logo

Bazen aynı dili konuşmak yetmez, bir de aynı yerden anlamak gerekir.

İÇİNDEKİLER

Amaç mutluluksa mutlu olmak elimizde. İnanan bir insan olarak mutlu olmak o kadar kolay ki… Bütün dışlamalardan tenzih ederek söylüyorum; sokakta dolaşan herhangi bir insan olmadığımızın farkında olmakla başlamalı herşey. Sıradan olmadığımızı, bir nesne, bir meta, sadece “birşey” olmadığımızı farketmek; kelimelerin bizi hapsettiği yerlerden kurtulup gönlü, ruhu, içi dopdolu bir canlı olduğumuzu hakikaten hissetmek…

Hüznün, neşenin, yerine göre gelgitlerin insanı olurken, hayat bizi örselerken dahi bunu farketmek çok önemli. Buna bir bakıma “kendimize dokunmak” diyelim. Herşeyden bir haz almaya çalışan gayesiz insanların -haz almak tek başına gaye olamaz- dünyasında, başımızı iki elimizin arasına alıp, “ben kimim, neyim, nereden geldim, nereye gidiyorum.” sorularıyla bir kez olsun kendimize dokunmak, kendi “ben”imizi kendi gerçeğimizle sarsmak, sallamak, uyarmak, uyandırmak… İnsanla ilgili “bilgi kirliliğini” aşıp, bir kez olsun kendimize vakit ayırmak… Hayatın debdebe, hengame ve kaosları arasında, anlam dünyamızı koruyarak, bir kez olsun kendimize “Dur!” demek, “nereye gidiyorsun?” sorusunu düşünerek cevaplamak, tabir yerindeyse “kendimizle hemhal olmak”, “başbaşa kalmak”, kendimizi “geçici” dünya gaileleriyle üzmemek, “dünyalık” olan herşeyin “neş’esine kendimizi kaptırmamak”; biraz sonra ya da sonunda, elimizden kayıp gidecek şeyler için “gönlümüzün tüm enerjisini” sıradışı bir kullanımla ona hasretmemek…

Beklentilerimizi mutlaka ama mutlaka bir ucunda manevi tarafı olan bir yere yaslamak ve ona yaslanmak; herşeyin manevi bir karşılığı, yorumu, tarzı, estetiği, derinliği, hikmeti, gayesi oduğunu düşünmek… Hiç kolay değil ama, mutlaka yaradanı her daim akılda, şuurda tutmak; bunu akletmek ve kendi içimizde ve dışımızda bunun mücadelesini vermek… O’nsuz yaşanmayacağını, yaşanamayacağını bilmek… Tüm bunlar, kökü ruhumuzun her tarafına işlemiş olan hakikati unutmamakla mümkün. Aksi halde köksüz ağaç olmanın mümkün olmadığını görmek gerekiyor artık.

Ahiret düşüncesinin mutlak gerçek, yaşadığımız hayatın ise bize bahşedilen bir gerçeklik oluşu, artık koca kainatta bizim için özel bir mekan olarak oluşturulduğu gayet açık olan yeryüzünde kesinlikle kısa bir zaman dilimini birlikte paylaştığımız canlılar olduğumuzu öyle açık bir şekilde haykırıyor ki, bu sesi duymak için özel bir çaba bile gerekmediği o kadar açık ki; tüm organlarımız, duygularımız, hüzünlerimiz, dışımızdaki alem, her an bunun oluş, varoluş ve duruşunun tezahürleriyle dolu. Artık yeni bir şehadete gerek kalmayacak kadar açık bu.

Bugün varoluş açısından nerede durduğumuzu anlamak hiç de zor olmamasına rağmen insanlık, adeta kendi beynini yiyen ucubeler durumuna indirgemiştir kendini. Oysa insanlığın da aynı maceraya dahil olduğu dinler tarihi açısından bakıldığında peygamberler aracılığıyla, üstelik de asla tekrarı olmayacak son bir peygamber aracılığıyla uyarılmış, yönlendirilmiş olan insana düşen görev, bu tavrın her yönüyle ne denli büyük bir şefkatin eseri olduğunu farketmek olmalıdır. Çünkü Peygamberler insanlığın manevi hafızasıdır. Geçmiş o seçilmiş yüce simalar sayesinde anlam bulur. Bugün insanlığın en büyük sorunu her biri bin yıllık bir zaman dilimine ışık tutan, sonuncusu ise yaşlı dünyanın ahir ömrüne kadar hilafsız devam edecek olan o yüce sese, ilahi hitaba kulaklarını tıkayarak sağırlaştığı için hikmetten uzaklaşan ve ağzından hikmete dair tek kelamı bile çıkaramaz hale gelen, sadece gördüğüne inandığı için kendi mümkün dairesinde görebildiği hayatı anlamlandırmak durumunda kalan fakat otistikler gibi, kendi gerçeğine dokunmayınca iletişim kuramayan marazlı durumuna düşmüş olmasıdır. Anasız, babasız, kardeşsiz büyüyen bir çocuk, ilahi bir yardım eli değmemişse, ne kadar mutlu olabilir ki…

Geçmişi ve geleceği olmayan bir canlı, ne kadar insan kalabilir ki… İşte bütün bu yükün altından, büyük bir şefkatin eseri olan hafifleticilerle kalkılabilir. Buradan bakıldığında insanın yükü hakikaten ağırdır. Tüm bu ağırlığın üzerine günümüzde, sınırsız tüketim arzusu, zevkçilikle asla sonu gelmeyecek bir tatmin ihtiyacı, insanı insanlıktan çıkartan duygu fakirlikleri ve küntlükler eklendiğinde, hakikaten çekilmesi mümkün olmayan yükler insanoğlunun o cılız sırtına yüklenmiş görünmektedir.

Mutlu olmak aslında umutlu olmaktır. Mutluluk anlık zevklere indirgenirse insanın mutsuz zamanları hiç şüphesiz daha fazla olacaktır. Mutluluğun birşeyi beklemek ya da bir yerde olmak nevinden kıstasları dahi, insanda zevklere kıyasla daha tatminkar bir huzur sağlamakta. Mutluluğu sadece bir an için sureten kendini iyi hissetmeye indirgersek, mutluluk yine mutsuzluğu davet etmekte. İnsanın belki bunların hepsine ihtiyacı var ama en iyisi tüm bunlardan bağımsız bir huzur halini mutluluğun mihveri yapmaktır. Huzur ise beş duyuya yani zevklere değil, kalbe bağlı bir haldir, durumdur. Aklın huzuru dahi kalbin huzuruna bağlıdır. Nitekim teslimiyet ve tevekkül halleri, zihinsel yoğunluk ve sıkıntıları bir anda izale edebilecek ilginç bir etki ve güce ulaştırır insanı. Eğer sadece bedenî iyilik halini esas alsak, bazen ölürken dahi insanın mutlu olabileceğini nasıl gözardı edeceğiz. Herşeyin üzerimizde emanet olduğu şu dünyada son emaneti de bırakıp gidivermek, manevi bir haz değildir de nedir Allah aşkına… İnsanın mutluluğu bu kadar zor bir hal olmasa gerek. Bugün çikolatanın dahi insanı zevken mutlu ettiğini hepimiz biliriz. Bunları söylerken amacım, hayata niyet olarak mutlu olmanın hiç de zor olmadığına kendini inandırmış insanlar olarak baktığımızda, mutsuzluğun dahi çok geçici bir şey olduğunu, bir tünele girip çıkmaktan farklı olmadığını görmemizi sağlamaktan ibarettir. Herşeyden ihtiyacın kadar edinmek, ihtiyacın kadar almak hakikaten güzel bir ölçü. Mesela sanki insana cenneti vermişler gibi sevinmek, dünyalık neş’eler için fazla gelmez mi? Ya da dünyalık bir meseleye sanki cehenneme düşmüş gibi üzülmek, çok gereksiz bir duygu ayıbı değil midir? Demekki önemli olan, içinde yaşadığımız imtihan dünyasında, karşımıza çıkan olaylara manevi gayeler açısından ve bir anlam dairesi içinde bakabilmektir. Bu da ancak, hayata hakettiği değeri, gayeci bir bakış açısıyla, ne bir eksik ne bir fazla olarak bakmayı becerebilmekle mümkündür. Yani gaye insanı olmakla…

Peki, gaye insanı olmak ne demektir? Bugün bu kavramın içini doldurmak, zamanı en güzel şekilde değerlendirmeyi beraberinde getirmektedir. Zaman ne ile doldurulur sorusu ise, zamana bağlı olarak, bize verilen mühletin niye verildiğini bilmekle mümkündür. Bu sorular önümüze adeta bir anlam sarmalı, anlamlar yumağı, içiçe hikmetlerden oluşan bir hayat tasavvurunun bilgisini vermekte. Yani hayata biçilen gaye, varlığın varlık sebebi, hayatın müstesna öznesi olan insana Yaratıcının müstesna bir rol vermesinden kaynaklanıyor. O halde gayeyi verenle kurulacak sıcak ve doğru ilişki ki buna muhabbbet diyoruz; insanı, her daim mutlu kılacak hayata dair ipuçlarını, gizemli bir biçimde insanın tam da kucağına koyuvermekte. Buradan da anlaşılıyor ki, “bulanlar, aslında arayanlardır.” Aramadan bulunmaz, arayarak bulunan şey ise, çok kıymetlidir. Birşeyi kıymetli kılan ise, hakikat planında emek sarfedilerek ele geçen, ele geçtiğinde de kıymeti bilinendir.

