logo

Yine de inanmayacaklar mı?

yaratılış

Alemlerin Rabbinin Varlığı ve Birliği

BİTKİLER VE ÇİÇEKLENME

İNSANIN OLUŞUMU

KUŞLARDAKİ DENGE

SU VE YAŞAM

Tırnaklarımızın Hayranlık Uyandıran Özellikleri / Terde ne tür bilgiler saklı?

YILDIZ NASIL OLUŞUR /YAŞLILARDA BUNAMA

Pek çok kişi için yıldızlar sadece geceleri parıldayan küçük noktalar olarak bilir. Oysa yıldızlar gökyüzündeki minik süsler olmanın ötesinde tüm canlılar için yaşamsal bir öneme sahiptirler. Yeryüzündeki yaşamı etkileyen tek yıldız Güneş değil şüphesiz. Bizden milyonlarca kilometre uzaktaki yıldızların bile yeryüzünde yaşam olmasında rolü olduğunu biliyor musunuz?

astronomi_star

Yıldızlar o kadar uzak ki dünyamıza etkileri olduğunu düşünmek ilk başta çok mantıklı gelmeyebiliyor insana. Sözgelimi Güneş’e en yakın yıldızı Alfa Centauri C’yi ele alalım. Bilim adamlarının Proxima Centauri de dedikleri bu yıldız bizden tam 4,2 ışık yılı uzakta. Bu mesafeyi günlük hayatımıza uygun biçimde şöyle ifade edebiliriz: Dünyadan Proxima Centauri’ye uzay mekiği ile gitmemiz mümkün olsaydı yolculuğumuz tam 162.000 yıl sürerdi. Burada uzay mekiğinin insan yapımı en hızlı araç olduğunu da belirtelim, saatteki hızı tam 20.000 km.

Bu bize en yakın yıldız, diğerleri bunun belki milyonlarca katı uzaklıkta. Peki, yıldızların yeryüzündeki yaşama etkileri nelerdir? Dahası bunca mesafeye rağmen nasıl dünyamız üzerinde etkili olabilmektedirler?

Yıldızlardan Dünya’mıza ve Vücudumuza “İndirilen” Elementler

Yıldızların yapısının anlaşılmasıyla birlikte, evrende en çok bulunan element olan hidrojenin dışındaki elementlerin nasıl oluştuğu da açıklığa kavuşmuştur. Evren’deki, hidrojenden ağır, demire kadar olan bütün elementler, yıldızların içerisinde oluşmaktadır. Yani yıldızları gezegenimiz için üretim yapan birer devasa maden ocağı gibi düşünebilirsiniz.

Demirden ağır olanlar ise, bu yıldızların patlamalarıyla oluşan süpernovaların ortaya çıkardıkları çok büyük enerji sayesinde oluşmaktadır. Süpernova; enerjisi biten büyük kütleli yıldızların şiddetle patlamasıdır.

Yildizin katmanlari

Peki, bu devasa maden ocaklarında üretim nasıl gerçekleşiyor? Yıldızlara maden ocağı dedi isek madenlerin yıldızın bir yerinde zaten var olduğunu ve oradan uzaya salındığını düşünmeyin.

Yıldızlar uzaya saldıkları her şeyi kendileri üretirler, yani bir maden ocağından daha çok üretim merkezi ya da fabrikalardır aslında. Ancak bildiğiniz fabrikalara da pek benzemezler. Fabrikalar malzeme üretebilmek için çok sayıda hammadde kullanırlar. Yıldızlarda ise ana hammadde hidrojendir. Evet, dünyanın en sade atom yapısına sahip bu element çeşitli safhalardan geçerek farklı elementlere dönüşür. En hafif gazlardan biri olan hidrojenden demir gibi ağır metallerin üretildiğini söylersek yıldızları ne kadar şaşırtıcı olduğunu fark edersiniz. Yıldızlardaki üretimde bir fabrikadaki gibi aşama aşama zamana bağlı olarak gelişir. Aslında oldukça karmaşık peş peşe gelen kimyasal reaksiyonlardır bunlar. Biz yine de basitçe ifade etmeye çalışalım: Hidrojenler kaynaşarak (yanıp) helyumu, helyumlar kaynaşıp karbonu ve en sonunda da yanma reaksiyonları sonucu demir elementi oluşur. Her fabrikada olduğu gibi yıldızlarda da üretilen malzemeler istiflenir. Söz gelimi demirin yeri yıldızın en derinlerinde çekirdeğindedir.

En içte bulunan, yanmayı tamamlamış demirce zengin çekirdek, yıldızın yaklaşan ömrünün habercisidir. Yaşam sürecinin bu aşamasındaki bir yıldız, eğer kütlesi yeterli ise patlayıp parçalanarak bir süpernova haline gelmek üzeredir. Burada ‘yanma’ diye bahsettiğimiz nükleer reaksiyonların her biri çok yüksek sıcaklık, basınç ve enerji gerektirir. Her anı planlanmış olan bu reaksiyonlar zinciri Allah’ın sonsuz kudreti ile gerçekleşmektedir.

Atmosferdeki-gazlarin-orani

Bu elementler yıldızlarda oluştuktan sonra uzaya dağıtılır. Yaşam için özel olarak yaratılmış ve yıldızlardan yeryüzüne indirilmiş olan elementlerin oluşumunda Allah’ın sonsuz bilgi, akıl ve kudretini görmekteyiz.

Evrende, yıldızlarda gerçekleşen ve yıldızlardan Dünya’mıza ulaşan elementlerin oranı milyarlarca yıldır Dünya atmosferinde ve Dünya’nın diğer katmanlarında sabittir ve canlı yaşamına en uygun orandadır. Vücudumuzu ve etrafımızdaki her şeyi, soluduğumuz havadaki maddenin çoğunu, yıldızlarda ve süpernovalarda oluşan elementler ve gazlar meydana getirir.Dünya’mızın en dış tabakası olan atmosferimiz; azot, oksijen, karbon ve diğer bazı gazların oluşturduğu soluduğumuz hava tabakasıdır. Soluduğumuz havada, elementler belli bir orandadır. Bu oran yaklaşık olarak % 78 Azot, % 21 Oksijen, % 0,9 Argon, % 0,034 Karbondioksit ile diğer element ve gazlardan oluşmaktadır. Milyarlarca yıldır atmosferdeki bu oranın değişmemiş olması her an Allah’ın koruması altında olduğunun delilidir. Havadaki bu elementlerin, insanların ve diğer tüm canlıların yaşamı için gerekli oranda düzenlenmiş ve yıldızlardan tam da canlı yaşamı için gereken oranda indirilmiş olması çok büyük bir mucizedir. Ayrıca, evrende Dünya atmosferinin bir başka benzerinin bulunmaması Yüce Rabbimiz’in üstün aklının ve kudretinin delillerinden sadece biridir.

