olduğu konusunda hemfikir değildir. Eckman’ın teorisi en iyi bilinenlerden biri olsa da, diğer teorisyenler, insan deneyiminin özünü hangi duyguların oluşturduğuna dair kendi fikirlerini savunurlar. Örneğin, bazı araştırmacılar sadece iki veya üç temel duygu olduğunu öne sürmüşlerdir. Diğerleri, duyguların bir hiyerarşi içinde var olduğunu öne sürerler. Aşk, sevinç, şaşkınlık, öfke ve üzüntü gibi birincil duygular daha sonra ikincil duygulara bölünebilir. Örneğin aşk, şefkat ve özlem gibi ikincil duygulardan oluşur.

Yakın tarihli bir araştırma, tümü birbiriyle yüksek düzeyde bağlantılı olan en az 27 farklı duygu olduğunu öne sürüyor. Araştırmacılar 800’den fazla erkeğin 2.000’den fazla video klibe verdiği yanıtları analiz ettikten sonra, bu duyguların birbirleriyle nasıl ilişkili olduğunu göstermek için etkileşimli bir harita oluşturdular. Greater Good Science Center fakülte direktörü kıdemli araştırmacı Dacher Keltner, “Yüzlerce insanın her videoya yanıt olarak güvenilir bir şekilde duygu bildirme biçimini açıklamak için 6 değil 27 farklı duygunun gerekli olduğunu bulduk” dedi.

Başka bir deyişle, duygular tek başına ortaya çıkan durumlar değildir. Bunun yerine, çalışma, duygu bıyutları olduğunu ve bu farklı duyguların birbiriyle derinden ilişkili olduğunu öne sürüyor. Çalışmanın baş yazarı ve UC Berkeley’de nörobilim alanında doktora öğrencisi olan Alan Cowen; ‘Duygularımızın doğasını daha iyi açıklayabilirsek, psikologlar ve doktorlar, duyguların beyin aktivitesini ve davranışlarını nasıl etkilediğini anlamakta daha rahat bir yol izleyebilirler’ demiştir. Bu durumları daha iyi anlayarak, araştırmacıların psikiyatrik durumlar için daha iyi tedaviler geliştirebileceğini umuyor.

Müthiş Psikoloji

İnsanlardaki Aşırı Özgüvenin Sebebi: Bilgi Yanılsaması

David Robson

Bilginin kaynağı olduğunuzu düşünmek kolaydır. Pek çok beceri ve uzmanlığa sahip olsanız da muhtemelen düşündüğünüzden daha az şey biliyorsunuzdur. Kendinizi yeterince zeki ve eğitimli görüyorsanız, dünyanın işleyişinin temel yolları – etrafımızdaki tanıdık icatlar ve doğal olaylar- hakkında güçlü bir idrake sahip olduğunuzu varsayabilirsiniz. Şimdi şu soruları düşünün: Gökkuşağı nasıl oluşur? Neden güneşli günler bulutlu günlerden daha soğuk olabilir? Helikopterler nasıl uçar? Tuvalet sifonu nasıl çalışır?

Sonra kendinize sorun: Bu soruların herhangi birine veya tümüne ayrıntılı bir yanıt verebilir misiniz? Yoksa her durumda neler olup bittiğine dair sadece belirsiz bir ana fikre mi sahipsiniz?

Psikoloji araştırmalarına katılan diğer katılımcılar gibiyseniz, başlangıçta iyi bir performans sergilemeyi beklersiniz. Ancak her soruya incelikli bir yanıt vermeleri istendiğinde, çoğu insan gibi siz de şaşkına dönersiniz. Bu önyargı “bilgi yanılsaması” olarak bilinir. Bu spesifik örneklerin önemsiz olduğunu düşünebilirsiniz, sonuçta bunlar meraklı bir çocuğun size sorabileceği türden sorulardır, en kötü sonucu da ailenizin önünde yüzünüzün kızarmasıdır. Ancak bilgi illüzyonları birçok alanda muhakeme yetimizi etkileyebilir. Örneğin işyerinde; röportaj sırasında bilgimizi abartmamıza, meslektaşlarımızın katkılarını göz ardı etmemize ve hiçbir şekilde yapamayacağımız işleri üstlenmemize yol açabilir. 

Birçoğumuz bu entelektüel kibirden ve onun sonuçlarından tamamen habersiz bir yaşam sürüyoruz. İyi haber şu ki, bazı psikologlar bu düşünce tuzağından uzak durabilmek için bazı basit yolların olabileceğini söylüyorlar. 

Bilinmeyen Bilinmeyenler

“Açıklayıcı derinlik yanılsaması” olarak da adlandırılan bilgi illüzyonu ilk kez 2002 yılında ortaya çıktı. Yapılan bir dizi çalışmada, Yale Üniversitesi’nden Leonid Rozenblit ve Frank Keil katılımcılara bilimsel fenomenler ve teknolojik mekanizmalar hakkında örnek açıklamalar sundular ve 1 (çok belirsiz) ila 7 (çok kapsamlı) arasında puanlamalarını istediler. Bu, bir konunun “belirsiz” veya “kapsamlı” olarak anlaşılmasının sebebini irdelerken tüm katılımcıların aynı safta olmalarını sağladı. Sonra test aşamasına geçildi. Daha fazla bilim ve teknoloji sorusu sorulduğunda, katılımcılar, açıklamalarını olabildiğince ayrıntılı bir şekilde yazmadan, aynı ölçeği kullanarak her birini derecelendirmek durumunda oldular. Rozenblit ve Keil, katılımcıların anlayışlarına dair ilk değerlendirmelerin genellikle “fazlasıyla” iyimser olduğunu buldu. Konuyla ilgili paragraflar yazabileceklerini varsaydılar, ancak çoğu zaman bir yanıtın en yalın halinden fazlasını ortaya koyamadılar. Sonrasında da çoğu katılımcı ne kadar az şey bildiklerine şaşırdıklarını ifade ettiler. 

Araştırmacılar; aşırı özgüvenin, katılımcıların söz konusu kavramları görselleştirme becerilerine dayandığından şüpheleniyorlardı. Örneğin; bir helikopterin uçuşunu hayal etmek zor değil ve bu zihinsel filmin akla gelme kolaylığı, katılımcıların hareketlerin mekaniğini açıklama konusunda kendilerine daha fazla güvenmelerini sağladı. Bu ufuk açıcı makaleden sonra, psikologlar birçok farklı bağlamda bilgi yanılsamalarını açığa çıkardılar. Örneğin, Texas Southern Methodist Üniversitesi’nde pazarlama alanında yardımcı doçent olan Matthew Fisher, birçok üniversite mezununun, eğitimleri sona erdikten sonra bölümlerine ilişkin her şeyi çok fazla abarttığını keşfetti.

İlk deneyde olduğu gibi, katılımcılardan ne anlama geldiğine dair ayrıntılı bir açıklama yapmadan önce farklı kavramlarla ilgili anlayışlarını değerlendirmeleri istendi. Ancak bu sefer, sorular yıllar önce çalıştıkları konudan geliyordu (örneğin, bir fizik mezunu termodinamiğin yasalarını açıklamaya çalışacaktı). Hafızaların doğal yıpranması sayesinde, katılımcılar önemli ayrıntıların çoğunu unutmuş gibiydiler, ancak ne kadar bilgiyi unuttuklarını fark etmediler. Bu durum da katılımcıların ilk tahminlerine aşırı güvenmelerine yol açtı. Anlayışlarını değerlendirirken, konuya tamamen dahil oldukları zamanki kadar bilgileri olduğunu varsaydılar. 

Birçoğumuz başkalarını gözlemleyerek ne kadar çok şey öğrenebileceğimizi abartıyoruz – bu da bir “beceri edinme yanılsamasına” sebep oluyor. Daha sonraki araştırmalar, internetteki bilgi zenginliğini kendi anılarımızla karıştırdığımız için, parmaklarımızın ucunda çevrimiçi kaynaklara sahip olmanın güvenimizi aşırı yönde besleyebileceğini göstermiştir. Fisher, bir grup katılımcıdan “fermuar nasıl çalışır?” gibi soruları arama motoru yardımıyla yanıtlamasını istedi. Diğer gruptan ise herhangi bir ek kaynak kullanmadan konuyu anlamalarını ve basitçe değerlendirmelerini istedi. Daha sonra, her iki grup da “kasırgalar nasıl oluşur?” ve “bulutlu geceler neden daha sıcaktır?” gibi dört ek soru için orijinal bilgi yanılsaması testinden geçti. Bu testler sonrasında, ilk sorularında interneti kullanmış olan kişilerin sonraki görevde daha fazla özgüven gösterdikleri sonucu ortaya çıktı. 

Beceri Edinme Yanılsaması

Belki de en önemli olan, çoğumuz başkalarını gözlemleyerek ne kadar çok şey öğrenebileceğimizi abartıyoruz bu da “beceri edinme yanılsamasına” sebep oluyor. Amerika’daki Northwestern Üniversitesi’nde yönetim ve pazarlama alanında doktora araştırmacısı olan Michael Kardas, katılımcılardan dart atma veya ay yürüyüşü dansı yapma gibi çeşitli becerilerin videolarını 20 sefere kadar izlemelerini istedi. Daha sonra, görevleri kendileri denemeden önce yeteneklerini tahmin etmelerini istedi. Katılımcıların çoğu, sadece klip izlemenin becerileri öğrenmelerine yardımcı olacağını söylediler. Filmleri izledikçe kendilerine güvenleri de arttı. Ancak gerçek, net bir hayal kırıklığı sebebi oldu. Kardas araştırma sonuçlarını, “İnsanlar videoyu 20 kere izlediklerinde tek sefer izlediklerinden daha fazla puan alacaklarını düşündüler. Ancak gerçek performansları herhangi bir öğrenme emaresi göstermedi” şeklinde yorumlamaktadır. 

Oldukça şaşırtıcı bir şekilde, pasif gözlem, insanların uçağı indirebilmek gibi karmaşık ölüm kalım görevlerini yerine getirme konusundaki yeteneklerine olan güvenlerini bile artırabilir. Farklı bir çalışmayı yöneten Yeni Zelanda Waikato Üniversitesi’nde doktora öğrencisi olan Kayla Jordan, Kardas’ın araştırmasından ilham aldı. “Olgunun sınırlarının gerçekten uzmanlık becerileri için geçerli olup olmayacağını test etmek istedik” diyerek araştırmasını açıklamaktadır. Jordan, pilotluğun yüzlerce saatlik eğitim ve fizik, meteoroloji ve mühendislik konularını kapsadığına ve videolardan daha derin bir anlayış gerektirdiğine dikkat çeker. Araştırmasında katılımcılara önce “Küçük bir banliyö uçağında olduğunuzu hayal edin. Acil bir durum nedeniyle pilot yetersiz kalıyor ve uçağı indirecek tek kişi sizsiniz.” deniyor. Daha sonra katılımcıların yarısına bir pilotun uçağı indirişini gösteren 4 dakikalık bir video gösterildi, diğer yarısı ise klibi göremedi. Filmde pilotun elleri gösterilmedi yani herhangi bir eğitim için kullanılamazdı. Bununla birlikte klibi gören insanların çoğu uçağı güvenli bir şekilde indirme kapasitelerinin arttığı konusunda kendilerine daha çok inandıklarını söylediler. Jordan, “videoyu izleyenlerin izlemeyenlere göre % 30 daha özgüvenli olduklarını” belirtiyor.

Gerçek Hayattaki İkilemler

Bilgi yanılsamalarının önemli sonuçları olabilir. Bilgiye aşırı güvenmek bir görüşme veya sunum için daha az hazırlanmanıza, sonrasında da baskı altındayken – uzmanlık alanınıza dahi olsa – hata yapıp utanmanıza sebep olabilir. Terfi etmeyi hedefliyorsanız aşırı güven sorun teşkil edebilir. İnsanları uzaktan gözlemlerken, işin ne gerektirdiğini bildiğinizi ve gerekli becerileri zaten özümsemiş olduğunuzu düşünebilirsiniz. Ancak işe başladığınızda gözle görülenden daha fazlası olduğunu fark edersiniz. Bu durum ayrıca, çalışma arkadaşlarımıza gereken değeri vermememize de sebep olabilir. Google’da bilgi aratmak gibi, çevremizdeki insanların becerilerine ve yeteneklerine de ne kadar güvendiğimizin farkında olmayabiliriz.

Jordan, “başkalarının” bilgi ve becerilerini gördüğümüzde, bunların kendi bildiklerinin bir uzantısı olduğu yargısına kapılabilirler, bu da oldukça yanlıştır demektedir. Meslektaşlarımızın bilgilerinin bizimkiler gibi olduğunu iddia etmeye başlarsak, onların katkılarını hatırlama ve minnettarlık gösterme olasılığımız daha düşük olabilir bu da ofislerde yaygın olan bir küstahlık türüdür. Bilgimizi abartmak ve başkalarından aldığımız desteği unutmak da tek başımıza girdiğimiz bir projede ciddi sorunlara sebep olabilir. 

Peki insanlar bu tuzaklardan kaçınmak için neler yapabilir?

Çözümlerden biri çok basittir: kendinizi test edin. Örneğin; alışılmadık bir görevi yerine getirmek için kapasitenizi değerlendiriyorsanız, bunun neleri içereceğine dair belirsiz ve temel fikirlerinize güvenmeyin. Bunun yerine, hedefe ulaşmak için atmanız gereken adımları daha dikkatli düşünmek için kendinize zaman verin. Kendinizi öne sürmeden önce, bilginizde doldurmanız gereken büyük boşluklar olduğunu fark edebilirsiniz. Daha da iyisi, bir uzmana danışabilir ve ona ne yaptığını sorabilirsiniz. Bu konuşma esnasında mutlaka kibirli olup olmadığınıza dair varsayımlar da yer almalıdır. Böylece kendinizi kontrol edebilirsiniz. 

Teknolojik koltuk değneklerinin bilginize olan güveni artırma potansiyeli göz önüne alındığında, çevrimiçi alışkanlıklarınızı da kontrol edebilirsiniz. Fisher, bir internet aramasına başvurmadan önce kısaca duraklamanızı ve en ağır gerçeğinizi hatırlamak için elinizden gelenin en iyisini yapmanızı önerir. Zihinsel boşluğunuzu bilinçli olarak fark ederek, hafızanız ve onun sınırları hakkında daha gerçekçi bir değerlendirme yapmaya başlayabilirsiniz. “Rahatsız edici olabilen cehaletinizi hissetmelisiniz.” 

Tüm bunlarla amaç, biraz daha tevazu geliştirmektir. Tevazu, filozoflar tarafından övülen klasik “entelektüel erdemlerden” birisidir. Bilgi yanılsamalarımızı tanıyarak ve anlayışımızın sınırlarını kabul ederek, daha akıllıca düşünmenin ve karar vermenin tadını çıkarmak için bazı düşünce tuzaklarından kaçınabiliriz.

Prof. Dr. KEMAL SAYAR

Olumsuzluk düşünceler nedir ve zihnimizi daha olumlu düşünmek için nasıl değiştirebilirsiniz?

Olumsuz düşünceler bizi üzgün, şüpheci ve karamsar hissettirir. Düşüncelerimiz olumsuzluklara odaklandığında aslında somut olarak o kadar da kötü olmayan durumlarda bile kendimizi en kötüsünü düşünürken bulabiliriz. Kendimizi kötü durumlardan koruyabilmek için en kötüsünü düşünme eğilimine gireriz. Olumsuz düşüncelerle siz de mücadele ediyorsanız, bilin ki yalnız değilsiniz. Aslında hepimizde bir olumsuzluk önyargısı vardır. Olumsuzluk önyargısı, olumsuz şeyleri olumlu şeylerden daha yoğun bir şekilde fark etmemiz ve hissetmemiz anlamına gelir. Bu durum olumsuz şeylerin zihinsel sağlığımız üzerinde daha büyük bir etkisi olduğunu gösterir. Bir sürü olumlu şey deneyimlesek bile tek bir olumsuz şey tüm günümüzü mahvedebilir. 

Peki, bu kadar çok olumsuz düşünmeyi nasıl bırakabiliriz?

İlk olarak, kendinize çok yüklenmeyin. Unutmayın, bazen hepimiz olumsuz hislere ve düşüncelere sahip oluruz ve bu durum normaldir. Olumsuz düşüncelerinizi değiştirmeye çalışırken kendinize şefkat göstermeyi unutmayın. Bu sırada beyinlerimizin alışık olduğunu yapmayı sevdiğini bilmek de faydalı olacaktır. Uzun zamandır olumsuz düşüncelerin etkisinde kaldıysak duygularımızı düzenlemek ve daha olumlu düşüncelere geçmek biraz daha zor ve daha yavaş olabilir. Zaman içinde gelişmeyi görmek için aşağıdaki stratejilerden faydalanabilirsiniz.

https://kemalsayar.com/website/assets/images/my1/images/60083d5e262be__5.jpg

1. Olumlu kavramları beyninizde daha erişilebilir hale getirin.

Beynimiz aşina olduğunu arar çünkü bu daha kolay, daha hızlı ve daha az enerji gerektirir. Dolayısıyla, olumsuzluğu bırakabilmek için olumlu kavramları beyinde daha tanıdık ve erişilebilir hale getirmek gerekir. Örneğin, her gün için “olumlu bir sözcük” seçebilirsiniz. Ya da her sabah bir dizi olumlu kelimeyi ezberleyip her gece bunları hatırlayabilirsiniz. Araştırmalar beynin olumlu şeyler için özel bölgeleri olduğunu göstermemiş olsa da olumlu düşünceler, kelimeler ve duygular üretme yeteneğinizi güçlendirmenin, yani olumlu kavramlar arasındaki bağlantıları daha sık kullanmanın gelecekte bunu tekrar yapabilmeyi kolaylaştırdığını gösteriyor. Bu konuda yardım almak için Positivity Workbook serisinin Train Your Brain to Make Positive Memories kitabına bakabilirsiniz. 

2. Olumsuz düşüncelerinizi yeniden yapılandırın 

Olumsuz hissettiğimizde, negatif duygularımızın dışsal nedenlerini görmek kolay olabilir ama içsel nedenlerini görmek o kadar kolay değildir. Gerçek olan şu ki, içinde bulunduğumuz durumlardan daha çok (veya belki daha fazla) hislerimiz düşüncelerimizin kendisi ile ilgilidir. Kendi gerçekliğimizi bizler yaratıyoruz. Bu durumu tersine çevirmek için kendinize aşağıdaki maddelerden herhangi birini yapıp yapmadığınızı sorarak başlayabilirsiniz.

1. Bu durum nasıl beklediğimden daha iyi sonuçlanabilir? 
2. Bu durumun olumlu yönleri nelerdir? 
3. Bu durumda olumlu şeyler neden önemli veya değerlidir? 
Zihninizi yeni bir yöne zorlamak duygularınızı da değiştirmenize yardımcı olabilir.

3. İlişkilendirme tarzınızı fark edin

Yaptıklarınızın önemli olmadığını ve tüm sıkıntılarınızın başkalarından kaynaklandığını mı düşünüyorsunuz? Elbette bu bazen doğru olabilir, ancak bu “dışa yönelik atıf” hayatımızın kontrolünden vazgeçtiğimiz anlamına gelir ve bu bizi daha kötü hissettirebilir. Bu düşünceyi değiştirmek için kontrolünüzün olduğu şeyleri düşünmeye çalışın. Hepimizin hayatın bazı yönleri üzerinde kontrolü vardır. Yoksa tüm dertleriniz için hep kendinizi mi suçluyorsunuz? Kötü şeyler için kendimizi suçladığımız bu “içe yönelik atıf” tarzı, özgüvenimize ve ruh sağlığımıza zarar verebilir. Bu düşünceyi değiştirmek için her şeyin kontrolünüzde olmadığını kabul edin. Hepimiz kötü şeyler yaptık, o şartlarda elimizden gelenin en iyisini yaptığımızı fark edersek onları geride bırakabiliriz. Bu ilişkilendirme tarzlarından herhangi biri kontrol edilmediklerinde sorun yaratabilirler. Öyleyse bu atıf tarzlarına karşı dikkatli olmakta yarar var.

4. Hayal gücünüzü kullanarak olumlu duygular yaratın 

Olumsuz şeyleri hayal etmekte gerçekten çok iyiyiz. Bu yüzden kendinizi olumlu şeyleri hayal etmeye zorlamak bu kalıpları değiştirmeye yardımcı olabilir. Sadece deneyin ve olumlu şeyler hayal edin. En sevdiğiniz yemeği yediğinizi, en sevdiğiniz kişiyi gördüğünüzü veya sevdiğiniz bir yere gittiğinizi hayal edin.

5. Tekrarlayan düşünce döngülerinizi durdurun

Bitkin düşene kadar olumsuz şeyler üzerinde mi düşünüyorsunuz? Bunu hepimiz zaman zaman yapıyoruz, ancak bu bize pek de yardımcı olmuyor. Ayrıca sağlığımız için oldukça zararlı. Durmadan aynı şeyleri düşünmeye saplandıysak bu durumu durdurmak zor olabilir. Aslında bir şeyi düşünmemeye çalışmak çoğu zaman onu daha da fazla düşünmemizi sağlayabilir. Bunun yerine olumsuz düşünceleri durdurmak için vücudunuzu harekete geçirin. Örneğin, koşuya çıkabilir veya soğuk duş alabilirsiniz. Vücutla yapılan bu fiziksel aktiviteler enerji kaynaklarınızı başka bir yere yönlendirir ve olumsuz düşüncelerin zihninizden uzaklaşmasına yardımcı olur.

6. Minnettarlık uygulamasını deneyin

Minnettarlık uygulaması, iyi şeylere odaklanmayı ve olumsuz şeyleri kabul etmeyi kolaylaştırır. Böylece olayların göründüğü kadar kötü olmadığını fark ederiz. Bu farkındalık olumsuz düşüncelerimizi durdurmamıza yardımcı olur. Minnettarlık uygulaması yapmak için teşekkür notları, teşekkür listeleri veya minnettarlığınızı ifade eden mektuplar yazmayı deneyebilirsiniz. Bu güzel şeyleri fark etmek bile daha iyi hissetmemizi sağlar. Belki anneniz merak ettiği için sizi aramıştır ve sizi rahatsız eden şeylere odaklanmak yerine o anda kendinize onun umurunda olduğu için aradığını hatırlatabilir ve o önemsenme hissinin tadını çıkarabilirsiniz. Sizin için neyin işe yaradığını bulana kadar denemeye devam edin.

7. Olumlu şeyler yapın 

Daha az olumsuz hissetmenin en kolay yollarından biri, sizi daha az olumsuz hissettiren şeyler yapmaktır. Kendinizi iyi hissettiren aktivitelere katılın. Mesela arkadaşlarınızla zaman geçirin, yürüyüşe çıkın, el işi yapın ya da dans edin. Size ne iyi geliyorsa onu yapın. Diğer taraftan, kendinizi olumsuz hissetmenize neden olan aktivitelerden uzak durmaya çalışın. Örneğin, telefonunuzda veya sosyal medyada ne kadar zaman geçirdiğinizi takip edin. Bu aktiviteler o anda iyi hissettirebilir ancak dikkatli olmazsak olumsuz duygu ve düşünceleri artırabilir. Sağlığınıza zarar vermek yerine yardımcı olacak şekilde teknolojyii kullanmak için akıllı telefonunuzu nasıl bilinçli olarak kullanacağınızı öğrenin.

8. Rahatlamanın yollarını bulun 

Şüpheye düştüğünüzde rahatlamanın yollarını bulun. Sakinleştirici müzikler açın, biraz yoga yapın veya derin nefes almayı deneyin. Kendimiz için işe yarayan rahatlama teknikleri bulmak stres tepkimizi azaltmanın ve olumsuz düşünce ya da duyguları kontrol etmenin iyi bir yolu olabilir.

Prof. Dr. Kemal Sayar

Kaynak:https://www.psychologytoday.com/intl/blog/click-here-happiness/202101/8-science-based-ways-beat-negativity

Üzüntü doğuştan gelen bir duygu olmasına rağmen, her zaman anlaşılmaz. Bunun ne anlama geldiğini anlamak, daha iyi kararlar vermenizi ve duygusal olarak daha yetkin olmanızı sağlar.

Günlük hayattaki üzüntü, hayatınızın tuvalini gri tonlarında boyar. Muhtemelen bunu biraz daha iyi kabul edebilmiş olmayı dilersiniz. Sevmeseniz de, bu duygudan yararlanmak sanatçılar, şairler ve şarkıcılar için çok ilham vericidir. Ayrıca, onu deneyimlediğinizde, üzüntüyü daha da yoğunlaştırma eğiliminde olup günlük hayatınızı tamamen ele geçirmesine izin verirsiniz.

Friedrich Nietzsche, gerçekliğin bazen korkunç görünebileceğini söyledi. Yine de, er ya da geç, bunun o kadar da dayanılmaz olmadığını keşfediyoruz ve basitçe katlanıyoruz. Nitekim bir bakıma duygularımız ve hislerimiz, sahip olduğumuzu asla bilmediğimiz yetenek ve değerleri bize bahşetme konusunda amansız bir güce sahiptir. Bunların hiçbiri, üzüntü de dahil, yararsız değildir.

Paul Ekman, duygu çalışmaları alanında uzmandır. Bizi üzüntünün sebep olduğu ölçüde odaklayan çok az psikolojik gerçek olduğunu iddia ediyor. Aslında, güç ve amaç dolu bir duygudur. Bunun nedeni, ilerlemek için harekete geçmemiz gerektiğinin bir hatırlatıcısı olarak çalışmasıdır.

Hissettiğiniz günlük üzüntünün çoğu zaman dayanılmaz olabileceği doğrudur. Ancak, bu duygu hayatın kendisinde var. Bu nedenle, nasıl kabul edeceğinizi ve anlayacağınızı biliyorsanız, genel refahınızı iyileştireceksiniz.

“Hüzün derinlik verir. Mutluluk yükseklik verir. Hüzün kök verir. Mutluluk dallar verir. Mutluluk, göğe çıkan bir ağaç gibidir ve hüzün, toprağın rahmine inen kökler gibidir. Her ikisine de ihtiyaç vardır ve bir ağaç ne kadar yükseğe giderse, aynı anda o kadar derine iner. Ağaç ne kadar büyükse kökleri de o kadar büyük olacaktır. Aslında, her zaman orantılıdır. Onun dengesi bu.” Osho

Günlük üzüntü ile yaşamak

Günlük yaşamınızda üzüntü anları hissetmenin normal olup olmadığını sorabilirsiniz. Evet öyle. Gün boyunca gelip geçen hüzünlü anlar tamamen normaldir. Ancak, sizi geride tutacak kadar kalıcı olarak üzgün hissetmeniz normal değildir. Bununla birlikte, günlük üzüntü genellikle olumsuz bir şey olarak algılanır veya hatta akıl hastalığının bir işareti olarak görülebilir. Bu, temel olarak, bundan kaçınmaya çalışan içgüdüsel arzumuzdan kaynaklanmaktadır. Aslında, muhtemelen sadece gözlerinizi kapatıp kaybolmasını ummak istiyorsunuz. Gerçekten de, çocukken muhtemelen “üzülme” lafını duymuşsunuzdur. Aslında sorulması gereken şey “neden üzgünsün?” olmalı, sonra da onunla başa çıkmak için yardım edilmelidir.

Bazen, üzüntünüzü hafifletmek için kendinizi otomatik pilota bağlarsınız. Dikkatinizi dağıtmaya çalışıyorsunuzdur. Alışverişe gidersiniz, arkadaşlarınızla dışarı çıkarsınız, sinemaya gidersiniz…. Bu kesinlikle kabul edilebilir ve hatta tavsiye edilir, ancak üzüntünüzü dinlemiyorsunuz ve duyulması gerekiyor. Aslında, üzüntünüzü susturarak, günlük hayattan zevk alma yeteneğinizi de susturmuş olursunuz.

Üzüntü depresyonla aynı şey değildir
Üzüntüye olumsuz bir duygu olarak bakmayı bırakmalısınız. Gerçekte, faydaları olan uyarlanabilir bir duygudur. Bununla birlikte, üzüntüyü çevreleyen fikirler genellikle yanlıştır. Böyle bir fikir, muhtemelen en yaygın olanı, üzüntüyü depresyonla ilişkilendirmektir. Başka bir deyişle, depresyondan muzdarip insanların “üzücü” olduğunu düşünmek. Ancak, üzüntü ve depresyon farklıdır. Nedenini görelim:
Üzüntü. Bu, hayatınızın içsel bir parçasını oluşturan uyarlanabilir bir duygudur. Hayal kırıklığı, acı veya kayıp yaşadığınızda ortaya çıkar. Ancak, mutluluk anlarında da ortaya çıkabilir. Aslında, bu yoğun duygu yaşadığınız anlarda, duyularınız genel olarak önemli ölçüde yükselir. Sonuç olarak, geçici üzüntü anları hissedebilirsiniz.

Depresyon. Depresyon gibi duygudurum bozuklukları aslında duygusal açıdan uyuşmuş hissetmenize neden olabilir. Bu hiçbir şey hissetmediğiniz anlamına gelir. Bir boşluk, derin bir ilgisizlik olur. Diğer zamanlarda, üzüntüden çok öfke, suçluluk, utanç ve hatta nefret vardır.

Günlük üzüntünün bedeli
Gündelik üzüntünün, gün boyunca gelip giden türden bir bedeli vardır. Rahatsız edici geliyor ve bu nedenle onu ortadan kaldırmaya çalışıyorsunuz. Müzik dinlersiniz, bir arkadaşınızı ziyaret edersiniz, kitap okursunuz, alışverişe gidersiniz, bir şeyler yersiniz. Sizi üzüntü duygusundan uzaklaştıracak herhangi bir şey.

New South Wales Üniversitesi’nden Nitika Garg, üzüntünün hem ekonomik hem de sağlık maliyetleri olduğu sonucuna vardığı bir araştırma yaptı. Bunun nedeni, genellikle insanların kendilerini üzgün hissettiklerinde dışarı çıkıp ihtiyaç duymadıkları şeyleri satın almaları veya sağlıksız (doymuş yağ oranı yüksek) yiyecekler yemeleridir. Bunlar yaygın davranışlardır. Ancak, onlar da zarar verir. Bu nedenle kendinizi üzgün hissettiğinizde en iyisi onunla yüzleşmek, ondan çekinmemek. Aksi takdirde bu zarar verici davranışlar artacak ve daha kalıcı hale gelecektir.

Hüzünle yüzleşmek için sörf tahtası tekniği
Sörfçüler, bir dalgayla yüzleşmenin muazzam zorluğuna aşinadır. Aslında bunu sabırsızlıkla beklerler ama geldiğinde kaygı ve huzursuzluk karışımı bir duygu hissederler. Aynı şey üzüntü ile de olur. Gelen ve giden uzun vadeli arkadaşınızdır ve geldiğinde endişeli hissedersiniz. Ancak, bundan kaçınmaya çalışmanın bir anlamı yok. Tıpkı sörfçünün dalgayla yüzleştiği gibi, bununla yüzleşmeniz yeterlidir.
Sörfçülerin temel olarak iki tekniği vardır. Dalgaya binebilir veya ördek dalışı yapabilirler. Birincisi, anı yakalamak ve onunla birlikte koşmak demektir. Akışa ayak uydurmak, ne yapılması gerektiğini anlamak ve yapmak. Doğru yapıldığında güzel şeyler olur.

Ancak bazen dalga çok büyüktür. Aynı şekilde bazen üzüntünüz de çok büyük olabilir. Bu, sörfçülerin ördek dalışını kullandığı zamandır. Yani tahtalarıyla dalganın altına dalarlar ve dalganın üzerlerinden geçmesine izin verirler. Aynı şekilde, başka seçeneğiniz olmadığında, sadece ıstırap anına katlanmak zorunda kalırsınız. Er ya da geç, ortadan kalkar. Sadece buna katlanmanız ve suyun altında nefes almayı öğrenmeniz gerekiyor. Daha sonra, sakin bir şekilde ortaya çıkabileceksiniz.

Her gün üzüntü hayatınızın bir parçasıdır. Akıllıca yüzleşmeyi öğrenin.

Psikolog Valeria Sabater

Tam olarak nasıl olduğunu anlamazsınız ama bir gün, basit ve sıradan bir şeyin tam ortasında gözleriniz açılıverir. Belki bir insanı 5 ay veya 5 yıldır tanıyorsunuzdur, ancak aniden özlerinde nasıl bir insan olduklarını en açık hali ile görme şansına erişirsiniz. İşte tam o anda, bir çoğumuzun hayalleri yıkılır. O andan itibaren, umutlarınız ve hayallerinizin bağlı olduğu sağlam kökler, birer birer kopmaya başlar. Bir nevi göz yanılması içerisinde olduğunuzu ya da aşktan gözünüzün karardığını çok geç anlarsınız. Bu durum, gerçeği görmenizi engellemiştir. Hiç kimse, bir başkasının asıl karakterini bir göz atışta anlayamaz. Bunun için zaman, karşılıklı anlayış ve karşımızdaki insana dair küçük nüansları ortaya çıkartacak özel anlar gereklidir. Bunlar meydana gelene kadar, genellikle başkalarının kusurlarını göremez ve onlara muazzam sıfatlar yakıştırırız. Ama adım adım, gerçekler ortaya çıkmaya başlar.
Bazen insanların aslında gerçekten değişip gelişim gösterdiği de olmuştur. Karşılaşılan zor durumlar ve yaşam deneyimleri insanları tabii ki değiştirebilir. Bununla birlikte, her bir insanın mutlak baki kalan bir özü vardır. Bu öz, bir kişilik şekli, bütünlük düzeyi, bir değerler bütünü olarak yaşamı boyunca sabit kalır, değişmez. Bu farkındalığın farkına varma işi size kalmış. Gördüğünüz tüm gerçekleri, oldukları gibi kabul etmeden, vücut diline hakim olarak insanların hal ve hareketlerinin altında yatan manaları anlamak, satır aralarında geçen gizli anlamları ortaya çıkarmak ve belirli davranış kalıplarını yorumlamak, her bir bireyin sağlıklı ilişkiler kurmak adına yapması gereken eylemlerdir. 
Bazen, tarafsız olarak hareket etmek adına, aşk yetersiz bir kıstas olabilir. Sırf aşıksınız diye, kendi iç dengenizi ve savunma mekanizmalarınızı ortadan kaldıracak şekilde, ayaklarınızın yerden kesilmesine ve mantığınız ve ahlakınızın körelmesine gerek yok.

İlk başta, herkes uyum sağlamaya çalışır. Örneğin, aykırı tutum, davranış ve fikirlerini sevdiği kişiden gizleme yolunu tercih ederek, geçici bir orta yol ve denge bulma yaklaşımını benimseyen insanlar vardır. Bununla beraber, bu tür ilişkilerin çoğu, kendi kendine bir takım eksiklikleri içinde barındırarak gelişim gösterir. Hatta sahte erdemler gösterme eğilimleri bile ortaya çıkabilir. Bizler, herhangi bir çiftin, herhangi bir maske ya da giz, sır olmadan ‘ideal’ olarak görme eğilimi içerisinde olan canlılarız.  Er ya da geç, ilk hayal kırıklıkları ortaya çıkacaktır. Nasıl olacağını ya da sevdiğiniz insanın böyle bir şeyi nasıl söyleyeceğini ya da yapacağını anlamayacaksınız. Ancak, olacak olan olur ve ne yapsanız, ne etseniz de bunu değiştirmek için yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur.

Adım adım ortaya çıkan durumlar, ilişkiyi bir sınava tabi tutacaktır. Bu durum, ilişki içerisindeki her bir bireyin gerçek karakterlerinin ortaya çıkması ile meydana gelir. Peki ne oldu da bu duruma gelindi? En başında güllük gülistanlık olan hayatımız nasıl bu kadar değişebildi? En başta kabul etmeniz gereken gerçek şudur: bunların hiçbiri bir gecede olmadı. Olan sadece, ilk başta göremediğimiz gerçek karakterlerin ortaya çıkmasıdır.
Ve bunun farkına varmak, genellikle acı verir.

Sevdiklerinizin gerçek kimliğinden kaçmak

Sevdiğiniz birinin, gerçekte öyle bir insan olmadığını nasıl kabul edebilirsiniz ki? İster inanın ister inanmayın, bu tür durumlar oldukça yaygın olup, gündelik hayatlarımızın gerçekleridir. Aslında sadece bir çift arasında da görülmez. Aynı zamanda mutlu dostluklarda ve hatta aile üyeleri arasında bile ortaya çıkabilir.

İnsanlar bir gecede değişmez, hatta bunca geçen zamana değin bile aynı kaldıkları olur. Gerçekte ise, o kişinin asıl karakterini size gösteren yine akıp giden zamandır.

Biri ile tanıştığımız zaman, onun gerçek karakterini görmemizi sağlayacak büyülü bir iksiri yok kimsenin. Hatta birçok kez, insanın kendisi bile bilmez özünü. İnsanların birbirlerini tanımaları için, beraber özel zamanların geçirilmesi, hayatta ortak tecrübelerin edinilmesi ve hem iyi hem de kötü tarafların ortaya çıkarılması gerekir. Dolayısıyla, her ne kadar bu süreç çok karmaşık gözükse de, her zaman için akılda tutulması gereken birkaç temel kavram vardır:

Bırakın herkes sizi olduğunuz gibi görsün
Birçok insanın, bu hayat yolunda birçok farklı maske takarak yaşadıklarını görmek gayet normal bir durum haline geldi. Bu nedenle, sizin de bu insanlardan biri olmanız, kendinizi başka bir şekilde takdim etmeniz nafile bir çaba olacaktır. İnsanları, olayları ve durumları idealleştirmekten kaçının. İnsanların kendilerini ifade ettikleri sözcüklerden, hareketlerden, jestlerden, mimiklerden hatta sessizliklerden manalar çıkarın. Bir kişiyi, sürekli olarak göz önünde olan özelliklerinden değil, sadece sizin görüp anlayabileceğiniz, gizli kalmış değer yargılarından anlayabilirsiniz ancak.

Başkalarının sizin için değişmesini beklemeyin
Bu, birçok insanın yaptığı bir hatadır. Bazen, bir insanın karakterini önceden görebilmek mümkün olabilir. Kusurlarını bilip, sizi incitebileceklerini görseniz de, “Benimle beraber olunca, her şey farklı olacak. Zamanla O da değişecek.” diyebilirsiniz. Maalesef ki durum hiç de öyle olmayacak.

İnsanlar genellikle asıl karakterlerini, geleneklerini, ihtiyaçlarını ve yaşam tarzlarını pek değiştirmez. Sadece olumlu bir değişim için boşuna beklemiş olacaksınız ve bu durum sadece ve sadece kendinize olan güveninizin ve umutlarınızın azalmasına yol açacaktır. Dikkatli olun, çünkü bu durum çok kolay bir şekilde tehlikeli ve acı veren bir hal alabilir. Samimi insanların sorunu herkesi kendileri gibi sanmalarıdır. Bu nedenle, başkalarının hayatlarını bir maskenin arkasında yaşayabileceğini görmek onlar için çok zor olabilir.

Mutluluğun en güzel hali iç huzurdur. Bunu elde etmek için, bu aşırı gürültülü ve karmaşık dünyada her zaman kolay olmayan uyumlu bir dengeye ulaşmanız gerekir.

Bazen,

İç huzur elde etmeye giden tüm yollar aynı yerde biter – esenlik ve mutluluk. Bu bilişsel ve duygusal uyum durumu, hepimizin ulaşmayı özlediği Rosetta taşıdır. Bununla her şey daha anlamlı hale gelir ve daha iyi kararlar almak için çok daha iyi konumlandığımız yerden psikolojik bir dengeye ulaşırız. “İç huzur” terimi genellikle manevi ve felsefi çağrışımlara sahip olarak görülür. Ancak, psikoloji yıllardır bunu araştırıyor. Bu duruma ulaşmak, dış koşullarınıza bağlı değildir. Aslında, içsel esenlik içinizden elde edilmelidir. Günlük yaşamınızda başınıza gelenlerin çok ötesine geçer.

Burada sihir, ama aynı zamanda zorluk yatıyor. Çünkü bugünlerde hepimizin içinde yaşadığı girdap göz önüne alındığında, zihinsel uyumu düzenlemek zor. Çok fazla endişe ve değişiklik olduğu kadar sonsuz belirsizlikler de var. Şimdi, bu içsel vizyonu benimsemenize izin verecek mekanizmaların neler olduğuna bir göz atalım.

Barış içsel bir zanaattır, onu dışarıda aramayın.

İç huzuru, stres faktörlerine maruz kalsanız bile elde etmeyi başardığınız kasıtlı bir psikolojik sakinlik hali olarak tanımlayabiliriz. Bunu hatırlamak önemlidir. Gerçekten de, iç huzur, çevrenizdeki koşullarla “iyi olmayı” gerektirir. Korkularınızı, endişelerinizi ve sıkıntılarınızı yatıştırmak için tüm enerjinizi kendinize odaklamayı içerir. Bu şekilde, sizi çevreleyen şeyi daha büyük bir odak ve bakış açısıyla görebilirsiniz.

Almanya’daki Marburg Üniversitesi, bu konuda pozitif psikolojinin katkılarını vurgulayan bir araştırma yaptı. Çalışma, olumlu değerlik duyguları, hayati anlamlar ve iyi ilişkiler gibi faktörlerin iç huzurun hedefine aracılık ettiği sonucuna varmıştır. Ayrıca herkes bu kapasiteyi geliştirme gücüne sahiptir. Ancak, bunu başarmak için belirli becerileri uygulamaya koymanız gerekir.

Dikkat ettiğiniz, zaman harcadığınız ve endişelendiğiniz her şey gerçekten önemli değildir. Aslında, eğer düşünürseniz, muhtemelen hayatınızda geride bırakabileceğiniz birçok şey vardır. Bazı görevler ve muhtemelen bazı insanlar buna dahildir. Sizin için neyin gerçekten değerli, faydalı ve anlamlı olduğunu anlayarak bazı şeyleri kısmayı öğrenmelisiniz. Bu, iyi bir zihinsel sağlığın anahtarıdır. Önceliklerinizi netleştirin.

İlk önce temel ihtiyaçlarını karşılamayan hiç kimse refahı, ya da mutluluğu elde edemez. Klasik Abraham Maslow piramidini ve onun ilk seviyesini düşünün. Maslow, yiyecek, su, sıcaklık ve dinlenmeyi içeren temel ihtiyaçlarını karşılamayan hiçbir insanın doyuma veya iç huzura ulaşamayacağını belirtir. Temel ihtiyaçlarınızı karşılayın.

İç huzuru sağlamanın yollarından biri, hayatınızdaki en önemli kişi olduğunuzu hatırlamaktır. Bazen, başkalarına ve onların ihtiyaçlarına öncelik vermek için o kadar çok zaman harcarsınız ki, kendinizi kendi hikayenizde bir yardımcı oyuncu olarak konumlandırma eğiliminde olursunuz. Ancak, kendi realitenizin baş kahramanı sizsiniz. Bu nedenle, kendinizi kendi iyiliğinize adamanız çok önemlidir. Kendinize yatırım yapın. Siz önemlisiniz.

Endişeli zihin gürültü, endişeler, baskılar, felaket düşünceleri ve mantıksız korkularla doludur. İç sükuneti ve huzuru bulmak için kaygınızı yönetmeyi öğrenmek çok önemlidir. Bunu elde etme stratejileri, duygularınızı düzenlemekten, en çarpık düşünce biçimlerinizi değiştirmek için bilişsel yeniden yapılandırmaya kadar değişebilir. Kaygıyı nasıl kontrol edeceğini bilen bir zihin.

Bitmemiş işler birçok şekilde olabilir. Dahası, zihninizi dinlendirmenizi engeller. Kinler, bazı şeyleri söylemeye cesaret edememek, dünün sorunları veya uzun süredir ertelediğiniz o sorun, sona erdirmeniz gereken şeylerdir. Hayal kırıklığını, nefreti ve geçmiş pişmanlıkları bırakmak esastır. Dahası, sizi burada ve şimdi endişelendiren şeylerle yüzleşmek ve hissettiklerinizi söyleyecek kadar cesur olmak aynı zamanda iç huzuru sağlamanın yollarıdır. Bekleyen sorunları çözün.

Çevrenizde, dünyanızın hem güzel hem de önemli yönleri vardır. Ancak bazen, günün karmaşasında, kaygı, baskı ve endişenin ortasında, varlığınıza anlam veren bu unsurlar odaktan çıkıp bulanıklaşabilir. Sahip olduklarınız için minnettar olun. Sahip olduklarınız için minnettar olmak, sizin için önemli olan şeylere varlık ve değer vermek demektir. Bu, size anlam ve mutluluk verir. Bu nedenle, hayatta olduğunuz için ve istediğinizi yapmak için doğan her yeni günde yeni bir fırsata sahip olduğunuz için şükredin.

Bazen varoluşunuzun büyük bir bölümünü kaybettiğiniz savaşlarda çatışarak geçirebilirsiniz. Örneğin, belki de ebeveynlerinizin sizi daha çok takdir etmesini istiyorsunuz. Ancak, insanların bir günden diğerine değişmesi her zaman mümkün değildir. Gerçekten de, sizi hiç dikkate almayan birinin birdenbire tavrını değiştirmesi pek olası değildir.

Kaybedeceğiniz başka bir savaş, iş yerinde durumların iyileşmesini beklemek olabilir. Çoğu zaman, işlerin iyi gitmediği gerçeğini kabul etmek, onların gelişmesi için başlangıç noktası olduğunu kanıtlar. Gerçekten de, bir durumun sona erdiğinin tamamen farkında olduğunuzda, istediğiniz ve ihtiyacınız olanı elde etmek için ilerleyebilirsiniz. Sonuç olarak, artık hiçbir anlam ifade etmeyen şeylere dikkat etmeyi bırakmak, iç huzuru sağlamanın başka bir yoludur.

Korkularınızın üstesinden gelin

Korku karşısında cesaret, mutluluğa zemin hazırlar. Aslında, refah ıstırabı yatıştırmak demektir. İç huzur, ne olursa olsun, bununla yüzleşmek için kaynaklara sahip olduğunuzu bilmektir. İyi ya da kötü ne getirirse getirsin, gelecekle yüzleşmek için bu yeterlilik duygusu, iç huzurun tanımıdır.

Psikolog Valeria Sabater

Başkaları hakkında kötü düşünmek gibi kötü bir alışkanlığı olan insanlar genellikle insanlarda pozitif herhangi bir şey göremezler. Ne yazık ki, sosyal ve duygusal yaşamları giderek daha da fakir hale gelir ve bu onları diğer insanları incitmeye dahi sürükleyebilir.

Başkaları hakkında kötü düşünmek önyargıdan doğan kötü bir alışkanlıktır. En kötü kısmı ise, bu davranışın genellikle kehanet özellikleri göstermesidir. Yani diğer bir deyişle, birinin kötü davranacağı ya da onları inciteceği beklentisi, bunları bekleyen kişinin müdahalesi dolayısıyla genellikle gerçeğe dönüşür.

Başkaları hakkında kötü düşünmek alışkanlığını benimsemiş kişiler genellikle geçmişte şaşırtıcı ve negatif deneyimler yaşamış olan insanlardır. Problem bu tip deneyimler değildir, onların detaylandırma eksiklikleridir. Yorgun ve önyargılıdırlar ve ne yazık ki genellikle daha fazla hasara yol açarlar.

Başkaları yüzünden hayal kırıklığına uğramak zordur. Dahası, bu, aşması kolay olmayan acı verici bir deneyimdir. Bunun ana sebebi, sizin bakış açınızdan bu durumun aldatma, güvene ihanet ya da göz ardı edilmeyi temsil etmesidir. Ancak, acıyla başa çıkmak ya da acıya takılıp kalmak sizin elinizdedir.

Şüpheli olan kişi ihaneti davet etmektedir.  Voltaire

Başkaları Hakkında Kötü Düşünmek
Kötü bir alışkanlık olan başkaları hakkında kötü düşünmek, olası zararlara hazır olmanın bir yoludur. Eğer uyanık kalmazsanız ya da savunmada olmazsanız birilerinin sizi aldatacağı fikrine dayanır. Bazen, insanlar incinmemek için başkalarına zarar verirler. Durum ne olursa olsun en kötüsünü beklerler çünkü sürprizleri önlemeye çalışmaktadırlar.Bunun bir sonucu olarak, bu haklı olsa da olmasa da, insanlarla gereksiz ya da savunmacı bağlantılar kurarlar. Bu şekilde kendilerini, maskeler ve kalkanlar olmadan, oldukları gibi göstermenin keyfinden mahrum bırakırlar. Benzer şekilde, biri ile samimi bir bağ kurmanın yarattığı neşeyi deneyimlemeyi de bırakırlar.

En kötüsü de, bir şekilde, insanları kendilerinin bu negatif beklentilerini bir şekilde doldurmaya yönlendirirler. Güvenmeyen bir kişi sadece güvensizlik ve mesafe üretebilir. Bu, kendilerini çevreleyen negatiflik için bir mıknatıs gibidir. Bundan dolayı, bu, gergin ve savunmacı oldukları bir duruma yol açar. Bir köpeğin size saldırması, korkunuzu hissettiğinde daha olasıdır. Bunun nedeni hayvanın bunu kavga etmeye hazır olmak olarak yorumlamasıdır. İnsanlarda da benzer bir içgüdü bulunmaktadır.

Geçmişin Olumsuz Deneyimleri
Başkaları hakkında kötü düşünen bir kişi, bunu kabul etmese bile, acı içerisindedir. Bu alışkanlık iyiliklerini tüketir ve geçmiş hayal kırıklıklarının alevini canlı tutar. Ayrıca, savunmacı tutumları nedeniyle başkalarına karşı zararlı davranışlar da geliştirebilirler.

Bir kişi acıları ele almaz ve bunların üzerinde durmazsa bunu bir eksen olarak kullanır ve bunların etrafında dönerler. Daha önce incitilmiş olan insanların başkalarına güvenmemek için her zaman bir nedenleri vardır. Bu tutumlarının arkasında büyük bir hayal kırıklığı bulunur. Bu sık sık, derinden sevdikleri ya da güvendikleri biri ile ilgilidir.

Reddedilmeleri, terk edilmeleri ya da canlarının acıması onlara bir sürpriz olmuştur. İşte bu onları en çok etkilemiş olan şeydir. Bir zamanlar güvendikleri birinin onları hayal kırıklığına uğratması. Bu tip bir deneyimin kurbanı olmuş olan bir kişi, genellikle kendisini suçlar ve bir daha asla hazırlıksız yakalanmak gibi bir niyeti yoktur.

Acıyı Detaylandırın
Herkesin başkalarını hayal kırıklığına uğratma, ve başkaları tarafından hayal kırıklığına uğratılma ihtimali vardır. Kimse hayatını başkalarını hayal kırıklığına uğratmadan geçiremez. Çünkü insanlar ne melektir, ne de şeytandır. Kimse mükemmel değildir, ve herkes birilerine zarar verir. İnsanlığa güvensizlik duymak hayatınızı kolaylaştırmaz. Hatta bunun tam tersi geçerlidir. Yaptığı tek şey hayal kırıklığınızı hayatınızın ana odak noktasına dönüştürmek ve sizi hapsetmektir. Bundan çıkış yolu savunmalarınızı güçlendirmek ve bir gecede herkese güvenmeye başlamak değildir. Daha ziyade, sizin için o kadar zor olan o anılara geri dönmektir.

Bu olayları affetmeyi ve gitmelerine izin vermeyi, esas olarak kendinizle barış içerisinde olmanın bir yolu olarak yapmalısınız. Eğer bir kişiye güvenirseniz ve bu kişi sizi aldatır ya da hayal kırıklığına uğratırsa o zaman bu eylem onlarla ilgilidir, sizinle değil. Bu kişi size, siz doğru şeyi yapıp onlara güvendiğiniz için yanlış yapmıştır.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Gençler sıklıkla yalan söyleyebilirler. Nitekim bir çocuk yalan söylemeye başladığında, bu onların gelişiminde bir dönüm noktasıdır. Bunun nedeni, bilişsel gelişimlerinde bir ilerlemeyi ve zihin teorilerinin oluşumunu ifade etmesidir. Gerçekten de yalan söyleyebilmeleri, hayali bir gerçeklikle zihinsel olarak çalışabilecekleri anlamına gelir. Bu, gelişmiş bilişsel yetenek gerektiren bir beceridir.

Ergenlik döneminde yalan söylemek, sık görülen veya tercih edilen bir başa çıkma stratejisi haline geldiğinde bir sorun haline gelebilir. Bu model, ergenlerde çocuklar veya yetişkinlerden daha az sıklıkta görülmez. Aslında, ergenler özellikle ebeveynlerine yalan söylemeye daha yatkın oldukları için tam tersidir.

2004 yılında Arnett ve arkadaşları bu konuda bir araştırma yaptı. Ergenlerin sıklıkla ebeveynlerine yalan söylediğini keşfettiler. Ayrıca, yalanları özerklik haklarını doğrulamanın bir yolu olarak kullanıklarını da keşfettiler. Araştırmacılar gençlerin, genç yetişkinlerden oluşan bir grupla karşılaştırıldığında daha fazla yalan söylediklerini de buldular.

2013 yılında Levine ve arkadaşları başka bir araştırma yaptı. Ergenlerin üniversite öğrencilerine veya yetişkinlere göre daha sık yalan söylediğini keşfettiler. Ortalama olarak, son 24 saat içinde 4,10 yalan söylediklerini bildirdiler. Bu, üniversite öğrencilerinden yüzde 75, yani yetişkinlerden yüzde 150 daha fazlaydı.

Gençlerin yalan söyleme yolları

İnsanlar en az iki şekilde yalan söyleyebilir:

  • Gıyaben. Bu kasıtlı olarak bilgi paylaşmamaktır.
  • Planlı olarak. Bu, gerçekte ne olduğuna dair farklı bir açıklama yapmaktan ibarettir. Bu tür yalanlar sadece gerçeklerle ilgili değildir. Örneğin, yalancı bir seçeneğin doğru olduğunu düşünüyormuş gibi davranabilir. Ancak, gerçekte, bunun başka olduğuna inanıyorlar.

İnsanlar sıklıkla başka bir strateji kullanır. Bu kaçınmadır. Bazı insanlarla tanışmamaya çalışırlar, böylece onlara yalan söylemek zorunda kalmazlar.

Gençleri yalan söylemeye motive eden nedir?

Ergenlerin ebeveynlerine yalan söylemesinin nedenlerinden biri, karar verme süreçlerinde egemenlik ve özerklik iddia etmeye çalışmalarıdır. Ergenliğin, özerkliğin önemli olduğu bir gelişim aşaması olduğunu unutmamalıyız. Bu, Erikson tarafından (aktaran Papalia, 2017) ‘kişinin sağlam bir bağlılık oluşturduğu hedefler, değerler ve inançlardan oluşan tutarlı bir benlik kavramı’ olarak tanımlanır (s.357).

Ergenlerde yalanlar genellikle aşırı ebeveyn kontrolü nedeniyle ortaya çıkar. Arnett ve ark. (2004), araştırmalarında, ebeveynler ne kadar kontrollü davranırsa, ergenlerin yalan söyleme olasılığının o kadar yüksek olduğunu bulmuşlardır. Bu, yalan kontrol döngüsünün devam etmesine yol açabilir. Bunun nedeni, çocuklarının kendilerine yalan söylediğini anlayan ebeveynler, daha da kontrolcü olma eğilimindedir.

Gençler ayrıca bir şeyi elde etmek, birini korumak veya gerçeğin sonuçlarıyla yüzleşmemek için korku veya utançtan yalan söylerler (Martins ve Carvalho, 2019). Bunu, ebeveynleriyle paylaşmak istemedikleri duygu ve hislerini örtbas etmek için yapabilirler. Nitekim, evde pek çok sorun olduğunda, ergenler doğruyu söylemekten kaçınma eğilimi gösterirler.

Psikolog Kate Aubrey, gençlerin yalan söylemesi için beş neden öne sürüyor:

  • Problemleri önlemek için.
  • Ebeveynlerini hayal kırıklığına uğratmamak için.
  • Toplumsal baskı nedeniyle. Örneğin, arkadaşlarıyla bir partiyi veya bir etkinliği kaçırmamaları için.
  • Kötü iletişim. Bir ergen anlaşılmayacağını, duyulmayacağını veya saygı duyulmayacağını hissederse, iletişim kurmaktan kaçınır.
  • Kontrol için. Bu, özerkliklerinin gelişimi için önemlidir.

Gençlerin söyledikleri yalanlar hakkında ne yapmalı?

Chris Hudson bir gençlik uzmanı ve ebeveynlik koçu. Gençlerin yalanlarıyla yüzleşmek ve bunları azaltmak için sekiz yol öneriyor:

Bağlantılı ilişkilerBağlı bir ilişki, iyi bir iletişim gerektirir. Belli gerçekleri duymaya açık olmak demektir. Bazen gençler, ebeveynlerinin gerçeği duymak istemediklerini bildikleri için yalan söylerler. Bu nedenle bazı sırların paylaşılabilmeleri için bir güven ortamının olması gerekir.

Dürüstlük modeli: İnsanlarda öğrenmenin ana yollarından biri gözlem yapmaktır ve gençler istisna değildir. Onlara örnek olarak öğretin. Dürüst olun. O zaman, sadece ‘vaaz veren’ bir kişi değil, bir dürüstlük modeli olduğunuzu anlayacaklar. Ne de olsa, kendiniz yapıyorsanız, çocuğunuza yalan söylememesini nasıl söyleyebilirsiniz?

UzlaşmaErgenle sınırları müzakere etmeyi öğrenin. Bir şey yapmaları yasaklandığında veya özgürlükleri kısıtlandığında, genellikle tam tersi şekilde hareket ederek onu geri kazanmaya çalışırlar. Ancak müzakere yoluyla ergen, kontrol edilme algısını azaltır ve karar verme sürecine katılarak özerklik duygusunu artırır.

Sorgulamalardan kaçının, sohbetleri teşvik edin: Çocuğunuz size yalan söylediyse, onunla barışçıl bir konuşma yapmaya çalışın. Gerçekten kızgın olsanız bile, onlarla konuşmadan önce sakinleşmeye çalışın. Çünkü eğer kızgınsanız, çocuğunuzu dinleme ve neden yalan söylediğini anlama olasılığınız daha düşük olacaktır. Olumlu bir şekilde iletişim kurmayı ve onlara ne öğretmek istediğinizi ve bunu nasıl yapacağınız konusunda net olmayı unutmayın.

Hile yapmayın: Ergenlik dönemindeki yalanlar son derece yaygın olduğundan, gerçeği keşfederseniz, ergeni suçüstü yakalamak için bir fırsat beklemekten kaçının. Unutmayın, gerçeği saklamak yalan söylemenin bir yoludur. Bu nedenle, tam olarak çocuğunuzun yapmasını istemediğiniz şeyi yapıyor olacaksınız.

Cezayı orantılı ve akıllıca kullanın: Ergen çocuğunuzun davranışına nasıl tepki verdiğiniz, gelecekteki davranışlarının çoğunu belirleyecektir. Orantısız bir ceza uygularsanız, onlara sadece korku salacaksınız. Disiplinli olduğunuzda, ne öğretmek istediğinizi aklınızda tutmaya çalışın ve bunu yapmanın doğru yollarını bulun.. Olumlu bir şekilde iletişim kurun ve çocuğunuzun söyleyeceklerini dinleyin.

Onları etiketlemeyin: Çocuğunuzu yalancı olarak etiketlemeyin. Bunun nedeni, eğer yaparsanız, aynı şekilde davranmaya devam edebilirler ve bu ‘etiketi’ onaylayabilirler. İnsanları adlandırma ve etiketleme şekliniz, etraflarındaki davranış şeklinizi şekillendirir. Çocuğunuzu yalancı olarak etiketlerseniz, yalancı gibi davranmaları daha olasıdır.

Dikkat edin: Çocuğunuzun yalanlarına karşı dikkatli olun ve motivasyonlarını onlarla tartışın. Bu, belirli durumlarla nasıl ilişkili olduklarını ve neyin yalan söylemelerine neden olduğunu biraz anlamanıza yardımcı olacaktır. Bunu neden yaptıklarını belirledikten sonra, çocuğunuzu bu gibi durumlarla başa çıkmanın yeni yolları ve dürüstlüğün önemi üzerinde düşünmeye davet edin. Aslında, yalana çok fazla odaklanmayın, bunun arkasındaki nedenlere odaklanın.

Ergenlerde yalanlar son derece yaygın ve çok nedenlidir. Onlarla ve aile düzeyinde ortaya çıkan zorluklarla başa çıkmak için ana stratejilerden biri gençle olan ilişkide değişiklik yapmaktır. Dinamikleri ve neden yalan söylemeye başvurduklarını anlamayı sağlayan olumlu diyaloglar için alanlar yaratmanız gerekiyor.

Kendini Tanımak ve Anlamak

Kendini gerçekten, derinden sevemeyenlerin sevgi kapasiteleri yoktur. Kendini sevemeyen biri bir diğerini de yeterince sevemez. Kendimizi sevmenin yolu da kendimizi tanımak ve anlamaktan geçiyor.

Küçücük anlarda verdiğimiz otomatik tepkilerde, yapmam dediğimiz şeyleri yaptığımızda, seçmem dediğimiz şeyleri seçtiğimizde, tetiklenip öfkelendiğimizde, acıyla yüz yüze geldiğimizde, bir ilişkiyi başlatırken, sürdürürken ve sonlandırırken, reddedildiğimizde nasıl davrandığımızda kendimizle ilgili pek çok ipucu bulabiliriz. Bu ipuçlarını görmeye istekli gözlerimizi kendimize açık yüreklilikle çevirdiğimizde kendimizden parçaları bir bütün halinde görebiliriz tuvalde. Kendimizi, kim olduğumuzu, diğer insanlarla nasıl ilişki kurduğumuzu, nasıl algılandığımızı bilmek ve çizdiğimiz resmi görmek en büyük insani ihtiyaçlarımızdan biridir. Bu yazıda sizi kendinizi tanımayla ilgili küçük bir gezinti yapmaya ve yaşadığımız durumlarla ilgili birkaç soruyu cevaplamaya davet ediyorum.

Önce küçük bir gezinti yapalım. Şimdi sizi geçmişe davet ediyorum. Bir an için doğup büyüdüğünüz evi gözünüzde canlandırın. Kapısından girin ve odalarında gezinin. Bu ev nasıl bir ev? Kaç odası var? Diğer aile bireyleri nerede? Bu evde yaşadığınız anılar zihninize geliyor olabilir. Bu evde kimler yaşıyor, kim nerede duruyor, kim ne söylüyor, kimin yüzünde nasıl bir ifade var? Belki birden çok şey hatırlıyorsunuz, belki tek bir görüntü var zihninizde. Bu evde hayali bir gezinti yaparken sizde oluşan duygulara dikkat verin. Nasıl hissediyorsunuz? Mutlu, huzurlu, sıcak mı yoksa suçlu, kederli ve sıkışmış mı? Hissiniz neye benziyor? Sıcak mı soğuk mu deneyimliyorsunuz bu duyguyu? Acele etmeden şuan bu evde dolaşırken neler hissettiğinize bir bakın. Vücudunuza dikkat verdiğinizde hissettiğiniz duygunun konumlandığı bir yer var mı? Dikkat verdiğinizde boğazınızda bir yanma, kalbinizde bir sıkışma veya midenizde bir kramp hissediyor olabilirsiniz. Birden çok şey hissediyor olabilirsiniz.

Her ne hissediyorsanız, onları oldukları gibi tanımaya ve anlamaya çalışın. Duygularınıza merakla baktığınızda daha berrak bir şekilde görünebilirler. Bu sebeple bu duyguları bir kaşif gibi keşfetmeye çalışın. Bu evde dolaşırken, tam şuan, nelere şahit oluyorum, neler hissediyorum, neler beni üzüyor, neler mutlu ediyor bir bakın. Bu gezinti çocukluk deneyimlerimizin, çocuklukta iz bırakan duygularımızın bugün üzerimizde nasıl etkiler bırakmış olabileceği ile ilgili küçük bir ipucu. Yaşamınızda kendinizi bu evdeki hayali gezinti yapakenki gibi hissettiğiniz anları bulmaya çalışın. Nasıl benzerlikler var? Böylece kendinizi tanıma yolunda hikayenizin başladığı yere giderek önemli bir adım atabilirsiniz.

Kendimizi tanıma yolunda güncel yaşantılarımız da elbette çok fikir verir. Öfkelendiğimizde nasıl birine dönüşürüz ve nasıl tepkiler veririz? Ne bizi öfkelendirir? Bu sorunun yanıtını vermek bize sınırlarımızı gösterir. Hangi sınırlar ihlal edildiğinde bir tetiklenme yaşayıp öfkelendiğimizi görürüz. Bu bazen de bir engellenmedir. Hangi engellenmeler bizim için öfke doğurmaktadır? Bu engelleme ve sınır ihlallerini daha önce hangi ilişkimizde nasıl deneyimlemiştik? Bugün öfke olarak açığa çıkan duygu geçmiş yaşantılarımızın bir mirasını da barındırıyor olabilir mi?

Sevgi alamadığımızda bunu talep edebilir miyiz? Bunu talep edebiliyorsak hangi yollarla talep edebiliyoruzdur? Daha önce sevgi talep ettiğimizde başımıza bir iş mi gelmiştir yoksa sevgiyi kolayca alabilmiş miyizdir? Sevgi talep ettiğimizde hangi duygular açığa çıkıyor? Kendimizi aşağılanmış, utanmış, muhtaç küçük bir çocuk gibi mi hissediyoruz? Evet ise bu bize kimi, kiminle kurduğumuz ilişkiyi çağrıştırıyor? Geçmişte karşılanmayan sevgi ihtiyacımızı diğer insanlardan talep ederken bir alacaklı gibi miyiz, yoksa buna hakkımız olmadığını mı düşünüyoruz?

Diğer insanların yanında övündüğümüz şeyler neler? Elbette kendimizde iyi şeyler bulmak isteriz. Fazladan caka satarak, olmadığımız, yapmadığımız, aslının öyle olmadığını bildiğimiz konularda övünme ihtiyacımız nereden gelmektedir peki? İçimizde diğer insanlarla sürekli bir kıyas halinde yaşıyorsak, kendi yeterliliklerimizi vurgulamadığımızda kabul edilmez, saygı gösterilmez hissediyorsak bu bizim hangi çekirdek duygumuza işaret ediyor? Övünecek bir şeyimiz yoksa, biz sadece biz olarak bir değer taşımıyor gibi hissediyor olabilir miyiz?

Kendimizle ilgili en memnun olduğumuz özellik nedir? Eğer bende hiç iyi bir şey yok, sevilmeye, beğenilmeye layık değilim diyorsak, kendimize şefkat vermeyi bilmiyor/öğrenmemiş olabiliriz. Eğer birileri bizi içten, yürekten ve koşulsuz sevmediyse kendimizden memnun olmak için sebep bulmakta zorlanıyor olabiliriz. Kendimizi tanımak ve anlamak ise, her şeyimizle, kusur ve hatalarımıza rağmen iyi yapabildiğimiz şeyleri de görüp bütünleşmekten geçer. Kötü yaptıklarınızın yanı sıra iyi yaptıklarınız neler?

