

ÖNCE ŞUNU ASLA UNUTMAYALIM, CİNLERDE BİZLER GİBİ ALLAH’IN YARATTIĞI, TIPKI BİZLERİ İMTİHAN ETTİĞİ GİBİ ONLARI DA İMTİHANDAN GEÇİRDİĞİ TOPLUMLARDIR, ALLAH’IN KULLARIDIR. Cin kelime anlamı olarak görünmez, gizli olan anlamındadır. Bizler onları göremeyiz çünkü başka bir boyutta, başka bir özellikte yaratılmışlardır. Biz insanlar balçıktan yani topraktan, onlar ise ateşten yaratılmış olduklarını Kur’an dan öğreniyoruz. Tabi bu ilk yaradılış diyebiliriz. Kehf 50. ayetinde İblis’in cinlerden olduğunu anlıyoruz. Peki, neden özellikle iblis kelimesi kullanılmış olabilir. Çünkü oda ateşten yaratıldığına göre cinlerden denmesi gerekirdi. Demek ki ateşten yaratılan cinlerin içinden, tıpkı biz insanların içinde yoldan sapmış, kötü amaçlı, Allah’ın emirlerine ters düşenlere verilen bir isim olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Buna şeytan da diyebiliriz. Bizlerde kötülük yapanlara, iblis diye hitap deriz. Aynı ayette İblis’in Âdeme secde etmesi, yani saygı duyması istendiğinde, özellikle İblis’in secde etmediği anlatılır. Bu ayetten bütün cinlerin değil, bunların içindeki, isyankâr cinler olduğu, onun için özellikle İBLİS diye geçtiği anlaşılmaktadır.
Bu durumda bütün cinlerin bir iblis olduğunu asla söyleyemeyiz. Çünkü Allah Kur’an da onların tıpkı bizler gibi bir toplum olduğunu, ONLARINDA İÇLERİNDE İMAN EDEN İYİ VE İNANMAYAN KÖTÜ CİNLERİN OLDUĞUNDAN BAHSEDİYOR. Zariyat 56. ayette, aslında Allah cinleri neden yarattığını çok açık anlatıyor ve bakın ne diyor? “BEN CİNLERİ VE İNSANLARI, ANCAK BANA KULLUK ETSİNLER DİYE YARATTIM” Bu ayetten de anlıyoruz ki, cinleri düşünürken, bizlerin yaratılması, yaşaması, gayesi ile aynı olduğunu düşünmeli, bizlere anlatılan yalan yanlış bilgileri kafamızdan silmeliyiz. Onların da içinde iyilerin yani iman edenlerin olduğunu, tam tersi onların içinde de iman etmeyen, ya da kötü niyetli cinlerin olduğunu kafamızdan çıkarmamalıyız. ALLAH CEHENNEMİ VE CENNETİ CİN VE İNSANLAR İÇİN YARATTIĞINI BİLDİRİYOR BİZLERE. Bizler kafamızda yarattığımız, yanlış cin ve şeytan algısını önce silmeliyiz.







Cinler insan bedenine girdiği zaman anormal hareketlere sebep olur. Dışarıdan bakan birisi onun psikoljik sorunları olduğunu düşünürken aslında musallat söz konusudur. Cinlenen insanda zaman algısı sorunu, tuvalette iki saat kalıp on dakika kaldığını zannetmek, gece sıçrayarak uyanmak, hayattan zevk almamak, vahşet/dehşet hayalleri görmek, öldürme ve intihar etme isteği gibi büyük sorunlar meydana gelir, ölüpte dirilen zombi gibi duygusuz olur.
Musallat teşhisi için yöntem şudur: Ayakta hazır ol vaziyetinde dikilin ve kendinizi serbest bırakın. Arkanızda bir yakınınız, ellerini açarak sırtınızın kürek kemiklerini kavrayıp sanki ruhunuzu tutuyormuş gibi kavrayıp çeksin. Eğer geriye doğru bir çekilme hissedip yerinizden kıpırdarsanız musallat yaşıyorsunuz demektir. Eğer hiçbir şey hissetmeyip yerinizden kıpırdamaz iseniz şüpheniz yersizdir. Bunu deneyerek kendinizi kontrol edebilirsiniz. Musallat var ise göreceksiniz ki kıyafeti çekmediğiniz halde çektiğiniz kişi geriye doğru düşecektir.

Bunun yanı sıra büyü için kullanılan cinler de vardır. Medyumların para karşılığında yaptığı aşk büyüsü, bağlama büyüsü, ayırma büyüsü gibi çeşitli büyülerle görevlendirilen cinler insanların algılarına müdahale edebilirler. Bu cinlerin insanlara musallat edilmesi söz konusu olsa bile müslümanlar Allah’ın kendilerini koruduğuna inanmalı, büyünün etki edeceğine inanmamalıdır. Evinde muska tarzı şeyler bulundurmamalı, muskalardan medet ummamalıdır. İçinde ayet yazılı olsa bile muska takmamalı, ayetleri her gün okuyarak dua etmelidir.

Özellikle halk arasında sık görülen musallat sebebi; Allah’a söz verip tutmamak, adak adayıp unutmak gibi Allah’a karşı söylenmiş yalanlardır. Yalanın büyüğü Allah’a yalan söylemek olduğu için buna çok kızar. ‘’Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük bir buğz sebebidir.’’ [61/Saff Suresi 2-3] Bu öfkesi sebebiyle üzerimizdeki korumasını kaldırır ve cinlerin musallat olmasına izin verir.
Şuara 222.ayette geçen ”yalancı ve günahkar” ifadesi şeytani cinlerin musallat olma sebebini ortaya koymuştur. Konuyla ilgili diğer ayetlere baktığımızda yalancıdan kastın ne olduğunu, günahkardan kastın ne olduğunu görürüz. Yalancı insanlara inen şeytanlar; Allah’a söz verip sözünü bozmak, adak adayıp unutmak, fal bakıp gaybdan haber vermek, masum birine iftira atmak, bana da vahyolundu diyerek kutsal kitap sunmak gibi sebeplerden inerler. Bunlar bir insanın musallat yaşaması için yalana dayalı sebeplerdir. Günahkar insanlara inen şeytanlar; anne babaya el kaldırmak, doğduğu güne lanet okumak, mazlumun ahını almak, kınayıp dedikodu yapmak, ölüye yalvarmak, zina etmek, faiz yemek gibi büyük günahlar sebebiyle inerler.