Vücudumuzu oluşturan elementlerin sayıca % 62’si hidrojen, % 24′ü oksijen, % 12’si karbon ve %1’i azottan oluşmaktadır. Bu oranları topladığımızda, vücudumuzun %99′unu oluşturan elementlerin çoğunun yıldızlarda oluştuğunu söyleyebiliriz. Peki, geriye kalan %1’lik oran nelerden oluşmaktadır? Bu %1’lik oran çok küçük gibi görünse de, yaşamın olabilmesi için olmazsa olmaz yapıtaşlarıdır.  Aslında sayıca % 1’i oluştursalar da, kütleleri hidrojene göre çok daha büyük olduğundan, ağırlığımızın % 1’den daha fazlasını oluşturmaktadırlar. Bu elementlerin bazısı evrende çok az miktarlarda bulunur. Günlük yaşamda da gıdalardan farkında olmadan aldıklarımız dışında pek karşımıza çıkmazlar.

df-

Örneğin; molibden elementi, Güneş Sistemi’nin yalnızca 10 milyarda birini oluşturmaktadır. Ancak çok az miktarlarda da olsa, vücudumuzun çeşitli işlevlerini yerine getirebilmesi için gereksinim duyduğumuz bir elementtir. Bu element, Güneş’ten daha büyük kütleli yıldızların yaşamının son aşamalarında, yani yıldız ölürken oluşmaktadır. Vücudumuzda eser miktarda bulunan magnezyum elementi ise, çok daha büyük kütleli yıldızlarda meydana gelmektedir. Magnezyum, protein sentezi, kasların kasılması ve sinirler arası iletişimin gerçekleşebilmesi için hayati öneme sahip bir başka elementtir.Vücudumuzdaki molibdenin çoğu, ayrıca stronsiyum, itriyum, baryum, lantan, seryum ve kurşunun tamamına yakını, bizim yıldızımız olan Güneş’ten önce yaşamış olan yıldızların içinde oluşmuştur. Güneş Sistemimiz de, bu yıldızların küllerinden var olmuş ve bu elementler insanlara ve diğer tüm canlılara yaşam vermiştir. Şuursuz atomlardan oluşan elementleri yaşam için kusursuz bir şekilde muazzam bir dengede yaratan ve düzenleyen üstün akıl sahibi olan Rabbimiz’dir.

Allah’ın, bir şeyin ya da bir işin olmasını dilediğinde, onun olması için yalnızca “Ol!” demesi yeterlidir. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır:

“Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “OL” der, o da hemen oluverir.”
 (Bakara Suresi, 117)

Bir yıldızın içinde oluşan elementler, vücudumuzun tüm gereksinimlerini karşılamaktadır. Ancak, örneğin iyot olmadan sağlıklı bir yaşam süremeyiz. Bu elementse yıldızların içinde üretilememektedir. Bunun için çok daha fazlası, ne kadar büyük olursa olsun bir yıldızın içinde oluşması mümkün olmayan koşullar gerekmektedir.

1024Crab_Nebula

1054 yılında Çin ve Japon kayıtlarına alınan Yengeç Bulutsusu (Crab Nebula) bir süpernova neticesi oluşmuş olup, bize uzaklığının 7000 ışık yılı olmasına rağmen haftalarca Venüs’ten daha parlak görünmüş ve yaklaşık iki yıl boyunca da gözle rahat görünen parlaklığa sahip olmuştur.

İşte bu koşullar yalnızca süpernova patlaması denen çok güçlü patlamalar sırasında ortaya çıkabilmektedir. Yıldızlar süpernova olarak patladıklarında, o kadar yoğun bir şekilde nötron bombardımanına uğrarlar ki, kendilerini dengeleyecek fırsatı bulamazlar. Çok büyük kütleli yıldızların patlamasıyla oluşan süpernovalarda, atom çekirdekleri nötronlar tarafından çok yoğun bir şekilde bombardımana tutulur. Bu sırada, nötron yoğunluğu santimetreküp başına yüz milyar kere trilyona çıkar. Bu süreç sırasında ortaya çıkan enerji, süpernovanın parlaklığını korumasına, hatta bir süre daha artırmasına neden olabilir.  Bunların sonucunda ortaya, gümüş, altın ve platin gibi fazlaca değer verdiğimiz elementlerle birlikte vücudumuzda önemli işlevleri olan elementler ve yukarıda sözünü ettiğimiz iyot da ortaya çıkar. Ayrıca, bu süreç sonunda, vücudumuz için önemli daha birçok hafif element de oluşmuş olur. Kalsiyum, magnezyum, silisyum, kükürt ve titanyum bunlardan bazılarıdır. Örneğin, sağlıklı bir bağışıklık sistemi için gerekli olan selenyum elementi de yine süpernovalarda oluşmaktadır. Canlılar için vazgeçilmez bir element olan demir, süpernovalar sırasında uzaya belli ölçüde saçılmaktadır. Demir elementi kan hücrelerinde bulunan hemoglobin molekülünün yapısını oluşturmaktadır. Böylelikle de, kan hücrelerinde oksijenin taşınması mümkün olmaktadır. Güneş benzeri yıldızların ürünü olan beyaz cücelerin, Güneş Sistemi’ndeki demirin ana kaynağı olduğu tahmin edilmektedir.

2

Görüldüğü gibi ilk bakışta sıradan birer patlama gibi durabilecek olan süpernovaların, gerçekte çok hassas bazı dengeler üzerine kuruludur. Michael Denton, Nature’s Destiny adlı kitabında şöyle yazar:

Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar arasındaki mesafeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların birbirlerine ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesafe biraz daha az olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hale gelirdi. Eğer biraz daha fazla olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar dağınık hale gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla oluşamayacaktı. Eğer evren yaşam için uygun bir mekân olacaksa, süpernova patlamaları çok belirli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm yıldızlar arasındaki uzaklık, çok belirli bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık, şu an zaten var olan uzaklıktır. (Michael Denton, Nature’s Destiny, s. 11)

Dünya’mızda bulunan, bizi ve etrafımızdaki tüm cisimleri meydana getiren maddeyi hatta dünyamızı oluşturan elementler, Allah’ın yaratması ile yıldızlardan indirilmiştir. Her an yıldızlar ile süpernova patlamaları aracılığı ile oluşmakta ve son derece hassas süreçler sonucunda Dünya’mıza, vücudumuza ulaşmaktadır. Bu kadar kompleks sistemleri iç içe yaratan ve her an kontrolünde tutan sonsuz kudret sahibi Yüce Allah’tır. Bir Kur’an ayetinde, 1400 yıl öncesinde Rabbimiz bu gerçeği şöyle bildirmiştir:

“Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden O’dur. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir. Her nerede iseniz, O sizinle beraberdir, Allah, yaptıklarınızı görendir.” (Hadid Suresi,4)

Yıldızların Yaşamı Bir Hesaba Göredir

Bir yıldız, doğduğunda hidrojenden oluşan sıcak bir gaz topudur ve merkezindeki reaksiyonlar hidrojeni helyuma dönüştürdüğü için parlamaktadır. Bu safhaya kadar bütün yeni doğmuş yıldızlarda durum aynıdır. Toz ve gazdan oluşan başlangıçtaki yıldız bulutu kütle çekim kuvvetinin etkisiyle çöker ve yıldızı biçimlendirir. Kütle çekim kuvveti, hidrojeni, tepkimeler için gerekli olan basınçta ve sıcaklıkta tutar. Bir yıldızın denge durumunda (sıcaklık, basınç ve enerjinin gereken oranda olması) kalabilmesi için, kütle çekiminin oluşturduğu kuvvetin bir şekilde, karşı bir kuvvetle dengelenmesi gerekmektedir. Dışarı doğru olan kuvvetleri oluşturan basınç, içeriye doğru olan kütle çekiminin oluşturduğu basınçtan daha az olmamalıdır ki, yıldızın çökmesine engel olsun. Bu duruma, “hidrostatik denge” adı verilmektedir.

Peki, yıldız bulutunu tepkimeler için gerekli olan basınç ve sıcaklıkta tutan, bunun için ‘hidrostatik denge’yi yaratan kimdir? Hiç şüphesiz bu hassas dengeyi yaratan ve her an kudreti altında tutan, âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’tır. Bir Kur’an ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendisi’nden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim’dir, bağışlayandır.” (Fatır Suresi,41)

Bir yıldızı diğerinden ayıran ana faktör, yıldızın kütlesidir. Yani ihtiva ettiği madde miktarıdır. Bir yıldızın kütlesi, doğumunda sabittir ve bu, hem yıldızın ömrünü, hem de akıbetini belirler. Yani yaşamını nasıl sonlandıracağı hakkında fikir verir. Büyük kütleli yıldızlar küçük kütleli yıldızlara kıyasla daha hızlı yani daha az yaşarlar. Aşağıda yıldızların kütleleri ve bu kütlelere karşı gelen yaşam süreleri belirtilmiştir:

tab2bb

Nükleer reaksiyonlar ağır kütleli yıldızlarda çok daha hızlı meydana gelir; çünkü merkezleri daha sıcak ve daha yoğundur. Bu yüzden ağır kütleli yıldızlar sıcak yüzeyleri ile daha parlak yıldızlardır. Bu yıldızları sıralayacak olursak;

1) Güneş’ten çok daha sönük ve 3000 ˚C yüzey sıcaklığına sahip hafif kütleli yıldızlar.

2) 6000 ˚C yüzey sıcaklığına sahip Güneş tipi yıldızlar.

3) Güneş’ten daha fazla yüzey sıcaklığına sahip 100 000 Güneş kütlesi kadar, çok daha parlak olan ağır kütleli yıldızlar.

Güneş 1.gruptaki gibi hafif kütleli bir yıldız olsaydı, düşük yüzey sıcaklığı sebebiyle Dünya’mızı ısıtamayacak ve yaşam olmayacaktı. Daha sönük olduğu için de, gündüzler belki de hiç olmayacaktı. 3.gruptaki gibi daha ağır kütleli bir yıldız olsaydı, çok yüksek yüzey sıcaklığı nedeniyle Dünya kavrulacak ve yine yaşam mümkün olmayacaktı. Yoğun parlaklığından dolayı da Dünya’da gece olmayacaktı. Güneş’in, yaşamın mümkün olması için gereken kütle, parlaklık ve sıcaklıkta ayarlanıp, yaratılmış olması çok büyük bir mucizedir. Âlemlerin yaratıcısı olan Yüce Rabbimiz bir Kuran ayetinde şöyle buyurmaktadır:

“Güneş ve ay (belli) bir hesap iledir.” (Rahman Suresi, 5)

Yıldızlara baktığımızda, Güneş’in %5’i kadar kütleden başlayıp 100 000 Güneş kütlesine kadar değişen kütleler görmekteyiz. Daha küçük kütlelere sahip yıldızlar yoktur. Çünkü bu kütlelerde, yıldızın çekirdeği nükleer tepkimeleri başlatacak kadar ısınamaz. Kütlesi çok büyük olan bir yıldız ise o kadar ısınır ki, merkezindeki ışımanın meydana getirdiği basınç yıldızı patlatır.

Kütle Çekim Kuvveti’ndeki Hassas Ayar

Bir yıldızın parçalarını bir arada tutan kuvvet kütle çekim kuvvetidir. Kütle çekim kuvveti olmasaydı ne yıldızlar, ne de gezegenler oluşabilirdi. Yıldızları ve gezegenleri oluşturan maddeleri bir arada tutan, bu çok hassas ayarlanmış çekim gücü sayesinde bizim gezegenimiz Dünya ve yaşam kaynağımız olan Güneş oluşmuştur. Peki, nasıl olur da yıldız parçaları olan atomlar, yıldızı oluşturabilmek için birbirlerine çekim gücü uygulamaları gerektiğini bilir? Şuursuz atomların bu hassas ayarı yapamayacakları çok açıktır. Yüce Allah üstün akıl ve kudreti ile yıldızı oluşturan atomları bir arada tutan kütle çekim kuvvetini yaratmıştır ve her an yaratmaktadır.

Kütle çekim kuvveti yıldızı çökmeye zorlar. Yıldızlar, genellikle durağan bir yapıya sahip oldukları için kütle çekimine karşı koyacak ve çökmeyi durduracak, içerden dışarı doğru itecek bir basınç kaynağına ihtiyaç vardır. Bir yıldızı oluşturacak gaz bulutu çökmeye başladıkça, basıncının artmasıyla birlikte, sıcaklığı da artar. Gaz bulutu belirli bir sıcaklığa ulaştığında, merkezindeki sıcaklık, yeterli basıncı oluşturarak çökmeyi durdurabilir. Ancak, sıcak gazın oluşturduğu bu yıldız, enerjinin korunumu ilkesine göre, yaydığı ışınımdan dolayı enerji kaybedecektir ve bu nedenle zamanla soğuyacaktır. Çökmeyi durduran basınç kaynağını kaybeden yıldız ise çökmeye başlayacaktır. Ve yıldız “kırmızı dev” evresine geçecektir.