Kendinizle ilgili hangi sıfatları kullanırsınız? Bu sıfatları kullanmaya nasıl karar verdiniz? Daha önce bu sıfatları size söyleyen birileri olmuş muydu? Bunun üzerine düşünmüş müydünüz, yoksa sözüne güvendiğiniz birinin söylemesi bunları kabul etmeniz için yeterli miydi? Kullandığınız sıfatlarda olumlu ve olumsuz olanlar dengeli mi?

Hata yaptığınızda nasıl davranırsınız? Aşırı özürler dileyerek telafi etmeye mi çalışırsınız, hatanızı bilmenize rağmen kabul etmek size çok zoru mu gelir, yoksa kendinize hata yapma payı vermeyenlerden misiniz? Bu tutumları sizde oluşturan geçmişte yaptığınız hataların tolere edilmemesi ve size büyük bedeller ödetilmesi olabilir mi? Belki de hata yapmanın çok büyük bir cezası olduğunu ve hata yaparsanız sevilmeyeceğinizi öğrenmiş olabilirsiniz. Kimse sizden özür dilemediği için nasıl özür dileneceğini bilmiyor olabilirsiniz.

Tüm bunların yanı sıra kendimizi tanıyıp anlamak için sık sık aynaya bakabiliriz. Ve çevremiz sayısız aynayla doludur. Her şeyde kendimizle ilgili bir bilgi bulabiliriz. Yaşam olayları, insanlar, insanlarla ilişkilerimiz, terapi almak bir aynadır. Aynaya bakmak ise, orada ne göreceğimiz konusunda açık yürekli olmayı gerektirir. Cesaretle kendi aynalarımıza daha yakından bakabildiğimizde aynada her ne görüyorsak onu olduğu gibi anlamaya ve sevmeye bir adım daha yaklaşacağımızı düşünüyorum.

Uzm. Psk. Dan. Esra DEĞİRMENCİ

Çoğu zaman diğer insanların davranışlarına dikkat kesiliriz. Nerede ne yapıyor, nasıl tepkiler veriyor, bize karşı nasıl davranıyor? Bunları görmek kolaydır. Gözümüz dışarıda olan biteni gözlemlemeye alışkındır. Diğerlerinin yaptıkları üzerine saatlerce konuşabiliriz. Gözlemlerimiz kendimizden çok, diğeri üstünedir. Iskaladığımız çoğunlukla kendi yaptıklarımızdır. Yakın ilişkilerde de bu geçerli elbette. Yakın ilişki yaşadığımız pek çok insandan bahsederken bize karşı davranışlarını, sözlerini, anlaşmazlık durumlarında verdiği tepkileri çok kolay anlatabiliriz. Şöyle dedi, çok kırıldım, bunu yaptı gerçekten inanamıyorum deriz.

Bazen zor şeyler yaşamış ve haksızlığa uğramış olabiliriz ama bahsettiğim şey genellikle sorundaki payımızı görmek istemeyişimiz. Oysa yakın ilişkiler karşılıklı edilen danslar gibidir. Yakın ilişki kuran, birbirine daha derin duygular besleyip, derin paylaşımlar yapan iki insan da bu dansın dansçılarıdır. Bu dansçılar birbirini etkiler ve birbirinden etkilenirler. Bilirsiniz ki her dansın bir figürü vardır. Dışarıdan bakıldığında iki kişinin adımları ve hareketleri bir bütünü ortaya çıkarır, tıpkı ilişki dansları gibi. Biz bir şey yaparız, eşimiz bir şey yapar ve ortaya ilişki dansı çıkar.

İlişkide yaşanan çatışmalarda da bu iki dansçının ortaya çıkardığı figürleri görmek mümkün. Biz bir istekte bulunuruz, eşimiz karşı çıkar, biz gözlerimizi deviririz, eşimiz sinirlenir, biz trip atarak odayı terk ederiz, eşimiz televizyon izlemeye devam eder, ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam ederiz. Görüldüğü gibi bu iki kişinin edimleriyle oluşan küçük bir tablo. Her durumda bu ikili adımlardan söz etmek mümkün. Fakat bazen kendi yapıp ettiklerimiz bize çok sıradan, normal, basit ve anlaşılabilir gözüktüğünden, bir diğerinde neleri tetiklediğini kestirmekte zorlanabiliriz. Az önceki örnekten yola çıkarsak göz devirmeyi bir sinirlenme kadar önemli görmemiş, dolayısıyla bu dansta bir adım olduğunu es geçmiş olabiliriz. Ama farkında olmadan yapıp ettiklerimiz de bazen olumsuz döngülerin sürmesine sebep olabilir.

Ortaya çıkan durumlarda kendi payımızı görmek sorumluluk almanın ilk adımı aslında. Kendi davranışlarımıza dikkat kesildiğimizde verdiğimiz bazı tepkilerin olumsuz döngüdeki yerini bulup anladığımızda üzerimize düşen küçük adımı da atmış olacağız. Ve elbette bir başka adım da ilişki içinde olduğumuz diğerinden gelmeli ki, eski olumsuz döngüler yerini ahenkli bir dansa bırakabilsin. Size sorunlardaki kendi payımızı görüp bize düşen sorumluluğu alabilmemiz için birkaç döngüsel soru bırakıyorum. Bu herkesin kendi içinde bulup cevaplaması gereken sorulardır. Yakın ilişkide olan iki insan bu soruları kendine sorup dürüst cevaplar verebilirse iletişim kurmak ve problemi anlamak için kendi üzerine düşen o ilk adımı atmaları kolaylaşacaktır.

-Bu olayda benim payıma düşen nedir?

-O böyle yaptığında ben ne yapıyordum?

-Bu onu nasıl etkilemiş olabilir?

-Ben………………… yaptım, o …………….. yaptı. Bu iki durum birbirini nasıl etkilemiş olabilir?

-Bu beni nasıl etkiledi, neler hissettim ve düşündüm, sonraki adımıma etkisi ne oldu?

-Sonraki adımlar nasıldı?

-Bu adımların sorundaki rolü neydi?

-Bu durumun yaşanmasında/devam etmesinde farkında olmadan yapmış olduğum bir şey rol oynuyor olabilir mi?

-Farklı davranmam mümkün olsaydı bu sonuçtan başka bir sonuç yaşıyor olur muyduk?

-O ………………. yaptığında, ben ……………………………. yapıyorum ve sonuç …………………….. oluyor.

Evde sesler yükseliyorsa orada hala capcanlı duygular ve umut vardır.’

Çift terapisi için bana başvuran çiftler evde seslerin yükselmesinden, bağırarak kavga ettiklerinden yakındıklarında onlara ‘Evde sesler yükseliyorsa orada hala capcanlı duygular ve umut vardır.’ Derim.

Bu genellikle çiftte büyük bir şaşkınlık yaratır. Nasıl yani? Birbirimize bağırıyoruz bunun nesi iyi derler. Açıklamam şu ki, hiç tartışmayan, birbirine bağıracak kadar bile kıymet vermeyen çiftlere nazaran evde sesin yükselmesi eşlerin hala birbirlerine duyurmak istediği bir şeyler olduğunu gösterir. Bağırmak bir noktada beni duy çığlığı değil midir? Bu yüzden tartışmak, tartışmamak kadar kötü değildir (elbette haddi aşmadığı ve şiddete dönüşmediği noktada).

Tartışan çift birbirlerine duygularını nasıl göstereceğinin yolunu iyi belirleyememiş ve birbirlerini kırmış, yaralamış olsalar da birbirlerinden vazgeçmemişlerdir. Yaralayıcı cümlelerle, ağır suçlamalarla bunun yolunu bilemiyorlar fakat hala bu ilişkide kalmak istiyorlardır. Oysa bir çift hiç tartışmıyorsa, hiçbir şey olmamış gibi sırt sırta dönüp uyuyorsa belki de artık tartışacak kadar bile umutları kalmamıştır.

Birbirini nasıl duyabileceğini bilmeyen ve bunun tek yolunun bağırmak, tartışmak olduğunu öğrenen çiftlerin hakaret etmeden, kırıcı ve aşağılayıcı olmadan da tartışılabileceğini öğrenmesi gerekir. Duyguları bağırmadan duyurabilmenin ve ortak bir anlayış alanı açabilmenin birbirinden vazgeçmemiş çiftlerin ilişkisini çok iyi bir noktaya taşıdığını görürüz. Bu çiftler birbirlerinin sınırlarına saygı duyarak, farklı düşünceleri sabırla dinleyerek, bazen de uzlaşamadıkları konusunda uzlaşarak insani bir tartışma kültürü oluşturabilirler. Çünkü gerçekçi olan hiç tartışmamak değil, saygılıca tartışmayı becerebilmektir.

Tartışma, kişiliğe saldırıcı olmadığında, kişisel sınırları ihlal etmediğinde ve şiddet, hakaret içermediğinde çift için pek çok faydayı da barındırabilir. Partnerimizin neyi sevip sevmediğini, sınırlarını, beklenti ve isteklerini daha yakından görmüş oluruz. Kendi sinirlendiğimiz şeylerde neyin bizi tetiklediğini, sınırlarımızı keşfedebiliriz. İlişkide bundan sonra ortaya çıkabilecek olası pürüzler hakkında fikir ediniriz. İyi yapılmış bir tartışma sonrası ilişkimiz daha da güçlenebilir bile. Elbette farklı düşüneceğiz, bazen birimiz turşunun limonla, birimiz sirkeyle daha iyi yapılacağını savunacak.

Bu yüzden hiç tartışmamak değil, saygılıca tartışabilmek ve olası kırgınlıkları onarabilmek temel hedef olmalıdır.

Psikolog Esra Değirmenci

“Taciz” kelimesini duyduğumuz zaman, otomatik olarak aklımıza gelen ilk görüntü, fiziksel şiddete maruz kalmış bir bireydir. Bununla birlikte, fiziksel şiddet, şiddetin sadece bir türüdür. Bu yazıda, başka şiddet türleriyle eş zamanlı veya tek başına var olabilecek bir şiddet türünden bahsedeceğiz: Psikolojik şiddet.

Manipülasyon, aşağılama ve hakaretler, fiziksel şiddetten veya dayak yemekten daha yaygındır. Ancak, bu gibi bir şiddet hakkında pek konuşmuyor veya yeteri kadar bu durumları kınamıyoruz. Neden mi? Sebepleri çeşitlidir. Bazıları mağdurun utanç duygusu ile hareket etmesinden kaynaklanır. Ve diğerleri ise, fiziksel şiddete dayalı vücutta oluşabilecek izler olmadığından, şiddet kapsamında değerlendirilmemesidir.

Evin içindeki ve dışındaki psikolojik şiddet

Psikolojik şiddet, başta evde olmak üzere, iş yerinde, sosyal medyada veya toplum içerisinde de görülebilir. Çoğu durumda, biz böyle bir şiddetin icra edildiğini bile anlamayabiliriz. Ancak, bunun sebep olduğu zararlar için de aynı şey söylenemez.

Ruhsal saldırganlık hali, genellikle zamana yayılır ve bir kayanın üstüne damlayan su damlaları gibi kendini belli eder. Sabit, kesintisiz ve geri dönüşü olmayan bir yapısı vardır. Eğer sadece şu ana bakarsak, etkilerini görmek oldukça zordur.

Benzer durum, psikolojik şiddet için de geçerlidir. Saldırgan, yavaş yavaş diğer kişinin zihnine korku ve bağımlılık aşılar.

Bu tür bir saldırganlık hali herhangi bir ortamda gerçekleşebilirken, en yaygın olanı, çekirdek ailede ya da bir ilişki içerisinde görülür. Bir kişi, diğerini değersiz biri gibi hissettirir. Onları, başkalarının önünde rezil eder, yargılar, tehdit eder ve onlara hakaret eder.

Mağdur, adım adım evinden dışarı çıkmayı bırakır, hep gittiği mekanlara uğramaz olur, arkadaşlarını, ailesini görme isteğini zamanla kaybeder olur. Bu tür şiddetten, bağımlılık doğar. Mağdur kendini değersiz bir birey olarak görür. Dolayısıyla bu nedenle, her şey için eşine bağımlı bir yapıya bürünür.

Çocuklarda psikolojik şiddet

Çocuklara aşırı disiplin uygulandığında, onların güçlü ve disiplinli birer yetişkin olarak büyüyeceği genel olarak kabul edilmiş bir kanıdır. Ancak durum hiç de öyle değildir. Bu tür sıkı bir eğitim tarzı, sadece sinir bozucu çocuklar, gençler ve yetişkinler, kompleksli ve çok düşük benlik saygısı olan bireyler üretir.

Zihinsel olarak çocuklarına şiddet uygulayan ebeveynler, büyüdükleri zaman, kendilerine birer düşman olacak bireyler yetiştirdiklerinin farkında olmazlar. Özellikle ergenlik dönemi, çocuklar için zaten karmaşık bir zamandır.

Psikolojik şiddet neden bildirilmiyor?

Bu soruyu cevaplamak için, çeşitli faktörleri akılda tutmalı ve belirli koşullara dikkat etmeliyiz. Bununla birlikte, bu tür durumlarda yaygın veya sık görülen bazı kalıplar vardır.

Her şeyden önce, bildirilmediği için, mağdur birçok kez, maruz kaldığı şiddetin farkında bile değildir. Saldırgan, “o kadar zeki bir şekilde” hazırlanmıştır ki, “kötü” biri olarak algılanamaz. Bunun yerine, günlük, normal ve hatta beklenen bir şey olarak düşünülür. Hepimizin bildiği, “beni sevdiği için yapıyor” sözü, bu tür durumlar için çok söylenir.

Öte yandan, mağdur, maruz kaldığı bu bu davranışı fark etse bile, maruz kaldığı şiddet, fiziksel şiddetin aksine, kanıtlaması zor bir şiddettir . Çoğu vakada, mağdurun ailesi ve arkadaşları, her iki tarafın davranışlarında veya tutumlarında bir değişiklik olduğunu fark eder. Dahası, sözlü saldırıların bir kısmı sosyal topluluk içerisinde de gerçekleşebilir.

Ayrıca, duyulan korku sebebiyle de, psikolojik şiddet bildirilememektedir. Bazen, kurbanın, çocuklarına veya ailesine bir şey olacağı korkusu ile, maruz kaldığı şiddeti sineye çekerek evine dönmesi gerekebilir. Son olarak, devlet makamlarınca verilen sözlerin eksikliği ve pek çok ülkede fiziksel ve zihinsel aile içi şiddetle ilgili mevzuat eksikliği, mağdurun durumunu bildirmesini zorlaştırmaktadır.

Peki tacizden kaçınmak için ne yapabilirsiniz?

Kurbanın durumunu değiştirebilmesi için, benzer bir durum yaşayan insanlarla iletişime geçmesi iyi bir seçenek olabilir. Onlara yardım edebilecek kuruluşlar ve vakıflar da var. Kurbanın, tacizden olabildiğinde uzaklaşmasını sağlayın, böylece sorun, trajik ya da geri dönüşü olmayan sonuçlar doğurmaz. Ayrıca, kendilerine en yakın insanlarla iletişim halinde olmak, mağdurun kesinlikle yapması gereken bir şeydir. Sevdiklerinin desteğiyle ve yaşadıklarından çıkaracakları dersler ile, hayata devam etmek daha kolay olacaktır. Öte yandan, sevdiğimiz insanların benlik saygısını güçlendirerek, bu tür bir saldırganlığa karşı kendilerini daha güçlü bir karakter haline getirmelerine yardımcı olabiliriz.

Bir aile içinde yaşanabilecek farklı şiddet türlerini giderek daha fazla sıklıkta duyuyoruz. Aile içi şiddet, cinsiyet temelli şiddet ve hatta çocuk istismarı var. Bütün bu şiddet türleri fiziksel, psikolojik ve sosyal sonuçları bakımından çok önemli.

“Şiddet yalnızca bir başka insanı öldürme eylemi değildir. Aşağılayıcı bir söz kullandığımızda, bir kişiyi baştan savmak için bir jest yaptığımızda, korku yüzünden birine itaat ettiğimizde de şiddet söz konusudur. Yani şiddet, sadece Tanrı adına, toplum ya da ülke adına organize kasaplık yapmak değildir. Şiddet çok daha gizli ve derindir.” Jiddu Krishnamurti
Aile içi şiddet nedir?
Aile içi şiddet, aile içinde gerçekleşen şiddet türüdür. Kan bağıyla bağlı olsun ya da olmasın aynı evde yaşayan insanların maruz bırakıldığı her türlü şiddet buna dâhildir. Yani aile içi şiddet olarak şunlar sayılabilir: karı koca arasında şiddet ve saldırganlık, anne babaların çocuklara ve çocukların ise anne babaya şiddet göstermesi. Ayrıca biyolojik çocuk olmasa bile saldırganla birlikte yaşayan ve ailenin parçası olan her kişi bu şiddetin mağdurlarındandır. Başka bir deyişle, aile içi şiddet dendiğinde aynı aile dairesinde yaşadığı sürece herkes saldırgan ya da kurban olabilir. Aralarında kan bağı olmasa bile bu durum geçerlidir. Ne yazık ki medya bu tür şiddeti, cinsiyet bazlı şiddetle aynı şey gibi göstermektedir. Fakat aile içi şiddet aslında çok daha geniş bir kavramdır.

Cinsiyet temelli şiddet nedir?

Cinsiyet temelli şiddet, ister fiziksel isterse hem fiziksel hem psikolojik olsun, saldırgan ve mağdur arasında evlilik ilişkisiyle kıyaslanabilecek bir duygu ilişkisinin olduğu ya da eskiden yaşandığı durumda gerçekleştirilen her şiddet eylemidir. Fakat bu iki kişinin birlikte yaşamasıyla bağlantılı değildir.

Dolayısıyla, cinsiyet temelli şiddetten söz edebilmek için mağdurun saldırganla bir ilişkisinin olması ya da geçmişte böyle bir ilişki yaşamış olması gerekmektedir. Ayrıca bunun uzun süreli bir duygu ilişkisi olduğuna dair kanıt olmalıdır. Bu tanım, rastgele ilişki ve arkadaşlıkları kapsamaz. Bütün bunlar kanunun muhtemel saldırgana uygulanması için duygu ilişkisinin kanıtlanması gerektiği anlamına gelmektedir.

Fark nedir?
Peki, bir kadına saldıran kişi bir erkekse aile içi şiddet ile cinsiyet temelli şiddet arasındaki fark nedir? Fark, nedenden kaynaklanmaktadır. Şiddetin cinsiyet temelli olarak tanımlanabilmesi için nedenin cinsiyetler arasındaki güç ilişkisiyle ilgili olması gerekir. Diğer bir deyişle kadının, erkeğin şiddetle yarattığı baskıya teslim olmasıdır. Bu yüzden yalnızca kadınlar cinsiyet temelli şiddet mağduru olabilir.

Bu, erkeklere saldıran kadınlar yok mu demektir? Elbette, hayır. Ama şiddet yüzünden ölenler biz kadınlarız, erkekler değil. Cinsiyet Temelli Şiddeti İzleme Merkezi’nin verilerine göre bir erkeğin bir kadın tarafından öldürülüğü durumların çoğunda olayın, uzun bir cinsiyet temelli şiddet geçmişine bağlı olduğu görülmektedir. Yani cinayet, nefsi müdafaa ya da kadının çocuklarını korumaya çalışması nedeniyle gerçekleşmiştir.

Dolayısıyla, erkeklere karşı suç işleyerek ceza alan kadınların davalarında nefsi-müdafaa hafifletici neden olarak görülmektedir. Dolayısıyla, hafif suç olarak düşünülmektedir. Hatta kısa süre öncesine kadar kabahat olarak kabul edilirken Ceza Kanunu’ndaki tanımı değiştirildi.

“Cinsel, ırksal ve cinsiyet temelli şiddet ile diğer ayrımcılık türleri, söz konusu kültür değiştirilmeden o kültürden silinemez.” Charlotte Bunch

İstismar, sömürme ve çocuk tecavüzü arasındaki fark

Ne yazık ki aile bağlamında şiddetten muzdarip olanlar sadece yetişkinler değildir. Çocuklar söz konusu olduğunda da cinsel ya da başka türlü istismar, sömürü ve hatta tecavüzler yaşanmaktadır. Bu terimler medyada doğru olarak kullanılmıyor. Çocukluk döneminde yaşandığında ya da yetişkin mağdurlara dair olarak konuşulduğunda yanlış kullanılmış oluyor. Ayrıca aile alanı dışında yaşandığında da terim hatalı kullanılıyor. İstismar fiziksel, psikolojik ve hatta cinsel olabilir. Küçük, incindiğinde ya da canı yakıldığında istismar fizikseldir. Çocuk rezil edildiğinde ya da usandırıldığında psikolojik istismar söz konusudur. Son olarak çocuğun karşısında müstehcen eylemler gerçekleştirildiğinde veya cinsel temas gerçekleştiğinde cinsel istismar söz konusudur. Dolayısıyla, istismar terimi çok daha geniştir ve yalnızca fiziksel saldırı gerçekleştiğinde sömürüyü de içerir. Ayrıca cinsi temas gerçekleştiğine işaret eden cinsel saldırılar söz konusuysa tecavüzü de içerir. Buna yalnızca teşhircilik ve müstehcen eylemler dâhil değildir.

Aile içi şiddetin farklı türlerinde psikolojik müdahale

Bu yazıda tartışılan farklı terimleri tanıyıp ayrımını yaptığımızda tavsiye edilen farklı psikolojik müdahale türlerini adlandırmak kolay olacaktır. Ama sadece mağdurlar değil saldırganlar için de geçerlidir bu. Çünkü her ikisi de önemlidir.

Çocuğun saldırgan ve anne babasının mağdur olduğunu aile içi şiddet durumlarında genellikle iletişim sorunları yaşanmaktadır. Çocuk bir duyguyu ifade etmeye çalışmakta ma bunu uygun bir şekilde nasıl yapacağını bilememektedir. Ayrıca anne babalar da iletişim kuramamış ve sağlıklı bir ilişki için gerekli kurallar belirleyememiştir. İşte bu yüzden çoğu zaman aile müdahalesine başvurulur. Bunlar iletişim ve işbirliğini teşvik için kullanılır. Diğer yandan öfke yönetimi ve diğer beceriler için de bireysel müdahalelere başvurulmaktadır.

Cinsiyet temelli şiddet söz konusu olduğunda mağdur için gerçekleştirilen müdahaleler, kişinin öz saygı ve bağımsızlığını, sosyal becerileri kazanması ve travmayı aşması yönünde yürütülür. Saldırgan için müdahaleler onu yeniden eğitmeye yönelik olarak kullanılır. Ayrıca ataerkil toplumumuzda saldırganın içine aşılanmış olan şablonlardan farklı şablonlar yerleştirilmeye çalışılır. Bunun yanında öfke yönetimi becerisi ile iletişim becerisine odaklanılır.

Çocuk istismarı, bilhassa cinsel istismar karşısında erken müdahale çok önemlidir. O deneyimin anlamı yeniden belirlenmeye çalışılmalıdır. Suçluluk duygusunun tedavisi ve travmanın tedavisi de birer önceliktir. Saldırganlar için ise cinsel saldırıların kontrolü için kanıtlanmış programlar uygulanmalıdır. Hedef, bu kişilerin topluma yeniden entegrasyonunu sağlamaktır.

Şiddet, ne yazık ki sınır tanımayan bir tür salgın hastalık gibidir. Ne yazık ki birçok şiddet türü var ve bunu dünyanın her yerinde görebilirsiniz.

Birinin sizden bir şey yapmanızı isteme şeklinden tutun da binlerce hayata mal olan en kanlı savaşlara kadar şiddet her yerde. Savaşlarda bizzat bulunmasanız bile bir şekilde tanık olur ve bu şiddetten payınıza düşeni alırsınız. Bazen agresif olmak genlerimizde varmış gibi görünür. Ancak şiddet kültüreldir. Şiddeti öğrenir ve uygularız. Bunu öğretiriz. Ancak bunu öğrenebildiğiniz gibi unutabilir ve bu döngüye bir son da verebilirsiniz.
“Şiddet başkalarının ideallerinden korkmaktır.” Mahatma Gandhi

1. Ekonomik şiddet

Bu şiddet iki yüzlüdür. Biri doğrudan diğeri ise dolaylıdır. Doğrudan ekonomik şiddet sizin malınızı ve mülkünüzü etkiler. Buna hırsızlık, kaçırma, zorla alma ve finansal durumunuzu etkileyecek her türlü illegal suç dahildir.

Dolaylı ekonomik şiddet, ekonomik sistemin ilginizi etkileyen iç mekanizmaları ile ilgilidir. Örneğin, ücretler işgücü piyasasında düştüğünde gerçekleşir. Bu, haksız rekabetle karşılaşmanız gerektiği anlamına gelir, çünkü diğer insanlar daha az ücret alabilir ve işlerini daha kolay bulabilir. Dolaylı ekonomik şiddetin bir başka örneği de, yetkililerin sözde eşit önlemleri yürürlüğe koyması, ancak aslında sadece belirli taraflara fayda sağlamalarıdır.

  1. Siyasi ve kurumsal şiddet
    Siyasi şiddet, sizin çıkarlarınıza uygun bir siyasi partinin yapmasını içerir. Bir siyasi parti sizi bir politik şiddet davası olan bir araç olarak kullandığında. Örneğin, siz bir katkıda bulunmuş ve yozlaşmış bir politik sınıfın kurbanı olduğunuzda.

Kurumsal şiddet, bir kurumun kötü muamelesi veya kötüye kullanılmasıyla ilgilidir. Örneğin, bir şekilde size zarar verebilecek kötü bir hizmet alırsanız gerçekleşir. Bu tip şiddetin bir başka örneği, tıbbi kurumların ağrınızı görmezden gelmesi veya en aza indirgemesidir.

3. Cinsel veya cinsiyete yönelik şiddet

21. yüzyılda yaşıyor olmamıza karşın kadına şiddet hala gündemde. Bazı durumlarda bunun arttığı bile söylenebilir. Bunun nedeni cinsiyetçiliktir. Bu bir erkek veya başka kadınlar bir kadından yapmasını istediklerini yapmadığı zaman ortaya çıkar.

Aynı şekilde erkekler de duygusal ve fiziksel şiddetin kurbanı olabilir. Başka kadınlar veya erkekler buna neden olabilir. Bazen sırf erkek oldukları için erkeklere karşı önyargılı ve acımasız davranılabiliyor. Ne yazık ki kadınların çocukları cinsel istismarı yönündeki bulgular da her geçen gün artıyor.

4. Kültürel şiddet

Birçok pazarlama şekli insanları birbirinin kopyası haline getirmeye çalışıyor. Uzmanlara göre ise bu da bir şiddet biçimi. Bu nedenle dünyadaki birçok kültüre ve farklı yaşam tarzına saygı gösterilmediği yönünde bir görüş var.

Aynı şekilde bazı kültürlerde bazı topluluklara karşı belirli şiddet politikaları uygulanıyor. Bunlar ufak gruplar ya da azınlıklara karşı. Bu kategorinin başta gören mağdurları ise LGBT üyeleri ya da bazı etnik kökenli gruplardır.

  1. Dini şiddet
    Bugün dünyada güç ve takipçiler için savaşan birçok dini grup ve mezhep var. Bunlardan bazıları, kesinlikle, inancın gerçek ifadeleridir. Ancak, bu grupların çoğunun liderlerinin gerçek çıkarlarının mali olduğu da doğrudur. Onlar inancın emirlerini dikte eden ve yöneten kişilerdir ve takipçilerinin umutlarını manipüle etmekte tereddüt etmezler. Bu tür bir tarikat, takipçilerinin para kazanmak için korkularını ve kafa karışıklıklarını kullanır. Bunu doğrudan ya da dolaylı olarak yapabilirler (daha fazla takipçinin işe alınması için çalışma ya da isteklilik yoluyla). Onlar dünyanın sonu ve insan ırkının tahrip edilmesi hakkında karanlık mesajlar taşıma eğilimindedirler. Bu mesajlar ve neden oldukları korku ile, arzu ettikleri şeyi elde etmek için inananların iradesini kırarlar.
  1. Siber zorbalık
    Sosyal medyanın ortaya çıkışıyla, şiddet türleri listemize başka türlü bir taciz daha ekledik. Öyle ya da böyle, yeni teknolojimiz tacizi kolaylaştırır biçimde çünkü korkaklara anonimlik sağlıyor. Aynı şekilde, farklı ülkelerdeki siber zorbalıkla ilgili yasalar henüz net değildir, bu yüzden bu şiddet içeren davranışların çoğu cezasız kalmaktadır.

Ayrıca, herkes görüntüleri kaydetme ve paylaşma özgürlüğüne sahiptir. Ve birçok insan bu fırsattan yararlanır. Bu da dolayısıyla yeni şiddet biçimlerine yol açar. Bunlardan biri, herkesin bir video kaydedip sosyal medyaya yükleyebilmesidir. Görüntünüzü bir şaka olarak kullanabilir ya da bazı izole edilmiş olayların sizi bir kişi olarak tanımladığı izlenimini verebilirler. Bunu anladığınız zaman, binlerce insanın görüntüleri gördüğü ve kendi önyargılı sonuçlarına varmış olması muhtemeldir.

  1. Bilgi şiddeti
    Birçok medya kuruluşunun programlanması çok miktarda şiddet içeren haber içeriyor. Bilginin ne kadar çirkin olduğu, sahip olduğu etki ve o kadar çok izleyicinin ilgisini çekeceği gözüküyor. Bazen bir gazeteyi açtığınızda veya televizyondaki günlük haberleri izlerken, gerçeklik fikrinizi çarpıtan bir takım bilgiler alırsınız.

En kötüsü, medyanın bu tür bir haber sunması, çünkü bir talep var. Bir bakıma, medya bu tür haberlerin neden olduğu etki için kullanılıyor. Bu nedenle, medya her zaman son hikayeden daha büyük bir etkiye sahip olan haber öykülerinin peşinde. Acı, ölüm, işkence ve her türlü korkunç şey bir gösteriye dönüştü.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas.

Kişilik, bir kişinin süreklilik sergileyen düşünme, hissetme, davranma ve insanlarla iletişim ve ilişki kurma özelliklerinin genel bir örüntüsüdür. Kişilik, doğuştan getirilen bazı eğilimleri de kapsamakla beraber ağırlıklı olarak bebeklikten itibaren kişinin çevresindeki insanlarla kurduğu etkileşimler ve bu etkileşimler sonucu yaşadıkları ile şekillenir.  

Ruh bilimcilere göre kişilik, bireyin kendine özgü ve ayırıcı davranışlarının bütünü olarak tanımlanır. Batı dillerinde, kişilik sözcüğünün karşılığı olarak kullanılan sözcükler (personality, personalité, persönlichkeit), Latincede tiyatro oyuncularının rollerine uygun olarak yüzlerine taktıkları “maske” anlamına gelen “persona” sözcüğünden türetilmiştir. Kişiliğin bir yanı, insanın öteki kişilerle ilişkilerinde aldığı tavır, gösterdiği davranış, yani taktığı maskedir.

İnsan, çevresiyle sürekli ilişki içindedir ve çoğu kez duygularına, düşüncelerine, tutum ve davranışlarına, olduklarından daha değişik bir biçim vermeye çalışır. Kimi insanda bu durum süreklidir; kimisi ise yerine göre değişik görünmek ister. Böylece insan, sürekli ya da zaman zaman takılan bir maskenin arkasına sığınarak, kendisini istediği ya da istendiği gibi göstermeye çalışır. O halde kişilik kavramı, bireyin başkalarıyla kurduğu ilişkilerdeki tepkiyi ve kendisini gösterme biçimini de içermektedir.

Mizaç ya da huy; günlük yaşantı içinde kişiye özgü, oldukça sınırlı, belirli duygusal tepkilerin nitelik ve nicelik bakımından değişmesidir. Çabuk kızmak, sıkılmak, öfkelenmek, neşelenmek, hareketli ya da hareketsiz olmak vb. bireylere göre değişen mizaç özellikleri ya da huydur. Kısaca, insanın duygulanım ve coşkularının bütünü olarak tanımlanabilen huy ya da mizaç, kişiliğin sadece bir yanını ya da bir öğesini oluşturmaktadır.

Karakter; kişiye özgü davranışların bütünü olup, insanın bedensel, duygusal ve zihinsel etkinliğine, çevrenin verdiği değerdir. Bireyin karakteri, kişisel özellikler ile içinde yaşanılan çevrenin değer yargılarından oluşur.

Karakter, aile, okul, çevre içinde, çocukluk çağından itibaren gelişmeye, biçimlenmeye başlar. Karakterin gelişmesi ve biçimlenmesine ilişkin değişik ruhbilim ve toplumbilim öğretileri bulunmasına karşın, bunların hepsi karakterin oluşmasıyla üstbenliğin ve vicdanın oluşması arasında sıkı bir bağlantı olduğunu vurgulamışlardır. Çocuklukta başlayan özümleme, benimseme ve özdeşleşme süreçleri sonunda oluşan vicdanın niteliği ve niceliği, aynı zamanda karakterin de nitelik ve niceliğini saptar. Çocukluk dönemindeki yetersizlikler, çatışmalar, karmaşalar, olumsuz çevre koşullarıyla birlikte, “karakteropat”, “sosyopat”, “psikopat” denilen kişilik yapılarının ortaya çıkmasına neden olur. Bu kişiler, bütün yaşamları boyunca, kendi iç dünyaları ve çevreyle sürtüşme ve çatışma içinde olduklarından, daima toplumun değer yargılarına ve ahlak kurallarına ters düşen davranışlar yaparlar.

Psikoloji ve Psikiyatrist Dr. Burhan Burhanoğlu

Die schönste Melodie der Welt, Sie können Sergei Chekalin endlos anhören!

Kişilik bozuklukları bir kişinin sağlıklı bir şekilde düşünmesine engel olan ve davranışlarında anormal değişimlere sebep olan psikolojik bir rahatsızlıktır. Bu ciddi zihinsel bozukluğun bir diğer adı ise borderline adı verilmektedir. Genetik yatkınlığın etkisi olduğu gibi kişinin yaşamış olduğu ağır depresif durumlarda bu hastalığa neden olmaktadır.

Kişilikte yaşanan bozukluklar özellikle ergenlik döneminden itibaren belirginleşmeye başlamaktadır. Bu sebeple bu hastalık konusunda bilgi sahibi olmak erken tanıda son derece önemlidir. Kişilik bozukluğuna sahip olan kişilerde toplumsal uyum sorunu, arkadaşlık kuramama ve iş veya okul hayatında düzenli olarak sorunlar yaşama görülmektedir. Bu gibi rahatsızlıklara sahip olan kişiler hastanelerde bulunan psikiyatri polikliniklerine başvurarak tedavi olmalıdır.

Kişilik bozuklukları birbirinden farklı pek çok türe sahip olan bir rahatsızlıktır. Her türün kendine özgü bir tedavi seçeneği bulunmaktadır. Uygun tedavi yöntemi ile bu rahatsızlık kolay bir şekilde tedavi edilmektedir. Fakat yaşanan rahatsızlığın kökleri çok derinlere dayanıyorsa yani hastalık uzun süredir var ise tedavi süreci uzamakta ve zorlaşmaktadır.

Ergenlik yada erken erişkinlik süreçlerinde kendini göstermeye başlayan bu rahatsızlık konusunda son drece dikkatli olmak gerekmektedir. Çünkü kişilik gelişimi ve sahip olduğunuz kişilik gelecek yaşantınız açısından son derece önemlidir. İş hayatı, aile hayatı ve sosyal hayatı büyük oranda etkileyen bu bozukluklar hastaların asosyal bireyler haline dönüşmesine ve toplum içinde farklı davranışlar sergilemelerine neden olmaktadır.

Kişilik bozuklukları altyapılarında birbirinden farklı nedenler bulunmaktadır. Bu nedenlerden bazıları şunlardır:

  • Çocukluk döneminde yaşanan psikolojik tranvalar, şiddet görme ve yanlış yönlendirmeler,
  • Çocukluk döneminde dış dünya ile sağlıklı iletişim kurulamaması ve dış dünyadan soyutlanmış olma,
  • Genetik yatkınlık hali,
  • Çocuğun dünyaya geldiği ve büyüyüp geliştiği çevre,
  • Çocuğun aile bireylerinin diğer insanlar ve çevre ile olan etkileşimi,
  • Çok sevilen ve değer verilen bir kişinin ölümü,
  • Beyin yapısı ve işleyişinde meydana gelen farklılıklar,
  • Herhangi bir nedene bağlı olarak oluşmuş fiziksel eksiklikler,
  • Ağır ruhsal bunalımlar,
  • Olumsuz örnek teşkil eden insanların çocuğun çevresinde yer alması,
  • Küçük yaşta yaşanan cinsel istismar durumları kişilikte bozulmalara neden olan en etkili hallerdendir.

Kişilik bozuklukları birbirinden farklı çeşitlere sahiptir. Bu çeşitler şunlardır;

1-A Kümesi Kişilik Bozuklukları

Eksantrik bozukluk adı da verilen bu tür garip ve başkasına benzemeyen bir özelliğe sahiptir. Paranoid, şizoid ve şizotipal türleri bulunmaktadır.

Bu durumlar özellikle yaşça küçük çocukların zihinlerinde derin yaralar açmakta ve kişilik eğilimlerinin değişmesine sebep olmaktadır. Kişilik bozuklukları hakkında yapılan tüm araştırmalarda kökenlerini çocukluktan aldığı görülmekte olduğundan ebeveynler son derece dikkatli davranmalıdır. Çocuklarının gelişimi esnasında onlara sağlıklı ve mutlu bir ortam sağlamalıdır. Yaşanacak olumsuz durumlarda çocukları bu ortamlardan uzak tutmalıdır. Genetik bir yatkınlık durumu söz konusu ise sürekli olarak doktor kontrollerine gidilmelidir. Kişilik bozukluğu insanların tüm yaşantısını olumsuz etkilediğinden dolayı bu konuda son derece dikkatli ve özenli olmak gerekmektedir. Kişilik bozuklukları her ne kadar çocukluk ve ergenlik döneminde sıklıkla görülse de ilerleyen yaşlarda da bu durum ortaya çıkabilmektedir.

Paranoid Kişilik Bozukluğu

Bu rahatsızlık genellikle erken erişkinlik yaşayan bireylerde görülmektedir. Paranoya hali bu türün en belirgin özelliğidir. Bu tür bozukluğa sahip olan bireyler herkese kuşkucu yaklaşmakta ve kimseye güvenememektedir. İnsanların kendilerine zarar vereceğini veya küçük düşüreceğini düşünmektedirler. Sürekli olarak içlerinde kin duygusu barındırmaktadırlar. Bu kişiler evlilik ve ilişkilerinde partnerlerine büyük sorunlar yaşatmaktadır.

Şizoid Kişilik Bozukluğu

Bu türe sahip olan hastalar toplumdan kopuk bir şekilde yaşamlarını sürdürmektedir. Asosyal bireyler bu gruba dahildir. Güçlü duygulardan uzak durarak tek başlarına etkinlikler yapmaktadırlar. Toplum içerisinde farklı tavır ve davranışlar sergilemektedirler. Konuşmaları ile iç dünyalarındaki karmaşayı dışa yansıtmaktadırlar.

Şizotipal Kişilik Bozukluğu

Kişilik bozuklukları içerisinde yer alan bu tür dıştan en hızlı fark edilen kişisel bozukluktur. Bu hastalar garip düşüncelere sahiptir. Sıra dışı olay ve güçlere inanış eğilimleri bulunmaktadır. Genellikle batıl inanışlara eğilimleri vardır. Yadırganacak kadar tuhaf davranışlara sahip olduklarından dolayı etrafta bulunan insanları ürkütebilmektedirler.

2-B Kümesi Kişilik Bozuklukları

Bu grupta yer alan bozukluklara dramatik bozukluk adı da verilmektedir. Dengesiz duygulara ve tutarsız davranışlara sebep olan bu kişilik bozukluğu sık dürtüsel davranışlara neden olmaktadır. Anti sosyal, borderline, histriyonik ve narsistik olmak üzere 4 çeşidi bulunmaktadır.

Anti Sosyal Kişilik Bozukluğu

Kişilik bozuklukları çeşitlerinden biri olan bu rahatsızlık özellikle küçük yaşlarda kendini göstermeye başlmaktadır. Bu grupta yer alan hastalara sosyopat yada psikopat adı verilmektedir. İlerlemiş hali çevre için son derece tehlikeli olan bu hastalık muhakkak doktor kontrolünde tedavi edilmelidir. Bu rahatsızlığa sahip bireyler hiçbir kurala uymamaktadır. Kendi isteklerine göre hareket etmektedir. İnsanlara aldırış etmemektedirler.

Çok sinirli, sorumsuz ve saldırgan bir tutuma sahip olan bu hastalar ciddi suçlara meyillidir. Yalancılık, dolandırıcılık ve sahte isimler kullanarak çeşitli suçlar işlemektedirler. İşledikleri bu suçlardan asla pişmanlık duymamaktadırlar. Hastalık ilerledikçe işlenen suçların boyutu da büyümektedir. Herhangi birine verilen zarardan psikolojik olarak azap çekmezler.

Borderline Kişilik Bozukluğu

Kişilik bozuklukları arasında sınırda kişilik bozukluğu olarak da adlandırılan bu rahatsızlık dengesiz ruh halleri ile kendini göstermektedir. Kişiler arası ilişkilerde bir göğe yükseltme bir yerin dibine sokma durumu söz konusudur. Dürtüsel davranışların özellikle cinsel konuda etkin olduğu bu hastalar şiddete eğilimlidir. Öfke kontrolü olmadığından dolayı çevresinde bulunan kişilere zarar vermektedir. Aşırı madde kullanımı, fazla para harcama hali ve dengesiz davranışlar sergilemektedirler. Ayrıca intihara karşı oldukça meyillidirler. Sıklıkla intihar eğilimlerinde bulunarak etraflarında bulunan insanları korkutmaktan zevk almaktadırlar.

Histriyonik Kişilik Bozukluğu

Bu rahatsızlığa sahip olan kişiler çok duygusaldır. Sürekli olarak çocuksu davranışlar sergilemektedirler. Dramatik ve duygusal bir tavırları bulunmaktadır. İlgi çekmek amacıyla sürekli kendilerini ön plana atmaktadırlar. İlgi çekmedikleri alanda huzursuz ve mutsuz olmaktadırlar. Kişilik bozuklukları arasında yer alan bu türe sahip hastalar cinsel açıdan kışkırtıcı, baştan çıkarıcı, uygunsuz davranışlar sergileyen ve ayartıcı kişilerdir. Kolayca etki altında kalan ve yapmacık davranışlar sergileyen bu hastalar dış görüntülerine gereğinden fazla özen göstermektedir. Duyguları aniden değiştiğinden dolayı insanlarla iletişimleri zordur. Abartı duygular ve tavırlar sergilemektedirler.

Narsistik Kişilik Bozukluğu

Bu bozukluğa sahip hastalar sürekli olarak ben demektedir. Her şeyin en iyisini ve en güzelini yaptıklarına inanırlar. Bulundukları ortamda sürekli olarak üstünlük kurma çabası içerisindedirler. Aşırı kırılgan bir yapıya sahip olduklarından dolayı iletişim esnasında dikkatli olunması gerekmektedir. Özgüvenleri son derece kolay bir şekilde kırılmaktadır. Diğer kişilik bozuklukları içinden kolayca ayırt edilmesini sağlayan özelliği empati eksikliği belirtisidir. Bu hastalar etraflarında bulunan kişilerin dikkatlerini çekerek hayranlık duygusu oluşturmaya çalışmaktadır. Kendi kişisel menfaatleri için etraflarındaki insanları kullanma eğilimindedirler. Saygısız ve kendini beğenmiş bir halleri vardır.

3-C Kümesi Kişilik Bozuklukları

Bu kümede yer alan rahatsızlıklar gergin ve korkak tavırlar sergilemektedir. Endişeli insanlarda bu rahatsızlığa sıklıkla rastlanmaktadır. Çekingen, bağımlı ve obsesif kompulsif türleri bulunmaktadır.

Çekingen Kişilik Bozukluğu

Sosyal temastan kaçınan ve utangaç kişilerde görülmektedir. Reddedilme korkusu ile insanlardan uzak durmaktadırlar.

Bağımlı Kişilik Bozukluğu

Çaresiz ve karar verme konusunda sıkıntı yaşayan kişilerde görülmektedir. Sahiplenme durumu oldukça yüksek olan bu hastalar ayrılma korkusu yaşamaktadır. Boyun eğici bir özelliğe sahiptirler.

Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğu

Kişilik bozukluklar içindeki bu tür kontrol takıntısı olan kişilerde görülmektedir. Hata yapma korkusu ile yaşayan bu hastalar mükemmeliyetçilik peşindedir. İnsanlar ile ilişkilerini sürekli olarak dengede tutma ve kontrol altına alma gibi eğilimleri bulunmaktadır. Bu hastalığa sahip bireylerin yaşadıkları yanlış yapma korkusu karar verme süreçlerini yavaşlatmaktadır. Ayrıntılar ile fazla meşgul olduklarından fazla enerji sarf etmektedirler.

Kişilik Bozuklukları Nasıl Tedavi Edilmektedir?

Kişilik bozukluğu tedavileri hastaların günlük yaşantılarına dönebilmelerini sağlayan bir işlemdir. Bu rahatsızlığa sahip olan kişiler kendilerine tanı koyamayacağından dolayı alanında uzman hekimlerden destek alınması gerekmektedir. Alınacak olan uygun tedavi yöntemleri ile hastalar gündelik yaşantılarına dönebilmektedir.

Kişilik bozuklukları tedavi yöntemleri hastalığın türüne ve ilerleyişine göre değişkenlik göstermektedir. Fakat psikoterapi uygulaması her türde uygulanan bir işlemdir. Bu sayede hastalığın kaynağına inilerek hastalığın boyutu kolayca saptanmaktadır. Hastalarda görülen ataklara ve semptomlara göre ilaç tedavisi yöntemi uygulanmaktadır.

Antidepresanlar, anti-psikotikler, anksiyolitikler, dengeleyici ve atakları önleyici ilaçlar bu rahatsızlıklarda yaygın olarak kullanılmaktadır. Hastaya uygulanan terapiler esnasında hastalara yeni hobiler ve alışkanlıklar kazandırılmaktadır. Bu sayede hastaların iletişimi ve sosyal etkileşimleri güçlendirilmektedir. Çoğu hasta ayakta tedavi görürken ilerlemiş durumlarda yatarak tedavi yöntemi de uygulanmaktadır. Özellikle çevreye zarar verebilecek türde özelliğe sahip olan hastalar özel yatılı kliniklerde güvenlik altında tutularak tedavi görmektedir. Bu hastalar iyileşmeden topluma karışamamaktadır.

“Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır, tanı ve tedavi için mutlaka doktorunuza başvurunuz.”

KORU HASTAHANELERİ

Kişilik; bir insanın benimsediği tutumlar ve davranışlarla ortaya koyduğu genel yapısıdır. O kişiye mahsus özelliklerin bütünüdür. Bir kişinin her hangi bir zorlama altında kalmadan ve yapmacık olmayan gerçek benliğidir.

Bir insanın herhangi bir olaya ya da bireye karşı tepkileri ve tutumları, onun kişiliği doğrultusunda şekillenir. Kişilik bir insanı başkalarından ayıran durum ve davranışları içeren tüm ruhsal özelliklerden oluşur. Diğer bir deyişle, bir insanın tüm eğilimlerini, hareketlerini, görünüşünü ve çevresine uyum biçimini kapsar. Kişilik, bir kişinin hem doğuştan getirdiği özelliklerini, hem aile ve çevreyle ilişkileri sırasında kazandığı davranışların bütünüdür. Mesela ezilen, hor görülen veya baskıya maruz kalan çocukların hem kendi mizaç özelliklerinde hem de anne babaları tarafından yetiştirilme biçimlerinde kusur görülmektedir. Bunun yanında şunu da gözleyebiliyoruz ki; aynı anne babanın iki’’ çocuğundan biri baskınken, diğeri pasif ve çekingen olabilmektedir. Bu da gösteriyor ki, kişilik eğiliminin ana unsuru ‘kişinin kendi öz yapısıdır.’ İşte insanın doğuştan getirdiği bu temel eğilim ve özelliklere ‘mizaç’ diyoruz. Mizaç kavramı çok eski zamanlardan beri kullanılır. Geleneksel tıpta mizacın vücuttaki kan, balgam, sarı safra, kara safra gibi sıvılarla ilişkili olduğu ileri sürülürdü. Modern tıpta ise böyle bir bağlantıdan söz edilmemektedir. Ancak insanların mizacında vücut hormonlarının belli bir dereceye kadar etkisi olabileceği de kabul edilmektedir. Örneğin, troid bezleri fazla çalışan kişilerin asabi ve tez canlı oldukları tespit ediliyor. Troid bezi gerekenden çok daha az çalışıyorsa kişinin duygusuz, çevresine duyarsız, hantal olabildikleri görülmektedir.

Yine yapılan araştırmalarda beyindeki hipofiz bezleriyle dişilik hormonları ve mutluluk hissi arasında bağlantı görülmektedir. Aynı şekilde böbrek üstü bezler ve androjen hormonlarla heyecanlı ve enerjik olup olmama arasında bir alaka tespit edilse şaşırtıcı olmaz. Ancak bu konuda kesin kanaate varabilmek zordur. Yani, kişinin huyu mu hormonların çalışmasını etkiliyor, yoksa hormonları mı huyunu belirliyor, bu sorunun cevabını verebilmek kolay değil. Belki de bu sorular daima bir bilim adamının varlığa bakışındaki ana felsefesine izafi olarak cevaplanacaktır. Şu kadar var ki, dünyaya gelen her bebek anne ve babası başta olmak üzere aile geçmişinin genetik kazanımları ile doğar. Annenin hamilelik dönemindeki beslenmesi, alışkanlıkları ve psikolojik durumu gibi etkilerle birlikte biçimlenen bu ilk genetik miras çocuğun mizacının da temelidir. Doğumdan itibaren alacağı eğitimle birlikte mizaç yavaş yavaş eğitilir, karaktere dönüşür.

Sıkça yapılan bir benzetmeye başvuracak olursak, mizaç mutfaktaki temel malzemedir, ancak karakter, aşçının ustalığını göstererek pişirdiği yemektir. Nasıl ki her aşçı temel malzemelerden farklı oranlarda alıp birleştirerek, farklı lezzetlerde yemekler üretebiliyorsa, anne babaların yetiştirdiği çocuklar da böyledir. Bir başka deyişle mizaç; karakter gelişiminde temel eğilimi ve alt yapıyı gösterir. Çocuğun mizacı, ileride yapacağı tercihleri ve yaşamında baskın rol oynayacak karakter özelliklerini işaret eder. Mizacın bir başka önemi de şudur ki, çocuk anne babanın genetik bir devamı olduğu için, onları kendisine yakın hisseder. Bu nedenle çocuklar, anne ve babanın kişilik özelliklerini modellemeyi öncelikli olarak tercih ederler. Çocuğun örnek alarak benimsediği tutum ve davranışlar, bir süre sonra onun alışkanlıklarını oluşturmaya başlar. Bu alışkanlıklarda bilinçaltı boyutta karakter özelliği dediğimiz davranış profillerinin şekillenmesini sağlar. Mesela bir çocuk, anne babasını sosyal yaşamdan uzak durup, evde, kendi halinde zaman geçirirken gözlemlerse, kendisi de bu tutumu uygun ve kolay bulur, benimser. Tam tersi, anne babasını sürekli dışarıda veya sosyal çevrede zaman geçirirken gören bir çocuk da kendisine sosyalleşmeyi görev bilecektir. Bunların istisnası da olabilir elbette; ancak anne babanın önemli bir model olduğu unutulmamalıdır.

Özellikle küçük yaşlarda kazanılan alışkanlıklarda anne babanın rolü çok belirgindir. Örneğin, yeme alışkanlığı, önemli ölçüde anne tarafından kazandırılır. Annenin beslenme biçimi, daha anne sütü çağından itibaren çocuğu etkiler. Sebze ve meyve gibi doğal gıdalarla beslenen annenin sütüne bu besinleri tatları geçmekte, çocuk küçük yaşta bu tatlara alışmaktadır. Yemek seçen annelerin çocukları da yemek seçmektedir. Sofrada genellikle yoğun lezzetli bol kalorili gıdaları bulunduran anne, çocuğun tercihlerini etkiler. Bu çocuğun ilerde hafif sebze yemeklerinden zevk alması zor olacaktır. Yine sigara, alkol alışkanlıklarında da anne babanın örnekliği çok belirleyicidir. Karakterin biçimlenmesinde anne babanın örnekliği yanında ve bilinçli bilinçsiz teşvik ettiği, onayladığı davranışlar da çok önemlidir. Çocuklar birçok davranışı gözlemler ve denerler ama anne babanın onaylamaması halinde bazılarından vazgeçebilirler. Örneğin arkadaşlarına saldıran bir erkek çocuk, babanın gözlerinde onay ve takdir görürse saldırganlığı adet haline getirir. Arkadaşının kalemini silgisini çantasına koyup getiren bir çocuk, annesi tarafından uyarılmazsa bu hareketin yanlış olduğunu öğrenmez, devam ettirir.

Oysa anne babanın uyarıları en azından bu davranışın yanlış olduğunun kavranmasına yardım eder. Çocuk bu davranışları yine yapsa bile, bunun yanlış olduğunun bilincinde olacak, belki özür dilemesi veya düzeltmesi daha kolay olacaktır. Ancak dikkat edilmesi gereken konu şudur; çocukları terbiye edeceğiz derken, öz güvenlerini yitirecek kadar baskıcı olmamak gerekir. Çocuğun kişiliği okul öncesi çağda önemli ölçüde belirginleşir. Bu nedenle 0-7 yaş dönemi çocuğun kişilik gelişiminde çok önemlidir. Çünkü bu dönemde çocuğun geleceği için son derece önemli olan temel karakter profili şekillenmiş, hatta çocuk tercihlerini yapmıştır. Bu nedenle çocukların bu en önemli dönemlerinde rastgele kişilere teslim edilmemeleri gerekir. Mümkünse her .anne çocuğunu kendisi büyütmeli, sevgi ve desteğini hissettirmelidir. Eğer anne çalışmak zorundaysa. veya başka bir nedenle çocuğunun yanında olamayacaksa, bakıcı çok iyi seçilmelidir. Çünkü çocuğun bu dönemde benlik algısı önemli ölçüde belirlenecektir.

“Dünyada en zor şey, insanın kendini bilmesidir.” THALES

Kişisel Gelişim

Kendini Affet / Adem Güneş

Çocuk ruhunu anlamaya yönelik çalışmaları ve kitaplarıyla yüz binlerce okurun dikkatle takip ettiği bir uzman olan Güneş, son iki kitabında bu kez odağını yetişkinlere kaydırıyor ve geçmişten getirdiğimiz yüklerin ve incinmelerin bugünkü hayatımızdaki izlerini fark etmemize yarayacak bilgiler paylaşıyor.

“Kendini affetme”nin ne demek olduğu aslında pek çoğumuz için çok tanıdık bir kavram değil. Bizler “affetmek” deyince çoğu zaman bir diğerinin yapıp ettikleriyle oluşan kırgınlıkları düşünüyoruz. Kendini Affet ise affetmek kavramına iki açıdan bakıyor. Bu anlamda hem başkalarının söz, eylem ve davranışlarıyla bizde oluşan kırılmaların ruh dünyamız üzerindeki etkilerinden kurtulmak için karşıdaki kişiyi ve o davranışı affetmekten hem de farkında olmadan içimizde yaşamaya devam eden suçluluk duygularımızdan kurtularak kendimizi affetmekten bahsediyor.

Affetmenin ne olduğundan, kişiye nasıl bir bireysel özgürlük kazandırdığından bahseden Güneş, affetmekle birlikte farkında olmadan içimizde taşıdığımız yükleri bırakmanın vereceği hafifliği anlatırken bunun ancak incinmişlik anında yaşanan duygu her neyse onun yeniden hissedilmesiyle olabileceğini vurguluyor. Yani affetmek, zihin düzeyinde değil duygular seviyesinde, duygulara erişilerek gerçekleştirilebilecek bir eylem. Onun için bir affetme pratiği için kişinin karşısındaki kişiyi zihin düzeyinde anlaması, yaptığı davranışın “ona göre haklı” sebeplerini düşünmesi ya da söz konusu kişiyi cezalandırması veya cezayı ertelemesi gerekmiyor. Bunların hiçbiri gerçek bir affetme değil Güneş’e göre. Gerçekten affetmek için incinmişliğe yol açan olayın ruhumuzda ve kalbimizdeki etkilerini görmek, fark etmek ve o duygunun geçip gitmesine izin vermek gerekiyor. İşte bu duygusal deneyimin nasıl gerçekleştirilebileceği kitapta pratik uygulamalarla aktarılıyor. Bu noktada yazarın “affetmek” ve “bağışlamak” kavramlarına yaklaşımının farklı olduğunun da özellikle üzerinde durmakta fayda var. Her affettiğiniz kişiyi bağışlamış olmayabilirsiniz. Bu iki kavram arasındaki farkı yakalamak için kitabın satırları arasında biraz zaman geçirmekte fayda var.

Ve kitaba adını veren “kendini affetmek” meselesi. Kendimizi affetmek söz konusu olunca işin içine psikoloji literatüründen bazı kavramlar giriyor: Suçluluk duygusu, iç sesler, dirençler ve zorlantılar gibi…

Kendini affetmek, temelde bireyin geçmişte hissettiği ve bilinçaltının derinlerinde yatan suçluluk duygularını bırakıp kötü hissetmelerden kurtulmasıdır. Bunun için fark edilmesi en güç duygulardan biri olan suçluluk duygularımızı fark edebilir bir hazırbulunuşluk hâline gelmemiz gerekiyor. Çünkü suçluluk duygusuyla oluşmuş bir ben algısı varsa kişinin bunu fark etmesi biraz zaman alabiliyor. Burada uzun yıllara dayanan öğretilerle geliştirdiğimiz zorlantılar, dirençler ve iç seslerimiz devreye giriyor. Her biri kendi “maharetini göstererek” bizi olduğumuz hâlde kalmanın gerekliliğine ikna etmek için çabalıyorlar. Bilinçaltında duygusal zarara uğramış duyguların onarılması için gereken duygusal farkındalık ise duygulara erişebilmeyi ve bu konu üzerinde çalışmayı gerektiriyor.

Her bireyin bu anlamda geçireceği süreç birbirinden farklı, çünkü incinmelerimiz, tecrübelerimiz, öğretilerimiz başka başka. İşte Kendini Affet bu süreci kişinin bizatihi kendisinin yürütebilmesi için ihtiyaç duyduğu bilgi kaynaklarından birini vaat ediyor. Kendini Affet, kendinizle barışmanın ve gerçek kendiliğe erişmenin ilk adımı olarak okumayı hak eden bir çalışma…

Sabah mutsuzluğunun pek çok nedeni var. 

Güne keyifli başlamak önemlidir. Bedenen ve ruhen güçlü, moraliniz yüksek, mutlu bir başlangıçla sadece kendinizi daha iyi hissetmezsiniz, işiniz, sosyal yaşamınızdaki verimliliğiniz ve başarınız da artar. Gelin görün ki bu iş pek çok nedenle her zaman mümkün olmaz, olamaz. Özellikle sabah mutsuzluğu bana göre giderek yaygınlaşan bir sorun olma yolunda. Sabah mutsuzluğu ya da keyifsizliğinin altında pek çok başlık var: Sabah yataktan yorgun ve bitkin uyanmak, her sabaha endişe ve vesvese ile başlamak, güne iyi ve güzel beklentilerle değil de can sıkıcı bir ruhla günaydın demek ya da tam tersi her sabaha “tersinden uyanıp” her öneriye “negatif tavırlar” oluşturmak ve de her şeye olumsuz yaklaşmak, sabah mutsuzluğunun işaretleridir. Sabah mutsuzluğunun pek çok nedeni var. Bana sorarsanız ikisi çok ama çok önemli olmalarına rağmen hep gözden kaçıyor. Bunlardan biri hipoglisemi, diğeri de depresyon sorunu.
Hipoglisemi yani kanda şekerin aşırı düşmesi, bir anlamıyla beynin hayati ihtiyacı olan şekerden mahrum kalması demektir. Oysa beynimiz en güçlü şeker tüketicisi organlardan biri, hatta birincisidir. Kanımızdaki şekerin büyük bir kısmını beynimiz kullanır. Tıpkı kaslarımızın fiziksel faaliyetleri için bol şekere ihtiyaç duymaları gibi beynimiz de düşünsel faaliyetlerini şekersiz yapamaz. Bir örnek vermek gerekirse; vücut ağırlığının neredeyse 50’de biri kadar olan beyniniz, ağırlığına göre çok fazla miktarda şeker tüketir, kan şekerinizin neredeyse 5’te 1’i beynimiz tarafından kullanılır. Bunun bir anlamı da şudur: Beyin kanda şekerin noksanlığına yani kan şekeri düşmelerine (hipoglisemiye) en hassas organımızdır. Yeteri kadar şeker bulamadığında daha öfkeli, daha karamsar, daha endişeli, daha mutsuz bir duygu durumu içine girebilir. Bu nedenle sizde ya da evinizdeki, işyerinizdeki herhangi birinde yerleşik bir sabah mutsuzluğu/yorgunluğu durumu varsa bunun arkasında gözden kaçmış bir hipoglisemi sorununun olabileceği aklınızda olsun.

Sabah mutsuzluğunun bir diğer nedeni de depresyondur. Depresif bir ruh hali sadece uyku sorunlarına, dikkat bozukluklarına, konsantrasyon güçlüklerine, unutkanlık ve yorgunluklara değil, mutsuzluğa da yol açar, özellikle sabah mutsuzluğu bunların başında gelir. Ne iyi ki “düşük şeker/hipoglisemi” sorunu da, “depresyon” problemi de çözümlenebilir veya yönetilebilir sağlık problemleridir. Güne mutsuz başlayanlara acilen duyurulur!

Prof. Dr. Osman Müftüoğlu

Zamanı yönetmeyi iyi bilmek, iş görüşmelerinde sizi öne çıkaracak bir özelliktir. Sadece bununla da bitmez. Zamanı daha iyi organize etmek, hayatınızdaki her alanda, daha iyi hissetmenizi sağlayacaktır.

Herkesin bir günde sahip olduğu zaman aynıdır, kimse bunu değiştiremez. Esas kontrolünüzün olduğu şey; bu zamanı nasıl kullandığınızdır. Daha rekabetçi olan ve her gün hızlanan bir toplumda, bu özellik gittikçe daha önemli olmaya başlamıştır. Bu özellik, bir işi almanızda veya yararlı hissetme konusunda fark yaratmanızı sağlayabilir. Daha iyi organizasyon için ilk strateji; planlama yapmaktır. Gününüzü, haftanızı, ayınızı ve yılınızı planlamaya birkaç dakikanızı ayırmanız, yapmanız gereken şeyleri etkili bir şekilde önceliklendirmenizde size yardımcı olur. Aynı zamanda, geleceğe dair bir öngörüye sahip olmak; neyin acil, neyin önemli olduğunu ayırt etme konusunda da faydalı olabilir.

Bu iş için bana ne kadar zaman gerekli? Bir şey yapmadan önce kendinize bunu sorun ve kendinize bir yanılma payı da bırakın. Kendinize dürüst olun ve beklemediğiniz ne gibi şeyler ortaya çıkabilir, bu konu hakkında da düşünmeye çalışın. Örneğin, bugün planlarınız; alışverişe gitmek, bir arkadaşınızı aramak, iş arkadaşınıza mail atmak, özel bir akşam yemeği hazırlamak ve bir sunumu bitirmek ise, her görev için kendinize yeterli zaman ayırın ki, acele etmek zorunda kalmayın. Örneğin, ulaşımda harcayacağınız zamanı, beklenmedik dikkat dağıtıcı unsurları, alışverişte kuyrukta bekleyeceğiniz dakikaları, trafiği vs. hesaba katmaya çalışın

Zamanı daha iyi organize etmek için ne çeşit bir ajanda veya planlayıcı kullanmalısınız? Kaliforniya Üniversitesinde yürütülen bir çalışma gösteriyor ki, öğrenciler bir şeyleri el ile yazdıklarında hatırlamaları ve organize etmeleri daha kolay oluyor (klavye ile yazdıklarına oranla). Bunun sebebi ise; el yazısının beyindeki ince motor kısmını aktive etmesidir, yani el yazısı bu şekilde uzun süreli hafızada daha derin etkiler oluşturmaktadır. Eğer bir şeyleri yazarak yaparsanız, beyniniz düşünceleri organize etmek ve konsepti işlemek konusunda daha iyi performans sergileyecektir.

Yazılı bir ajanda, zaman ve görevleriniz konusunda mental bir harita oluşturmanıza yardımcı olur. Ayrıca, kullanışsız düşünceleri durdurmak konusunda değerli bir araçtır, çünkü enerjinizin kontrolünüzün olduğu şeylere odaklanması için sizi zorlar. Ajandanızı renklere anlamlar vererek tutmak ise önceliklendirme konusunda size yardımcı olur ve görsel hafızanızı aktive eder. Bu şekilde de beyninizin bilgileri tutmasına yardımcı olur. Sabah uyandığınızda, bir önceki günden kalan ruhsal enerjiniz ve iradeniz genellikle yenilenir. Çoğu uzman günün ilk saatlerini en az sevdiğiniz veya sizi endişelendiren görevleri yapmaya ayırmanızı öneriyor. Daha geç bir vakte bırakırsanız, erteleme olasılığınız artacaktır. Bu da, ertesi güne daha fazla yapılacak iş ve daha fazla stres anlamına gelecektir.

Beyninizin rahatlamak için de bir alana ihtiyacı vardır. Gün içinde yaratıcılığınız ve doğaçlama şeyler için de zaman ayırdığınızdan emin olun. Bir şeyleri sevdiğiniz için yapmak çok önemlidir. Bunun anlamı ise, planlamadığınız bir alan bırakmak demektir. Bu sizi iyi hissettirir ve bir yandan da ajandanızın kölesi olmadığınız anlamına gelir. Son zamanlardaki bir araştırma, bir dikkat dağıtıcı unsurdan sonra herhangi bir şey için dikkati geri toplamanın 23 dakika sürdüğünü söylemektedir.