Şeytani cinlerin telkinlerini kabul eden insanlar ise farkında olmadan şirk’e düşerler. Şeytanın tuzaklarını bilmedikleri için hurafeye saplanırlar ama kendilerini doğru yolda zannederler. ‘’Ve kim Rahmanın zikrinden yüz çevirirse ona bir şeytan tahsis ederiz. Artık o, onun yakınıdır. Şüphesiz onlar, onları yoldan alıkoyar, halen kendilerini hidayete ermiş sanırlar.” [43/Zuhruf Suresi 36-37] Rahmanın zikrinden yüz çeviren insanlar, şeytanların telkinlerini çok kolay kabul ederler. Bu musallat insanda itikat yönünden bozulmaya yol açar ve sağlık problemi oluşturmaz.
Allah’ın verdiği bu izinle, şeytanlar insanların aklına kötü düşünce sokarlar. O düşünceyi kabul edip etmemek ise bizim kendi tercihimize kalmıştır. Eğer şeytani düşünceleri kabul eder isek, bunu kendi irademizle kabul etmiş oluruz. Yani ”şeytana uydum, şeytan beni aldattı” gibi bahaneler geçersizdir. Zaten hesap günü de hiç kimse şeytanları suçlayarak kurtulamayacak, şeytan da ”kendinizi kınayın” diyerek suçlamaları kabul etmeyecektir.
Cinlerin insanlar üzerindeki etkisi ilk insanın yaratılmasıyla başlamıştır. “Adem’e secde edin” [7/Araf 11-18] emrine itaat etmeyen İblis, küfre düşünce insanlar için imtihan vesilesi olmuştur. İlk vesvese verdiği kişiler de Adem ve eşi olmuştur. ‘’Derken şeytan ona vesvese verdi. Dedi ki: ”Ey Adem! Sana ölümsüzlük ağacına ve tükenmez bir saltanata delalet edeyim mi?” [20/Taha Suresi 120] Daha sonra kendi türünden olan cinleri de ordusuna katarak, cin şeytanları insanlara musallat etmiştir. Ümitsiz anlamına gelen İblis’e bu ruhsatı bizzat yüce Allah vermiştir. Çünkü insanların imtihan edilmesi lazımdır. Bu imtihan vesilesi, şeytanların vesvese verip aklımıza kötü düşünce sokmasıdır
Cinlerin şekilleri de farklılık gösterir. Örneğin süleyman peygamberin emrinde olan ve Belkıs’ın tahtını getirmeyi teklif edenlerden birisi ”Cinlerden İfrit” olarak Neml Suresi 39.ayette geçmektedir. Bu ifade tıpkı ”İnsanlardan zenciler, insanlardan cüceler” demek gibidir. Cinlerin farklı ırkları olduğuna dikkat çeker.
Bildiğimiz gibi insanlar topraktan yaratıldı, bu yüzden madde boyutunda yaşıyoruz. Cinlerin de ateşten yaratıldığını biliyoruz. ”İnsanı çömlek gibi kurutulmuş çamurdan yarattı. Ve cinni dumansız ateşten yarattı. Öyleyse rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?” [55/Rahman 14-16 ] Lakin bu ateş, bildiğimiz alevli ateş değil, ateşin üzerinden yükselen ısıdır. Bu ısıya semum ateşi denir ki ayette şöyle bahsedilir: ”Ve cinni daha önce semum ateşinden yarattık.” [15/Hicr 27] Semum ateşini yaz aylarında araba sürerken görebilirsiniz. Yerden dalgalar halinde kavurucu ısı yükselir. İşte yerden yükselen bu sıcaklık cinlerin yaratıldığı maddedir. Bu sebeple madde boyutunda gözle göremeyiz. Bizim cinleri göremiyor oluşumuz, onların da bizi göremiyor olduğu anlamına gelmez. Cinler madde boyutunu çok iyi görebilirler. ”..Şüphesiz O ve kabilesi sizi görürler, sizin onları göremeyeceğiniz yerden..” [7/Araf 27]

C-n-n kelimesinin sözlük anlamı ”bir şeyin duyu organlarına saklı kalması” (Ragıb: müfredat, s:242) demektir. Bu harflerden türeyen CİN kelimesi de ”görünmeyen canlı” demektir. CENNET: Zemini görünmeyen ağaçla kaplı bahçe. CENİN: Anne karnında görülmeyen bebek. Kelimenin ”görünmeyen canlı” anlamına bakarak bazı kimseler cinlere; virüs, bakteri, yabancı insan, uzaylı demişlerdir. Bu anlamları kabul edenler sadece sözlüğe bakmakla yetinmiş, Kuran ayetlerine bakmamışlardır. İslam’da cinlerin mahiyetini anlamak için konuyla ilgili ayetleri kabul etmek lazımdır.

“Şüphesiz ki o takvalı kimseler, kendilerine şeytandan vesvese dokunduğu zaman hatırlarlar ve hemen farkına varırlar.” [7/Araf Suresi 201] ayetinde Kuran bilenlerin vesveseye karşı uyanık olduğu haber verilir. Ayetleri bilmeyenler ise vesveseyi kabul ederek amel ve itikad bozukluğu yaşarlar. En kötü şeyleri bile güzel görmeye başlarlar. Böylece yanlarındaki cin şeytan sayısı çoğalır. “Ve kim Rahmanın zikrinden yüz çevirirse ona bir şeytan tahsis ederiz. Artık o, bunun yakınıdır. Şüphesiz onlar (şeytanlar), onları yoldan alıkoyarda halen kendilerini hidayete ermiş sanırlar.” [43/Zuhruf Suresi 36-37] Aslında bu insanlar yanında şeytan olduğunun da farkındadır, kendi başlarına düşünürken “şeytan diyor ki şöyle yap” diye karar alırlar. Hesap günü bu yakınlıktan pişman olurlar: “Nihayet bize geldiği zaman dedi: “Ah keşke benimle senin aran iki doğu kadar uzak olsaydı. Meğer ne fena bir yakınlıkmış.” [43/Zuhruf Suresi 38]
Allah’ın hükmü yerine getirilince şeytan şöyle der: “Şüphesiz Allah size gerçek bir vaadde bulunmuştu; ben de size bir söz verdim ama yalancı çıktım. Aslında benim sizi zorlayacak gücüm yoktu; benim yaptığım size çağrıda bulunmaktan ibaretti; siz de benim çağrıma uydunuz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Ben daha önce, beni Allah’a ortak koşmanızı kabul etmemiştim.” Doğrusu zalimler için elem verici bir azap vardır. İbrahim Suresi 22

Vesevese cinlerinin aklımıza kötü düşünce getirmekten başka yaptırım gücü yoktur. Bu yüzden hesap gününde “şeytana uydum” bahanesi geçerli olmayacaktır. Şeytan da “beni değil kendinizi kınayın” diyerek hiçbir suçlamayı kabul etmeyecektir.






Kötü şeyler fısıldamak anlamına gelen Vesvese, ilk insanın yaratılışıyla başlamıştır. “Adem için secde edin” [7/Araf 11-18] emrine itaat etmeyen İblis, küfre düşünce insanlar için imtihan vesilesi olmuştur. İlk vesvese verdiği kişiler de Adem ve eşi olmuştur. “Derken şeytan ona vesvese verdi. Dedi ki: ”Ey Adem! Sana ölümsüzlük ağacına ve tükenmez bir saltanata delalet edeyim mi?” [20/Taha Suresi 120] Daha sonra ordusuna kattığı cinlerle birlikte insanlara vesvese vermeye başlamıştır. İblis’e vesvese verme ruhsatı bizzat yüce Allah vermiştir: “Onlardan gücünün yettiği kimseyi sesinle kışkırt. Onlara atlıların ve yayaların ile (vesvese) haykır. Onların mallarına ve evlatlarına ortak ol. Onlara vaatler ver. Şeytan onlara aldatmadan başkasını vaat vermez.” [17/İsra Suresi 64] Allahın iblise bu yetkiyi verme sebebi, kendi seçimimizle iyiyi tercih etmemizi istemesidir çünkü gerçek iyilerin belli olması için iyi-kötü arasında tercih yapmamız gerekir. İyi insan aklına kötü düşünce gelmeyen değildir, kötü düşünceyi bırakıp iyiyi tercih edendir.
Salih insanlar ve salih cinler olduğu gibi şeytan insanlar ve şeytan cinler de vardır. Şeytan olmak için Allahtan yana değil onun karşısında olmak gerekir. Örneğin cin olan İblis Allahı’n karşısında durup “çok güvendiğin insanı yoldan çıkaracağım” diyerek Allah’a kafa tutmuş ve şeytan olmuştur. Şeytana uyanlar da onun vasfı gibi şeytan olurlar.