Gökyüzünün Soğuk Yıldızları: Kırmızı Devler

Kırmızı dev, belirli bir kategorideki yıldızların yaşamlarının bir dönemindeki hallerine verilen isimdir. Yıldızın ölümü büyüme ile başlar. Milyarlarca sene devam eden termonükleer reaksiyonlar neticesi enerjisini tüketmeye başlayan yıldızın hacminde büyük bir genişleme görülür. Daha öncede belirttiğimiz gibi yıldızlardaki reaksiyonlarda hidrojen gazı helyuma dönüştürülmektedir. Elde edilen helyum gazı ise enerji üretecek kapasitesi olmadığından, yıldızın ana çekirdeğine sıkışarak çekirdeğin büzülmesine sebep olur. Bu yüzden reaksiyonlar yıldızın çekirdeğinde değil, çevresinde devam eder. Çünkü çevrede hala hidrojen gazı vardır. İşte reaksiyonların çekirdekten çevreye doğru taşması sebebi ile yıldız genişler.

Yıldızın büyümesiyle beraber yüzeyindeki sıcaklıkta da düşme görülür. Bu sıcaklıkların derecesine göre yıldızlar muhtelif renklerde ışık saçarlar. Eğer sıcaklığın derecesi düşük ise kırmızı, yüksekse mavidir. Büyüyen yıldızlar ışıkların rengine göre kırmızı devler veya mavi devler adıyla anılırlar. Kırmızı devlerin yüzey sıcaklıkları 3000 derece, yani Güneş‘in sıcaklığının yarısı civarındadır. Kırmızı devlerin çok büyük olanlarına da süper kırmızı devler adı verilir.

Bir yıldızın yaşam süresi açısından, kırmızı dev evresine geçiş aşaması çok uzun değildir. Bu nedenle gökyüzünde görülebilen kırmızı devlerin sayısı çok azdır. Samanyolu Galaksisi’ndeki yıldızlardan yalnızca %1’i kırmızı devdir. Kır­mızı dev olmuş yıldız, gökyüzünün büyük bir bölümünü kap­layan, hiddetli bir alev topu haline gelir. Şu anda Samanyolu galaksisinde bulunan, Taurus takımyıldızları içindeki Aldebaran, Scorpius içindeki Antares, Bo-otes içindeki Arcturus ve Orion içindeki Betelgeuse yıldızları birer kırmızı dev halindedir.

Güneş Kırmızı Bir Dev olsaydı…

Eğer bizim Güneşimiz bir kırmızı dev olsaydı ne olurdu? İsterseniz bu sorunun cevabını Güneş’in yerine bir kırmızı dev olan Betelgeuse Yıldızı’nı koyarak verelim: Güneş’in yerine konulacak olsaydı, yıldızın dış atmosferi Güneş Sistemi‘nin beşinci gezegeni olan Jüpiter‘in yörüngesini içine alırdı. Merkür, Venüs, Dünya ve Mars ise yıldızın içinde kalırlardı.

Bizim yıldızımız Güneş eğer tüm hidrojenini bitirmiş, helyum füzyonu başlamış olsaydı ve kırmızı dev evresine geçmiş olsaydı, hacimce muazzam büyüklükte genişleyecekti. Güneş’in etkisine giren gezegenler yakın­lık sırasına göre buharlaşıp eriyecek, sıra Dünya’ya gelin­ce, önce okyanuslardaki sular buharlaşacak, sonra dağlar taşlar eriyerek gaz haline gelecekti. Yaşam kaynağımız olan Güneş ve Dünya’mız her an Allah’ın koruması altında olduğu için yaşamımız hala devam etmektedir. Evrendeki bu çok hassas denge, düzen ve her an gerçekleşmekte olan katrilyonlarca reaksiyon yarattığı ilk andan itibaren Allah’ın kontrolündedir.

Aylin Yılmaz / İstanbul Üniversitesi Fizik Bölümü

Bir Yıldız Nasıl Oluşur?

Bulutsuz bir gecede gökyüzüne baktığınızda parıldayan birçok yıldız görürsünüz. Karanlık bir yüzeyde parlayan noktalar şeklinde görünen bu manzara, aslında algıladığımızdan oldukça farklıdır. Gökyüzüne baktığımızda yıldızların hepsini tek bir yüzeyde görmemize karşın her biri farklı uzaklıklardadır. Bazıları sırt sırta vermiş gibi dursalar da, aralarında rakamsal olarak ifade etmekte zorlanacağımız kadar büyük mesafeler vardır. Gökyüzündeki yıldızların tamamı aynı görünür. Oysa yaydıkları ışınlar, ısıları ve parlaklıkları, hatta renkleri bile birbirlerinden farklıdır. Gökyüzündeki yıldızların her birini parlak birer nokta olarak görsek de aslında sandığımızdan çok daha büyüktürler. Hatta o kadar ki; içine trilyonlarca Dünya’nın sığacağı kadar büyük olanları bile vardır.

Küçük ya da büyük olsun, yakın ya da uzak olsun bütün yıldızlar oldukça şaşırtıcı özelliklere sahiptirler. Sözgelimi yıldızların hareketleri oldukça ilginçtir. Bazı insanlar yıldızları uzayda sabit zannetmesine karşın, bütün yıldızlar uzayın içinde akıp giden bir yörüngede seyrederler. Hiçbir yıldız geçtiği bir noktadan bir daha geçmez. Çünkü içinde bulundukları galaksiler de uzayda bir yöne doğru akıp gitmektedirler.

NASA’nın hesaplamalarına göre evrende yaklaşık olarak 1000 kentrilyon (1021) tane yıldız var. Matematiksel olarak anlamlandırması bile zor olan bu kadar çok sayıdaki yıldızın, birbirlerine çarpmadan ilk var oldukları günden beri, yani milyarlarca yıldır, büyük bir süratle dönebilmeleri, onları bir yaratan, planlayan ve düzenleyen olduğunu gösterir. Hiç şüphesiz bu Yaratıcı, tüm evrenin hâkimi olan Allah’tır. Allah, uzaydaki gezegenler, yıldızlar ve kuyrukluyıldızlar için sayısız yollar yaratmıştır. Bu gök cisimleri kendi yollarında birbirleriyle çarpışmadan ilerler. Şimdi bizler için sadece parlayan bir nokta gibi görünen ama aslında her biri hayranlık verici özelliklere sahip olan yıldızların hikâyelerine bir bakalım. Hikâyemiz yıldızların doğumu ile başlıyor:

Evren; en küçük atom altı parçacıktan, bilinen en büyük yapı olan galaktik süperkümelere kadar var olan her şeyi içine almaktadır. Astronomlar evrenin, her biri ortalama 100 milyar yıldızdan oluşan yaklaşık 100 milyar galaksi içerdiğini tahmin etmektedirler. Galaksiler çok sayıda yıldız, bulutsu (içinde yıldızların doğduğu toz ve gaz bulutları) ve yıldızlararası maddeden oluşur. En büyük galaksiler 3 trilyon kadar yıldız içerirken en küçükleri yaklaşık yüz bin yıldız içerir. Galaksi çekirdeklerinin kuasarlar olduğu düşünülmekle birlikte, çok uzakta olduklarından gerçek doğaları halen tam anlaşılamamıştır. Kuasarlar; evrenin en uzak köşelerinde bulunan yoğun ve çok parlak, yıldızlara benzeyen cisimlerdir. Örneğin, bilinen en uzaktaki galaksiler bizden yaklaşık 10 milyar ışık yılı (bir ışık yılı yaklaşık 9,46 trilyon kilometredir) uzaktayken, bu uzaklık kuasar için yaklaşık 15 milyar ışık yılıdır. Kuasarlar yoğun bir şekilde ışınım (radyasyon) yayarlar.

İçinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi’ni çevreleyen dev bir yıldızlararası gaz ve toz bulutu mevcuttur. Galaksinin çevresine dağılmış diğer birçoğu gibi bu yıldızlararası da aşırı miktarda madde içerir. Bu bulut, Güneş’e benzeyen yüzlerce yıldız oluşturabilecek kadar maddeye sahiptir. Bu ince bulutta rastlanılan atomların çoğunluğu, evrende en bol bulunan element olan ‘hidrojen’dir. Her 16 hidrojen atomuna karşılık 1 tane de evrendeki ikinci bol element olan ‘helyum’ atomu bulunur. Uzayda daha ağır olan karbon azot, oksijen ve demir gibi elementlere de uzun araştırmalar sonucunda rastlanılmıştır.

Samanyolu’nu çevreleyen gaz ve toz bulutu soğuktur. Mutlak sıfırın sadece 100 derece üzerinde (yaklaşık -173°C) olan bu sıcaklıkta atomlar çok yavaş hareket ederler ve hemen hiç çarpışmazlar. Yıldızı doğuracak olan kozmik rahim, işte böyle bir yerdir. Böyle bir bulut, galaksinin sarmal kollarından birine yaklaşmak için milyonlarca yıl bekler.

Doğum Başlıyor…

Uzayın derinliklerine sayılamayacak kadar çok sarmal galaksi saçılmıştır. Güneş, Samanyolu galaksisinin kenarına yakındır ve iki sarmal kol arasında yer alır. Bu sarmal kollar galaksinin çekirdeği etrafında dönerken yıldızlararası bulutları sıkıştıran şok dalgaları meydana getirirler (Şok dalgalarını şöyle tarif edebiliriz: Hareketli ses kaynağının hızı, sesin yayılma hızını geçince, ses, patlama sesi olarak duyulur. Bu durumda dalga ışın gibi konik bir alana yayılır ve bu olay şok dalgaları olarak isimlendirilir). Şok dalgalarının meydana getirdiği sıkıştırma, yeni yıldızların doğum sürecini başlatır.

Galaksinin sarmal kollarından biri yıldızlararası bulutun içinden geçerken birbirinden çok uzak olan atomlar birdenbire sıkışırlar. Eskiden şeffaf olan bulut bu nedenle saydamlığını yitirir. Zayıf yıldız ışığı, artık bulutun içine giremez. Böylece bulut, bir “karanlık bulutsu”ya dönüşür.

Astronomlar için karanlık bulutsuları bulmak oldukça zordur. Ancak arkalarında parlak bir yıldız grubu varsa karanlık siluetler biçiminde görünürler. Bulutsu, saydam olmadığından uzak yıldızların ışıkları bulutun içlerine giremez ve içindeki gazları ısıtamaz. Sıcaklık yavaş yavaş mutlak soğuğa (-273°C) doğru düşer. Sıcaklık düşerken atomların hareketleri de gittikçe yavaşlar ve atomlar arasındaki zayıf çekim kuvveti bulutsunun içyapısına egemen olmaya başlar. Karanlık bulutsu çok düzgün ve homojen değildir. Yani bulutsunun farklı bölgelerinde ortalama sayının üzerinde ya da altında atomlar bulunur.

Devasa Bir Madde Yığını: Karanlık Bulutsular

Kütle çekim kuvveti (Dünya’nın ve diğer gökcisimlerinin, üzerinde bulunan cisimlere uyguladığı çekim kuvvetidir, bir cismin kütlesi artıkça kütle çekim kuvveti artar.) sebebiyle; herhangi bir noktada biraz fazla madde bulunması demek o noktada çekim alanının daha kuvvetli olması demektir.

Dolayısıyla karanlık bulutsunun kimi noktalarında fazla sayıda atom olması daha kuvvetli çekim alanları oluşturur. Bu noktalar çevrede yavaş hareket eden atomları kolayca çekerler. Atom sayısı arttıkça, bu noktalardaki çekim alanları daha da kuvvetlenir ve çevredeki bulutsudan daha çok maddeyi çeker. Böylece bulutsu içinde kümelenmeler oluşur. Böyle bir kümenin yarıçapı milyarlarca kilometre olabilir ve Güneş kütlesinin birkaç katı maddeyi içerebilir (Güneşin kütlesi yaklaşık 2 milyar kere milyar tondur). Bir bulutsu içindeki kümeler yıldızların doğuş sürecinin ilk basamağını belirler. Kümenin yoğunlaştığı bölgeler kütle çekim kuvvetinin etkisiyle giderek artan bir basınca maruz kalır. Birkaç milyon yıl içinde bu bölge yüksek basınç ve sıcaklığın etkisiyle yeni doğmuş yıldızların göz kamaştırıcı parlaklığına sahne olacaktır.

Yıldız Taslağı ve İlk Işıklar

Doğadaki birçok olayda basınç ve sıcaklık başa baş gider. Sonuç olarak çöken kümenin çekirdeğindeki gazların basıncı arttıkça sıcaklığı da giderek artar. Artan sıcaklıkla birlikte kümenin içindeki gazlar parlamaya, çöken gaz kümesinden de dışarı ışınım (radyasyon) süzülmeye başlar. Artık, söz konusu küme karanlık değildir. Çıkan ışık önce mat kırmızıdır ve gazlar şöminedeki odun parçaları gibi parıldar. Küme artık bir yıldız taslağı haline gelmiştir. Ne var ki yıldız taslağı da çekim kuvvetine karşı kararsızdır. Bir gaz küresi şeklinde olan yıldız taslağı, kendisini oluşturan gazların muazzam ağırlığına karşı koyamaz büzülür ve böylece merkezindeki basınç ve sıcaklık da hızla artar.