Diğer bir yandan, etrafınızda ne kadar dikkat dağıtıcı unsur olursa, bir şeyleri yapmak için o kadar zamana ihtiyacınız olacak. İyi bir çalışma alanı ve etkili planlama, üretkenlik ve denge konusunda çok önemlidir. Yeterli uyku uyumak, sağlıklı beslenmek ve kendinize yeterli boş zaman ayırmak da üretken ve zevkli bir hayat için anahtardır. Kimse gün içinde daha fazla zamana sahip olmuyor. Hepimiz çalışmak, eğitim almak ve eğlenmek için aynı süreye sahibiz. Fark yaratan şey ise, nasıl organize olduğunuz ve görevlerinizi nasıl önceliklendirdiğinizdir. Hayatınızdaki her bir anın tadını çıkarttığınızdan emin olun. Ne bekliyorsunuz?

Adriana Diez

Siz de her gün alarmı erteleyenlerden misiniz?

Sabahları erken uyanmak birçok insan tarafından sevilmeyen bir durumdur. Sabah saati ertelemek aslında her insanda görülebilen bir davranıştır. Yapılan araştırmalarda sabahları her yetişkinden biri saatini ertelediği ve bu yetişkinlerden yarısından fazlasının yirmili ve otuzlu yaşlarda olduğu belirtilmektedir. Siz de sabahları alarmı erteleyenlerdenseniz zararlarını bilmeniz gerekir. 
Sabah alarmını ertelemenin zararları
Yatağa yatıp başınızı yastığa koyduğunuz anda, kalp atışlarınız yavaşlamaya başlar, vücut sıcaklığınız düşer ve hafif uyku konumuna gelirsiniz. Hafif uyku evresini oldukça önemli olan derin uyku takip eder. Derin uyku sırasında vücudunuz, dokularını tamir etme, yeni hücreler yaratma, bağışıklık sistemini güçlendirme gibi aktivitelere yoğunlaşır. Derin uyku evresinden sonra ise REM evresine geçersiniz. Bu evrede beyniniz oldukça aktiftir ve rüya bu evrede görülür. Bu nedenle REM evresinde hızlı göz hareketleri gözlenir. REM uykusu beynin en aktif olduğu evre olmasına rağmen ertesi gün kendinizi odaklanmış ve zinde hissetmenizi sağlar. Bu evre genellikle uykuya daldıktan sonraki 90 dakikada başlar ve gece boyunca döngü halinde devam eder. 

Sabah alarm çaldığında genellikle son REM döngüsünün sonuna yaklaşırsınız. Alarm çaldığında hemen uyanıp yataktan çıkıarsanız REM döngüsü biter. Eğer erteleme düğmesine basıar ve uykuya geri dönerseniz tekrar kendinizi REM döngüsüne atarsınız ve alarm ikinci kez çaldığında tam da REM döngüsünün ortasında uyanırsınız. Bu durum da kendinizi gün boyunca yorgun ve huzursuz hissetmenize neden olur. Sonuç olarak, ihtiya duyduğunuz kaliteli uykuya sahip olamaz ve sürekli alarm erteledike çok daha ciddi sağlık problemlerine yol açabilirsiniz. Sadece bir hafta bile ihtiyaç duyulan kaliteli uyku alınmadığında stresin artmasına, bağışıklığın azalmasına ve inflamasyonun artmasına neden olur. Bir süre sonra, bu etkiler toplanmaya başlar. Stresli olan kişi, odaklanmak için daha çok zaman harcar ve kendini daha huzursuz hisseder. Bağışıklık sistemi ihtiyaç duyulan kapasiteden daha az çalışır ve hastalıklara daha kolay yakalanır. Kronik olarak yüksek düzeyde iltihaplanmalar oluşabilir ve kalp hastalığı, kanser, felç ve kognitif düşüş gibi ciddi sağlık problemleri riskinde artış gözlenebilir.

Alarmı ertelemenizi nedenleri neler olabilir?

  • Geç yatmak: Uzmanlara göre en ideal uyku miktarı günlük 7-8 saattir. Eğer saat sabah 7’de kalkacaksanız en geç gece yarısı yatakta olmalısınız. Aksi halde yeterli uykuyu alamadığınız için alarmı erteleme sendromuna yakalanabilirsiniz.
  • Yetersiz fiziksel aktivite: Yapılan araştırmalar, gün içinde aktif olan kişilerin hareketsiz olanlardan daha iyi uyuma eğiliminde olduklarını gösterir. Haftanın birkaç günü en az yarım saat süren yürüyüşler yaparak daha kaliteli bir uyku uyuyabilirsiniz ve  sabahları alarmı erteleme isteği duymazsınız.
  • Uyku Kaçması: Akşam yemeğini fazla kaçırmak özellikle aşırı yağlı ve hamurlu gıdalar tüketmek ya da yatmadan önce kafein içeren içecekler içmek uykuya dalmayı engelleyebilir. Tam uykuya dalacakken internette dolaşmak, sosyal medyada gereksiz zaman geçirmek de uykunuzun kaçmasına neden olabilir. Diğer taraftan, ılık bir duş almak ya da kitap okumak daha sakin ve daha rahat hissettirerek uykuya dalmanızı kolaylaştırır.
  • Yatak Odasının Rahatsız Olması: Yatak odası uykuya dalmak için rahat bir ortam değilse uykuya dalmak zorlaşır ve gece boyunca uyku bölünmeleri yaşanabilir. Yatağınızın ve yastığınınız rahat olmasını sağlayabilirsiniz. Ayrıca yatak odasının olabildiğince sessiz, karanlık ve serin tutulmasına da özen göstermelisiniz.
  • Sağlık Problemleri: Huzursuz bacak sendromu ve obstrüktif uyku apnesi gibi problemler, zayıf, parçalanmış bir uyku deneyimi yaşanmasına neden olabilir

Alarmı ertelemek için alınacak önlemler

Sabah alarmını erteleme fonksiyonunu devreden çıkarmak yapılacak en doğru harekettir. Alarm çalar çalmaz yataktan kalkılmalıdır. Elbette bu süreç bir süre sizi zorlar ancak birkaç denemeden sonra güne tazelenmiş olarak uyanarak kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlayacağından işe yarayacaktır. Alarm saatini yatağınızın en uzak noktasına koymak da işe yarayabilir. Ayrıca geceleri uyku kaçıran sağlık problemleri için de en sürede uzman bir doktordan yardım alınması gereklidir.

Araştırmalara göre acele verilen kararın bedeli ağır oluyor

Kimileri seçim yapmadan önce en ince ayrıntısına dek araştırıyor hatta kimi zaman bunda aşırıya kaçtığı da oluyor. Öte yandan, üzerinde hiç düşünmeden alelacele görüş belirten insanlar da var. Ruhbilimde bilişsel önyargı adıyla bilinen bu düşünme biçimi, belli bir zihinsel yanlışa yatkınlık olarak tanımlanıyor. Illinois Üniversitesi’nden Carmen Sanchez ile Michigan Üniversitesi’nden David Dunning tarafından yapılan bir araştırmanın sonuçları ilginç: Üzerinde düşünmeden yargıya varmak, genelde hata yapmaya yatkın daha geniş kapsamlı davranış ve düşünce örüntülerinin yalnızca bir parçası.
Akıl yürütme sürecinde düşünmeden yargıya varma eğiliminde olan kişiler ağır bedeller ödemek durumunda kalabiliyor.

600’ü aşkın kişinin katıldığı araştırmada, bu tür önyargılı davranışlar şizofrenlerde çok daha yaygın olduğundan, şizofrenlerle ilgili çalışmalarda uygulanan bir düşünme oyunundan yararlanıldı. 

Bu oyunda oyuncular iki gölde de balık tutan bir kişiyle konuşturuluyor. Göllerin birinde balıkların çoğu kırmızı iken, ötekinde griler çoğunlukta. Balıkçı balıkları birer birer tutar ve ancak oyuncular balıkların hangi gölden tutulduğunu söyleyebildiklerinde avlanmaya son verir. Bu süreçte kimi oyuncuların karar vermeden önce çok sayıda balık görmeleri gerekirken, alelacele karar verenler için bir iki balık görmenin yeterli olduğu görüldü. 

ACELECİLER İÇİN UMUT VAR

Araştırmacılar, katılımcılara birtakım sorular yönelttiklerinde, oyuncunun görmesi gereken balıkların sayısı azaldıkça o kişinin başka görüşlerini dile getirirken, akıl yürütürken ve karar verirken yaptıkları yanlışların da arttığına tanık oldular.

KOMPLO TEORİLERİNE YATKINLAR

Örneğin, iyice düşünmeden bir yargıya varanların komplo teorilerine, paranormal olgulara inanmalarının daha kolay olduğu tespit edildi. Sözgelimi, cep telefonlarıyla kanser arasındaki bağlantının bilerek gizlendiği türündeki söylentilere  inanmaları daha olasıydı. Bu kişilerin özenle düşünmeyi gerektiren sorunların çözümünde yaptıkları yanlışlar da daha çoktu. Kumar oyununda da, şipşak karar verenlerin, kazanma olasılıkları daha yüksek olan iddialara girmek yerine kazanma olasılığı daha düşük seçeneklere “atlama” eğiliminde oldukları görüldü. Olaylara “atlama” eğiliminde olanlar aynı zamanda aşırı bir özgüven duygusuna da sahiptiler. 

Acele karar verenlerle vermeyenler arasındaki düşünce farklılıklarının sözel sınavlarla ölçülen zekâ düzeyi ve kişilik farklılıkları hesaba katıldığında da geçerli olup olmadığını anlamaya çalışan araştırmacılar, farklılığın yalnızca verilen görevlerin alelacele yerine getirilmesinden kaynaklanmadığını gördüler.

Ruhbilimciler genelde iki düşünme türü olduğunu öne sürüyorlar: Sistem 1 olarak adlandırılan ilki bir anda, kendiliğinden ve çaba harcamadan akla gelen düşünceleri yansıtırken, Sistem 2, çözümleyici, özenli ve ölçüp biçilerek yapılan bilinçli ve çaba gerektiren akıl yürütme biçimini içeriyor. Çeşitli deneylerle katılımcıların tepkilerini ne denli ölçüp biçerek verdiklerini belirleyen araştırmacılar, hem acele karar verenlerin hem de enine boyuna düşünenlerin otomatik Sistem 1 düşüncelerinden eşit oranda etkilendiklerine, ancak acelecilerin sistem 2’den ötekiler kadar etkilenmediklerine tanık oldular.

Düşünmeden verilen tepkiler sonucunda oluşan zihinsel kirlenmelerin ve öteki önyargıların düzeltilmesine yardımcı olan Sistem 2’dir. İnsanların sorunlu inançları ve hatalı akıl yürütmeleri genelde bu sistemin eksikliğiyle ilintilidir. Neyse ki, aceleciler için bir umut var. Araştırmacılar bu kişilerin önyargılarını hedef alan ve özellikle de şizofreni araştırmalarında sıklıkla uygulanan biliş ötesi öğrenme türünde (metabilişsel) eğitimlerin onların biraz daha enine boyuna düşünerek tepki vermelerine yardımcı olabileceğini belirtiyorlar.

Hayvanların büyük bir bölümüne kıyasla insanlar kendi türlerine ve bizzat kendilerine zarar veren bir dizi davranışlar sergilerler. İnsanlar yalan söyler, aldatır, çalar, kendi bedenlerini oyup kazıyarak süsler, çok gerilip kendilerini ve elbette başkalarını da öldürürler. İnsanoğlu gibi zeki bir türün görünürde neden öylesine kötücül, kinci, kendine ve başkalarına zarar veren davranışlarda bulunduğu konusunda epey bilimsel veri var.
Uzmanlara göre insanlar, ne denli acıtıcı olursa olsun, başkalarını çekiştirmek ve onları yargılamak üzere evrilmişlerdir. Habeş maymunları toplumsal bağları pekiştirmek amacıyla birbirlerinin bakımını üstlenir. Daha gelişmiş bir tür olan insanlar toplumsal bağlayıcı olarak dedikodudan yararlanır. Her ikisi de sonradan edinilmiş davranışlardır. Araştırmalar dedikodunun grup sınırları oluşturduğunu ve özsaygıyı körüklediğini ortaya koyuyor. Dedikodu çoğu zaman doğruluğu ve kesinliği hedeflemez. Önemli olan, dedikodunun -çoğu zaman üçüncü bir kişiye zarar verme pahasına- yaratacağı bağdır. Üçüncü bir kişiye duyulan hoşnutsuzluğun paylaşılması iki kişiyi birbirlerine daha da yakınlaştırır.
Görünüşe bakılırsa, kumar da genlerimize ve beyinlerimize kazınmış bir özellik. Bu da, kişide son derece yıkıcı etkiler yaratabilecek bir davranışın neden öylesine yaygın olduğunu açıklayabilir. Kumar, maymunlarda da tanık olunan bir davranış. Maymunların meyve suyu ödülünü kazanma arzularını ölçen bir araştırmada, olası ödüller azaldığında bile bu canlıların mantıksız davranışlar sergilediklerine ve ötekilerden biraz olsun daha kazançlı çıkmak için kumarı sürdürdüklerine tanık olundu.
Cambridge Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma da, kazanma eşiğinde olma duygusunun bile maymunların beynindeki kazanmayla ilintili devreleri devinime geçirdiği ve kumar güdüsünü körüklediğini gözler önüne seriyor. Başka araştırmalar kumarda yitirmenin bireyleri aşka getirdiğini de gösteriyor. İnsanlar ne denli kumar oynayacaklarını önceden tasarladıklarında serinkanlı bir mantık sergiledikleri, ancak yitirdiklerinde bu mantıklı tavrın uçup gittiği ve sonuçta oyun taktiğini değiştirerek daha da büyük oynadıkları görülüyor.
Gerginlik, kalp sorunları ve kanser çekincesini bile arttırarak, ölümcül bir etki yaratabilir. Gerginlik, bunalıma neden olabilir ve bu da-salt insanlara özgü bir başka yıkıcı davranış olmakla birlikte bu listede açıkça yer almayan-intihara yol açabilir. Gelgelelim, insanlarda neyin gerginliğe yol açtığını tam olarak kestirmek güç. Ancak günümüz iş çevrelerinin birçok kişi ve de çocuklar için belirgin bir gerginlik kaynağı olduğu da bir gerçek. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün verilerine göre, dünya üzerinde 600 milyonu aşkın kişi haftada 48 saatten çok bir süreyi işine harcıyor. Teknolojik gelişmeler – akıllı telefonlar ve genişbant internet – çalışma saatleri ile boş zaman arasındaki sınırın belirsizleşmesi anlamına geliyor. Son bir araştırmaya göre, A.B.D nüfusunun hemen hemen yarısı eve iş götürüyor. Bir araştırma hem çalışıp hem de çocuk bakmaktan kaynaklanan gerginliğin 2007 yılından bu yana ciddi bir sorun olarak karşımıza çıktığını, daha yaşlılarda bu denli yoğun bir gerginliğe rastlanmadığını gösteriyor. Sağlık uzmanları gerginlikle baş edebilmenin iki yolu olarak, insanlara daha çok egzersiz yapmalarını ve uykularını yeterince almalarını öneriyorlar.

Araştırmalar ilkokul çağındaki çocukların en az yarısının sataşmaya hedef olduklarını ortaya koyuyor. 2009 yılında İtalya’da yapılan ve okulda kabadayılık taslayan çocukların bir olasılıkla evde de kardeşlerine aynı davranış biçimini sergilediklerini gösteren bir araştırmadan yola çıkan Ersilia Menesini, sataşmanın çoğu zaman evlerde gelişen bir özellik olduğuna inanıyor.

Ne var ki, sataşma yalnızca çocuklara özgü bir durum değil. A.B.D’de yapılan bir araştırma ofis çalışanlarının yaklaşık %30’unun patronlarının ve iş arkadaşlarının -işin yapılması için gerekli bilgileri vermemekten tutun da, aşağılayıcı söylentiler yaymak ve daha başka küçültücü davranışlarda bulunmaya uzanan- çeşitli türlerde zorbalıklarına hedef olduklarını ortaya koyuyor.

Sataşma, doğası  gereği ufaktan ufaktan başlayıp giderek tırmanan bir davranış olduğundan, önüne geçilmesi son derece güçtür. Ruhbilimcilere göre insanlar statü ve güç sahibi olmak amacıyla birbirlerine sataşıyorlar ve kimileri sataşmaları katlanılması son derece güç bir durum olarak değerlendiriyorlar. Araştırmacılar maymunlarda da bu tür davranışlara tanık olunduğuna dikkat çekerek köklerinin evrimsel sürecin çok gerilerine uzandığını düşünüyor.

İnsanoğlu alışkanlıklarına bu denli bağlı bir tür olmasaydı belki de bu listede yer alan öteki unsurların tümü de o denli büyük bir sorun yaratmazdı. Gerçekten de, araştırmalar kötü bir alışkanlığın doğurabileceği kötü sonuçlar çok iyi bilinse de insanların o alışkanlıktan kolay kolay vazgeçmediklerini ortaya koyuyor. Burada bir bilgiden yoksunluktan çok, insanların genellikle içinde bulundukları anı ve yakın geleceği düşünerek yaşama eğiliminde olmalarından söz ediliyor. Alberta Üniversitesi ruhbilim uzmanlarından Cindy Jardine’e göre insanlar aşağıdaki nedenlerden ötürü alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı kalıyorlar:

  • İnsanın doğuştan edindiği başkaldırma güdüsü
  • Toplumsal kabul gereksinimi
  • Çekincenin doğasını tam olarak kavrayamama
  • Dünyayı bireysel bir bakış açısıyla görme ve kötü alışkanlıklara kendince haklı bir gerekçe bulma yeteneği
  • Bağımlılığa genetik açıdan yatkın olmak

İnsana özgü çok az sayıda özellik bizleri bu denli büyüleyebilir. İnsanların büyük bir çoğunluğu dürüstlüğün bir erdem olduğunu öne sürerken, Pew Araştırma Merkezi tarafından yapılan bir araştırma, A.B.D’de her beş kişiden birinin vergi kaçırmanın törel bir sorun oluşturmadığına inandığını ortaya koyuyor. Nüfusun yaklaşık %10’u eşini aldatma konusunda benzer bir ikircikli tavır sergiliyor.

Araştırmalar törel değerleri en çok önemseyen kişilerin en büyük dolandırıcılar olduklarını ortaya koyuyor. Bu kişiler yüksek törel değerleri benimserlerken, garip bir biçimde yoldan çıkarak, aldatmanın kimi durumlarda etik açıdan savunulabileceğine inanıyorlar.

İnsan tarihinin her evresinde şiddete tanık olunduğundan yola çıkan kimi araştırmacılar, insanın şiddet delisi olduğu, şiddetin genlerimizden kaynaklandığı ve beynin ödül merkezlerini etkilediği yönünde bir yargıya vardılar. Gelgelelim milyonlarca yıl öncesine baktığımızda, en erken tarih öncesi insanlar arasında yamyamlığın izlerine rastlanmakla birlikte, insanların o dönemlerde günümüzden çok daha barışçıl olduklarını görüyoruz.

2008’de yapılan bir araştırma, görünürde insanların şiddete tıpkı cinselliğe duydukları gibi bir arzu duyduklarını ortaya koyuyor. Söz konusu araştırmada farelerin beyinlerindeki ödül merkezleriyle ilintili hücrelerin şiddete duyulan istek karşısında da devinime geçtikleri görüldü.

Araştırmacılar insan beyninde de aynı durumun geçerli olduğuna inanıyor ve insanlarda şiddetin yaşamda kalabilmeye yardımcı olmak üzere evrilmiş bir eğilim olabileceğine dikkat çekiyorlar.

İnsanların neden sürekli yalan söyledikleri konusunda kesin bir bilgimiz yok. Ancak araştırmalar yalan söylemenin son derece yaygın bir davranış olduğunu ve çoğu zaman derin ruhsal unsurlarla bağlantılı olduğunu ortaya koyuyor.

Massachusetts Üniversitesi ruhbilimcilerinden Robert Feldman, yalan söylemenin kişinin özsaygı duygusuyla ilintili olduğuna inanıyor ve insanların özsaygılarının tehlikeye düştüğü duygusuna kapıldıkları anda, çok daha yüksek dozlarda yalan söylemeye başladıklarını öne sürüyor.

Üstelik yalan söylemek hiç de kolay bir iş değil. Bir araştırma yalan konuşmanın doğruyu söylemekten %30 oranında daha uzun bir zaman gerektirdiğini gözler önüne serdi. Son araştırmalar e-posta aracılığıyla gönderilen iletilerde eski yöntem mektuplara kıyasla çok daha fazla yalana yer verildiğini de ortaya koyuyor.

İnsanların kimi zaman gerçekten kasıtlı olarak yalan söyleyip söylemediklerini anlamak başlı başına bir sorun. Bunu açıklığa kavuşturmak için öncelikle yalanın bir tanımlamasını yapmak gerekiyor. Washington Üniversitesi felsefe uzmanlarından James E. Mahon’a göre, bir tümcenin yalan düzeyine ulaşması için öncelikle kişinin yalan olduğuna inandığı bir tümceyi dile getirmesi gerekiyor. İkincisi, tümceyi dile getiren kişinin seslendiği kişileri o tümcenin doğru olduğuna inandırmak istemesi gerekiyor.

Mahon’a göre bu koşullar olmadığı sürece söylenenler yalan kapsamının dışında kalıyor.

Rita Urgan

Gün geçtikçe hayatımız zorlaşıyor. Yoğun iş temposu, trafik, gelir problemi ve gelecek kaygısı gerginliklerimizi alevlendiriyor. Biraz da küresel ısınma, çevre sorunları, hayvan hakları gibi konularda duyarlı isek yaşam enerjimiz iniş eğilimine geçiyor. Tüm bu olumsuzlukların içinde bizi en çok yoran ise insan ilişkileri diyebiliriz. Neden mi? Çünkü sıraladığımız diğer tüm sorunların belirli çözümleri var.
Söz konusu insan olduğunda akan sular duruyor. İnsanı özetleyen bir formül yok, karakterleri bir kalıba dökmek mümkün değil. Bazen ne yaparsak yapalım aynı frekansı tutturamadığımız insanlarla karşılaşabiliyoruz. Onlara, mahallemizde, okulda, iş yerimizde daha da kötüsü evimizde rastlamak mümkün. Köşe bucak kaçtığımız, alttan alsak da kurtulamadığımız, tüm çözümlerimizi çözümsüz bırakan bu insanlarla ilişki kurmak oldukça meşakkatli. 
Çabaladıkça kendi enerjimiz düşüyor. Aurası tamamen negatif olan bu insanlar ya mutsuzluktan besleniyorlar ya da ukalalıktan. Her iki durumda da çekilmez olduklarını söylemek yanlış olmaz. Kendilerini seven, sevmeyen herkesin sınırlarını zorlar bu insanlar. “Zor insan” denmesi de bu yüzdendir. Adeta olumlu enerjimizi emen vampirler gibidirler. En iyisi onları görünce “Eyvah yine geliyor!” diye kaçmak sanırım. Kaçarken çevrenizdekileri de uyarmayı unutmayın ki onlar da kaçabilsin.

Zor İnsan Ne Demek?

Her insanın olumsuz karakter özellikleri olabilir. Bu gayet normaldir. Zor olduğumuz anlamına gelmez. Tuzumuz biberimizdir küçük huysuzluklarımız. Bir şeyler ters gittiğinde agrasifleşen ve hatayı hep başkalarında arayan kişiler zor insanlardır. Zor insanların bazı karakter özellikleri kalıplaşır, uyum sorunu yaşarlar ve hem kendileri hem de karşılarındaki için durumları kaotikleştirirler. Onlarla ilişki kurmak zor, vakit geçirmek ise eziyettir.

Zor insanı kısaca tanımlayacak olursak düşünce ve davranışları nedeniyle ilişki kurmakta zorlanan kişilerdir diyebiliriz. “Geçimsiz insan” olarak da nitelemek mümkündür. Fazla hırslı, inatçı, kaprisli, agrasif, dinlemeyi bilmeyen, sabit fikirli, kaprisli diye de detaylandırabiliriz. Günlük hayatımızda zor insanları tanımak güç değildir. Çevresinde olup bitenleri çarpıtarak algılıyorsa ve aşırı duygusal tepkiler veriyor, sosyal ortamlarda sorun çıkarıyorsa o kişiye “zor insan” demek doğru olur.

Aslında “zor” insan diye etiketlediğimiz kişilerin neden zor olduğunu anlamaya çalışmalıyız. Ne yaşadılar da zor oldular? Hani Yeşilçam filmlerinde huysuz dedeler, nineler vardır ya; bahçelerine giren çocukları kovalarlar. Tüm mahalle çekinir onlardan. Oysa kalpleri yaşadıkları nedeniyle kabuk bağlamıştır. O kabuğu kaldırabilseniz pamuk gibi bir insanla karşılaşırsınız.

Biz de zor dediğimiz insanları anlamaya çalışmalıyız. Anne ve baba ilişkilerinde mi sorun var? Davranışlarının nedeni bilinçaltına attıkları bir sorun ya da yaşadıkları bir travma olabilir mi? Hayal kırıklığı, aldatılma, terk edilme ve daha bir çok duygu ile baş edemiyorlardır belki. Yeniden kırılmamak için, aldatılmamak için, terk edilmemek için ördükleri duvarlardır bize zor görünen. Her ne olursa olsun zor bir insanla karşılaştığımızda kendimize öncelikle şu soruları sormalıyız:

  • Zor insanın bu tutum ve davranışları hep var mıydı?
  • Bu durum bir olay sonrasında başladı ve geçici mi?
  • Bu kişinin benim hayatımdaki rolü ve değeri ne? 
  • Onunla iletişim kurma çabama değer mi?
  • Çabalarımızın o kişiye faydası olur mu?
  • İletişimi kessem ona, çevresine ve bana bir zararı olur mu?

Zor İnsan Tipleri

Zor insan tipleri her zaman her yerde farklı kimliklerle karşımıza çıkabilir. Örneğin; gece yarısı çamaşır makinası çalıştıran komşu, sürekli yakınan bir eş, hastalık hastası bir akraba, banka sırasında öne geçmeye çalışan bir müşteri, yerli yersiz arayan bir arkadaş vb. Zor insan tiplerini sınırlandırmak zor olsa aşağıda listeleyeceğim başlıklarda gruplandırmak mümkündür.

  • Asabi ve agrasifler: Her şeye çabuk sinirlenirler. Karşılaştıkları olumsuzluklara saldırganlaşırlar. Rencide etmekten kaçınmazlar.
  • Mağdurlar: Sorumluluk almaktan kaçarlar. Başlarına gelen en basit olayları bile dramatize ederler. Kendilerine acındırmaya bayılırlar.
  • Sızlananlar, mızmızlananlar: Çocuk gibi davranırlar. Küçücük istekleri bile yerine gelmese yüzleri asılır. Küser ya da duygu sömürüsü yaparlar, alınırlar ve kırılırlar. Böyle bir ev arkadaşınız olduğunu bir düşünün maazallah…Hele ki hayat arkadaşı (!)
  • Çok bilmişler, bilmiş geçinenler: Bilsin bilmesin her konuda fikirleri vardır. Daha da kötüsü fikirlerini savunmaktan asla vaz geçmezler. Hatalarını kabul etmezler. Her şeyi yapabildiklerini iddia ederler.
  • Ukalalar: Her şeyin en iyisini onlar bilir. Kendilerini herkesten üstün görürler. Ne söylesek çürütmeye odaklanırlar, kontrolcüdürler. Bu kişilerle inatlaşmak deveye hendek atlatmaya benzer. En iyisi onlara danışıp görüşlerini almaktır. O zaman en az zararla çıkabilirsiniz.
  • Pasif agrasifler: Temelinde suçlanma duygusu yatar. Özgüvenli, şekilde kendilerini ifade edemezler. İsteklerini, ihtiyaçlarını ve duygularını ima yoluyla ifade ederler. Agrasif düşüncelerini olumsuz şekilde dışa vururlar. 
  • Memnuniyetsizler: Kimseye güvenmezler. Bu nedenle sürekli başkalarını suçlarlar. Yapılan hiçbir şeyden memnun olmazlar.
  • Dalga geçip aşağılayanlar: Eksikliklerinin ve komplekslerinin üzerini örtmek isterler. Bunun için karşılarındaki kişinin eksikliklerini bulup her fırsatta dile getirirler.

Zor insanlar sınırları ihlal etmekten zevk alırlar. Hele ki yönetici pozisyonundaysalar geçmiş olsun. Psikolojik mobbinge hazırlıklı olun. Ne söylerseniz söyleyin zor olduklarını kabul etmezler. Karşısındaki kişilerin duygu ve düşüncelerini dikkate almazlar. Kin tutarlar, şüphecidirler, öfkelerini kontrol edemezler. Bu tarz insanlarla ilişkiye devam etmek eziyete dönüşebilir. Sınırlarınızı koyabilir ve sabredebilirseniz en az hasarla kurtulursunuz. Bunu başaramazsanız, üstelik zor kişi çok yakınızda ise, profesyonel destek alma vaktiniz gelmiş de geçiyordur.

Zor İnsan Tipleri İle Nasıl Başa Çıkılır? 

Geçinilmesi zor insanlarla birlikte yaşamak ve çalışmak oldukça güçtür. Bu insanlarla sağlıklı ilişki kurabilmek çoğu zaman mümkün değildir. En iyisi onlardan olabildiğince uzak durmaktır. Polemiğe girmemek gerekir. Onları değiştirmeye çalışmak, boyun eğmelerini istemek ya da onlara boyun eğmek gibi davranışlar çok yanlıştır.

Sakin ama kendimizden emin şekilde hareket etmeliyiz. Esnek bir tutum sergilemeli ve hoşgörülü olmalıyız. Bu yaklaşım tarzıyla çatışmaları olabildiğince engelleriz. Zor insan dediğimiz kişi vaz geçemeyeceğimiz biriyse durumun vahamiyeti artar. En kötüsü eşimiz, annemiz, babamız, patronumuz ya da çocuğumuzun zor insan olmasıdır.

Profesyonel bakış açısı bizim de bakış açımızı genişletir. Belki de ilişkimizi zorlaştıran nedenlerden biri bizim davranışlarımızdır. Onların davranışlarını kişileştirmek hata olur. Onların zorluğu sadece bize karşı değil ki. Herkese karşı zorlar ve her yerde, her ortamda zorlar. Diyelim ki ne yaparsak yapalım kendimizi anlatamıyoruz. Üstelik öfkemizi kontrol edememeye başladık. Peki ne yapmalıyız. Bağırıp çağıralım mı? Kırıp dökelim mi? Bu konuda standart bir reçete sunmak mümkün olmasa da bazı önerilerde bulunmak isterim.

  • Sınırlarımızı belirlemek işe yarayabilir. Özellikle kırmızı çizgilerimizi dürüst ve açık şekilde ifade etmeliyiz.
  • Zor insanla yaşadığımız sorunlara takılıp kalmamalıyız. Bunun yerine çözüme odaklanmak daha faydalı olacaktır.
  • Muhtemelen karşınızdaki size oluşturduğu zorlukları yadsıyacaktır. Tartışmaya girmekten kaçınmalıyız.
  • Mutlu olacakları konuları bulmalarını destekleyebiliriz. “Peki ne yapmamı istersin? Sence nasıl davranmalıyım?” soruları onları düşünmeye sevk edecektir.
  • Kişiyi genel olarak değerlendirmek ilişkiyi daha da çıkmaza sokabilir. Bunun yerine sadece bir davranışı ele almak daha faydalı olacaktır. İstediğimiz değişikliği sağlayabilirsek bir sonraki aşamaya geçebiliriz.
  • Geçmişte yaşadığımız sorunları unutmaya çalışıp mevcut probleme odaklanmalıyız.
  • Gerekirse bir uzmandan yardım almalıyız.

İlknur Işık

Saldırgan sürüş-Saldırgan sürücüler

Televizyonda, gazetelerde veya sosyal medyada “Arabayı neden önümüze kırdın” diyerek otomobillerin önünü kesip levye, anahtar takımı ve bıçak gibi keskin cisimlerle diğer sürücünün dövüldüğü, yaralandığı, hastanelik edildiği, otomobilin lastiklerinin kesildiği, aynalarının kırıldığı haberlerini daha sık duyar hale geldik. Sürüş en yaygın tüketim davranışlarından birisidir. Özelikle büyük bir şehirde yaşıyorsanız trafik sizi oldukça meşgul edecektir. Bu yoğun trafikte aracı kullanan kişi eğer sizseniz, diğer araç sürücülerinden kaynaklanan hataları da düşündüğünüzde gününüz kabusa dönebilir.
Saldırgan (Agresif) sürüş “diğer kişilerin veya mülklerin tehlikeye girmesine yol açan hareketli trafik suçlarını işleyen bir kişinin davranışı” olarak tanımlanır. Saldırgan sürüş, bir motorlu taşıtın diğerlerine bakmaksızın güvensiz ve düşmanca bir şekilde kullanılmasıdır. Kasıtlı olarak ve kötü niyetle yapılan veya güvenliği göz ardı eden herhangi bir güvensiz sürüş davranışı, saldırgan sürüş anlamına gelmektedir. Saldırgan sürüş davranışlarına örnek olarak; yoğun trafikte sık ya da güvensiz şerit değişiklikleri yapmak, sinyal vermemek ya da yol hakkını vermemek, trafik kontrolünü hiçe saymak veya diğer arabanın dibinden gitmek, başka bir sürücünün önüne geçip sonra yavaşlamak, diğer sürücüleri “cezalandırmak” için farları veya frenleri kullanmak gibi trafikte hoyratça manevralar yapmak ve her türlü taciz ve rekabetçi davranışlarda bulunmak verilebilir.

Çarpışmalar 3 ila 33 yaş arasındaki insanlar için önde gelen ölüm nedenidir. Ölümcül çarpışmaların ilk 12 nedeni arasında saldırgan sürüş yer almaktadır.

Ölümcül çarpışmaların% 50’den fazlası saldırgan sürüşten kaynaklanmaktadır.

Saldırgan sürüş, birçok yol kullanıcısı için giderek artan dünya çapında bir sorun haline gelmiştir. Özellikle şehir içinde çok kilometre yapan bazı kişilerin bir süre sonra trafikte saldırgan ve kuralsız kullanım yoluna gidebildikleri görülmektedir. Bu sürücüler sadece kendilerinin değil başkalarının da hayatlarını riske atabilmektedirler.

Peki bu tür davranışları ve ihlalleri sergileyen sürücüler kimdir? diye baktığımızda yapılan çalışmalara göre bu kişiler; yolları kendi özel mülkü olarak algılayan, kimliğini arabası ile ilişkilendiren, kızgın, saldırgan, rekabetçi, ben-merkezci, kuralları ve yasaları ihlal etmekten huzursuzluk duymayan, sorumsuz kişiler olduğunu ortaya koymuştur. Erkeklerin kadınlardan daha saldırganca sürüş eğiliminde olduğu ve erkeklerin arabalarını kendilerinin bir uzantısı gibi gördüğü bilinmektedir. Arabalarını kendilerinin öz-kimliğinin bir yansıması olarak algılayan sürücüler yolda daha saldırgan davranıyor ve yasaları çiğniyorlar.

Kompulsif eğilimleri olanlar (kişinin iradesine rağmen belli bir şekilde davranmaya zorlanması) potansiyel sonuçları göz ardı ederek daha saldırganca sürüşte bulunuyorlar.

Mal varlığına çok önem veren ve materyalist olan kişilerin saldırganca sürme eğilimi daha da artmaktadır.

Saldırgan sürüşün aşırı kalabalık yol ağlarına bir tepki olduğu da söylenmektedir.

Bir bireyin kişilik özellikleri onun sosyal ortamından etkilenmekte ve etkilemektedir. Araştırmacılar, bazı ülkeler ve kültürlerin, sosyal çevreleri nedeniyle daha saldırgan bir şekilde sürmeye daha eğilimli olabileceğini belirtmektedirler.

Saldırgan sürüşte eğitim ve deneyimin rolü de vardır. Yollarda birçok sürücü daha genç veya çok az eğitim veya deneyime sahip. Kendi öz-kimliğini oluşturma aşamasında olan gençler, kendi arabalarını ve sürüş becerilerini gösterme ihtiyacını diğerlerinden daha fazla hissederler. Ayrıca kendilerinden daha fazla emin olup, umursamaz tarzdaki sürüşlerinin riskli taraflarını görmezden gelirler.

Yasalarla sorun yaşayan kişilerde saldırgan sürücü olma olasılıkları daha yüksektir. Zaman baskısı yaşamanın saldırgan sürüşe neden olduğu, saldırganca otomobil kullanarak kontrolü kendi ellerinde bulundurmaya çalıştığı, saldırganca sürmesinin nedeni olarak ta kendince haklı bahaneler ürettikleri belirtilebilir.

Tehlikeden Nasıl Korunulur?

Siz Saldırgan bir sürücü olmaktan kaçının!

İlk olarak, temkinli, düşünceli bir sürücü olun. Başka bir sürücüyü tahrik edebilecek bir durum yaratmaktan kaçının.

Yolun kurallarına uyun.

Aradaki mesafeyi koruyun.

Sol şeritte iseniz ve birisi geçmek istiyorsa, hareket edin ve sürücünün sizi geçmesine izin verin.

Başka bir sürücüye ışıkları yanıp söndürmeyin.

Dönüş sinyallerini kullanın.

Kornayı idareli olarak kullanın.

Duygularınızı kontrol edin. Hayal kırıklıklarını diğer sürücülere çıkarmayın.

Önceden plan yapın ve gecikmeleri hesaba katarak yeterli süre ayırın.

Kendi sürüşünüze odaklanın.

Uygunsuz el, yüz veya kol hareketleri yapmayın.

Bağırmak, direksiyona vurmak ve kafanızı sallamak trafik akışını hızlandıramaz.

Kızgın bir sürücü ile karşılaşırsanız, bir çatışmayı tetikleyerek daha da kötüleştirmeyin.

Kızgın sürücülerle göz temasından kaçının.

Eğer karşı karşıya kalırsanız, mümkün olduğunca sakin ve saygılı kalın.

Prof.Dr.İ.Hamit Hancı

Trafikte Türk İnsanı

Trafik o toplumu oluşturan bireylerin birbiri ile nasıl bir ilişki içinde olduğunu ve nasıl bir iletişim kurduğunu yansıtan önemli bir göstergedir. Başka bir deyişle trafik o toplumun aynasıdır.

Bir toplumda insanların birbirine saygılı olduğunu söyleyebilmek için trafiğe çıkan sürücülerin “kurallara uyması”, “yayalarla ve diğer sürücülerle eşduyum kurması”, “karşıdakinin acil bir gereksinim ya da bir anlık dalgınlık nedeniyle yanlış davranabileceğini düşünmesi”, “diğer sürücüleri ve yayaları umursaması, önemsemesi”, “risk almaktan kaçınması”, “öfkesini denetleyebilmesi” ve “yaşanan sorunları kişiselleştirmemesi” gerekmektedir.

Ülkemize bakıldığında ise görünümün ne yazık ki olması gerekenden çok farklı olduğu, özellikle büyük şehirlerde trafiğin büyük bir kargaşa içinde işlediği ve trafikte insanların birbiri ile ilişkilerinin uygar nitelikler taşımadığı görülmektedir. Keyfilik, başkasını önemsememe, öncelikle kendini düşünme, her zaman kendini haklı görme, kurallara uymama, başkası uymadığında şiddetli tepki gösterme, didişme, şiddete başvurma oldukça yaygın görülen davranışlardır. Diğer yandan tek tek sorulduğunda da herkesin trafikteki karmaşadan yakındığı fakat iş kurallara uymaya gelince, çoğunluğun kurallara uymadığı, kuralların her fırsatta esnetilebildiği görülmektedir.

Türk insanının trafikte kendi işinin en önemli olduğunu düşündüğü, başkasının hakkını umursamadığı ve hakkının yendiğini düşündüğünde denetimini yitirdiği görülmektedir. Bütün bu özellikler de Türk insanını kaza yapmaya yatkın bir kişi haline getirmektedir.

Ülkemiz insanını trafikte neler etkiliyor?
Ülkemizde trafiğe ve trafikte yaşananlara bakıldığında “hakkım yendi”, “hakkımı kimseye yedirmem”, “benim ondan aşağı kalan neyim var”, “beni kimse geçemez”, “bana bir şey olmaz”, “karşılaştığım her türlü sorunu aşabilecek kadar usta sürücüyüm”, “şu an bu kurala uymanın hiç bir anlamı yok” gibi anlayışların yaygın olduğu görülmektedir. Bunlara bağlı olarak da “rekabet”, “değersizlik”, “aşağılanma” gibi duygu ve düşüncelerin canlandığı; bu duygu ve düşüncelerin etkisiyle insanların hayatı birbirlerine zehir ettiği gözlenmektedir.

Polis yoksa kurala uyulmaz
Ülkemizde zorunlu olmadıkça trafik ışıklarına uyulmaz. Trafiğin işlek olmadığı yerlerde ve zamanlarda kırmızı ışıkta durmayan sürücü sayısı azımsanmayacak kadar çoktur.

Kurallar her fırsatta esnetilmeye çalışılır. Görünürde bir polis ya da hareketsiz bırakan bir trafik yoksa kurala uymamak için kolayca bir bahane uydurulur. Ya ‘ışığın gereksiz yere konduğu’ ya ‘trafiği bozmadan geçtiği’ ya da ‘acelesi olduğu’ düşünülür.

Kırmızı ışık yandıktan sonraki ilk saniyelerde sürücülerin durmak için girişimde bulunmak yerine gaza basarak yollarına devam etmeleri de bunun uzantısıdır. Geçmeyi başaran sürücü ‘başardım!’ın keyfini yaşar. Bu uyanıklık ise diğer sürücülerde bir mağlubiyet yaşadığı hissi yaratır. ‘Haksızlığa uğradığı’ ve ‘bana bunu nasıl yapar’ duygu ve düşünceleri içinde tepki göstermesine neden olur (fakat fırsatını bulduğunda da aynısını kendisi yapar).

Her sorunla baş edebileceği düşüncesi
Türk insanı karşılaşabileceği riskler ile her koşulda baş edebileceğini düşünür. Kendisine çok güvendiği için kolayca risk alır. Usta bir sürücü olduğunu düşünür. Bu nedenle alkollü iken bile araç kullanmakta hiçbir sakınca görmez.

Sollama yalnız soldan yapılmaz
Ülkemizde her hangi bir aracı geçmeye “sollama” deniliyor olsa da bunun sağdan geçme, soldan geçme ve öndekine selektör yaparak yolu açma biçiminde çeşitli yöntemleri bulunmaktadır. Öndeki aracı trafik kurallarına uygun bir mesafede takip etmek bir kusur olarak görülür; ülkemizde yazılı olmayan trafik kurallarından birisi de budur ve böyle bir durumda ya öndeki arabayı yakın mesafeden takip etmek ya da sağa çekilerek arkadan gelene yolu açmak gerekmektedir.

“Dikkat et, trafik polisi var”
Ülkemizde karşıdan gelen arabanın selektör yapması “trafik polisi var” anlamına gelir. Kuralı çiğneyen varsa onun yakalanması için trafik polisine yardım edeceğine Türk insanının sürücüleri uyarması ilginç bir durumdur. Bir çeşit otoriteye karşı kardeş dayanışması vardır bu davranışta.

Hakkının yendiği duygusuna kapılma
Yeşil ışığın yanmasını beklerken sarı ışık yandığı anda öndeki sürücüyü hareket etmesi için korna çalarak uyarmak çok sık görülür. Bu davranışın nedeni sabırsızlık mıdır, acelecilik midir, hak etmediği biçimde bekletildiğini düşünme midir bilinmez. Her ne kadar bir çeşit “yardımlaşma” ve “iyi niyetli uyarı” olduğu ileri sürülebilecek olsa bile, bu davranış çoğu zaman öndeki sürücüde işine karışıldığı düşüncesi yaratarak onun öfkelenmesine neden olur. Anlaşılması ve yorumlanması zor bir davranış olmakla birlikte, korna çalarak öndeki sürücüyü uyarma, “hakkının yenmesini önlemek için alınan bir önlem” gibi görünmektedir. Nitekim Türk insanı trafikte kolayca hakkının yendiği duygusu yaşadığından, karşıdakini uyarmak amacıyla bir elinin sürekli kornada olması da bunu kanıtlamaktadır.

Kuralların herkes için işletilmemesi
Ülkemizde trafik kuralları dayısı olanlar için uygulanmaz; amirden gelen bir emirle yazılan ya da yazılmak istenen ceza anında iptal olur. Bu durum, kusurlu olduğunu bilse bile trafik polisine yakalandığında Türk insanında “yanlış yaptım ve bunun bedelini ödüyorum” duygusu yerine öfke yaşamasına neden olur. Yaşanan, dayısı olmamanın yarattığı öfke ve değersizlik duygusudur; başka bir deyişle kendisini kimsesiz ve enayi gibi hisseder.

Sonuç
Trafiğin bir toplumun birbiri ile nasıl bir ilişki ve iletişim içinde olduğunu yansıtan önemli bir gösterge olduğu dikkate alındığında trafikte yaşananlar toplumumuzdaki iletişimsizliğin boyutunu çok açık olarak göstermektedir.

Kaynak:
Erol Özmen, Burası Türkiye / Hiçbir Şeye Şaşırmayacaksın, Psikoloji-Psikiyatri.Com Kitapları, 2010.

Prof. Dr. Erol Özmen

Alkol ve Trafik Psikolojisi 

Bir taraftan sayısı ve hızı artan araçlar yaşantımızın vazgeçilmez bir parçası olurken, diğer taraftan birçok insanın yaşamına son vermekte, onları sakatlamakta ya da maddi zararlara neden olmaktadır. Trafik kazaları, dünyanın temel ve Türkiye”nin ise en başta gelen ve çözümü zor sorunlarından biri olduğu için incelenmesi ve çözüm yolları bulunması gerekmektedir. Erdem”e (1977) göre, birçok ülkede ölümlerin hemen hemen %50″si ve hatta daha fazlası trafik kazalarından ileri gelmektedir. Trafik kazalarının başta gelen nedenlerinden biri alkol kullanımıdır. Alkollü olarak araba kullanma, büyük ölçüde alkol bağımlılığından kaynaklanan bir semptom olarak kabul edilmektedir. Bu yazıda daha çok alkollü araç kullanma ile trafik arasındaki ilişkiler üzerinde durulmuştur. 

Alkolün Sürücüler Üzerindeki Etkileri  

Son yıllarda sürücülerin içki kullanması belirgin olarak artmıştır. Bazı ülkelerde trafik kazalarının %30-40″ının nedeni alkoldür (Pelkin ve Landzhev, 1977). Alkol almış sürücünün sürücülük yeteneğinin alkolün etkisi sonucu olumsuz olarak etkilendiği bilimsel olarak ispat edilmiştir. Küçük dozlarda kullanıldığında, insanlar sabırsız, haddini bilmez olmakta ve reflekslerin yavaşlamasıyla zihinsel faaliyetler bozulmaktadır. (Yılmaz, 1996). Alkollün fazlası ise bireye aşırı güven verdiğinden, aşırı alkol alan kişiler, kusursuz oldukları sanısıyla kusur yapmaktadırlar. Bir duble bira ya da 60 cm3 viski ya da rakı alanlarda yarım saat araba kullanamayacak kadar denge kusuru olmaktadır. Fazla alkol gözde kararmaya neden olmakta, dikkat, düşünme ve karar gücünü bozmaktadır. Alkol miktarı arttıkça kandaki oksijen azalmakta ve beyin ihtiyacı olan oksijeni temin edemediği için işlevlerini yavaş yavaş kaybetmeye başlamaktadır. Alkol etkisi ile kişi saldırganlaşmakta, bazen de uyku hali ve uyuşukluk başlayarak kurallara uymamakta ve fren, vites ve direksiyonu zamanında gereğince kullanamaz duruma gelmektedir. Hız tahminleri ve hız karşılaştırmaları azalmakta ve hatta hızın korku veren etkisinden uzak kalarak hızı çekici bulma tutkusu başlamakta, mesafe tahmini sıfıra inmektedir (Yılmaz, 1996). Böylece, alkollü araç kullananlar yollarda tehdit unsuru oluşturmaktadırlar. Alkollün sürücüler üzerindeki olumsuz etkileri alkollü sürücülerin trafik kazaları yapmasına neden olmaktadır. Aşağıda bu konuyla ilgili görüşlere yer verilmiştir. 

Trafik Kazaları ve Alkollü Sürücüler Arasındaki İlişki 


Selzer ve Vinokur’a (1974) göre, tehlikeli bir şekilde araba kullanmak, alkolün etkisiyle öfkenin dışavurumudur. Alkoliklerin, intihara eğilimli oldukları bilinen bir gerçektir. Bu nedenle, alkolikler, zaman zaman kendi araçlarını bir intihar aracı olarak kullanmaktadırlar. O halde, alkoliklerin yaptığı kazalar, genellikle intihar düşüncesiyle işlenmiş kazalardır. Aşırı alkollüyken araba kullanmak, trafik kazalarına neden olmaktadır. Bunun yanı sıra alkollü olarak araba kullanmak, şiddeti, anti sosyal davranışı, öfkeyi, paranoid duyguları, ölüm ya da öldürme isteğini de beraberinde getirebilmektedir. Özetle, alkollü olarak araba kullanma ile yollarda meydana gelen ölümler arasında sıkı bir ilişki vardır. (Akt. Huxley ve Chesterton, 1971). Yılmaz”a (1996) göre de alkol ve trafik kazaları arasında önemli bir ilişki vardır. Bu ilişkinin acı sonuçları, neredeyse her gün günlük gazetelerin sayfalarında görülmektedir. “Sarhoş sürücü can aldı”, “Sarhoş sürücü otomobiliyle evin çatısına uçtu”, “Alkollü araç kullanmanın acı faturası: 4 ölü, 2 yaralı”, “Düğün sonrası otomobil köprüden uçtu.” Bu başlıklar altındaki haberlerde, çoğunlukla gecenin geç saatlerinde içkilerin bolca içildiği bir yemekten, bir toplantıdan, bir düğünden sonra kullanılan araç ile yapılan kazanın öyküsü anlatılır. Little ve Clontz”a (1994) göre alkollü araba kullanmaktan kaynaklanan kazalarda ölüm oranı onbeş ile yirmi dört yaş arası gençlerde son derece yüksektir.

Ross”un (1993) yaptığı araştırma sonuçlarına göre de alkol kullanımının ölümcül trafik kazalarına yol açtığı bulunmuştur. Henderson”a (1987) göre, alkollü sürücüler yüzünden her yirmi dakikada bir ölümcül kazalar olmaktadır (Akt. Little ve Clontz, 1994). Miller ve Bilincoe”nun (1994) yaptıkları araştırmaya göre, tüm motorlu taşıtların üçte birinden fazlası, alkollü araç kullanan şoförlerin yol açtığı kazalarda parçalanmaktadır. Aberg”e (1993) göre, alkollü olarak araç kullanan sürücüler trafikte büyük bir risk yaratmaktadırlar. İsveç”te alkollü araç kullanan sürücülerin oranı yalnızca %1 olmasına rağmen kaza yapan sürücülerin %6 ile %11″inin kaza anında alkollü oldukları belirlenmiştir. Kanada”da ölümle sonuçlanan kazaların %43″de, Amerika”da ise %60″ında sürücünün alkollü olduğu saptanmıştır(Jonah ve Wilson,1993). Mc Lellan, Vingilis, Larkin, Stoduto, Macartney ve Sharkey”e (1993) göre de, Kanada”daki ölümlerin ve yaralanmaların büyük bir bölümü trafik kazalarından kaynaklanmaktadır. Alkollü araba kullanan sürücüler ölümcül olsun veya olmasın trafik kazalarının önemli bir kısmından sorumludurlar (Little ve Clontz, 1994). Selzer ve Vinokur”un (1974) yaptığı araştırmada da problemli gençlerin alkol alma ve tehlikeli biçimde araba kullanma eğiliminde oldukları görülmüştür. Bu gençler alkolün kendilerini daha saldırgan, korkusuz ve cesur yaptığını iddia etmektedirler. Farrow”a (1989) göre de, bireyin alkolün etkisi hakkındaki görüşleri, alkole bağlı tehlikeli araba kullanmayı etkileyen en önemli etkenlerden birisidir. 

Alkol; saldırgan, yabancılaşmış, kendini güçsüz hisseden kişilere güçlülük duygusu vermektedir. Basch, Di Cicco ve Malfetti”e (1989) göre, gençlerin alkollüyken de araç kullanmalarına yol açan faktörler şunlardır: 1) Bireyin alkollüyken, sarhoş olduğunun farkında olmaması 2) Alkolün etkisini tahmin edememesi 3) Alkollüyken de güvenli bir şekilde araba kullanılabilir gibi savunma mekanizmalarını kullanması. 4) Gençler arasında alkollü araç kullanmanın eğlence, özgürlük, yaşıtları tarafından kabul edilme gibi olumlu etkileri olduğu yolunda yaygın bir inancın bulunmasıdır. Bu faktörler yollardaki tehlikenin artmasına, trafik ihlallerine, ölümlere, yaralanmalara v.b. neden olmaktadır.

Türkiye”de alkollü içki etkisinde araç kullanmak suçtur. Buna karşın ülkemizde alkollü içki etkisinde araç kullanılması sanıldığından daha yaygındır. Hemen hiç kimse gittiği bir lokantada, bir arkadaş evinde içki içtiği için arabasını kullanmaktan vazgeçmemektedir. Çok içkili olduğu halde arabasını kullanan hatta kendisini uyaran arkadaşına “Ne o yoksa korkuyor musun?” diye karşılık veren kişilerin sayısı az değildir (Yilmaz, 1996). Aslında sorun da buradan kaynaklanmaktadır. Alkollü kişinin kendine güveni artmakta, buna karşılık dikkati azalmakta ve refleksleri zayıflamaktadır. Araştırmalara göre erkekler, kadınlara göre sarhoşken araba kullanmaya daha fazla eğilimlidirler. 18-25 yaş grubundaki gençler daha çok trafik kazası yapmalarına rağmen bu gruptakilerin sarhoşken kaza yapma oranları diğer yaş grubundaki insanlardan daha yüksek değildir. Öte yandan 60 yaşın üzerinde alkollü araç kullananların sayısı bir hayli düşüktür. Resmi kayıtlara geçen sarhoşken kaza vakaları, toplam kaza vakalarının %15″ini oluşturmaktadır. Bu konuda yapılmış araştırmaların pek çoğu, kandaki alkol düzeyi ile kaza arasında nedensel bir ilişki olduğunu göstermektedir (Got, 1989). 

Alkollü Araç Kullanımının Engellenmesi İçin Çözüm Önerileri 

Ülkemizde de 1 Ocak 1997’den itibaren uygulanmaya başlanan 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu”na eklenen maddeler ile alkollü araç kullanmanın cezası artırılmış, hapis, ehliyete el koyma gibi zorunluluklar getirilmiştir. Ayrıca Psikoteknik değerlendirme ve psikiyatrik muayene sonucu ehliyetin geri alınması şartı da eklenmiştir . Bu yeniliklerin alkollü araç kullanımını ve dolayısıyla trafik kazalarını azaltmada önceki yasaya göre daha başarılı olabileceği inancındayız. Getirilen yenilikler diğer ülkelerde oldukça başarıya ulaşmış uygulamalardır. Ülkemizin de aynı şansa sahip olduğunu görmek oldukça sevindirici ve umut vericidir.

Ankara Trafik Vakfı

Trafik psikolojisi tam olarak neleri inceliyor? Bu alanda şimdiye kadar kaç uzman yetişti?

Trafik psikologları; üniversitelerde ya da trafik/ulaşım güvenliği enstitülerinde; yol kullanıcılarının düşünce biçimleri, kazaya yatkınlığı belirleyen faktörler, risk alma eğilimi, tehlike algısı, bireysel farklılıklar, sürücülük ile ilgili yetenekler, kişilik özellikleri gibi pek çok konuda araştırmalar yapmakta, trafik eğimcilerinin eğitimleri, kanun yapıcılara danışmanlık, trafik mühendislerine danışmanlık, bilirkişilik görevlerini üstlenmektedirler. Uygulamalı alanda ise psikoteknik değerlendirme, sürücü davranışı geliştirme eğitimi ve rehabilitasyonu, kampanyalar en yaygın olarak görev aldıkları alanlar olarak sıralanabilir. Özellikle Avrupa’da üniversitelerde ve uygulamada pek çok uzman sayabiliriz.

En sık kimler başvuruyor size ve hangi şikâyetle geliyorlar? Teşhisi nasıl koyuyorsunuz?

Yasal zorunluluklar nedeniyle başvuru oluyor: 1.Trafik Kanunu’ndaki ilgili maddeler nedeniyle sürücü belgesi alıkonmuş kişiler. 2.Taşımacılık Kanunu kapsamında yük ve yolcu taşımacılığı yapacak olan şoförler.

Trafik psikologlarının yaptıkları iş bir klinik psikologdan ya da daha bilindik ifadeye, bir terapistten farklı. Kişi yaşadığı sorunlara çözüm bulabilmek için genellikle kendi isteğiyle bir terapiste başvurur. Ancak bir sürücü “ben kurallara uyamıyorum, düzelmek istiyorum” diye bir düşünce ile bir trafik psikoloğuna başvurmaz. Çok istisna durumlarda, örneğin, başından kaza geçmiş ve araç kullanma konusunda sorun yaşayan bir sürücü kendi isteği ile başvurabilir. (Bana bu yönde başvurular oldu) Fakat hem ülkemizde hem de batıda yasal gereklilikler nedeniyle ve resmi otoriteler (EGM gibi) vasıtasıyla sürücüler ya da sürücü adayları trafik psikologlarına gönderilirler.

Trafik stresini diğer streslerden ayıran nedir?

Aslında temelde bir fark olduğunu söyleyemeyiz. Engellenmek, kontrol duygusunu kaybetmek, belirsizlik, stres yaratan en önemli nedenlerdir. Yaşadığınız şehrin trafik ortamı bir kronik stres kaynağı oluyorsa, işiniz zor demektir gerçekten. Bazı yöntemler bulmak önemli elbette. İşin doğrusu, şehirlerimizi düzenleyen görevlilerin, sorumlu kişilerin toplu taşımacılığı (özellikle de metro gibi raylı sistemleri) huzurlu, yaygın ve konforlu hale getirerek bu sorunu çözmeleri gerekir. Ama ne yazık ki şu anda böyle bir şansımız yok. Aslında başta İstanbul olmak üzere trafiğin büyük sorun olduğu metropollerde, insanlar yaşamlarını trafiğe göre düzenleyerek, trafik stresi ile baş etmeye çalışıyorlar. 

İş yerleri ile evlerini aynı semtte seçmeye çalışıyorlar örneğin. Ya da trafiğin ne zaman, nerelerde yoğunlaştığını önceden öğrenip, alternatif yollar buluyorlar. Tabii herkesin böyle olanakları olmayabilir. O nedenle de başka yöntemlere de gerek olabilir. Örneğin, stresinin artmaya başladığını hissettiğinde kişi (sıkışık bir trafik ortamında çakılıp kalmış bir sürücü örneğin) nefes egzersizi ile kendini yatıştırabilir. Bunların yanı sıra 2007 yılında yayımlanan bir çalışmamızda da saptadığımız gibi stresle baş edemeyip öfkelendiğinde sürücü, eğer “diğer sürücüyü düşünmemi engellemek için başka şeyler düşünürüm”, “karşılık vermeden önce sonuçlarını düşünürüm”, “durumla ilgili pozitif çözümler düşünmeye çalışırım”, “sakinleşmek için radyo açarım ya da müzik dinlerim”, “yolda kötü sürücülerin de bulunabileceğini kabul etmeye çalışırım” diyebiliyorsa, bu stres ortamıyla ve yaşadığı öfke ile uyum sağlayıcı/yapıcı yöntemler kullanabiliyor demektir. Dolayısıyla da daha çabuk sakinleşebilir ya da serinkanlı kalabilir. Sonuç olarak da stresle olumlu başa edememe sonucu ruhsal ve fiziksel sağlığında meydana gelebilecek (mide rahatsızlıkları, migren gibi) sorunlardan korunmuş olur. Trafikte araç kullanırken de dikkati dağılmaz, doğru zamanda, gerekli tepkileri verebilir. Yani güvenli sürücülük özelliklerini koruyabilir.

Psikoloji ilkelerinin trafik ve yol güvenliği alanına uygulanması anlamına geliyor. Türkiye’de yeni bir alan. İlgi alanına giren başlıklar, sürücü yeteneklerinin psikoteknik değerlendirilmesi, sürücülük tarzları ve trafikte risk alma davranışı, sürücü eğitimi ve rehabilitasyonu, ergonomi, trafik güvenliği için bilinçlendirme, yasaları yapan ve uygulayanlara danışmanlık, trafikle ilgili davranış, tutum, yetenek ve becerileri ölçme araçları geliştirme, bu konularla ilgili araştırmalar ve üniversitelerde bu konu hakkında dersler verme olarak sıralanabilir. Henüz Türkiye’deki üniversitelerde bu alanda yüksek lisans programları yok. Ancak Türk Psikologlar Derneği’nce sürekli eğitim programları düzenleniyor.

KİM PSİKOLOJİ

Özelikle büyük bir şehirde yaşıyorsanız trafik sizi oldukça meşgul edecektir. Bu yoğun trafikte aracı kullanan kişi eğer sizseniz, diğer araç sürücülerinden kaynaklanan hataları da düşündüğümüzde gününüz kabusa dönebilir.

Agresif sürücüler

Agresif sürücü dediğimizde aklınıza ne geliyor: aşırı hız, kendini özel mülkünde zannetme ve hoyratça manevralar yapma, trafikte her türlü taciz..

Sürüş en yaygın tüketim davranışlarından birisidir. Agresif sürüş ise insanların yaralandığı ve (üçte ikisinin) hayatını kaybettiği tüm kazaların 1/3’ünün nedenidir.

Yeni yapılan bir çalışmayla araştırmacılar, agresif sürme eğilimine sahip kişilerin bazı eğilimlerini (örneğin arabasını kendi uzantısı ya da parçası gibi görmek) buldular. Araştırmanın amacı agresif davranan sürücülerin kişilik, tutum ve değerlerini incelemekti.

“Bu araştırma var olduğunu bildiğimiz fenomenlerin çoğunu açıklıyor” diyen araştırmanın yürütücüsü Ayalla Ruvio örnek olarak şunları ekliyor: “erkeklerin kadınlardan daha agresif sürüş eğilimi olduğunu biliyoruz ve erkeklerin arabalarını kendilerinin bir uzantısı gibi gördüğünü de biliyoruz.”

Psikoloji & Marketing Dergisi’nde (Journal of Psychology & Marketing) yayımlanan Ruvio’nun bu araştırmasında Israil’de yürütülen iki çalışma yer aldı. Kişilik, tutum ve değerlerin etkilediği bütüncül bir bakış acısı veren ilk araştırmaya ortalama yaşları 23.5 olan 134 kadın ve erkek katılımcı dahil oldu. 298 katılımcının yer aldığı ikinci çalışmaya ise; risk cazibesi, haz veren bir aktivite olarak sürüş, zaman baskısı ile ilgili algılamalar ve dürtüsellik gibi faktörler eklendi.

Araştırmada elde edilen sonuçlara göre:

  • Arabalarını kendilerinin öz-kimliğinin (self-identity) bir yansıması olarak algılayan sürücüler yolda daha agresif davranıyor ve yasaları çiğniyorlar.
  • Kompulsif eğilimleri olanlar (kişinin iradesine rağmen belli bir şekilde davranmaya zorlanması) potansiyel sonuçları göz ardı ederek daha agresif sürüyor.
  • Kişilerde materyalizmin ya da mal varlığının önemi arttıkça agresif sürme eğilimi artıyor.
  • Kendi öz-kimliğini oluşturma aşamasında olan gençler, kendi arabalarını ve sürüş becerilerini gösterme ihtiyacını diğerlerinden daha fazla hissederler. Ayrıca kendilerinden daha fazla emin olup, umursamaz tarzdaki sürüşlerinin riskli taraflarını görmezden gelirler.
  • Agresif sürdüğünü itiraf edenler, yasaların çiğnendiği olaylarla daha ilişkili.
  • Zaman ve baskı altında olma hissi daha agresif sürüşe yol açıyor.

Araştırma sonuçlarına göre araştırmacılar şunları söylüyor: “Bireyler arabalarını ve yolda işgal ettiği alanları kendi bölgesi gibi görür ve kontrolü sürdürmeye ya da gerektiğinde kendini savunmaya çalışır.” Ruvio’ya göre araştırma sonuçları sayısız kültürel kontekste rahatlıkla görülebilir, çünkü araba ve kimlik arasında güçlü bir ilişki mevcut.

Evet, eğer siz de agresif bir sürücü olduğunuzu itiraf ediyorsanız; diğerlerine göre daha fazla materyalist, kompulsif, yasaları görmezden gelen ya da ergenlikten çıkamamış olma eğiliminizin normal sürücülere göre daha fazla olduğunu unutmayın. Ya da sorumluluk sahibi bir yetişkin gibi davranın ve yolların sizin oyun bahçeniz olmadığının farkına varın.

TRAFİK PSİKOLOJİSİ

Trafiğin üç temel parçası vardır. Bunlar insan, çevre ve araçtır. İnsan unsuru sürücü, yaya, yolcu gibi çeşitli şekillerde trafiğe dahil olabilmektedir. Araç derken de çeşitli türdeki motorlu araçlar trafiğin elemanlarıdır. Çevreden kasıt ise trafiğin aktığı güzergahlar ve yollardır.

Sürücülerin Yapması Gerekenler

Güvenli bir sürüş için sürücülere birçok görev düşmektedir. Trafik kazalarının büyük bir kısmı sürücü hatalarından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle sürücülerin dikkatli olması çok önemlidir. Sürücülerin dikkat etmesi gereken hususlar:

  • Kesinlikle alkol veya uyuşturucu bir madde alarak araç sürmemelidirler.
  • Araç sileceklerini 6 ayda bir değiştirmeli ve aracın teknik donanımının tam çalıştığına özen göstermelidirler.
  • Uykulu ve dalgın araç kullanmamalıdırlar. 
  • Araç sürerken sakin ve dikkatli olmalıdırlar.