Cinlerin Allah’a kulluk ile vazifeli olması tıpkı bizim gibi akıllı ve iradeli olduklarını gösterir. İnsanlar kendi iradesiyle seçim yaparlar, iyiyi kötüyü ayırt edebilirler, takvalı veya günahkar olabilirler. Cinler de bu saydıklarımızı yapabilirler. Bir cin şöyle demiştir: “Şüphesiz bizden Salih olanlar da var, bunun aşağısında (sapkın) olanlar da var. Farklı görüşleri olan yollara ayrıldık.” (Kuran 72:11)

Cinler metafizik boyutta yaşayan akıllı canlılardır. İnsan ve cinler dünyada birlikte yaşarlar ve yaratılma amaçları Allah’a kulluktur. “Ve ben cinleri ve insanları ancak bana kul olsunlar diye yarattım.” [51/Zariyat 56] ayetinde iki türden bahsedilir, insanlar ve cinler ayrı zikredilerek dünyada birlikte yaşadığımıza dikkat çekilir









Maalesef günümüzde pek çok kişi, cinlerle ilişkide olan ve bu yüzden kendini evliya sanan sahte mürşitlerin peşinden koşarak çok kıymetli ömürlerini boşa geçirmektedirler… Çevresini aydınlatabilme yetisine sahip olabilmek için, önce İslâm’ın Tevhid ve akaid ilmine sahip olmak “Âmentü”de belirtilen hususları bütün detaylarıyla bilmek ve bu hususta bütün suallere cevap verebilecek düzeyde ilim sahibi olmak gerekir… Oysa günümüzde sahte MEHDİ ve MÜRŞİDLER -nerede ise her şehirde birkaç tane- CİNNÎ ilhamlarla, tamamıyla ilim dışı hurafelerle pek çok insanı yanlış yollara sürüklemektedir.


Nitekim daha önce de vermiş olduğumuz üzere, Kur’ân-ı Kerîm’de, cinlerin insanları kendi kayıtları altına almaları ve onları âdeta kendilerine tâbi birer robot şeklinde kullanmaları şu âyette çok açık bir biçimde anlatılmaktadır: “(Allâh) onları topluca haşrettiği gün: ‘Ey cin topluluğu, gerçekten insanların çoğunluğunu hükmünüz altına aldınız (hakikatten uzaklaştırdınız)!’ (der)…” (6.En’am: 128) Cin adı verilen, insanın, varlığını beş duyusuyla tespit edemediği yaratıklar, insanları iki yoldan kendilerine bağlamaya çalışmaktadırlar.
- Kendilerini o kişiye resmen bildirerek…
- Kendilerini o kişiye hiç bildirmeden ve fark ettirmeden…
Kendilerini temas kurdukları insana bildirmeleri hâlinde, o kişiyle bağlantı yollarından biri İslâmi amaçlar görüntüsü altında olur. Diğer bir yol da İslâm Dini dışındaki yollar görüntüsü altında bağlantı kurmaktır. Kendilerini hiç fark ettirmeden bir insanla bağlantı kurmaları hâlinde de yine bu iki yol geçerlidir. Yani ya kişinin İslâm’a olan yakınlığını istismar ederler ya da kişinin kendi dinine ve din anlayışına göre humanist (insancıl) fikirler öne sürerek o kişiyi kendi yollarına sürüklerler.
Daha önce de belirtmiş olduğumuz üzere, cinler, yapılarının da kendilerine verdiği avantaj dolayısıyla, çeşitli şekillerde insanlarla bağlantı kurmakta ve çoğu zaman da bu bağlantı sonunda onları kendilerine tâbi bir hâle getirmektedirler! Ancak insanlar pek çok olayda tespit ettiğimiz üzere, durumlarını gizlemekte; böylece mahcubiyetten korunmak, zor duruma düşmemek ve alaylara muhatap olmamak gayesiyle, bu bağlantıdan hiçbir zaman söz etmemekte; hatta çok zaman da bu durumlarını inkâr etmektedirler… Çünkü, bu ilişkiler ortaya çıktığı zaman, onlar hem çevrelerine karşı mahcup bir duruma düşecekler, hem de cinlerle uğraş verme yolunu bilmeyen insanların vereceği yanlış öğütlerle kendi felaketlerine yol açacaklardır.

Biz bütün cisimleri ve bütün cismanî ve fiziki kuvvetleri keşfetmiş değilizdir… Şu hâlde, gerek ruhanî, gerek cismanî bakımdan, bizim hislerimizden (beş duyumuzdan) örtülü yaratıklar bulunduğunu inkâr etmek, düşünen insan için doğru davranış değildir.”


Bu âyetlerin meâli ise, cinlerin de hesap gününde aynen insanlar gibi Dünya’da yaptıklarından sorumlu olacaklarını, yaratıcılarının emirlerine karşı gelmeleri hâlinde ceza göreceklerini; hesap gününün dehşetini, zorluğunu birçok benzetme yollu beyanlarla açıklamaktadır.



















Gerek görünüp bilinen, gerekse görünüp bilinmeyen gizli düşmanlarımıza karşı okunan ve kendisiyle Allah’a sığınılan dua makamında bulunan ve “Muavvizat”denilen, Kur’ân-ı Kerim’in son üç suresi, yani “İhlas, Felâk ve Nas” sureleri, her derde deva niteliğindedir ve (deyim yerindeyse) bu üç sure, “Kur’ân eczanesinin aspirinleri”dir. Bu sebeple, bunlarla Allah’a sığınmalı ve gecenin karanlığından, şeytanların, cinlerin, büyücülerin, vesvesecilerin şerrinden bunlarla korunmalıdır.



Büyünün hakikat olduğu kabul edilince, herkese tesir etmesi de tartışılmaz.Ancak daha fazla tesir ettiği kimseler de mevcuttur. Bunlar da şeytanın vesvese ve evhamlarına önem veren ve bu tür şeylere açık olan kimselerdir. Böyle kimseler, daha çok kendi kendilerini bir saat gibi kurup hasta eder. Çünkü şeytan, insana sadece vesvese verir ve yanlışı doğru olarak göstermek ister. Aslında hiç de önemli olmayan ses veya görüntüleri kendince değişik şekillere ve seslere benzetenler evhamlı, itikadı zayıf, ibadeti ve zikri olmayan, Allah’a olan görevleri konusunda gevşek davranan ve ibadetlerini ihmal eden kimselerdir. Nitekim, âyette, bu hususlara işaret edilmektedir. (Hac, 22/52-55)



