Öyleyse, bize verilen hayatın kıymetini bilmek ve en güzel şekilde değerlendirmek, “mutlu olmanın” anahtarıdır diyebiliriz.

Yazımızı bitirirken Niyazi Mısri Hz.’nin o güzel beyitiyle bitirelim ki, aşk olsun:

“Allah’tan gayrı nesne yok, gözsüzlere püryan imiş…”

DR. ALPER YÜCEL ZORLU

Bizim bir davamız var. Kendimize acımakla vazgeçilemeyecek, bir elde güneş bir elde ay olsa geri adım atılmayacak; bir mahalleye bir şehre değil, dünyaya gözünü dikmiş bir dava… Bu dava, başlangıç itibarıyla Anadolu “kıtası” büyüklüğünde… “Dünya beşten büyük” derken, “Biz de varız ve buradayız, Anadolu topraklarındayız” diyen bir dava… Çevre bilincini yere tükürmemekle başlatıp tüm kulların haklarıyla devam eden bir dava… Son sözün dünyada değil, ahirette söyleneceği bir dava… Hesabın kullara değil, Allah’a (c.c.) verileceği bir dava…

Hz. Alilerin, Hz. Ebu Bekirlerin, Hz. Osmanların, Hz. Ömerlerin de söz konusu edileceği bir dava… Ardında aslanlar gibi Bedir ashabı var, Kerbela şehitleri var, tüm peygamberler ordusu var… Salihler, şehitler, tüm pîrler, insanlığın mümtaz simaları büyük bir ahlâk ordusu var. Melekler var… İnanmış gönüller, âhı arşı inleten mazlumlar, yetimler var… Bunlar görünmeyen maneviyat orduları… Bir de ezilen Afrika, gözleri ufku bekleyen İslam dünyasının samimi gönül ve gönüllüleri, mücahid ruhları kehkeşanlarda gezenler, şehit olmak için gün sayan yiğitler, nefsine gem vurmuş aslanlar var.

Böyle bir ordunun karşısında kim durabilir!

“Dergi hür tefekkürün kalesi” diyen Üstad boşa dememiş… “Söz orucu” tutanlar, 50 yıllık riyazetlerini boşa tutmamış… Sükûtun diliyle konuşanların zamanı da gelecek bir gün… Gönül diliyle anlaşanların… Gönlü ötelerde ta ötelerde olanların… “Ben” değil “biz” diyenlerin davası…

Dostlarını yalnız bırakmaz Allah… O’nun va’di, vaatlerin en büyüğü, müjdelerin en müjdesi, gönüllere su serpen en büyük ümit… “Hak şerleri hayreyler” dediğimiz sığınak… “Ol!” deyince olduran… “Öl!” deyince öldüren… “Diril!” deyince dirilten…

Bu milletin üstünde nice müjdeler vardır. Nice fedakârlıklarla bu günlere gelinmiş… Ne canlar verilmiş… Bunların, bu toprakların kıymetini bilmeyen, tarihin derinliklerinde atalarının duasını değil, sitemini alır ancak… Kanunî Sultan Süleyman, biraz daha itibar isteyen Zigetvar fatihi Bali Bey’e ne demişti: “Bu devlet 800 küsur yıl önce kuruldu…” Yani “Medine’de kuruldu” demişti. Kökenini oraya dayandırmıştı. Bundan daha büyük bir şeref var mı? İnsanını, sistemini, zaferlerini Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yeryüzüne yaydığı büyük bir anlayışa, büyük bir davaya, büyük bir medeniyete sırtını dayamak… Peygamber müjdeleriyle yol aldılar hep…

Bütün hengâme, Ortadoğu’da kopuyor… Sebebi var. Peyami Safa, Batı ve Doğuya dair konuşurken “Asya, insanlığa başını gökyüzüne kaldırmayı öğreten kıtadır.” demişti. Aynen öyle… Orta Doğu ise Peygamber soluğunun yani aslında vahyin, manevî ciğerlerimize dolduğu yer… Oradan Orta Asya’ya, Afrika’ya, Anadolu’ya yayılmış… “Ahmet Yesevî’nin Orta Asya’dan attığı çomaklar Anadolu’da ağaç oldu.” demişti bir ilahiyatçı… Bir Yahudi âlimi, Hz. Peygamber’i (s.a.v.) görünce, “Bu yüz, yalan söylemez…” demiş ve Müslüman olmuştu. O’nun (s.a.v.) dürüstlüğü yayıldı cihana… Zaten yaymak istediği de buydu… Büyük bir “onur savaşı” verdiler. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” emri nedeniyle “Hud Suresi beni kocattı.” demişti Yüce Peygamber…

Onlar hep, hem maddî ve manevî hem de fizik ve metafizik bir onurun mücadelesini verdiler… İnanan ezilmemeliydi, zillete düşmemeliydi, zulmetmemeliydi, zulme uğramamalıydı… Saygısızlık yapmamalı ve saygısızlığa uğramamalıydı. Merhameti her zerreyi sarmalıydı. İnsanı, kurdu, kuşu böceği, her şeyi layıkıyla sevmeli ve sevdirmeliydi… Yiğitlik ve şecaat, onur ve iffet, merhamet ve sükûnet, himmet ve yücelik, sabır ve sekine, tevazu ve vakar onda olmalıydı… Dimağı temiz, aklı temiz, ahlâkı temiz olmalıydı… Ve öyle oldular, öyle öldüler… Ama ebedi âlemin dirileri olarak mübarek hayatlarına devam ettiler… Ölüm bir son değil, bir başlangıçtı onlar için…

Tüm bunlardan sonra günümüzde “inanmışların” en büyük en yüce söylemi, “İnanıyorum, öyleyse var’ım…” olmalı.

Şenel İlhan Beyefendi, bu duruşun adına yıllar önce “İmanına İnanmak” demişti. Feyz Dergisi’nde yayınlanan bir makalesinde:

“İslam’a alternatif, hiçbir objektif düşünce ürünü bir inanış, asla söz konusu olamaz… Çünkü İslam’a alternatif objektif düşünce demek, İslam’ın evrensel değerlerine zıt, başka doğru düşüncelerin varolması demektir ki, bu Hz. Adem’den beri, en azından objektif düşünce adına mümkün olamadı… Teorilerse malumunuz sürüyle… Hem nasıl olsun ki İslam’a alternatif düşünce… Olamaz çünkü objektif düşünce demek, kesin çürütülemez deliller kullanılarak en tarafsız, en dengeli mantık önermeleriyle hakikati bulmak demektir. Ve bu; objektif düşünmek kendine huy, yani sıfatlaşmış ahlak olmamış kişilerde ancak kendini objektif olmaya zorlayarak elde edilebilen kolay bir şey değildir. Yani daha açığı objektif olmak; İslam’da bütün güzel ahlakların temeli olan dört temel duygudan en azından ikisi olan “hikmet” ve “adalet” duygularının, insanın eli ayağı veya diğer değişmeyecek organları gibi asla değişmeyecek bir biçimde ahlakı gibi olmazsa asla mümkün değildir. O halde bilim adamları veya meslekleri gereği en azından laboratuvarda objektif olmak zorunda olan insanlar bile zorlanarak elde ettikleri bu verilerini laboratuvardan çıktıkları an yorumlarıyla nasıl subjektifleştirdiklerini hep beraber görüyoruz. Bunu, hem bilimin her dalında hem de binlerce teorinin bilim diye yutturulmaya çalışıldığı her alanda rahatça müşahede ediyoruz.”