SİSTEM ÇERÇEVESİNDE TRAFİK ORTAMI

A- İNSAN-ARAÇ-ÇEVRE İLİŞKİSİ

İnsanların trafikle içiçeliği, anne karnında başlar, ölene kadarda devam eder. Trafik çok yönlü ve çok karmaşık bir konudur. Mühendislik, fizik, mekanik, fizyoloji, psikoloji ve diğer davranış bilimleri ile eğitim, sosyoloji, ekonomi, hukuk ve sosyal bilimler, doğrudan veya dolaylı biçimde trafik kavramı içindedir. Trafik ülkenin kaynaklarını, sanayi, ticaret alanlarını ve sosyo-ekonomik yapısını önemli şekilde etkiler. Trafikten dolaylı veya dolaysız etkilenmeyen kişi yoktur. Trafikte üç temel unsur vardır.
– İNSAN UNSURU: Sürücüler, araç sahipleri, yayalar, yolcular, trafiği düzenle¬yen ve denetleyen görevliler.
– ARAÇ UNSURU: Motorlu ve motorsuz araçlar, yük ve yolcu taşıyan taşıtlar.
– ÇEVRE UNSURU (YOL): Şehir içi ve şehirlerarası karayolları, yoldaki yapı ve tesisler, trafik yapı sistemleri ve araçları, çevrenin doğal koşulları (sis, yağmur, kar yağışı, ormanlık alanlar, göl ve bataklık çevreleri, sahiller gibi)

B- SÜRÜCÜNÜN ARAÇ VE ÇEVREDEKİ DEĞİŞİMLERDEN OLUMLU / OLUMSUZ ETKİLENMESİ

Bakımı yapılmamış araçların kazalara neden olabileceği akıldan çıkarılmamalıdır. Kaygan yollarda (karlı ve buzlu) güvenli bir sürüş için lastik dişlerinin ve hava basınçlarının önemi çok büyüktür. Yoldaki gizli buzlanmalar, köprü üstlerinde, viyadüklerde, tünel çıkışlarında olur. Kar ve yağmur yağışlı, sisli havalarda, sis lambalarının yakılması gereklidir. Görüşün kısıtlı olduğu yol kesimlerinde, ormanlık alanlarda yeşil, asfalt üze¬rinde gri, karda beyaz araçların görülmesi zorlaşır. Hız limitleri aşılmamalı, yol, hava, trafik durumunun gerektirdiği şartlara uygun hızda araç sürülmeli. Takip mesafesine uyulmalı. Cam silecekleri sık sık temizlenmeli ve 6 Ayda bir değiştirilmelidir. Kış şartlarında kalorifer sistemi ön camdaki buğuyu önleyici olmalı, arka cam rezistansı arka camda oluşan buğuyu önleyebilmesi için iyi çalışması gerekmektedir.

C- 21. YÜZYILDA ARABANIN VE ULAŞIMIN ANLAMI

Çağımızda gelişen teknoloji, araçları tam konforlu olarak imal edip, insanların hizmetine sunmaktadır. Araçları aero-dinamik yapıları, yol bilgisayarı ve özellikle arızanın nereden kaynaklandığını gösteren, gösterge tabloları gibi düzenlemelerle sağlıklı bir sürüş sağlanma¬sına özen gösterilmiştir. Araç kullanıcılarının ulaşımda kolay araç sürebilmeleri için otoyollar, bölünmüş yol¬lar, köprülü kavşaklar, viyadük yolları yapılmış, yollarda her türlü gereksinimi karşılayacak dinlenme tesisleri, akaryakıt istasyonları inşa edilmiştir. Bunlarda ülkenin sosyo¬ekonomik yapısını önemli bir şekilde etkilemiştir. Ülkemizde deniz yolu, demiryolu ve hava yolu ulaşımı ikinci plana itilmiş, karayolu ulaşımına önem verilmiştir. Buna bağlı olarak otomotiv sanayi büyük oranda ülke eko¬nomisi içinde yerini almıştır.

SÜRÜCÜ DAVRANIŞININ PSİKOLOJİK AÇIDAN İNCELENMESİ

A- SÜRÜCÜLÜK DAVRANIŞININ İNCELENMESİ

Trafik kazalarının %98.2nin insandan kaynaklandığı, yapılan araştırmalarla saptan¬mıştır. Bu olgu, (insan faktörü) somut olarak tanımlanmadığı sürece, kazaları önlemek için yapılan çalışmalar amacına ulaşamaz. Trafik ortamında, insan faktörü sürücüleri, yayaları, denetçileri, araç içerisindeki yolcuları kapsar. Trafikte araç kullanan tüm sürücülerin sahip olması gereken özellikler;
– Kişinin trafik ve sürücülük konusunda aldığı eğitim ve bilgi seviyesi,
– Kişinin araç kullanmak için sahip olması gereken becerileri,
– Kişinin kurallara uyma bilinci ve isteği,
– Kişinin araç sürme tarzı ve alışkanlıkları.

B- ZAMAN İÇİNDE SÜRÜCÜLÜK DAVRANIŞININ GELİŞİMİ

Araç kullanan kişinin bilgi ve becerisinin yeterli olmaması kurallara uyma bilincinin bu¬lunmaması, yanlış alışkanlıklara sahip olması, kişinin kazaya yatkınlığını göstermektedir. Araç kullanmak için gereken temel yetenek ve beceriler algı, dikkat ve konsantras¬yon, şekil fark etme, hafıza ve göz-el-ayak koordinasyonu gelişimiyle zaman içerisinde sürücülük davranışlarını olumlu yönde geliştirir. Sürücülerin yetenek ve becerilere ne kadar sahip olabildikleri psiko-teknik değer¬lendirme ve psikiyatri uzmanı kontrolü ile mümkün olabilmektedir ve her 5 yılda bir yenilenmek zorundadır.

SÜRÜCÜ DAVRANIŞLARINI ETKİLEYEN FAKTÖRLER

A- SÜRÜCÜLÜK PERFORMANSI

Sürücülükte yetenek ve beceriler tehlikenin algılanmasından, trafik işaretleri ile (Trafik polisi-trafik işaret levhaları-trafik ışıklı cihazı-yol çizgileri ve yer işaretlemeleri) karşılaşıldığında gerekli mesajın alınması, karşıdan gelen aracın hız ve mesafesinin tahmini sürücülükte yaşamsal önem taşıyan etkenlerin yerine getirilmesi için gereklidir.

B – SÜRÜCÜLÜK TUTUMLARI

Trafik kazalarının %98.2nin insandan kaynaklandığı düşünülmektedir. Bununda %95’inin sürücü hatası olduğu kabul edildiğine göre “insan faktörü” ön plana çıkmaktadır. Bununda sınıflandırılması KALICI FAKTÖRLER VE GEÇİCİ FAKTÖRLERLE yapılır. GEÇİCİ FAKTÖRLER: Sürücünün anlık olarak hata yapmasına, yol ve çevre¬yi olumlu algılayamamasına neden olan unsurlardır. Alkol, sağlık, diğer sürücüler, iklim ve yol koşulları/stres. KALICI FAKTÖRLER: Trafik kazalarının meydana gelmesinde önemlidir. Trafik kaza riskinin %75’i kalıcı kişisel faktörlere bağlıdır. (Kazaya yatkınlık, sürücülük tarzı ve yeteneği).

C- RİSKLİ VE GÜVENLİ SÜRÜCÜLÜĞÜ BELİRLEYEN KİŞİLİK ÖZELLİKLERİ

Kazaya yatkınlık, sürücünün trafik kazasına karışma olasılığını yükselten kişisel özelliklerin tamamıdır. Bu da kazaya karışan sürücünün kendi içinde gösterdiği tutarlılıktır. Kazaya karışanların farklı yatkınlıkları vardır. Bu farklılıkların araştırılmasında, nedenlerinin tespiti trafik psikologlarınındır.

D- RUHSAL YAPI BOZUKLUKLARININ KAZALARA ETKİSİ

Sürücülerin yetenek beceri ve kişisel özelliklerinin tanımı; Trafik kazalarında sürücüler daha fazla rol almaktadırlar. Bu nedenle araç sürücülerinin psiko-teknik yöntemlerle zihinsel ve psiko-motor yetenek ve becerilerinin değerlendirilmesi çok önemlidir. Çok fazla trafik kazası yapan sürücülerin diğer sürücülere karşın yaygın aile sorunları olduğu, yetişme çağlarında suça eğilim gösterdikleri, olumsuz, olgunlaşmamış, sorumsuz ve saldırgan oldukları tespit edilmiştir. Kişilik özelliklerinin kazaya yol açtığı¬nı, kaza riskini artırdığı gözlenmiştir. Duyguları kontrol etme yetersizliği, öfke, kızgınlık, depresyon, prestij ve güç aramaya yönelik davranışlar kazalara neden olan önemli faktörlerdir.

E- PAYLAŞMA, BAŞKALARINA KARŞI SAYGI VE BENCİLLİK DUYGUSUNUN SÜRÜCÜLÜKLE İLİŞKİSİ

Tüm sürücüler trafik kurallarına uymak zorundadırlar. Kuralsızlık trafikte kargaşaya yol açar, en kötüsü de yaralanma ve ölümleri de beraberinde getirir. Trafikteki tüm unsurlar uyum içerisinde olmalıdır. Siz kurallara uyarak hata yapmayabilirsiniz. Ancak, bir başka sürücünün hatası yine ölümcül kazalara yol açabilir. İyi niyetli ve kurallara karşı saygılı bir sürücü olunuz. Yoğun trafiğe, park yerinden çıkarak karışmak isteyen sürücüye yol vermeniz, size bir şey kaybettirmez, diğer sürücünün riske girmesini ön¬lersiniz. Yol verdiğiniz bu sürücünün diğer sürücülere, belki de size yol verdiğini görmek mutluluğunu da yaşayabilirsiniz. Şu altın öğüdü de aklınızdan çıkarmayınız. “HAKKINIZDAN VAZGEÇEBİLİRSİNİZ, AKLINIZDAN ASLA”

Bilim insanları, yaşlanmanın etkileri üzerine onlarca yıl süren araştırmaların ardından artık daha gizemli başka bir değişikliği daha ortaya çıkardı. Edinburgh Üniversitesi’nden psikolog René Mõttus, “Bu araştırmadan elde ettiğimiz net sonuçlara göre, hayatımız boyunca aynı insan olmayız” diyor

Çoğumuz kişiliğimizin hayatımız boyunca nispeten aynı olduğunu düşünmek isteriz. Ancak araştırmalar durumun pek de böyle olmadığını gösteriyor. Karakter özelliklerimiz sürekli değişiyor ve 70 ile 80’li yaşlara gelindiğinde ise insanlar önemli bir dönüşüm geçirmiş oluyor..

Kişiliklerimizin kademeli olarak değişmesinin bazı olumlu yanları da var. Daha vicdanlı, daha hoş ve daha az nevrotik olabiliyoruz. Makyavelist yaklaşımlar, narsisizm ve psikopatiyi içeren ve “Karanlık Üçlü” olarak tanımlanan kişilik özellikleri, azalma eğilime girer ve böylece suç işleme ya da madde bağımlılığı gibi zararlı davranışlara bulaşma riski de azalır.

Araştırmalar, daha fedakar ve güven duygusu yüksek bireylere dönüştüğümüzü ortaya koyuyor. Yaşla birlikte irade gücünün arttığı ve mizah anlayışının da geliştiği görülüyor. Ayrıca, ilerleyen yaşlarda insanlar duyguları üzerinde daha fazla kontrol sahib olmaya başlıyor. Bu araştırmanın sonuçları aslında yaşlıların daha huysuz ve geçimsiz olduğu klişesinin de değişmesi gerektiğine işaret ediyor.

Daha değişken ve uysal kişilikler

Uzmanların yıllardır düşündüğünün aksine, insanların kişilik özelliklerinin çocuklukta ya da 30’lu yaşlarda sabitlenmek yerine, daha akıcı ve şekillenebilir olduğu anlaşılıyor. Mõttus, “İnsanlar daha iyi ve sosyal olarak daha uyumlu hale geliyor. Yaşamla ilgili beklentileri ile toplumun talepleri arasında giderek daha iyi bir denge kurmaya başlıyor” diyor.

Psikologlar, yaşlandıkça meydana gelen değişim sürecini “kişilik olgunlaşması” olarak adlandırıyor. Bu, gençlik dönemlerinde başlayan ve en azından 80’li yaşlara devam eden kademeli ve fark edilmesi güç bir değişim. İlginç bir şekilde bu evrensel bir süre. Bu eğilim, Guatemala’dan Hindistan’a kadar tüm kültürlerde görülüyor. Houston Üniversitesi’nde sosyal psikolog Rodica Damian, “Bu kişilik değişikliklerine değer yargıları koymak genellikle tartışmalı bir durum. Ancak bunun faydalı olduklarına dair bulgular mevcut” diyor. Örneğin duygusal istikrarın düşük olması akıl sağlığı sorunları, yüksek ölüm oranları ve boşanma gibi olaylarla ilişkilendiriliyor. Diğer yandan Damian, vicdanlı birinin bulaşıkları yıkamak gibi işlere yardımcı olma ya da aldatma eğiliminin düşük olmasından dolayı hayat arkadaşının daha mutlu olasılığının yüksek olduğunu belirtiyor.

Kişiliklerimizin daha istikrarlı yanı

Yaşlandıkça kişiliklerimiz belirli bir yöne doğru evrilirken, aynı yaş grubundaki insanlarla kıyaslandığında belli bir istikrar olduğu da gözlemleniyor. Örneğin, yaşlandıkça bir kişinin nevrotiklik düzeyinin azalması beklenir. Bununla birlikte 11 yaşındayken yaşıtlarına göre daha nevrotik olan bir kişi, 80 yaşına geldiğinde de yine kendi yaş grubundaki en nevrotiklerden biri olabilir.

Damian, “Özümüz belli düzeyde aynı kaldığı için yaşıtlarımızla kıyaslandığında sıralamamızda fazla bir değişi olmaması normal. Ancak kendimize göre, kişiliklerimiz kesin değil, değiştirilebilir şeyler” diyor.

Kişilik değişiklikleri nasıl gelişir?

Kişilik olgunlaşması evrensel bir olgu olduğundan bazı bilim insanları kişilik değişiminin genetik etkenlerden ya da evrimsel güçlerden kaynaklanıyor olabileceğini düşünüyor. Diğer yandan başka uzmanlar ise kişiliklerimizin kısmen genetik unsurlar tarafından şekillendirildiğine ancak yaşamımız boyunca sosyal baskılarla dönüştürüldüğüne inanıyor. Örneğin, California Üniversitesi’nden psikolog Wiebke Bleidorn’un araştırması, insanların evlenmek, çalışma hayatına atılmak ve yetişkin sorumluluklarına üstlenmek gibi daha hızlı büyümelerinin beklendiği toplumlarda kişiliklerinin de daha genç yaşta olgunlaşma eğiliminde olduğunu ortaya koydu. Damian, “İnsanlar davranışlarını değiştirmeye ve zamanla daha sorumlu olmaya zorlanıyorlar. Kişiliklerimiz hayatın zorluklarıyla başa çıkmamıza yardımcı olmak için değişiyor” diyor.

Peki ama çok yaşlandığımızda neler olur?

Yaşam süremiz boyunca nasıl değiştiğimizi incelemenin iki olası yolu var. Birincisi, farklı yaş gruplarına mensup çok sayıda insanı ele almak ve kişilikleri arasındaki farkları incelemek. Bu yöntemin sorunlarından birisi, belirli bir dönemin kültürü tarafından şekillendirilmiş kuşak özelliklerinin yanlışlıkla yaşlandıkça meydana gelen değişimlerle karıştırmanın kolay olması.

Uzun süreli bir çalışma

Bunun ikinci yolu ise bir grup insanının hayatları boyunca büyümelerini takip etmek. İskoçya’da böyle bir çalışma yapıldı. Mõttus, Edinburgh Üniversitesi’ndeki meslektaşları ile birlikte yıllar boyunca yüzlerce kişinin kişilik dönüşümlerini izledi. Mõttus, “İki farklı insan grubumuz olduğu ve her ikisi de aynı ölçümlere tabi tutulduğu için, her iki stratejiyi de aynı anda kullanabildik” diyor.

Bu araştırmada iki nesil arasında ciddi farklar olduğu anlaşıldı. Genç gruptakilerin kişilikleri genel olarak aşağı yukarı aynı kalırken, yaşlılarda ise kişilik özelliklerinin değişmeye başladığı, daha az dışa dönük oldukları ve daha huysuzlaştıkları görüldü. Mõttus, “Bence bu mantıklı, çünkü yaşlılıkta insanların başına gelenler de hızlanmaya başlıyor” diyor ve yaş ilerledikçe sağlığın bozulduğunu, hayatlarında önemli insanları kaybetmeye başladıklarına dikkat çekiyor. Kişiliklerimizin hayatımız boyunca değiştiğini bilmek bunları takip edebilmek için de önem taşıyor. Damian, “İnsanlar uzun süre böyle olmadığını düşündü. Artık kişiliklerimizin uyum sağlayabildiğini görüyoruz ve bu, hayatın bize getirdiği zorluklarla başa çıkmamıza yardımcı oluyor” diyor.

e-Psikiyatri

Süper yaşlılık mümkün

Kişi 80 yaşında fakat müthiş zeki, müthiş enerjik, müthiş bir muhakeme gücüne sahip oluyor. Mimar Sinan da en büyük eserini 80 yaşından sonra yapmış. Yaşlılık psikolojisi kavramı yanlış kullanılmakta, doğrusu yaşlanma psikolojisidir.  “Yaşlanma kelimesi yerine de yaş alma denilmesi doğru. Bunlar yaşlılığa doğru anlam yüklemek açısından çok önemli yaklaşımlar. Çünkü çocuk doğar doğmaz yaşlanmaya başlıyor. Hücrelerin üzerinde kaç defa bölüneceğini, çoğalacağını gösteren telomerler var ve onlar azalmaya başlıyor. DNA ile ilgili genetik bir boyut var burada. Vücutta onun için planlanmış hücre ölümleri vardır. Yaşlanma öyle bir şey ki vücudumuzda 150 trilyon hücre var, her bir hücre bir buçuk voltluk elektrik üretiyor. Ve 150 trilyon hücrenin sadece 150 milyarı sadece beyinde. Ağırlığı yüzde iki olduğu halde beyin vücuda giren oksijen ve glikozun yüzde 25’ini kullanıyor”

Yaşlılıkta beyinle ilgili yetenekler ön plana çıkmaktadır. “Batı medeniyeti, modernizminin insanın beden sağlığına, fiziksel sağlığına katkıları çok oldu. Fiziksel hastalıklar daha iyi tedavi ediliyor, ortalama ömür uzadı. Ortalama yaşam süresi 45’lerden 75’lere, 80’lere çıktı. Müthiş bir gelişme var. Fiziksel sağlığımız iyi, birçok hastalığı daha kolay tedavi ediyoruz ama ruh sağlığında modernizm sınıfta kaldı, çözüm üretemiyor. İleri yaştaki kişilerde çok fazla Alzheimer artışı oldu. Alzheimer hakkında çok fazla araştırma yapılıyor. Alzheimer ile ilgili çeşitlendirilmiş genler var ama bu genlerin rolü yüzde 30-40 civarında. Yaşlanmanın yüzde 65’i yaşam tarzıyla ilgilidir”

“Genetiğin kuantumudur epigenetik. Bu da insanın beynini kullanmasıyla çok yakından ilgilidir. Beynini doğru kullanan kişilerde süper yaşlılık denilen durumu ortaya çıkıyor. Süper yaşlılık kavramı şu aralar konuşuluyor. Kimler süper yaşlı? Kişi 80 yaşında fakat müthiş zeki, müthiş enerjik, müthiş bir muhakeme gücüne sahip oluyor. Böyle kişiler var. Mesela Mimar Sinan en büyük eserini 80 yaşından sonra yapmış. Bazı kişiler neden böyle oluyor diye araştırılıyor. Sağlıklı yaşlanmak için önümüze çıkan bazı kavramlar var. Her yaşın artıları, eksileri, kazanılan ve kaybedilen yetileri var. İleri yaşta daha başarılı, daha mutlu olabiliyoruz, bu da ileri yaştaki kişilerin önem verdiği yatırım yaptığı konularla ilgili.

“Süper yaşlı olabilmesi için kişide neler olması gerekiyor? Mesela birincisi beyin dostu bir yaşam tarzı. Beslenme ile birlikte bir yaşam tarzı oluşturulması gerekiyor. Mesela emekli olunca insanlar bakıyorsunuz sanki meslekten emekli değil de hayattan emekli olmuş. Halbuki hayattan emekli olunmaz. Emekli olduğu zaman bir kimse ilgi alanını işten başka alanlara çevirir, bu yeni ilgi alanlarıyla kişi pozitif anlam yükler ve hayata yeni bakış açıları getirerek sağlıklı olmayı başarır. Fiziksel aktiviteyi devam ettirmenin beden sağlığına etkisi olduğu kadar beyin sağlığına da yararı var. Kim olursa olsun beş bin adımı atmaya çalışması gerekiyor. Vücut kaslarının kullanılmasının beyine dolaylı bir faydası var” 

Kişi eve gidiyorsa hep aynı yoldan gitmemesi, kitap okuyorsa hep aynı türleri okumaması, hep aynı televizyon programını seyretmemesi lazım. Aktivitelerinde değişiklikler yapan, zıtları beyninde çarpıştıran kişiler daha az yaşlanıyorlar ve yeni deneyimlere açık oldukları için de beyin büyüme faktörü üretiyor. Bu faktörü ürettiği zaman beyindeki kök hücrelerden hipokampus bölgesi, kök hücrelere yeni kök hücre üretiyor. Vücudumuzda hangi yaşta olursa olsun kök hücre var ama bunun içinde kök hücreleri harekete geçirecek bir yaşam tarzı olması lazım. Uyaransız, hep aynı tarz, monoton ve sedanter yaşantı beyindeki kök hücreleri körelten bir şeydir. İbn-i Haldun’un çok önemli bir sözü vardır; ‘İnsan beyni değirmen taşına benzer. Değirmen taşı devamlı döner. Dönen değirmen taşının içerisine buğday ya da öğütülebilecek bir şey koymazsanız kendi kendini öğütmeye başlar’ diyor. Çok ilginç bir tespit. Onun için beyne yeni bilgi eklemek gerekiyor.

Pandemi döneminde Alzheimer tetiklendi, romatizma hastalıkları yaşlılarda arttı. Yaşam tecrübelerinden faydalanmak onlarla sohbet etmek gerekiyor. Yaşlıların yapacağı en güzel şey, insanlara bilgisini, tecrübesin, ilmini paylaşarak mutlu olmaktır. Modernizm bize böyle tüketerek mutlu olmayı öğretti. Şu anda Batı dünyasında en büyük sorunu yalnızlık. Yalnızlık sorununa karşı çözüm bulamıyorlar. Toplum olarak sıcak ilişkileri seven bir toplumuz. Hareketli bir toplumuz o yüzden bu özelliklerimizi kaybetmemeliyiz.

Özellikle kimseye muhtaç olmadan yaşamış onurlu yaşlılarda çok önemlidir. İnsanın değer yargıları varsa, emeği ile kazanıyorsa ve onuru ile yaşıyorsa ileri yaşta o kişinin başkalarına muhtaç olup kötü duruma düşmesi sebep sonuç açısından mümkün değil. Mesela para harcama korkusu çıkıyor ileri yaşta. Kendini kapatıyor müthiş bir savunma oluyor. Büyük bir servetin üzerinde yatıyor ama hiç kullanmıyor. Halbuki verdikçe kendi de mutlu olur başkaları da mutlu olur.

Ölüm korkusu hayatta istisnası olmayan tek gerçek. Her şeyin bir istisnası var. Tüm yasaların bir istisnası var. ‘Kötülükler neden var?’ sorusunun cevabı var ama ‘Hayat neden var?’ sorusunun cevabı yok. Ölüm kötülük mü değil mi? Eğer doğru yaşam felsefesi olan bir yaşlıysa ölümü düşman gibi görmez. Ölüm hayatın kaçınılmaz bir sonudur. İnsanın gücünün yettiği şey var yetmediği şey var. Değiştirebileceği, değiştiremeyeceği şeyler var. Ölüm bir insanın değiştiremeyeceği bir şey.

Prof. Dr. Nevzat TARHAN

İstek ve iyimserliğe ihtiyacımız olduğu zaman kulak vermemiz gereken pozitif enerji sağlayıcı sözler var. Sonunda bazen olumlu düşünüp aklımızdaki tüm olumsuz düşünceleri bir kenara atmak hayatımızın gidişatını değiştirmeye yeter. “Pozitif enerji” sözünün son zamanlarda moda olduğunu ve bunun bir şekilde alıştığımız psikoloji anlayışından uzak olduğunu biliyoruz. Ancak bunu kişisel gelişim adına uyguladığımızda duygusal ve hatta psikolojik anlamda iyileşmemize katkı sağladığını görebiliriz.

Pozitif enerji dendiği zaman aklımıza neşe, motivasyon, mutluluk, iyilik ve daha buna benzer bir dolu şey gelir. Bu kesinlikle harika ve kulağa ilginç gelse de Avustralyalı psikiyatrist Wilhelm Reich bunu bazı şekillerde çoktan açıklamış. Ona göre, insanın “orgon enerjisi” dediği bir şeyi vardır. Bu, yaşamsal ve yaratıcı bir destek, deneyimlerin memnuniyetini ve zevkini bize ulaştıran bir şey. 20. yüzyılın başında formüle edilen teorisi, zamanın bilim çevrelerini kna etmedi. Bununla birlikte, bir anlamda, hepimizin günlük yaşantımızda uygulayacağı pozitif destekle yapacak çok şeyi var.

Pozitiflik ve bu duygusal durumdan gelen enerji hakkında anladığımız ilk şey, dışarıda olmamasıdır. Bu yenilenme ve coşkulu güç, eğer alıcı değilsek, bizi yönlendiremez. Dahası, endişelerimize, gerginlik ve kaygılarımızla meşgul olan günlük yaşamımız boyunca hareket edersek onu bile algılamayacağız. Belli bir enerjinin bize ulaşmasını sağlamak için öncelikle kendimizi olumsuzluklardan boşaltmalıyız. Ancak o zaman yeni girişe izin vereceğiz, bu da değişim yaratabilir…

İrade psikolojisi, kendimize güvendiğimiz sürece istediğimiz şeyin mümkün olduğunu hatırlatır. Albert Einstein bunu biliyordu ve bize fizik dünyasında, duyguların, acının, kalbin gücünün ve kararlı bir zihnin yönlendirdiği boyun eğmeyen irade dolu öyküleriyle bize gösterdi.

Buhardan, elektrikten ve nükleerden daha kuvvetli bir güç var: irade. Albert Einstein

İyimserlik başarıya giden yoldaki inançtır. Hiçbir şey umut ve güven olmadan olmaz. Helen Keller

Bu, yirminci yüzyılın en önemli ve ilham verici figürlerinden biri tarafından söylenen olumlu enerjiyi geri kazanmanın en iyi alıntılarından biridir. Helen Keller, 19 aylıkken işitme ve görme yetisini kaybeden bir yazar ve politik aktivistti. Farklı olmak onun cesaretini ve durumunun üzerine çıkma yeteneğini zayıflatmadı.

En karanlık günün sabahında bile güneş doğar. Victor Hugo

Her karanlık gecenin bir sabahı ve aydınlığı vardır. En kötü fırtınalar bile diner ve sonunda gökkuşağı bize gülümser. Her zorluk son bulur ve sonunda daha iyi bir seçenek karşımıza çıkar. Zor zamanların sonsuza kadar sürmediğini bilin.

“Başarının nasıl hissettirdiğini merak ediyorsan bu yolculuktan keyif almalısın. Yağmurun gökkuşağı getirdiği gibi zorlukla dolu yolculuklar da başarıyı getirir.” Paulo Coelho

Bazen günlerce bir şey yapmadan yatar ve içimizdeki potansiyelin farkında bile olmayız. Bazen çevre ya da aile yüzünden kendimiz ve dünya için yapabileceklerimizi tetikleyen o kıvılcımı bir türlü ortaya çıkaramayız.

Bütün negatifliklerden arının ve kendinizi bunlardan kurtarın. İçinizdeki potansiyeli ortaya çıkarın.

Zihnini değiştirirsen hayatını değiştirebilirsin. William James

Bu güzel sözlerden bize bırakanlardan biri de filozof, psikolog ve ünlü yazar Henry James’in kardeşi olan William James. Öncelikle sorumluluğun bizde olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bu nedenle bir şeyi değiştirmek istiyorsanız önce kendi zihninizden başlamalısınız.

Evrendeki harikalar onları alabildiğimiz ölçüde var. Vizyonumuzun keskinliği ne kadar gördüğümüzle değil ne kadar hissettiğimizle ilgilidir. Helen Keller

Hayatı, kendimizi ve evreni anlamak için Helen Keller’a yine döndük. Çevremizdekilere ne kadar anlam verirsek o kadar hayatta kalırız. Nasıl mı? Çünkü hayata anlam verenin motivasyonu, amacı ve hayalleri vardır.

Yetenek değil tutumdur konumunu belirleyen. Zig Zaglar

Bu, popüler bir motivasyon konuşmacısı Zig Ziglar tarafından dile getirilen pozitif enerjiyi kurtarmak için en iyi alıntılardan biri. Bunu bir an için düşünün, gerçekten bize büyüklük veren, bizi başkalarından ayıran ve kendimize saygı duymamızı sağlayan şey, bizim yeteneklerimiz değil, bizim tutumumuzdur. Tutumlar, insanın en güçlü silahı, bizi en iyi şekilde başarıya götürecek olanlardır

Hayat değişimdir

“İyi bir hayat süreçtir, durağan değil.” Carl Rogers

Carl Rogers, Abraham Maslow’la birlikte, psikolojiye en ilginç yaklaşımlardan birini getirdi: hümanizm. Bu teori, zaman içinde sessiz bir devrim olarak görülüyordu; insanlarda ilk defa, istedikleri şeyi elde etmek için kapasitelerini ve içsel potansiyelini gören dinamizmle dolu bir güç olarak. Bu yüzden hepimiz bu sürece başlayabiliriz, çünkü yaşam sadece değişikliklere uyum sağlamakla ilgili değildir, çoğu zaman kendimizi yaratmamız gerekir.

Yaşamaya cüret edin
Güçlü bir notla bitirelim. Pozitif enerjiyi iyileştirmek için 19. Yüzyıldan Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard’ın tavsiyelerine bakalım. Hayat varoluş, özgünlük, deneyim ve algıdır. Hayat okunacak bir kitap değildir. Kendi kendinize dans ettiğiniz, açık ve duyarlı olduğunuz boş bir odadır. İşte özgün pozitif enerji burada yatar.
“Senin ne yaptığın dışında, odak noktam her şeyi bilmek değil ne yaptığımı bilmek olmalıdır. Bir amaç bulmak için anahtar tanrı benim ne için ne biçmiş olursa olsun bana göre doğru olanı bulmaktır, uğrunda yaşamak ve ölmek isteyeceğim.” Søren Kierkegaard

“Aşkın bir tanımı: o kişi sırf var olduğu için mutlu olmak.” Walter Riso

Walter Riso ve Jorge Bucay gibi yazarlar, çiftlerin birbirilerine gösterdikleri ilgi ve şefkat içeren davranışlarına karşı minnetlerini göstermesinin büyük öneminden bahsediyor. Birbirilerinin kıymetini bilmeleri sağlıklı bir aşk yaratmalarına, yaşamalarına ve bu aşkın tadını çıkarmalarına yardımcı olacaktır.

Doğru kişiyi bulmak ve o kişinin de bizim doğru kişi olduğumuzu düşünmesi bazen imkansız bir hedefmiş gibi gelir. Bu yüzden başımıza geldiği zaman da olağanüstü bir heyecana kapılırız. Bu öyle bir heyecandır ki hayattaki ufak tefek sinir bozucu şeyler artık daha önemsiz gelmeye başlar. Bütün bunlar böylesine bir şansın yanında çok küçük kalır.

Bir diğer yandan, ilişkinin ilk evrelerinde dünyayı toz pembe görmek de oldukça yaygın bir durumdur. Bu kadar harika bir renk tonu, bizi kör edebileceği ve ilişkinin olması gerektiği gibi sağlıklı olmadığını görmemize engel olabileceği için tehlikelidir. Bu yüzden, aşkın en başından sağlıklı olması çok önemlidir.

“Sevdiğiniz kişi için ölmek zorunda değilsiniz, sadece birlikte eğlenmek için yaşayın.” Jorge Bucay

Her ilişkide sorumluluklar vardır. İki kişi arasında yürümeyen bir şeyler varsa bu her ikisinin de problemidir ve her ikisi de çözümün parçalarını oluşturur. Elbette sorumlulukları her zaman eşit derecede olmayabilir. Bu durumda, yaşanan her şeyin sorumlusunun kendimiz olduğunu düşünmek ya da hiçbir hata kabul etmemek söz konusu olamaz. Bu konu aslında daha çok, iki tarafın da birbirilerine olan bağında kurabileceği dengeyle ilgilidir. Yani akıllı bir çift, sorumluluklarını kendi güçlü yanlarını öne çıkaracak şekilde nasıl paylaşacağını bilecektir.

Sorumlulukları paylaşmaktaki temel rolü ise iletişim oynar. Özellikle de bağlılık sözü vermek ya da anlaşmaya varmak söz konusu olduğunda. En sonunda, sorumluluk alma vakti geldiğinde dikkat edilmesi gereken önemli bir diğer nokta ise yapabileceklerimizi ve yapamayacaklarımızı gerçekçi bir şekilde belirlemektir. Belki de ona çok pahalı bir hediye alamıyoruzdur ama kendi elimizle de bir hediye hazırlayabiliriz. Belki de sevgilimizi iş yerinden alamıyoruzdur fakat onu işe bırakabiliriz.

“Her zaman ‘seni seviyorum’a verilecek en güzel cevabın “ve ben de senin sevgini hissedebiliyorum’ olduğunu düşünmüşümdür.” Jorge Bucay

Çeşitli alt süreçleri olan devamlı bir büyüme sürecinden bahsediyoruz. Bu, çiftler ancak sağlıklı bir aşk yaşıyorsa gerçekleşecek bir süreçtir. Ayrıca bu, ilişkiyi şekillendiren tarafların bireysel olarak da büyüdüğü bir süreç olmalıdır.

Sonradan Öğrenilen Davranış

İlişki başlamadan önce, başladıktan sonra ve ilişki esnasında partnerimizin nasıl biri olması gerektiği hakkında hepimizin bir fikri vardır. Tıpkı arkadaşlarımızın ve ailemizin de nasıl olması gerektiği hakkında bir beklentimiz olduğu gibi. Üstelik çoğumuz, bir partnerimiz olduğunda onu “idealize edilmiş hali”yle karşılaştırma ve bu idealle örtüşmesi için elimizden geleni yapma eğilimi gösteririz. Bu yüzden de o kişinin bizi sinir eden tavır, görüş ya da davranışlarını ideal partner ile gerçek partnerimiz arasındaki fark oluşturur. Öyleyse, ilişkinin yürümesi için elimizdeki kutunun içindekileri bi noktaya kadar kabul etmemiz gerekir. Bazı konularda uzlaşabileceğimiz gibi diğerlerinde ya kabullenmek ya da yeni bir partner bulmak durumda kalırız.

İki tarafın da paylaştıkları gerçeklikte tahammül edebileceklerinin sınırlarını belirlemesi, sağlıklı bir aşkın temelini oluşturacaktır. Diğer yandan, partnerini manipüle etme hatasına düşmeden akıllıca değişiklikler yapabilmek de çiftin aynı yolda beraber büyümesine yardımcı olacaktır. 

Bu yüzden, sofradan tabağını kaldırmamak ya da diğer ev işlerine dahil olmamak gibi sonradan öğrenilen davranışlar söz konusu olduğunda, partnerimizle karşılıklı konuşarak bu davranışını değiştirmesini isteyebilir, ya da bu konu hakkında hiçbir şey yapmamaya karar vererek kabullenmeyi seçebiliriz. Ya da konu onun kişiliğinin bir parçasıyla ilgiliyse, örneğin, partnerimiz bizden daha çekingense, onu olduğu gibi kabul etmeliyiz.  Asla kabul etmememiz gereken zaman, o kişinin davranışları değerlerimize bir bütün olarak ters düştüğü zaman olmalıdır. Şiddet görmek ya da hakarete uğramak gibi hiçbir ilişki türünde olmaması gereken davranışlardan bahsediyoruz.

“Size problemler değil,
cevaplar veren bir aşka tutunun.
Korku değil, emniyet veren.
Şüphe değil, güven veren”

Paulo Coelho

Özetle, sağlıklı bir çiftin ilişkisi karşılıklı olarak almaya ve vermeye dayanır:

Saygı o kişiyi olduğu gibi görebilmek ve kabul edebilmektir. Onun benzersizliğinin farkında olmaktır. Onun kendi tutkularına göre önündeki yolu istediği doğrultuda nasıl gideceğini ve bu yolun bizim planlarımızla ne kadar uyuştuğunu görmek istemektir.

Bir çiftte güven, partnerimizin yaptığı ve söylediği her şeyin doğruluğunu sorgulamak zorunda hissetmemektir. O kişiyle birlikte iyi anlar kadar kötü anlar da paylaşabileceğimize olan inançtır.

Hissettiklerimiz konusunda kendimize olduğu kadar partnerimize de dürüst olmak çok önemlidir. Kendi içimizde olanları değerlendirmeden etkili bir değişim mümkün olmaz. Bu da demek oluyor ki kendi tercihlerimizin, arzularımızın, hayallerimizin, umutlarımızın ve beklentilerimizin makul olduğundan ve partnerimizin haklarını hiçe saymadığından emin olmalıyız.

İlişkide karşılıklı destek çok önemlidir. Destek olmak, bir yandan kendi ihtiyaçlarımızı partnerimizin ihtiyaçlarından ayırabilmek, diğer yandan da onun kişisel ve profesyonel anlamda kendini geliştirmesine izin vermektir.

Çiftlerden her iki taraf da bu ilişkide bir sorumluluğa sahiptir ve ilişkiye aynı itinayı göstermelidir. Karşılıklı alışveriş adil ve sağlıklı bir aşkın temelini oluşturur. Sevgimizi verdiğimiz zaman sevgi görmeyi bekleriz çünkü duygusal ilişkiler bu karşılıklı sevgi alışverişinden beslenir. Bu açgözlülükten değil, karşılıklı olarak gösterilen cömertlikten gelir: tarafları daha çok yakınlaştırır.

Çiftlerin aralarında kendi bireysel kimliklerini korumaları çok önemlidir. Her iki tarafın da kendi kişiliğini ve onu o yapan her yönünü koruyabilmesi gerekir. Bunun yolu, t arafların kendi seçtikleri bu ilişkide kendine olan sevgisini koruyabildiği bireyselliğine sorumlu bir şekilde sadık kalmasıdır. O kişiye olduğu kadar kendimize de değer vermektir. Ancak bu şekilde kendimizi tamamlanmış hissedebiliriz.

İletişim her ilişkinin anahtarıdır. Sağlıklı bir aşk yaratmaya çalıştığımız romantik bir ilişkide iletişimi mutlaka iyi tutmak gerekir. Ancak bunu karşılıklı uzlaşma ve memnuniyetle yapmalısınız.

Çift olmak, beraber kararlar alabilen fakat her zaman aynı fikri paylaşmayan iki insan arasında kurulan bir ilişkidir. Anlaşmaya varabilmenin şartı sakin bir şekilde ve güven çerçevesinde konuşmaktır. Bu yedi ana direk çiftin geleceğini garantileyecektir diyemeyiz. Ancak kesin olan bir şey var ki o da birbirlerine olan aşklarını daha sağlıklı, olgun, eğlenceli ve ikisi için de gelişim ve ilham kaynağı olacak bir şekilde yaşayabilecekleridir. Onlara göz kulak olmaktan daha iyi ne olabilir?

Hiç alaca karanlık aşkı hakkında düşündünüz mü? Alaca karanlık aşkı, size tam da onun değerini bileceğiniz doğru zamanda gelen, daha önce gelse değerini bilmeyeceğiniz aşktır. Hepimiz belki de çok erken gelen aşkı deneyimledik ve alaca karanlık aşkı mutluluğun hoş geldin diyen işaretidir.
Aşk nadiren geldiğinde bizi uyarır. Ziller yoktur, davetiye yoktur, uzaktan gelirken fark etmemiz için yanında heyetiyle de  gelmez. Onu nasıl kabul ettiğimize bağlıdır. Ancak, ansızın çıkagelmek için en mükemmel koşulları bilerek seçmiş gibi göründüğü zamanlar olur. Alaca karanlık aşkı böyledir.

Alaca karanlık aşkı, tam olarak doğru zamanda gelen, sevgi ve anlayışın taşıdığı o sakin duyguya karşılık gelir. Hayatta pek çok deneyim yaşamanın doruk noktasıdır. Ne istemediğimizi ve kalplerimizin neye hasret olduğunu bilecek kadar bilgelik kazanmış bir durumda oluruz.

Kalbimiz tutku içinde acıyla kıvranırken ve geçmiş deneyimlerin yaşattığı acıyla cezasını çekerken, sükunete ve dinlenmeye ihtiyaç duyduğunuz bir an gelir çatar. İşte o an alacakaranlık aşkının kalbinizi mutlulukla doldurması için ideal fırsat doğar. Çünkü alacakaranlık aşkı sakin ve dinlendirici bir aşktır. İki kişi arasındaki birliktelik hissidir. Kabalık, acele ya da geçmiş ilişkilerdeki abartılı durumlarla ilgisi yoktur. Alaca karanlık aşkı deneyimlerden beslenir. Ne istediğimizi eksiksiz biçimde bildiğimiz bir an gelir. Geçmişteki acı veren deneyimlerden ders aldığımız için bir anda hayatımızda neyi istemediğimizi bilir duruma geliriz. Önce kendimizi ve hislerimizi tam olarak tanımalıyız. Böylece sonrasında doğru kişiyle tutku dolu ve sakin güzel bir ilişki yaşayabiliriz.

Geçen yıllar içinde insanların aşk nedeniyle muazzam miktarda duygu ve his deneyimlediği herkes tarafından bilinen bir şeydir. Çok genç yaştan itibaren, güçlü duygulara ihtiyaç duyan kalp atışımızı hissetmeye başlarız. Gençliğimizde, özellikle de ergenlik yıllarında, ruhumuzdaki her duyguyu yoğun bir şekilde yaşamamıza sebep olan kontrolsüz bir tutku kalbimizi uyandırır. Öyle ki sevdiğiniz kişiyle birlikte olmak acı verir. İlk aşk, vahşi, ateşli, sınırsız bir yangındır.

Daha sonra deneyimi ve keşfetmeyi harmanlayan ilişkiler gelir. Gençlik yıllarında yaşadığımız aşklar zaten deneyimlediğimiz ilişkilerin farklı varyasyonları olabilir. Kişiliğimizin temellerini inşa etseler de içlerinde bir miktar ergenlik toyluğu ve çekişmeli bir savaş barındırdıkları için onları alaca karanlık aşkı olarak farz etmek mümkün değildir

Sonunda, acı, üzüntü, haz ve diyalogla dolu uzun soluklu bir süreçten sonra alaca karanlık aşkı için doğru zaman gelir. Kalplerimiz onca partnerden sonra yorgun düşmüştür ve bir savaşçı gibi dinlenmeyi hak etmiştir. Artık kalplerimizi iyi tanıdığımız için onu isteklerine kavuşturabilecek duruma gelmişizdir. Zengin bir deneyim elde etmiş ve ruhlarımız hakkında bilgi sahibi hale gelmiş durumdayızdır.

Alaca karanlık aşkı geldiğinde, sonunda tutkularınızın kölesi olmayı bırakırsınız. O an, her şey gözünüze daha kolay görünür. Gençliğinizde sevdiğiniz kişiden ayrı kalmak ruhunuzu yıkıp yakıyormuş gibi geliyordu. Ancak, deneyimle kazandığınız bilgelik ve sabır sayesinde, aşk hikayenizi çok daha iyi bir şekilde hayatınıza entegre edebileceksiniz.

İster acı ister tatlı, yaşadığınız tüm deneyimler yanı başınızdaki kişinin değerini bilmeyi öğrenmenize yardımcı olacak. Aynı zamanda, partnerinizi anlamanız gerektiğini öğreneceksiniz. Böylece aranızda harika bir birliktelik duygusu, benzersiz ve müthiş bir iletişim doğacak. Ancak alaca karanlık aşkının, siz onu gerçekten istemeden ya da hazırlıklı olmadan size gelmeyeceğini de unutmayın. Eğer partnerinizi anlamıyor ve onunla iyi geçinemiyorsanız alaca karanlık aşkı gelip sizi bulmayacaktır. Deneyim ve sükunet kalbi iyileştirir ve bir çift bu iki şeye sahip olduğunda, mutluluğu bulacaktır.

Tutsak duygusal ilişkilere sıklıkla rastlanır. Onlar aşkın acıttığı türlerdendir. Ayrıca, mutluluk ve özgüvenin yok olmasına neden olurlar. Ancak bu duruma rağmen mağdur bağını koparamaz. Bunun nedeni, eşlerine karşı duydukları sevgi ve çekicilik yüzünden kör olmalarıdır. Travma bağı, Stockholm sendromuna benzer bir profile sahiptir. Dışarıdan bakan biri için bu tür bir durum garip ve çelişkili görünebilir. Neden kimse katlanılmaz olana tahammül etsin ki? Neden onları küçük düşüren, kötü davranan ve duygusal olarak kötüye kullanan biriyle birlikte kalalım? Gerçek şu ki, insan ilişkileri alanında anlaşılması gereken gizli psikolojik süreçler vardır.

İlk olarak, bu tür bir ilişki içinde olan bir kişiye eşinden mümkün olan en kısa sürede ayrılmasını söylemenin bir anlamı yoktur. Çünkü karşılıklı bağımlılık o kadar yoğun olabilir ki, zihin rasyonel olarak çalışmayı bırakır. Aslında sağlıksız bir bağlanma biçimi ve buna bağlı duygular tarafından kontrol edilir. Bu yozlaşmış bir bağ olmasına rağmen yine de mağdurun terk edilme korkusunu bastırmak gibi bazı temel ihtiyaçları karşılar. Bir travma bağındaki iki kahraman, kurban ve onların duygusal istismarcısıdır. Bu, istismarcı güç ararken, kurbanın ilgilenilmeyi özlediği türden bir bağdır.

Psikoloji 1980’lerde travma bağlarını incelemeye başladı. Bu amaçla psikologlar Donald G. Dutton ve Susan L. Painter, partnerleriyle birlikte yaşayan yüzlerce hırpalanmış kadın vakasını inceledi. Bu durumlarda, korkunun genellikle olağan şekilde,kendini göstermediğini buldular. Aslında bu durumlarda görülen teslimiyet ve açık bir güç farkıdır. Başka bir deyişle, bir ortak diğerini bastırır. Kurbanın bu tür acılara neden tahammül ettiğini sorabilirsiniz. Gerçekte, bu ilişkiler döngüsel bir model izleme eğilimindedir. İstismarcı bu tür bir döngü izler: “Sana karşı iyiyim, sonra zalimim, sonra kızıyorsun, sonra beni affediyorsun ve her şeye yeniden başlıyorum.” Travma bağı, mağduru istismarcıya bağlayan ve acı çekme döngüsüne geri beslenen bir yapıştırıcıdır.

Psikologlar Donald Dutton ve Susan Painter 90’lı yıllarda bir çalışma yürüttüler. Bu tür ilişkiler hakkında biraz daha araştırma yapmak ve anlamak istediler. Nitekim, istismarcı partnerlerinden ayrılmaya çalışan birçok kadının bunu yapamadıklarını keşfettiler. Bunun nedeni, son derece yoğun bir bağlanma stili sergilemeleridir. Buna, istismarcılarının baskın kişiliğinin yanı sıra mağdur olanların düşük özgüvenleri de eklendi. Travma bağları genellikle narsist bir kişilikle kurulur. Bu tür insanlar, kurbanlarını tüm psikolojik ve duygusal dirençlerden arındırma, kontrol etme ve tüketme konusunda ustadırlar.

Kötüye kullanma döngüsü ve zararlı sevgiye bağımlılık. Kurbanın duygusal, bilişsel ve davranışsal kalıplarına ek olarak, bu sağlıksız sevgi türüne olan bir bağımlılıktır. Aslında, her şeye hoşgörülü bir bağlanma stili sergilerler. Bu bağımlılık biçimi, düşük benlik saygısı, diğerini idealleştirme, yalnızlık korkusu ve narsist partnere karşı kendini feda etme ile karakterizedir.

  • İlişkide bir gerilim birikimi var. Örneğin, tartışmalar, kötü muamele, aşağılama, küçümseme vb.
  • Sonunda, daha ciddi bir olay meydana gelir ve kurban tepki verir.
  • İstismarcı davranışlarını değiştirmekte hızlı davranır. Sevgi ve pişmanlık gösterip değişmeye istekli davranırlar.
  • Uzlaşma gerçekleşir. Bu genellikle yoğun ve ödüllendiricidir. Ardından, kısa bir belirgin uyum dönemi vardır.
  • Kötüye kullanım yeniden ortaya çıkar. Böylece döngü yeniden başlar.

Travma bağının temel özelliklerinden biri, istismarcı mağdura zarar verdiğinde, istismarcının affedilmeyi ve teselli edilmeyi beklemesidir. Bu, travmatik bağı tekrar besler.

Bu tür durumlarda nasıl davranılır

Travma bağı hakkında anlaşılması gereken şey, güç dengesizliğini geri beslemesidir. Bu nedenle, kurbanın kalıbı kırması çok önemlidir. Ancak, genellikle tamamen izole oldukları için bu karmaşık olabilir.

Nitekim narsistler kurbanlarını ailelerinden ve arkadaşlarından ayırma eğilimindedir. Bu nedenle, ayrılmaları genellikle zordur. Bu gibi durumlarda sosyal hizmetler, arkadaşları, komşuları gibi sosyal desteğe ihtiyaç duyarlar.

Travmatik bir bağdan kaçarken aşağıdaki stratejiler yararlıdır:

  • Mağdur, saldırgandan ayrılmalıdır. Ek olarak duygusal istismarın, kötü muamelenin ve karşılıklı bağımlılığın yanı sıra eşlerine sağlıksız bağlılıklarının da farkında olmaları gerekir.
  • Bir destek ağının geliştirilmesi. Kurbanların hayatlarında onlara yardım edebilecek yeni insanlar olmalıdır. Konuşabilecekleri ve deneyimlerini paylaşabilecekleri insanlar, dolayısıyla bir değer duygusu hissetmeye başlarlar. Gerçekten de, saldırganları dışındaki figürlerle yakınlık, durumlarını başka bir şekilde görmelerine yardımcı olacaktır. Aslında, kendilerini daha güçlü hissedecekler ve geleceğe bakabilecekler.
  • Psikolojik terapi çok önemlidir. Bu, travma yarasını tedavi etmek ve kurbanın kimliğini ve benlik saygısını yeniden inşa etmek içindir. Ayrıca, duygusal olarak zarar verici ilişkiler kurma konusundaki eski kalıplarına geri dönmemeleri için kullanmaları için stratejiler verir.

Son olarak, genellikle bu tür ilişkiler geliştiren kişilerin sorunlu bir yetiştirme ve çocukluk dönemi geçirdikleri görülmektedir. Bu durumlarda, herhangi bir psikolojik tedavi daha derinlemesine ve son derece hassas bir şekilde yapılmalıdır. Bunun nedeni, tedavinin, hastanın ilişkilerinde kendini gösteren, ömür boyu sürecek bir travmanın izlerini iyileştirmesi gerektiğidir. Doğal olarak, bu tür durumlar son derece karmaşıktır.

“Bir efsaneye göre, güzeller güzeli “gerçek” ile yalan bir gün buluşurlar. Yalan gün içinde şaşırtıcı biçimde sürekli doğruyu söyler. Bütün gün çok iyi vakit geçirdikten sonra bir kuyunun önüne gelirler. Yalan “Su çok iyi, birlikte suya girelim.” der. Gerçek, şüpheyle yaklaşarak suya dokunup suyun gerçekten de güzel olduğunu gördüğünde Yalan’a inanarak kıyafetlerini çıkarır ve kuyuya girer. Gerçek’in bir anlık dalgınlığından faydalanan Yalan, hemen sudan çıkarak Gerçek’in kıyafetlerini giyerek ortadan kaybolur. Gerçek ise kızgın bir şekilde kuyudan çıkar ve Yalan’ın peşine düşer.

Dünyada çıplak Gerçek’le karşılaşanlar ona öfkeyle bakarak aşağılarlar. Zavallı Gerçek kimsenin kendisine yardım etmeyeceğini anlayarak sonsuza dek ortadan kaybolmak üzere kuyuya geri döner. Yalan ise o günden bu yana Gerçek’in kıyafetlerini giymiş şekilde insanların içinde yaşar.”

İnsanlar sosyal hayatlarında, romantik ilişkilerinde, aile içinde, iş yaşamlarında ve hayatlarının daha birçok yerinde farklı sebeplerden dolayı yalana başvurmaktadır. Peki insanların söylediği bu yalanların altında ne gibi sebepler yatmaktadır? Bizler neden gerçeği değiştirme ihtiyacı duymaktayız? Yalan, kısaca tanımlanacak olursa, başkalarında kasıtlı şekilde doğru olmayan kanılar oluşturmaktır. Diğer bir deyişle yalan, bir amaca yönelik olarak gerçeğin bilinçli bir şekilde değiştirilmesidir. Bir ifadeyi yalan olarak nitelendirebilmek için gerçekle örtüşmemesi, söyleyenin bu ifadenin gerçek olmadığının bilincinde olması ve bu kişinin bir başkasını istençli şekilde kandırmaya yönelik bunu sergilemesi gerekmektedir.

İnsanların hangi sebeplerden yalan söyleme davranışı geliştirdiği üzerine yürütülen çalışmalar, altında yatan birçok faktörü ortaya koymaktadır. Örneğin bireyler, kendilerini dezavantajlı bulduğu bir durum karşısında kendini koruma ihtiyacından yalan söyleyebildiği gibi bir başkasına gelecek zarara karşı o kişiyi korumak amacıyla da yalan söyleyebilmektedir. Alanda yapılmış araştırmalardan yola çıkarak yalan söylemenin altında yatan sebepleri kabaca şöyle sıralayabiliriz.

  • Var olan imajı korumak veya başkaları üzerinde olumlu etki bırakmak
  • Sosyal ilişkilere yön vermek
  • Çatışmaları önlemek
  • Güç elde etmek
  • Kazanç sağlamak
  • Özel hayatı korumak
  • İstenmeyen durumdan kaçınmak
  • Birini herhangi bir zarardan korumak
  • İnsanların davranışlarına yön vermek
  • Başarısızlığın üstünü örtmek
  • Şaka yapmak

Tüm toplumlarda yaygın biçimde görülen yalan söyleme davranışı, yalana ilişkin algılar ve altında yatan nedenler hususunda farklılaşma göstermektedir. Bireyci kültürlerde kişisel sebepler yalan söyleme davranışında daha ağır basarken diğer yandan toplulukçu kültürlerde bireylerin yakın çevresine yönelik durumların söz konusu olması onları yalana daha çok itmektedir.

Çocuklarda Yalan Yalan söyleme davranışının bireyde ne zaman ortaya çıktığına baktığımızda ilk yalanlara çocukluk döneminde rastlamaktayız. Doğrudan gözleme dayanarak elde edilmiş araştırma bulgularına göre neredeyse her çocuğun 2-3 yaşından itibaren okul öncesi dönemin sonuna değin yalan söyleyebildiği ortaya konmuştur. Fakat literatürdeki yalan tanımı göz önünde bulundurulduğunda çocuk, 7 yaş öncesinde soyut düşünme yeteneği geliştiremediğinden gerçek ile yalan arasındaki farkı ayırt edememektedir. Dolayısıyla bu dönemde söylenen yalanlar ile bu yazıda ele alınan yalan kavramı aslında çok farklı şeylerdir ve çocuklukta yalan söylemenin anormal olarak değerlendirilmesi yanlış olacaktır.

  • Aileden öğrenmek ve model almak
  • Ebeveynin ilgisini çekmek
  • Cezadan kaçınmak veya ödül kazanmak
  • Takdir edilmek
  • Gerçekleşmemiş hayal ve arzular
  • Sosyal kabul arzusu
  • Öz güven düşüklüğü
  • Suçluluk duygusu
  • Kıskançlık
  • Korku

Çocukların yalana başvurmadaki ilk sebeplerinin cezadan kaçınma olduğu raporlanmıştır. Özellikle ebeveynin çocuğa olan katı tutumu ve cezalandırıcı davranışları sonucu çocuk, yalan söyleyebilmektedir. Hayatın ilerleyen dönemlerinde de cezadan kaçınma, bireylerin yalana başvurmasında kendini gösteren sebeplerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ünlü filozof Kant’ın ahlak anlayışı doğrultusunda yalanın hiçbir biçimde kabul edilemez olduğunu savunan yaklaşım ile bir başkasının yararını gözetmek amacıyla ortaya çıkan yalanı makul bulan faydacı yaklaşım, bugüne kadar karşı karşıya gelmiştir. Bu noktada bir eleştiri getirirken yalanın 2 farklı boyutu ele alınmalıdır: kendisine/başkalarına yarar sağlama ve zarar verme. Bağlam çerçevesinde bireyi yalana iten sebeplerin anlaşılmasında, ahlaki ve vicdani değerler bir yana, yalanın ne amaçlanarak söylendiği de önemli bir husustur.

Hediye Mesut

Yalnızlık siyah değil, çünkü siyahın rengi var. Yalnızlık şeffaf görünen , gösteren, gizlemeyen savunmasızlık ‘’cenin’’ gibi. Koruyan bir kalenin olmayışı , boşluk yaratan ama boşluk değil. Kocaman bir yerde küçücük kalmak. Yalnızlık için ‘’ yalnızlık’’ kelimesi bile kalabalık. Yalnızlık ‘’ su’’ gibi renksiz. Aslında çok derin saran ama kapsayamayan. İçinde var olduğun ama içinde hissedemediğin bir şey, içindeyken hep dışında hissettiğin. Yalnızlık, ‘’içi boş’’ bir kucak, bir bebeğin kucakta asılı havada asılı kalması, Ne yerde ne havada olmak. Yalnızlık acı değil, sızı değil, yağlanmış bir makine. Hissizliğin hissi aslında. Düşüncenin boşluğu, istikrarlı bir kesintisizlik….İddialı bir çaresizlik.

Yalnızlık, yalnızlıkla yalnız başına baş edilebildiği zaman yalnızlık olmaktan çıkar. Yalnız kalabilmek kendine , kendiliğine tahammül edebilmektir. Kendini , kendiliği duyabilmek Kendine kulak misafiri olmadan dinleyebilmek. Dinlemeye gönüllü olmak, duyacaklarından korkmadan dinleyebilmek. İşittiklerini işleyebilme cesareti gösterebilmek. İçsel keşif yapmaya, içsel yolculuğa çıkabilmeye önce niyet sonra da cesaret gösterebilmek.

Herkesin yalnızlığı ve boşluk hissi kendine desek de, herkes benzer şeyleri tarif ediyor. Yalnızlık ve boşluk hissi benzer olsa da farklı şeyleri tarif eder. Ama içerden gelen, öznel olan, içsel öznelin bir yansımasıdır. Kendiliği sarar, kendiliği kaplar. İçsel olanla kendilik arasındaki bağı bir gevşetir bir sıkılaştırır. Bir halatın gerilmesi ve gevşemesi gibi. Boşluk doldurulmak istenir. Ama o boşluk her malzemeyi kabul etmez. Boşluk doldurulmak istenenle dolmaz. Çünkü boşluk başka bir şeye ihtiyaç duyar. Yalnızlık her ne kadar gidermek istese de yine kendilik boşluğu ve yalnız kalmayı sabote eder. Boşluk dışsal olanla, yalnızlık ise çevresel olanla alaka kurulur. Fakat bunların dışsallıkla alakası yoktur. İçten gelenin çaresi içeridedir.

Bazı insanlar çoğu zaman bir ”boşluk hissi” olarak adlandırdıkları acı verici ve rahatsız edici bir öznel yaşantı tanımlarlar. Bu boşluk hissi ile insanlar içsel yaşantılar-bir boşluğu oluşturan ve hissedilen bu acının ve huzursuzluğun- nedenleri üzerinde durmaktan ziyade bir çok faaliyet (alkol, madde, seks, saldırganlık, aşırı yeme davranışı ve düşünmeyi ve asıl içsel olanı hissetmeyi engelleyecek diğer faaliyetlerde bulunurlar. Böylece bu acı verici içsel yaşantıdan, öznel yaşantılamadan anlık-geçici olarak kurtulmuş olurlar.

Bu hisleri yaşayan insanların bir kısmı bu öznel yaşantıları, acı ve huzursuzluk verici durumları yaşamak, hissetmek, düşünmek yerine onları mekanikleştirip, cansızlaştırıp kendilik ile onu dolduran iç nesneler dünyası arasındaki bağlantıyı koparma girişiminde bulunurlar. Ve ilişkilerinde özellikle ötekini içsel nesne olarak belirleyip ona yapışarak hatta onunla bütünleşerek aşırı eylem yerine eylemsizliği seçerler. Bu seçim bilinçdışı bir seçimdir. Seçimin bilinçdışı olması nedeniyle kişi bunu bilinçli savunma ve açıklamalarla kendince kılıflandırıp-yasallaştırarak bu gerçekliği yaşamaya başlar. Bu gerçekliği açıklaması ise ”onsuz yapamamak”, ”ne kadar yakın olursam o gitmez ”,gibi kendisinin de anlayamadığı bir şekilde ilişki kurar. Yapışarak kurduğunu sandığı ilişki sevgi nesnesine yatırımdan ziyade içsel kaygıyı susturmaya yöneliktir. Yani asıl yatırım ötekine ve kendiliğe değildir. Yatırım yapmak bütünleşmiş ve farkında olunan kendiliğin ve ötekinin kendiliğinin farkında olması ile ilgilidir. Boşluk hissinden söz eden bu insanların bir kısmı ise yukarıda söz ettiğim gibi direkt olarak eyleme-harekete yani düşünce ve hissin önüne geçebilecek her türlü davranışsal manevraya başvurur. 

Oysaki eylemle-eylemsizlik arasında fark yoktur. Bu boşluk hissi ile eylem(acting out) yaparak baş edenler(aslında baş edemeyenler) biraz daha ”labil”(oynak) kişilik organizasyonuna sahipken , mekanikleştirenler ise biraz daha ”inhibe” olmaktadırlar. İnhibe olanı ”labil” kılmak açmak, cansız olanı canlandırmak çok daha zordur. Boşluk duygusuna sahip bu insanlarda, kendilerini herhangi bir meşguliyetin olmadığı yani meşguliyetsizliğin öznel acıyı ve huzursuzluğu tetiklediğinde umutsuzluk içine girip sevilmek ve sevebilmek konusunda yaşadıkları kuşku da aslında bu öznel boşluk hissiyle baş etme yöntemidir. Bu kez de bu boşluk hissi , depresif duygulanımlarla dolmaktadır. Bu depresif insanların boşluk hisleri, yalnızlık duygusuna yakındır ama boşluk hissi yalnızlık değildir. Depresif duygu durumuyla birlikte arzulanacak bir şey olmadığını düşünen kişi doyumdan ve umuttan uzaklaşamaya başlayarak kaçmaya çalıştığı acı verici öznel yaşantıyla tekrara karşılaşır.

  • Boşluk hissi
  • Acı, huzursuzluk verici
  • öznel yaşantı
  • Depresif-Anti depresif savunma
  • (eylem vurma)
  • Geçici boşluk doldurma
  • boşluk hissi

Kişi yukarıdaki kısır döngü içinde yaşamakta savunmaları çökene kadar da bu bunaltının yeterince farkında değildir.

Bu insanlar kendiliklerini ve ötekinin kendiliğini bütünleşmiş olarak algılayamamakta ve bu bütünleşmişlik gerçekleşmediği ve bu yüzden de öteki de bu şekilde algılandığı için kişi sahte kendilik ve sahte ötekini sahte bir ilişki içinde yaşar. Bu bütünleşmesinin gerçekleşmeyişi normalde yaşanabilecek travmatik ,olumsuz olaylar ve durumları da tolere edebilmek ve göğüsleyebilmek çok ağır gelmekte hatta göğüsleyememekte herkesin yaşayabileceği ilişkinin döngüsü içinde olabilecek çatışmaları çözümlemek bir kenara dursun onlara tahammülleri az olacaktır. İşte tam bu noktalarda da bütünleşmemiş kendilik hasarlarıyla birlikte kendisini savunmaya geçecek daha büyük bir yıkım yaşamamak ve dağılma durumuna karşı da ilkel yöntemlere başvuracaktır.

Kendiliğin bütünleşemediği bu insanlar öteki ile de ilişkisel düzeyde bütünleşemedikleri için sevgi ilişkilerinin içi boşaltılmıştır. Dünyaları cansız nesnelerden ibaret olur ve sevdiklerini söyledikleri ve cansız nesneler acı verecek şekilde anlamsızlaşır. Boşluk hissi depresif bir pozisyon değildir, ayrıca bir depresyon değildir. Boşluk hissi bir depresyonu başlatabilir ama boşluk hissi bir depresyonun ürünü değildir. Boşluk hissini yaşamak depresif pozisyona sahip olamamak la ilgilidir. Boşluk hissi melankolik bir durum da değildir. Yalnızlık ise bu durumunda depresyona daha yakındır. Boşluk hissi yapısı gereği ve süreci içindekilerle ve aynı zamanda gelişimsel dönem olarak da yalnızlık ve depresyondan farklıdır. Yalnızlıkta ulaşılamaz olan içsel nesneye duyulan özlemi anlatmakla birlikte buna suçluluk ve süper egonun benliğe saldırışından söz edebiliriz. Boşluk hissinde aslında hissizlikten, hissedemeyişten söz edilir. Dolayısıyla bu insanların ifadelerindeki acı ve huzursuzluk dışında suçluluk yoktur

Boşluk hissi ‘’içsel ve ters akıntı’’ gibi hem içeride hissedilen ama dışsallaştırmaya çalışılan hem kökeni hissedilmeyen ama kökenin yansımalarından acı ve huzursuzluğun temsilciliğinde hissedilendir. Boşluk hissi şizoid bir durum aynı zamanda yarı otistik bir yapılanma gibidir. Sürekli boşluk hissinden söz eden acıyı kendince tarif etmeye çalışan ama diğer yandan ciddi miktarda ‘’ot’’ içen bir hastanın kendisini otistik/ ot-istik hissedişi gibi…

Kernberg OTTO 1975 Sınır Durumlar Ve Patolojik Narsissizm. / Pandemos Psikolojik Danışmanlık

İntikam aldığınızda genellikle ortaya çıkan ilk duygu tatmindir. Ancak, bu duygu hızla kaybolur ve yerini suçluluk ve pişmanlık duygularına bırakır.

Gandhi, “Göze göz felsefesi tüm dünyayı kör bırakır” dedi. İntikam konusundaki uyarısını anlamak basit ama uygulamak zor. Biri sizi derinden incittiğinde genellikle intikam alma arzusu hissedersiniz. Gerçekten de, sevdiğiniz ve değer verdiğiniz biri sizi incittiğinde, yoğun bir acıyla yanan duygusal bir yara izi bırakır. Saldırganınızın kalbinin derinliklerinde başka bir yaraya neden olarak acıyı hafifletmek isteyebilirsiniz.

Derin bir duygusal yara ile karşı karşıya kaldığınızda, sizi inciten kişiye, ilk başta çektiğiniz acıdandaha fazla zarar verme ihtiyacı hissedebilirsiniz.