Yıldız taslağının merkezindeki sıcaklık 10 milyon dereceye ulaşınca “hidrojen yanması” başlar. Bu sıcaklıkta hidrojen atomlarının çekirdekleri öylesine büyük hızlarla hareket eder ki çarpıştıkları zaman birbirleri ile kaynaşırlar. Bu önemli süreçte hidrojen, aslında helyuma dönüşmektedir. Burada bir hususa dikkat çekmek gerekir. Yıldız taslağının merkezindeki sıcaklık 10 milyon dereceye ulaşamasaydı yıldız taslağının merkezindeki hidrojen atomları büyük hızlarda hareket edemeyecek, çarpışamayacak ve birbirleri ile kaynaşamayacaklardı. Yani evrendeki 1000 kentrilyon yıldız ve yaşam kaynağımız olan Güneş var olmayacaktı. Yıldızların oluşabilmesi için gereken bu sıcaklığı tam olması gereken derecede planlayan, yaratan hiç şüphesiz tüm kâinatın yaratıcısı olan Yüce Allah’tır.

İhmal Edilebilecek Kadar Küçük Bir Farktan Muazzam Bir Enerji Doğuyor

Kaynaşan her 4 hidrojen çekirdeğine karşılık 1 helyum çekirdeği ortaya çıkar. Ama daha da önemlisi, sonuçta ortaya çıkan helyum çekirdeğinin ağırlığı, başlangıçtaki 4 hidrojen çekirdeğinin ağırlığından daha azdır. Burada kaybolan madde, saf enerjiye dönüşmüştür. Adına “termonükleer tepkime” denen bu süreç, doğadaki en kuvvetli olaylardan biridir ve maddenin dolaysız yoldan enerjiye dönüşümü demektir.

Bu tepkimede açığa çıkan enerjinin de çok önemli bir işlevi vardır. Hidrojen yanmasından ortaya çıkan bu enerji, sonunda yıldız taslağının kendi ağırlığını taşımasını sağlayacak ortamı hazırlar. İçe doğru çökmeyi önleyecek kadar basınç oluşturur ve sistem bir dengeye oturur. Yani yıldız, ihtiyacı olan enerjiyi kendisi üretmiş olur. Artık büzülme durmuş ve bir yıldız doğmuştur.

Genç Yıldızların Yuvaları

Peki, eğer yanan hidrojenler tamamen helyuma dönüşmüş olsaydı, yani yıldız kendi oluşumu için ihtiyacı olan enerjiyi üretemeseydi ne olurdu? Yıldız kendi içine doğru çökmeyi önleyecek basıncı oluşturamayacak, kendini dengede tutamayacaktı. Yani yıldızların hiçbiri var olmayacak, Güneş ve Güneş Sistemi de oluşmayacaktı. Yıldızın oluşumu için gerekli olan bu enerjiyi tam da yıldızın doğabilmesi için gerekli miktarda yaratan, hiç şüphesiz, tüm âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’tır.

Yıldız Oluşumunun Her Aşamasında Bir Denge ve Hesap Var

Gökyüzüne bakıldığında görülen hemen hemen her yıldız, çekirdeğinde hidrojenin yandığı genç bir yıldızdır. Yaklaşık 5 milyar yıl önce doğan bizim yıldızımız Güneş, buna çok güzel bir örnektir ve onun ayırt edici özellikleri bir yıldızın ortalama yapısı hakkında bize iyi bir fikir vermektedir. Güneş’in merkezinde her saniye 600 milyon ton hidrojen, helyuma dönüşür. Eğer saniyede 600 milyon ton değil de 700 milyon ton hidrojen helyuma dönüşmüş olsaydı milyonlarca yıl önce Güneş ömrünü bitirmiş, sönmüş olacaktı. Kendisiyle beraber etrafındaki her şeyi de yok edecekti.

Yüce Allah’ın yarattığı kusursuz denge sayesinde Güneş ve Güneş Sistemi varlığını hala sürdürmektedir. Ancak belirli bir süre sonra Güneş’in içindeki yakıt bitecek, Güneş kendi enerjisini üretemeyecek ve içinde yaşadığımız Dünya ile birlikte tüm Güneş Sistemi yok olacaktır.

Kuşkusuz, Güneş’in yakıtındaki bu ince ayar ve yıldızların oluşumundaki bu detaylı süreçler rastlantıların eseri olamaz. Bilim adamlarının pek çok bilim dalından bir arada faydalanarak ortaya çıkardığı bu muhteşem olaylar zinciri, Allah’ın kontrolünde ve O’nun emriyle gelişmektedir. Tüm gökcisimleri, Allah tarafından kendileri için belirlenmiş olan kadere uygun şekilde hareket etmektedirler. Aksi takdirde kâinattaki düzenin varlığı mümkün olmazdı, canlılık meydana gelmeyeceği gibi gökcisimleri de birbirine çarparak anlamsız bir yığın oluştururdu. Ancak böyle bir durum yerine, uzay mucizeler içermektedir. Gökcisimlerindeki mucizeler Allah’ın takdiriyle yaşanmaktadır. Bir Kuran ayetinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Güneş de, kendisi için (tespit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir.”(Yasin Suresi, 38)
Aylin Yılmaz /  İstanbul Üniversitesi Fizik Bölümü

Allah Neden Şükür Etmemizi İstiyor.

Güneş Sistemindeki Denge ᴴᴰ

Sirklerde çalışan cambazları düşündüğümüzde kuşların dengede kalma yeteneklerinin ne kadar üstün olduğunu daha da iyi anlarız. Örneğin, gergin bir çelik halat üstünde yürümeye çalışan bir cambaz, dengesini sağlamak üzere, özel malzemeden yapılmış uzun bir sırık kullanmak zorundadır. Bu sırık cambaza bir tür terazi mekanizması kazandırır ve düşmeden tel üzerinde kalmasını sağlar. 

Kuşlar ise dengelerini kurmakta herhangi bir alet kullanmadıkları halde en iyi cambazdan çok daha yeteneklidirler: Bir telin üzerine havadan süzülerek iniş yapabilir ve 1 saniyeden daha az bir sürede dengelerini kurabilirler. Kuşlar, rüzgârlı havalarda bile dengesini kaybetmezler. Üzerine kondukları telin sallanması ya da yön değiştiren rüzgâr kuşların bu mucizevi dengesini etkilemez. 

Bir cambaz, halat üzerinde yürürken elastik bir malzemeden yapılmış uzun sırığı kullanarak dengesinin bozulduğu tarafın aksi yönüne sırığı uzatır ve vücudunu dengeye getirir. Kuşların dengelerini sağlayan sistem cambazlarınkine benzer. 

Kuşlar tek ayakları üzerinde dururken ağırlık merkezlerini sabitleyen ve denge için kasların sürekli olarak kullanılmasını gerektirmeyen özel bir anatomiye sahip olarak yaratılmışlardır. Bu yapı kuş tek yağı üzerinde dururken ayağın yere basmadığı tarafa doğru dönmesini otomatik olarak engeller.