“…Müslüman’ın kafa yapısı özeldir. Ve olması gerektiği kadar vakarlı, dengeli ve her şeyden önemlisi, kafa yapısından emin, düşüncelerine ve inancına imanı ise maksimum makamdadır. İnanca iman o kadar önemlidir ki, sırf bu konu bile rahatça bir kitap konusudur. Ama en azından nasıl rahatça bir kitap konusu olduğunu açıklamadan geçmek ise sanıyorum okuyucularıma haksızlık olur. Çünkü imanına inanan kişi ki bu imanı inancı olabildiği gibi; bizzat iç dünyasında veya psikolojik yapısındaki menfi ve müsbet değerlerini akl-ı selim aklıyla düşünüp tartan, nasıl onları olduğu gibi görmez de nefsinin sakimleştirdiği aklıyla cimriliğini cömertlik, hırsızlığını ticaret, teori ve kabullenişini iman sanır; mümkün değildir… Böyle olunca da bu tür Müslüman’ın hem inancına imanı hem de kendi ve değerlerine imanı dağ gibidir ve asla sarsılmaz, sarsılamaz. O şöyle bir bakar, mesela: Ateizmin tüm dünyada istisnai bir fikrî sapıklık olduğunu rahatça görebildiği için ateist kafaların varolması ona psikolojik anlamda bile hiçbir şekilde alternatif bir baskı olamaz. Yani koca koca prof’ların ateist veya dinsiz olması, onun peşin olarak üstelik de zerre kadar ön yargı sayılamayacak bir mantıkla reddetmesini sağlayacaktır. İnanın bu sadece ateizm için değil; tüm dinler veya İslam’ın karşısında olduğunu zanneden her ideoloji veya fikir için geçerlidir. Ahlaki anlamda da bu böyledir.

Hangi akl-ı selim ve ahlakı kâmil bir mümin, kızıyla cinsel ilişkiyi mübah gören veya her türlü homoseksüel veya diğer sapık ilişkileri doğal gören kafa yapısını nasıl kendi kafa ve kalp yapısına alternatif kafa yapısı olarak görsün de vesveselensin, mümkün müdür? Elbette her Müslüman nasıl ensest ilişkiyi ve diğer sapık ilişkileri otomatikman reddedip kendini de ön yargılı ve fanatik hissetmiyorsa, işte aynen bunun gibi, akl-ı selim Müslüman da hem ateisti hem deisti, Hristiyan, Yahudi hatta mezhepsizi doğal bir şekilde reddeder ve zerre kadar fanatik de olmaz. İnanın bir istatistik yapılsa dünyadaki ateist sayısının herkes tarafından istisna kabul edilen cinsi sapıklardan daha az olduğu ortaya çıkacaktır. Yani özellikle ateistler, dinsizler, istisnanın da istisnası zavallı bir küçücük azınlıktır. Ama sesleri dünyada ne kadar etkili o da başka konu tabi.”

Aynı makalede şu vurgu çok önemli:

“Sözün özü, imanına inanan, düşünceleri, ahlaki ve genel tüm özellikleriyle kendine de inanan ve güvenen, ayrıca bunda da kesinlikle haklı olan hakiki bir Müslüman; kendinin zıddı tüm düşünce ve kişilere ancak acıyarak ve üzülerek bakar. Ve bu bakış onu ne ön yargılı bir fanatik ne de kendinden başka doğru kabul etmeyen zavallı bir fikir fakiri yapar.

Öyleyse, her devirde ve her zamanda doğruyu ve hakikati kabul eden ezici çoğunluğun karşısında, hem ahlakî ve hem imanî boyutta istisnai konumlara mahkûm sapıkların ve dinsizlerin olması gayet tabiidir…”

Her asırda bu kutsal duruş, bu savunma, bu tebliğ, hakikati haykıran bu ses hiç dinmedi, durmaksızın devam etti. Verilen bütün müjdeler bir bir gerçekleşti. Çünkü gücünü vahiyden alıyordu… Yani Allah’tan… Özellikle günümüzde, sadece insan zihnine inmiş kavramlar değil, yüreklerde yer etmiş imanın tezahürleri her şeyden kıymetli. Bu uğurda çekilen çileler, bazen sabır, bazen tevekkül ve direnme, bazen amel şeklinde, ebedi hayatın canlı şahitleri olarak “deftere” yazıldı, yazılacak… Tarihe geçti ve geleceğe de damgasını vuracak… Hali hazırda kaygılarımızı ve ümitlerimizi, hayallerimizi ve vizyonumuzu beslemeye de devam ediyor. Bu anlamda “Bal arısına vahyeden Allah”, bizlere de bir oluş olarak vahyetmeye devam ediyor. Güç vererek, destek olarak, kalplerden geçeni bilerek, tecellileriyle, an be an bir iş ve oluşta olarak, diri, hayy bir biçimde, tüm vaadettikleriyle, zamanlar bitse de o ebedi bir biçimde, bildiğimiz bilmediğimiz tüm evrende, yaratarak ve yaşatarak… Evet, bir iyilik ve güzellik olacaksa âlemde, ancak O’nun (c.c.) tasarrufuyla, ilhamıyla, yaratmasıyla olacak…

O nedenle, imanına inanmak demek, Allah’ın (c.c.) bütün sıfatlarıyla, esmalarıyla, tecellileriyle, her an, her zerrede, her varoluşta “Var” olduğunu bilmek demektir… Bize düşen, sadece bilmek ve hissetmek, O’nun (c.c.) kudret elinde şekillenmek için dua etmek…

Bir Güç… Büyük Bir Güç… ve Allah Var… / Dr. Alper Yücel Zorlu

Aleksitimi ve Tasavvuf

Tasavvuf hiç şüphesiz, normal ya da normalitesi yüksek insana hitap eder. Daha doğrusu, okuduğunu doğru anlayan, söyleneni fark eden, iyiyi kötüden ayırt etme kabiliyetine sahip, aklı başında insana söyleyecek çok şeyi vardır tasavvufun. Şöyle denebilir; tasavvuf, normal insanın, kendi nefis hastalıklarını kabul edip, bunların tedavisine soyunmaya niyet etmesiyle başlayan, tabir yerindeyse, bitmez tükenmez bir çabanın hayata taşınmasıdır. Bu tespit de hiç şüphesiz doğrudur; işin aslıdır, özüdür, özetidir. Normallik görüntüsüne rağmen, hatalı ama hatalarını gören ya da görmeye aday bir insan. Yani her ikisi de nihai hedef değil, başlangıç özneleridir, yani genel özellikleri itibariyle insan…

Bu iki tespitin ortak noktası, nefsini tanımak, kendini tanımak ve bu vesileyle Allah’ı (Celle Celalühü) tanımak isteyen insanın, tasavvuf deryasından nasibi ve kabınca istifade etmesi demektir ki; insanın kirli, pis, habis taraflarının üzerini örtmek, görmemezlikten gelmek gibi sahte, yanıltıcı bir eğilimin yerine; gördüğü pisliği temizlemeyi tercih eden bir yapılanmayı ve böyle net bir ruh halinin korunmasını ve geliştirilmesini öngörür tasavvuf… İnsanın ne tür bir canlı olduğunun doğru bir şekilde tanımlanması ve bu doğru tespit üzerinden insanın geliştirilmesi, hatalarından arındırılması, kötü ahlâkların yerine güzel ahlâkların yerleşmesi tasavvufta temel süreçtir. Bu süreçler, temel doğrular üzerinden isimlendirilir ve kavramsallaştırılır. Bu arada insanı etkileyen en önemli belirleyici, insanın duygu dünyasının alabildiğine geliştirilmesi ve insanın doğru ölçülerle doğru bir biçimde duygularının, hakikat adına alabildiğine derinleşmesidir. Zamanla insan kalbi, ilahî hakikatlere ayna olur ve hiç bilmediği, tanımadığı duygularla, düşüncelerle, bilgilerle tanışır. Bu süreç, gelişmiş insanı tanımlar, ortaya koyar. Tasavvufun belirleyici değiştirici ve dönüştürücüsü, inikas dediğimiz müsbet etkileşimdir.

Gül bahçesine girenin üzerine güzel gül kokularının sinmesi buna örnek gösterilir. Marangoz dükkânına girenin üzerine ateş ve benzeri şeylerin sıçrayacağı gerçeği de tersinden bir okumayla bu nevidendir. Yani iyiyse iyi, kötüyse kötü etkiler bırakır bu beraberlik. O nedenle, tasavvufta ölçü denen ve davranışlara yansıyan düzenlemeler çok önemlidir. Bu vesileyle müsbet etkileşim öznesi olan eğitmen ve öğretmene, yani mürşid-i kâmile benzemeye, ondan yararlanmaya kapı açılır; yararlılık, yeterlilik ve istifade kapısında yavaş yavaş, iyi bir öğrenci, ruhî gıdalar ve manevîyat adına temiz, tertemiz bir havayla tanışır, tanıştırılır. Tasavvufî yapılanma içindeki insanın en önemli sermayesi, duygularıdır. Duygu adına sevgi, merhamet, tevazu, cömertlik, aidiyet, iffet, ruhun hürriyeti ve huzurda bulunmak gibi ahlâkın en temel ölçüleri, köklü bir biçimde insanın ruh dünyasına taşınır. Tüm bunlarda gözyaşı gerçek bir meyvedir. Tüm bu duyguların semeresi olarak gözlerden buharlaşır adeta gözyaşı. Aslında akan, gözyaşı değil, yürek yangısıdır. Kalpte olan değişikliklerin manevî yansıması olarak gözyaşıyla ödüllendirilir insan. Kalp ise, temelde bütün anlamlı değişikliklerin nadide ve nezih bir mekanı olarak kabul edilir; sonuç olarak düşünce, duygu ve fiillerin geliştirilerek sığdığı bir kap ve ilahî güzelliklerin yansıdığı bir ayna haline gelir.