İntikam, teraziyi dengelemek için başarısız bir girişimdir. Çünkü ne kadar ayar yapılırsa yapılsın her zaman dengesiz kalacaklardır. Gerçekten de, yaralı kişi olarak, size zarar veren kişiden her zaman daha kötü hissedeceksiniz. Bu nedenle, başlangıçtaki denge konumunuzu yeniden kazanmak için onları incitmeye çalışırsınız. Veya üstünlük elde etmek isteyebilirsiniz.

İntikam aldığınızda genellikle ortaya çıkan ilk duygu tatmindir. Ayrıca, her şeyin dengesini yeniden kazandığını hissedersiniz. Ancak, bu duygu hızla kaybolur ve yerini suçluluk ve pişmanlık duygularına bırakır. Aynı zamanda, büyük bir projenin sonuna geldiğinizde olduğu gibi, boşluk hissine de yol açabilir. Özellikle de, intikamınızı planlamak ve yürütmek için çok fazla zaman ve kaynak ayırdıysanız.

Öte yandan, intikamınızı aldıktan sonra hiç pişmanlık hissetmiyorsanız, terazi yine de dengede durmaz. Çünkü, intikamınızın sonuçları kalıcıdır. Ayrıca etkilerini gelecekte, zarar verme arzunuz ortadan kalktıktan çok sonra hissedeceksiniz. Aslına bakarsanız, verdiğiniz zarara gerçekten üzüleceksiniz. Geleceği tahmin etmek ve yanınızda kime ihtiyaç duyacağınızı bilmek imkansız. Belki bugün canını yakmak istediğiniz kişi yarın hayatınızda önemli olacak. Unutmayın, intikam duygusu geçer ama bu duygunun verdiği acı derin ya da kalıcı olabilir.

İntikam kitabının sayfasını bir kişi açtığında, hikaye doruk noktasına ulaşana kadar yoğunluğu artarak devam eder. Hikaye gibi, her iki karakterin eylemleri de yoğunlukta artar. İntikam, genç kaldığınız ve hiçbir kuralın ve sorumluluğun olmadığı Bir Daha Asla Ülkesinde bulunur.

İki veya daha fazla kişi arasında bir sorun ortaya çıktığında, birkaç alternatif vardır: kaçmak, saldırmak veya sorunu çözmek. İntikam durumunda, seçilen alternatif saldırmaktır. Her iki kişi de aynı stratejiyi kullanmaya karar verirse, taraflardan biri bu savaşta zaten çok fazla şey kaybedildiğine karar verene kadar çatışmanın şiddeti artacaktır. Önemli olanın verilen hasarın değil, namusun geri kazanılmasının önemli olduğu namus odaklı kültürlerde, ilişkiler ateşe verilir. Ancak intikamı saldırılarla körüklemek sadece nefretin alevlerini körükleyecektir. Aslında, küllerden kurtarılabilir bir şey olduğundan emin olmanın tek yolu yangını söndürmek.

Acıya daha fazla acıyla yanıt vermek durumu değiştirmez ve kendinizi daha iyi hissetmenizi de sağlamaz. Çoğu zaman cesur olmak, diğerinden daha güçlü bir şekilde tepki vermek değil, kendinizi sizi inciten kişinin yerine koymak ve başkasının o acıyı tekrar yaşamasını istemediğinize karar vermek anlamına gelir.

Andrea Perez

“Alçak gönüllülük, bir resim çerçevesi içinde bulunan figürü gölgeleme sanatıdır: Ona canlılık ve rahatlama verir.” Jean de la Bruyere

Çok mütevazı olmak pek tavsiye edilen bir şey değildir çünkü bu bizi görünmez yapabilir ve kendimize güven duygusunu zedeleyebilir. Kendini sevmek kişinin kendisiyle gurur duyması, kibirli olmasıyla alakalı değildir, kendimize borçlu olduğumuzun haklı takdiridir. Çok mütevazı olmak, aşırıya kaçan her şey kadar kötüdür. Kilit unsur “aşırı” kelimesindedir. Bu sözle büyük erdemler kusurlara, büyük zevkler işkenceye dönüşebilir. Aşırılık neredeyse her zaman bir şeylerin doğasını çarpıtmaya yol açar. Alçak gönüllülük, basitlik, tevazu ve ölçülülük gibi önemli insani değerlerle ilgili büyük bir erdemdir. Günümüz dünyasında çok fazla yer edinmiş iki kelimenin tam tersidir: kibrin ve gururun. Mütevazı olan, bir şey hakkında övünmeye ihtiyaç duymaz ve övünmeyi istemez. Ancak aşırı mütevazı olanlar, başarılarını ve niteliklerini en aza indirgeme noktasına gelirler.

Aşırı kibir, antipati yaratır. Başkalarıyla araya bariyer koyarken, aşırı alçak gönüllülük başkalarıyla veya kişinin kendisiyle değil sağlıklı ilişkiler kurmasına engel olur. Ne olduklarından ve yaptıklarından uzaklaşanlar belirli faydalar elde edebilirler, ancak bunun yerine kendilerini yeniden onaylama ve hak ettikleri takdiri alma olasılığını kaybederler.

Çok mütevazı olmanın sosyal ilişkilerin bazı yönlerini kolaylaştırdığı doğrudur. Bu şekilde mütevazı davranan kişiler zararsız olarak algılanır. Çünkü bu kişiler hasetten, kıskançlıktan ve zıtlaşmadan kaçınır. Günümüz dünyasında aşırı derecede rekabetçi olan birçok birey vardır. Aslında sosyal medya bizi daha da rekabetçi hale getirdi. Çok mütevazı biri bu gerilimlerden kurtulmayı başarır.

Kendinden emin olan kişinin ne gösteriş yapmasına, ne övünmesine ne de başkalarının takdirini kazanmasına gerek yoktur. Bu yüzden doğal ve spontan bir şekilde mütevazı olabilirsiniz. Çok mütevazı olanlar da farklı şeyler olur. Mütevazı ola kişinin amacı basitçe kibirli olmamak değil, aynı zamanda kendini saklanmaya, kendi değerini küçümsemeye ve hatta kendini görünmez kılmaya çalışmaktır.

O halde aşırı alçak gönüllülüğün mütevazılığın değil, çekingenlik göstergesi olduğu söylenebilir. Başkalarının tepkilerinden korkarsınız ve bununla başa çıkmanın bir yolu, kendinizi taklit etmek ve görünür olmayı engellemektir. Sanki kişinin bazı yönlerden eşdeğer veya diğerlerinden daha iyi olma hakkı yokmuş gibi. Öyle ya da böyle, kişinin kendisine karşı bir utanç duygusunu temsil eder.

Gurur genellikle kibirle karıştırılır, ancak gerçekte ikisi farklı olgudur. Gurur, kişinin kendine duyduğu yüce bir öz sevgiden ibarettir. Kibir ise, daha çok yaralı özgüvenle ilgilidir. Kendini sevmek, kendini kabul etmenin ve kendine değer vermenin sonucudur. Buna karşılık, bu gerçekliğe dayanarak, kim olduğumuzla rahat olma hissini daha da artıran bir başarıya ulaştığımızda gurur doğar.

Diğer taraftan kibir ise temelde bir yalandır. Başkalarından gelen takdir ve yüceltmeyi arar. Kendinizi üstün hissetmenizi sağlayacak bir mesafe belirler ve bu sayede kendinizle ilgili fikirleri geliştirir. Kibir, başarıları paylaşmaktan çok onurlandırır. Derinlerde bir yerlerde biraz acı vardır, yeri hiçbir şeyle doldurulamaz.

Kibir, bu nedenle, kendini sevme eksikliğini telafi etme çabasıdır. Genellikle yapay ve agresiftir. Başkaları kibirli kişinin değerini anlamazsa, kibir duygusuna sahip kişi derinden hüsrana uğrar. Başkalarının ne düşündüğüne bakmaksızın, kendisini iyi değerlendirebilecek durumda değildir.

Tevazu ve gurur birbirlerinden uzak değildir. Bu gerçekler birbirini dışlamaz, aksine birbirini tamamlar. Kişi kendisi başarısıyla gurur duyarken aynı zamanda alçak gönüllü konumunu koruyabilir. Bu kişinin kendisiyle övünmesi ya da başkalarının hayranlığını ya da tanınmasını sağlamak değildir aynı zamanda kişinin kendi değerini küçültmesi ya da kendini görünmez kılmaması anlamına gelir.

Aşırı mütevazı veya kibirli olan kişi, başkalarının düşüncelerine aşırı bir önem verir. İlk başta korktuğu ve utanma duygusu taşıdığı için kendisiyle yüzleşmeye çekinir. İkinci durumda ise başkalarına hükmetme çabası vardır. Kibrin karşılaştırılması, kazanılması ve başkaları tarafından oldukça görünür kılınması gerekir.

Kim olduğumuzdan ve başardığımız şeylerden gurur duymak pozitif ve sağlıklıdır. Çabalarımıza ve başarmamıza mal olan her şey, kendimizi takdirini etmemizi hak eder. Üzüntüyü veya yenilgiyi başkalarıyla paylaşmak da başarıları paylaşmak gibi iyi bir şeydir. Başkalarının takdirini kazanmak büyük bir önem kazandı. En tavsiye edilen şey, kendimizin bu düşünceler tarafından istila edilmesine izin vermemek ve kendi kriterlerimizi kendimizi ölçtüğümüz standarda dönüştürmektir.

Gema Sánchez Cuevas

Gerçeği manipüle etmek için kullanılabilecek en temel manipülasyon aracı kelimelerdir. Eğer kelimelerin anlamlarını kontrol edebilirseniz, onları kullanması gereken insanları da kontrol edebilirsiniz. Philip Dick

Hepimiz başka insanların davranışlarını öyle ya da böyle bir şekilde etkilemeyi isteriz. Ancak bazı insanlar bu konuda aşırıya kaçarlar. Yalnızca başka birini etkilemek için çaba göstermekle kalmaz onu hem kontrol etmek hem de manipüle etmek isterler. İşte böyle bir durumda, siz farkında bile olmadan manipülasyon taktikleri devreye girer. Bu taktiklerin çoğu “normal”, sıradan bir davranışmış gibi uygulanırlar. Zaten bu yüzden fark edilmeyebilirler ve tam olarak bu yüzden sorunludurlar. Davranışlar ortadadır ancak siz nelerin döndüğünün farkına varmazsınız.

Suçlamak oldukça yoğun bir duygudur. İnsanların çok mantıksız davranmasına sebep olabilir. İyi bir duygu yaratmaz çünkü bir insanın kabullenip değer verdiği ahlaki kurallarını alır, eğer büker. İnsanlar suçlama yoluyla davranışlarınızı yargılayıp sizi manipüle edebilirler. Yaptığınız şeyin iyi mi kötü mü olduğuna karar verirler. Eğer bir şey hakkında hüküm vermek için kullandığınız kendinize ait kriterleriniz yoksa bu tuzağa düşmek çok kolaydır. Manipülasyona başvuran insanlar, başkalarının çıkarı için bir şey yapmanızı veya bir şey söylemenizi sağlarlar. Bunu yaparken de sizin kendi çıkarınız için bunu yapıyormuş gibi görmenize neden olurlar. Sizi bu şekilde suçluluk duygusundan kurtardıklarına inanırlar.

Özgüvensizlik insanların sizi manipüle etmek istediklerinde çıkar sağlamak için kullandıkları duygulardan biridir. Bunu, sizin özgüvensiz davrandığınız durumları ve zayıf noktalarınızı tanımlayarak yaparlar. Kendi çıkarları için sizin durumunuzdan yararlanırlar. Eğer kendinize güven duymuyorsanız, yaptıklarınızın ve söylediklerinizin eleştirilmesi, sizinle dalga geçilmesi ve birilerinin sizi küçümsemeye çalışması, manipülasyonun farklı türleridir. Manipülasyona başvuran kişiler sizin kafanızı karıştırmaya, küçük hatalarınızı büyük hatalarmış gibi göstermeye çalışabilirler. Onların sizi, sizin kendinizi tanıdığınızdan daha iyi tanıdıklarını düşünmenizi isterler.

Bazı insanlar başka insanları manipüle etmek için kurban rolünü oynamakta ustadırlar. Çok kırılgan veya muhtaçmış (bazen farkında olmadan) gibi davranırlar. Başka insanların merhametini kendi çıkarları için kullanmayı umar, bu insanlara suçluluk hissettirmeye çalışırlar. Biri sürekli başkasına muhtaç gibi davranıyorsa, bu bir tür manipülasyondur. Siz de onlar için üzüldüğünüzden belli davranışlar sergilersiniz. Fark etmediğiniz şey, onların tuzağına düştüğünüz ve sizi kontrol ediyor olduklarıdır.

İnsanların size yaptıkları övgülere her zaman inanmayın. Bazen niyetleri gerçekten de savunma mekanizmanızı zayıflatarak sizi daha manipüle edilebilir bir hale getirmek olabilir. Biri sizi övdüğünde sizin samimiyetinizi kazanabilir. Ama bu övgüler her zaman iyi niyetle yapılmaz. Yağcılığın en iyi panzehri kendinizi iyi tanımanızdır. Kimse sizin güçlü ve zayıf yanlarınızı sizden daha iyi bilmez. Eğer kendinizi iyi tanıyorsanız taşkın hayranlık gösterileri ve övgüler sizin kafanızı karıştıramaz. Başkaları size “yağcılık” yapamaz.

Birini sindirmek için illa bağırmaya veya tehditler savurmaya gerek yoktur. Manipüleye başvuran insanlar, sezdirmeden korkutma konusunda uzmandırlar. Kurnazca, yaptığınızın bir davranışın tehlikeli olabileceğini söylerler. Örneğin belli bir şekilde davranmanızı “tavsiye” ediyorlarsa sizi manipüle ediyorlar demektir. Eğer onların söyledikleri şekilde davranmazsanız istemeyeceğiniz bir duruma düşeceğinizi söylerler. Mantıklı konuşuyormuş gibi görünürler. Ancak asıl yaptıkları şey, korkutarak sizi bir şeyi yapmak üzere koşullandırmaya çalışmaktır.

Her şeyle ilgili anlaşmazlık yaratan insanlar sizi her zaman manipüle ediyorlar demektir. En ufak bir şey için olay çıkaran türden insanlardan bahsediyoruz. İnsanların, onlarla çatışmaktan kaçınmak için sürekli onlara özel davranmaları gerekiyormuş gibi hissetmelerini sağlarlar. Katlanmaları gereken sonuçlardan veya cezalardan kaçınmak için manipülasyona başvururlar. Bu sayede insanların onların hatalarının üzerinde durmamalarını sağlamayı umarlar. İnsanlar da ortaya çıkan anlaşmazlıklarla ilgili, manipüleye başvuranların değil, kendilerinin suçlu olduklarını düşünmeye başlarlar. Manipüle eden kişinin yaptıkları her zaman yanına kar kalır.

Aptal rolü yapan insanlar aslında bildikleri bir şeyi bilmiyormuş gibi yaparlar. Yapabilecekleri bir şeyi yapamıyormuş gibi de davranabilirler. Zor işleri, o kişilerin “daha iyi yapacaklarına” inandıkları için başkalarına verirler. Bir başka deyişle, kendileri yapmak zorunda kalmasınlar diye her işlerini başkalarının sırtına yüklerler. Kendilerinin daha kötü yaptıkları iddiası tamamen safsatadır.

Bir şeyi anlamıyormuş gibi yapan insanlar da manipülatiflerdir. Bu yolla kendilerinin sorumlu olduğu bir sorunun sorumluluğundan kurtulmaya çalışıyor olabilirler. Bu da başka insanları kendi çıkarları uğruna kullanmanın bir başka türüdür. Bu manipülasyon türlerinin hepsi sahtekarlığa ve çıkarcı ilişkilerin doğmasına yol açar. Hiçbir koşulda bu tür şeyleri hoşgörmemelisiniz çünkü onlardan hiçbir fayda gelmez.

Sosyal medyanın gittikçe gelişmesiyle birlikte ilişkiler de değişti. İlk görüşte aşk artık Instagram’da ne kadar beğeni aldığınızla ölçülüyor. Hatta Facebook’ta doğru kişiden gelen “like” günümüzü güzelleştirebilir. “Ghosting” (bir anda yok olmak) ve “benching” (yedekte tutmak) gibi sözler artık tamamen dilimize yerleşmiş durumda. Başka bir deyişle korkakça davranışlarımıza artık isim de buluyoruz. Teknolojiye bağımlı hale gelmiş toplumlarda ilişkilerin de çevrimiçi olmasına şaşırmamak gerek. Biraz mesajlaştıktan sonraki mantıklı adım bir kahve içmek olacaktır. Böylece modern zamanlar aşkı (ya da belki kalp kırıklığı) başlamış oluyor.

Basit görünmesine rağmen genelde işler biraz daha fazla karışıyor. Birkaç sefer dışarı çıktıktan sonra taraflardan biri artık ilgilenmiyor ama bunu nasıl söyleyeceğini de bilemiyor. Bazen utanç ve bencillikle bir anda ortadan yok olunuyor ve hiçbir açıklama yapılmıyor. Bu durumda tek edilen kişi artık mesajlarına ve aramalarına cevap alamıyor. Ortada hiçbir görünür sebep yokken ayrılan kişi diğerini bütün sosyal medya hesaplarından siliyor. Terk edilen kişi ise neler olduğunu anlayamadığı için hayal kırıklığına uğruyor, öfkeleniyor, güvensiz ve mutsuz oluyor.

Yedekte tutmak ne demek?

Tıpkı ortadan kaybolmak gibi yedekte tutmak da karşınızdaki kişiyle yüz yüze görüşmeden ilişkiye son vermek anlamına gelebilir. Ancak diğerinden farklı olarak yedekte tutmayı kafaya koyan biri ayrılmak istediği insanla bağlarını tamamen koparmaz, onu kullanmaya devam eder. Kelimenin anlamı aslında tıpkı spordaki gibi. Yedek oyuncu tutmak. Gerçek anlamda ilginizi çekmeyen ve ciddi düşünmediğiniz birini yedekte bekletmek anlamına geliyor. Bunun nedeni aslında gerçekten hoşlandığımız başkası olması ya da bağlanmak istemeyişimiz olabilir. İki türlü de yedekte tutma işi gençler arasında gittikçe yayılıyor. Belirsizlik içinde yaşamak başta cazip gelebilir. Neler olacağını bilmemek ya da karşıdaki kişi gerçekten hoşlanma ihtimali ilginç gelir. Fakat yedekte tutulan kişi için bu durum gerçekten yıkıcı olabilir. Bencilliğin sonunun iyi olduğu pek görülmemiş.

“Eğer seni sevmek kendime olan sevgimi bir kenara koymak anlamına geliyorsa seninle bağım zehirli demektir. Bu bana göre değil.” Walter Riso

Bazen birini sevdiğimizde cevap vermekte gecikiriz. Büyü bozulsun istemeyiz. Ayrıca karşımızdaki kişinin çok hevesli olduğumuzu düşünmesini de istemeyiz. Bu yüzden sizin için önemli olan birinin mesajlarına cevap verirken gecikmeniz normal. Normal olmayan günlerce hatta haftalarca cevap vermemektir. Eğer birlikte olduğunuz kişi size böyle davranıyorsa gardınızı alın. Çünkü sizi gerçekten sevenler çok fazla zaman geçmeden cevap verirdi. Gerçekten bir şey olmadığı sürece beklemek istemez ve ilginizi kaybetmekten korkarlar. Önce duygusal ve fiziksel anlamda sizi pohpohlar, ne kadar özel olduğunuzu, özgün, çekici ve farklı olduğunuzu söylerler. Böylece özgüveniniz artsa da aslında bunu kendileri için yaparlar. Onlara ihtiyaç duymanızı ve onlar olmadan yapamamanızı isterler. Aynı şekilde istedikleri zaman sizi yok sayarlar. Bu da kafanızın karışmasına ve kaybolmanıza neden olur. Bu noktada yedekte tutulan kişi genelde diğerine bağımlı olur.

Belki de sayısız kez ilişkinin nereye gittiğini sorarsınız. Ama bu konuda konuşmak istemezler. Aslında bu konuyla ilgili her türlü konuşmadan kaçınırlar. Sizi pohpohlamaya devam eder ancak gerçekte nasıl hissettiklerini dürüstçe söylemezler. Tek niyetleri sizi bekletmek ve daha iyisinin gelip gelmeyeceğine bakmaktır. Nasıl hissettiğinizi veya göreceğiniz zararı umursamazlar. Bunun yerine yalnızca kendi hislerini umursarlar. Yalnız olmaktan korkarlar. Egolarını okşayacak birilerinin etrafta olmamasından korkarlar. Korkuları büyük resmi görmelerinin önüne geçer. Birilerini yedekte tutmak ikinci sırada birilerinin olduğundan emin olmaktır. Bunu yapanların korkusu yalnız kalmaktır.

Her ilişkide belirli sınırlar koymak gerekir. Eğer ilişkiniz başından beri açıksa yedekte tutmak doğru kelime olmayabilir. Kendini sevmek yedekte olmayı engeller. Bazı çiftler açık ilişkiden yanadır. Uzun vadede bunun işe yaramadığını görenler de olur. Bu nedenle daha fazla acı ve hayal kırıklığıyla ilişkilerini bitirirler. Eğer durum buysa siz yedekte tutulan kurban değilsiniz. Bu sadece ilişkide olduğunuz kişiyle iletişimin eksik olmasıdır. Bu türden aslında size uygun olmayan bir ilişkiyi kabul etmek sadece sizin sorununuz, başkalarının değil.

Öte yandan kendinizi yedekte hissediyor ya da sizden bilgi saklandığını düşünüyorsanız silahınızı kuşanın. Kötü bir ilişkidense yalnız kalmanın daha iyi olduğunu anlayacak kadar kendinizi sevmelisiniz.

İç huzur, adından da anlaşılacağı gibi, dış koşullarınıza veya başınıza gelenlere bağlı değildir. Aslında bu, hayata nasıl bakmaya karar verdiğinize bağlı.

İç huzur sahibi olmak, bugünlerde ütopik bir istek gibi görünüyor. Gerçekten de, bu kadar çok iş, aile ve kişisel sorumlulukla nasıl sakin kalabilirsiniz? Sosyal olarak sizden istenen statüye ve başarıya ulaşmak ve tüm yükümlülüklerinizi yerine getirmek için gün içinde yeterli zaman yoktur. Ancak, önceliklerinizi yeniden düzenlerseniz ne olur? Gerçekten hak edene değer vermeye başlasanız: Sağlığınıza, huzurunuza, sevdiklerinizle birlikteliğinize ve küçük şeylerdeki mutluluğa. Adından da anlaşılacağı gibi, iç huzur dış dünyadan ve içinde bulunduğunuz koşullardan bağımsız, kişisel olarak benimsemeyi seçtiğiniz tutumdan gelen bir şeydir.

Hayatı yaşarken takmayı seçtiğiniz gözlükler, onu görme şeklinizi tanımlar. Bu nedenle, stres ve kaygıdan muzdarip birçok insandan biriyseniz ve bu gerçeği değiştirmek istiyorsanız, işe kendinizi değiştirerek başlayın.

Yapmanız gereken en önemli değişikliklerden biri, endişeyi hayatınızdan çıkarmaktır. Endişelenmek, bazen kaçınılmaz olsa da, aslında işe yaramaz. Bir konu üzerinde tekrar tekrar durmak, sizi yalnızca çıkmaza sokar ve endişenizi artıran aynı zihinsel yolculuğu çıkmak anlamsızdır. Odağınızı değiştirin ve endişelenmek yerine dikkatlice düşünün. Olumsuz bir durumla karşılaştığınızda, dikkatlice analiz edin. Ardından, bir çözüm olup olmadığına ve bu konuda bir şeyler yapıp yapamayacağınıza karar verin. Yapabiliyorsanız, devam edin ve harekete geçin. Sevmediğiniz şeyi değiştirmek için harekete geçmek sizin işiniz. Öte yandan, bir çözümünüz yoksa yine de harekete geçmelisiniz. Ancak bu sefer zihninizi kontrol etmek için harekete geçmelisiniz. Sonsuz bir endişe ve ruminasyon döngüsüne girmenize izin vermeyin. Gelen gerçekliği kabul etmeye odaklanın, akışta kalın, ondan bir şeyler öğrenin ve devam edin.

Fiziksel durumunuz ile zihinsel durumunuz arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bu nedenle, endişe sizi bunalttığında, oturun ve nefes alın. Yavaş, derin, diyafragmatik nefesler alın ve hemen fiziksel olarak rahatlamış hissetmeye başlayacaksınız. Ardından, zihinsel gerginliğinizin de nasıl azaldığını göreceksiniz. Yine de, bu kaynağı sadece bir acil durum önlemi olarak kullanmamalısınız. Aslında gerçekten iç huzuru yakalamak istiyorsanız derin nefes almayı bir alışkanlık haline getirin. Düzgün nefes almaya her gün en az iki on dakika ayırın. Çok geçmeden, genel kaygı düzeyinizin önemli ölçüde düştüğünü fark edeceksiniz.

Sakinlik ve rahatlama durumuna ulaşmak için hareket etmeniz gerektiğini düşünmek mantıksız olabilir. Ancak, gerçekten öyle. Düzenli olarak egzersiz yapmak sadece fiziksel sağlığınıza fayda sağlamakla kalmaz, aynı zamanda zihinsel sağlığınızı da iyileştirir. Zihninizi arındırmanıza, endişelerinizden sıyrılmanıza ve güven ve öz saygı kazanmanıza yardımcı olur.

Dinlenmenizin hem nicelik hem de nitelik olarak yeterli olmasına dikkat edin. Anksiyetenin en yaygın belirtilerinden biri uykusuzluk veya uykuya dalma güçlüğüdür. Ayrıca, genel bir uyku eksikliği sadece durumu daha da kötüleştirir. Bu nedenle, yatmadan önce endişelerinizi bir kenara bırakmaya dair kesin bir karar alın.

Yatmadan önce son bir saatinizi kafanızı dağıtacak rahatlatıcı ve keyifli bir aktiviteye ayırın. Sonuçta, bugün artık kafanızı meşgul eden konular için hiçbir şey yapamazsınız ama yarın onlarla ilgilenebilirsiniz. Şimdilik uykunuza öncelik verin.

Şimdiki zamanda yaşamak, yalnızca burada ve şimdi olanlara dikkat etmeyi gerektirir. Başka bir deyişle, şu anda olanlarla uyum içinde olmak ve zihniniz ve hayal gücünüz dışında her şeyin basitçe var olmadığının farkında olmak anlamına gelir. Kendinizi şimdide yaşamak için eğitmeyi başarırsanız, ne geçmişin hayaletleri ne de geleceğin korkuları iç huzurunuza eziyet edemeyecektir. Bunu yapmanın bir yolu meditasyon veya farkındalıktır. Bir şans verin!

 Aslında, kendiniz olmayı öğrenmek bir meydan okumadır, ancak refahınızı garanti eden temellerden birini temsil eder. Çoğu zaman fikirlerinizi, arzularınızı, zevklerinizi ifade etmekten korktuğunuzu ve uyum sağlamak için bir maske takma eğiliminde olduğunuzu fark edebilirsiniz. Ancak, uzun vadede bu iç huzurunuzu bozar. Bu nedenle ideal olanı, kendinizle bağlantı kurmayı ve başkalarının ne dediğini umursamadan hayatınızı yaşamayı öğrenmenizdir. Bu sayede özlediğiniz iç huzura kavuşabileceksiniz.

Elena Sanz

Bazen hayatınızı günlük görevlerinize o kadar odaklanmış şekilde yaşarsınız ki, eğlenmeyi unutursunuz. Gelecekte pişman olmak istemiyorsanız, bakış açınızı değiştirmelisiniz. Genellikle günü kurtaracak şekilde yaşarsınız. Acil ihtiyaçlarınızı karşılamaya çalışıyorsunuz ve hayatınızın gittiği yön hakkında çok fazla düşünmüyorsunuz. Ancak, gelecekte nelerden pişman olabileceğinizi hiç merak ettiniz mi? İstediğiniz hayatı yaşadığınızı düşünüyor musunuz? İnsanların daha sonraki yaşamlarında pişmanlık duymaya meyilli oldukları konuları netleştirmek için araştırmalar yapılmıştır. Sonuçlar ilginç. Aslında, kendi hedeflerinizi ve önceliklerinizi yeniden düşünmenizi sağlayabilirler. Çoğu zaman gerçek mesleğiniz olmayan bir işte çalışmak zorunda kalırsınız. Gerçekten de finansal ihtiyaç, tatmin edici olmayan ve hatta sizi mutsuz edebilecek bir işi kabul ettiğiniz anlamına gelebilir. Bu, insanların yaşamlarına dönüp baktıklarında genellikle pişmanlık duydukları en büyük etkenlerden biridir.

Tutkulu olduğunuz bir alanda çalışmak her zaman mümkün olmayabilir ancak mutlaka denemelisiniz. Denemeden pes etmemek, gelecekteki olası pişmanlıkları azaltacaktır. Ayrıca, işinizi içermese bile tutkunuzu hayatınıza entegre etmeye çalışabilirsiniz. Asıl önemli olan, zamanınızı (veya en azından bir kısmını) sizi zenginleştiren ve doğal olarak sizi cezbeden faaliyetlerde kullanmaktır. Yeteneklerinizi geliştirmek, daha dolu bir hayat yaşamanızı sağlayacaktır.

Duygularınızı ifade etme ve paylaşma konusunda genellikle bilinçli hissedebilirsiniz. Bunun uzun vadeli yansımaları olabilir. Aslında, gelecekte net, katı veya samimi olmadığınıza pişman olabilirsiniz. Örneğin, sizi inciten bazı insanlar için sınırlar koymadığınız için pişmanlık duyabilirsiniz. Ya da sevdiklerinize sevginizi ifade etmemişsinizdir. Söylemedikleriniz boğazınızda yumrular, kalbinizde ağırlıklar olur. Bu nedenle, duygusal tarafınızla bağlantı kurmaya başlayın ve size rehberlik etmesine izin verin. Girişkenliğiniz ve duygusal yönetiminiz üzerinde çalışmaya çalışın. Hissetmeye ve ifade etmeye alışın. Duygularınızı bastırmayı bırakın ve tamamen hissetmeye izin verin

Kişisel hayatınız

Bazen rutin ve günlük işleriniz tüm fiziksel ve zihinsel enerjinizi tüketir. Gerçekten de, günlük görevlerinizi yerine getirmeye odaklandığınızda, boş zaman ve sosyal ilişkilerinizle ilgilenmeye zaman ayırmama eğilimindesiniz. Yine de, gelecekte hayatınızdan gerçekten yararlanmadığınızı hissetmek istemiyorsanız, bir denge bulmak önemlidir.

Günlerinizin sonunda en çok değer vereceğiniz şey, anılarınız, paylaştığınız anlar ve o anın tadını çıkarmanızı sağlayan deneyimler olacaktır. Verimli olması gerekmeyen, ekonomik olarak katkı sağlamayan, ancak kişisel düzeyde son derece değerli olan zaman dilimlerine yer açın.

Kimliğiniz

Bu konuda bir çalışma yapılmıştır. Sonuçlar son derece açıklayıcıydı. Çalışma, insanların genellikle arzu yerine göreve öncelik verdikleri için pişmanlık duyduklarını iddia etti. Bu, günlük rutinlerinde daha çok görev ve sorumluluklarını yerine getirmekle ilgilenirler. Ancak belli bir yaştan sonra gerçek arzu ve isteklerine sahip çıkmadıkları için pişmanlık duyarlar.

Bu nedenle, toplumun size ne olmanız gerektiğini söylediğine göre yön almayı bırakmalısınız. Sizden ne beklendiğini unutun ve kendinizden ne beklediğinizi kendinize sormaya başlayın.

Yaşamaya cesaret edemediğinize pişman olacaksınız

Görünüşe göre insanların gerçekten pişman oldukları şey yaptıkları değil, asla cesaret edemedikleridir. Başka bir deyişle, kendinizi korku, utanç veya suçlulukla sınırlamanıza izin verirseniz pişman olacaksınız. Sonunda, evet deseydiniz ne olacağına dair sonsuz bir şüphe bırakacak.

Ani ağrı veya rahatsızlıktan kaçınmaya odaklanma eğilimindesiniz. Bu, fırsatlardan da vazgeçtiğiniz ve yalnızca anlık sonuçları düşündüğünüz anlamına gelir. Ancak karar verirken vizyonunuzu genişletmeli ve iç sesinizi dinlemeye çalışmalısınız. Aslında, doğrudan konuya girmek ve belirsizliğinizi aşmaya çalışmak genellikle tercih edilir. Başarısızlıktan korkmayı bırakın, hatayı hayatınızın bir parçası olarak kabul edin ve her deneyimden bir şeyler öğrenmeye karar verin. Çünkü bazen risk almamak daha risklidir. Bugünü yaşayın, böylece yarın pişman olmak zorunda kalmazsınız.

Ağlayan bir insan gördüğümüzde, aklımızda hemen olabilecek en kötü senaryoyu canlandırırız. Aslında gerçek şu ki, ağlamak sadece nostalji, hüzün, keder, acı ya da öfkeyi değil, aynı zamanda mutluluk ya da neşeyi de ifade eder. Yapılan birçok çalışma bize, bir kişinin fiziksel ve duygusal refahı için ağlamanın yararlarını destekleyen kanıtlar sunmaktadır. Ağlamak, herhangi bir anda yaşadığımız duyguları dışarı yansıtmak için kullandığımız bir yoldur, genellikle de yansıttığımız negatif duygular olur. Ağlamak, aslında insanların düşündüğünden daha doğal, yararlı ve normaldir. Herhangi bir durumda ağlamamamız bizi daha güçlü ya da zihinsel olarak daha stabil kılmaz.

Tüm gözyaşları birbiri ile aynı değildir

İnsanlar üç farklı tipte gözyaşı üretirler. Her biri işlev gördüğü yere ve başlangıç noktasına göre kendine ait bir içeriğe sahiptir.

  • Bazal gözyaşları genel olarak protein yapılıdır ve her bir göz kırpmasından sonra gözlerin nemlenmesine yardımcı olur.
  • Refleksif gözyaşları sigara dumanı ya da rüzgar gibi çevresel faktörlere bağlı olarak üretilir. Gözlerin bu tarz dış etkenlerden kaynaklanan iritasyonunu engeller.
  • Duygusal ya da psikolojik gözyaşları o anda hissettiğimiz duygulara bağlı olarak üretilirler, bunlar ağlarken gözlerimizden döktüğümüz gözyaşlarıdır. Doğal ağrı kesici etkisi olan çeşitli nöromodülatör elemanlar (prolactin, adrenokortikotropik hormonlar ve enkefalin) içerirler.

Ağlamak sakinleştirir

Ağlamak, sizi rahatlatır ve üzerinizdeki kötü bulutları atmanıza yardımcı olur. Ama aslında ızdırap yaşamanıza sebep olan şeyler gibi altta yatan daha derin konuların, çözülmesine ve kendinizi değiştirmenie yardımcı olur. Anlayacağınız, ağlamak aslında iyidir.

Peki ya neden? Çünkü ağlamak, kısa bir süre içinde sonra vücudun gevşemesini teşvik eden ve sonrasında da devam ettirilmesini sağlayan ve vücudun dinlenme döneminden sorumlu olan parasempatik sinir sistemini (PNS) harekete geçirir. Vücudunuzdaki parasempatik sinir sistemini tetikleyen molekülleri harekete geçirerek, strese tepki göstermesine ve metabolik düzenlemeye katılmasına yardımcı olur.

Ağlamak, ağrı kesici, mod yükseltici ve uyku arttırıcıdır.

2014 yılında yapılan bir çalışmada, duygusal ya da psikolojik tabir edilen gözyaşlarının insanların iyi hissetmek için ihtiyaç duydukları iki maddeyi serbest bıraktığı bulunmuştur: oksitosin ve endorfinler. Hem fiziksel hem de duygusal olarak hissedilen negatif duyguları hafifletir, çünkü salgılanan bu hormonlar zevk ve derin bir iyilik hissi yaratır.

Ağladıktan sonra bazen durup gülümseriz. Daha az önce ağlamaktan tüm mendillerimizi bitirmişken şimdi nasıl gülümsüyor olabiliriz? Çünkü salgılanan oksitosin ve endorfin hormonları ruh halinizi iyileştirir. Onun yatıştırıcı, mod yükseltici ve ağrı giderici etkisi, sonrasında daha kolay uykuya dalmanıza ve kaliteli uyumanıza yardımcı olur.

Gözyaşları sizi bakterilerden korur

Gözyaşının yapısında bulunan bir enzim olan lizozim sizi bakterilerden korumada önemli bir rol oynar. Bakteriyostatik bir bariyer görevi görür, çünkü bakterilerin sahip olduğu hücre duvarlarının yapısını değiştirir ve eritir. Bu nedenle, fiziksel düzeyde bakıldığında, gözlerinizi sağlıklı ve temiz tutmak için çok etkili ve doğal bir yoldur. Hatta yapılan bazı araştırmalar, şarbon gibi maddelerden korunmanıza ve bakterilerin antibiyotiklere karşı geliştirdiği direncin üstesinden gelmenize bile yardımcı olduğunu söylüyor.

Ağlamak stres atmanıza yardımcı olur

Düşündüğümüzde bu, ağlamanın en iyi yanlarından biri, değil mi? Stres yaşadıktan sonra bu duruma karşı ağladığınızda, gözyaşlarınız ilk esnada strese neden olan kimyasallarla aynı kimyasalları serbest bırakır. Aslında paradoksal, ama doğru.

Örneğin, ağladığınızda, manganez seviyeleriniz düşer. Manganez, anksiyete, sinir ve saldırganlık durumlarıyla yakından ilişkili bir mineraldir. Ağlamak ayrıca adrenalin ve noradrenalin gibi stresli ya da tehlikeli durumlarda normalden daha fazla salgıladığınız maddelerin vücuttaki konsantrasyonunu düşürür.

Empati kurarak ağlamak

Normalde, başka bir insanın ağladığını gördüğümüzde, onlarla empati kurarız ve onlara omzumuzda ağlayabileceğini söyleriz. Yardıma ihtiyaçları olduğunu ya da hayatlarında bir şeylerin korkunç gittini varsayarız. Ağlayan kişinin onu inciten ve üzen bir durum yaşadığı anlamını çıkarırız. Her halükarda, karşımızdakinin ağlaması ona yardım etme isteği duymamıza sebep olur ve bizi karşımızdakine duygusal olarak bağlar. Ağlamak çevremizdeki insanlardan rahatlık ve destek almanın bir yoludur. Nedeni ise bağlanma davranışıdır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, ağlamak, yardım ya da çevremizden ilgi istemek için bir yoldur.

Michael Trimble gibi bazı yazarlar, ağlamanın bir “bilimi” olduğunu iddia ediyorlar. Bu, bazı insanların ağlamaya neden diğerlerinden daha fazla yatkın olduğunu açıklayabilir. Ad Vingerhoets gibi başka uzmanlar ise, birinin ağlamaya yatkınlığının iki farklı karakter özelliğine bağlı olduğunu söylüyor: empati  ve nevrotiklik. Neyden kaynaklanıyor olursa olsun, kendinizi daha iyi tanımak, ağlamanın en büyük faydalarından biridir. Ağlamak genellikle bir zayıflık işareti gibi kabul ediliyor olsa da, gerçekte dugusal güce işaret eder. Gözyaşları, bizimle ilgili aslında çok şey anlatır. Zayıf yönlerimizi anlamamıza, başkalarına ne zaman ve ne kadar ihtiyacımız olduğuna ve bizi gerçekten etkileyen şeylere dair bize öngörü sağlarlar. Şimdi artık ağlamanın neden yararlı olduğunu biliyorsunuz. Gözyaşlarınızı tutmak, ağlamamaya çalışmak ihtiyacın olan duygusal boşalmayı ve rahatlamayı geciktiriyor. Bu nedenle kendinizi ifade etmemizi sağlayan bu durumdan korkmanıza ya da utanmanıza gerek yok. Bırakın gözyaşlarınız aksın gitsin

Hepimizin biraz daha entelektüel alçakgönüllülüğe ihtiyacı var. Bununla, bazı şeyleri algılamamızı sınırlayan ve her zaman farkında olmadığımız duygusal önyargıların, inançların ve esnek olmayan şemaların çoğunu devre dışı bırakabiliriz. Genellikle haklı olmak istersiniz. Bazen yaklaşımınızın net bir temeli vardır ve bu nedenle fikirlerinizi saygıyla savunmaya tamamen hakkınız vardır. Bununla birlikte, diğer durumlarda, gerçekçil akıl yürütme ile bilmeden bile kendinizi kaptırabilirsiniz. Bu, arzularınızın, korkularınızın ve ihtiyaçlarınızın argümanlarınıza hakim olduğu duygusal bir önyargıdır.

İnanmak istediğinize inanma eğiliminiz var. Bu son derece yaygın bir davranış türüdür. Örneğin, ciddi bir suç işlemesine rağmen hayranları tarafından hala savunulan bir ünlüyü ele alalım. Veya belirli bir spor takımının taraftarları, ihlal açık olmasına rağmen hakem tarafından belirtilen bir hatayı inkar etmekte ısrar edebilirler. Bu gibi durumlar yaşanma eğilimindedir, çünkü bir insan olarak duygularınızın yanı sıra inançlarınız, tutkularınız ve tutumlarınız tarafından da etkilenirsiniz. Sonuç olarak, yaptığınız, ifade ettiğiniz veya düşündüğünüz her şey, nesnelliğinizi bozan türden önyargı ve peşin hükümlerden arınmış değildir. Ancak, tüm bu psikolojik karmaşıklık olmasaydı her birimiz nasıl olurduk?

Twitter ve diğer sosyal medya dünyasını dolduran influencerlar ve (bilgili veya bilgisiz) insanlar tarafından beslenen bir toplumda yaşıyoruz. Bu nedenle hiçbir dayanağı ve mantığı olmayan bilgilerin geçerli kabul edilmesi son derece kolaydır. Bilimin aksini kanıtlamaya çalışması önemli değil. Kuralları koyan, beğeniler ve retweet edilmektir. Ayrıca, bilgi üzerinde düşünmekten çok uzak olan dürtüsel davranış, kaynağın güvenilirliği ile değil, duygu tarafından sürüklenmesine izin verir. İlginçtir ki, Max Planck bizi 20. yüzyılın ortalarında bu konuda uyarmıştı.

Bu ünlü Alman fizikçi ve matematikçi, bilimsel gerçeğin her zaman galip gelmediğine dikkat çekti. İnsanları bir şeyin kanıtına ışık tutarak ikna etmeye çalışmanın çoğu zaman faydasız olduğunu. Çünkü insan zihninde her zaman güvensizlik, korku ve hatta gurur gibi katı inançlar ve duygular inşa eden engeller vardır. Bunlar, en bariz mantığa karşı bile bir barikat görevi görür. Gerçekçil akıl yürütme bize her zaman gördüklerimizi, bize söylenenleri ve başımıza gelenleri filtrelediğimizi söyler. Yine de, gerçekleri nadiren kendimiz inceleriz

Benim bakış açımla çelişme

Çok az duygusal önyargı, psikolojik mimarinizde motive olmuş akıl yürütme kadar derinlerde bulunur. Örneğin, sevmediğiniz birinin doğru veya takdir edilmeye değer bir şey söylediğini veya yaptığını fark ettiğinizde, bunu şüpheyle karşılarsınız. Dahası, kendinize  “Karşılığında bir şey istiyorlar” dersiniz.

Veya kendi ideolojinize karşı olan bir siyasi parti, herkes için faydalı olan bir yasayı teşvik etmeye karar verirse, bazı nüansları görecek ve şüphe duyacaksınız.  Onları hayatım boyunca eleştirdim. Nasıl olur da iyi bir şey yapabilirler?” Aslında, kendi fikirlerinizin herhangi bir çelişkisine nadiren müsamaha gösteriyorsunuz.

Kural olarak, her şey siyah ve beyazdır ve onlara verdiğiniz anlama göre ayarlanmalıdır. Bu yaklaşımı benimsemek size zaman kazandırır. Ancak bu psikolojik bir tembelliktir ve başka bir bakış açısına sahip olmak için zihninizi açmanıza engel olur.

Kaliforniya Üniversitesi’nde Dr. David López tarafından yürütülen araştırma da aynı şeyi gösteriyor. Aldığınız bilgiler inançlarınızla tutarlı olduğunda, zevk ve belirli bir memnuniyet yaşarsınız. Öte yandan, bir şey sizinle çeliştiğinde, engeller oluşturan türden bir şüphecilik duyarsınız.

Gerçekçil akıl yürütmenin arkasında ne var?

Tüm tutumlarınız, seçimleriniz ve görüşleriniz tamamen nesneldir. Ayrıca, kendi argümanlarınızı insanların önünde, onların mutlak gerçekler olduğuna inanarak savunmanız da yaygındır. Bu tamamen normaldir. Ne de olsa beyniniz, çevreniz tarafından bilinçsizce aşılanmış olduğunuz her deneyim, yorum, bilişsel önyargı yoluyla inşa edilmiştir. Gerçekçil akıl yürütmenin daha fazla farkına varmak için, arkasında ne olduğunu bilmeniz gerekir. Ancak o zaman devre dışı bırakabilirsiniz.

  • Belirli boyutlarla sahip olduğunuz duygusal bağ. Neredeyse her zaman, savunduğunuz her şey, tanımlamanız gereken temel bir duygusal alt tabakaya sahiptir.
  • İnançlarınız sizi tanımlar ve kimliğinizi oluşturur. Örneğin, cinsiyetçi ve ataerkil davranışların oldukça yoğun olduğu bir ortamda eğitim almış olsaydınız (ve bunları içselleştirmiş, geçerli kabul etmiş olsaydınız), cinsiyet eşitliğine inanmanız son derece zor olurdu. Ayrıca bir kadını güçlü bir konumda görmek size ters düşer ve sizi rahatsız eder.
  • Kendi sosyal gruplarınız sizi şekillendirir. Gerçekten de bu ‘mikro dünyalar’ sizi belirliyor. Neredeyse farkına varmadan, fikir ve düşünce kalıplarını üstlenirsiniz, üzerinde düşünmeden onları doğal kabul edersiniz.
  • Bilişsel uyumsuzluktan kaçının. Zihniniz, inançlarınızla çelişen bilgileri sevmez. Bu nedenle, başka bakış açılarını anlamak ve hatta kendi bakış açınızı güncellemek için bu verileri analiz etmek ve yansıtmak yerine, ona karşı çıkıyorsunuz. Kendi gerçeklerinize meydan okuyan şey, içinizde bilişsel uyumsuzluk yaratır. Bu, kendi vizyonunuza bağlı kalmaya devam ettiğiniz anlamına gelir. Aslında, konumunuzu korumak için imkansızı savunduğunuz gerçekçil akıl yürütmeyi uygularsınız.

Sonuç olarak, bu tür bir önyargı, açık ve esnek bir zihniyetten yararlanmanın önemini göstermektedir. Kendinizi görelileştirmenize ve entelektüel alçakgönüllülüğü uygulamanıza izin verirseniz, yalnızca bir arada yaşama durumunuzu iyileştirmekle kalmayacak, aynı zamanda kendinizi geliştirecek ve daha nazik ve şefkatli olacaksınız.

“Ben kimsem oyum ve sen kimsen osun. Hadi benim ben olabildiğim ve senin sen olabildiğin bir dünya yaratalım ve ne sen ne de ben başkalarını bizim gibi olmaları için zorlamayalım.” Ast komutan Marcos

Hepimizin önyargıları var. Önyargılar, insan gruplarına ya da belirli bir grubun üyelerine karşı sahip olunan olumlu veya olumsuz tutumlardır. Tanımadığımız insanları değerlendirmek ve etiketlemek için önyargıları kullanırız. Örneğin, bir çingeneyle tanışıyorsunuz. Ve tüm çingenelerin gitar çalmakta iyi olduğuna inanıyorsunuz. Sonuç olarak, bu kişiyle olan etkileşiminiz, çingenelerin iyi müzisyenler olduğuna dair inancınızdan etkilenecektir. Önyargılar, farklı gruplar arasındaki statü hiyerarşilerinin korumasına yardımcı olur. Neyse ki, önyargılarımızı kontrol altına almak ve onları azaltmak için başvurabileceğimiz farklı yollar vardır. Uzmanlar önyargıların üç bileşeni olduğuna inanıyorlar. Bunların arasında klişeler bilişsel bileşendir. Bir grubuna dair zihninizde olan imajı temsil ediyorlar. Başka bir bileşen duygusal olandır. Bunlar, bir grup insanla alakalı sahip olduğunuz duygulardır. Son bileşen ise davranışsal olandır ve ayrımcılıkla temsil edilir. Bu, önyargılı olduğunuz gruba karşı sergilediğiniz olumsuz davranıştır.

Önyargılarınızı yeniden sınıflandırarak kontrol altına almak

İnsanlar olarak, kategorize etme eğilimindeyiz. İnsanları ayırıp belirli kutulara koyarız. Sınıflandırma, kendi sınıflarımıza dahil ettiğimiz insanları kayırdığımız anlamına gelir. Diğer kategorilerden olanlara karşı ise önyargı duyarız. Dolayısıyla, önyargınızı kontrol altına almak istiyorsanız, bu sınıfların sınırlarını daha esnek hale getirmelisiniz. Bunu yapmanın üç yolu var:

  • Sınıflandırmayı kaldırmak: bu, diğer sınıfların üyelerini sadece bir grubun bir parçası olarak değil bireyler olarak görmekten oluşur. Bunu yapmak, önyargılarınızı kontrol altına almanıza ya da azaltmanıza yardımcı olacaktır. Birini başka bir ülkenin “üyesi” olarak görmek yerine, onu bağımsız bir birey olarak görün. Bu, birine karşı daha olumlu bir tutum sergilemenin bir yoludur.
  • Çapraz sınıflandırma: bu teknik, birbirleriyle çakışan grupların sahip olduğu ortak noktaları vurgulamakla alakalıdır. İnsanları, paylaştıkları kategorilerden haberdar ettiğiniz zaman, birbirlerine karşı daha olumlu duygular beslerler. -Benimkinden farklı bir dine inanıyor olabilirsin ancak seninle cinsiyet ve millet ortaklığımız var.
  • Yeniden sınıflandırma: bu, farklı sınıfların üyelerini kapsayan yeni bir sınıf oluşturmaktan oluşur. Örneğin, -İspanyol ve Fransız değiliz, Avrupalıyız

“Hiçbir şeye saygı duymuyorsan, zeki olmak büyük bir başarı değildir.” Johann Wolfgang von Goethe

Çok az etik, sosyal ve hatta ahlaki değer, başkalarına saygı duymayı öğrenmek kadar önemlidir. Ancak, saygının kazanılması gerektiğini savunanların az olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Sanki saygı dokunulmaz bir hakmış gibi savunuyorlar ve hepimiz dünyaya ona sahip olarak geliyoruz. Nitekim saygı, mutlu bir yaşam için en güçlü bileşendir. Çünkü kendilerine ve başkalarına saygı duymayı öğrenenler daha dolu, daha empatik ve anlamlı bir birlikte yaşamayı şekillendirebilirler. Ancak, ünlü Fransız romancı, filozof ve gazeteci Albert Camus’un dediği gibi, korkuya dayalı saygının aşırı derecede bol olduğu bir toplum türü yarattık.

Gücü olana saygı duyarız çünkü o bizden üstündür ve onlara karşı gelmenin sonuçlarından korkarız. Bu gerçek, diğerlerine ek olarak , fiil saygısını yeterince bağlayamadığımız anlamına gelir. İlişkilerimizi etkileyen, mesafeler oluşturan ve özgün bir saygı kültürü oluşturmayı zorlaştıran hatalar, duygusal yazım hataları yaparız. Ancak saygıyı kolaylaştırmak ve bu önemli sosyal ve psikolojik boyutu sıfırdan inşa etmeyi öğrenmek, kendimizi eğitmemizi gerektirir. Her şeyden önce kendimizi dinlemeyi öğrenmek için eğitmeliyiz.

Başkalarına saygı duymak, dinlemeyi öğrenmek demektir. Genellikle saygı duyulması gereken iki unsur olduğu söylenir. Birincisi, diğerine değer verdiğiniz ve görünürlük sağladığınız an, ikincisi ise karşılık verdikleri andır. Ancak, daha az önemli olmayan üçüncü bir öğe eklemeliyiz. Bu kendine saygıdır. Başkalarına değer vermek için kendinize değer vermenin gerekli olduğunu anlamayı içerir. Pozitif psikoloji araştırmalarının öncülerinden Martin Seligman bu konuda ilginç bir uyarı veriyor. Benlik saygısı, refahınızın anahtarıdır ve ayrıca sosyal ilişkilerinizi kolaylaştırır. Kendiniz hakkında iyi hissettiğinizde ve kendinize saygı duyduğunuzda, başkalarıyla daha başarılı bir şekilde etkileşime girersiniz. Bununla birlikte, çok yüksek benlik saygısı, narsisizme ve başkalarının haklarını aşma eğiliminin ortaya çıktığı bir benliğin yüceltilmesine yol açar.

Psikolog ve Zürih Üniversitesi’nde profesör olan Guy Bodenmann, bu fikre başka bir unsur ekliyor. 2018’de yapılan ilginç bir çalışmada, kendisi ve meslektaşları, başkalarına saygı duymanın temel taşının nasıl dinleyeceğini bilmek olduğuna dikkat çekti. Ayrıca, aktif dinleme becerisi genellikle sağlıklı benlik saygısına ve ayarlanmış empati düzeyine sahip bir kişi tarafından gerçekleştirilir.

Anlamak için dinleyin çünkü anlamak saygı duymak demektir

Anlamak için dinlemek ve cevap vermemek, iletişim için mükemmel bir formüldür. Ne yazık ki, gerçekte, arzu edilenden çok daha az sıklıkta olur. Bununla birlikte, başkalarına nasıl saygı duyulacağını bilme yetkinliği her zaman tedavi ve iletişim ile başlar. Aslında, herhangi bir sağlıklı ilişkinin temelidir.

Aşağıdakilerden herhangi biri olursa, diğer kişinin size saygı duymadığı anlamına gelir.

  • Sizi dinlemiyorlar.
  • Size ilgi göstermiyorlar.
  • Esnek olmayan bir tutum sergiliyorlar. Örneğin, akıl yürütmenize dikkat etmezler ve konuşmadan önce bir engel oluştururlar.
  • Sizi dinlerler ama buna göre hareket etmezler ve ne söylediğinizi ve neye ihtiyacınız olduğunu dikkate almazlar.

Saygı, diğerinin bireyselliğini kabul etmek anlamına gelir.

Çocuğunuza saygı duymayı öğrettiğinizde, genellikle kendinizi ona yapmaması gereken şeyleri söylemekle sınırlarsınız. Örneğin, vurmamalı, başkalarından bir şey almamalı, bağırmamalı, itmemeli vb. Bu, çocuğunuzun zihninde “ Bunu yapma” ve “ Yapma ” gibi yasakların fazla olduğu anlamına gelebilir. En uygun şey, ne yapılması gerektiğini, saygının nelerden oluştuğunu ve nasıl uygulandığını gerçekten erken belirlemek olacaktır.

  • Saygı, diğerine görünürlük vermek ve herkesin farklı, benzersiz ve istisnai olduğunu anlamak anlamına gelir. Gerçekten de, farklılıkları kabul etmek, refahın anahtarıdır.
  • Saygı, nasıl iletişim kuracağını bilmektir. Bunu yapmak için, bir çocuğun mümkün olan en kısa sürede dinlemeyi, gözlemlemeyi ve karşısındaki kişiyle sabırla ve empatik bir şekilde bağlantı kurmayı öğrenmesi gerekir.

Her şey oldukça basit ve açık görünüyor. Bununla birlikte, yetişkin dünyamızda, her ne pahasına olursa olsun haklı olmaya çalışan ve anlamadan konuşan birçok kişi var. Bu insanlar saygı duymak için önce kendilerine saygı duyulmasını isterler. Ya da sadece kendilerine saygı duyarlar ve kendilerini diğerlerinden üstün görürler, haklarını, özsaygılarını ve itibarlarını ihlal ederler. Söylemeye gerek yok, bu tür davranışlardan ne pahasına olursa olsun kaçınılmalıdır. Ayrıca, her zaman saygı kültürünün esenlik ve mutluluğun temeli olduğunu unutmayın.

Yalnızlık toplum tarafından olumsuz olarak görülme eğilimindedir. Ancak son derece olumlu olabilir.

 Yalnız olmanın tuhaf olduğu inancını yıkmak oldukça zordur. Gerçekten de, insanlar doğası gereği sosyaldir, eşlik edilmeyi ve başkalarının bizi önemsediğini hissetmeyi severiz. Eski zamanlardan beri tehditlerle karşı karşıya olduğumuzda, bir sosyal gruba kabul edildiğimizde, işbirliği yaptığımızda her şeyin daha kolay olduğunu öğrendik, çünkü yalnızken hayatta kalamamamız için bir olasılık vardı.

“İnsanlar neden yalnız kalmaktan kaçınırlar? Çünkü kendileriyle baş başa kaldıklarında çok az kişi iyi bir arkadaştır.” Carlo Dossi

İnsan olduğunuz için yalnız kalmaktan korkuyorsunuz ve bu gerçek tehlikeler artık mevcut olmasa bile bu bilgi yükünü milyonlarca yıldır taşıyorsunuz. Ayrıca toplum, eğitim ve kültür, yalnızlıkla ilgili bazı mantıksız inançları güçlendirmeye katkıda bulunur. Toplum, biri 40 yaşındaysa ve yalnız yaşıyorsa, bir şeylerin yanlış olduğunu düşünmeye meyillidir. Bununla birlikte, temel sorunun, onu çevreleyen inanç olma eğiliminde olduğu anlaşılmalıdır. Başka bir deyişle, sorun yalnızlığın kendisi değil, onun hakkında ne söylendiği, nasıl yorumlandığı ve ona verilen anlamdır.

Bugün kalabalık yerlerde yaşıyoruz ve sosyal medya sayesinde inanılmaz derecede birbirimize bağlıyız. Yine de bu sizin için yeterli olmayabilir ve bekar olduğunuz veya tamamen yalnız yaşadığınız için kendinizi yalnız hissediyor olabilirsiniz. Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi, sorun bu değil. Bu sizin onu görme biçiminiz ve bu konuda kendinizle kurduğunuz diyalog, sorun işte budur. Sizi endişeli, depresif ve içinizde boş hissettiren şey budur.

Mantıklı düşünürsek, ilk etapta yalnızlığın gerçek bile olmadığını anlayacağız.

Bugün kalabalık yerlerde yaşıyoruz ve sosyal medya sayesinde inanılmaz derecede birbirimize bağlıyız. Yine de bu sizin için yeterli olmayabilir ve bekar olduğunuz veya tamamen yalnız yaşadığınız için kendinizi yalnız hissediyor olabilirsiniz. Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi, sorun bu değil. Bu sizin onu görme biçiminiz ve bu konuda kendinizle kurduğunuz diyalog, sorun işte budur. Sizi endişeli, depresif ve içinizde boş hissettiren şey budur.

Hayattaki en büyük işkencemiz yalnız olamamızdan geliyor. Dolayısıyla tüm eylem ve çabalarımız bu yalnızlıktan kurtulmaya yöneliktir. Açıkçası, kendinize günde yüz veya daha fazla kez, yalnız olmanın korkunç bir şey olduğunu, kimsenin sizi sevmediğini ve sonunda yalnız öleceğinizi söylerseniz, gerçeklikle uyuşmayan bu fikir ve düşünceler yüzünden duygularınız aşırı derecede yoğun olacak ve korkunç hissedeceksiniz.

Yalnızlıktan bu kadar korkan insanlar, dünyada kendi başlarının çaresine bakamayacaklarını da hissederler. Mutlu yaşayabilmeleri için yanlarında birine ihtiyaçları var. Bu fikir de yanlıştır, çünkü gerçeklik kimsenin kimseye ihtiyacı olmadığını gösterir. Aslında bu tür insanları sıkıntıya sokan şey güvenlik ve özgüven eksikliğidir. Ayrıca, genellikle yalnız kalmaktan korktukları için kendilerine hiçbir faydası olmayan bir partnerle uzun yıllar birlikte kalırlar. Gerçekten de kendilerini bulmak için bir adım atmaktansa kötü bir zaman geçirmeyi tercih ederler. Ancak bu ciddi bir hatadır. Çünkü psikolojik olarak büyümek ve olgunlaşmak için yalnız kalmayı öğrenmek son derece gereklidir.

Nasıl yalnız olunacağını bilmenin, başkalarını tanımak ve onlarla ilişki kurmak için çok önemli olduğunu unutmayın. Ayrıca, kendinizle baş başa olmaktan nasıl mutlu olacağınızı bilmek, kendi refahınızı destekler.

Kendinizle zaman geçirin

Kendinizi yalnız zaman geçirmeye zorlayın. Değişmek için sadece zihinsel veya bilişsel düzeyde değil, aynı zamanda davranışsal düzeyde de hareket etmelisiniz.

Tüm hafta sonlarını kendinizle baş başa programlayın. İsterseniz bir kitabın veya filmin tadını çıkarın, ancak sosyal medyadan kaçının. Sinemaya, sahile, dağlara tek başınıza gidin. Herhangi bir eşlikçi olmadan bir seyahate çıkın. Bunu yeterince uzun süre yaptığınızda, hayatta kaldığınızı, korkularınızın gerçek olmadığını ve kendi gerçek benliğinizle tanıştığınızı ve artık kendinizi daha iyi tanıdığınızı anlayacaksınız.

Başkalarıyla bağ kurun

Kendinizi insanlarla çevrelemek için zamanınızı yönetin. Sürekli bir yaşam biçimine dönüştürürseniz yalnızlık iyi değildir. Dünyaya açılın ve insanlarla önyargısız bir şekilde tanışın.

Çoğu zaman, neredeyse öyle olmak istediğiniz için kendinizi yalnız buluyorsunuz. Hayatınıza giren herkese sınırlar koyarsınız. Kimsenin mükemmel olmadığını ve hiç kimsenin sizi yüzde yüz tatmin etmeyeceğini anlamıyorsunuz.

Sizinle tanışmak isteyen ve  tanışmak istediğiniz milyonlarca insan olduğunu anlayın, ancak onlara açılmanız gerekiyor

Nasıl yalnız olunacağını bilmenin, başkalarını tanımak ve onlarla ilişki kurmak için çok önemli olduğunu unutmayın. Ayrıca, kendinizle baş başa olmaktan nasıl mutlu olacağınızı bilmek, kendi refahınızı destekler.

İnsanlar sosyal canlılar olmalarına rağmen, yalnızlıktan ve tek başlarına zaman geçirmekten hoşlanan insanlar da son derece yaygındır.

Yalnız olduklarında rahat hissetmek, insanlara karşı düşmanlık beslemek veya bencillik ile eş anlamlı değildir. Aslında, yalnız kalmaktan zevk alanların aynı zamanda iyi arkadaşlıklara çok değer vermesi, kibar ve saygılı insanlar olması oldukça yaygındır. Bazı insanlar kendi başlarına aktivite yaparken kendilerini kısıtlanmış hissedebilir. Bunun nedeni, yargılanacaklarını ya da savunmasız ya da üzgün görüneceklerini düşünmeleridir. Ancak, yalnız olmaktan gerçekten hoşlanan insanlar bu klişelerden korkmazlar ve kendileriyle, ilgi alanlarıyla ve tutkularıyla vakit geçirmeyi severler.
İşte bu tip insanların bazı özellikleri:

Kötü bir birliktelik içinde olmaktansa tek başına olmak daha iyi…
Başlangıç olarak, bu insanlar için onlar kendi en iyi arkadaşlarıdır. Ayrıca, ilişkileri konusunda oldukça seçici olma eğilimindedirler ve sosyal etkileşimlerde daha çekingendirler. Bu aynı zamanda onları sadık arkadaşlar ve yoldaşlar yapar. Bunun nedeni, yalnız olmaktan çok güvenlerini kazanmış kişilerle birlikte olmaktan keyif almalarıdır.

Ancak, özellikle yeni insanlarla tanışırken, bazen kendileri gibi olmayı zor bulabilirler. Yine de, kendilerini rahat hissetmeye başladıklarında, iyi sohbetçiler olabilirler. Bunun nedeni genellikle yalnız olmaktan hoşlanan insanların zamanlarının büyük bir bölümünü farklı ilgi alanları ve hobiler geliştirmeye harcamalarıdır. Ek olarak, çoğu durumda, yalnız olmaktan hoşlanan insanlar, bekar olmaktan korkmazlar. Tabii ki, bir ilişki içinde olmaktan keyif alabilirler, ancak onlar için kendi alanlarına sahip olmak önemlidir.

Aynı şekilde, genellikle başkalarını memnun etmek için bir şeyler yapmadıkları için ilişkilerinde saygı, bağımsızlık ve samimiyet son derece önemlidir.

Yalnız olmanın yalnız hissetmekten farklı olduğunu anlarlar. Genel olarak, bu insanlar çoğunlukla yalnızlık duygusu yaşamazlar. Gerçekten de, yalnız olmakla yalnız hissetmek arasındaki farkı anlıyorlar. Başka bir deyişle, çok sayıda arkadaşa sahip olmanın veya çok sayıda insanla çevrili olmanın, gerçekten ihtiyaç duyduklarında onları dinleyecek ve destekleyecek birine sahip olacaklarını garanti etmediğini bilirler. Öte yandan, kendileriyle vakit geçirmekten hoşlanan insanlar reddedilmeye karşı aşırı duyarlı değildir ve duyguları kolay kolay incinmez. Diğer insanlarla birlikte yaşamanın gerektirdiği karmaşıklığı anlarlar. Bu nedenle, başkalarının kötü zamanlar geçirdiğini veya her zaman herkes tarafından sevilmek zorunda olmadıklarını kabul ederler.

Son olarak, yalnız olmaktan hoşlananlar genellikle kendilerini gerçekten iyi tanırlar. Bu özellik onları son derece yansıtıcı yapar ve eylemlerinin ve onlardan doğabilecek sonuçların net bir farkındalığına sahiptirler. Ayrıca, daha az bağımlılığa sahip oldukları için daha iddialı olma eğilimindedirler.

Buna ek olarak, üretken ve talepkar olma eğilimindedirler. Zorluklarla yüzleşmek için özgüvenlerini olumlu bir şekilde yönetebilir ve yeni öğrenme veya projeler üstlenme gerçeğinde büyük bir motivasyon kaynağı bulabilirler. Bu aynı zamanda zorluklar karşısında etkili başa çıkma stratejilerine sahip olmalarını sağlar. Bunun nedeni, duygularını ve güvensizliklerini bilmeleri ve yeteneklerini tanıyıp objektif olarak değerlendirebilmeleridir

Ayrıca zamanlarını iyi yöneten düzenli insanlar olma eğilimindedirler. Yaptıkları her şeyde genellikle disiplinli, organize ve vicdanlıdırlar. Aynı şekilde, genellikle başkalarının zamanının bilincindedirler ve dakik olmaya ve planlarını çok fazla değiştirmemeye çalışırlar. Son olarak, yalnız kalmaktan hoşlanan insanlar genellikle daha empatiktir, büyük bir dikkatle dinleme kapasitesine sahiptir, değer yargılarında bulunmaktan kaçınır ve diğer insanların duygularıyla kolayca bağlantı kurabilirler. Bu özellikleri onları açık fikirli, farklı bakış açılarına saygılı, kendi istek ve zevklerini uzlaştırabilen ve tanıyabilen insanlar yapar.