Hani cinlerden birkaçını, Kuran dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman, dediler ki: “Kulak verin;” sonra bitirilince kendi kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler. Dediler ki: “Ey kavmimiz, gerçekten biz, Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve doğru olan yola yöneltip-iletmektedir.” “Ey kavmimiz, Allah’a davet edene icabet edin ve O’na iman edin; günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun.” “Kim Allah’a davet edene icabet etmezse, artık o, yeryüzünde (Allah’ı aciz bırakacak değildir ve onun O’ndan başka) velileri yoktur. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Ahkaf Suresi, 29-32)
Halk edebiyatında ifrit dumandan yaratılmış dev gibi bir cin olarak tasvir edilir ve bu özelliği sebebiyle onun sıkıştırılmış olarak bir şişe içerisine konulup hapsedilebileceğine inanılır. Kur’an’da yer alan, cinlerin “hâlis ateşten” yaratıldığı bilgisiyle (er-Rahmân 55/15) halk edebiyatındaki ifritin dumandan yaratıldığı inancı arasında bir ilgi kurulabilir. İfritin kanatlı bir mahlûk olduğu, büyük bir güce sahip bulunmasına rağmen bazı büyü vasıtalarıyla emir altına alınabildiği yine halk edebiyatında rastlanılan telakkilerdir. Halk kültüründe ifritin şekli, gücü ve yaptığı işler çerçevesinde oluşan inançlar İslâmî kaynaklardan çok İslâm öncesi din, kültür ve medeniyetlere dayanmaktadır.
Bazı İslâmî kaynaklarda anlatıldığına göre cinlerden olan ifrit diğer cinlerdeki özellikleri taşıyan, onlar gibi irade sahibi, erkeği-dişisi bulunan, çeşitli şekillere girebilen bir varlıktır. Câhiliye dönemine ait bir kısım telakkilerin aksine Kur’an’da cinlerin güçlerinin sınırlı olduğuna işaret etmek için “kitaptan ilmi olan kişinin” (en-Neml 27/40) Belkıs’ın tahtını ifritten daha çabuk getireceği vurgulanmıştır.
“Cinlerden bir ifrit” ifadesi bazı hadislerde de geçmektedir. Ebû Hüreyre’den gelen bir rivayette cinlerden bir ifritin namazını ifsat etmek için Hz. Peygamber’e musallat olduğu, Resûlullah’ın onu yakalayarak mescidin direklerinden birine bağlamak istediği, fakat Hz. Süleyman’ın bir duasını hatırlayınca ifriti köpek kovar gibi kovduğu bildirilmektedir (Müsned, II, 298; Buhârî, “Ṣalât”, 75, “Enbiyâʾ”, 40, “Tefsîr”, 38/2; Müslim, “Mesâcid”, 39). Bu hadisin farklı bir rivayetinde ifritin kedi sûretinde Hz. Peygamber’in karşısına çıkıp yüzüne bir ateş parçasıyla çarpmaya kalkıştığı ifade edilmiştir. Hz. Âişe’ye atfedilen rivayete göre Resûl-i Ekrem onu yakalayıp yere yatırarak hırpalamıştır. Yahyâ b. Saîd’den nakledilen bir rivayette Resûlullah’ın İsrâ gecesi cinlerden bir ifriti gördüğü kaydedilmektedir (el-Muvaṭṭaʾ, “Şiʿr”, 10).
Kur’ân-ı Kerîm’de ifrit kelimesi bir defa geçmektedir (en-Neml 27/39). Burada Hz. Süleyman’ın emrinde insan, kuş ve cinlerden orduların bulunduğu bildirilmekte, Belkıs’tan haberdar olan Süleyman’ın Belkıs’ın tahtını kısa zamanda kimin getirebileceğini sorması üzerine “cinlerden bir ifrit”in, “Sen daha yerinden kalkmadan onu sana getirebilirim” dediği haber verilmektedir. Aynı yerde ifrit, kendini Süleyman’a tanıtırken güçlü ve güvenilir olduğunu belirtmiştir. Kur’an’ın cinler arasında yer aldığını bildirdiği ifrit, Taberî’ye göre cinlerin reisi veya onların en güçlüsü, Mücâhid ve Katâde’ye göre en azgını, Ma‘mer’e göre en zeki ve kurnazıdır (Taberî, XIX, 161-162; Fahreddin er-Râzî, XXIV, 197).
İfrît kelimesinin menşei hakkında farklı görüşler olmakla beraber ağırlıklı görüşe göre “bir kimseyi yere serme, toza toprağa bulama; çok istenen bir nesnenin zihinde hayal edilip göze bu şekilde gözükmesi” anlamlarına gelen Arapça ‘afr kökünden türetilmiş olup, “kurnaz, şerir, çetin, yaratılışı güçlü, kızgın ve öfkeli kimse” mânasındadır. İfrit, bu anlamları dolayısıyla cin ve şeytanlar için olduğu gibi mecazi anlamda kötülük ve şeytanlıkta aşırı giden insanlar için de kullanılır. İbn Kuteybe, Zemahşerî, Râgıb el-İsfahânî ve İbnü’l-Esîr gibi müellifler kelimenin taşıdığı “habîs, çetin, güçlü kuvvetli” anlamlarına dikkat çekerek bunun hem şeytanı hem de bu karaktere sahip insan ve hayvanları ifade edebileceğini belirtmektedirler. Nitekim Zürrumme bir şiirinde yaban öküzünü tasvir ederken, “O, gecenin karanlığında ifritin izinde parlayan yıldız gibidir” diyerek ifrit kelimesini cin için kullanır. Kisâî de Mesleme b. Abdülmelik’i överken onu ifrite benzetip, “Onların şeytanı olan ifrit, sizin için bir mülkün ve bir yerleşim yerinin olmadığını söylemiştir” der (Kurtubî, XIII, 203). İfrite bazan nifrît ile beraber ikileme biçiminde de rastlanır. Bir hadiste, “Allah, malı ve ehli konusunda belâ ve musibete uğramayan ifrit nifrit kişiye buğzeder” şeklinde geçmektedir (İbnü’l-Esîr, “ʿafr” md.; Lisânü’l-ʿArab, “ʿafr” md.).

Müfessirler cân kelimesinin tefsirinde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşleri şu beş noktada toplamak mümkündür: 1. Cinlerin atası. Bu görüşte olanlara göre cân ve onun soyundan gelen cinlerle İblîs ve onun neslinden olan şeytanlar birbirinden tamamen ayrı cin taifeleridir. Çünkü cinler ölür, mümin ve kâfir gruplarına ayrılır. Şeytanlar ise İblîs’le birlikte ölecektir ve hepsi de kâfirdir. Âlimlerin çoğunluğu bu kanaattedir. 2. İblîs. Hasan-ı Basrî, Katâde b. Diâme ve Mukātil b. Süleyman gibi âlimler bu görüşü benimsemişlerdir. Bazı müellifler, cânna İblîs mânası verilmesinin Eski Ahid’de yer alan bir kıssa ile bağlantılı olduğunu savunurlar (bk. TA, XI, 10). Zira Eski Ahid’de, cennette bulunduğu sırada Hz. Havvâ’yı yahudilerce kötülük ruhunu temsil eden yılanın aldattığı ifade edilmektedir (Tekvîn, 3). Bu yılanın ise İblîs olduğu bilinmektedir. Aynı yorumu, cânnın ateşten yaratıldığını, İblîs’in de kendisinin ateşten yaratılmış olmasını gerekçe göstererek Âdem’den üstün olduğunu ve bu sebeple ona secde etmediğini haber veren (el-A‘râf 7/11-12) Kur’ân-ı Kerîm’e dayandırmak da mümkündür. 3. Cin iken yılana dönüştürülmüş bir taife. 4. Cinnin eş anlamlısı, şeytanların dışındaki cin türü. 5. Kur’an’da Hz. Âdem’in yaratılmasından önce yeryüzünde fesat çıkarıp kan döktükleri meleklerin diliyle ifade edilen (el-Bakara 2/30) yaratıklar. Bu yorumların hepsi cânnın, kelimenin sözlük anlamına ve Kur’an’daki kullanılışına da uygun düşen “duyularla algılanamayan varlık” olduğu noktasında birleşmektedir. Bu muhtevanın yaygın ifadesi ise cin şeklinde olmaktadır
Kur’ân-ı Kerîm’de yedi yerde geçen cân kelimesinin üç ayrı anlamda kullanıldığı anlaşılmaktadır. Hz. Âdem’in kuru balçıktan, cânnın ise ısı derecesi yüksek, dumansız ve saf ateş alevinden yaratıldığı anlatılırken (el-Hicr 15/27; er-Rahmân 55/15) cinlerin atası mânasında, cennet hûrilerinin tavsifi sırasında, “daha önce hiçbir insan ve cin (cân) eli değmemiş” denilmek suretiyle de (er-Rahmân 55/56, 74) cin türü anlamında kullanılmıştır. Hz. Mûsâ’ya verilen asâ mûcizesinde, değneğin bir yılan gibi hareket ettiğini belirten âyetlerde (en-Neml 27/10; el-Kasas 28/31) cân kelimesi “yılan” mânasına gelmektedir. Hz. Âişe’den rivayet edilen bir hadiste Resûlullah cânnın saf ateş alevinden yaratıldığını beyan etmiştir (Müslim, “Zühd”, 60). İbn Abbas’ın ise cânnı cin türünden dönüştürülmüş (bk. MESH) yılan anlamında kullandığı rivayet edilmektedir (Müsned, I, 348).