Aşağıdaki resimde bir flamingonun bacağını bükme yerinde yer alan kilit mekanizması yer almaktadır. Oklar ile gösterilmiş olan özel girinti ve çıkıntılar “bükülme kancası” olarak isimlendirilirler ve eklemin aşırı gerilmesini önleyerek kuşun yorulmadan tek ayağı üzerinde uzunca durmasına imkân sağlar. Bu yapı turnalarda ve leyleklerde bulunur, ancak balıkçıllarda bulunmaz.

Flamingolarda yer alan kuşun tek ayağı üzerinde uzun süre durmasına imkan tanıyan eklem yapısı (solda) ve eklemin önden görünümü (sağda). Eklemde kilitlenmeyi destekleyen bir kanca sistemi de vardır. Kanca kilitlenmeyi destekler ancak bacak yine de bükülme özelliğini yitirmez.

Alman bilim adamı Prof. Reinhold Necker, üstün birer akrobat olan kuşların nasıl olup da incecik bir tel üzerinde düşmeden kalabildiğini bulabilmek için tam dört yıl süren uzun bir araştırma yürütmüştür. 

Bochum Ruhr Üniversitesi’nde yapılan araştırmalarda, kuşların son derece özel bir denge mekanizmasıyla yaratılmış olduklarını keşfedildi. Bu araştırmalara göre, denge mekanizmasında iki farklı organ görev yapmaktadır. 

Organlardan biri, diğer omurgalılarda da görülen iç kulaktır. Bu organ daha çok kuş havadayken faydalı olmakta ve kuş kanat çırptığı sırada ters yüz olmasını engellemektedir. Diğer organ ise kuşun leğen kemiği bölgesinde bulunur. Mükemmel işleyen bu organ omuriliğin sol ve sağ tarafındaki yarım daire kanallarından meydana gelmektedir. Omuriliğe bağlı bu simetrik kanalların içi özel bir sıvıyla doludur. Prof. Necker, bu sistemin işleyişini şöyle açıklar:

Bu yarım daire kanalları bir terazi gibi işliyor. Kuşun vücudu nasıl hareket ederse bu sıvı ya o kanala ya da diğer kanala gidiyor”.

Bu sistem, bilgisayar yapısına benzer şekilde çalışan sinir hücrelerine dayanır. Mekanik etkiyle uyarılan loplardaki sinir hücreleri, sinyali alarak bacak ve beyinciğe gönderir. Necker, “Kaslar hareketi öyle düzenliyor ki kuşlar dengelerini mükemmel sağlıyor” sözü ile kuşlardaki kusursuz tasarımı dile getirmektedir. Bu organın denge üzerinde oynadığı rolü test eden bilim adamları, leğen kemiği bölgesindeki organları kusurlu olan kuşların denge sağlayamadıklarını ve yere düştüklerini belirlemiştir. 

Kuşlardaki bu harikulade denge organları olmasaydı, hafif bir rüzgâr esmesiyle bulundukları tel üzerinden kolayca düşerlerdi. Bu organın en şaşırtıcı yönü ise otomatik çalışarak kuşu dengede tutmasıdır.

Flamingolar özel yapılandırılmış denge sistemi sayesinde tek ayakları üzerinde dengeleri hiç bozulmadan uyuyabilirler.

Organdaki tasarım incelendiğinde kanalların özel olarak var edildiği, sonra akışkanlığı özel ayarlanmış bir sıvıyla doldurulduğu kolayca anlaşılmaktadır. Elbette böyle bir organ kuşun kendi iradesiyle oluşamaz. Ayrıca şuursuz atomlardan meydana gelen kas ve sinir hücreleri, kuşu dengede tutmayı ‘isteyemezler’ ve gerekli ayarlamaları ‘hesaplayamazlar’. Kuşlarda görülen bu dengeli hareketler, Yüce Allah’ın izniyle gerçekleşir. Allah bu durumu Kuran’ın Mülk Suresi’ndeki bir ayette şu şekilde haber vermektedir: 

Onlar, üstlerinde dizi dizi kanat açıp kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahman (olan Allah’)tan başkası (boşlukta) tutmuyor. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla görendir.” (Mülk Suresi, 19)

Virüslerdeki Teknolojiden Üstün Mekanizmalar

1. Virüslerin Kullandığı Teknikler ve Koronavirüs Salgını Evrime Delil Değildir
2. Virüsler: Çoğalmak İçin Tasarlanmış Nanomakineler
3. Virüslerin Karşısındaki Ordu: Savunma Sistemimiz
4. Virüslerdeki Muhteşem Teknikler
5. Virüslerdeki Bilgi Evrimi Savunanları Çaresiz Bırakıyor

Canlılar dünyasında büyüklük önemli bir özellik. Normalde, ne kadar büyük olursanız düşmanınız o kadar daha az oluyor. Mesela filler, zürafalar, balinalar ceylanlardan ya da tavşanlardan daha güvendedirler. Peki çok daha küçükseniz? Mesela büyüklüğünüz 1 nanometre, yani milimetrenin milyonda biri kadar ise durum çok daha farklı bir hal alabiliyor: küçüklerin en küçüğü, kendinden kat kat büyükler için ciddi bir tehdit haline gelebiliyor. Koronavirüs de dahil olmak üzere pek çok virüsün boyu milimetrenin 20 binde biri ile 5 binde biri arasında değişiyor. Virüsler bu kadar küçük olmalarına karşın kendilerinden 40 hatta 100 kat büyük bir hücre için oldukça tehlikeliler.

İnsanları hasta eden en küçük organizma Covid-19 gibi virüsler değildir. Nükleik asitler, yani DNA ve RNA’sı olmayan prionlar en küçük virüslerden bile en az 100 kat daha küçüktür. Buna rağmen prionlar “deli dana” gibi çok tehlikeli hastalıklara yol açabilmektedir.

Virüsleri canlı türü olarak gruplandırmak doğru olmaz. Çünkü beslenme, üreme vb. gibi canlılık özellikleri göstermezler. Ayrıca -hücrelerden farklı olarak- virüslerin yapılarında organeller bulunmaz, yani kendi başlarına çoğalmalarını sağlayacak biyokimyasal araçlara sahip değildirler. Dolayısıyla bir virüs kendi başına çoğalamaz; ancak bir canlının hücresine girip yerleşince burada üreyebilir. Bu nedenle virüsler için “canlı” yerine, “moleküler makineler” demek daha doğru olacaktır. Virüslerin moleküllerden oluşan bir parçalar bütünü olması onları asla basit ya da ilkel olarak nitelendirmeyi haklı çıkarmaz. Çünkü virüsler, kendilerinden çok daha karmaşık yapılı hücrelere karşı oldukça şaşırtıcı bir etkinliğe sahip olarak yaratılmışlardır.