İsteksiz yaşamak üzüntü, ilgisizlik ve arzu eksikliği olarak kendini gösterir. Ancak, birçok insan bu duruma müdahale etmeden, bu konuda iletişim kurmadan ve yardım istemeden hayatlarına devam eder. Ama neden ne hissettiklerini gizliyorlar? Peki bu durumda olan sizseniz ne yapabilirsiniz?

İsteksiz yaşamak tamamen apatinin bir yansımasıdır. Şu an ne olduğu veya gelecekte ne olacağı ile ilgili olmak konusunda motivasyon eksikliğidir. Bu durumda her gün yataktan kalkmak genellikle bir çile haline gelir. Bu durum, apati yaşayan bir insanın aklını yöneten ağırlık nedeniyle tırmanması çok zor ve dik bir yokuştur. Depresyondaki insanların her sabah kalkmasının onlar için çok zor olduğunu unutmayın. Bunun nedeni, belirli görevleri yerine getirme gücünden yoksun oldukları halde bu görevlerle zaman geçirmeleri gerekmesidir. Bir bakıma, taşıdıkları ekstra ağırlık nedeniyle ekstra çaba sarf etmeleri gerekir. Hepsi de kahvaltı etmek, giyinmek ve duş almak gibi basit hedeflere ulaşmak için. İsteksizlik o kadar iç karartıcıdır ki, herhangi bir konuda inisiyatif almak çok zorlaşır.

Sessizlik içinde isteksizce yaşamak
Apatinin fark edilmediği zamanlar vardır. Çünkü apatiden etkilenen kişi motivasyon eksikliğini fazlasıyla telafi eder. İsteksizliklerini çabaları ile örterler. Dolayısıyla, isteksizlik sarmalında yaşayan bir kişiye yakın olan insanlar, onların içinde bulundukları duygusal acıyı fark etmeyebilirler. Bu nedenle, bir dakika durup düşünün, insanlar iyi göründüklerinde apati yaşadıklarını nasıl anlayabilirsiniz? Bu çok önemli bir noktadır çünkü başkalarının duygusal durumuna herhangi bir ilgi göstermeyeceğiniz zamanlar vardır. Özellikle de bu insanlar sıkıntı içinde görünmediklerinde. Ve özellikle işte, evde ve sosyal çevrelerindeki görevlerini yerine getirmeye devam ettiklerinde. Hatta gülümseyip şakalaşabilirler bile! Mesele şu ki isteksizce yaşıyorlar ama bu durumu kendilerine saklıyorlar.

Birisi size nasıl hissettiğini açıkladığında, onlara samimi olarak tavsiyeler verebilirsiniz. “Tamam”, “Bu da geçecek”, “Herkesin sorunları var”, “Neşelen” veya “Çok fazla önem verme” gibi sözler söyleyerek onları teselli etmeye çalışabilirsiniz. Evet, yardım etmek için bunu yapabilirsiniz. Ancak bu tür bir tavsiye, istekleri olmadan yaşayan bir kişi için anlamsızdır. Aslında hiç de rahatlatıcı değildir aslında tam tersi etki yaratır. Depresyonda olan bir kişi, anlaşılmadığına inanırsa sizinle iletişim kanallarını kapatabilir. Aslında, kendilerini daha da geri çekeceklerdir.

Birisi size isteksizce yaşadığını söylese ne yaparsınız? Bu kişi sizin desteğinize ve aktif dinlemeye ihtiyaç duyabilir. Onları anlamaya çalıştığınızı ve size güvenebileceklerini hissetmeleri gerekiyor. Onlar arzuları olmadan yaşamak için ne anlama geldiğini ifade etme, devam etmelerinin ne kadar zor olduğunu açıklama konusunda rahat olacaklar.

Araştırmaya göre, bir ilgisizlik içinde, arzu olmadan yaşamanızın nedeni fizyolojik bir bileşen olabilir. Bilim adamları bu durumları belirli beyin devreleriyle ilişkilendirir. Belirli zamanlarda işlevlerinde belirli anormallikler gösteren durumlar olabilir. Bu nedenle, birinin apatisinin arkasında başka dış etkenler olabileceğini düşünüyorlar. Örneğin, ilgisizliğin altında altta yatan bir psikolojik durum, depresyon veya distimi olabilir. Bu nedenle, bu durumun üstesinden gelmek için ilk adımlardan biri tıbbi problemleri veya psikolojik problemleri elemektir. Bu durumda, İster kişinin en yakın çevresin veya bir profesyonel aracılığıyla olsun, destek istemek hayati önem taşır. Çünkü zaman zaman acı dayanılmazdır ve bir kişi bu durumla kendi başına baş edemez. Gördüğünüz gibi, dışarıdan gelecek yardıma ihtiyaçları var.

İnsanlar apati ya da ilgisizliğin bir lanet gibi olduğunu söylüyor. Bir kez yakaladı mı, peşinizi bırakmadığını söylüyorlar. Sanki bir güç, “Hayatını mahvedeceğim, içindeki ateşi ve hislerini tamamen söndüreceğim,” diyor gibidir. Cesaretsizliğin bol olduğu, umudunun ortadan kalktığı ve hatta vücudunuzun incindiği bir durumdur. Enerji ve arzunuz yok olmuştur, adeta mutlak bir fiziksel ve zihinsel donukluğun mahkumu olmuşsunuzdur. Çoğumuz bunu en az bir kez yaşamıştır. Peki ama ilgisizlik gerçekten bir ruh hâli mi? Yoksa bu bir duygu mu? Belki de hayata karşı bir tutum olamaz mı? Apati ya da ilgisizlik aslında çok yönlüdür. Bunu biliyoruz çünkü ilk elden deneyime sahibiz. Etkisi, varlığımızın hemen her parçasına ulaşır. Motivasyon eksikliğidir,yorgunluktur, hayal kırıklığıdır, üzüntüdür…
“Bazen zamanın geçiyor ama ben hiçbir şey yapmıyorum, hiçbir şey olmuyor ve hiç bir şey beni heyecanlandırmıyor gibi hissetmeme neden olan o korkunç duyguya kapılıyorum.” Mario Benedetti

Zihinsel, duygusal ve fiziksel süreçlerden oluşan bu kaleydoskop, genellikle bir kişinin yaşayabileceği en tatsız durumlardan biri olarak tanımlanır. Yaşamdaki “dur” düğmesine basmak ve inisiyatif eksikliğiyle umutsuzluğun hüküm sürdüğü garip bir boyutta askıya alınmak gibi bir şey. Kimse gerekenden daha uzun süre bu alanda olmamalı.

İlgisizlik nedir?

Apati kelimenin tam anlamıyla “duygu eksikliği” anlamına gelir. “Bu biraz abartılmış gibi gelse de, apatinin size en son hâkim olduğu ve aklınızda şu gibi düşüncelerin dolandığı zamanı hatırlayın:“ Hiçbir şey ilgimi çekmiyor. Her şey anlamsız. Bundan sonra ne olacağı umrumda değil. Hiçbir şey önemli değil…”

Bu dayanılmaz uyuşukluk bir kişinin bilişini büyük ölçüde etkiler. Odağını bozar. Bilgilere odaklanamaz veya aklınızda tutamazsınız. Ancak ilgisizliğin gölgesi duygularınızı daha da etkilemektedir. Öyle ki, depresyon belirtileri yaşayıp yaşamadığınızı merak edebilirsiniz.

Burada iki şey açıklığa kavuşturulmalı. Depresyonun bazen apati ile beraber ortaya çıktığı doğru olsa da, bu her zaman böyle olmayabilir. Apati ya da ilgisizlik her zaman depresyonun bir parçası değildir. Bazı kişilere apati içermeyen depresif bozukluk tanısı konmuştur ve bunun tersi de doğrudur.

Yani, apati tek başına, depresyonun doğrudan bir göstergesi değildir. Bu nedenle, bu rahatsız edici refakatçinin mevcudiyetini algıladığınızda, onu en kısa zamanda terk etmeye zorlamak zorundasınız. Öncelikle, nereden geldiğini ve neden olduğunu bilmelisiniz.

Apatinin tek bir kaynağı yoktur. Birden çok faktöre bağlı olabilir ve kesinlikle hepsini dikkate almanız gerekir. Bu nedenlerden bir kısmı aşağıdaki gibidir:

  • Anemi.
  • Bazı enfeksiyonlar.
  • Zayıf bağışıklık sistemi.
  • Beslenme eksiklikleri.
  • Uyku eksikliği.
  • Egzersiz eksikliği.
  • Tiroid problemleri.
  • Demans başlangıcı ihtimali. Esasen, apatinin Alzheimer hastalığı tanısında en yaygın nöropsikiyatrik belirtilerden biri olduğunu aklınızda bulundurmalısınız.
  • Benzer şekilde, travmatik kazalara bağlı beyin yaralanmaları da ilgisizlik sebebi olabilir.
  • Limbik sistemin yanlış işleyişi veya frontal korteks ve bazal gangliyon arasındaki bağlantı.
  • Madde bağımlılığı.

Psikolojik faktörler

  • Bipolar bozukluk.
  • Majör depresyon.
  • Distimi.
  • Yüksek kaygı seviyeleri.
  • Çevresel faktörler

Bazen kendinizi herhangi bir pozitif uyaran bulamadığınız belirli ortamlarda bulursunuz. Negatif, stresli veya ilgisiz uyaranlardan başka hiçbir şey bulamazsınız. Bu gibi ortamlarda yaşamak sizi doğal olarak depresif düşüncelere ve apatinin musallat olduğu bir ruhsal duruma doğru götürebilir.

Hiçbir şeyin çekici görünmediği ve rutine ya da strese kapılıp sıkıştığınızı hissettiğiniz durumlarda yaşamak ya da çalışmak sık sık hayal kırıklığına ve ilgisizliğe yol açar.

İlgisizlikle nasıl baş edilir?

Tüm organik problemler ortadan kaldırıldıktan sonra, apatiyi bedeninizden ve aklınızdan silmek için belirli egzersizler, stratejiler ve yaklaşımlar uygulamaya koymanızın zamanı gelmiştir. Yani, ihmal edemeyeceğiniz bir gerçek var. İlk olarak düşünce tarzınızı değiştirmezseniz, hiçbir tavsiye size yardımcı olmayacaktır. Bu uyuşukluk ve motivasyon kaybını tetikleyen şeyden bağımsız olarak, içinizde hapsolmuş olan şeyin bakış açınız olduğunu anlamalısınız. Bu nedenle, ilk önce aklınızda olanı “düzeltmeyi” denemenin daha yararlı olduğunu söylüyoruz. Dış dünyanın, genel bir kural olarak, kontrolünüz dışında olduğunu unutmayın.

  • Bilişsel yeniden yapılanmaya odaklı psikolojik terapi
  • Rutininizden kurtulmak, yeni aktiviteleri denemek, ortam değişikliği, yeni insanlarla tanışmak, yeni ilgi alanları bulmak.
  • Fiziksel egzersiz ve dengeli beslenme.
  • Doğayla temas halinde olmak.
  • Yoga veya farkındalık gibi disiplinlerin uygulanması.

Sonuç olarak, ilgisizliğinizi zihninizden ve yüreğinizden kovmanın iyi bir yolu, kendinizi daha yaratıcı bir şekilde yaşamaktır. Kendinizi daha iyi tanımak ve yeni hedefler belirlemek, dünyanın size yeni bir bakış açısı sunmasına yardımcı olabilir. Umutlu olun, apati ve uyuşukluk havasını yok edin.

Hayatınızda sizi mutlu eden hiçbir şey yoksa, belki de sizi yeniden parlatacak şeyi kendi içinizde aramanın zamanı gelmiştir…

Hayatınızda sizi mutlu eden hiçbir şey yoksa, belki de sizi yeniden parlatacak şeyi kendi içinizde aramanın zamanı gelmiştir. Bazen yolunuzu kaybedersiniz ve sizi mutlu edecek, devam etmenize yardımcı olacak bir şey bulmanız zorlaşır. Belki eşiniz sizi mutsuz ediyor, işinizi sevmiyorsunuz ya da hayatınızı görme ya da yaşama şeklinizi değiştirmek istiyorsunuz. Ancak, kendinizi sıkışmış hissediyorsunuz, ilerleyemiyorsunuz. Günlük hayatın kaosu, yaptığınız şeyin gerçekten yapmak istediğiniz şey olup olmadığını düşünmekten sizi alıkoyuyor. Ayrıca hiçbir şeyin sizi neden mutlu etmediğini düşünmenizi de engeller. Ayrıca, tüm günlük aktiviteleriniz sizi çok önemli olan başka bir şeyden uzaklaştırır: kendinizden.

“Hayat yalnızlık, sefalet ve ıstırapla dolu – ve her şey çok erken bitti.” Wody Allen

Devam etmenize yardımcı olacak beş ipucu
İyileşmek, kim olduğunuzu bilmek ve gideceğiniz yerin sizi mutlu edeceğinden emin olmak için zaman zaman biraz sağlıklı bencillik gerekir. Ayrıca, buranın başkalarının sizin için seçtiği değil, sizin seçtiğiniz yer olduğunu netleştirmek için. Sıkışmış hissettiğinizde ilerlemek için yapabileceğiniz birçok şey var. En önemlisi duygularınız, hisleriniz ve arzularınız üzerinde derinlemesine düşünmektir.

  1. Ne istediğinizi düşünün
    Ne istiyorsunuz? Sizi ne heyecanlandırıyor? Başkalarının sizin için düşündüklerinden etkilenmenize izin vermeyin. Ne istediğinizi ve sizi neyin mutlu ettiğini düşünmelisiniz. Hepimizin gerçekleştirmekten korktuğumuz hayalleri ve arzuları var ama hayat kısa ve gerçekten özlemini çektiğiniz şeye doğru yürümenin zamanı geldi.

2. Mutlu olmak için hareket edin

Düşünmek yetmez. Ayrıca sizi hayalinize götürebilecek her şeyi yapmaya başlamalısınız. Örneğin, her zaman bir oyuncu olmak istediyseniz, bir tiyatro kursuna kaydolarak başlayın, tiyatro veya sinema ile ilgili etkinliklere gidin ve sizinle aynı ilgi alanlarına sahip insanlarla etkileşime geçin. Böylece sizi mutlu eden şeylerden keyif almaya başlayacaksınız.

“Bir dakika içinde tavrımı değiştirebilirim ve o dakika içinde bütün günü değiştirebilirim.”

Spencer Johnson

3. Hayatınızın hızını yavaşlatın

Her şeyi bir anda yapmaya çalışmaktan vazgeçin. Ara verin. Neyin acil olduğunu ve neyin bekleyebileceğini düşünün. İster ay ışığında yürümek, ister arkadaşlarınızla veya ailenizle bir yemeğin tadını çıkarmak, ister partnerinizle akşam yemeği yemek olsun, kendinize zaman ayırmak, en sevdiğiniz şeyin tadını çıkarmak için zaman bulun. Kendiniz için bir an bulmak her zaman mümkündür.

  1. Ne hissettiğinizi takdir edin
    Duygularınız önemlidir. Kendinize, hayatınızın şu anda size nasıl hissettirdiğini sorun. Bunun neresini sevmiyorsunuz? Üzgün hissediyorsanız, değişiklik yapmaya başlamanın zamanı geldi. Kendinizle başlayın. Giyinme şeklinizi veya saçınızı tarama şeklinizi değiştirin. Yürüme şeklinizi, insanlarla ilişki kurma şeklinizi değiştirin. Kaybedecek bir şeyiniz yok. Bu sadece yeni bir şey deneyeceğiniz ve hatta eğleneceğiniz anlamına gelir.

Ağlamanız gerekiyorsa, yapın. Kimin baktığı önemli değil. Hüznünüzü bırakın. Tutmayın. Gözyaşlarının endişelerinizi ve sizi mutlu etmeyen her şeyi yok etmesine izin verin. Aslına bakarsanız, gözyaşlarınızı daha sonra güzel bir gülümsemeyle değiştirebilmek istiyorsanız, ağlamak gereklidir.

  1. Başkalarının varlığından keyif alın
    Kendinizi izole etmek ve başkalarıyla etkileşime girmemek sizi uzaklaştırır ve üzüntünüzün daha da derinlerine batar. Sarılmalara, öpücüklere, okşamalara, cesaretlendirici sözlere ve teselliye ihtiyacınız var. Aslında, diğer insanlarla birlikte olmanız ve onların neşesinin ve bulaşıcı gülümsemelerinin tadını çıkarmanız gerekir. Ancak, belki de kimseyi görmek istemiyorsunuzdur. Yine de, böyle hissettiğinizde, dışarı çıkıp eğlenmek için en iyi zaman budur, çünkü hiçbir beklentiniz yoktur.

Korkmasaydınız ne yapardınız?
Kendinize bu soruyu her gün sormalısınız. O zaman sizi korkutan şeyleri bir kenara koyabileceksiniz. Unutmayın, işleri yapmanın birçok yolu vardır ve bunları kendinizi rahat hissettiğiniz şekilde yapmak önemlidir. Korkunuzun üstesinden gelmek ve risk almak, korkunuzun tamamen üstesinden gelinebileceğini fark etmenizi sağlayabilir. Ayrıca kendiniz tarafından oluşturulur.

Başarılı olsanız da olmasanız da, konfor alanınızdan çıkmak ve riskli bir şey yapmak, size yaşama sevincini tattıracak ve varlığınızın tadını çıkarmaya değer olduğunu gösterecektir.

“Yapılana kadar her zaman imkansız görünür.” Nelson Mandela

Teknoloji sosyal davranışlarımızı değiştirdi. Eskisi gibi değiliz. İhtiyaçlarımızın değişmesi değil, onları tatmin etme şeklimiz değişti. Daha az mahalle ve kasaba var. Bugünün toplulukları ‘bulut’ içindedir ve e-posta şeklinde yardım gelir, yorum şeklinde şakalar ve söylentiler ağları aydınlatan baruttur. Biz daha evrenseliz ama aynı zamanda daha kişiliksiz ve ikame edilebiliriz. Büyük bir filtre koleksiyonu sayesinde, diğerleri yüzümüzün artık sivilceli veya kırışık olmadığını görüyor. Çalışmak, spor yapmak, ailece gezmek ve alışveriş yapmak için bolca zamanımız var. Görünen o ki, yalnızca günden güne değil, aydan aya ve yıldan yıla yaşayabiliyoruz. Ta ki bir pandemi gelip bize gerçekte ne kadar kırılgan olduğumuzu ve gerçek gücümüzün kimliğimizde değil, gerçekte ne inşa edebileceğimizde olduğunu hatırlatana kadar.

Doğru nefes alamadığımızda bizi kurtarabilenlerin değerli olduğunu öğretir. Adanmışlıkları ve bilgileri sayesinde acıya sınır koyan ve bize umut verenler. Bu yeni senaryoda, son derece zararlı iki uygulama bulunmaktadır.

Sanal sevgi ve kişisel mesafe
Muhtemelen paylaştıklarınıza yorum bırakan birini tanıyorsunuzdur, ancak onlarla yüz yüze geldiğinizde başlarını eğip geçip gidiyorlar. Bu tür dinamik iki sütuna dayanmaktadır. İmaj ve sosyal beceri eksikliği. Bu kişi, kendi sosyal medyalarında daha fazla arkadaşı varmış gibi görünecek şekilde yanıt vereceğinizi umarak sizinle pekala ilgilenebilir. Çünkü bu onlara saygı duyulmasını sağlar. Aslında, beynimiz bunu evrimsel bir bakış açısından bir avantaj olarak görürdü.

Sosyal beceriler pratik gerektirir. Sosyal ortamlarda çalışmak için genetik bir avantajla doğabilirsiniz, ancak beslenmeye ihtiyaçları vardır.

Gizli hayır
Çoğumuz hayır demekte zorlanıyoruz. Sizden bir iyilik istenir ve benlik kavramınız devreye girer. Bu size cömert bir insan olduğunuzu ve cömert insanların iyilik yaptığını söyler. Hatta bazen başkalarının çıkarları için kendi kişisel çıkarlarını bile feda ederler.

Bu nedenle, nasıl reddedebilirsiniz? Yaptığınız şey ile benlik kavramınızın emrettiği arasındaki farkın maliyeti mi yoksa kaynaklarınızı diğerinin kontrolüne vermenin maliyeti mi daha büyük? Bu uyumsuzluğun oluşmasını önlemenin bir yolu, yanıtınızı ertelemektir. Bu daha çok, pek çok ebeveynin, çocuklarının arzularını yakında unutacaklarını veya tatmin etmeleri daha kolay olan bir başkasıyla değiştireceklerini umarak uyguladıkları “Göreceğiz” yaklaşımına benziyor. Öğretmen-öğrenci etkileşiminde çok yaygın olan bu gelenek artık yetişkin dünyasına da yayılmıştır.

“Göreceğiz” ifadesini “Evet. Vaktim olduğunda yapacağım ” ile değiştirebilirsiniz, aslında vaktiniz olmayacağını bilerek, çünkü onların isteklerine uymak listenizdeki öncelikler arasında son şeydir. Hangisinin sizin için daha iyi bir seçenek olduğunu belirtmeden, bunu yapacağınızı da söyleyebilirsiniz. Zaman zaman diğerinin size bağlılığınızı hatırlatması için kapıyı açar, ancak aynı zamanda sizden ne istediklerini unuturlarsa veya sorunlarını başka bir şekilde çözerlerse sizi iyi gösterir.

Sizin için yararı, onlara yardım edecek kadar cömert hissetmenizdir. Gerçekten de, onlara gerçekten yardım etmenin bedelini ödemek zorunda kalmadan, olumlu pekiştirme duygularıyla baş başa kalıyorsunuz. Öte yandan, kendinizi bir dakikalığına diğer kişinin yerine koyarsanız, muhtemelen kendilerini oldukça çaresiz hissettiklerini görürsünüz. Bu nedenle bu tür davranışlar 21. yüzyılın en zararlı alışkanlıklarından biridir.

Örneğin, onlara yardım etmeniz konusunda ısrar edemezler çünkü zaten evet demişsinizdir, bu nedenle alternatif aramayı bırakmışlardır. Sorunun sizin yardımınızla çözüleceğine güveniyorlar, bu yüzden başka yerlerde kaynak veya işbirliği aramayı bıraktılar.

Girişkenlik eksikliği

Sonunda, onlara gerçekten yardım etmeyeceğinizi anlarlar ve girişkenlik eksikliğiniz nedeniyle, başlangıçta olduğundan daha da tehlikeli bir durumda olduklarını anlarlar. Size yapılmasını istemiyorsanız, bir örnek oluşturarak başlamanız mantıklı görünüyor. Çünkü, yaptığınız taahhütlerden kaçınma alışkanlığınız varsa, başkalarının da size aynı şekilde geri dönüş yapması normal olacaktır. Bu nedenle, bir talebi kabul ettiğinizde, her zaman zamanında yerine getirmeye çalışmalısınız. Sahip olduğunuz marjın farkında olun ve kontrol noktaları oluşturmak için referanslarınız olduğundan emin olun. Bu, 21. yüzyılın en zararlı alışkanlıklarından birinin kurbanı olmamak için en iyi stratejilerden biridir.

Sosyal ağlar bizi eğlendirmek ve bizden bilgi almak için tasarlanmıştır. Ayrıca, farklı araştırmalara göre, bazen kendimizden nefret etmemize neden oluyorlar. Peki ya bunun nedeni ne?

Sosyal medya kendinizden nefret etmenize birçok farklı yöntemle neden olabilir. Ancak, bunun farkına varmama eğiliminde olabilirsiniz. Çünkü Facebook, Instagram, TikTok, Twitter gibi platformlar sizi eğlendiriyor, istediğiniz kişiyle bağlantı kurmanızı sağlıyor, sizi bilgilendiriyor ve tüm dünyayı parmaklarınızın ucuna getiriyor. Akıl sağlığınız için olumsuz ve hatta tehlikeli olabileceklerini kim düşünür ki? Gerçek şu ki, olabilirler. Bununla birlikte, bu yeni teknolojiler evreninin diğer yönlerinde olduğu gibi, her şey sosyal medyayı kullanma şeklinize bağlıdır. Bununla birlikte, bilimsel araştırmalar, sosyal medyanın etkisinin özellikle genç nüfusta tehlikeli olduğunu göstermiştir

Dijital dünyanın aktif bireyleri veya sözde Z kuşağı (7ile 23 yaş arası), bu alanda ruh sağlığı sorunlarının artmasıyla en çok ilişkilendirilen kuşaktır. Aslında, çocuk hastanelerinden alınan verilere göre depresyon, yeme bozuklukları (ED) ve benlik saygısı sorunları artmıştır. Birçok çocuk, Tourette sendromundan muzdarip ergenlerin TikTok’ta videolarını izleyerek eğleniyor. Bu aşırı maruz kalma, onların kendilerinde sinirsel tikler geliştirmelerine neden oldu. Bu, anksiyete bozukluklarıyla bağlantılı bilinçsiz bir tepkidir. Bu nedenle, sosyal medya kullanımının bazen çok net anlaşılmayan risklerini bilmek çok önemlidir.

Sosyal medya kendinizden nefret etmenize nasıl neden olabilir?

Bazıları, sosyal ağların insanlarda en kötüyü ortaya çıkarma eğiliminde olduğunu iddia ediyor. Eleştiri, argümanlar, trolleme , sahte haberler ve hatta taciz çok fazla. Ancak diğer yandan, bazen içimizdeki en iyiyi ortaya çıkarabilir. Bağlanmamıza, ilham almamıza, öğrenmemize, paylaşmamıza ve hatta bağış toplama kampanyaları başlatmamıza izin veriyor…

Gerçekte, sosyal medya, kendi yararınıza hareket etmesi için nasıl ele alacağınızı bilmeniz gereken başka bir etkileşim alanıdır. Herhangi bir güçlü araçta olduğu gibi, onu zeka, saygı ve denge ile kullanmanız gerekir. Bunu yapmak için riskleri bilmelisiniz. Bunlardan biri, sosyal medyanın sizi kendinizden nefret ettirme yollarının farkına varmaktır. Akıl sağlığınız açısından oldukça önemlidir.

“İnternet bir nevi çekiç gibidir. Teknolojinin kendisi nasıl kullanılacağını belirlemez. Teknolojinin kullanıma sunulduğu sosyal, kültürel ve ekonomik bağlama bağlıdır.” Noam Chomsky

1. Kıskançlığı kışkırtır: Gördüğünüzü istersiniz

Sosyal ağlar dünyaya açılan pencerelerdir – ancak filtreleri vardır. Her gün özdeşleştirdiğiniz veya sahip olmak istediğiniz belirli şeyleri görürsünüz. Bir şeylere duyulan özlem, satın alma davranışını yönlendirir. Görünüşe göre Instagram, kullanıcılarında en çok kıskançlığa neden olan uygulama.

Federal Rondônia Üniversitesi (Brezilya) Moda fenomenlerini takip eden birçok gencin kıskançlık duyguları yaşadığını gösteren bir araştırma yaptı.

2. Kendinizi aldatılmış hissediyorsunuz: Nasıl bu kadar saf olabildiniz?

Yalan olduğu ortaya çıkan bir habere kaç kez inandınız? Neredeyse farkına varmadan kendinizi Facebook’ta başlayan bir tür aldatmacaya inandığınızı düşündüğünüz durumlardan bahsetmiyorum bile.

Bir aldatmacanın ya da yalanın kurbanı olduğunuzu hissettiğinizde, yalnızca hüsrana uğramazsınız. Aslında, bu kadar saf olduğunuz için kendiniz hakkında da kötü hissedebilirsiniz.

3. Başkalarının hayatları sizinkinden daha iyi görünüyor

Son zamanlarda Facebook hakkında oldukça endişe verici haberler ortaya çıktı. Mark Zuckerberg’in eski bir çalışanı, yöneticilerin Instagram’ın genç kızlar üzerindeki etkisini bildiklerini açıkladı. Gerçekten de, sosyal karşılaştırma nedeniyle gençlerin özgüvenlerinin azalacağını biliyorlardı. Bedenlerini, yaşam tarzlarını ve varlıklarının her yönünü sorgulamaya başlarlardı. Bu kesinlikle böyle olmuştur. Aslına bakarsanız, günümüz gençleri, influencerların kendilerinden çok daha iyi bir yaşama sahip olduğuna inanma eğilimindedir. Bu, sürekli kendinden nefret etme duygusu yaratır.

4. Kendinizi değersiz hissediyorsunuz

Sosyal medyanın kendinizden nefret etmenizi sağlama yollarından biri, potansiyelinizi hafife almaktır.

Örneğin, fotoğrafçılık, şiir, sanat veya moda gibi belirli bir faaliyetle ilgileniyorsunuz. Bununla birlikte, internette, bu belirli alanlarda yalnızca istisnai ve seçkin insanlarla karşı karşıya kalma eğilimindesiniz. Facebook, Instagram ve TikTok bu konuda özellikle suçlu. Çoğu zaman motivasyonsuz hissetmenize neden olabilir.

5. Sürekli yargılanmış hissediyorsunuz

Sosyal ağlar, birçok kişinin beğenilerin zorbalığı tarafından yargılandığını hissettiği halka açık yerlerdir. Bu, çevrimiçi bir fotoğraf yüklemenin basit gerçeğini bile travmatik hale getirebilir. Çünkü insanlar düşünmeden eleştirmeye meyillidirler. Ayrıca, neden olabilecekleri hasarı görmek için etrafta dolaşmazlar.

6. Olmadığın biri gibi görünürsün

Bu fenomen özellikle gençler arasında yaygındır. Kabul ve başarı sağlayan bir imaj, belirli bir profil yaratma zorunluluğunu ima eder.

Selfie’ler ve filtreler, birçok kişinin bu dijital evrende yer edinmesini sağlayan araçlardır. Ancak bu süreçte imaj ve hatta kimlik çoğu zaman tamamen bozulur.

Ergenlerin sonunda kendilerinden nefret etme mekanizmalarından biri, gerçek olanla değil, yalnızca sanal imajlarıyla özdeşleşmektir. Aslında, sadece filtreleri kullanarak kendilerini kabul eder ve beğenirler.

7. Akıcı arkadaşlıklar, gölgelenme, taciz: güvenle başlayan ve hayal kırıklığıyla biten ilişkiler

Hangimiz daha sonra hayal kırıklığına uğramak için sosyal medya aracılığıyla bir bağlantı oluşturmadık? Tek yolu bu. Aslında, gerçek hayat size ara sıra hayal kırıklığı yaşatsa da, teknoloji bu zarar verici olayları büyük ölçüde artırdı.

Bu nedenle, sosyal ağların kendinizden nefret etme yollarından biri, birine güvendiğiniz için pişmanlık duymanızdır.

8. Çevrimdışı olamadığın için kendinden nefret ediyorsun

Sosyal ağlar zamanınızı tüketir. Gerçekten de Instagram, TickTok veya Twitter’a bakmak, zamanınızı harcamanın oldukça boş bir yolu. Örneğin, bazen sosyal ağların sizi daha kötü hissettirdiğini ve çevrimiçi bazı günlerin gerginlik ve nefretle dolu gibi göründüğünü biliyorsunuz. Ayrıca gördüklerinizin çoğunun yalan olduğunu, bu insanların size kendilerinin bile hissetmedikleri mutluluğu ve kimsenin sahip olmadığı bir mükemmelliği sattığını da biliyorsunuz…

Ancak, işte buradasınız, bildirimleri açıyorsunuz , birinin size verdiği gibi görünüyorsunuz… Aslına bakarsanız, sosyal ağların kendinizden nefret etme yollarından biri de , onlara bağımlılığınızın farkına varmanızdır.. Ancak bunun farkına varılması olumlu bir adımdır. Bu bir uyandırma çağrısı. Belki de bu kaynakları daha iyi kullanmaya başlamanız gerektiğini anlamanızı sağlayan bir alarm zili. Bütün yaşam tarzınız değil, yaşamınızda sadece bir eğlence biçimi olmalarını sağlamanın sırrı budur.

Sosyal ağlar ve ideolojik manipülasyonları sayesinde insanlar davranışlarını değiştirirler. Farkına varmadan radikalleşme, hoşgörüsüzlük ve kendi kendine yeterlilik duygusu hakim olmaya başlar.

Sosyal medya, etkilerinin ağırlığını doğru bir şekilde yerleştirmek için çok yeni bir olaydır. Ancak bildiğimiz şey, bunların zihnimiz, duygularımız ve yaşam tarzımız üzerinde rahatsız edici etkileri olduğudur. Yüzeysel bir analizle her zaman görünür olmayan ideolojik manipülasyon mekanizmalarını içerdikleri görmek mümkündür.
Sosyal ağlar için -şirketlerde olduğu gibi- insan davranışı bir ticaret ürünüdür. Bilmek, anlamak ve değiştirmek için onu inceleme becerisine sahiptirler. Esas amacı insan davranışını değiştirmektir. Pazara ve tüketime yönelen ideolojik manipülasyonun yanı sıra, herhangi bir şekilde bizi bir siyasi görüşe ve insani yaklaşıma da yönlendirebilir.

Birçok insan, sosyal ağların bize gerçeklik vizyonumuzu tamamen değiştirebilecek ideolojik bir manipülasyon uygulayıp uygulamadığını merak eder. Bu konudaki kanıtlara bakılırsa, cevabı evettir. Kullandıkları mekanizmalar o kadar incedir ki, onları tespit etmek imkansızdır. Fikrimizi değiştirdikleri ve bunu yapmak için onlarla işbirliği yapmamızı sağladıkları için tehlikelidir. Bize ne yaptıklarının farkında değilsek, buna nasıl direnebiliriz?

Değerimizin, yaratıcılığımızın, gerçeklik duygumuzun kaynağının kendimiz olduğumuzu hatırladığımız sürece bilgisayarlarla yaptığımız tüm çalışmalar değerli ve güzel olacaktır. Jaron Lanier

Sosyal ağlar, farkında olmadan sizi bir balonun parçası haline getirir. Sizin için özel olarak tasarlanmış bir gerçeklik hikayesi inşa ederler korkularınızı, ihtiyaçlarınızı, zevklerinizi, arzularınızı… bilirler. Prensipte neyi takip etmek istediğinize veya ilginizi çeken konulara karar veren sizsinizdir. Robot bu veriyi özenle seçer ve ona göre size bir bilgi gönderir. İşte bu algoritmalar sizin için karar veren mekanizmalardır. En sık göreceğiniz kişilerin kimler olması gerektiğine ve internette gezinirken karşınıza çıkacak ögelere onlar karar verir. Kişilerinizden birinin ağınızda göze çarpan bir yerde görünmemesi, son gönderilerinin üstünden uzun zaman geçtiği anlamına gelmez. Sistem, günlük güncellemelerinizde görünmesi için gönderilerini seçmemiştir. İçerikte de benzer bir şeyler olur. Gördüğünüz haberlerin veya bilgilerin en güncel veya en ilginizi çeken şeyler olduğunu sanmayın. Karşınıza çıkan şeyler zevklerinize ve tercihlerinize göre listelemenin dikkatli bir seçimidir. Bunda hiç kuşkusuz pazarın sizi nasıl ele geçirebileceği söz konusudur. Kısacası, dünyanın sosyal medya ağlarınızda görünmeyen bir şey olduğuna inanmaya başlamamız muhtemeldir. Bunu size bir sunucu vasıtasıyla sağlayan büyük ölçüde bunun için tasarlanmış minik bir balona erişim imkanınız vardır.

Dikkatli olmak için nedenler

Hiç Jaron Lanier’i duydunuz mu? Sosyal medya şirketlerinin küresel merkezi ve sermayesi olan Silikon Vadisindeki en büyük isimlerinden biridir. Aslında, şimdiye kadarki en zeki bilgisayar mühendislerinden biridir. Ayrıca, sosyal ağları olan çok önemli bir kişidir. Önceden internetin demokrasinin son kalesi olduğuna inanılırdı. Bugün ise bunun yerine, internet ve özellikle sosyal ağlar bir yanda absürt ve kabile liderlerinin, diğer yanda aptalların fabrikası olarak görülmektedir.

Lanier’ın yazdığı kitap En Çok Satanlar listesine girdi. Kitabın adı:” Şu An Tüm Sosyal Medya Hesaplarını Silmeniz İçin 10 Argüman”. Nedenlerin her biri kitabındaki bölümlerden birine karşılık gelmekte ve şunları söylemektedir:

  • Karar verme özgürlüğünü kaybedersiniz.
  • Sosyal ağlar, günümüzde bir tür deliliktir.
  • Sosyal ağlar insanları aptallaştırır.
  • Sosyal ağlar gerçeği manipüle eder.
  • Sosyal medya söylediklerinizin ilgi düzeyini ortadan kaldırır.
  • Sosyal ağlar empati kapasitesini yok eder.
  • Sosyal medya insanları mutsuz eder.
  • Sosyal ağlar, ekonomik itibarınızı kaybetmenizi ister.
  • Sosyal ağlar, siyasetin otantik uygulanmasını engeller.
  • Sosyal medya ruhunuzdan nefret eder.

Neden Lanier ve Zygmunt Bauman gibi diğer büyük düşünürler ağların aptal olduğunu iddia ederler? Abartıyorlar mı? Ne yazık ki, her şey hayır bunun abartılı olmadığını gösterir. İnternet bizi birbirimize değil, birimizi diğerimize bağlar.

Bu, mikro diktatörlüklere teşvik edildiği anlamına gelir. Bazı fikirler için onay görevi gören sanal varlıkların yaşadığı küçük alanlardır. İnsanlar sosyal ağlar nedeniyle daha radikal ve inatçı hale gelmiştir. Ayrıca daha basitleşmiştir. Benzer olanla değil de farklı olanla ilişki kurma becerilerimizi geliştirdiğimizde daha akıllı ve daha iyi olduğumuzu düşünürüz. Bir balonun içinde kalmak, tüm dünyanın eşdeğer olduğuna inanmak bizi aptallaştırır. Bakış açımızı küçültür. Her zaman haklı olduğumuza inanmamıza neden olur. Sonunda, gerçeklik küçülür ve biz onun sahipleri gibi yaşamaya başlarız. Bu, modern cehaletimizin ana semptomu ve ağların ideolojik manipülasyonunun asıl sonucudur.

Sosyolog Bauman, Mark Zuckerberg’in dehasının, insanların yalnız olmaktan ne kadar korktuklarını görmekte olduğunu vurguladı. Sosyal medyada yalnızlık var gibi görünmüyor. Her zaman endişelerimizi okuyan ve onları destekleyici bir “beğenme” ile paylaştığımız, övgü dolu ”birileri” hep vardır.

İnsanlar artık “bağlı kalmak” adına tümüyle önemsiz konuşmaların bir parçası olmaktan mutluluk duyuyorlar. Günlerimiz artık başka insanların yanında geçirmeyi tercih etmiyoruz. Günlük olarak en sadık iş ortağımız bilgisayar ya da telefonumuzdur.

Diyalog ve toplum eksikliği

Bir sosyolog olarak Bauman, yeni teknolojik bağımlılıklarla ilgilenir. Kendisi için onlar yıkıcı, pratik olarak dayanılmaz güçlerdir ve Etkileyici bir “topluluk” güçleri vardır. Tarihte daha önce hiç böyle bir şey olmamıştı. Yine de Zygmunt Bauman, hiçbir zaman gerçek bir diyalog ya da sonuç olmadan bu denli iletişimin yapılmadığını düşünüyor. Zygmunt Bauman, Facebook’ta ve benzerlerinde, insanların yaptıklarının “yankı” olduğunu söylüyor. Sadece duymak istediklerini dinlerler. Onun için, sosyal medya, insanlarla karşılaştığımız, ancak diyaloğumuzun olmadığı, aynaların bulunduğu çok büyük bir ev gibidir.

Sosyal medyada temas kurmak ve bu temasları hayatımızdan silmek çok kolaydır. Gerçek hayatta ise o kadar kolay değildir. Gerçek hayatta yaptıklarımızla yüzleşmek zorundayız. İnternette ise değiliz. Mesajlaşma var ama diyalog yok. Görüş farklılıkları var, ancak gerçek bir yapıcı tartışma yoktur. Gerçekte olmasak da, başkalarına bağlı olmanın bir yanılsamasıdır sosyal medya.

“Beni yayınla” alemi

Sosyal medya, kim olduğumuzu göstermek için kendimizi tanıtmaya davet eder. Tabi ki, başkalarına sunmak için en iyi olduğumuz parçaları seçiyoruz. Hevesimiz ile yönettiğimiz küçük topluluklar oluşturuyoruz. Bizler, hesaplarımızdaki imparatorluğun küçük diktatörleriz ve burada kimin olması ve kimin olmaması gerektiğine karar verenleriz. Eğer herhangi biri ile “arkadaşlığımız” sona ererse pek gerçekten etkilenmeyiz.

Egomuz, sosyal medyada her şeyden önce gelir. Ayrıca, Facebook’ta nasıl göründüğümüze de sıkı sıkıya bağlı oluruz. Belirli bir şekilde tanınmak istiyoruz ve bu gerçekleşmezse hayal kırıklığına uğruyoruz.

Zygmunt Bauman sosyal medyayı bir tuzak olarak görüyor. “Sıvı kültürü” olarak adlandırdığı kavram üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olduğunu düşünüyor. İçinde, güveni olmayan insan ilişkileri hakim. Herhangi bir duygusu ve sözü olmadan sevmek. Bugün burada olan ve yarın sona eren duygu ve fikir dalgaları. Bunlar insanları eğlendirir, ama aynı zamanda bizi her geçen gün kontrol etmeye başlar. Elimizde tuttuğumuz politik ve ekonomik güçlerin farkında değiliz.

Zygmunt Bauman için, gelecek pek parlak değil. Etrafta dolaşan çok fazla bilgiye rağmen, daha fazla bilgisiz hale geliyoruz. Neye inanacağımızı asla bilemiyoruz. İletişimimiz gerçek iletişimden ziyade monologlara indirgeniyor. Bireyciliğin giderek daha agresif hale geldiği kadar küreselleşme de var. Bu “özgürlüğün” yaptığı her şey, yaşamlarımızı nasıl yaşadığımıza karar vermek isteyenler için bizi daha uyumlu hale getirmektir.

Bu şekilde hareket eden kadın ve erkeklerde belirli özellikleri ve sosyal becerileri aradılar. Çalışmadaki trollerin iki önemli kişilik özelliğinde, diğer insanlardan çok daha yüksek puan aldığını keşfettiler: psikopati ve bilişsel empati.

Bu kişilik bozukluğunun kökeni belli değildir. Bireyin çocukken ne kadar şefkat aldığına bağlı olarak tezahür edebilecek veya etmeyecek genetik bir bileşen var gibi görünmektedir. Uzmanlar ayrıca, ana nedeninin, malformasyon, hastalık veya beyin hasarı nedeniyle frontal lob hasarı olabileceği hipotezini de göz önüne alır. Birinin sosyal medyada başkalarına saldırmasına neden olan şey nedir? Neden bazı insanlar diğerlerine zarar veriyor? İnternet, olumsuz ve kötü niyetli insanlar için nasıl mükemmel bir platform haline gelir? Yorumlarının agresif ve potansiyel olarak saldırgan olduğunu bilen insanlar var, ancak onları yine de eğlenceli buldukları için yazıyorlar. Avustralya Federasyon Üniversitesi Sağlık ve Yaşam Bilimleri Fakültesinden bir araştırma ekibi, bu tür İnternet kullanıcılarının kişilik özelliklerini analiz etmek için bir çalışma yaptı. Bugünlerde onları sosyal medya trolleri olarak tanıyoruz.

Birinin sosyal medyada başkalarına saldırmasına neden olan şey nedir? Neden bazı insanlar diğerlerine zarar veriyor? İnternet, olumsuz ve kötü niyetli insanlar için nasıl mükemmel bir platform haline gelir? Yorumlarının agresif ve potansiyel olarak saldırgan olduğunu bilen insanlar var, ancak onları yine de eğlenceli buldukları için yazıyorlar. Avustralya Federasyon Üniversitesi Sağlık ve Yaşam Bilimleri Fakültesinden bir araştırma ekibi, bu tür İnternet kullanıcılarının kişilik özelliklerini analiz etmek için bir çalışma yaptı. Bugünlerde onları sosyal medya trolleri olarak tanıyoruz.

Psikopati, antisosyal bir kişilik bozukluğudur. Bugünlerde klinik dünyada çok yaygın bir terim değildir. Sosyopati daha çok kullanılıyor. Bu kişilik bozukluğunun kökeni belli değildir. Bireyin çocukken ne kadar şefkat aldığına bağlı olarak tezahür edebilecek veya etmeyecek genetik bir bileşen var gibi görünmektedir. Uzmanlar ayrıca, ana nedeninin, malformasyon, hastalık veya beyin hasarı nedeniyle frontal lob hasarı olabileceği hipotezini de göz önüne alır. Psikolog Dr. Robert Hare otuz yılı aşkın bir süredir psikopatiyi araştırmaktadır. Bu bozukluğu olan kişilerin birkaç ortak özelliği olduğu sonucuna varmıştır. Psikopatlar kolayca sıkılır, sürekli uyarılmaya ihtiyaçları vardır ve uzun vadeli hedefler koyamazlar. Manipülatiflerdir ve diğer insanlar üzerinde güçleri ve kontrolleri varmış gibi hissetmeleri gerekir. Psikopatların da birçok narsist özelliği var.

Ayrıca ciddi dürtü kontrolü sorunları var ve öfkeyle tepki gösteriyorlar. Bu bozukluğu olan bireylerin sosyal ve ahlaki normları ile ilgili sorunları vardır. Bununla birlikte, genellikle yüzeysel olarak çekici ve uyumlu görünüyorlar. Psikopatlar kendilerini bir şey zannederler. Başkalarına acı vermek, onlara zevk verir. Bu bozukluk erkekleri ve kadınları etkiler, ancak erkeklerde istatistiksel olarak daha yaygındır. Ayrıca psikopatların empati eksikliği var gibi gözükür, ama durum tam olarak böyle değildir.

Her iki empati türü de beynin duygusal merkezi olan amigdalayı etkiler. Bu tür bir empatiyi “sıcak” bir empati olarak düşünebilirsiniz. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, sosyal medya trolleri bu tür empatiden tamamen yoksundur. Ayrıca daha az yaygın olan ve iyi bilinen bir başka “soğuk” empati türü de vardır. Buna bilişsel empati denir ve sosyal medya trolleri yüksek seviyelere sahiptir. Bilişsel empati (bazen “perspektif alma” olarak da adlandırılır) başka bir kişinin duygusal bir bileşen olmadan ne hissettiğini bilme yeteneğidir.

Başka bir deyişle, yüksek bilişsel empati sahibi insanlar başkasının acısını çekebilir, ancak bunu hissetmezler. Aslında, bu tür empati sayesinde, sosyal medya trolleri kurbanlarının duygusal acılarını tahmin edebiliyor ve tanıyabiliyor. Sahip oldukları bilgiyi mümkün olan en fazla hasara yol açmak için kullanırlar. Bilişsel empati beynin iki bölgesini etkiler: prefrontal korteks ve posterior parietal korteks. İkisi de muhakeme ve karar alma sürecine dahil oluyor.

Bir insanın her iki özelliği de varsa, bu onun mutlaka trol olacağı anlamına gelmez. Kesin olarak bildiğimiz şey, sosyal medya trollerinin zehirli olduğu. Başkalarını zehirlemek zorundalar ve kendilerini anonimlikle koruyorlar. Diğer benzer çalışmalar, bazı konuların sosyal medya trolleri için özellikle çekici olduğunu ortaya koymuştur. Çoğu zaman insanların yazılarını bile okumazlar ya da sadece onlara göz gezdirirler ve amaçlarına uyacak şekilde yeniden yorumlarlar. Trolleri nasıl durdurulacağına dair bir çalışma yok, ancak saldırılarını görmezden gelmek onlara daha fazla güç vermekten kaçınmanın en iyi yolu gibi görünüyor

Bir başkasının gözleriyle görmek, başka birinin kulaklarıyla işitmek, bir başkasının kalbiyle hissetmek. Alfred Adler

Ayna nöronlar ve empati sinir bilim alanındaki en muhteşem süreçlerden biri arasındadır. Bu süreçler, başkalarının duygularını fark ederek empati içinde bir cevap vermemize olanak sağlar. Sosyal bir arka planı olan mekanizmalar da vardır ve bunları kullanmak, günlük ilişkilerimizi önemli bir ölçüde etkiler. Bir an için bir tiyatroda oturmakta olduğunuzu hayal edin. Şimdi bir de tam karşınızda performans sergileyen aktörleri, beden hareketleri ve jestler yaptıklarını canlandırın gözünüzde. Her kelimeyi mükemmel bir şekilde telaffuz ediyor ve sonsuz sayıda duyguları yansıtıyorlar…

Empati ile bir dizi duygu yaşamak için biyolojik bir temele sahip değilsek oyun mantıklı olmayacaktır. O temel olmadan yaşamın “tiyatrosunun” hiçbir önemi yoktur. Aksi hâlde boş nesneler olurduk, dil ve konuşma becerisini bile geliştirememiş bir hominidler medeniyetinden ibaret olurduk. Bu nedenle, ayna nöronların ve empatinin sinir bilim, psikoloji, antropoloji, pedagoji ve sanat alanlarında ilgi uyandırmaya devam ettiğine şaşırmamalıyız. İç mekan mimarimizi, o muhteşem mekanizmaları  biraz daha iyi anlamak için onlarca yıldır çalışmaktayız. Ve hala her şeyi bilmiyoruz.

Ayna nöronlar çevremizdeki kişilerle empati kurmamıza yardımcı olur. Bunlar bizi birleştiren bir köprü görevi görür. Buna karşılık üç çok temel süreci yaşamamıza da olanak sağlar.

  • Karşımızdaki insanın ne hissettiği ya da yaşadığını bilebilmek ve anlayabilmek (bilişsel unsur).
  • O kişinin hissettiği “duygular” (duygusal unsur).
  • Son olarak, kesinlikle daha fazla karmaşıklık ve duyarlılık gerektiren bir cevap verilir burada. Merhametle cevap verebiliriz. Bu da bir grupta ilerlemek için ihtiyaç duyduğumuz sosyal davranışları şekillendirir.

Öte yandan, Yale Üniversitesi’nde psikolog olan Paul Bloom tarafından önerilen ilginç bir fikir var. Makalelerinin pek çoğu tartışmalı, çünkü empatinin şu anda bize hiç hizmet etmediği fikrini savunuyor. Bu çarpıcı ifadenin ardında bariz bir gerçeklik gizli.

Başkalarının neler hissettiğini hepimizin hissedebildiği, görebildiği  ve algılayabildiğimiz bir noktaya ulaştık. Televizyonda bile. Bununla birlikte, buna öyle alıştık ki artık kayıtsız kalıyoruz.

Başkalarının acısını normalleştirdik. Böylelikle kendi küçük dünyalarımıza öylesine dalmış durumdayız ki, içinde yaşadığımız balondan kurtulamıyoruz. Bu nedenle Profesör Singer, bizi “etkili ve aktif  yardımseverler” olmaya çağırıyor.

Ayna nöronları ve empati beynimizin standart programlamasını oluşturur . Bir bilgisayar için hazırlanmış bir işletim sistemi gibidir. Bilgisayarla birlikte gelir, ancak potansiyelinden tam olarak yararlanarak onu etkili bir şekilde nasıl kullanacağınızı öğrenmemiz gerekir.

Bu nedenle başkalarına bakmayı ve ön yargılarımızı geride bırakmayı öğrenmeliyiz. Aslında kendimizi sadece “başkalarının hissettiklerini hissetmeye” kısıtlamak, asıl hedefimiz değildir.

Kendi gerçekliğimizi korurken onların gerçekliğini de kavramalıyız. Ancak bu şekilde onlara etkili bir biçimde yarım edebilir ve destek olabiliriz. Sonuçta, eylem olmadan hissetmek yararsızdır. Dolayısıyla bir tür olarak bu noktaya geldiysek,  bunun nedeni kesinlikle önleyici tedbirler alarak davranmış olmamızdır. Çünkü sosyal grubumuzun her üyesine, grup olarak yalnız olduğumuz zamanlara göre daha fazla ilerlediğimizi göz önüne alarak ilgi gösterdik. İşte bu nedenle, ayna nöronlarının ve empatinin asıl amacını hatırlayın: çevremizle olan bağlantımızı, özümüzü ve sosyalleşme becerimizi teşvik etmek.

Bazı insanlar size nasıl ilgi göstereceğini bilmez, üzüntülerini anlayamazlar ya da çok kez hayal kırıklığı yaratırlar. Ancak şunu unutmayın: onlar sizi akıllarından çıkarabiliyorlarsa, siz kendini aklınızda tutmayı ihmal etmeyin. Kalbinizi dinleyin ve kendinizle ilgilenin.

Size ilgi göstermek, sizi aklında tutmak konusunda endişelenmeyen ancak buna rağmen sizi kaybetmemek için aranıza koca bir çit ören insanlar vardır. Sevgi gibi asil bir şeyi talep eden ve bozan, gözyaşlarını artıran, bağımlı kişiliklerin egolarına dayalı olarak ortaya çıkan ilişkilerdir bunlar. Sevdiğimiz kişinin bizden uzak olması korkusu, her şeyin ötesinde, kendine güvensizlik demektir ve bazen partnerini sahip olduğu bir eşya gibi görmeye kadar gidebilen tehlikeli bir fikirdir. Korkunun herhangi bir türüne dayalı olan tüm ilişkiler eninde sonunda kaçınılmaz olarak acıya sebep olur.

World of Psychology dergisinde yayınlanan ilginç bir makalede, iki farklı kişilik türü tanımlanıyor. Bu tanımlar, bir tarafın kontrol ettiği, diğer tarafın da buna izin verdiği, zamanla stabil hale gelen ilişkinin profilini harika bir şekilde çıkarıyorlar. Temel özellikler şöyle sıralanıyor:

Bağımlı kontrolcü, bağlılığı bir tür bağımlılık olarak deneyimliyor. Baskın olma ihtiyacının arkasında kendine güven eksikliği yatıyor. Bu yüzden, karşılarındaki kişiyi pasifleştirmek ve ağlarının altına almak için stratejiler belirliyor, savunma mekanizmaları kuruyorlar.

Bağımlı kontrolcü tarafından hissedilen anksiyete o kadar yüksek ki, tek bir “mikrodünya”nın var olması için kendi alanları yok oluyor. Bu ortak dünya, güvensizlikle, suçlamalarla ve negatif duygularla dolu.

Merhametli kelimesinin İngilizce’deki kökenleri Latince dilinden geliyor ve “paylaşılan acı” anlamını taşıyor. Merhametli olan kişi partnerine olan bağımlılığının ve onun kaybetme korkusuyla ortaya çıkan kontrolcülüğünün farkında. Ancak buna rağmen onu sevmekten ve kendisinden önce ona öncelik vermekten vazgeçemiyor. Oldukça bariz bir acı döngüsünün içine hapsolup çürüyen karmaşık ilişkiler.

Her şeyden önce kendinize iyi bakın

Hem kontrol etme ihtiyacı hem de bağımlılık, ilişkide dengesizliğin lehinde olan iki kısıtlayıcı faktör. Sevgi dolu ilişkiler karmaşık olduğu belli ve bunu hepimiz biliyoruz. Ancak aslında, karmaşıklığın ilişkilerden değil de ilişkideki insanların özelliklerinden kaynaklandığını söylemeliyiz. Kontrol etme ihtiyacı duyan insanlar, sevmenin böyle bir şey olduğunu düşündükleri için bu ihtiyacı hissediyorlar. Diğerleri ise partnerlerini gerçekten seviyorlar ancak yeterli şekilde karşılık vermeleri için gereken duygusal yeteneklerden yoksunlar. Tüm ilişkilerimizde “istek” yerine “mükemmelliğe” öncelik vermemiz önemli. Bunu yapabilmek için ise aşağıdaki stratejileri uygulamakta fayda olabilir:

Kendinizle ve ihtiyaçlarınızla ilgilenmeyi hiçbir zaman unutmamanız çok önemli. İşin tuhafı, The Journal of Personality and Social Psychology dergisinde yayınlanan bir çalışma, gençlerin,öz saygılarının 60 yaşındaki insanlara göre daha az olduğunu ortaya koydu.

Kendinize duyduğunuz saygı, kendinizi bilmeniz ve iyi bir duygusal yönetim, size, sizi aklından çıkaranları, sizle ilgilenmeyenleri, size hak ettiğiniz dikkati vermeyen, göz yaşlarınıza değmeyen kişileri hatırlatacak. Bu yüzden mutluluklarınızı başka bir yere taşımakta tereddüt etmeyin.

Zaman, her parçamızı bir bir yerine koyarken, deneyim de daha dengeli ve soğukkanlı bir şekilde olgunluğa ulaşmamız için bizi şekillendiriyor gibi görünüyor. Ancak önemli olan hayatın her aşamasında yer alan her bir dönemin keyfini çıkarmak ve kendimizle kurduğumuz öz-saygı denilen o bağı güçlendirmek için daha özgüvenli bir şekilde yürümek.

Yürüyen ve bizi mutlu eden ilişkiler duygusal olarak olgundur ve farkındalıkları yüksektir. Gizli korkular, güvensizlikler ya da partnerin kişisel alanına müdahale olmadığı için kontrol etme ihtiyacı da yoktur. Bilinçli ve olgun insanlar, eksiksizliklerini paylaşırlar. Bencilliğin gölgesini yanlarında taşımazlar, başkalarının doldurmasını bekledikleri boşlukları yoktur. Olgun ilişkiler sevgiyle yürür, partnerler aynı anda hem özgür hem de ortak bir projenin parçasıymış gibi hissederek, kendi gelişimlerini akıllarında tutmayı göz önünde bulundurabilirler. Sonuç olarak, birinin bizden sürekli bir şeyler talep ettiği, bizi kontrol ettiği ve bizi düşünmediği hissi romantik ilişkilerin dışındaki ilişkilerde de ortaya çıkabilir. Ailemiz ya da arkadaşlarımız da aynı davranışları gösterebilirler.

Harekete geçin, alanınızı koruyun, haklarınıza sahip çıkın ve her şeyin ötesinde, saygı bekleyen kalbinizin sesini duyun. Kendinize iyi bakmanız esastır. Kendinize duyduğunuz saygıya da iyi bakın çünkü kimse söz konusu kendisiyle ilgilenmek olduğunda cimri davranmamalıdır.

Kendinizle ne kadar iyi birlikte olursanız, hayatınız o kadar iyi olacaktır. Başka insanların sizi nasıl gördüğünün bir önemi yok. Ana Moreno

Bir partner bulamasanız ya da bulunduğunuz ilişkiden memnun değilseniz bile, kendinizi bulmak, aşkı başka yerlerde aramak yerine kendi içinizde geliştirmek için asla geç değildir. Ana Moreno için sevgi, dürüstlük ve takdirle hareket etmek kadar basit bir şey; sunmanız gerekeni paylaşma ve kendinizi başkalarına vermek. Sevgiyi anlama biçimi ile ilgili en iyi şey, kendinizi bütün hissetmek için başkasına ihtiyaç duymamanızdır. Sevgi bulmaya, başkalarının sizi nasıl gördüğüne veya başkalarının kendi ihtiyaçları ve bağımlılıklarına dayanarak nasıl davrandıklarına bağımlı olmazsınız. Bu, öz saygınızda, kişisel gelişimde ve kendi değerlerinizin keşfedilmesinde önemli bir egzersizi tamamlamayı gerektirir, çünkü yalnızca kendinizi tanıdığınız zaman kendinizi sevebilirsiniz.

Sevgiden yapılmış hissetmiyorsanız, sizi tamamlamak için başkasına ihtiyacınız olduğunu düşünürsünüz, ama bunu yaparken başkasına karşı sahiplenici bir hal alacaksınız, çünkü onlar olmadan bir hiç gibi hissedeceksiniz. Ama bu bencilce ve sevgi ve bencillik birbiri ile uyumlu değildir. Çektiğiniz her şeyin, sunmanız gereken her şey olduğundan emin olmak daha da önemlidir. Eğer olmadığınız biri olmaya çalışırsanız, otantik bir kişi bulamazsınız. Kendinize gerçek sevgi ve saygı göstermiyorsanız, kendine ya da siz de saygı duymayan birini bulacaksınız .

Sevgi bulmak, başka birisini bulmak anlamına gelmez; aksine, kendinizi bulmanız demektir, çünkü siz sevgisiniz. Zaten kendi içinizde sevgiye sahip olduğunuzu kabul ettiğinizde, aşk hayatınızda, sizinle aynı nitelik ve yoğunluğa sahip olacak. Ana Moreno

Kendinizle ne kadar iyi birlikte olursanız, hayatınız o kadar iyi olacaktır. Başka insanların sizi nasıl gördüğünün bir önemi yok. Ana Moreno

Bir partner bulamasanız ya da bulunduğunuz ilişkiden memnun değilseniz bile, kendinizi bulmak, aşkı başka yerlerde aramak yerine kendi içinizde geliştirmek için asla geç değildir. Ana Moreno için sevgi, dürüstlük ve takdirle hareket etmek kadar basit bir şey; sunmanız gerekeni paylaşma ve kendinizi başkalarına vermek. Sevgiyi anlama biçimi ile ilgili en iyi şey, kendinizi bütün hissetmek için başkasına ihtiyaç duymamanızdır. Sevgi bulmaya, başkalarının sizi nasıl gördüğüne veya başkalarının kendi ihtiyaçları ve bağımlılıklarına dayanarak nasıl davrandıklarına bağımlı olmazsınız. Bu, öz saygınızda, kişisel gelişimde ve kendi değerlerinizin keşfedilmesinde önemli bir egzersizi tamamlamayı gerektirir, çünkü yalnızca kendinizi tanıdığınız zaman kendinizi sevebilirsiniz.

Yeterlisiniz. Kimsenin sizi tamamlamasına gerek yok. Eşiniz kendinize daha iyi bir örnek olmanıza ve size en iyisini sunmanıza yardımcı olabilir. Birlikte bir hayat kurabilir ve birlikte gelişebilirsiniz. Ancak eşinize bağımlı iseniz ve/veya eşiniz size bağlı ise, siz sadece birbirinizi aşağı doğru sürükleyeceksiniz. Kendinizi bilmek, hayatınızda sevgi yaratmak için yeterlidir. Başkalarını memnun etmeye ya da onların istek ve arzularına göre hareket etmeye çalışmak gibi yararsız eylemler üzerine gayretlerinizi harcamaktan kaçınmalısınız. Başkası olmaya çalışmak, öyle gözükmese bile, sizi ya da başkasını mutlu etmeyecektir. Eğer öncelikli olarak başkasını mutlu etmek için kendi ihtiyaçlarınızı düşünmeden uğraşırsanız, kendinizi daha boş ve daha eksik hissedeceksiniz. Aşk hayatınıza başkasından gelmeyecektir. İçinizden yükseldiği zaman onu kendinize çekeceksiniz.

Türümüzün en büyük günahı nefret etmek değil; en büyük zalimlik olan yok saymaktır. George Berbard Shaw

Sessiz muamele, sıklıkla kendi hakimiyeti konusunda fazlaca iradeli olan ve olaylara karşı duygusallıktan çok gerçekçi yaklaşan kişilerin kullandığı bir yöntemdir. Ayrıca, pasif şiddetle ilişkisi olmasının yanı sıra psikolojik suistimalin gizli bir yöntemidir. Daha doğrusu, bu durumun olumsuz sonuçlarına maruz kalacak kişinin de açıkça zarar görmesine neden olur. Sessiz muamele, genel anlamıyla karşıdakinin davranışlarını yok saymak üzerine kuruludur. Bunu arkadaşlık, evlilik, aile, çocuklar gibi her türlü sosyal ilişkide görmek mümkün. Sessiz muamele çoğu durumda olası tartışmaları veya çatışmaları engeller. Ancak bazen bu davranışların hedefindeki kişi, karşı taraf bunu açıkça belli etmediği için karşıtlığı anlamayabilir. 

Sessiz muamele biriyle konuşmayı reddetmek, söylenenlerle ilgilenmemek, duymazlıktan gelmek, söylediklerini sanki orda değilmiş gibi dikkate almamak, istek veya ihtiyaçlarını belli eden ifadelerini görmezden gelmek ve bir insanı herhangi bir şekilde değersiz ve yok saymak gibi davranışlarla açıklanabilir.

Bu türden davranışlar ne olursa olsun zarar vericidir. Yalnızca olgun olmama, bayağılık veya duygusal zekadan yoksunluğun belirtisi değil; aynı zamanda karşı karşıdaki insan için de kırıcı ve ciddi sonuçları olan bir tutumdur. Kontrolü sağlamak veya suistimal etmek için bu davranışı benimsemek hiçbir ilişki için pozitif bir etkiye sahip olamaz.

Sessiz muamele strese ve duygusal travmaya yol açabilir

Sessiz muameleye maruz kalan bir insan oldukça yoğun negatif duyguların kurbanı olabilir. Bir insanı yok saymak, o insana değer vermediğinizi veya o insanın hiçbir anlam ifade etmediğini gösterir. Tüm bunlar, zalim ve soğuk bir sessizlik hali içinde daha da sağlıksız bir boyut alabilir; buna maruz kalan kişi bu durumu nasıl yorumlayacağını dahi bilemeyebilir.

Yok sayılan veya görmezden gelinen kişiler depresyona sebep olabilecek olumsuz duygularla karşı karşıya kalabilir. Öfkeli, korkmuş, endişeli ve suçlu hissedebilirler. Bir insanı yok saymak, dolaylı olarak o kişiyi itham etmek veya suçlamak anlamına gelebilir. Bu nedenle karşıtlıklarla mücadele etmek için sessizliği kullanmak sağlıklı bir yöntem değildir. Bu muameleye maruz kalan kişiler, bu durumun neticesinde aşırı derecede depresif duygulara sahip olabilirler. Nerede yanlış yaptıklarını ve karşıdaki insanın neden böyle davrandığını sorgularlar. Bu durumda kontrolü yitirmiş hissettikleri için stres artar. İşte tam olarak bu nedenle bu türden davranışları suistimal olarak adlandırıyoruz. Görünürde birine vurmak ya da bağırmak yok; ancak kesinlikle şiddet olduğu bir gerçek.