İslâm âlimleri, cinlerden kâfir olanların cehennemde zemherîr (şiddetli soğuk) türünden veya daha başka azap çeşitleriyle cezalandırılacağını kabul etmelerine karşılık mümin olanlarının cennetle mükâfatlandırılması konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Çoğunluğa göre ilâhî buyruklara itaat eden mümin cinler cennete girecektir. Ebû Hanîfe başta olmak üzere diğer bazı âlimler ise mümin cinlerin cehennemden kurtulmak suretiyle mükâfatlandırılmış olacağı, fakat cennete giremeyeceği ve nihayet hayvanlar gibi yok edileceği görüşündedirler. A‘râfta bulunacaklarını söyleyenler de vardır. Cennetle ilgili olarak Kur’an’da ve hadislerde yer alan birçok nas cinlere dair herhangi bir ifade taşımamaktadır.
İnsanların cinleri görüp göremeyecekleri hususu tartışmalıdır. İbn Abbas’a atfedilen bir rivayeti delil kabul edenlere göre Hz. Peygamber dahi cinleri görmemiş, İbn Mes‘ûd’a atfedilen rivayete göre ise Resûl-i Ekrem cinleri görmüş ve onlarla beraber bulunmuştur. Şâfiî’nin, cin gördüğünü söyleyen birine ta‘zîr cezasının uygulanması gerektiğini söylediği, bazı hadisçilerin de böyle bir iddia sahibinin adâlet (dürüstlük) sıfatını kaybettiğine hükmettikleri nakledilir. Mu‘tezile âlimleri, latif cisimlerden oluşmaları sebebiyle cinlerin fiilen görülemeyeceğini, ancak görülmelerinin teorik olarak imkânsız olmadığını kabul etmişlerdir. Cinlerin insanlarla ilişkileri ve birbirlerine karşı etkileri hususunda da âlimler arasında görüş birliği yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerine göre insanlarla cinlerin birbirlerine tesir etmeleri mümkündür. Zira Kur’an’da, faiz yiyenlerin kıyamet günü şeytanın çarptığı kimselerin kalkışı gibi kalkacakları belirtilmiş (el-Bakara 2/275), bir hadiste de şeytanın insan bedeninde kanın dolaştığı gibi dolaştığı bildirilmiştir (Buhârî, “Aḥkâm”, 21, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 11). Bu tür nakiller yoruma tâbi tutulmadan zâhiriyle benimsendiği takdirde şeytanlar gibi cinlerin de insanları etkileyebileceği ve meselâ onları saralı hale getirebileceği sonucuna varılabilir. Hz. Peygamber’in, cinlerin insanlar üzerindeki etkilerinden kurtulmak ve onları tesirsiz hale getirmek için Felak ve Nâs sûrelerinin, ayrıca Âyetü’l-kürsî’nin ve Bakara sûresinden bazı âyetlerin okunmasını tavsiye etmesi de (Müsned, IV, 144, 146; Buhârî, “Vekâle”, 10; Tirmizî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 2, 3) insanların cinlerin faaliyetlerine karşı kendilerini savunabilecekleri şeklinde yorumlanmıştır. Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî gibi bazı Sünnî âlimler, cinlerin sadece vesvese vermek suretiyle insanlara etkili olabileceğini kabul ederler (Uṣûlü’d-dîn, s. 226). Cinlerin insanlar üzerinde etkili olabileceğini benimseyenlerin bir kısmı bunun daha çok sihir ve büyü faktörlerinde ortaya çıktığını söyleyerek cinlerin bu nevi işlerde kullanılabileceğini ileri sürerler. Mânaları anlaşılmayan “havas” ve “azâim” türünden bazı metinlerin okunması yoluyla cinlerden faydalanma girişiminde bulunulmasına huddâmcılık, bu işte kullanıldığı söylenen cinlere de huddâm denilir. Ancak önde gelen âlimlerin çoğunluğu, cinlerin tesirinden kurtulmak veya ona mâruz kalmamak için Kur’an okuma dışında herhangi bir yola başvurulmasını tasvip etmemişlerdir. İslâm dininin ana kaynaklarında bulunmayan azâim ve havassa dair bilgiler daha çok Mısır, İran, Türk ve Hint bölgelerinde yaşayan eski kültürlerden müslümanlara intikal etmiş ve halk arasında yaygın bir şekilde benimsenen inançlar halini almıştır. Mu‘tezile’den Amr b. Ubeyd ve Kādî Abdülcebbâr gibi âlimler bu hususta Sünnî görüşü paylaşırken büyük bir kısmı da cinlerin insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı kanaatini ifade eder.
İslâm âlimlerine göre cinler mutlak gaybı bilmemekle birlikte uzun süre yaşadıkları ve meleklerden haber sızdırabildikleri için insanların bilemediği bazı hususlara vâkıf olmaları mümkündür. Bunun dışında cinlere ilişkin âyetleri yorumlayarak cinlerin insanlar gibi doğan, yiyip içen, evlenip çoğalan, ölen ve hatta insanlarla ilişki kurabilen varlıklar olduğu âlimlerin çoğunluğu tarafından kabul edilir. Bazı kaynaklar, cinlerin yemek kokularıyla veya kemik vb. yemek artıklarıyla yahut hayvan dışkısıyla beslendiğini naklederse de tercih edilen görüşe göre kendilerine özgü bir tarzda beslenirler. Yine kaynaklar cinlerin insan şeklini alabildikleri gibi hayvanlardan yılan, kedi, köpek ve inek şekline de girebildiklerini, dünyanın çeşitli bölgelerinde özellikle dağlık yerlerde, harabelerde, denizlerde, çöllerde, çöplüklerde ve mezarlıklarda yaşadıklarını da kaydeder.
Kur’an’da verilen bilgilere dayanılarak cinlere peygamber gönderildiği noktasında İslâm âlimleri arasında ittifak bulunmasına rağmen bu peygamberlerin insan veya cin türünden oluşu hususunda görüş ayrılıkları vardır. Bir görüşe göre cinlere gönderilen peygamberin melek olması gerekir; diğer bir grup âlim de gönderildiği topluluğun meleklerden değil insanlardan oluşması sebebiyle insan topluluklarına yine kendi türlerinden peygamber gönderildiğini bildiren âyetle (el-İsrâ 17/94-95) insan ve cin topluluklarına içlerinden peygamberler gönderildiğine işaret eden âyeti (el-En‘âm 6/130) dikkate alarak cinlere gönderilen peygamberlerin cin türünden olduğunu savunmuşlardır. Âlimlerin çoğunluğu ise cinlere kendi türlerinden peygamber gönderilmediği, insanlara gönderilen peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberleri olduğu görüşündedir. Bir başka görüşe göre cinler arasından uyarıcılar seçilmiş, onlar da insanlara gelen peygamberlerden aldıkları bilgileri cinlere tebliğ etmişlerdir (Râzî, XIII, 195). Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli milletlere gönderilen peygamberlerin kendi içlerinden seçildiği ve kendi dillerini konuştuğu önemle vurgulandığına (el-Bakara 2/129, 151; İbrâhîm 14/4) ve, “Ey cin ve insan toplulukları! Size içinizden peygamberler gelmedi mi?” (el-En‘âm 6/130) meâlindeki âyetlerin mevcudiyetine bakarak cinlere gönderilen peygamberlerin kendi türlerinden olduğu tarzındaki görüşü tercih etmek mümkündür. Hz. Muhammed’in cinlere de gönderilmiş bir peygamber olduğu için “Resûlü’s-sekaleyn” unvanını alması ve özellikle Cin sûresinde görüldüğü üzere vahyinin cinleri de kapsaması ona has bir meziyet olarak telakki edilebilir.