Asıl konumuza gelmek gerekirse, insan, bu mükemmel, muhteşem ve zorlu yürüyüşünde, hiç durmaksızın duygularıyla boğuşur, bu vesileyle sevgiyi, tevazuyu, merhameti, içtenlik ve samimiyeti, idraki, empatiyi, akl-ı selim olmayı öğrenir; bilir, bulur, gerçek kendisiyle buluşturulur ve sonunda olması gerektiği gibi olur. Bu son, belki bir son değil, belki de ortalarda bir yerdir, fakat her insan için bunu tesbit etmek ve rasyonalize etmek, rakamlaştırmak ya da bir sınır belirlemek mümkün değildir. Çünkü, başı da, ortası da, sonu da ilahî bir lütuftur, ilimdir, irfandır, hikmettir…

İnsanın bu esrarengiz ve ilginç yolculuğunda genelde duygunun, özelde duyguların en büyük sermaye olduğunu, bitmez tükenmez bir hazine olduğunu söylemiştik. İnsanlık tarihi ise günümüzde ilmi disiplinlerle tanımlanan ve yeni yeni dillendirilen, insana ait huzursuzluk ve sıkıntıların ayyuka çıktığı, insan kadar eski hastalık türleriyle dolu. Hiç şüphesiz, bütün güncelliğiyle aleksitimi de bunlardan biri. Aleksitimi, kısaca duygu körlüğü ya da duygu sağırlığı… 1970’li yılların başında psikanalist Bsifneos tarafından geliştirilen aleksitimi kavramının Türkçe karşılığı “duygu körlüğü” ya da “duygu sağırlığı”. Aleksitimi, kişilerin kendi ve diğer insanların hislerini algılama yetisinden yoksun olmasına deniyor.

Aleksitimi konusunda Türkiye’de çalışmalar yapan az sayıdaki uzmandan birisi olan Doç. Dr. Kemal Sayar, aleksitiminin üç boyutu olduğunu söylüyor. Birincisi, duygularını tanıma ve ayırt etme konusunda zorluk yaşamak; ikincisi duyguların ifade edilmesinde zorlanmak, üçüncü boyutu da düşlem yaşamında kısırlık ve somut düşünmek. Aleksitimiyi üç boyuta ayıran Sayar’a göre duygularının ne olduğunu anlamadığı gibi ayırt etmede de zorluk yaşayan bireylerin yanı sıra, duygularını karşı tarafa ifade etmede kelimelere dökmede zorluk yaşayanlar ve hayal dünyası kısır olan bireylerin aleksitimik olma olasılığı çok yüksek. Aleksitimikler ne tür bir duygulanım içinde olduklarını fark edemedikleri için hislerini bedensel duyumlarından da ayırt edemiyorlar. Sayar, buna öfke nedeniyle içinde kabarma hisseden aleksitimiklerin bu durumunun öfkesinden olacağını anlamadığı için midesinde bir sorunu olduğunu düşünerek doktora gitmesini örnek gösteriyor. Aleksitiminin neden olduğu sağlık sorunlarını; strese bağlı rahatsızlıklar başta olmak üzere; baş dönmesi, ülser, yüksek tansiyon, spazmik bağırsak sendromu, karın ağrısı ve kaynağı bilinmeyen ağrılar olarak sıralayabiliriz. Uzmanlar tarafından çok kesin olarak söylenmese de aleksitiminin insan ömrünü kısaltıcı etkiye sahip olabileceği konuşuluyor.

Peki aleksitiminin ortaya çıkış sebepleri nelerdir? Aleksitiminin tedavisi var mıdır? Birisi aleksitimik olduğunu nasıl anlar? Bireylerin duygularını ifade edebildiği ölçüde onların kendisine verdiği yükten, kasvetten, gerilimden kurtulduğunu söyleyen Sayar, psikiyatristler olarak herkese her fırsatta duygularını paylaşmalarını önerdiklerini belirtiyor. Sayar, insanların duygularını ifade etmediği zaman o duygunun bir kar topunun dağdan yuvarlanması gibi giderek büyüyeceğini ve bir çığa dönüşebileceğini söylüyor. Bu durum sevinç için de öfke için de geçerli. Paylaşılmayan, içe atılan duyguların insanlara fiziksel ve ruhsal hastalıklar olarak aksedeceğinin altını çizen Sayar, duyguların uygun üslûplarla ifade edilmesi gerektiğini söylüyor. Duyguların ifade imkânı bulmadığı durumlar duygulara karşı bireyin sağırlaşmasına neden oluyor. Bu da duyguları tanımayı, ayırt etmeyi engelliyor. Yani birey aleksitimik oluyor. Sayar, aleksitiminin başlı başına bir hastalık olmadığını vurgulayarak, ruhsal ve fizyolojik birçok rahatsızlığın tetikleyicisi olduğunu belirtiyor.

Bu sorunun çözümünün psikoterapiyle olabileceğini söyleyen Sayar, ehil birisi ile bireyin sorunlarını tartışarak konuşmasının tedavi edici olduğunu belirtiyor. Bireye içgörü kazandıracak bir psikoterapiyle duygu sağırlığından kurtulabileceğini söylüyor. Sayar, toplumumuz için şu tespiti yapıyor: “Erkeklerinin ağlaması ayıplanan, kadınlarının ise sünger gibi her derdi emen, bütün sıkıntıları sinesine çeken ama bunu asla dışarı aksettirmeyen, ailenin temel direği olduğu bir doğu toplumuyuz. Paratoner gibi sıkıntıları çeken ama hislerini dışarıya asla yansıtmayan bay ve bayanların buna karşılık nedensiz sağlık sorunları ortaya çıkıyor. Sık sık depresyona giriyor, panikatak oluyor.

Ülkemiz de ani kalp krizi oranı oldukça yüksektir.” Aleksitimi oranı psikiyatrik hastalıklarda % 31. Sayar, buna ek olarak sokaktaki her 10 kişiden birinin aleksitimik olduğunun altını çiziyor. İlginç olan nokta ise aleksitimide eğitim seviyesinin önemli bir etken olması. Bireyin kelime haznesi ne kadar düşük ise aleksitimik olma ihtimali o kadar yüksek oluyor. Çünkü duyguların ifade edilmemesi ve duyguların ayırt edilememesi olarak tanımlanan aleksitimi, duygularını anlatacak ne kadar çok kelime bilinirse o kadar duygular ifade imkânı bulur. Dolayısıyla aleksitimide eğitimsizlik daha baskın bir etken. Sayar, ailelerin çocuklarının aleksitimik olmaması için duygularını ifade edebilecekleri imkân ve ortamları sağlaması gerektiğini söylüyor. Sayar, “eğer anne çocuğun duygusal ihtiyacına karşılık ver(e)meyen bir anne ise örneğin altını ıslattığında, karnı acıktığında ya da okşanmak istendiğinde hemen karşılık vermiyorsa çocuk bir süre sonra anneye karşı güvenli bir bağlanma duymuyor ve anneye karşı duyarsızlaşıyor.