Araştırmalar, yok sayılmanın veya dışlanmış hissetmenin beyinde bazı değişimlere yol açtığını ortaya çıkardı.  Beynin “ön singulat korteks” isimli bölümü acıyı farklı derecelerine göre tespit etmekle görevlidir. Uzmanlar, sessizlik muamelesine maruz kaldığında kişinin beynindeki bu bölgenin aktive olduğunu kanıtladı. Beynin bu bölgesinin harekete geçmesi, fiziksel bazı belirtilerin görülebileceğine işaret ediyor. Bu semptomlardan en belirgin sık görülenleri ise baş ağrısı ve sindirim sorunlarıdır.  Halsizlik ve uykusuzluk da görülen diğer fiziksel tepkilerden.  Belirtilen sık görülmeye başlanır ve uzun sürerse, tansiyon, diyabet hatta kanser gibi ciddi problemlere yol açabilir. Bu durumun sebep olduğu yüksek strese bağlı olarak otoimmun sistem de etkilenir. Özellikle de sessiz muamelenin hedefindeki kişi toplumda belirli bir statüye sahipse, örneğin bir öğretmen, patron veya ebeveynse bu durumun sonuçları sanıldığından çok daha tehlikeli olabilir.

Bazen sessiz muamele romantik ilişkiler, yakın dostluklar veya kardeşler gibi birbirini seven kişiler arasında da görülebilir. Bunun sebebi, insanların bazen sessiz kalarak karşısındaki kişinin davranışlarını değiştirmesini veya istediklerini yapmasını sağlamaya çalışmasıdır. Bunu neredeyse bir eğitim yöntemi olarak uygularlar. Bir başkasını sessizlikle cezalandırmak yalnızca o ilişkiye zarar verir. Saldırgan ve güvensiz pek çok yöntem gibi sessiz muamele yapmak iletişim eksikliğinin olduğunu gösterir. Sessizlik, şiddetli tartışmaları önlemek ve daha büyük kırgınlıklara engel olmak için kullanıldığında yararlı olabilir. Fakat sessizlik bir başkası üzerinde kontrol kurmak veya cezalandırmak için kullanılırsa suistimale dönüşür.

Kimse bir başkasının kendisini yok saymasına izin vermemeli, en azından bu davranışının açıklamasını istemeyi bilmeli. Kimse tartışmalara çözüm getirmek için sessiz muameleye başvurmamalı. İki kişi arasında bir anlaşmazlık varsa, bunu çözmenin en iyi yolu karşılıklı konuşarak bir çözüm aramaktır. Sessiz kalmak ve mesafe koymak hiçbir sorunu çözmediği gibi yenilerini yaratır.

Hiç patavatsızlık yaptığınızı düşündüğünüz oldu mu? Hepimizin kendimizi bazen kastetmediğimiz bir şeyi söylemiş halde bulduğumuz olmuştur. Belki özel bir anı mahveden bir şaka yapmışızdır ya da özensiz bir yorumda bulunmuşuzdur. Doğrusu şu ki, gereksiz münakaşadan kaçınma adına sessiz kalmanın daha doğru olduğu anlar vardır. Bazı durumlarda konuşmaktansa sadece dinlemek daha uygundur. Çoğu zaman, konuşmanın dışında kalmak kimin ne söylediğini daha iyi anlamanızı sağlar. Çünkü mimiklerini ve kendilerini nasıl ifade ettiklerini gözleyebilirsiniz. Çoğu zaman sessiz kalmak daha yararlı bir durum olabilir, özellikle şu yedi durumda dilinizi tutmanız kesinlikle en iyisidir.

1. Diğerleri dedikodu yaparken

İnsanlar dedikodu yapmayı severler, bu kadar basit! Eğlenceli gelebilir, fakat başkalarının arkasından konuşma tuzağına düşmeyin! Gelecek sefer birisi arkadaşlarınız ya da tanıdığınız biri hakkında konuşursa, yorum yapmaktan kaçının. Sadece dinleyin ve göreceksiniz ki sadece konuşulan kişi hakkında değil, konuşan kişilerle de ilgili çok şey öğreneceksiniz.

Eğer eleştirdikleri kişi hakkında fikrinizi soracak olurlarsa, yapılacak en iyi şey ya sessiz kalmak ya da “Bence ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlar” bağlamında bir şeyler söylemektir. O anda biraz rahatsız hissettirse de, sonradan şüphesiz çok daha iyi hissedeceksiniz.

2. Başkaları aşk hayatınız hakkında soru sorduklarında

“Dün geceki randevun nasıldı?” ya da “Cinsel hayatın nasıl gidiyor?” çok yaygın iki sorudur ki aşk hayatlarımızla ilgili karşılaştığımız pek çok sorudan sadece ikisidir. Bu sorular genelde arkadaşlarımızdan gelir, bu yüzden çok bilgi içeren cevaplar vermek masum görünebilir. Fakat bu tip sorular karşısında yapacağınız en iyi şey gizeminizi korumaktır. Bunun ilk gerekçesi, büyük ihtimalle partnerinizin sizinle ilgili gelebilecek benzer sorulara cevap vermesinin hoşunuza gitmeyecek olmasıdır. Fakat aynı zamanda bu tip konularda serbestçe konuşmanız, sizin güvenilmez biri olarak görünmenize yol açabilir. Eğer bir sorun hakkında yoruma ya da birinin sizi dinlemesine ihtiyaç duyarsanız, en iyi arkadaşınızla ya da partnerinizle konuşun.

3. Gerçekten bariz bir hatanın hemen ardından

Birisi bir işi berbat ettiğinde ya da bariz bir hata yaptığında, o anda fikirlerinizi kendinize saklamanız en iyisidir. Bu tür şeyler olduktan hemen sonra, incitici ya da hatalı suçlamalarda bulunabiliriz, bu yüzden yorumdan kaçınarak bu tuzağa düşmekten kurtulabilirsiniz. Her fırsat bulduğunuzda o kişiye hatalı olduğunu söyleme arzusuna karşı koyun. Eğer hatayı yapan siz olsaydınız, her türlü suçlamaya karşı kendinizi savunmak doğru olurdu, böyle olmadığına göre savunarak hatalı kişiyi aptal durumuna düşürmekten kaçının. Kendini beğenmiş durumuna düşebilirsiniz ki bu daha da kötü olur.

4. Konunun uzmanı siz olduğunuzda

Hepimiz bir şeyde en iyiyizdir, fakat bunu yükseklerden ilan edip durmak yapılacak en iyi şey olmasa gerek! Eğer başkalarının sizin uzmanlığınızı fark etmeleri ihtiyacı duyuyorsanız, bundan gerçekten uygun zamanda bahsetmeye çalışın. Örneğin aile ya da arkadaşlarla akşam yemeği yerken, onlarla geçirdiğiniz zamanın kıymetini bilmeye odaklanın. İş yerinde ya da patronunuzla iş yemeğinde uzmanlığınız hakkında konuşma fırsatı zaten bulacaksınız.

5. Lehinize olacak bir sır biliyorsanız

Eğer kendinizi, hayatınızı, gelirinizi veya başka bir açıdan sizi geliştirecek, fakat bir başkasını olumsuz etkileyecek bir şey bilir durumda bulursanız, hiçbir şey söylemeyin! Karmaşık bir durum halini alabilir, zira konuşma arzusu duyarsınız, fakat bir şey söylemek sizi güvenilmez biri gibi gösterebilir. İster inanın, ister inanmayın, böyle bir durumda sessiz kalmak uzun vadede size daha fazla yarar sağlayacaktır.

6. Diğerlerinin ne konuştuğu hakkında fikriniz yoksa

İster işte, ister dostlar arasında, bir gün her birimiz kendimizi konuşulan konuyla ilgili en küçük bir fikrimizin olmadığı durumda buluruz. Konuyla ilgili hiçbir fikrinizin olmadığını itiraf etmek egonuzu incitebilir, fakat uygunsuz ya da sizi olumsuz etkileyecek bir şey söylemektense böylesi daha iyi olacaktır.

7. Tartışma sırasında

Susun. Dinleyin. Bekleyin. Bu anlar sonradan pişman olacağımız şeyleri söylediğimiz zamanlardır. Üzgün olduğunuzda bir şey söylemek asla iyi bir fikir değildir. Patronunuzla, anne babanızla, ailenizle tartışabilirsiniz, fakat tartışma söz dalaşına dönerse, susmak en iyisidir. Sakinleşene ve fikrinizi düzgünce söylemeyi başarabileceğiniz ana kadar bekleyin. Haklıysanız dahi bekleyin, çünkü tartışmanın karşı tarafı sizi anlamayacaktır. İlk başta susmak zor gelecektir, fakat bütün ihtiyacınız olan biraz pratik!

Hepimiz bazen belirli kararlar vermeden önce kendimizi engellenmiş hissederiz. Ancak, bazı insanlar sürekli olarak bu tür bir sorun yaşarlar. Burada, bunun olmasını önlemek için bazı önerilerde bulunuyoruz. Kararsız olduğunuzda, bir veya daha fazla seçenekle karşı karşıya kaldığınızda, kendinizi şüphe duygularıyla bloke edilmiş halde bulursunuz. Aslında, kararsızlığın etkisiyle donup kalmak, değerlerinizle ve o anda ne istediğinizle ve ne için özlediğinizle tutarlı bir konumu benimseyemeyeceğiniz anlamına gelir.

Kararsızlıkla ilgili sorun, yaşamanızı engellemesidir. Çünkü hayat kararlarla doludur. Attığınız her adım, yaptığınız seçim ve uygulamaya koyduğunuz her plan, karar vermenizi gerektirir. Öyleyse, karar vermek günlük bir olaysa, neden bazen sizin için bu kadar zor oluyor? Ayrıca, bu kadar kararsız olmayı durdurmak için ne yapabilirsiniz?

Karar vermenin zorluğu

Önemli kararlar vermek genellikle zor ve karmaşıktır. Bunun nedeni genellikle istediğiniz tüm bilgilere sahip olmamanız veya konunun önemli olmasıdır ki, bunları etkili bir şekilde işlemenin gerçekten zor olmasıdır. Böylece birden fazla belirsiz etkisi olan olasılıklarla karşı karşıya kaldığınızda karar verme süreciniz kesintiye uğrar.

Karar vermek aynı zamanda bir ölçüde vazgeçmek anlamına da gelir. Sonuçta, bir alternatif seçtiğinizde diğer seçeneklerden vazgeçiyorsunuz. Ancak, belki pes etmeyi ve bırakmayı zor bulursunuz, bu nedenle felç edici bir kararsızlık yaşarsınız. Bunun nedeni, bazen kararların kaçırmak istemediğiniz sonuçları olmasıdır. Bu koşullar bir seçenek seçmeyi zorlaştırır ve bunu yapmak zaman alır.

Sizi kararsız hale getirebilecek başka önemli nedenler de var. Örneğin:

  • Güvensizlik. Ne yapmak istediğinizi biliyor olabilirsiniz ama kendinize güvenmeyerek, yeteneklerinizden şüphe ederek ve kim olduğunuz konusunda güvensizlik hissederek sonunda kendinizi bir karar vermekten alıkoymuş olursunuz.
  • Mükemmelliyetcilik. Mükemmel kararı verme takıntısı sizi kararsız hale getirebilir çünkü başarısız olmak veya kusurlu görünmek istemezsiniz. Bu genellikle hataların hoş görülmediği bir ailede yetiştirilmekten kaynaklanır.
  • Sorumluluk korkusu. Bazen karar vermekten kaçınırsınız çünkü işler ters giderse sorumlu olmak istemezsiniz. Sonuç olarak, kendi hayatınızın kontrolünü bıraktığınızı fark etmeden başkalarının sizin için karar vermesine izin veriyorsunuz.
  • Dış kontrol odağı. Hayatta size rehberlik edecek faktörlere güvenerek ‘kader’in, durumun veya başkalarının karar vermesine izin verirsiniz. Bu nedenle, karar vermekten kaçınırsınız çünkü seçiminizi bir şeye veya bir başkasına devrettiğiniz için seçiminiz üzerinde hiçbir kontrolünüz olmadığına inanırsınız.
  • Son derece hassas olmak. Son derece hassas insanlar büyük değişikliklerden muzdarip olma eğilimindedir.

Nasıl kararlar veriyorsunuz?

Süreç durma noktasına geldiğinde kararsızlık sorunları yaşarsınız ve şu aşamalardan birinde takılıp kalırsınız:

  • Durumsal farkındalık. Karar vermeniz gereken bir durumla karşı karşıyasınız.
  • Hedeflerin belirlenmesi. Kararınızla neyi başarmayı umduğunuzu ve hedefin sizin için ne kadar önemli olduğunu açıklamaya çalışıyorsunuz.
  • Bilgi Toplama: Daha fazla bilgi edinmek için araştırma sürecindesiniz.
  • Seçenekleri belirleme. Kullanabileceğiniz alternatifleri tanımaya çalışıyorsunuz.
  • Seçenekleri değerlendirmek. Kendi hedeflerinizi göz önünde bulundurarak artıları ve eksileri dengeliyorsunuz.
  • Tercih edilen seçeneğin seçilmesi. Kendi değerlendirmenize göre en iyi seçeneği seçmeye çalışıyorsunuz.

İşte kararsız kalmayı bırakmanıza yardımcı olacak bazı ipuçları.

1. Net hedefler belirleyin

Nereye gittiğinizi, ne istediğinizi veya hedeflerinizin ne olduğunu bilmediğiniz için kararsız olabilirsiniz. Ancak, nihai olarak ne istediğinizi bilmiyorsanız, hangi ortamın işinize yarayacağını, hangisinin yaramadığını ve hangi kararın en uygun hangisinin uygun olmadığını bilemezsiniz. Bu nedenle, hangi kararı hangi zamanda vereceğinizi bilmek için hedeflerinizi netleştirmelisiniz.

2. Suçluluğu bırakın

Kararsız olmayı bırakmak istiyorsanız, geçmiş kararlarınızın sonuçları hakkında suçluluk duymamayı öğrenmelisiniz. Bunun nedeni, başarısız olma ve tekrar suçlu hissetme korkusu, karar vermekten kaçınmanıza neden olabilir. Geçmişi değiştiremeyeceğinizi unutmayın. Bunun yerine, kontrol edebileceğiniz şeylere odaklanın ve kararlarınızla şimdi bir değişiklik yapın.

3. Güvensiz hissetmeyi bırakın

Kararsızlığınız, güvensizliğinizin açık bir işareti olabilir. Bu nedenle, kendinize olan güveniniz ve benlik saygınız üzerinde çalışmalısınız. Bir karar verirken hangilerinin sizi güvensiz hissettirdiğini anlamak için kusurlarınızı ve zayıf yönlerinizi gözlemlemeye çalışın.

4. Mükemmeliyetçiliğinizi düzenleyin

Mükemmeliyetçiyseniz, kararsız kalmanız muhtemeldir. Gerçekten de, aşırı dozda mükemmeliyetçilik, kararlarınızdan şüphe duymanıza veya güvenmemenize neden olabilir. Bu tutumun üstesinden gelmek için, durumunuza başka bir açıdan bakmaya çalışın ve yaptığınız şeyden bir adım geri atın.

5. Kendinize inanın

Kendinize olan güveninizi besleyin. Güven eksikliği, yeterli olmadığınız veya belirli bir görevde başarılı olmak için gerekenlere sahip olmadığınız gibi mantıksız bir inançla el ele gider. Kendinizi kabul etmeyi ve yeteneklerinize inanmayı öğrenin.

6. Toksik insanlardan uzak durun

Çevreniz kararlarınızı baltalıyorsa, kararsız bir insan olabilirsiniz. Daha da önemlisi, başkalarının görüşü sizin için önemliyse. Ancak, çevrenizdeki birçok kişinin toksik olabileceğini unutmayın, bu nedenle onların etkisini sınırlamak için adımlar atmanız gerekir.

7. Kendiniz için sorumluluk alın

Kararsız olmayı bırakmak için kendinize hata yapma fırsatı vermelisiniz. En iyi seçeneği seçmenin her zaman mümkün olmadığını unutmayın. Gerçekten de, zamanla, bazen en kötü kararı verdiğinizi anlayacaksınız. Aslında, onları çözmeden önce her zaman kabul etmeniz gereken belirli olaylar olacaktır.

Kararsızlıktan vazgeçmek kolay değil. Ancak, iyi haber şu ki, bu mümkün. Bir psikoloğa gitmek, kararsızlığınızın kaynağını belirlemenize yardımcı olacaktır. Bu çok önemlidir. Bununla birlikte, tüm değişikliklerin zaman ve ısrar gerektirdiğini unutmayın, bu nedenle beklediğiniz dönüşüm biraz zaman alıyorsa sabırsızlanmayın. 

“Yapmam gerekeni yaparım.” Bu sözleri pek çok kez duymuş olmanız muhtemel çünkü bu dünyanın en güçlü motivasyonlarından biri; görev. Bizi harekete geçirecek yegane söz. Kayıtsızlık ve uyuşukluk karşılayacağımız bir işi yapmaya zorlayan bir güçtür. Barışçıl lider Indira Gandhi’nin de dediği gibi “Karasızlık hapishanesinde mahkum olunamaz, çünkü zaten bütün kapılar açık bırakılmıştır.” Bu, daha sonradan psikolojik olarak da kanıtlanmış bir teoriyi akla getiriyor: Seçenekler ne kadar artarsa kararsızlık da o oranda artar. Bu karasızlık hali sizi istenmeyen durumlara sürükleyebilir. Unutmayın ki uzun vadede harekete geçmemek hiçbir zaman iyi bir seçenek değildir.

Gerçek Hayat Kararlarla Doludur

Bir gün eğitiminiz biter. Hayatınızın bir noktasında evlenir, çocuk yapar ya da belki yalnız yaşamayı tercih edersiniz. Arkadaşlar ve işler seçersiniz… Bütün bunlar hayatınızı şekillendiren kararlardır. Bundan şüpheniz varsa, verdiğiniz herhangi bir karar farklı olsa hayatınız şimdi nasıl olurdu diye bir düşünün. Ya da bu kararları sizin yerinize bir başkası almış olsa?

Karar verdikten sonra aklınızın kaynayan bir tencereye dönüştüğünü ve bütün baloncukların da diğer seçenekler olduğunu düşünün. Ya da bir psikoloji öğrencisi olduğunuzu varsayın. Bütün o eleştirel düşünme derslerinden sonra daha somut bir meslek seçmek aklınıza gelse ne olur? İşsizlik oranı daha düşük; daha yüksek maaşlı bir meslek?

Eğer başkalarının fikirlerinden etkileniyorsan, kendi fikrine yeterince güvenmiyorsundur. Napoleon Hill

Dünyada kendi eşsiz fikirlerine sahip 7 milyardan fazla insanın yaşadığını unutmayın. Elbette her hareketiniz bunca insanı aynı anda memnun edemez! Ve elbette yaptıklarınızdan memnun olup hoşlanacak insanlar da var. Bu yüzden, başkalarının ne düşündüğü sizi harekete geçmekten alıkoymasın. Meksikalı milyoner Carlos Slim şöyle özetliyor: “Başkaları için yaşamaya başladıysan, öldün demektir.”

Hata Yapma Korkusu

Robbins’e göre hatanın gerçek nedeni denememek. Yanlışlardan ders çıkarmadığınızda ve yeniden ayağa kalkmadığınızda asıl hata yapmış olursunuz. Ona göre gerçek hata: dikkat etmemek, öğrenmemek insana özgü pek çok eksiği göz ardı etmektir. “Hayata davranmazsan, o sana karşı davranır.” Robin Sharma

Kısacası, devamlı kararsız olmak Robbins için esas yapılan hata. Harekete geçmemek vasatlık, mutsuzluk ve korkuya sebep oluyor. Bazen kazanır bazen de kaybedersiniz. İşte ya da aşkta ters giden şeyler olması, her zaman böyle devam edeceği anlamına gelmez. Geçmişin geleceği etkilediği doğru ancak tek belirleyici değildir. Bahaneler üretmeyi bırakıp karar alın ve her şeyinizi ortaya koyup seçtiğinizin yoldan keyif almaya bakın.

“Ne karar vereceğimi bilmiyorum” cümlesi belki de özgüvensiz ve tereddüt yaşayan kimselerin en çok kullandığı kalıptır. Karar vermek, sonuçların sorumluluğunu almak demektir. Bu nedenle, bilhassa önemli konularda hafife alınmayan bir ödevdir. Aslında, hepimiz karar vermeyi biliriz. Gerçek şu ki karar verme becerilerimizden şüphe duyarız ve bu durum bizi adeta felç eder. Kendimizden emin olduğumuz müddetçe, karar vermek kolaydır. Fakat yaşamımız hakkında karar vermekten bizi alıkoyan tam da güvensizliğimiz ve korkularımızdır.

Özgüvensiz hissetmek kendimize yoğunlaşmamak demektir. Bunun yerine başkalarının kararımız hakkında ne düşündükleriyle ilgileniriz. Başkalarının beklentilerine dayandığımız sürece karar vermek zordur. Güvensizlik, içimizde büyür, kararsızlığımız ve korkularımız artar ve bu döngü, sonu gelmeksizin sürer gider ve bizi giderek tıkanmış ve hareketsiz hale getirir. Kendimizden emin olmak, özgüvene sahip olmayı gerektirir. Kendimizi tanımamız, güçlerimizin ve zayıflıklarımızın farkında olmamız gerek. Güvenli olmak, kendimizi tanımak ve hayata dair değer ve arzularımızın farkında olmaktır.

Bazen en küçük karar, hayatınızı sonsuza dek değiştirebilir.  Keri Russell

Birçok seçenekle karşı karşıya kaldığımızda öncelikle, kendimizle bağlantılı olmamız, kim olduğumuzu ve hayat vizyonumuzu bilmek önemlidir. Başkalarına ve onların ne düşünüp söylediklerine odaklanmamalıyız. İkinci olarak, her seçenek üzerinde dikkatle düşünmeliyiz, eksi ve artı yönlerini tartmalıyız. Bunu yapmanın en iyi yolu, her birinin önemlerine göre seçeneklerin eksi ve artı yönlerine puan vermektir. Mesela, 0 ve 5 arasında bir puanlama yapabilirsiniz. Böylece her düzey için nedenlerin önemini karşılaştırabilir ve hangisinin bizim için en faydalı olduğunu anlayabiliriz. Bu nedenle, her özelliği içten bir şekilde değerlendirmek önemlidir. Ayrıca bu değerlendirmeyi yaparken başkalarının değil kendi ilgilendiğimiz şeylere yoğunlaşmalıyız, çünkü kararı verecek olanlar onlar değil biziz.

Özellikler ve nedenler, eksi ve artı yönlerine göre değerlendirildikten sonra sonuca güvenmelisiniz. Bu şekilde, karar başarıya ulaşacaktır. Bundan sonra yapılacak tek şey başkalarına söylemektir. Böylece son derece değerli olan ve verdiğimiz karardan kaynaklanan nedenlerimizi dışa vururuz. Bundan sonra verdiğimiz kararı uygulamak için hayatımızı bu yönde ilerletmemiz ve bu noktaya ulaşmamızın nedenlerini hatırlamamız gerek.

Hayatta yaşadığımız değişimlerden önce korkular ortaya çıkar ve bu kararın uygun olup olmadığı konusunda bizi şüpheye düşürür. Hata yapabiliriz fakat yaptığımız hatalar sayesinde hayata dair değerli dersler alırız. Yaşamak, bizi neyin beklediğini bilmeden körü körüne yürümek demektir. Dolayısıyla, nedenlerimizi gözden geçirdiğimizde, korkularımızı aşıp onlarla yüzleşerek ilerlemeye karar vermeye değecektir. Çoğu zaman, en kötü seçenek, karar vermemektir. Hareketsiz kalmak, değişime izin vermemek, bizi yolumuzdan alıkoyar. Bunun sonucu genelde diğer seçeneklerin sonuçlarından çok daha kötü olacaktır. Cesaret sahibi kimse, korkularını yenen kişidir; hiç korkusu olmayan değil.

“Aşırı hassas olduğumu, her şeyi çok kişisel aldığımı ve başıma gelenleri abartmaya meyilli olduğumu söylüyorlar.” Bu size tanıdık geliyor mu? Aslına bakarsanız, içsel evrenlerimizde hepimiz duygularımıza karşı duyarlıyız. Ancak, bazılarımızın hissettiklerini ele almasının farklı bir yolu var. İnsanlar aşırı hassas olduğunuzu söylüyorsa, muhtemelen duygularınızı bastırmıyorsunuzdur, onları hiçbir filtre kullanmadan açıkça ifade ediyorsunuzdur. Aslında, insanı tanımlayan tüm duygu yelpazesini daha derin bir şekilde deneyimlersiniz. Bu, bazen kararsız hale geldiğiniz anlamına gelir. Örneğin, mutlu anlarda üzüntü ve ıstırap unsurları hissedebilirsiniz. Bu size benziyor mu? Eğer öyleyse, bu psiko-duygusal profille özdeşleşmenizde bir sakınca var mı? Cevap hayır. Ancak, alışılmış ve ‘normallik’ tanımına neredeyse takıntılı bir dünyada yaşıyoruz. Bu nedenle, yoğun duygulara sahip bir kişilikseniz, tahmin edilemez ve kontrol edilmesi veya anlaşılması zor biri olarak görülme eğiliminde olabilirsiniz. Aslında insanlar sizi anlamıyor.

İnsanlar size aşırı hassas biri olduğunuzu söylerlerse, kendinizi bu konuda oldukça sinirli ve gergin hissedebilirsiniz. Aslında, başkalarına etiket yapıştırmayı seven birçok insan var. Ayrıca toplumumuz, duygularını açıkça ifade edenleri veya herhangi bir olaya daha duyarlı tepki verenleri kabul etmiyor ve anlamıyor. Bu insanlar sizi sadece anlaşılması değil, aynı zamanda eğitilmesi de zor olan nadir bir kuş olarak görüyorlar. Sizi öngörülemeyen, aşırı tutkulu ve kendini kısıtlamaya alışmış bir dünyada konformist olmayan bir canlılık sergileyen biri olarak görüyorlar. Sizin gizli olduğunuzu düşünüyorlar. Bununla birlikte, herhangi bir ‘farklı’ kişilik türünü tehdit edici olarak görme eğilimindeler.

Aşırı hassas kişilik, yüksek duyarlılık ve diğer özelliklerle ilişkilidir. Aslında, Tennessee’deki Vanderbilt Üniversitesi ve Massachusetts Hastanesi, birkaç yıl önce konuyla ilgili bir çalışma yayınladı. Tespit için bir ölçek geliştirilmiştir. Duygusal derinlik ve tutku. İster olumlu ister olumsuz olsun, her duyguyu yoğun bir şekilde yaşarsınız. Ayrıca yaptığınız işe son derece bağlı ve tutkulusunuz. Yüksek empati ve duyarlılık. Hem duygusal hem de fizyolojik olarak yüksek hassasiyet özelliğine sahipsiniz. Bu, belirli seslerden, kokulardan ve yoğun ışıklardan etkilenme eğiliminde olduğunuz anlamına gelir. Yüksek algı ve gözlem. Ayrıca son derece sezgiselsiniz. Kişilik yapınız dışa dönüklük ile ilişkilidir. Son derece yaratıcı ve dinamiksiniz. Aktifsiniz ve bulunduğunuz ortamla bağlantı kurmanız gerekiyor. Varoluşsal krizler yaşama eğiliminiz var. Örneğin, toplum, ilişkiler, hayatın anlamı gibi gerçekliğin birçok yönünü sorgularsınız. Duygusal kararsızlık. Genellikle hem olumlu hem de olumsuz düşünceler ve/veya duygular yaşarsınız.

Aslında, dikkat çekmeyen davranış türlerine uymakta hepimiz zorlanırız. Buna göre yoğun bir kişiliğe sahipseniz sosyal ilişkilerinizde mutlaka iniş çıkışlar yaşarsınız. Dinamiksiniz ve büyük entelektüel uyarıma ihtiyacınız var. Bu, herkesin size ayak uyduramayacağı anlamına gelir. “Fazla hiperaktif, tutkulu, değişken” olarak görülüyorsunuz… Ayrıca, büyük empatiniz ve duygusal derinliğiniz göz önüne alındığında, duygusal ilişkilerinizde sıklıkla problemler yaşıyorsunuz. Aslında, her zaman olması gerektiği kadar sevildiğinizi hissetmiyorsunuz. Ayrıca eleştiriye karşı son derece hassassınız ve sık sık hayal kırıklığına uğrarsınız.

Duygusal olarak yoğunsanız, coşku yaşarsınız. Bu, sanattan, işinizden, arkadaşlıklarınızdan veya aşktan zevk aldığınızda deneyimlediğiniz ezici bir duygudur. Hayattan keyif almanın coşkulu bir yolu olsa da çoğu zaman başkaları için endişe verici veya korkutucu olabilir.

Yoğun duygulara sahip aşırı hassas bir insan olduğunuzun söylenmesi sorunun özü değildir. Çünkü başkalarının sizin hakkınızda ne düşündüğü hiç önemli değil. Sonuçta, onu otantik, yoğun ve tutkulu bir şekilde deneyimlemezseniz hayat nedir? Bir şey daha var. Yoğun duygusal kimliğinizin hassasiyeti, uyum sağlamanızı, tatmin edici sosyal ilişkiler sürdürmenizi ve dünyanın adaletsizliklerine karşı bağışık olmanızı genellikle zorlaştırır. Ek olarak, özellikle üzüntü, hayal kırıklığı, çelişki veya ıstıraba yol açabilecekleri zaman duygularınızı düzenlemekte zorlanabilirsiniz. Yeteneklerinizden en iyi şekilde nasıl yararlanacağınızı öğrenmeniz gerekiyor. Bunu, duygularınızı yönetmek için belirli beceriler geliştirerek yapabilirsiniz. Ayrıca, insanlarla ve hayatın kendisiyle ilgili beklentilerinizi ayarlamalı ve daha gerçekçi olmalısınız. Çünkü kanatlarla doğdunuz ama bazen çok yükseğe uçuyorsunuz ve görüş alanınızı kaybediyorsunuz.

Gerginlik, endişe, üzüntü, hayal kırıklığı… Bazen, size ait olmayan tüm bu ağır duyguları eve getirirsiniz. Kendinizi başkalarının sorunlarıyla dolu bir sırt çantası taşırken bulabilirsiniz. Bu psikolojik olarak yorucu olabilir. Aşırı derecede empatik iseniz, bu her gün başınıza gelebilir. Hatta duygusal bir sünger bile olabilirsiniz. Muhtemelen fazla empatik olduğunuzu düşünebilirsiniz. Başkalarının yerine geçmeyi ve onların gerçeklerini deneyimlemeyi kolay bulan insanlardan birisiniz. Bununla birlikte, duygusal bir sünger olduğunuzda, karışıma eklenen başka bir unsur daha vardır: aşırı duyarlılık. Bazı insanlar son derece empatiktir ve bununla iyi başa çıkabilir. Ancak, duygularla başa çıkmakta zorlanan ve çevrenize karşı oldukça hassas olan insanlardan biri olabilirsiniz. Aslında, stresli bir çalışma ortamına girmek bile sizi etkileyebilir. Bu profile uyuyorsanız, muhtemelen duygusal bir süngersiniz ve bu durumda aşırı duyarlılık belirtileri de göstereceksiniz. Bu özellik çocuklukta kendini gösterir. Aslında, muhtemelen kendinizi zaman içinde bir stres ve endişe birikiminden etkilenmiş olarak bulmuşsunuzdur. Başkalarının duygularının sizi etkilediği gerçeği, kendinizi duygusal bir sünger olarak etiketlemek için yeterli değildir. Bu kategoriye girmek için, kendinizi onların duygularını yaşayacak kadar başkalarının yerine koymanız gerekir. Bu genellikle diğer semptomların yanı sıra yorgunluk, baş ağrısı ve uykusuzluğa neden olur.

Indiana Üniversitesinden Dr. Davis Mark, empatinin geniş bir yelpazede yer aldığını öne süren çalışmalar yaptı. Aslında, insanlar bu özel yetenekte değişen seviyelerde yetkinliklere sahiptir. En yüksek empati düzeyine sahip insanlar da aşırı duyarlılık sergilediklerinde, duygusal süngerler olarak sınıflandırılırlar. Bu, bu profile uyarsanız acı çekmeye mahkum olduğunuz anlamına mı geliyor? Şart değil. Ancak, bu tür bir kişiliğin, herhangi bir duygusal uyarana karşı daha duyarlı olduğunuzu gösterdiği gerçeğini yadsıyamayız. Ayrıca, karmaşık olabilir ve neredeyse her zaman psikolojik düzeyde stres ve kaygı açısından belirli bir dereceye kadar zarar verir. Ancak, bu sorunu yönetebilirsiniz.

Duygusal süngerler, bulundukları ortamdaki olumsuzlukları yoğun bir şekilde emer ve somatize eder

Yukarıda bahsettiğimiz gibi, en empatik ve aşırı duyarlı insanlar, çevrelerindeki uyaranları daha yoğun bir şekilde işlerler. Ayrıca, hem kendilerinin hem de başkalarının duygularını somatize etme eğilimindedirler.

Bu kategoriye giriyorsanız, işyerinde bazen kaygı bozukluklarına yol açan daha şiddetli psikolojik yorgunluk yaşarsınız. Ayrıca, bir noktada, muhtemelen merhamet yorgunluğundan ve hatta tükenmişlikten muzdarip olacaksınız.

Aslında, duygusal bir süngerseniz, sadece zor bir dönemden geçen biriyle konuşuyor olsanız bile, bunu stresli bir şekilde işleme eğiliminde olursunuz. Çünkü, başkalarının mutluluğuyla bağlantı kurarken, onların olumsuz duyguları gerçekten size zarar verir.

Duygusal bir süngerseniz, aşağıdaki özelliklerin en az yüzde 60’ını sergileyeceksiniz.

  • Çevrenize çok duyarlısınız. Her şey sizi etkiler.
  • Empati yeteneğiniz yüksek.
  • Duygularınızı yönetmekte zorlanıyorsunuz.
  • Düşüncelisiniz.
  • Küçük de olsa her durumu analiz etme eğiliminiz var. Örneğin, kafanızda yaptığınız konuşmaları veya eylemleri ve verdiğiniz kararları tekrar tekrar gözden geçireceksiniz.
  • Kendinizden çok fazla şey talep etme eğilimindesiniz.
  • Bilgileri çok kişisel bir şekilde işlersiniz. Örneğin, yakın çevrenizde bir şey olursa, bunun sizinle bir ilgisi olup olmadığını kendinize sorgularsınız.
  • Eleştiriye karşı hassassınız.
  • Sanatlara (müzik, resim, ve benzerleri) değer veriyorsunuz.
  • Olumsuz haberler sizi ciddi şekilde etkiler.

Bunun sonucunda, bazı zihinsel sağlık sorunları yaşamanız muhtemeldir. Bu nedenle, günlük yaşamınızda bazı temel hayatta kalma stratejilerini uygulamayı bir öncelik haline getirmelisiniz:

Reaktif empatiden reaktif olmayan empatiye geçin. Başkalarına harcadığınız enerjinin bir kısmını kendinize yönlendirmeye çalışın. Kendinize şefkatle davranın. Kendinize neye ihtiyacınız olduğunu sorun ve bunu kendinize verin. Ayrıca kendinizi korumak için sınırlar belirlemeniz gerekir. Herkese yardım edemeyeceğinizi anlayın.
İş yerinde ekpati alıştırması yapın. Bu kavram empatinin tam tersi değildir, ancak onun tamamlayıcısıdır. Kendinizi korumak için stratejik bir denge geliştirmek anlamına gelir. Aslında, ekpati, başkalarıyla daha sağlıklı bir şekilde etkileşim kurmanızı sağlayan zihinsel bir kaynaktır. Başka bir deyişle, başkalarının duygularına tamamen kapılmazsınız.
Günlük duygularınızın yönetimi. Günlük yaşamınızda hem kendi duygularınızın, hem de başkalarının duygularının etkisini nasıl azaltacağınızı öğrenmeniz gerekir. Gerçekten de, duygusal yoğunluğu nasıl tanımlayacağınızı, anlayacağınızı ve azaltacağınızı bilmek sizi daha iyi bir yaşam biçimine götürecektir.

Son olarak, bunalmış hissediyorsanız profesyonel yardım almanız gerektiğini unutmayın. Merhamet yorgunluğu gibi durumların ciddi yansımaları olabilir. Ancak profesyonel yardım, becerilerinizi daha olumlu bir şekilde yönlendirmenizi ve kullanmanızı sağlayacaktır.

Empati kuramıyorsanız ve etkili ilişkilere sahip değilseniz, o zaman ne kadar zeki olursanız olun, çok uzağa gidemeyeceksiniz. Daniel Goleman

Empatik beyin, diğer insanların duygu ve ihtiyaçlarını bilmemize yardımcı olmaktadır. Bu, sosyalleşmemizin evrimsel sonucudur, bizi başkalarına bağlayan bir bağdır, böylece toplum içerisinde, uyum içinde yaşayabiliriz. Bu farkındalık, çatışmaları çözmemize ve hayatta kalmamızı garanti etmemize izin verir. Empati, refahımızı garanti eden (veya olması gereken) bir beceridir. Çok özel bir nedenden dolayı “olmalı” diyoruz. Çoğumuz empatinin insani eylemleri garanti etmediğini biliyoruz. İnsanlar başkalarının duygularını okuyabilir ve bu gerçekten harika. Bunun hakkında hiç şüphe yok. Kimin ıstırap çektiğini söyleyebiliriz, korkudan kurtulup, diğer insanların yüzlerindeki endişeyi görebiliriz. Ancak, kendimizi bir başkasının yerine koymak, mutlaka bir sonraki adımı garanti etmez. Her zaman yardım etmeye çalışmayız.

Bu nedenle, Christian Keysers (Hollanda Nörobilim Enstitüsünden) gibi iyi bilinen nörologların da ifade ettiği gibi, hala empatik beyin dediğimiz şey hakkında pek bir şey bilmiyoruz. Giacomo Rizzolatti’nin 90’ların sonlarındaki ayna nöronlarının keşfi, insanın evrimin başka bir evresine ulaştığına bir an için de olsa bizi inandırdı. Birçok insan bizi homo empathicus olarak vaftiz etmek istedi. Yine de davranışlarımız oldukça bireyseldir. Empati, başkalarıyla bağlantı kurmamıza ve diğer duyguları kendi içimizde hissetmemize olanak sağlar. Bu durum bize olağanüstü bir güç veriyor ve bunu biliyoruz. Bununla birlikte, buna rağmen, bu gücü tam potansiyeli ile kullanamıyoruz. Bazı bilim adamlarının işaret ettiği gibi, empati için gerçek bir bağlılığımız yok. Bunu hissetmek yeterli değil, aynı zamanda onu kullanmak da zorundayız.

Empatik Beyin ve Amacı. Ortega y Gasset, durumu en iyi şekilde ifade etti. Diğer insanlar olmadan, “öteki” olmadan, insanlar birbirlerini anlayamazlardı. Toplum kavramını da anlayamazlardı. Gasset, insanın, sosyal manada bir diğer insan ile ve aynı zamanda karşılıklı olarak dönüşümlü göründüğünü. Bu fikir, bir kelime oyunu gibi görünüyor, felsefenin ötesine geçen bir gerçeklik yaratıyor. Bu durum, psikoloji ve nörolojiyi de kapsayan bir kavramdır. Ayna nöronları, tıpkı Dr. Keysers’ın dediği gibi, medeniyet fikrimizi oluşturan şeydir. Bunu, diğer insanın farkında olarak yaptılar. Gözlemlediğimiz ve taklit ettiğimiz diğer kişi yani. Kendimizin yansımasını gördüğümüz diğer kişi. Empatik beyin bize sadece önümüzdeki kişinin bakış açısını anlamamıza izin vermekle kalmaz, ayrıca, niyetleri veya ihtiyaçları da öngörmemize yardımcı olur. Çünkü kendimizi başkalarına da yansıttığımızı görüyoruz. Beynimiz için “başka insanlar” de kendimizin birer uzantısıdır.

Kendinize empatinin gerçek amacının ne olduğunu soruyor olabilirsiniz. Bu soruya kesin bir cevap yoktur. Empatinin, diğer insanlarla önemli bir şekilde bağlantı kurmamızı sağlayan yetenek olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte, Vilayunur Ramachandran gibi iyi bilinen davranışçı nörologlar, empatinin amacının başkalarında her zaman iyi yönlü olmadığına işaret etmektedir. İnsanoğlu her zaman insani yardım eylemine yardım etmeyi veya yardım almayı tercih etmez. Çünkü empati, sempati ile eş anlamlı değildir. Çoğu zaman, birçok sosyal durumda olduğu gibi, başka çıkarlarımız var.

Başkalarının bakış açısıyla hayata bakabilmek, güçlü bir özelliktir. Dünyayı diğer insanların gözünden görmek güçlü bir silahtır. Bu, örneğin, önünüzdeki kişinin kötü niyetleri varsa, size tam olarak o durumu anlatabileceğiniz zihinsel haritalar oluşturabileceğiniz anlamına gelir. Dahası, diğer insanların tepkilerini bile tahmin edebiliriz. İnsanları manipüle etmek için zayıf yanlarımızı, lehimize kullanabiliriz. Kendi çıkarlarımız için başkalarının duygularıyla oynama kapasitesine sahibiz.

Doktor Ramachandran, bize ayna nöronları ile, türlerimizin inanılmaz bir genetik sıçrama yaptığı anlamına geldiğini hatırlatır. Diğer hayvanların da empatik yetenekleri olduğu doğrudur. Bununla birlikte, insanlarda, bu uzman hücreler inanılmaz bir ilerleme anlamına gelir. Kültür, toplum ve uygarlığın doğuşunu temsil ederler. Farkındalığımız büyüdü, düşüncelerimiz daha da soyut bir hal aldı ve birbirimizle olan ilişkilerimiz daha sofistike hale geldi. Zalim ve şiddetli zamanlardı evet ama, aynı zamanda daha fazla insaniydi. İyiliği, düzeni ve dengeyi geliştirmeye yöneldik. Empatik beyin, sosyal ilişkilerimizin ve öğrenmemizin özüdür. Uygun bir yönde, azar azar hareket etmemizi sağlar.

Her insan farklı düzeylerde empati gösterir. Ayna nöronları tüm insanlarda aynı şekilde çalışmaz. Her şey sosyal etkileşiminizi ve problemleri çözme yeteneğinizi etkiler. Ayrıca başkalarıyla ne kadar iyi geçiniyorsunuz, onu da etkiler. Aslında, bazı bilim insanları ayna nöronlarının evrim geçirdiğini ve güçlerinin her nesil ile ilerleyeceğine işaret ediyorlar. Kim bilir, belki bir gün bu nöronlar gerçekten barışa ulaşmamıza yardımcı olur. Belki daha uyumlu, dengeli ve saygılı bir toplumu kurmamıza yardımcı olurlar.

Valeria Sabater

Zihin Teorisi kendi zihninizle başkalarının zihnini ayırt edebilme yeteneğidir. Başkalarının davranışlarını, onlara atfettiğiniz ruhsal durum aracılığıyla yorumlar ve tahmin ederiz. Burada ruhsal durumdan kasıt bir kişinin düşünceleri, hisleri, inançları, istekleri v.b. olabilir. Şu örneği düşünün, diyelim ki pencereden dışarıya bakıyorsunuz ve komşunuzun evinden çıktığını gördünüz. Komşunuz birkaç adım ilerledikten sonra ceplerini yokladı, geri döndü ve eve tekrar girdi. Büyük ihtimale bu davranışı anlamakta zorluk çekmezsiniz – belli ki evde bir şey unuttu. Bunun nedeni onun beynine girip davranışını yorumlayabilmeniz. Psikolojide, bu yetenek zihin teorisi olarak bilinen şemsiyenin altında yer alır

Zihin teorisi, insanları, kavramlara dayanarak gerçek hakkında sezgisel teoriler üreten canlılar olarak gören konstrüktivizm (oluşturmacılık) anlayışına dayanır. Bu, zihin teorisinin temelinde beyin hakkındaki tüm fikirlerin ve düşüncelerin büyük bir kavramsal sistem oluşturduğu inancının yattığı anlamına gelir. Kavramsal sistem, net bir tanımı olmayan, ilişkili kavramlar ağının oluşturduğu bir şeydir. Bu kavramsal sistem hakkında anlamamız gereken iki temel nokta vardır:

  • Yorumsaldır – ruh durumunu temsil etmek ve bu bilgi etrafında bir gerçeklik inşa etmek için kavramları kullanırız.
  • Çıkarımsaldır – kavramlar arasındaki mantıklı ilişki, sebep ve sonuç aracılığıyla gelecekteki davranışları açıklamamızı ve tahmin etmemizi sağlar.

Bu yüzden, zihin teorisini, kavramsal sistemlerin ve çıkarımların desteğiyle, davranışları yöneten, yorumlayan ve tahmin eden bir bilişsel sistem olarak tanımlayabiliriz. Bu tanım zihnin algı ve davranış arasında bir aracı olduğunu ifade eder. Eğer kendi zihninizde başkasının davranışını canlandırırsanız, onun davranışının anlamını çözebilirsiniz.

Zihin davranışa vasıta olur

Ancak bu şu sorunun akla gelmesine sebep oluyor, nasıl oluyor da zihin algı ve davranış arasında aracılık edebiliyor ve biz nasıl başka insanların zihninde olup bitenlerle ilgili çıkarımlar yapabiliyoruz? Başka insanların yalnızca düşüncelerini sezerek onların davranışlarını nasıl ettiğimizi açıklayabilmek için bu soruları cevaplamak önemli. Psikolog Riviére ve ekibi bunu açıklamak için nedensel bir teori geliştirdi.

Riviére’ye göre her şey, gerçeklik hakkında inançlar oluşturduğumuz algı ile başlıyor. Algı, eğitimsel ve biyolojik geçmişimize eklendiğinde ortaya arzular çıkıyor. Bu arzular, onları hayata geçirmemizi sağlamak için niyetlerimizi değiştirmemize sebep oluyorlar. İnançlar ve arzular arasındaki bu etkileşim, arzularımızı gerçekleştirme amacıyla yaptığımız bir dizi davranışın ortaya çıkmasını sağlıyor. 

Bu teoriyle ilgili sorun davranış denilen realiteyi açıklamak için fazla basit görünmesi. Ancak, aslında ne olduğunu değil de beyinin nasıl akıl yürüttüğünü anlamaya çalıştığımız için illa ki bilimsel bakış açısıyla değerlendirmek zorunda değilsiniz. Öyle görünüyor ki beyin, bireyin kendisinin ve başkalarının davranışlarını tahmin etmek ve yorumlamak için bu teoriyi kullanıyor. Tam bir kesinlik arz etmeyebilir, zaman zaman başarısız gibi görülebilir ancak çoğunluğu doğru olan bir kısayol.

Zihin teorisi nasıl gelişir?
Zihin teorisiyle doğmadık ancak ona hazır bir potansiyelle doğduk. Beyinde kurulu olarak geliyor ancak tamamen işlevsel olabilmesi için kritik gelişim dönemlerinde doğru bir şekilde uyarılmaya ihtiyacı var. Genellikle 4-5 yaş aralığında, çocuklar yanlış-inanç problemini (false-belief task) çözmeye başladıklarında gelişiyor. O zamana kadar gelişmiyor çünkü öncelikle çocuğun iki önemli kavramı anlayabilecek şekilde yeteneklerinin gelişmiş olması gerekiyor:

  1. Arzular ve inançlar – çocuk bir kişinin davranışlarının kendi arzuları ve inançları tarafından idare edildiğini anlamalı. İnançların yanlış olabileceğini, arzuların hayata gerçekleştirilemeyebileceğini öğrenmeliler.
  2. İnsanlar objektif gerçekliğe subjektif bir açıdan bakarlar – çocuk davranışın, gerçeğin subjektif değerlendirmesiyle idare edildiğini anlamalı. Böylece yanlış inançların varlığını anlayıp onlar için sebepler üretebilecekler.

Zihin teorisi çok gelişmiş olsa da, pasif bir süreç haline dönüşmüyor. Empati de dahil, diğer pek çok yeteneğin gelişmesini etkileyen bir yetenek. Çocuk inançları ve başka insanların arzularını anlamaya başladığında, kendini onların yerine koymaya da başlayabilir.

Alejandro Sanfeliciano

Başkalarının Duygularını Kendinizinmiş Gibi Bilirsiniz. Bu empatın klasik, bir numaralı özelliğidir. Yakınınızdaki kişi ne hissederse hissetsin, hatta hislerini göstermediğini de düşünse, muhtemelen bunu hemen algılayacaksınız. Hatta bunun da ötesinde, duyguyu kendi duygunuz gibi hissedeceksiniz ve onu bir sünger gibi emeceksiniz. Bu sürecin nasıl işlediği bir tartışma konusu. Ancak yüksek düzeyde empatiye sahip olan insanların çok aktif ayna nöronlara sahip olduğunu biliyoruz. Bu nöronlar diğer insanlardaki duygusal ipuçlarını okuyorlar ve ne düşünüp ne hissediyor olabileceğini fark ediyorlar. Yani empatsanız, ifadelerdeki, beden dilindeki, ses tonundaki başka insanların kaçırdığı küçük değişimleri fark etme ihtimaliniz yüksek ve böylece kişinin ne hissettiğini hemen sezebilirsiniz. Aynı aktif ayna nöronlar hisleri kendi hisleriniz gibi yaşamanıza sebep olacaklardır. Bu güçlü bir hediye olmanın yanında bazen yorucu ve bitirici de olabilir.

Toplum İçinde Bazen Ani, Yoğun Duygular Yaşarsınız. Başkalarının duygularını sadece birebir sohbetlerde hissetmezsiniz. Çevrenizde başka insanlar varken herhangi bir uyarı vermeksizin her an başınıza gelebilir. Eğer bir empatsanız, toplum içine karışmak zorlu olabilir çünkü kendinizi bir anda yokluktan ortaya çıkan duygular ile dolmuş şekilde hissedebilirsiniz. Bu duygular aslında ortamda bulunan birisinden gelirler. Odanın Havası Sizin İçin Çok Önemlidir. Empatlar çevrelerindeki atmosfere veya hisse karşı çok hassastırlar. Huzur ve sakinlik ile çevrelendiklerinde güç kazanırlar çünkü bunları içlerinde hissederler. Bu nedenle güzel olan yerler empatlar için dönüştürücü güce sahip olabilirler. Bu sakin bir bahçe de olabilir, güzel bir yatak odası da olabilir, bir müzenin salonları da olabilir. Benzer şekilde kaotik, depresif ortamlar ise empatın enerjisini anında emerler.

İnsanların Nereden Geldiğini Anlarsınız

Empat uzmanı Dr. Judith Orloff, bunun empatların temel özelliği olduğunu ve başkalarının duygularını algılamaktan bile daha önemli olduğunu belirtiyor. Çünkü empatlar duyguları bu kadar özümsememeyi öğrenebilirler ve hatta bazı empatlar nadiren tüm duyguları algılarlar. Ancak tüm empatlar içgüdüsel olarak zorlandıkları zamanlarda bile birisinin neyi ifade etmeye çalıştığını anlayabilirler.

Neticede empati, temel olarak başkalarını anlama ve onlarla bağ kurmaktır. Bunun anlamı ise insanların nereden geldiğini anlamaktır.

TV’deki Trajik ve Şiddetli Olaylar Sizi Güçsüz Düşürebilirler .Eğer empatsanız, korkunç bir olayı tam olarak varlığınızda hissetmeniz için illa ki sizin başınıza gelmesi gerekmez. Binlerce kilometre uzakta olsanız bile olayın acısı veya kayıplarını yaşarsınız. Hatta uydurma bir hikayedeki duygular bile sizi etkilerler. Bu deneyim bazen çok yorucu olabilir. Empatlar, yüksek hassasiyetli insanlar gibi şiddet görüntüleri veya insan trajedilerini izlediklerinde sorunlar yaşarlar.

İnsanlar Üzerinde Sakinleştirici Etkiniz Vardır. Bu bir gerçek. İnsanlar empatlara tavsiye için danışırken aynı zamanda onların varlığında daha huzurlu hissederler. Hatta insanlar zorlu zamanlarda istemeseler bile empatik arkadaşlarını ararlar. Bu geliştirebileceğiniz bir şey ve insanları iyileştirmek için kullanabilirsiniz. Geçmişten gelen duygusal yüklerini aşmaları ve sağlıksız düşünceleri bırakmaları için onlara yardımcı olabilirsiniz. Fakat empati ve hassasiyetinizi gizlerseniz bunu yapamazsınız. Fark yaratmak için bu hediyenizi benimsemeniz gerekl

İnsanların Sadece Duygularını Değil, Fiziksel Hastalıklarını da Hissedebilirsiniz

Birisi hastalandığında ya da sakatlandığında, onun hastalığını kendi hastalığınız gibi hissedebilirsiniz. Bu sadece onlar için sempati ve endişe göstermek anlamına gelmiyor. Ağrı, nefes darlığı, tatsızlık gibi fiziksel hisleriniz onlarla aynı bölgelerde ortaya çıkabilir. Sanki empatik beyniniz sadece o kişinin yaşadıklarını taklit etmiyor, fiziksel olarak onları bedeninize yansıtıyor gibidir. Bu rahatsız edici, hatta zorlayıcı olabilir. Empatların sahip olduklarına sevindikleri hediyelerden de birisi muhtemelen değil. Empatların iyi bakıcılar olmalarının sebeplerinden de birisidir. Bu yetenek olmaksızın acı çeken birisiyle gerçek bir bağ kuramazlardı ve onları rahatlatacak şeyin ne olduğunu fark edemezlerdi. Empatların hemşire, doktor, yaşlı bakımı veya iyileştirici rollerini üstlenmeleri sürpriz değil. Eğer herkesin acısını hissedebiliyorsanız, bunun hakkında bir şey yapmak istememek şaşırtıcı olurdu.

Yakın İlişkilerde Şaşkına Dönebilirsiniz.

İlişkiler herkes için zorlu olabilirler. Fakat herkesin en küçük ruh hali değişimini, sinirliliğini ve hatta yalanlarını hissedebilmenin ne kadar zorlu olduğunu hayal edebilirsiniz. Pozitif duygular da çok yorucu olabilirler ve ilişki sizi çevreliyor gibi olabilir.

Fakat bundan daha fazlası var. Birlikte yaşamaya başladığınızda, paylaşılan ortam bir güçlük yaratabilir. Birlikte yaşadığı insanın enerjisi empat için daima mevcuttur ve bu bir işgal gibi bile hissettirebilir. Empatlar evlerini duygusal hislerin sürekli talebinden uzakta bir mabet olarak görürler ve bir partner bunu değiştirir.

Yardım Etmeksizin Acıları Hissedemezsiniz. İhtiyacı olan birisinin yanından onun için ne yapabileceğinizi merak etmeden geçebilir misiniz? Yapacağınız işler olduğu için başkalarına dair endişelerinizi devre dışı bırakmakta zorlanıyor musunuz? Eğer cevabınız evet ise, aceleniz olduğunda bile başkalarına önem veriyorsanız, empat olma ihtimaliniz yüksek. Bu yüzden empatlar insanlığın önemli bir değeri durumundalar. Bir empat için insanlar çevrelerindeki en önemli şeydir ve başkalarının ihtiyaçlarına tepki vermemek imkansızdır. Empatın iyileştirici gücü bundan gelir ve buna dünyamızda daha fazla ihtiyaç var.

Uzman Klinik Psikolog Diana Güler

Son derece hassas bir kişi dünyayı diğerlerinden farklı deneyimler. Doğdukları biyolojik bir farklılık nedeniyle, son derece hassas insanlar inceliklerin daha fazla farkındadır ve bilgiyi derinlemesine işlerler. Bu, yaratıcı ve anlayışlı olma eğiliminde oldukları anlamına gelir, ancak aynı zamanda strese ve bunalmaya diğerlerinden daha yatkın oldukları anlamına da gelir. “Çok hassas kişi” terimi, beyinleri duygular, düşünceler ve duyusal girdiler de dahil olmak üzere tüm bilgileri çok derinden işleyen bir grup insanı tanımlamak için oluşturulmuş bir terimdir. Bu onları diğer insanlara göre fiziksel ve duygusal olarak daha hassas hale getirir. Yüksek duyarlılık, normal, sağlıklı bir kişilik özelliği olarak kabul edilir, ancak – tüm kişilik özellikleri gibi – kendi avantajları ve dezavantajları vardır. Aynı özellik “Duyusal İşleme Duyarlılığı”, “Çevresel Duyarlılık” ve “Farklı Duyarlılık” olarak da adlandırılır.

Fazla hassas kişiler genellikle olumsuz olarak “çok hassas” olarak tanımlanır. Ama fazla hassas olmak kötü bir şey değildir. Herhangi bir kişilik özelliği gibi, zorluklarla birlikte birçok güçlü yönü de beraberinde getirir. Örneğin, son derece hassas insanlar yaratıcılık, empati ve başkalarının gözden kaçırdığı şeyleri fark etme veya başkalarının görmediği bağlantıları kurma yeteneğine sahip olma eğilimindedir. Aslında, yüksek hassasiyet üstün zekalılıkla bağlantılı kabul edilir. Bu hediyelerin takası, hassas zihnin kolayca aşırı çalışabilmesidir, bu da fazla hassas insanları aşırı uyarılmaya veya duygusal olarak aşırı yüklenmeye meyilli hale getirir. Yüksek hassasiyet tamamen normal olsa da – yani, bu bir teşhis veya bozukluk değildir – genellikle yanlış anlaşılır, çünkü bu kişiler toplumda azınlıktadır. Son araştırmalar, insanların kabaca yüzde 30’unun oldukça hassas olduğunu gösteriyor – 3’te 1’den az – ve bazı araştırmacılar bu sayıyı yüzde 15 ila 20’ye kadar düşürüyor. Her iki durumda da son derece hassas insanlar, belki de kültürümüz duyarlılığa değer vermediği ve hassas yönümüzü gizlememizi söylediği için, genellikle kendilerini nadir veya “yalnız” gibi hissederler.

Duyarlılık, herkesin sahip olduğu bir kişilik özelliğidir, ancak bazı insanlar diğerlerinden daha hassastır. Bu, bazı insanların “düşük duyarlı”, bazılarının “yüksek duyarlı” olduğu ve insanların çoğunluğunun ortada bir yerde bulunduğu anlamına gelir. Ne kadar hassas olduğunuz, kısmen genlerinize, kısmen de yetiştirilme tarzınıza bağlıdır. Genleriniz, temel hassasiyet seviyenizi belirler, yani çok hassas bir insansanız, muhtemelen bu şekilde doğmuşsunuzdur ancak yaşam deneyimleriniz de bu özellikler üzerinde etkilidir.

Son derece hassas bir kişi dünyayı diğerlerinden farklı deneyimler. Doğdukları biyolojik bir farklılık nedeniyle, son derece hassas insanlar inceliklerin daha fazla farkındadır ve bilgiyi derinlemesine işlerler. Bu, yaratıcı ve anlayışlı olma eğiliminde oldukları anlamına gelir, ancak aynı zamanda strese ve bunalmaya diğerlerinden daha yatkın oldukları anlamına da gelir. “Çok hassas kişi” terimi, beyinleri duygular, düşünceler ve duyusal girdiler de dahil olmak üzere tüm bilgileri çok derinden işleyen bir grup insanı tanımlamak için oluşturulmuş bir terimdir. Bu onları diğer insanlara göre fiziksel ve duygusal olarak daha hassas hale getirir. Yüksek duyarlılık, normal, sağlıklı bir kişilik özelliği olarak kabul edilir, ancak – tüm kişilik özellikleri gibi – kendi avantajları ve dezavantajları vardır. Aynı özellik “Duyusal İşleme Duyarlılığı”, “Çevresel Duyarlılık” ve “Farklı Duyarlılık” olarak da adlandırılır.

Son derece hassas beyinde de derin farklılıklar vardır. Son derece hassas bir insansanız, empati, duygu ve sosyal ipuçlarını okuma ile ilgili alanlarda ve ayrıca beynin “bilinç yeri” olarak bilinen kısmında, özellikle sosyal ortamdayken muhtemelen daha fazla aktiviteye sahip olursunuz. Bu, fazla hassas insanların son derece tetikte olduklarını ve etraflarındaki insanlara çok duyarlı olduklarını gösterir. Çok hassas insanlar diğerlerinden farklı davranmaya ve hayattan farklı şeyler istemeye eğilimlidirler. Genel olarak konuşursak, yavaş bir tempoyu tercih eder ve ince deneyimlerin tadını çıkarmak için zaman ayırmayı severler. Aşırı uyarılabilen biri için bu oldukça mantıklıdır: küçük zevkler ve daha yavaş bir program, onların ellerinden gelenin en iyisini yapmalarını sağlar, aşırı yüklenmeden hassas yeteneklerini ortaya çıkarır.

Fazla Hassas Olduğunuzu Nasıl Anlarsınız? Belki insanlar size rutin olarak “çok hassas” olduğunuzu veya “çok fazla düşündüğünüzü” söyler. Belki de gürültülü ortamlarda kolayca aşırı uyarılırsınız. Belki de bazı şeylerin sizi neden diğer insanlardan daha fazla rahatsız ettiğini merak ediyorsunuz. Bunlar, son derece hassas bir insan olabileceğinizin işaretlerinden sadece birkaçı. Ancak size yol gösterecek çok fazla işaret var…

Şiddet ve Zulmün Her Türlüsünden Nefret Ediyorsanız. Herkes şiddet ve zulümden nefret eder, ancak çok hassas insanlar için bunu görmek veya duymak son derece rahatsız edici olabilir. Çok korkutucu, kanlı veya şiddet içeren filmleri üzülmeden ve hatta fiziksel olarak hasta hissetmeden izleyemiyorsanız, fazla hassas olabilirsiniz. Benzer şekilde, hayvan zulmü veya benzeri vahşi eylemlerle ilgili bir haberi sindiremeyebilirsiniz ya da bunları görmekten kaçınabilirsiniz.

Diğer İnsanların Duygularını Özümsemekten Sık Sık Duygusal Olarak Yorgun Düşüyorsanız. Çok hassas insanlar mutlaka empati kurmasalar dahi diğer insanların duygularını “emme” eğilimindedir. Fazla hassas bir kişinin, bir odaya girmesi ve içindeki insanların ruh hallerini hemen hissetmesi alışılmadık bir şey değildir. Bunun nedeni, çok hassas kişilerin yüz ifadeleri, beden dili ve ses tonu gibi diğerlerinin gözden kaçırabileceği inceliklerin çok iyi farkında olmalarıdır. Bunu hassas kişinin doğal olarak yüksek empati düzeyiyle eşleştirdiğinizde kendilerine ait olmayan duygular hissetmeleri gayet doğal olur. Sonuç olarak, çok hassas insanlar sık sık duygusal tükenmeden mustarip olma eğilimindedir.

Zaman Baskısı Sizi Gerçekten Sarsıyorsa. Okulda, süreli sınavlar veya hız testleri sizi aşırı derecede endişelendirdiyse hem de bu endişe belki de normalde yaptığınız kadar iyi performans gösterememe noktasına kadar devam ettiyse fazla hassas olabilirsiniz. Bir yetişkin olarak, yapılacaklar listenizde çok fazla şey olduğunda ve bunları bitirmek için yeterli zamanınız olmadığında kendinizi çok stresli hissedersiniz. Fazla hassas kişiler stimülasyona daha duyarlıdır ve zaman baskısı istisna değildir.

Tek Başınıza Geçirdiğiniz Zaman Sizin İçin Önemliyse. İster içe dönük ister dışa dönük olun, tercihen tek başınıza olmak üzere bolca boş zamana ihtiyacınız vardır. Uzun bir günün sonunda, uyarılma seviyenizi düşürmek, duyularınızı yatıştırmak ve yeniden şarj olmak için kendinizi genellikle sessiz, karanlık bir odaya çekilirken bulursunuz. Ancak bu her zaman kötü bir şey değildir. Sosyal hayat dengesi sağlandığı sürece tek başına vakit geçirmek oldukça faydalı ve eğlenceli olabilir.

Giyiminize Fazlasıyla Önem Veriyorsanız

Ne giydiğinize karşı her zaman duyarlı olursunuz. Cızırtılı kumaşlar veya kısıtlayıcı giysiler – dar bir bel bandı veya külotlu çorap gibi pantolonlar – sizi gerçekten rahatsız eder. Tabii ki, fazla hassas olmayanlar da bu şeylerden hoşlanmayabilir, ancak fazla hassas bir kişi bunlardan tamamen kaçınmak için gardırobunu dikkatlice seçecektir. Ve fazla hassas bir kişi istemeden de olsa bunlardan birini giymek / kullanmak zorunda kalırsa, hissettiği rahatsızlık o gün yaşadığı tüm deneyimlerinin önemini azaltabilir.

Değişimle Baş Etmekte Zorlanıyorsanız

Fazla hassas kişiler rutinlerinde rahat ederler çünkü tanıdık olan, yepyeni bir şeyden çok daha az uyarıcıdır. Bu nedenle, hem olumlu hem de olumsuz değişimler fazla hassas kişileri gerçekten rahatsız edebilir. Örneğin, yeni biriyle tanışırken veya bir işte terfi alırken, fazla hassas kişiler çok mutlu oldukları kadar stresli de hissedebilirler. Genel olarak, bu kişilerin değişime uyum sağlamak için diğerlerinden daha fazla zamana ihtiyacı vardır.

Çevreniz Tarafından Yanlış Anlaşıldığınızı Düşünüyorsanız. Yüksek hassasiyet genellikle yanlış etiketlenir. Size “utangaç” veya “endişeli” denmiş olabilir ve belki de sizde bir sorun olduğu ima edilmiş olabilir. Benzer şekilde, birçok fazla hassas kişi içe dönük olarak etiketlenir, çünkü içe dönükler ve fazla hassas kişiler, çok fazla tek başına vakte ihtiyaç duyma gibi birçok özelliği paylaşır. Bununla birlikte, fazla hassas kişilerin büyük bir kısmı aslında dışa dönüktür.

Başkalarının Neyi Kaçırdığını Fark Ediyorsanız

Hiçbir toplantıdan ayrıldınız ve patronunuzun, iş arkadaşınızın “Ah, bunu fark etmedim” dediği aralıksız kalem vuruşları hakkında yorum yaptınız mı? Son derece hassas insanlar gürültüye, kaosa ve diğer dış uyaranlara derinden uyum sağlar ve bunları işler. Bu nedenle sizin için büyük bir sıkıntıya neden olabilen herhangi bir şey, fazla hassas olmayan bir kişi tarafından fark edilmeyebilir.

Ayrıntılarda Kaybolduğunuzu Hissediyorsanız

Fazla hassas kişilerin algıları son derece açıktır. Durumların özelliklerini kavrarlar ve en küçük değişiklikleri fark ederler. Bu ayrıntı yönelimi, birçok senaryoda olumlu bir özelliktir. Başkalarının beğenilerine, hoşlanmadıklarına ve tercihlerine karşı son derece uyumlu olursunuz ve bu kavrayış size anında dost ve müttefik kazandırabilir. Diğer yandan, dikkatli davranmazsanız titizliğiniz mükemmeliyetçiliğe dönüşebilir ve ayrıntılarda kaybolmanıza yol açabilir. 