Çağımızda cinlerin mahiyetlerinin, “ateşe karışan” (mâric) varlıklar olmaları (er-Rahmân 55/15) dikkate alınarak karbon asidinden, “dumansız ateş”ten yaratıldıkları göz önüne alınarak canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden, yahut bazı hadislerde hastalıkların sebebi olarak gösterilmeleri dikkate alınarak mikroplardan ibaret olduğu tarzında birtakım görüşler ileri sürülmüşse de (Reşîd Rızâ, III, 96; VII, 319; VIII, 364; Evrin, I, 254; Ahmed Hulûsi, s. 61-72; Ayberg, II, 69-72; Ateş, s. 19-20) bunlar ilmî bakımdan temellendirilememiş bazı teoriler niteliğindedir. Zira duyular ötesi varlıklardan olmaları sebebiyle sadece nakil yoluyla doğru bilgi edinebileceğimiz cinlerin mahiyeti hakkında naslarda ateşten yaratıldıklarının ötesinde bir bilgi mevcut değildir. Bazı Haşviyye mensupları hariç İslâm âlimlerinin hemen hepsine göre mükellef yaratıklar olan cinlerin mükellefiyetin üstesinden gelebilmeleri için şuur, idrak ve irade gücüne sahip olmaları gerekir ki bu hususu çağımızda ileri sürülen görüşlerle bağdaştırmak mümkün görünmemektedir.
Kelâm âlimlerine göre cinlerin varlığı sadece vahiy yoluyla bilinip ispat edilebilir, akıl da bunu imkânsız görmez. Mevcudiyetleri tartışma götürmeyecek şekilde Kur’an’la sabit olduğundan cinleri inkâr edenlerin küfrüne hükmeden kelâm âlimleri cinlerin mahiyeti konusunda farklı görüşler benimsemişlerdir. Bunları iki noktada toplamak mümkündür. 1. Cinler kendi başına kāim olan gayri maddî cevherlerden oluşur. Bu görüşü benimseyenlerden biri olan Gazzâlî’ye göre melekler, cinler ve şeytanlar gayri maddî cevherden oluşmaları açısından birbirlerine benzemekle birlikte -araz oluş noktasında aralarında benzerlik bulunan renk, ilim ve kudretin tür olarak birbirlerinden ayrı oluşları gibi- farklılık arzederler (el-Maḍnûnü’l-kebîr, s. 16). 2. Cinler maddî cevherlerden oluşur. Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî ve Bâkıllânî başta olmak üzere bu görüşü benimseyen Eş‘arîler’in çoğunluğuna göre hayat için bünye şart olmadığından her şeye gücü yeten Allah cinleri duyularla idrak edilebilen bünyeleri olmaksızın yaratmıştır. Hayat için bünyeyi şart koşan Mu‘tezile âlimleri ile Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ ise cinlerin basit cisimlerden ibaret olduğunu kabul etmişlerdir. İbn Haldûn, duyularla algılanamadıklarından ve neye delâlet ettikleri bilinemediğinden Kur’an’da geçen melek, ruh, cin gibi kavramların müteşâbihattan kabul edilmesi gerektiğini söyler.
Cinlerle ilgili âyet ve hadislerin yorumu İslâm literatüründe kendine has bir yer işgal etmiş, ayrıca cinlere ve şeytanlara tesir edip onları itaat altına alma yollarını konu edinen ve “ilmü’l-azâim” adı verilen bir ilim dalı da teşekkül etmiştir (bk. AZÂİM). Bu işlerle meşgul olanlara Türkçe’de cinci denilmiştir. İslâm kaynaklarında cinlerin mahiyeti ve mevcudiyeti, özellikleri, insanlarla ilişkileri, peygamberleri, âhiretteki durumları gibi hususlar onlarla ilgili tartışmaların ana konularını oluşturmuştur. Yine bu kaynakların bazılarına göre cinlerin mevcudiyeti konusunda eski filozoflar da fikir beyan etmişler, bir grubu duyu ve akıl yoluyla idrak edilemeyen her şey gibi cinleri de inkâr ederken bir kısmı cinlerin varlığını kabul etmiş ve onlardan “ervâh-ı süfliyye” veya “ervâh-ı mücerrede” diye söz etmiştir. İslâm filozoflarından Fârâbî, insanların aksine cinleri konuşmayan ve ölmeyen canlılar olarak kabul eder. İbn Sînâ da cin kelimesine “çeşitli şekillere girebilen, şeffaf yapılı ve konuşan latif canlı” anlamını verir. Ancak filozofa göre bu tarif, cinin varlık olarak mahiyetini açıklığa kavuşturmayıp sadece cin isminin kavram olarak ne anlama geldiğini göstermektedir (Tisʿu resâʾil, s. 62). Fahreddin er-Râzî ile onun görüşüne katılan bazı âlimler İbn Sînâ’nın bu açıklamasından hareketle onun, cinin sadece adını kabul edip dış dünyadaki varlığını inkâr ettiği sonucuna varmışlardır (Tehânevî, Keşşâf, “cin” md.; Mefâtîḥu’l-ġayb, XXX, 148). Buna karşılık Elmalılı Muhammed Hamdi, haklı olarak, İbn Sînâ’nın, mahiyetleri hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olunamadığı için cinlere ait gerçek bir tarifin yapılamayacağına işaret etmek üzere söylediği bu sözden cinlerin varlığını inkâr ettiği sonucunun çıkarılamayacağını belirtmiştir (Hak Dini, VII, 5387).
Kur’ân-ı Kerîm’de verilen bilgilere göre cinler de insanlar gibi Allah’a kulluk etmeleri için yaratılmıştır. Cân insan türünün mevcudiyetinden önce yakıcı ve her şeye nüfuz edici ateşten (nâr-ı semûm, mâric) halkedilmiştir. Cinlere de peygamber gönderilmiş, bir kısmı iman etmiş, bir kısmı kâfir olarak kalmıştır. Son peygamber Hz. Muhammed insanlara olduğu gibi cinlere de ilâhî emirleri tebliğ etmiştir. Cinler insanlara nisbetle daha üstün bir güce sahiptirler. Meselâ kısa sürede uzun mesafeleri katedebilir, insanlarca görülmedikleri halde onlar insanları görür, insanların bilmediği bazı hususları bilirler; fakat gaybı onlar da bilemezler. Gökteki meleklerin konuşmalarından gizlice haber almak isterlerse de buna imkân verilmez. Evlenip çoğalırlar. İblîs de cinlerdendir ve insanların yanı sıra cinlerden de yardımcıları vardır. Bazı cinler Hz. Süleyman’ın emrine girerek ordusunda hizmet görmüş, mâbed, heykel, büyük çanak, kazan gibi nesnelerin yapımında insanlarla beraber çalışmışlardır.