Çocukluk döneminde sevilme ihtiyacı yeterli ve iyi karşılaşmamışsa çocukların aleksitimik olma ihtimali fazla. Çocuklukta travma yaşayan ya da yeterli ilgi ve sevgi gösterilmeyen çocuklar bu duygusal örselenmelerle baş edebilmek için duygu dünyasının kepenklerini indiriyor. Duygusal açıdan dünyaya kapalı bir birey oluyor. Doç. Dr. Kemal Sayar, modern çağın toplumları olarak yalnızlaştığımızı ve paylaşımlarımızın her geçen gün azaldığını söylüyor. Gündüz işte kısır iletişim ortamında geçen hayat gece ise televizyon karşısında yine duyguların ifade edilme imkânı bulamadığı bir ortamda geçiyor. İnsanlar kalabalıklar içinde tek başlarına yaşıyorlar ve başkalarıyla hiçbir paylaşımları olmuyor. Sayar, duygularını tek başına paylaşmadan yaşayan bireylerin giderek kendi duygularına karşı sağırlaştığını belirtiyor. Bu durumda insanlar öfkesiyle sevincini ayırt edemez duruma geliyor. Bu da her türlü psikolojik ve psikosomatik sorunlara zemin hazırlıyor. Hiper tansiyon, kalp krizi, bağırsak ve astım hastalıkları, nedensiz baş, sırt, karın ağrıları, baş dönmesi…

Doç.Dr. Kemal Sayar gibi gayet akademik ve yetkin bir ağızdan, kültürün, insanın kendini ifade edebilmesinde aleksitimiklerin tedavisinde anlamlı bir yeri olduğunu ve insanın mevcut duygularını ifade edebilmesine yaradığını öğreniyoruz. Anne-çocuk ilişkisindeki duygusal kopma ve yetersizlikler, oluşan güven sorunları sonucunda gelişen duyarsız -laşma, sevgi eksiklikleri çocukların aleksitimik olma ihtimalini artırıyor. Duygusal açıdan dünyaya kapalı bir birey oluyor. Bu da işin temeli. Bireyin zaman içinde yaşadığı sıkıntı, travma ve depresyonlar da cabası. Yani tamı tamına günümüz insanını tanımlanıyor.

Tüm bu yetişme bozukluğu içinde, insanı o aciz haliyle bulunduğu yerden ayağa kaldıracak müşfik bir el gerekiyor. O el ki, insanın insanla, insanın kâinatla, insanın yaratıcısı olan Allah’la (Celle Celalühü) bağını kurmalı. Kurmalı ki, insanın hayatla olan, hayatın anlamıyla olan, hayatın yaratıcısıyla olan bağlarını artırsın, insanı ‘insan’ kılsın, aslına döndürsün. Aksi halde insan, korkunun, öfkenin, elemin ve hazzın nerede ve nasıl kullanılacağını, aralarındaki denge unsurunu asla çözemeden kendisiyle ilgili tüm gerçeklere gözü kapalı bir tiyatrocu edasıyla hayatın perdesini de kapatacak ama iş işten geçmiş olacak…Ne yazık ki böyle… tam da burada tasavvuf, özellikle aleksitimiklerin yardımına ulaşıyor. Çünkü, mesela fert, cömertlik gerektiren bir durumda, hem duygu ve fiil olarak bunu yaşıyor ve başlangıç itibariyle de kendisine böyle durumların görev tanımı yapılmış ve özellikle cömert olması söyleniyor. Yani duygunun sonucunda gelişecek fiili durum, en başından kendisine adeta kırmızı çizgilerle bildiriliyor ve karşılığında, Allah (Celle Celalühü) rızası gibi yüksek bir motivasyon ve reel bir süblimasyon (yüceltme) yapılıyor. Yani karşılığı Allah (Celle Celalühü) rızası olan birşeyi, ya da fiili yapması öneriliyor. Aksi halde düştüğü pozisyonun cimrilik yani Allah’ın (Celle Celalühü) sevmediği bir fiil oluşu ise, ferdin cimrilikten kaçmasını sağlayan bir doğru duygulanım alanı oluşturuyor.

Ne kadar dengeleyici ve insana has bir vasat değil mi? Eğer, düştüğü durumun adı cimrilik ise de bunun cimrilik olduğunu, kendini kandırması mümkün olmayan bir psikoloji ile ferdin bunu farketmesi de sağlanarak, doğrultucu bir farkındalık eğitimi ile insan kendi içinde adeta duygu bombardımanı tutuluyor. Bu savaşın adını koymak gerekirse, herhalde buna aleksitimiyle dört dörtlük mücadele dense yeridir diye düşünüyorum. Hele bunun her ahlâk ya da ahlâksızlık durumunda merhamet ya da merhametsizlik, tevazu ya da saygı, edep açısından, sevgi ya da sevgisizlik açısından değerlendirildiğini düşünürsek, duygu fakiri bir insanın önünde tam bir pratikler dünyası açılmış demektir.

Psikiyatristler “Aleksitimi” kavramını keşfedeli 30 yıl oluyor. Günümüzde iletişim ise zirvelere tırmanmış durumda. Hayatın aktif öznesi insanın ve insanlığın en büyük sorunuysa iletişim kuramamak. savaşların dinmeyişinde ve barışların bir türlü dikiş tutturamamasında duygusal küntlük içindeki bu insan türünün ve kurgulanan prototipin payı oldukça fazla…

700 yıl öncesinden Mevlânâ Hazretleri, ‘Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir.’ ayetini yorumlarken; oyun ve eğlencenin çocuklar için olduğunu, manen gelişmemiş insanın çocuk olduğunu, hayatın anlamını kavrayamadığını, oyun ve eğlence mantığında dünyaya sarıldığını anlatıyor. Büyüyen ve olgunlaşanların ise, ancak insan-ı kamiller olduğunu, sadece onların dünyayı oyun ve eğlenceden ibaret görmekten kurtulduklarını, hayatı kendi ciddiyet ve ağırlığı içinde doğru algıladıklarını anlatıyor. O nedenle Mevlânâ Hz., dünyadaki barışların da savaşların da çocukça olduğunu, hayatın anlamından kopuk olduğunu anlatıyor. Ontolojik olarak hayatın anlamından kopuk ve şizofrenik, duygusal dünyasında ise aleksitimik olan insanın, hayatı tasavvufla tanımaya olan ihtiyacı o kadar fazla ki… Tasavvufçular ise 1000 yıldır konu üzerinde çalışıyorlar. Şimdi asıl iş, insanlığın hizmetine tasavvufu en anlamlı şekilde sunmakta…

DR. ALPER YÜCEL ZORLU

Amellerini Beğenmek

Hayatın en büyük gerçeği ölümdür. Çünkü insanlığın itiraz etmeden ittifak ettikleri en bariz ve kaçınılmaz olaydır. Ölüm sonrası hayatın meyveleri ise dünya hayatında ekilen amellerdir ve bu amellerin nihai ve sınırsız faydaları da ebedi hayat dediğimiz ahirete yöneliktir. Ahiret hayatının ve ebedi mutluluğun kazanılması ise bu amellerin sadece ve sadece Allah (Celle Celalühu) katında kabul görmesine, Allah’ın rızasına bağlıdır. Öyleyse amellerde ölçü, Allah’ın rızasının kazanılmasıdır.

Allah’ın rızasını kazanmaksa ihlasla yapılan amellere bağlıdır. “Kişinin kalbinde nefis hastalıkları, kalp marazları varken yapılan ibadet, insanı ilerleteceğine geriletir.” buyuran İmam-ı Gazali Hz. bu sözüyle ihlasla yapılan ibadetlere ne güzel işaret etmektedir. Nitekim pek çok ibadette de insan nefsinin tatmin payı vardır. Riya gibi, kibir gibi, ucb gibi…

“Ben insanları ve cinleri ancak ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat-51) buyuran Allah (C.C), ilim kapısından geçen insana “Rabbini hamd ile teşbih et; O’ndan bağışlanma dile. Çünkü O tevbeleri daima kabul edendir.” (Nasr: 110) ayetiyle de izzet ve kemal kapısı olan tevbeyi açmaktadır. Çünkü kul günah işleyebilir ve günahtan rücu etmesi de tevbeyle mümkündür. Tevbeden sonra ise insanın, ibadetin hakikatine varması ve Allah’a iyi bir kul olmasına dünyası, nefsi, şeytan ve insanlar perde olma durumundadırlar. Sonraki perde ise rızık korkusudur. Engellerinden sıyrılıp ahiretini kazanma mücadelesi veren insan için Resulullah (SAV); “Mahşer gününde insanların üç probleminin çözümü yapılır. İyilikler problemi, günahlar yani kötülükler problemi, nimetler problemi.” hadisiyle insana mahşerdeki hesabı anlatmaktadır. Ve kıyamet günü hesap görülürken, kulun yaptığı iyilikler, Allah’ın verdiği nimetlerin karşılığı sayılır ve Allah-u Azimüşşan’ın nimetleri ile karşılaştırılır.

Nimetler ise Allah-u Teala’nın “Benim nimetlerimi siz saymakla başa çıkabilir misiniz?” (İbrahim-14) ayetinde bildirdiği üzere, hep iyiliklerin üstüne çıkar. Nitekim Allah’ın (CC) nimetlerini saymaya ne güç yeter, ne de idrak etmeye kuvvet vardır, ne de ilmen hissedebilmeye insanlarda ilim vardır. Hiç bir nimetin hakkını ödemek, insan için mümkün değildir. Öyleyse kulun ibadetleri izzeti ve kulluk şerefi içindir. Bunu da yapamayan insan, insanlıktan uzaktır. İşte
insan ancak kendi izzet ve şerefi gereği yapabildiği ibadeti ile, Allah (CC) karşısında kendinde varlık görüp amellerini beğenmesi, nefis hastalıklarından olan ucupla kendini gösterir. Ucub, Kur’an ve sünnetle sabittir ki, kötü görülmüş, zemmedilmiştir.