Fazla hassas kişilerin algıları son derece açıktır. Durumların özelliklerini kavrarlar ve en küçük değişiklikleri fark ederler. Bu ayrıntı yönelimi, birçok senaryoda olumlu bir özelliktir. Başkalarının beğenilerine, hoşlanmadıklarına ve tercihlerine karşı son derece uyumlu olursunuz ve bu kavrayış size anında dost ve müttefik kazandırabilir. Diğer yandan, dikkatli davranmazsanız titizliğiniz mükemmeliyetçiliğe dönüşebilir ve ayrıntılarda kaybolmanıza yol açabilir. Fazla hassas kişiler durumlara daha güçlü tepki verme eğilimindedir. Bazen etrafınızdaki dünyadan neden bu kadar derinden etkilendiğinizi merak edebilirsiniz, diğerleri ise işleri kolayca görmezden gelebilir. Bu kişiler, çok hassas oldukları için kendilerinde bir sorun varmış gibi hissedebilirler. Sonuç olarak, birçok insan, yeteneklerini ve güçlü yanlarını inkar etmek için yıllarını harcar. Bu işaretlerle özdeşleşiyorsanız, çok hassas bir insansınız! Sizin için inşa edilmemiş bir dünyada son derece hassas bir insan olmak bunaltıcı gelebilir, ancak iyi haber şu ki; kendinizin farkında olduğunuz sürece tuzaklardan kaçınabilir ve hayatınızı daha iyi hale getirmek için rutininize kolay adımlar ekleyebilirsiniz. Bazen çok hassas insanlar için hayat bir mayın tarlası gibi gelebilir. Potansiyel tuzakların farkında olmak, ortaya çıktıklarında bunlarla başa çıkmak için zihinsel olarak hazırlanmanıza yardımcı olabilir. Fazla hassas insanlar için bazı potansiyel tuzaklar şunları içerir:

  • Telaşlı günler: Bütün gün bir şeyden diğerine koşmak en iyimiz için bile yorucu olabilir, ancak özellikle fazla hassas biriyseniz aşırı uyarılmış ve bunalmış hissetmenize neden olabilir.
  • Kişilerarası çatışma: Siz ve başka biri arasında çatışma çıktığında genellikle strese daha yatkın hissedersiniz.
  • Beklentiler ve kıyaslamalar: Çevrenizdeki insanların beklenti ve ihtiyaçlarını kolayca algılayıp, bunları kolayca içselleştirebilir ve karşılayamadığınız için kendinizi hırpalayabilirsiniz.
  • Başarısızlık: Hiç kimse başarısız olmayı sevmez, ancak bu sizin için sakatlayıcı gelebilir. Küçük hatalar için bile kendinizi hırpalayarak, kendinizden şüphe duyarak ve takıntılı düşüncelere eğilim göstererek kendinizi yorarsınız.

Kendi ihtiyaçlarınızın farkında olarak ve olası tuzaklara hazırlıklı olarak kendinize alan yaratabilirsiniz. Kendinizi bunaltıcı ve tuzaklardan yalıtmanıza yardımcı olacak bazı kolay püf noktaları:

  • Tuzaklardan kaçının: Yoğun bir günün sizi yorduğunu biliyorsanız, etkinlikler arasında dinlenmek için programınıza zaman ayırın. Kendinizi bunaltmamak için gün ve hafta boyunca çalışmaları ve etkinlikleri önceden planlayın.
  • Stresten kaçının: Korku filmleri gibi aşırı strese neden olan şeylerden veya duygusal enerjinizi her zaman tüketen iş arkadaşınızdan uzak durun.
  • Hayır deyin: Fazladan çalışma, ekstra planlar veya kendinizden beklentileriniz için olsun. Kendinize bazı şeylere hayır demeyi ve onunla sorun yaşamamayı öğretin.
  • Yatıştırıcı bir alan yaratın: Evinizi (veya en azından içinde bir odayı) sakin ve güvende hissetmenize yardımcı olacak bir alan yapın. İçini yastıklar, battaniyeler, kitaplar, filmler veya iyi hissetmenize yardımcı olacak her şeyle doldurun.

Çevrelerindeki olaylardan kolaylıkla etkilenen fazla hassas kişiler depresyon, kaygı bozuklukları gibi psikolojik sorunlara daha yatkındırlar. Ancak bu durum hassas bir kişilik yapısının kötü olduğu anlamına kesinlikle gelmez. Yalnızca kendimizi tanımak, kişilik özelliklerimizi bilmek bile kendimiz ile ilgili alacağımız kararların çok daha doğru ve bizleri mutlu edecek kararlar olmasını sağlayabilir.

Psikolog Eren Artun Ergül

Hiç kimsenin kendi öz güzelliğini anlayıp bilemeyeceği veya başka bir sevgi dolu ve şefkatli insanın yansımasında görene kadar kendi değerini anlayamayacağı bu durum, mutlak anlamda insani bir gerçeklik.John Joseph Powell

Anlamlı ilişkilerin temel unsurlarından biri olan yakınlık, zamanın neden olduğu yıpranmaya karşı koymayı hedefler. Peki sizce karşılıklılık bu yakınlığı nasıl etkiler? İlişkilerdeki yakınlık, ister romantik bir ilişki ister arkadaşlık olsun, büyük ölçüde, gerçekte bu ilişkinin içerisinde kim olduğunuzu ve gerçekte ne hissettiğinizi tanımlamanıza yardımcı olacaktır. Karşılıklılık, en basit haliyle, koyduğunuz şeyi geri almak anlamına geliyor. Ne yazık ki, bu dünyada duygusal yağmacılar ve onların karşısında da hayatı kolaylaştırıcılar ile birlikte ortaya çıkan belirli bir boşluk durumu ve yüzeysellik var.

Duygusal bir yağmacıyı tanımanın en iyi yolu, ışıklar söndüğünde veya hatlar kesildiğinde, bu kimsenin gözünde verecek veya sunacak hiçbir şeyin kalmamış olması. Buna karşılık, hayatı kolaylaştırıcılar da dediğimiz duygusal anlamda destekleyici rolü olan diğerlerinin bedenlerinde ise kendilerini sürekli besleyen ve anılarından yola çıkarak gelişen kökleri bulunuyor. Bu noktada önemli olan, boş ilişkiler arayanların kişilerin başkalarını tüketmemesinin temini. Bazı insanlar, yalnızca karşılıklılığın bir ilişkideki yakınlık ve samimiyeti mümkün kıldığına inanır. Bunun nedeni, sonunda geriye kalan tek şeyin bu olduğunu anlamış olmaları aslında.

İlişkilerdeki yakınlık karşılıklılık ile ilgili. Günümüzde ve hatta geçmişte, neredeyse herkese, sevilmek için önce kendi kendilerine saygı duymaları gerektiği söylenegelmiştir. Bu öğretiler, çok fazla verici olmamayı, her zaman elinizin altında birkaç kartınızı tutmayı, daha az ve parçalar halinde elinizi açmayı öğütlüyorlar. Ancak, bununla birlikte, birçok insan, gerçek sevginin ne olduğunu hiç bilmeden ve oldukça kendine saygılı biri olarak ölecek. Bunun anlamı, aşk ve sevgi söz konusu olduğunda, böyle bir kuralın geçerli olmamasıdır. Elinizi ve gönlünüzü açmak, planlayıp programlayabileceğiniz bir şey değil. Ayrıca, bu paylaşım, her zaman için adil olmayacaktır. Eşitlik ilkesi, sevgiye (ya da daha çok sevme sanatına) uygulanamaz. Gördüğünüz gibi, her zaman dengesizlikler olacaktır ve bu normaldir.

Dahası, açgözlülük ve hesaplar yapmak, aşk ve sevgi anlayışına oldukça ters kavramlar. Bir kişi, açgözlülükle başkalarından beslenebilir ve onları yağmalayabilir ve manipüle edebilir. Bu tür insanlar tam olarak ne istediklerini bilirler ve kendi kişisel başarıları için başkalarının enerjisini ve hayatını emerler. Açgözlü insanlar “Başkalarından ne alabilirim?” diye kendilerine sorarken, sevgi sunan insanlar ise “Başkalarına nasıl daha fazlasını verebilirim?” sorusunun cevabını ararlar.

Karşılıklı yakınlık, kendinize savunmasız kalma izni vermeniz ile ilgili. Çoğu insan evlenir ve birlikte bir hayatı paylaşmayı umar, ancak günümüzün gerçekleriyle, bu evliliklerin neredeyse % 40-50’si boşanmayla sonuçlanacak, boşanma olmazsa da evlilikler kağıt üstünde kalacaktır. Dahası da var, istikrarlı görünen evlilikler daha mutlu evlilikler olarak tanınmak zorunda değiller. Diğer bir deyişle, insanlar pek çok nedenden dolayı (çocuklar mali konular ve din) kendileri için hiç de tatmin edici olmayan ilişkilerin içerisinde kalırlar. Bu nedenle, sorun yalnızca istikrarla ilgili değil, kaliteyle ilgili aslında. Ortalıkta dolaşan pek çok duygusal yağmacı var ve insanlar hala bu kişilerden “eşleri” olarak bahsediyor. Her ilişki türü, belirli miktarlarda ilişkiye katılması gereken belirli besin maddelerine ihtiyaç duyar. Genellikle, bu eklenecekler, bu ilişkiyi oluşturanlara, aynı zamanda da mevcut koşullara ve ikilinin arasındaki bağlantılara da bağlı olacaktır. 

Her tür ilişkide nezaket esastır ve ilişkide karşılıklı nezakete değer verilmesi gerekir. Karşınızdaki insandan duyduğunuz hoşnutsuzluk, aranızdaki ilişkiyi zayıflatır. İlişkiniz üzerinde çalışmak ve elinizden gelenin en iyisini yapmak. Son dönemde yapılan araştırmalar, ilişkileri üzerinde aktif olarak çalışan kişilerin mutlu ve uzun süreli ilişkilere büyük katkıda bulunduğu fikrini desteklemekte (Ogolsky ve Bowers, 2013).

Bir ilişkide beklenen davranış türleri, olumlu duyguları ifade etmeyi, açık olmayı, ilişki ile ilgili güvenceler vermeyi, bireysel destek çemberlerini kullanmayı ve ilişkideki destekleyici noktaları içeriyor. Ayrıca, bir partnerin ilişki içerisindeki örtük sorumluluklarını, devam eden bir ilişkide, zaman içinde ve çok fazla çatışma olmaksızın bir şekilde paylaşmak gerekiyor.

Çok önemli bir durum olmadığı sürece bırakın gitsin. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada, araştırmacılar, boşanmış evliliklerin neden başarısız olduğunu araştırdı. Katılımcılar, sadakatsizlikten sonra, ikinci sırada, sık sık tartışmalar yaşanmasını, ayrılığa en büyük katkıda bulunan şey olarak değindiler (Scott, Rhoades, Stanley, Allen ve Markman, 2013). Aslında, başlangıçta önemsiz bir şeyden çıkan bir tartışmanın nasıl bir ayrılığın başlangıcı olabileceğini anlattılar.

Sevginizi gösterin. Araştırmalar, samimi ve anlamlı iltifatların, ilişkideki doyuma şaşırtıcı derecede güçlü bir faydası olabileceğini göstermekte (Marigold, Holmes ve Ross, 2007).

Her gün yeni baştan başlayın. Tutku ve yakınlığın duygusal bileşenleri, genellikle, insanlar aşkı düşündüklerinde ilk akla gelen unsurlar. Bununla birlikte, bağlılık, özellikle uzun vadeli ilişkilerde, aslında, ilişkideki memnuniyet seviyesinin bir numaralı destekçisi (Acker ve Davis, 1992). Romantik ilişkiler ikili etkileşimler ve bu nedenle sürekli değişen ve karmaşık bir yapıyı temsil ederler. Başarılı bir evliliğin mutlaka bir reçetesi bulunuyor tabii ki. En azından, yapılan araştırmalara göre, sadece karşısındaki için fedakarlık yapma iradesini ve yeteneğini gerektiriyor.

Güven, anlamlı her ilişkiyi bir arada tutan şeydir. Güven, dürüstlük ve tutarlılıkla birlikte, ilişkiyi sağlam kılan şeydir. Çok az psikolojik yönümüz, birine güvenmemiz kadar önemli ve karmaşıktır. Sanki kendinizin bir parçasını vermek gibidir bu. Birkaç saniye durup bu konuda düşünürsek, güvenin her gün yaptığımız her şeyde rol oynadığını görürüz. Örneğin; taksiye binmek arabayı kullanan kişiye güven duymak anlamına gelir. Doktora gitmek, bir ameliyat geçirmek, o doktorun becerisine güvenmek demektir.

Zira insan ilişkilerini bir arada tutan şey, karşılıklı çıkardan ziyade karşılıklı güven duygusudur.  H. L. Mencken

Bu doğru. Her sokağa çıktığımızda kimsenin bize zarar vermeyeceğine güveniyoruz. Arkadaşlarımızın, dostlarımız olmaya devam edeceğine inanıyoruz. Hayatın devam edeceğine güveniyoruz. Aynı kurallarla, kaosun ortasındaki küçük huzur parçaları ile günlük yaşamdaki dengeyle her şeyin süreceğine inanıyoruz. Fakat bunun yerine, gerçekliğimizi kalıcı bir güvensizlik perspektifinden görebiliriz. Eğer perspektifimiz belirsizlik ve korkuyla doluysa ise korkunç bir nevroza gireriz. Güvensizlik felç eder insanı. Her türlü sağlıklı ilişkiyi imkansız kılar.

Güvensizlik bizi hayattan “koparır” ve bizi karanlık, tehditkâr bir köşeye bırakır. Bunun çok basit bir nedeni vardır. İnsanlar tabiatları gereği sosyal varlıklardır ve birbirimize bağlanmak için tasarlandık. Bazen bu olmaz veya daha da kötüsü, hayal kırıklığı veya ihanet yaşarız. Bu durumda beynimiz bunu gerçek, derin, acı veren bir yara olarak görür…

Nörolojiye göre güven duygusu. Santiago, birkaç yıl önce hayatının en kötü ihanetini yaşadı. En iyi arkadaşı, Aynı zamanda sınıf ve çalışma arkadaşı olan en iyi arkadaşı, birlikte yaptıkları bir projeyi sadece kendi çalışmış gibi göstererek bütün övgüyü aldı. O zamandan beri, bir çok kişi Santiago’ya arkadaşını affetmenin bir yolunu bulup hayatına devam etmesi ve içindeki güceniklik duygusundan kurtulması gerektiğini söylüyordu. Ama Santiago bunu yapabileceğini düşünmüyordu. elinden geleni yapıyor gibi hissetmiyor. Ve o zamandan beri kendi içine kapanık oldu, daha temkinli ve özellikle de güvensiz hâle geldi. Santiago, yaşadığı arkadaşlığı havada dans eden iki trapez sanatçısı gibi olmaya benzetiyor. Birlikte, riskler aldılar ve zorluklar üstlendiler. Ama asla korkmamıştı. Arkadaşının elleri onu havada yakalamak üzere bekliyordu daima. Gökyüzünde yakalamak için oradaydı. Ta ki günün birinde onu yere düşürene dek. O düşüşün acısı hiç geçmedi.

Güven, anlamlı her ilişkiyi bir arada tutan şeydir. Güven, dürüstlük ve tutarlılıkla birlikte, ilişkiyi sağlam kılan şeydir. Çok az psikolojik yönümüz, birine güvenmemiz kadar önemli ve karmaşıktır. Sanki kendinizin bir parçasını vermek gibidir bu. Birkaç saniye durup bu konuda düşünürsek, güvenin her gün yaptığımız her şeyde rol oynadığını görürüz. Örneğin; taksiye binmek arabayı kullanan kişiye güven duymak anlamına gelir. Doktora gitmek, bir ameliyat geçirmek, o doktorun becerisine güvenmek demektir.

Oksitosin: Bu konuda söyleyecek sözü olan pek çok uzman var. Onlara göre oksitosin sosyal ilişkilerimizin “gerçek tutkalı” olabilir. Çünkü bu hormon güven bağını kurar. Bizi cömert kılan ve bu duyguyu pozitif ve faydalı hâle getiren şeydir. Yani bu tür süreçlerin tam tersini yaşadığımızda beynimiz bunu bir tehdit şeklinde algılar. Sonra da kortizol salgılar: stres ve anksiyete hormonunu. Prefrontal medial korteks. Pozitif olarak gördüğümüz herhangi bir sosyal süreç beynin çok spesifik bir alanını yönde uyarır: prefrontal medial korteks. Beynimizin bu kısmı, ödülleri ve olumlu duyguları ele alır. Burası ayrıca ilişkilerimizle ilgili anıları topladığımız alandır. Bu hatıralara dayalı kararlar almamıza yardımcı olur. Dolayısıyla, olumlu toplumsal süreçlerin daha güçlü bir beyin oluşturduğunu görüyoruzDaha az korku, belirsizlik ve endişe içeren bir beyin. Ancak bazen Santiago’nun yaşadığına benzeyen bir ihanet yeter. Onun durumunda olduğu gibi beyninin bu bölümündeki faaliyet tamamen değişebilir.

Aslında, duygusal hayal kırıklıkları, örneğin gerçek bir yanık yaşadığımızda olduğu gibi aynı ağrı merkezlerini uyarır. Bütün bunlar samimi ve sosyalliği destekleyen, güven dolu güvenen davranış ve ilişkilerin sağlığımız için büyük önem taşığı sonucuna bizi ulaştırır. Bunun tersini yaşadığımızda kendimizi yabancı bir yerde, bir süre hayattan kopuk hissederiz…

İnsanlara güvenmeli ve inanmalısın, aksi hâlde yaşamak imkânsızlaşır. Anton Chekhov

Güven, bir yaşam tavrı. Hepimiz hayal kırıklığını yaşadık. Onun tadını iyi biliyoruz ve bu nedenle beynimiz bunu fiziksel bir yanık gibi yorumluyor. Onu kırılmaz ve uzun ömürlü olduğunu düşündüğümüz bir şeyin çöküşü olarak görmesinin sebebi bu. Aşağılanmış hissedebiliriz kendimizi. Ve daha da kötüsü, o kişiye güvendiğimiz için hatanın bizde olduğuna inanabiliriz. Oysa hiçbir şey gerçekten bu kadar uzak olamazdı. Hata asla güvenen kişiye ait değildir. Çünkü güvenmek bizim doğamızdadır, çünkü güvenmek bir içgüdüdür. Hata, ihanet eden kişiye aittir. Çünkü hiçbir şey kişisel kazanç ve çıkarlar için sosyal bağları koparmak kadar yıkıcı ve hakaret edici olamaz. Bize güvenen insanlara saygı duymak gibi insanlığın en temel ilkelerinden birine karşı çıkmaktan daha akıl dışı bir şey yoktur

Ama bütün bunlarda unutmamız gereken temel bir nokta var. Bazı insanların bize kimi zaman nasıl davrandığının ötesine bakabilmeliyiz. Güvenin, genel olarak yaşam için alınan bir tavır olduğunu anlamalıyız. Güven sadece geçmişte anımızı yakmış insanlara karşı aldığımız özel bir tavırdan ibret değildir. Yaşamak, ilerlemek ve gelişmek, gelecekte risklerin olacağını göz önüne almak demektir. Güven bizi daha mutlu, özgür ve dürüst bir geleceğe götürebilecek bir tavırdır.

Herkese güvenmek saçma, hiç kimseye güvenmemek ise deli sakarlığıdır. Juvenal

Birisine güvenmek ona verebileceğiniz en narin hediyeyi, kalbinizi vermek gibidir. Güven değerli bir mülk, dikkatle dağıtılması gereken bir hazinedir çünkü arkadaşlığın en güzel yanı, ilişkinin en güçlü bağıdır. Güveninizi verdiğiniz kişinin her şeyini bilmeniz gerekmez. Sahip olduğunuz bağ istisnaidir çünkü. Samimiyetin gelişmesi için güven gerekir. Bu konu psikoloji alanının da ötesine geçer. Sosyal davranışlarımıza şekil veren duygusal bir güçtür. Öyle ki psikoloji ve sosyoloji bilimlerine göre insanlarda görülen güven diğer canlılara kıyasla daha sahicidir ve saklı şeyleri açığa çıkaran bir yapısı vardır. Diğer canlılar kendi türlerinin üyelerine basit içgüdüsel davranışlar aracılığıyla güvenir. İnsanlar da sıklıkla deneyim süzgeçlerini kullanarak bilinçli olarak güven duyar.

Bağlarımıza güç veren olumlu bir duygudur güven. Pek az şey, bireyin spesifik kişilik türünü diğer insanlara duyduğu güvenden daha iyi tanımlar. Düşük özgüven, travmatik çocukluk ya da ihanete uğramış olmak bu hediyeyi vermekten alıkoyabilir insanı. Güven sorunları duygusal anlamda çok yorucudur. Güvenin psikolojik ve evrimsel faydalarından biri de kendimizi koruma, belirsizlik ve korku içgüdülerimizi geçici olarak askıya alma fırsatı vermesidir bize. Yara almaktan ya da sırtımızdan bıçaklanmaktan korktuğumuz zamanlarda olduğu gibi pek az şey sürekli savunma halinde bulunmaktan daha büyük duygusal bozukluğa sebep olabilir.

Birine güvenmek, kişisel ilişkimizi sadeleştirmek için belirsizliği yok etmeyi içerir. Karşınızdaki insanın davranışlarına bir tehdit olarak bakmayı bırakıp gelecekte birbirinize olumlu davranacağınızı ve karşınızdakinin size zarar vermeyeceğini, size el uzatacaklarını, ışıklarını sizinle paylaşmaya hazır olacaklarını ve size rehberlik edeceklerini varsaymaya başlarsınız. Güven, partneriniz, aile üyeniz ya da arkadaşınız hakkında her şeyi bilmek zorundasınız demek değildir. Bir açıklamaya ihtiyacınızın olmaması demektir. Gözlerine baktığınızda samimiyet görmeniz demektir. Zihinleriniz ahenk içinde demektir. İkiniz arasında talep, kontrol veya sürekli onay ihtiyacı yoktur.

Unutmayın, beynimiz gündelik işleri risk olmadan yapmayı tercih eder ve olayları basitleştirmeye ihtiyaç duyar. Beynin yeterli duygusal dengeye ihtiyacı olduğundan güven en iyi silahtır. Bir düşünün, kendimizi adeta otomatik pilotun ellerine bıraktık ve kötü bir şey olmayacağına güvendik.

Hepimizin doktorun ne yaptığını bildiğine ve bize yardım edeceğine olan güveni tam. Hepimiz evden çıktığımızda her köşe başında ölümle burun buruna gelmeyeceğimize güveniyoruz. Eğer bu otomatik pilotu işlerin başında bırakmasaydık bizi gerçeklikten tamamen koparacak ve denge anlayışımızı alt üst edecek bir sinir hastalığına yakalanırdık.

İnsanların size güvenmesini istiyorsanız onlara güvenmelisiniz. Biri bizi yarı yolda bıraktığında onlara yeniden güvenmenin çok zor olduğunu kabul ediyoruz. Sanki Venedik Taciri’ndeki Shylock ödeme olarak etimizi kabul etmiş de bizden bir parça koparmış gibi. Yarı yolda bırakılmak, bizi başkalarına tekrar güvenmekten alıkoyan derin, kalıcı bir yaradır. Çoğumuzu en derinden yaralayan hayal kırıklıkları bize en yakın insanların ürünüdür. Ama en kötüsü de bu güvensizlik duygusunun hayatımızın tüm alanlarına yayılmasıdır. Herkesten korkan, dinmek bilmez üzüntünüz tarafından toplumun sessiz köşelerine itilmiş bir hayalete dönüşene kadar insanlara olan güveninizi kaybedersiniz.

Yeniden güvenmek hayati zekanın anahtarıdır. İnsanlar sırtından bıçaklandığında, “Bir daha asla kimseye güvenmeyeceğim. İnsanlar canımı acıtıyor. İnsanlar kıymet bilmez ve bencil,” gibi şeyler düşünürler. Bu şekilde düşünmek hayatınızda isteseniz de istemeseniz de geri dönülmez bir kaosa sebep olur. İnsanlar hem kalıtımsal hem de evrimsel olarak birbirleriyle bağ kurmaya programlanmıştır. Bağ kurmak için, psikolojimizi, zihnimizi ve duygularımızı güçlendirmek için, hayati zekaya ulaşmak için güven duyarız.

Hayati zeka, bizi hayatta kalmaya ve kendimizi gerçekleştirmeye iten bilinç altıdır. Kendimize ve insanlara güven en güçlü cesaret kaynağıdır burada. İsteyin ya da istemeyin, önünde sonunda içimizi birisine açmalı, onları olduğu gibi kabul etmeliyiz ki kendimizi bulabilelim yine. Hayatta pek az şey bundan daha tatmin edicidir.

Size neşeden daha çok stres getiren arkadaşlıklarınız var mı? Yalnız değilsin. Üzücü gerçek şu ki, hepimiz en azından kısmen zehirli arkadaşlıklar ile çevriliyiz. Yakın zamanda yayınlanan bir araştırmaya göre PLOS one, ortalama bir insanın arkadaşlıklarının yalnızca yaklaşık% 50’si her iki yöne gider. Bu, arkadaşınız olarak gördüğünüz tüm insanlardan sadece yarısının sizin için aynı şekilde hissettiği anlamına gelir. Yine de, ne kadar genç ya da yaşlı olursak olalım, hayatımızın her alanında ve evrelerinde zehirli arkadaşlıkları sürdürmeye devam ediyoruz. Öyleyse zehirli bir arkadaşlığı ne kılar ve neden bu kadar çok arkadaşlık bozulur ama hayatta kalır? Toksik bir arkadaşlık bir oksimoron gibi görünebilir – bir arkadaşlığın hayatınızı zenginleştirmesi beklenirken, toksik olan her şey bir sağlıksızlık ve mutsuzluk kaynağıdır.

Ama çoğumuz, farkında olsak da olmasak da zehirli arkadaşlarla yaşarız ve kendimizi ilişkiden çıkamayacak durumda buluruz.

Arkadaşlık özünde iki kişi arasındaki bir anlaşmadır.

Arkadaşlık hayatınızla ne kadar alakalı veya önemli olursa olsun, her iki bireyin de ilişkiden aynı çabayı ve memnuniyeti verdiği ve aldığı bir denge olmalıdır.

Ancak zehirli arkadaşlar insanlara memnuniyetin tam tersini verir. Bizi strese sokuyorlar ve işleri olması gerekenden daha zor hale getiriyorlar.

Bunlar bizi canlandırdıklarından daha çok tüketen ve onlarla geçirdiğimiz zamandan pişmanlık duymamızı sağlayan arkadaşlar.

Çoğu zaman, bir kişinin toksik davranışı, tüm yaşamları boyunca taşıdığı ve beslediği belirli özelliklerin veya kişilik özelliklerinin bir yan ürünüdür. Bu özelliklerden bazıları şunları içerir:

1. Özellik: Kendinden Emilen

Bunun hakkında ne düşünüyorlar: ‘Köpek yiyen bir dünyada sadece sert oluyorum.’

Neden olur: Büyürken kimse onlara hayır demedi. Başkalarına nasıl öncelik vereceklerini ve kendilerini arka koltuğa nasıl koyacaklarını bilmiyorlar.

Nasıl ortaya çıkıyor: Sadece ondan bir şey çıkarabilirlerse diğer insanlara yardım etmeyi teklif edecekler. Ama başkalarına asla kalplerinin iyiliğinden yardım etmezler.

2. Özellik : Güvensiz

Bunun hakkında ne düşünüyorlar: Ben sadece rekabetçiyim.

Neden olur: Çok büyük güvensizlik sorunları var ve kendileriyle ilgili bir konuda rahat değiller – bedenleri, zekaları, başarıları veya başka bir şey.

Nasıl ortaya çıkıyor: Arkadaşlarını aşağılarlar, onları her zaman çeşitli şekillerde küçültürler. Bir başkası onlar hakkında iyi bir şeyden bahsederken, doğru olsun ya da olmasın onları kendi hikayeleriyle bir araya getirmek zorunda kalacaklar.

3. Özellik: Kısa Görüşlü

Bunun hakkında ne düşünüyorlar: ‘Sadece anı yaşamaktan hoşlanıyorum.’

Neden olur: İnanılmaz derecede akıllı olsalar bile, zehirli insanlar gelecekte çok uzağa bakma yeteneğinden yoksundur. Bu yüzden kendileriyle ilgili bile olmayan küçük şeyler yüzünden fazla duygusal, acı ve içerlerler.

Nasıl ortaya çıkıyor: Kendilerine fayda sağlayacak bir yol görürlerse en yakın arkadaşlarına düşman olacaklar. Uzun vadeli düşünmek yerine şu anda neler olup bittiğini çok önemsedikleri için dedikodu, yalan, kin ve kabadayı yayacaklar.

Zehirli Bir Arkadaşlığı Tanımlamak – Zehirli Bir Arkadaşın İşaretleri

İnsanların hayatlarındaki zehirli arkadaşlıkları tanımlarken karşılaştıkları en büyük engel şüphedir.

İlk içgüdümüz, arkadaşlarımızdaki iyiliği doğal olarak görmektir, bu nedenle toksik olduğunu düşündüğümüz davranışları gördüğümüzde, onları ilk savunan biz oluruz – ‘Ah, onlar sadece kötü bir gün geçiriyorlar,’ ‘ Bunu kastetmediler oyol ‘ve’ Bir dahaki sefere daha güzel olacaklar. ‘

Zehirli bir arkadaşlığı doğru bir şekilde tanımlamak için, önce etrafınıza bakmak en iyisidir. Dışarıya bakarak zehirli bir arkadaşlığı tanımlamanın üç adımı:

bir) Diğerlerini İzle: Olası zehirli arkadaşınızın diğer insanlara nasıl davrandığını görün. Size yaptıklarıyla aynı toksik davranışı onlara mı yapıyorlar?

iki) Etrafa Sor: Bunların başkaları için zehirli olduğunu görürseniz, sormanın zamanı gelmiştir. Ortak arkadaşlarınıza da aynı şekilde hissedip hissetmediklerini sorun.

3) Onlara bakmak: Olası zehirli arkadaşınızın birçok uzun vadeli ilişkisi var mı? Sık sık diğer insanlardan şikayet ediyorlar mı ve arkadaşlarını, ailelerini ve romantik partnerlerini etrafta tutmakta zorlanıyorlar mı?

Zehirli bir arkadaşın ortak belirtileri şunlardır:

1) Kendi başlarına ürettikleri anlamsız dramlara katılarak en yakın arkadaşlarını bile zaman ve enerjilerini öldürerek sabote ederler.

2) Arkadaşlık kıdemine rağmen bazı arkadaşları diğerlerine göre önceliklendirdikleri için arkadaşları gruplardan dışlarlar.

3) Arkadaşlarının başarılarını neredeyse hiçbir zaman kabul etmezler, ancak her zaman kendilerininkinden bahseder.

4) İnsanları yeni arkadaşlar edinmek için kullanacaklar ve sonra ilk arkadaşları unutacaklar. Bu, nirengi olarak bilinir.

5) Mağduru oynamayı severler, her zaman sosyal gruplarında en fazla zorluğu yaşadıklarından emin olurlar.

6) Kendi toksik davranışlarını etrafındakilere yansıtırlar, bu da arkadaşlarının davranışlarını gerçekten tanımlamalarını zorlaştırır çünkü sonunda kendilerini suçlarlar.

7) Ne zaman iyi oynayacaklarını bilirler, böylece arkadaşları onları zehirli olmakla suçlamaz. Başkaları etrafta olduğunda, davranışları mükemmel olacaktır.

8) Arkadaşları onlara karşı çıkarsa, arkadaşlarını zehirli azmettirici olarak çerçevelerler ve başından beri kurban olurlar.

9) Empati kuramıyorlar ve konuyu değiştirecekler ya da bir arkadaş onlara açılıyorsa dikkat etmeyecekler.

10) Etrafındakilere zarar veren, ancak hakaret olarak düşünülecek kadar açık olmayan gölgeli yorumlar yapacaklar.

Zehirli Arkadaşlıkların Psikolojik Etkileri ve Neden Zehirli Arkadaşlar Tutuyoruz

Zehirli bir arkadaşlık içinde olabileceğinden şüpheleniyorsan, onu reddetmek yerine ciddiye alman önemlidir.

Zehirli olduğundan şüphelenilen arkadaşınızla ne kadar sık ​​etkileşime girerseniz, onu tanımanız ve gerekirse hayatınızdan çıkarmanız o kadar önemlidir.

Zehirli bir arkadaşa sahip olmanın psikolojik etkisi, hayatınız üzerinde ciddi bir etki bırakabilir.

Zehirli arkadaşlıkların hayatlarında devam etmesine izin veren insanlar genellikle özgüven sorunları yaşarlar.

Streslerinin ve zihinsel yorgunluklarının kaynağına karşı koymak yerine, sadece konuyla doğrudan yüzleşmekten kaçınmak için neden toksik arkadaşlıklarının devam etmesine izin verdiklerini düşünürler. Zehirli arkadaşlar edinmek için en yaygın bahanelerden bazıları şunlardır:

1) Arkadaşlığın Uzun Ömrü

Mazeretiniz: ‘Çocukluğumuzdan beri onlarla arkadaşım. Sandığınız kadar kötü değiller. ‘

Nasıl Avantaj Sağlarlar: Onlarla yüzleşmeye çalıştığınızda, eski zamanlardan ve geçmişi hatırlayarak “çocuk” kartını oynuyorlar.

Tuttuğumuz zehirli arkadaşlarımızın çoğu, çocukluğumuzdan beri arkadaş olduğumuz insanlar. Belki onlarla parkta oynardın ya da belki ortaokulda en iyi arkadaştın.

Ama şu ya da bu nedenle, onlar senin birlikte büyüdüğün aynı iyi insan değiller.

Hayatları bir çok olumsuz dönüşe uğradı ve şimdi bunu sizden ve diğer yakın arkadaşlarından alıyorlar.

Ancak, sırf onları çok uzun süredir tanıdığın için onlara karşı bir tür sadakat hissediyorsun, bu yüzden ilişkiyi bitirmeye dayanamıyorsun.

2) Olası Olumlu Ağ Fırsatları

Mazeretiniz: ‘Onun bir pislik olduğunu biliyorum ama o köprüyü yakmak istemiyorum. Birini tanıyor olabilirler. ‘

Nasıl Avantaj Sağlarlar: Size kariyerinizi ilerletmek için ‘doğru kişiyi’ tanıtacağınıza söz vererek ağlarının olasılığını sizin üzerinize savuruyorlar.

Arkadaşlıktaki zehirli kişi olmaman, kendi çıkarlarını düşünmediğin anlamına gelmez.

Arkadaşlık kurduğumuz bazı insanlar var çünkü onlarla sosyal olarak bağlantılı olmanın rahatlığını yaşıyoruz. Belki kariyeriniz için ihtiyaç duyduğunuz doğru bağlantılara sahipler veya belki de topluluğunuzun önemli bir üyesidirler.

Bu, karar vermek zorunda kaldığınız zamandır: onların arkadaşı olmanın yararı, hayatıma getirdikleri olumsuzluktan daha mı ağır basıyor?

Ayrıca sosyal çevrelerinizin bir parçası olabilecekleri durumlar da vardır, bu nedenle onlarla arkadaş olmayı bırakmak istemezsiniz, aksi takdirde diğer arkadaşlarınızın uğraşmak zorunda kalacağı rahatsız edici, garip bir sürtüşmeye neden olabilirsiniz.

3) Arkadaşlığa Gerçekten Hala İnanıyorsunuz
Mazeret yok, sahte sebep yok.

Gerçek şu ki, toksisite belirtileri sergileyen pek çok arkadaşlığımızla, genellikle bunun sadece bir aşama olabileceğini bildiğimiz için zehirli arkadaşlıklarda sebat etme kararını vermek zorundayız ya da onların toksik davranışları tüm hikayeyi anlatmıyor. Zehirli arkadaşların akıllarında kötü niyetli düşünceler olması gerekmez. Zehirli bir arkadaşın sadece biraz yardıma ihtiyacı olan veya zorlu bir dönemden geçen biri olduğu birçok durum vardır. Bu, yalnızca sizin yapabileceğiniz bir yargılama çağrısıdır ve her zehirli arkadaşlıkla düşünmeniz gereken bir şeydir.

Arkadaşlığınız Kurtarılabilir mi?
Zehirli arkadaşlarla yüzleşmek zor bir durumdur. Bir yandan, nihayet onlarla konuşmak arkadaşlığınızı daha iyi hale getirebilir. Bununla birlikte, zehirli arkadaşınız da çabalarınıza tepkisiz olabilir ve arkadaşlığınızda geri dönüşü olmayan hasara neden olabilir.Onları hayatınızdan çıkarmadan önce arkadaşlığınızın kurtarmaya değer olup olmadığını değerlendirmeye çalışın.

Toksik ilişkinizin çabaya değer olup olmadığını değerlendirmek için kendinize aşağıdaki soruları sorun.

Arkadaşınla aynı ilgi ve değerleri paylaşıyor musun?

İnsanlar birbirlerinden uzaklaşır ve bazen bu yaşam değişiklikleri her zaman daha iyiye götürmez. Belki arkadaşınız bazı zor zamanlar geçirdi ve sonuç olarak daha acı ve öfkeye daha çabuk dönüştü. Bu, hayata karşı bu yeni tutumun özünde kim olduklarını tamamen değiştirdiği anlamına gelmez. Günün sonunda arkadaşlara bağlı kalıyoruz çünkü onların şirketlerinden zevk alıyoruz. Aynı şeyleri seviyoruz, aynı erdemlere değer veriyoruz ve aynı ilkelere göre yaşıyoruz. Sevmek zorunda değilsin Her bir şey arkadaşın hakkında, ama en azından kim olduklarını sevmelisin. Hâlâ devam ediyorsanız, bu, arkadaşlığınızın hala kurtarılmaya değer olduğunun bir işaretidir. Arkadaşınla takılmaktan hoşlanıyor musun?

Neden hoşlanmadığınız bir arkadaşlığı sürdürmeye çalışasınız? Arkadaşlıklar, bağları paylaşmak, anılar yaratmak ve birbirlerine yardım etmekle ilgilidir.
En azından arkadaşlarınızın varlığını hoş bulmalısınız. Mesajlarını görünce korkuyor, sosyal hesaplarını sessize alıyor ve her sosyal görüşmeyi kasıtlı olarak görmezden geliyorsanız, arkadaşınızla vakit geçirmek yerine yalnız kalmayı tercih etme şansınız yüksektir.
Belki kendileri hakkında ve başka hiçbir şey hakkında konuşma alışkanlığı kazanmışlardır, belki de farkında olmadan sizi kötü hissettirme eğilimindedirler. Sebep ne olursa olsun, bu arkadaşın yanında olmak sizi iyi hissettirmez ve bunun yerine açıklığa kavuşmanız gerektiğinin açık bir işaretidir.

Arkadaşınız güvenilir ve güvenilir mi?

Arkadaşlığınız hakkında konuşmak biraz zaaf gerektirecektir. Bunun işe yaraması için, diğer kişinin eleştiriye açık ve değişime açık olması gerekir. Arkadaşınızın nefret dolu, eleştiriye karşı ve aşırı hassas olduğu biliniyorsa, onlarla konuşmak hiçbir şeyi düzeltmeyebilir. Arkadaşlığınızı ileriye taşımak yerine, yanlışlıkla kendinizi düşman statüsüne düşürebilirsiniz. Bu “arkadaşınız” masum çabanızı tam bir pembe diziye dönüştürebilir. Arkanızdan konuşmaya başlayabilir ve size kendini beğenmiş demeye başlayabilirler, bu noktada uzaklaşmak ya da işi bırakmak daha iyidir.

Arkadaşlığınız zamanın sınavından geçti mi?

En azından eski günlerin hatırına arkadaşlığınızı onarmayı denemelisiniz. Eski bağlar sizi birbirine yapıştıran tek şey olsa bile, en azından ilişki hakkında ne hissettiğinizi bilmelerini sağlamalıdırlar. Artık aynı şeyleri sevmemeniz ve zar zor takılmanız önemli değil. Daha önce kalın ve zayıf bir deneyim yaşadıysanız, hala arkadaşlığı yeniden canlandırma şansınız yüksektir. Ama her şey başarısız olursa, arkadaşlığınızın mevcut durumunu gerçekçi bir şekilde değerlendirebilir ve yine de birlikte geçirdiğiniz her zaman onurlandırırken vedalaşabilirsiniz.

Zehirli Arkadaşlıklarla Nasıl Başa Çıkılır?

Zehirli bir arkadaşlığı çözmek, her zaman önemli noktalara inmeniz gerektiği anlamına gelmez. Bazı durumlarda, olumsuz, nefret dolu ve küçümseyen bir arkadaşa en iyi çözüm, onlara biraz sabır, sevgi ve şefkat göstermektir.

Bu özellikleri zehirli arkadaşlara göstererek, onlara daha iyi arkadaşlar ve bireyler olmaları için ilham verebilecek model davranışları tasvir ediyorsunuz.

Ancak, güzel yoldan gitmek her zaman uygun çözüm değildir.

Zehirli insanlar, farkına bile varmadan başkalarını aşağılama alışkanlığını edinebilir ve bu da aydınlanmaya ilham vermeyi zorlaştırabilir.

Zorlama dürttüğünde, davranışları konusunda arkadaşınıza karşı dürüst olmayı düşünmelisiniz.

Zehirli Davranışlarla Başa Çıkmak

DavranışDost ÇözümAşırı Ölçü
Tüm zamanınızı harcama eğilimindedirler ve onlara öncelik vermediğinizde sinirlenirler.Haftada bir kez sağlıklı bir zaman planlayın, böylece 7/24 orada bulunma zorunluluğunuz kalmaz.Güvenebilecekleri tek kişi olamayacağınızı ve hayatlarında başka bir destek sistemine ihtiyaç duyduklarını bilmelerini sağlayın.
Kişisel bir kriz sırasında her şeyi bırakmanızı ve% 100 ulaşılabilir olmanızı bekliyorlar.Yardım edebileceğiniz ama tüm vaktinizi onlara ayırmayın.Arkadaşınız kendi mutluluğunun sizin birincil sorumluluğunuz olmadığını öğrenene kadar her seferinde hayır deyin.
İhtiyaç duyduğunuzda soğuk olma ve boşluk olma eğilimindedirler.Bize ulaşın ve onları özlediğinizi ve onlara ihtiyaç duyduğunuzu bildirin. Bunun sizin için ne kadar önemli olduğunu bildiklerinden emin olun.Arkadaşınızın davranışlarını bilmesine izin verin ve topun kendi sahasında olduğunu netleştirin ve sonra değişmediklerinde çabalarına karşılık veren arkadaşlarınıza geçin.
Çevrelerindeki her şey hakkında şikayet ederler, söylerler ve olumsuz sözler söylerler, bu da sizi bitkin hissettirir.Şeyler hakkında farklı görüşler sunun ve her zaman konuşmalara olumlu bir yön vermeye çalışın.Olumsuzlukları hakkında yapıcı ama doğrudan eleştiriler sunun ve daha olumlu bir bakış açısı geliştirmelerine yardımcı olun.
Tartışmaya girdiğinizde arkanızdan konuşuyorlar.Sorunları birlikte, yerinde çözmeyi hedefleyin.Kötü konuşmanın bir seçenek olmadığını ve bu arkadaşlıkta hoş görülmeyeceğini açıkça belirtin.
Senden iyilik istiyorlar ama karşılığını alamıyorsun.Sadece yolunuzdan çekilmeniz gerekmeyen yerlerde iyilik yapmayı seçin.Eğilimleri konusunda dürüst olun ve arkadaşlıkların karşılıklı olması gerektiğini açıkça belirtin.
Sohbetleri biriktirirler, asla sizi, işinizi veya ilgi alanlarınızı sormazlar.Arkadaşınızın kendileri hakkında konuşmayı bırakmasını sağlamak için ilgilendiğiniz gönüllü konular.Kendi kendine katılımları konusunda açık olun veya onlarla tamamen konuşmaya ara verin.
Özel olarak veya başkalarının önünde, masrafları size ait olmak üzere şakalar yaparlar.Durumla ilgili hislerinizi değiştirin veya bu arkadaşınızla aynı sosyal durumlarda olmaktan kaçının.Şakalarının genellikle saldırgan olduğunu ve eğlenmekten daha çok incindiğini söyle.
Sevdiğiniz ve inandığınız şeyler konusunda sizi kötü hissettirirler.Neden böyle hissettiklerine dair sorular sorun ve onları düşünmeye yönlendirin.Bu kişiyle daha az zaman geçirerek veya konuları tamamen gündeme getirmeyerek güveninizi koruyun.

Ne Zaman Devam Etmeli ve Zehirli Arkadaşlarınızdan Nasıl Ayrılmalısınız?

Arkadaşlığın sizi iyiden çok kötü yaptığı durumlarda, olası tek çözüm ilişkiyi tomurcukta bitirmek olabilir. Şu durumlarda daha faydalı ve daha az toksik ilişkilere geçmeyi düşünün:

  • Geçmişte arkadaşınızla konuştunuz ve hiçbir şey değişmedi.
  • Pişmanlık ya da kişisel farkındalık belirtileri göstermezler.
  • Eleştiriye açık değildirler ve onlara yardım etme çabalarınızı duygusal bir krize dönüştürürler.
  • İlişkinizin yalnızca araçsal ve tek taraflı olduğunu açıkça ortaya koyuyorlar.
  • İhtiyaçlarınız karşılanmadı.
  • Devam eden bir istismar ve kötü davranış döngüsü var.
  • İhanet ve kötü konuşma arkadaşınıza doğal olarak gelir.
  • Etraflarında yumurta kabukları üzerinde yürümek zorunda olduğunuzu hissediyorsunuz.
  • Olumsuz tepki vereceklerinden korkarak onlarla iyi haberi paylaştığınızdan emin değilsiniz.
  • Duygusal olarak tükenmişsiniz ve artık arkadaşlığı korumak istemiyorsunuz.
  • Kendi başlarına yaşayamazlar ve sizi her şeyden sorumlu tutarlar.
  • Onlarla zaman geçirmek sosyal bir angarya gibi geliyor.

Toksik Arkadaşlardan Ayrılmanın Üç Yolu

1) Yavaşça Uzaklaşın

Bunu şu durumlarda yapın: Diğer kişinin değişmekten aciz olduğunu düşünüyorsunuz; Yüzleşmekten rahatsız oluyorsunuz; Arkadaşlık konusunda ne yapacağınızdan emin değilsiniz; İletişimde kalmak ama birbirinizle daha az arkadaşça davranmak istiyorsunuz

Kendinizi yavaşça arkadaşınızın hayatından çıkarmak, pasif-agresif bir korkak olduğunuz anlamına gelmez. Bu sadece kendinizi (ve arkadaşınızı) bir kutu solucan açma zahmetinden kurtarmak istediğiniz anlamına gelir. Sonunda arkadaşınız eksik varlığınızı anlayacak ve bunu kendiniz için zamana ihtiyacınız olduğuna veya arkadaşlığınızı düşürmeyi seçtiğinize dair bir ipucu olarak alacaktır. Daha rahat olduğunuzda veya işler biraz daha az gergin olduğunda ne hissettiğinizi bilmelerini sağlayabilirsiniz. Zamanı geldiğinde, ilişkinizin nerede durduğu ikiniz için de belli olacak ve bitirmek çok daha kolay ve daha az karmaşık olacaktır.

2) Arkadaşlığı Resmen Bitir

Bunu şu durumlarda yapın: Arkadaşınıza geri bildirimde bulunmak istiyorsunuz; Size ve arkadaşınıza kapanış vermek istiyorsunuz; Sakin bir şekilde konuşabileceğinden ve işleri huzur içinde bitirebileceğinden emin olursun

Eleştiriyi arkadaşınızla paylaşma ihtiyacı hissediyorsanız, arkadaşlığınızı resmi olarak sona erdirmeye hazırlıklı olmalısınız. Zehirli insanlar eleştirilerinizi kabul etmeye hazır olmayacaklar, hararetli bir tartışmadan sonra arkadaşlığınız da yok. Davranışları konusunda açık olmak, zor ve bencil insanlarla baş etmenin tek yoludur. Konuşmadan danışmanlığa, savunmasız olmaya kadar her şeyi denedikten ve karşılığında hiçbir şey almadıktan sonra, ayaklarınızı yere koyup onlara ne yapıldığını bildirme zamanı. Belki olmayı öğrenecekler bir dahaki sefere daha iyi arkadaşlar; belki yapmazlar. Arkadaşlığı sona erdirmek onlarla ilgili değil – tamamen senin fikrini söylemen ve onlara suistimallerine sonsuza kadar tolerans gösterileceğini bildirmenle ilgili.

3) Tamamen Kesip Çıkarın

Bunu şu durumlarda yapın: Davranışları özgüveninize son derece zarar veriyor; Arkadaşlığı canlı tutma konusunda ısrarcıdırlar; İnce ipuçları alamazlar; Kendin için biraz zamana ihtiyacın var

Bazı durumlarda, arkadaşınızı tamamen bırakmak da tamamen makul bir çözümdür. İletişim yok, yürekten mesaj yok, bir şeyleri düzeltmeye çalışmak yok. Zehirli insanları tamamen ortadan kaldırmak, yıllarca süren istismarın tek cevabıdır. Size kötü muamelede bulunduktan ve ihtiyaçlarınızı duymadıktan sonra, kesildiklerini onlara bildirme zorunluluğunu hissetmemelisiniz. Ee ne yapıyorsun? Bunları sosyal medyada silebilir ve size ulaşmamaları için iletişim bilgilerini engelleyebilirsiniz. Bu noktada, bu kişi artık senin arkadaşın değil ve hayatının bir saniyesini olumsuzluk kasvetli içinde harcamak istemediğin için kendini kötü hissetmemelisin.

Arkadaşlıklar dinamik bir güçtür. Pek çok değişken, bir zamanlar mutlu, verimli bir arkadaşlığı nefret dolu ve kıskanç bir şeye dönüştürebilir. Sadece zamanın her iki tarafa da zarar vermesi ve sizi artık tanımayacağı bir şeye dönüştürmesi olabilir. Biriniz aldıklarından daha fazlasını veriyor olabilir. Ya da arkadaşlık nihayet sona ermiş olabilir. Günün sonunda, masaya ne getireceğinizi sormanız önemlidir. Arkadaşlığın durgunlaşmasına veya daha kötüsü çürümesine izin verdiği için diğer kişiyi suçlamak kolaydır. Bununla birlikte, arkadaşlığınızı kurtarmak biraz kendi üzerine düşünmeyi gerektirir. Bunu yaparak hayatınızdaki her arkadaşlığa en iyi halinizi getirebilirsiniz.

 Arkadaşınız başkalarıyla takılıyor ama sizinle değil! Sadece Instagram veya Facebook’ta eğlenceli hafta sonu fotoğrafları paylaştıklarını görmek için ‘Üzgünüm, bu gece çıkamıyorum’ ifadesini kaç kez duydunuz? Dışlanma her zaman bir zorbalık eylemi değildir; bazen zorbaları uzak tutmak için tek çare budur. Arkadaşınızın kendisi hakkında kötü hissetmesine neden oluyorsanız, sizinle gittikçe daha az zaman geçirmek isteyeceklerdir. Başkalarına zaman ayırmaları, ancak sizin için her zaman erişilemez ve meşgul görünmeleri gerçeği, çevrelerindeki en iyi benliğiniz olmadığınızın bir işaretidir.

Onlardan kötü (veya iyi) haberleri asla duymazsınız. İster bir iş terfisi ister bir aile trajedisi olsun, bu kişisel hikayeleri artık ağızlarından çıkan işitmiyorsunuz. Eskiden hayatlarındaki tüm iyi ve kötüleri ilk bilenler arasındaydınız, ama şimdi kesilmiş gibi hissediyorsunuz. Onların ihtiyaç anında hiç duyarsızlık veya güvensizlik gösterdiniz mi? Başarıları sırasında hiç destek ve kutlama dışında bir şey gösterdiniz mi? Öyleyse, geçmişte duygularını geçersiz kılmış olabilirsiniz, bu yüzden sizi bunun dışında bırakmayı seçiyorlar.

Başarısız ilişkiler geçmişiniz var! Her yıl insanlarla tanışıyor ve kaybediyormuş gibi hissediyor musunuz? İlişkileri tekrar tekrar yaşıyormuşsunuz gibi geliyor mu? Hayatınızda dönen bir insan kapısı varsa, bu her ilişkiye toksisite kattığınızın iyi bir işaretidir. İlk başta, ne olduğunu anlamak zordur. Gerçekten mi devam ediyor. Başkalarını suçlamak ve kendinize “gerçek arkadaşlar böyle davranmaz” demek cazip gelecektir. Ancak hayatınızdaki kısa süreli arkadaş değişimi, çevrenizdeki insanlarla gerçek ilişkiler kuramadığınızı gösterir. Bunun hayatınızda bir kalıp haline gelip gelmediğini kendinize dürüstçe sorun. Cevabınız evet ise, bir adım geri çekilmeli ve sizi zehirli arkadaş yapan şeyin ne olduğunu değerlendirmelisiniz. Ancak zehirli eğilimlere sahip olduğunuzu kabul ederek ilişkilerinizi onarabilir ve gelecekte uzun süreli ilişkiler kurabilirsiniz.

İçinde yaşadığımız dünya yeterince zorlayıcı olabilir. Arkadaşlar ve aile, hayal kırıklıklarından, başarısızlıklardan ve günlük uyumsuzluklardan kurtulma teklifinde bulunur. İstikrar, destek ve varlığınızı merkeze almaya yardımcı olurlar. Zehirli arkadaşlıklar tam tersini yapar. Gurur duyduğunuz şeylerden neşe duyuyorlar ve temel değerlerinizi sorgulamanıza neden oluyorlar. Güven duygunuza ihanet ederler ve sağlıklı ilişkileri anlama şeklinizi etkileyebilirler. Zehirli arkadaşlıkları tanımak ve ortadan kaldırmak zihinsel sağlığınız için çok önemlidir. Bu kadar çok şeyin sizi rahatsız edebileceği bir dünyada, gerçekten güvenebileceğiniz bir destek sistemi oluşturmak önemlidir – karşılıklı saygı, sevgi ve sevgi üzerine kurulu bir sistem. Arkadaşlıkların dışında bir şey varsa, veda etme ve daha sağlıklı ilişkilere geçme zamanı.

Lifestyle guide

Zihin Teorisi kendi zihninizle başkalarının zihnini ayırt edebilme yeteneğidir. Başkalarının davranışlarını, onlara atfettiğiniz ruhsal durum aracılığıyla yorumlar ve tahmin ederiz. Burada ruhsal durumdan kasıt bir kişinin düşünceleri, hisleri, inançları, istekleri v.b. olabilir. Şu örneği düşünün, diyelim ki pencereden dışarıya bakıyorsunuz ve komşunuzun evinden çıktığını gördünüz. Komşunuz birkaç adım ilerledikten sonra ceplerini yokladı, geri döndü ve eve tekrar girdi. Büyük ihtimale bu davranışı anlamakta zorluk çekmezsiniz – belli ki evde bir şey unuttu. Bunun nedeni onun beynine girip davranışını yorumlayabilmeniz. Psikolojide, bu yetenek zihin teorisi olarak bilinen şemsiyenin altında yer alır.

Zihin teorisi – kavram bir sistem
Zihin teorisi, insanları, kavramlara dayanarak gerçek hakkında sezgisel teoriler üreten canlılar olarak gören konstrüktivizm (oluşturmacılık) anlayışına dayanır. Bu, zihin teorisinin temelinde beyin hakkındaki tüm fikirlerin ve düşüncelerin büyük bir kavramsal sistem oluşturduğu inancının yattığı anlamına gelir. Kavramsal sistem, net bir tanımı olmayan, ilişkili kavramlar ağının oluşturduğu bir şeydir.

Bu kavramsal sistem hakkında anlamamız gereken iki temel nokta vardır: 

  • Yorumsaldır – ruh durumunu temsil etmek ve bu bilgi etrafında bir gerçeklik inşa etmek için kavramları kullanırız.
  • Çıkarımsaldır – kavramlar arasındaki mantıklı ilişki, sebep ve sonuç aracılığıyla gelecekteki davranışları açıklamamızı ve tahmin etmemizi sağlar.

Bu yüzden, zihin teorisini, kavramsal sistemlerin ve çıkarımların desteğiyle, davranışları yöneten, yorumlayan ve tahmin eden bir bilişsel sistem olarak tanımlayabiliriz. Bu tanım zihnin algı ve davranış arasında bir aracı olduğunu ifade eder. Eğer kendi zihninizde başkasının davranışını canlandırırsanız, onun davranışının anlamını çözebilirsiniz.

Zihin davranışa vasıta olur

Ancak bu şu sorunun akla gelmesine sebep oluyor, nasıl oluyor da zihin algı ve davranış arasında aracılık edebiliyor ve biz nasıl başka insanların zihninde olup bitenlerle ilgili çıkarımlar yapabiliyoruz? Başka insanların yalnızca düşüncelerini sezerek onların davranışlarını nasıl ettiğimizi açıklayabilmek için bu soruları cevaplamak önemli. Psikolog Riviére ve ekibi bunu açıklamak için nedensel bir teori geliştirdi.

Riviére’ye göre her şey, gerçeklik hakkında inançlar oluşturduğumuz algı ile başlıyor. Algı, eğitimsel ve biyolojik geçmişimize eklendiğinde ortaya arzular çıkıyor. Bu arzular, onları hayata geçirmemizi sağlamak için niyetlerimizi değiştirmemize sebep oluyorlar. İnançlar ve arzular arasındaki bu etkileşim, arzularımızı gerçekleştirme amacıyla yaptığımız bir dizi davranışın ortaya çıkmasını sağlıyor. 

Bu teoriyle ilgili sorun davranış denilen realiteyi açıklamak için fazla basit görünmesi. Ancak, aslında ne olduğunu değil de beyinin nasıl akıl yürüttüğünü anlamaya çalıştığımız için illa ki bilimsel bakış açısıyla değerlendirmek zorunda değilsiniz. Öyle görünüyor ki beyin, bireyin kendisinin ve başkalarının davranışlarını tahmin etmek ve yorumlamak için bu teoriyi kullanıyor. Tam bir kesinlik arz etmeyebilir, zaman zaman başarısız gibi görülebilir ancak çoğunluğu doğru olan bir kısayol.

Zihin teorisi nasıl gelişir?

Zihin teorisiyle doğmadık ancak ona hazır bir potansiyelle doğduk. Beyinde kurulu olarak geliyor ancak tamamen işlevsel olabilmesi için kritik gelişim dönemlerinde doğru bir şekilde uyarılmaya ihtiyacı var.

Genellikle 4-5 yaş aralığında, çocuklar yanlış inanç problemini (false-belief task) çözmeye başladıklarında gelişiyor. O zamana kadar gelişmiyor çünkü öncelikle çocuğun iki önemli kavramı anlayabilecek şekilde yeteneklerinin gelişmiş olması gerekiyor: 

  1. Arzular ve inançlar – çocuk bir kişinin davranışlarının kendi arzuları ve inançları tarafından idare edildiğini anlamalı. İnançların yanlış olabileceğini, arzuların hayata gerçekleştirilemeyebileceğini öğrenmeliler.
  2. İnsanlar objektif gerçekliğe subjektif bir açıdan bakarlar – çocuk davranışın, gerçeğin subjektif değerlendirmesiyle idare edildiğini anlamalı. Böylece yanlış inançların varlığını anlayıp onlar için sebepler üretebilecekler.

Zihin teorisi çok gelişmiş olsa da, pasif bir süreç haline dönüşmüyor. Empati de dahil, diğer pek çok yeteneğin gelişmesini etkileyen bir yetenek. Çocuk inançları ve başka insanların arzularını anlamaya başladığında, kendini onların yerine koymaya da başlayabilir. 

Empatik rezonans, başka biriyle rezonansa girmek anlamına gelir. Duygularının titreşimlerini hissetmek anlamına gelir. Bu şekilde, ihtiyaçları olduğunda onlara yardım edebilirsiniz.

Rezonans, müzik evreninde çok yaygın bir olgudur. Diyorlar ki, iki diyapazonu birini diğerinin önüne koyarsanız ve birini titretirseniz, diğeri kendiliğinden aynı sesi çıkaracaktır. Empatik rezonans da benzer bir yol izliyor gibi görünüyor. Aslında, insanlar arasındaki duygusal ve bilişsel gerçekliklerin yoğun bağlantısı olarak anlaşılmaktadır. Rezonans, dilimizin en güzel sözcüklerinden biridir. Bir yankı gibi, bir taraftan başlayıp aynı anda birçok yeri etkileyen bir sesi ifade eder. Bu, birçok yönden yükselen ve izini bırakan bir uyarıcıdır. Aslında, psikologların on yıllardır merakını uyandıran bir alandır.

Örneğin, yankı uyandıran liderliği duymuş olabilirsiniz. Bu fikir Daniel Goleman tarafından şekillendirilmiştir. Bu, liderliği üstlenen kişinin, ekibinin duygularını bağlayıp anlayabildiği ve bunları performanslarını geliştirmek için kullanabildiği anlamına gelir. Bu tip liderler, liderlik ettikleri insanların duygularını okuyabilirler. Ayrıca, bu bilgiyi kendilerine fayda sağlayacak değişim veya desteği oluşturmak için kullanırlar. Diğer kişinin duygusal rezonansını hissetmek, empatik bağlantının en derin ve en zenginleştirici şeklidir. Hümanist psikoterapist Carl Rogers, duygusal rezonansın en büyük savunucularından biriydi. Hatta bunu kişi merkezli terapisinde uygulamıştır. Hedeflerinden biri, her zaman karşısındaki kişinin duygularını anlamak ve onunla bağlantı kurmaktı. Başka bir deyişle, onlara otantik, yoğun ve sıcak bir empati iletmek. Nihai amacı, o kişiye tüm terapötik süreç boyunca duyulduğunu, anlaşıldığını ve eşlik edildiğini hissettirmekti.

Terapide profesyonel, danışanının karmaşık duyguları tarafından asla “enfekte edilmemeli” veya “aşağıya çekilmemelidir”. Aksi takdirde, bir psikolog, dönüştürücü ajan ve değişimin destekçisi olarak görevlerini yerine getiremezdi. Bu nedenle duygusal rezonansın bileşenlerinden biri de etraflarındakilerin duygusal rezonansını yaşayanların korunmasıdır. Her zaman ilham verici ve pozitif olan bir konsepte isim vermemiz gerekseydi, şüphesiz bu empati olurdu. Ancak bazen bu psikolojik gerçekliğin önemli nüansları olduğu gerçeğini unutuyoruz. Aslında, düşündüğümüz kadar istisnai olmayabilir. İlk olarak, sadece duygusal empati yaşayanlar vardır. Bunlar, acı çektiğinizi bilen ama nedenini anlamayan insanlardır. Bununla birlikte, bilişsel empati onların biraz daha ileri gitmelerine ve probleminizin ne olduğunu anlamalarına izin verecektir.

Bir de araçsal empati vardır. Bu, insanların sizinle bağlantı kurmak için kullandıkları türdendir, ancak bunu tek bir amaç için, sizi manipüle etmek için yaparlar. Ancak empatik insanları tanımlayan en önemli faktör, harekete geçme isteğinin açık olmasıdır. Duygularınızı hisseden, sizi anlayan ve harekete geçen insanlardır. Empati, bağlantı derinliğinde empatik rezonanstan farklıdır. Aslında, empatik rezonans, önümüzde sahip olduğumuz gerçekliği yakalayan tam bir açıklığı içerir. Karşımızdakinin duygularını, düşüncelerini ve kişisel durumlarını anlarız. Aynı şekilde, bir şey bizimle “rezonansa girdiğinde”, bizi harekete geçmeye ve yardımcı, destekleyici davranışları teşvik etmeye davet eder…

Ekpati terimini ilk kullanan kişi psikiyatri profesörü JL González idi. Bu terim, biriyle empatik olarak ancak diğerinin duygularına kapılmadan bağlantı kurma yeteneğini tanımlar. Bu şekilde empatik rezonans benzerdir, çünkü diğer insanların duygularına kapılmamak ve aktif ve pratik bir şekilde hareket edebilmek anlamına gelir. Toronto Üniversitesi, empatik rezonansın her psikoterapistin geliştirmesi gereken temel bir beceri olduğunu belirten bir araştırma yaptı. Bunun nedeni, hastayla bağlantı kurmaları ve anlaşıldıklarını görmelerini sağlamaları gerekmesidir. Bununla birlikte, hastanın duygusal gerçekliği tarafından engellenmeden de hareket edebilmelidirler. Bu kesinlikle gereklidir. Hem empati hem de empatik rezonans, toplumumuzda daha fazla bulunması gereken iki boyuttur. Gerçekten de gözlerimizin içine bakan, duygularımızı ve ihtiyaçlarımızı anlayan ve buna göre hareket eden insanlara ihtiyacımız var. Ne yazık ki, aceleye getirilmiş, yüzeysel ilişkiler ve sürekli büyüyen narsisizmle dolu bu yeni dijital dünyada, bu tür yetenekler tamamen gözden kaçma eğilimindedir. Bu tür bir empatik rezonans geliştirmenin bir yolu var mı? Aslında, birkaç strateji var, ancak en belirleyici olanı bunu yapma iradesidir. Önünüzde kimin olduğuna dair gerçek ilgi ve proaktiflik anahtardır. Gerçekten de duygusal rezonans, bağlantı kurmayı, anlamayı ve harekete geçmeyi içerir.

Şimdi bir dizi çok temel stratejiye bakalım:

  • Dikkatinizi şimdiki ana odaklamayı öğrenin. Çevrenizde farkında olmadığınız şeyler oluyor. Yavaşlayın ve yüzlerinizi şimdiye ve buraya ayarlayın.
  • Aşkınlık ve anlam. Rezonanslı bir şekilde empati kurmak için, anlam bulmak için gözlerinizin gördüğünün ötesine geçmeniz, aşmanız gerekir. “Meslektaşım yorgun görünüyor ama bence bu yorgunluk bir tür üzüntüyle alakalı. Belki evde sorunları vardır, yardıma ihtiyacı olup olmadığını sorayım.” diyebilirsiniz.
  • İsteklilik ve proaktivite. Kendinize sorun, “O kişiyi daha iyi hissettirmek için ne yapabilirim? Onlara nasıl destek olabilirim?

Son olarak, hepimiz bu yeteneği etkinleştirme ve geliştirme yeteneğine sahibiz. Başkalarının duygularının, bu bilgiye dayalı olarak değerli müdahaleler yapmak için yeterince önemli bir şekilde bizimle yankılanmasını sağlayabiliriz. Aslında daha insancıl, sevecen, fedakar bir dünya şekillendirmemizi sağlayacak şekilde ilerlememizi sağlayacak olan budur. Psikolog Valeria Sabater

Comments are closed.