Câhiliye Arapları cinlerin de kabile ve gruplar halinde yaşadıklarına, birbirleriyle savaştıklarına, fırtına gibi bazı tabii olayların cinlerin işi olduğuna inanıyorlardı. İnsanları öldürdüklerini, kaçırdıklarını, bazı cinlerin ise insanlara yardım ettiklerini, cinlerle evlenen insanların olduğunu kabul ediyorlardı. Cinlerin başta yılan olmak üzere çeşitli hayvanların sûretine girdiklerine, genellikle tenha, kuytu ve karanlık yerlerde yaşadıklarına, insanlar gibi yiyip içtiklerine, hastalıkları onların getirdiğine, delilerin cinlerin istilâsına uğramış kişiler olduğuna inanılıyordu (Câhiz, VI, 164-265; Cevâd Ali, VI, 705-730).
İslâm öncesi Arap toplumunun inancında ruhlar âleminin, iyi ve kötü güçlerin önemli bir yeri vardı. Bazı taş ve ağaçlarda, kuyu, mağara ve benzeri yerlerde insan hayatına tesir eden varlıkların mevcudiyetine inanılıyordu. Ruhlar âleminin iyi ve faydalı olanlarını meleklerle cinlerin bir kısmı, kötü ve zararlı olanlarını da şeytanlar ve cinlerin diğer kısmı teşkil ediyordu. Câhiliye Arapları cinleri yeryüzünde oturan ilâhlar olarak kabul ediyor, meydana gelen pek çok olayı onların yaptığına inanıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiğine göre Kureyşliler, cinlerle Allah arasında soy birliğinin olduğunu ileri sürüyor (es-Sâffât 37/158), cinleri Allah’a ortak koşuyor (el-En‘âm 6/100) ve cinlere tapıyorlardı (Sebe’ 34/41).

Pavlus, şeytan ve kötü güçlerin kozmik bir tiyatroda, havada, yeryüzünde ve yer altında iş gördüklerini, şeytanın Îsâ Mesîh’in ikinci gelişinde kötülüğün krallığını yapacağını yazmıştı (Efesoslular’a Mektup, 2/2). Vahiy kitabında Armageddon Savaşı’nda iyi ve kötünün nihaî mücadelesi anlatılır. Bununla beraber Origen, ilk kilisenin cinler ve melekler konusunda ciddi bir doktrin geliştirememesinden yakınmaktaydı. Tatian cinlerin tabiatı üzerinde dururken İrenaeus cin ve meleklerin insanla Tanrı arasındaki durumunu tartışıyordu. Bütün bunlara rağmen ilk Hıristiyanlık’ta daha fazla melek ve ruh üzerinde durulduğu, cin konusuna pek el atılmadığı görülmektedir.
Yeni Ahid, cinlerin putperestlerin tanrıları olduğunu bildirmekteyse de (Resullerin İşleri, 17/18; I. Korintoslular’a Mektup, 10/20; Yuhanna’nın Vahyi, 9/20) onların bedenî ve ruhî hastalıkların kaynağı olduğunu da açıklamaktadır (Matta, 12/28; Luka, 11/20). Yeni Ahid’e göre cinler insanın içine girip hastalık yaparlar; onlar ancak Tanrı’nın adı anılarak bedenden çıkarılabilir (Matta, 7/22).
Hıristiyanlık’ta cin anlayışı Yahudilik, Maniheizm, gnostisizm, Greko-Romen düşüncesi, yahudi apokrif ve apokaliptik geleneklerinin bir karışımıdır. Ancak hıristiyan cin telakkisi daha çok milâttan önce II ve I. yüzyıllardaki yahudi apokrif ve apokaliptik literatüründen etkilenmiş, meleklerle birlikte yaşayan insan kızlarından yasak ilişki sonucu bir dev sınıfı oluşup (Tekvîn, 6/2-4; Le Livre d’Hénoch, Bâb 6-7) bunların da zamanla bir kötü ruhlar zümresine dönüştüğü konusu, Yeni Ahid yazarlarınca şeytan ve emrindeki cinnî topluluk haline getirilmiştir. Aslında şeytan (satan) apokrif yahudi metinlerinde tedrîcî olarak kötülüğün kaynağı haline getirilmekle beraber Tekvîn’in 3. bâbındaki yılanla bir tutulması, Eden bahçesinde ilk insan çiftine günah işleterek buradan kovulmalarına yol açması ve kendisinin de kovulması Yeni Ahid devresindedir.
Yahudilik’te şeytanın cennetten kovulması (Eyub, 1/2), cinlerin başına geçmesi, sonunda Mihael ve semavî ordu tarafından mağlûp edilmesi (Vahiy, 12/7 vd.) önemli bir olaydır. Hz. Îsâ dönemi yahudilerinin kabul ettiği diğer bir cin de Beelzebul’dur. O cinlerin prensi idi (Matta, 10/25).

Yahudilerde Bâbil sürgünü sonrası dinî literatüründe cinlerle ilgili anlatımların çoğaldığı görülmektedir. Sonraki kutsal metinlerde, apokrif eserlerde ve halk menkıbelerinde, özellikle kabala denilen mistik gelenekte şekilsiz ve gölge gibi cinler, adları, özel görevleri bulunan birçok önde gelen cinlerle birlikte tasvir edilmekte; yarı melek, yarı insan olarak ıssız yerlerde yaşayan, geceleri hünerlerini gösteren varlıklar kabul edilmekteydi. Bunlar, bedenî ve malî felâket ve musibetlerle insanları ziyaret edip onları Allah’ın yolundan saptıran varlıklar olarak düşünüldü. Böylece İran etkisiyle cinler sadece rahatsızlık, hastalık veren değil aynı zamanda kötülüğe sevkeden kötülüğün başı şeytanın emrindeki varlıklar olarak düşünülmeye başlandı. Bu temayül özellikle apokrif metinlerde görülmektedir.
Yahudi kutsal kitabında iyi olsun kötü olsun bütün ruhanî, mânevî varlıkların Tanrı’nın kontrolünde olduğu belirtilir (II. Samuel, 24/16-17). Bu metinlerde şeytan bile insanların Tanrı’ya itaatleri konusunda bir hizmetçi ve elçi olarak (Eyub, 1/6-12; 2/1-7), yahut ilâhî mahkeme önünde onların sınırı aştıkları noktalarda bir davacı olarak görülür (Zekarya, 3/1-2). Bununla beraber halk inanışlarının kutsal kitabı etkilemesine örnek olarak görülebilecek “şedim” (kötü ruhlar, Tesniye, 32/17) veya “lilit” (İşaya, 34/14) gibi deyimler de vardır. Bunlardan şedim putperestlerin tanrıları Seirim ile (Levililer, 17/7), lilit ise Mezopotamyalılar’ın Lilitus’u ile bir tutulur. Bu putperest tanrıları satir (yarı insan, yarı keçi) ve tüylü olarak tasvir edilmekteydi (İşaya, 13/21). Bunlar yahudilerce harabelerde bulunduğuna inanılan cinnî varlıklar haline dönüştürülmüştür. Ayrıca yine önemli iki cinnî şahsiyet de Kippur denilen, kefâret günü günah keçisinin salıverildiği çöllük yerlerde yaşayan ve Levililer’de (16/8) adı geçen azazel ile (bk. AZÂZÎL) kutsal kitap sonrası yahudi menkıbelerinde geçen, çocuklara saldırması ve Âdem’in ilk karısı olmasıyla bilinen dişi cin lilithtir (lilit’in müennesi). Eski Ahid veya yahudi kutsal kitabında ağrı ve felâket veren (II. Samuel, 1/9), kan emici (Süleyman’ın Meselleri, 30/15) cinlerden de bahsedilir.
Yahudilik’te Bâbil sürgünü öncesi döneminde genel olarak melekler Mezopotamyalılar’dan, Ken‘ânîler’den geçme münferit cinnî-ilâhî varlıklar (bel, leviathan gibi) ve kavramlar olsa da bu devrede cinlere ve kötü ruhlara inancın İsrailli’nin hayatında fazla bir rolü bulunmamaktaydı. Ancak dış etkilerle, özellikle İran’ın düalist sisteminin tesiriyle iyi ve kötü varlıklar arasında ayırım başlamış, kötü varlıklar arasında kötü cin ve ruh anlayışı ortaya çıkmıştır. Rabbiler devresi Yahudiliğinde (Rabbinik Yahudilik’te) cinler Aggada’da (Haggadah) ileri derecede, Halakha’da ise nisbeten önemli bir duruma sahiptir.
Türkler’in müslüman olmadan önceki inançlarına göre bütün dünya ruhlarla doludur ve dağlar, göller, ırmaklar hep canlı nesnelerdir. Tabiatın her tarafına yayılmış olan bu ruhlar iyi ve kötü olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Tanrı Ülgen’in emrindeki iyi ruhlar hem onun hizmetini görmekte hem de insanlara yardımcı olmaktadır. Bu ruhlardan Yayık, Ülgen’le insanlar arasında aracılık yapmakta, Suyla insanları korumakta ve ileride olacak şeyleri onlara haber vermekte, Ayısıt ise bereket ve refah sağlamaktadır. Diğer taraftan yer altı dünyasının prensi olan Erlik’in emrindeki kötü ruhlar ise insanlara her türlü kötülüğü yapmakta, onlara ve hayvanlara hastalık göndermektedir. Erlik’in karanlık dünyasına mensup bu ruhlara kara nemeler veya yekler denilmektedir ki yek Uygurca dinî metinlerde “şeytan” anlamındadır. Kötü ruhlar arasında daima kavga, ihtilâf ve savaş olmakta, hastalık, ölüm ve yaralar onlar tarafından yapılmaktadır. Her türlü hastalık ve kötülüğün sebebi sayılan bu cinler şaman tarafından hasta bedenlerden uzaklaştırılmaktadır (İnan, s. 22-72; ER, XIII, 214).