Nitekim Resulullah (SAV); “Doğru olan yolu arayınız. İfrad ve tefridden kaçınınız. Birbirinizi cennet ile müjdeleyiniz. Zira hiç kimse ameli ile cennete girmeye hak kazanamaz.” Oradakiler; – Sen de mi Ya Resulallah? dediklerinde, Resulullah (SAV); – “Ben de amelimle cenneti hakedemem.” buyurdu. Yüce sahabi kadrosu, Huneyn gazası öncesinde, bu gazada sayı yönünden sıkıntımız yoktur diye düşünmüş ve çok zor anlar yaşamışlardı. Ve sonuçta da Allah (CC); “Huneyn günü, çokluğunuz o zaman size ucb vermişti de bu, size bir şeyi gidermeye yaramamıştı.” (Tevbe-25) buyurdu. Ashabın bu tarzda uyarılmasına yol açan hatanın, günümüz müslümanında ne boyutlarda olduğunu ve ne denli vahim sonuçlara yol açtığını düşünebiliriz.

Allah (CC), kafirlerin ucbuna işareten de; “Onlar da kalelerinin kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah’ın azabı onlara beklemedikleri yerden geldi.” (Haşr-2) buyurmuştu. Ayetlerden anlaşıldığı üzere “amelinde kendini beğenen insan” yanılgılarına devamla “hatalı amellerinde bile kendini beğenme durumundadır”.

Hadis-i Şerifte; “Üç şey helak edicidir. İtaat edilen aşırı cimrilik, uyulan heva-i nefis ve kulun kendini beğenmesidir.” (Buhari) buyuran Resulullah (SAV); “Siz hiç günah işlemeseniz bile, ben onun daha büyüğünden sizin için korkardım. O da ucubtur, ucubtur.” ihtarıyla, ümmetini uyarıyordu.

İbn-i Mes’ud (RA)’da; “Helak iki şeydedir. Bunlar ümitsizlik ve kendini beğenmektir.” buyuruyor. Nitekim saadete ulaşmak için gayretle çalışmak ve ciddiyetle aramak esas tutulmuştur, ümidini kesen kimse ise böyle bir çalışma disiplininden mahrumdur. Kendi kendini beğenen de (ucb) muradına nail olup saadete eriştiğini sanarak gayretli çalışmaz. Aradığı şeyin kendinde var olduğunu düşündüğü için var olduğunu düşündüğü şeyi de arama gayreti içine girmez. Ümidsizliğe düşen de her şeyi muhal (hayal ürünü) zanneder ve muhalin peşine düşmez, ucb sahibine göre saadet zaten elindedir, elde edilmiştir. Ümitsiz içinse hayaldir. Bu bakımdan iki vasfın sahibi de helak olmuştur.

Sahabe-i Kiram efendilerimiz ucba çok dikkat etmiş, hatta Uhud savaşında Talha (RA)’ın Resulullah (SAV)’i müthiş bir gayretle koruması ve işin önemini düşünerek biraz kendini beğenir gibi olması, Ashab arasında konuşulmuş ve Hz. Ömer (RA); “Onda ucubtan bir miktar koku vardır.” buyurdu. Buna rağmen Talha (RA) bu ucubunu ne açıkladı, ne de bu yüzden tahkir etti.

Evet, Ashab nefis hastalıklarıyla tek tek mücadele ediyor ve nefsine göz açtırmıyordu. Ashabın bu denli hassasiyet gösterdiği bu konuda ucubtan sakınmayan insanların ne halde olduğu, kendi adına her müslümanın yapması gereken en önemli kritiklerden biridir. Mitraf da bu konuda; “Gece uykusuna yatıp sabahleyin pişman olarak kalkmam, gece ibadet edip sabah kendimi beğenmemden benim için daha sevimlidir.” buyurdu. Bişr bin El-Mansur da ibadete fazla devam ettiği için, onu görenler hemen Allah’ı ve ölümü hatırlardı. Birgün namazı fazla uzattı. Dikkatli bakışlar altında kaldığını farkedince, “Sen benim ağır kıldığıma bakma, aslında bu mühim bir şey değildir, iblis de uzun zaman melekler arasında ibadet ettikten sonra gideceği yere gitti.” şeklinde ucbuyla mücadele ediyor ve örnek oluyordu. Bir başka yönüyle amelini büyük görmek ve göstermek ve bu konuda muhatabını minnet altına almak da günahtır. Nitekim Allah-u Teala; “Menn u eza ile sadakalarınızı iptal etmeyiniz.” (Bakara-264) buyuruyor. Menn, minnet altına almak ve bu yolla verdiğini büyük görmektir. Ucubtan kibir doğar ve kibrin sebeplerinden biridir.  Amelleriyle Allah-u Teala karşısında kendinde varlık görmektir. Bir bakıma kendi amelinin notunu vermek ve karşılığını olabildiğine beklemekse “idlal”e girer.

Yani, “bu benim çalışmamın karşılığıdır, hakkımdır.” der, fakat kendisi, kendi amelleriyle buna hak kazandığını ve bu nimetlerin elinden alınmasının da çok düşük bir ihtimal olduğunu da düşünmektedir. İşte bu da idlal yani nazlanmaktır. Katade; “Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma” ayetini “amelin ile idlal etme” şeklinde yorumlamıştır. Bu anlamda, yaptığı iyilik karşılığında muhatabını işinde çalıştırır ve zor şeyler teklif ederse idlal, başkasına verdiği şeyi çoğumsayıp onu minnet altına almak da ucbla ilgilidir, ucb ameli beğenmekse, idlalde hem yaptığını beğenmek, hem de mükafatını mutlaka beklemektir. Benim duamın kabul edilmesi lazım, nasıl olur da dileğim kabul edilmez, demek hem ucub hem de idlaldir. Hem de kibrin başlangıç sebeplerindendir. Hepsi de Allah (CC) karşısında kendini varlık görmektir. Ayrıca ameli sadece Allah (CC) rızası için yapmaktan da kişiyi uzaklaştırır. Nefis hastalıklarının aptalca olduğunu ve hepsinin de altında, insanın Allah (CC) karşısında varlık görmesi olduğunu biliyoruz.

Ucublu bir insanın özelliklerine gelince; ibadetlerini beğenir ve onlarla böbürlenir. Allah’ın (CC) yardımıyla ibadet edebildiğini unutur. İhlassız, ucublu amellerin afetlerini görmezlikten gelir. Afetleri Allah korkusu ile araştırmaz. Zaten problemi, böyle bir kritiği, nefis muhasebesini yapamamasıdır. Nitekim o, kendini ve kendi fikrini beğenir ve Allah (CC) katında da makam sahibi olduğunu sanır. İstişare, istifade ve kendini sorgulamaya kapalıdır. Hatalı da olsa kendi buluş ve tesbitleri onun için daha anlamlıdır. Bu da diğer insanları küçük görmeye yol açar. Ucbun kibre bakan, kibre yol açan yüzüdür bu. Herkesi cahil gördüğü için, kendi doğrusunda yani gerçekte ise hatasında da ısrarcıdır. Kimseyi dinlemediği için de hataları onu, dünyevi ve uhrevi olarak helake sürükler. Bu insan tipi, Allah (CC) karşısında günahlarını hatırlamayan, unutan insan tipidir.

Çünkü o, kendini zaten o günahlardan müstağni kılmıştır. Kendi günahlarını araştırmaması da onu gayretsizliğe ve tembelliğe iter. İşte bu da ucubun en büyük tehlikelerindendir. Zaten o günahlarının bağışlandığından emin ve onun rahatı içinde zevkten dört köşe bir şekilde yaşamaktadır. Eski günahlarını affettirmiş, yeni amellerinin (ihlassız) keyfini sürmektedir. Tek derdi de işlediği amellerle kendine kendinin ne kadar iyi bir insan olduğunu ispatlamaktır. Hiç şüphesiz bu insan, alimlerden istifade etse, basiret sahiplerinden kendi problemlerinin halline gayret etse Hakk’ı bulur ve istifade ederdi.