Pisakalar Budizm’de de geçer. Yakhalar da pisakalar gibi Budist kutsal metninde geçen, ıssız yerlerde yaşayan vahşi bir hayvan ya da kuş şekline bürünerek meditasyondaki rahip ve rahibeleri rahatsız eden, korkutan cinlerdir. Budizm’de Mara, kökü cin olan şeytan gibi kutsal hayatı isteyenlere düşman bir varlık olarak kabul edilir. Pali metinlerinde Buda ile Mara arasındaki mücadelelere yer verilir. Onun insan veya hayvan şekline girebildiğine inanılır. Böyle tek bir kötü varlık anlayışı Hint dinlerinde yalnız Budizm’de vardır. Cin konusu Budist düşüncenin bir ürünü olmayıp aslında Hindistan’ın dinler arası ortak geleneğidir. Ancak ilk Budizm’de cinler, tenâsüh sistemine göre önceki dünyaya gelişlerdeki kötü karmanın sonucu olarak görülmüştür. Budizm yayıldığı yerlerdeki mahallî cin anlayışlarına dokunmamakla beraber dikkatleri ahlâkî ve psikolojik kötülüklere çekmeyi başarmıştır.
Hintliler melek, cin, tanrı kavramlarını birbirine karıştırmışlardır. Onlarda doğrudan doğruya melek tabiatında varlıklar görülmemektedir. Yukarıdaki iki sınıftan insana iyi davranan varlıklar her ne kadar cinlerin bir sınıfı olarak gösterilmekteyse de yarı tanrı durumlarıyla melek kavramına daha yakın bulunmaktadırlar. Bunlar arasında, insanları zafere ulaştırması için İndra’ya yardımcı olan rbhular vardır. Sular ve ağaçlarda yaşayan semavî su perileri olan apsaralar da bunlardandır. Apsaralar zamanla erkekleri güzellikleriyle çarpan bâkireler haline getirildi. Onların kocaları, semavî ışıktan vücutlarıyla gandharvalardır. Gandharvalar ise kutsal içki somayı korurlar. İkinci gruptakiler kötü ve karanlık tabiatlı varlıklardır. Tanrıların, özellikle İndra’nın ve bütün yaratıkların düşmanı olup karanlık ve ölümle bütünleştirilen asuralar, yine İndra’ya düşman olan arilerin ineklerini çalan paniler, bütün insanlara düşman olan yırtıcı hayvan, hortlak veya insan azmanı şekline girebilen, et yiyen, kan içen “rakşasa” denilen semavî cinler bu kötü tabiatlı varlıklardandır.
Hindistan’da en eski zamanlardan beri tanrılar, görünmeyen varlıklar, bu arada insanlara daha yakın varlıklar arasında cinlerle ilgili mitolojik anlatımlar bulunmaktadır. En eski Hint kutsal metinleri olan Vedalar’da görünmeyen cinnî varlıklar iki gruba ayrılmaktadır. İnsanlara iyi davranan birinci gruptakiler gökte bulunur; düşman olanlarsa yeryüzünde, mağaralarda ve yer altında yaşar. Bunlar insanlarla birlikte hayvanlara da hastalık, sıkıntı ve ölüm getirirler, hatta ölüm ötesinde bile insanların ruhlarını tâciz ederler.
Japonlar’da da görünmeyen varlıklar, hayvan ve insan ruhları, hortlak, hayaletler ve cinlerle ilgili inançlar vardır. Japonlar bu konuda Çinliler’den etkilenmişlerdir. Genellikle tilki, porsuk gibi hayvan ruhları şeklinde insanda etkinlik gösterdiğine inanılan kötü ruhları ve cinleri çıkarmak için çeşitli yöntemler kullanılır. Nichiren mezhebinin böyle tedavi işlerinde ayrı bir yeri vardır. Tokyo yakınındaki Nakayama köyü bu konuda çok meşhurdur. Bu köyde Nichiren mezhebine ait bir mâbedde her çeşit kötü ruh ve cin tedavisi yapılır.
Batı’da olduğu gibi Doğu’da da ruhlar ve cinler konusu her zaman önemini korumuştur. Çinliler’de kuei (cinler) ve shen (ruhlar veya tanrılar) telakkisi bütün Çin görünmezler âlemini kapsar. Kuei, ölünce görünen âlemden görünmeyen aleme gitmiş insan ve hayvan ruhlarıdır. Bunların yaşayanları aldatmak, zarara sokmak için insan yahut hayvan şekline girebileceklerine inanılır. Ayrıca dağlar, ırmaklar, kayalar, ağaçlar vb. yerlerde oturan ya da onlarla irtibatlı olan tabiat üstü varlıklar da kuei kelimesiyle ifade edilir. Çin folklor ve literatürü cinlerin ve ruhların yaptıklarıyla doludur. Bu korkulan varlıklarla ilgili inançlar geniş çapta taoizm kaynaklıdır. Bununla beraber Budizm Çin’e gelince bu dindeki görünmeyen iyi ve kötü varlıklar inancı da buna eklenmiştir. Çinliler cinlerin her yerde bulunduğuna, onların ölüleri canlandırabileceklerine, mezarları, yol kavşaklarını ve akrabalarının evlerini sık sık ziyaret ettiklerine inanırlar. Onlara göre cinlerin bir kısmı Yen-lo Wang’ın emrinde cehennemde ölülerin cezalandırılmasında görevli olarak o âlemde, bir kısmı gökte, bir kısmı da ancak geceleyin gözükerek insanlar arasında yaşarlar. Çin’de özellikle taoist rahipleri cinlerin kötü etkilerinden korunmak için muskalar, tılsımlar, afsun ve tütsüler, okuma ve üflemelerle ve bazı tâlimatlarla tedbirler alırlar. Birçok zihnî ve bedenî hastalık cinlerden bilinir. Cin zaptetme, talihin açılması için ata ruhları ve iyi ruhlarla haberleşme yaygındır. Çin’de taoist ve Budist halk mâbedleri bu gibi işleri rahiplerin yürüttüğü merkezler olarak kullanılır. Konfüçyüsçülük böyle faaliyetlere karşı çıkmıştır.








بسم الله الرحمن الرحيم