Oysa kişilik arayışında olan insanların yaptığı ibadet, onda ucub oluşturur. Amelse Allah (CC) rızası için yapılırsa ibadet hükmüne geçecektir. Bu nedenle kişi kendini daha asaletli ve daha iyi hissetmek için ibadet yapınca, zararı yine kendisine olacaktır. Ucubsa, kibirle sonuçlanacağından, Allah (CC) rızasından insanı uzaklaştıracaktır. İnsanda ucuba yol açan şeylere gelince; birgün toprak altında çürüyüp yok olacak bedenini güzellikleriyle (boy-pos, endam, şekil, kılık kıyafet, vücut, ses güzelliği vb.) övünür ucublu insan. Ya da “bizden daha kuvvetli kim vardır?” diyen Ad kavmi gibi kuvvetiyle, zorbalığıyla övünür. Oysa küçücük bir mikrobun dahi insanı altüst edeceğini bilmek ve o güç ve kuvveti veren Allah’a şükretmek gereklidir. Akıl ve zekası olan insanlar dünya ve ahiret
işlerinde ince ve mühim noktaları kavrarlar. Fakat ucub gibi bir nefis hastalığı davranışlarını etkilediğinde, kendi görüşlerinde ısrar, diktatorya, istişareden kaçınma gibi fevri hareketler kendini gösterecektir.

Oysa akıl ve zekayı veren Allah (CC) dilerse, insanın beynini ve ruhunu herhangi bir hastalığa mübtela kılabileceğini düşünmek, ilmine ve aklına hastalık seviyesinde güvenmemeyi öğretir, doğrusu da budur. Bunu kabul etmek asıl akıllılıktır. İnsan, aklının, derecesini kendini methedenlerden değil, düşmanlarından öğrenmelidir.

Nesebiyle, asaletiyle övünmek de Allah-u Teala’nın; “Ey insanlar, doğrusu Biz, sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en kıymetliniz, O’na karşı gelmekte en çok sakınanınızdır.” (Hucurat-13) ayetini görmemek ya da duymazlıktan gelmektir. Nitekim Resulullah (SAV); – İnsanların en akıllısı kimdir, sorusuna – “Onların en keremlisi, ölümü en çok hatırlayıp onun için en çok hazırlanandır.” buyurdu. Yine, Bilal-ı Habeşi (RA)’in müezzinliğine, bir kısım kimselerin, “Şu köle mi bize müezzinlik yapacak?” diyerek itirazı, “en keremliniz, en çok muttaki olanınızdır.” ayetinin nüzul sebebidir. Hadis-i Şerifte; “Allah-u Teala, cahiliyet övünmelerini sizden kaldırdı. Hepiniz Adem’in evlatlarısınız, Adem ise topraktan yaratılmıştır.” buyrularak, dünyaya meyleden ve ameli olmayana nesebinin fayda vermeyeceği de değişik ayet ve hadislerle bildirilmiştir.

Resulullah (SAV)’den sonra insanların en hayırlıları sahabe-i güzin efendilerimiz olduğu halde, cennetle de müjdelenenler dahil, her an, kalplerinden korku ve haşyeti çıkarmamışlardır. Çünkü insan için en zor zaman, uhrevi hesap zamanıdır. Bu nedenledir ki, evlad, akraba, yardımcı ve arkadaşların çokluğu da birşey ifade etmez. Çünkü onlar da birgün toprak olacak aciz canlılardır. İnsanın en dar zamanında kendinden ayrılanların ve en muhtaç zamanında kendinden kaçanın insana faydası olmayacağı da açıktır.

O nedenle amellerimizde ihlası yakalamak, ucbumuzu tedavi etmek ve nefis hastalıklarımız konusunda dikkatli ve gayretli olmak esas olmalıdır. Her asırda azında azı olan ehlullahın eteğinde nefisle mücadeleyi öğrenmek, yine ehlullahın bu konudaki metodunu ve yolunu takip etmek olacaktır.

Allah’a emanet olunuz.

Konuştuklarımız ya da konuşacağımız şeyler, hangi toplumsal ortalamaya hitap etmektedir? Evrensel algıda bir karşılığı var mıdır? “Maşeri vicdan” denilebilecek, insanoğlunun her türüne ait makul bir adalet duygusunu taşımakta mıdır? Bu anlamda doğruyu gerçekten temsil eden bir değeri var mıdır? Yani söyleyeceklerimiz bir sadra şifa mıdır? Konuştuklarımız doğru şeyler ise bunların bir “alıcısı” var mıdır? Doğru sözler her zaman doğru adrese teslim midir? Bu sözler gerçek ihtiyaç sahipleriyle nasıl buluşur? Kısacası doğru olduğuna inandığımız şeyler, eğer bir propaganda malzemesi değilse, insanı inşa edebilecek bir değer taşıyorsa bu değerler toplumsal bir karşılık bulur mu acaba? Burada bizi bir toplum mühendisliğinden farklı kılacak şey nedir? Doğru, sadece bize ait bir şey değilse, gereken şey toplumsal konsensus mudur? Temel problem “güven, doğruluk ve inandırıcılık” ise bu yetkinliği kim ya da kimler taşımaktadır? Masaya yatırılmamış ya da ifade edilmemiş herhangi bir yol, meşrep ya da ideoloji kalmış mıdır? Sonuç, insanlık neyin peşinde ya da ne aramaktadır? İnsanlar tek tek fikir beyan etmeden bunu nasıl bileceğiz? Söylenen her söz, tek tek masaya yatırılıp bir tartışma yumağında boğulmak zorunda mıdır?

Bu soruların en sağlam karşılığı hiç şüphesiz, doğruyu en güzel şekilde ifade etmek ve sonucu, bütün sebep vesile ve sonuçlarıyla yaratan Allah’ın (c.c.) sonsuz merhametine bırakmaktır… 

Şeytanla Nefsle Kirlenmiş Akıl

Kirlenmiş akıl… Evet, kirlenmiş… Çünkü işgal altında… Vesveselerinden nefsin ve şeytanın maskarası olmuş… Kendini tanımadığı için vehim dünyasında boğulmuş… Üstelik içinden geçenleri kendisi sanma hastalığına tutulmuş… Eh, bir de yaşadıkları yüzünden -ağır travmalardan insanın kaçmak için sığındığı sıra dışı kaleler var- incinmiş… Diğer yandan gelişim çizgisinde sosyalleşmenin vazgeçilmez oluşu ve bu esnada karşısına çıkabilecek olumsuz tehdit unsurları ve kötü çeldiricilerin varlığı, hayatı, içinden çıkılmaz bir handikapa çeviriyor.

Oysa akıl sadece bir şeye karar vermeye yarayan bir araç değil, aynı zamanda ruhun bir fonksiyonu… Nitekim aklımızı etkileyen ana unsur ruhumuzun varlığı… Duygu ve düşüncelerimizi doğru geliştirdiğimiz ölçüde -yani aslında bu bir öze dönüş- kendi lehimize aklımızı kullanma kudretimiz de artacak hiç şüphesiz. Buna bir bakıma kendi özüyle barışmak, kendini tanımak da diyebiliriz. Kendini tanımak ise ezber ile söylenecek basit bir eylem ya da çaba değil, olmamalı da… Kendini tanımak kendi değerlerinin farkına vararak kendinle barışmak, kendi hakikatinle yüzleşmek demek… Telaşsız ve emin adımlarla, ekonomik ve toplumsal çeldiricilere takılmadan yoluna Allah’a (c.c.) sığınarak devam etmek… Tek güç, kuvvet, kudret kaynağının Allah (c.c.) olduğunu bilerek, mutlak yardımı O’ndan isteyerek ve O’ndan bilerek Allah’a (c.c.) sığınmak… Allah’a sığınmak, O’nun kendi vücudumuzda yarattığı muhteşem düzeni tefekkür ederek bunun hamdini ve şükrünü yapmak, idrakimizin cılız kaldığı her yerde tevbe kapısının açık olduğunu bilerek ancak O’nun kudretiyle nefes aldığımızı fark etmek ve sık sık tevbe etmekle başlıyor.

Koca kâinata baktığımızda O’nun muhteşem icraatlarını görmek, azamet ve kudretini hissetmek, kendi küçüklüğümüze rağmen bize verilen değeri fark etmek hasta benliğimize en büyük ilaç olacaktır. Yoksa bu en önemli gerçeği bir kenara bırakarak, devşirilecek daha büyük bir hakikat yok… Her şeyi aklımızda, zihnimizde yerli yerine böylece oturttuktan ve ruhumuzun ihtiyacı olan inanç gıdasını kendimizden esirgemedikten sonra, kısa sürede hayatın kodlarının yerli yerine oturduğunu görecek, hayatın içinde kendi varlığımızın ne anlama geldiğini görmekle birebir Allah (c.c.) ile yakınlığımızı fark edeceğiz. Bu yakınlığı bir lütuf gibi yakalamak için, bir ömür boyunca mesailerini kutsallaştıran insanların varlığını düşünürsek, bunun ne büyük bir hadise olduğunu anlayabiliriz. Tüm bu çabaların, düşüncelerin ise mutlaka duygusal bir temeli olmalı… İnsan ilmek ilmek duygulu bir canlı ve bu duygu, insanın her ânını kuşatmış… Aksi halde yaşadığımızı fark edemezdik… Duyguların hayata geçtiği en önemli alan ise bizlere hayatı bahşedenle, duygu boyutunda muhkem bağlar kurmak olmalı…

Allah’a rağmen… Neredeyse ahirete kadar uzanmış bir riyamız var. Her zaman, dua almanın ötesinde bir itibar arayışımız var. Ne yazık ki, insanoğlu ahirette başına gelecekleri bile bile doğruluk dürüstlük iman gibi insanı insan yapan değerlerin peşinden gidemiyor, derdiyle dertlenemiyorsa, şu anki yaşantısıyla ahiretini kötü anlamda ipotek eylemiş oluyor… Ahirete kadar uzanan riya yanlış mı sizce? 

Mesela kibir… İslam’dan nasiplenmiş Anadolu irfanı bu tip büyüklenmeleri küçük görür. Hazzetmez… Yani, kibrin iyi bir şey olmadığı hususunda ortak bir akıl oluşmuştur. Bir bakıma “süper ego”, toplumsal vicdanı temsil eder. Süper egodan mahrum kişilik yapılanmalarının ise “güdük” kaldığı bilinir. Bu anlamda, mevcut kibirlilik hallerimizle hangi kurgu, hangi sistematik düşünceye tabi olduğumuzu biliyor muyuz? Neye göre varlık, neye göre kötülük, nasıl bir acizlik hali bu… Sorgusuz, sualsiz, muhasebesiz. Hayatın içinde öyle ilginç kibir örneklerimiz var ki, nefsi tanıma adına her biri ilginç birer ipucu… 

Hayatın içinde öyle ilginç hased örneklerimiz var ki, insana “Bu ben miyim gerçekten?” dedirtiyor. Yine hayatın içinde Allah’a (c.c.) dahi öyle pazarlanmış amellerimiz var ki, “Pes artık, bu kadar da olmaz!” dedirtiyor. Sahi biz neyiz? Yaklaşık olarak pek çok şeyi bile bile ya da hissede hissede nasıl bu hale geldik?

İnsan başkasından nasihat almayacak bir varlık dayatması içinde olabiliyor. Peki, kendimize iyiliği telkin hususunda nerede duruyoruz? Kendimizden de doğruları dinlemeyecek hale gelmemizin sebebi nedir? Başkalarının bizim burnumuzdan kıl almasına müsaademiz yok!.. Peki, kendimiz, düştüğümüz kuyudan çıkmak için nasıl bir çabanın içindeyiz? Allah’ı tanımayan bir insanlık, Son Peygamber’i saymayan bir ümmet olabilir mi? Sapkınlığın bahanesi olmaz… Geçmiş kavimlerin hakikat karşısında yüksek direnç gösteren en büyük bahaneleri “Atalarımızın dinini mi yalanlıyorsun?” düşüncesi idi. Şimdi “Atalar dini mi kaldı?” Bugün bunu nasıl açıklayacağız!.. Yoksa nefsin atasına şeytan desek daha mı doğru olur!.. 

Hissediş

Bir gün kuzenlerimden biriyle sohbet ediyorduk. Ona biraz itikat konularından, ispat ve izah düzeyinde konuşmalar yapıyordum. Aniden bana “Abi, sen, baktığın her yerde Allah’ı göremiyor musun?” dedi. Şok olmuştum… Sohbet ettiğim insan bana çok çarpıcı ve konuştuklarımın çok üstünde bir idrakle mukabele edivermişti. Aynı zamanda çok sevindim, mutlu oldum, huzur duydum. İlaç gibiydi söylediği… Gerçek ancak bu kadar kestirmeden ifade edilebilirdi. Bu düşünce, aklı başında insanlar için en muhkem ontolojik hakikattir. Kim olursa olsun, nerede olursa olsun, bu hakikatten asla taviz vermezler… 

Sohbet tadında konuya yaklaşmakta bir beis yok… Fahreddin-i Razi örneği çok çarpıcı… Fahreddin Razi öğrencileriyle yürürken, köşede duran yaşlı kadın, öğrenciye sordu! “Kim bu, bu kalabalık niye? Halife mi geldi?” Öğrenci, “Hayır” dedi. “O, Fahreddin-i Razi’dir.” Yaşlı kadın “Yeni halife mi?” diye sorunca “O, Allah’ı bin delille ispat eden büyük âlim Razi.” cevabını verdi. Kadın, “Demek ki bin defa şüphedeymiş.” diyerek yoluna devam etti. Talebeleri bunu Fahreddin-i Razi’ye bir vesileyle iletirler. Ölüm yatağında ise Fahreddin-i Razi’’nin, talebelerine, “Şahit olun! O ihtiyar kadının imanıyla ölüyorum.” dediği söylenir. Kafa karıştırmaya gerek yok… Hiç şüphesiz, Fahreddin-i Razi’nin çabaları her türlü takdirin üzerindedir. Her çabanın kendi kulvarında ilmî ve kelamî açıdan ehlince yorumları var… Binlerce delille Allah’ı (c.c.) anlatmak çok kıymetli, hem de çok… 

Günümüzde de Allah’ın (c.c.) unutulmasına atıf anlamında, Hz. Ali’nin (k.v.) “İlim bir damla idi, onu cahiller çoğalttı.” sözünü, maksadını aşmadan hatırlatmakta büyük fayda var. Allah’ı (c.c.) unutmak… Dert bu… Bizim de derdimiz, en büyük olanın asla unutulmaması gerektiğini hatırlatmak… Ve bir hissedişten yola çıkmak… İnsanlar, kendilerine sorulduğunda “Biliyorum!” diyor. Aklen biliyor ama haşa yokmuş gibi yaşıyor. Akıldaki imanı kalbe indirememek gibi bir dert var yani vicdanileştirememek… Hissediş ve duygu boyutunda büyük bir boşluk var ki, o boşluğu kendisi doldurmaktan, üzerinde düşünmekten, tefekkür etmekten aciz…

Burada, daha küçük yaşlarında havas meşrep halinin tecellileriyle büyüyen çok kıymetli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin kıymetli bir hatırasından bahsetmek istiyorum:

“Tıpkı eski bir fotoğraf gibi hatırlıyorum; dört yaşlarında idim… Sabah güneş doğmak üzereydi ve rahmetli Ahmet amcam elimden tutmuş beni bir yere götürüyordu… Ortalık henüz yeni aydınlanıyordu… Nerede olduğumu hatırlamıyorum. Sadece amcamın beni anneme götürdüğünü biliyorum… Havada tenimi okşarcasına esen ılık bir rüzgârı ve yerlerde ağaçlardan dökülen sararmış yaprakları görüyorum… Huzur dolu bu ortamdaki duygularım ise şöyle: Yanımda ve aklımda sadece Allah var… Evet, Allah sevgisi, Allah muhabbeti içimde o kadar yoğun ki; orada bir tek Allah var ve başka hiç bir şey yok… Amcam ise elimden tutmuş beni Allah’a götürür gibi anneme götürüyor.” 

Buradaki idrak ve duygu yoğunluğunu, halet-i ruhiyeyi hissedebiliyor muyuz? Bu önemli işte… 

İtikat, inanç ve ahlak o kadar iç içe ki aslında. “Allah’a iman et ve dosdoğru ol.” Peygamber emri ve tavsiyesi, her şeyi açıklıyor. Geriye, ta işin başında gönül gözüyle hakikate yönelmek kalıyor ki, günümüzün en büyük problemi bu olmalı… 

Yazımızı Ehl-i Beyt aşığı Niyazi-i Mısrî ile noktalayalım:

“İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün,

Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş.” 

Niyazi-i Mısrî, bu sözüyle, Allah’ın (c.c.) varlığının ve kudretinin kuşatmadığı, ulaşmadığı hiçbir şey yoktur demektedir. Ama avam sadece gözüyle gördüğünü yorumlar, irfan gözlüğüyle ve gönül gözüyle bakamaz vesselam… 

Günümüzün sorunu ise hayata avam kafasıyla bakmaktır… Yoksa her insanın bir şekilde maneviyatı hissedecek ruhi kabiliyetleri vardır. Dağda bir çoban bile güzel bir yaz akşamında çayırlara yatmış gökyüzünü seyrederken “Ya Rabbi ne güzel yaratmışsın.” diyebilir ve bu onun için güçlü bir imanın göstergesidir. Allah’ı hissediyordur. Ama belki ne felsefe bilir ne de epistemoloji… Ama dağlar gibi imanı vardır.

Comments are closed.