Bizi hasta eden, soluğumuzu kesen koronavirüsün boyu 1 milimetrenin yalnızca 8 binde biri kadar. Virüsler çok küçük olmaları nedeniyle sıradan ışık mikroskopları ile görülemezler. Ama ihtiyaç duyduğu sistemlere ulaşması için üzerinde ‘hücrenin kapılarını açmayı sağlayan’ glikoprotein isimli özel anahtarlar ile yaratılmışlardır.

1. VİRÜSLERİN KULLANDIĞI TEKNİKLER VE KORONAVİRÜS SALGINI EVRİME DELİL DEĞİLDİR

Çin’de başlayan koronavirüs salgınının sözde evrime örnek olduğu yanılgısına kapılan kişilerle karşılaşabiliyoruz. Salgınla etkili bir şekilde mücadele edilememesinin sebebinin mutasyonlar olduğu, sözde evrimin bu mekanizma ile yeni, güçlü ve gelişmiş bir virüs ortaya çıkardığı iddia ediliyor. Oysa yaşanan koronavirüs salgının evrimle hiçbir ilgisi yoktur. Mutasyonların da evrime delil oluşturabilecek bir yanı asla yoktur. Öncelikle, az önce de söylediğimiz gibi- virüs canlı bir organizma değil, cansız bir yapıdır. Hücreye girebileceği mekanizmalarla donatılmış bir genetik paket olarak yaratılmıştır. Bu genetik bilgide ise o virüsün üretim planları kodludur. Virüs -çok hassas yaratılmış olan moleküler mekanizmalar sayesinde- insan, hayvan ya da bitkiye ait olsun, canlı herhangi bir hücreye bu genetik bilgiyi sezdirmeden aktarır ve hücreyi o virüsü üreten bir fabrika haline getirir. Tüm bunları yaparken, öte yandan, vücudun savunma sistemine karşı son derece karmaşık bir mücadele verir. İşte bu hassas aşamalar, yani virüsün hücrenin savunmasını aşabilmesi ve yönetim merkezini ele geçirerek onu köle haline getirebilmesi hiçbir şekilde tesadüflerle açıklanamaz. Böyle bir strateji ancak adımları daha önceden öngörülen çok basamaklı bir hesaplama yapacak bir aklı, üstün bir genetik bilgisini, derinlemesine bir biyokimya bilgisini ve tabii ki atomlar arası etkileşimi yani kuantum mekaniğini bilmeyi gerektirir. Burada var olan “bilgi” ve “akıl” tesadüflerle oluşamaz. Hem vücudun savunma sistemi hem de virüsler büyük hikmetlerle Üstün Yaratıcımız olan Allah tarafından yaratılmışlardır.

Viral Enfeksiyon: Üstün Akıl Ürünü İşgal Stratejisi

Hücre zarı, üzerindeki algılayıcı proteinler sayesinde yabancı veya zararlı her moleküler yapı için en büyük engeldir. Virüs önce bu sınır kapısından geçmelidir. Bunun için de dostu düşmandan ayırt eden zarın üzerindeki algılayıcı proteinleri kandırabilmesi gerekir. İşte bu noktada, bu amaç için anahtar görevi gören özel proteinleri, virüs yüzeyine yerleştirilmiş olarak hazır buluruz. Bu anahtarlar hücre zarındaki algılayıcılara kusursuz bir şekilde kilitlenirler. Moleküler düzeydeki bu hassas kenetlenme virüsün “yabancı bir yapı olmadığı” anlamına gelir ve hücrenin kapıları virüse tamamen açılır. Hemen sonra virüsün taşıdığı DNA veya RNA zinciri şeklindeki genetik bilgi tüm engelleri aşarak hücre çekirdeğine taşınır. Hücre bir anda kendi içinde bulduğu virüse ait genetik zinciri kendi DNA’sı gibi görür. Bundan dolayı, kodlanmış emirleri yerine getirmeye başladığında kendisi için gerekli olan proteinler vb. yerine; binlerce, milyonlarca virüs üretmiş olur. Durmaksızın virüs üreten hücre kısa süre sonra şişip patlar. Etrafa dağılan virüsler diğer hücrelerin içine girip onları da aynı şekilde ele geçirirler. Bu işgal süreci ancak savunma sisteminin virüse karşı mücadelede “düşmana özel mermiler” (antikorlar) geliştirip topyekün bir mücadeleye girişmesi ile yavaşlatılır ve durdurulur.

Açıktır ki; görecek gözü, düşünecek beyni olmayan, çalışan herhangi bir organeli olmadığı için de biyolojide “cansız” kabul edilen virüslerin, kusursuz işleyen böyle bir planı kendilerinin geliştirdiği hiçbir şekilde iddia edilemez. Gözle görülemeyecek kadar küçük olan virüsler öğrenme, düşünme, akıl etme gibi özellikler gösteremez. Tüm bunları yaratan Allah’tır. Hücre, virüs ve savunma sistemi her yönüyle birer yaratılış mucizesidir. Ve detaylara indikçe Üstün Yaratıcımız olan Allah’a olan hayranlığımızı kat kat arttıran özellikler göstermektedirler. Kuran’da şöyle buyurulur:

Ne göklerde, ne yerde zerre ağırlığınca bir şey O’ndan (Allah’tan) gizli kalmaz. Bundan daha küçüğü de, daha büyüğü de, istisnasız olarak hepsi muhakkak apaçık bir kitaptadır. (Sebe Suresi, 3)

Virüsler, vücudumuzdaki hücreleri kendileri için üretim merkezi haline getirebilir, bu merkezleri kamufle edebilir, hücrelerimiz arasındaki haberleşmeyi bozabilir, savunma sistemimizin silah üretimini tahrip edebilirler.

Evrim Teorisi’nin İhtiyacı olan Ütopik Mekanizma “Mutasyon” değildir

Evrim teorisi taraftarları, bir türün yeni bir türe dönüştüğü şeklinde hiçbir bilimsel delil içermeyen bir iddia içindedirler. Türden türe hayalî dönüşüm için gerekli olan “yeni” bir bilginin, yani “yeni” bir kod diziliminin ortaya çıkışını da mutasyona yüklemeye çalışırlar. Halbuki mutasyonların “yeni” bir bilgi ortaya çıkarması imkansızdır. Mutasyon; DNA zinciri üzerindeki kopmalar, eksilmeler veya yer değiştirmelerdir. Her ne kadar evrim taraftarları mutasyonu adeta sihirli bir mekanizma olarak göstermeye çalışsalar da, mutasyon aslında zaten var olan bir genetik kod üzerindeki yer değişiklikleridir. Yani mutasyonlar sadece bilginin (genetik kodun) yerini değiştirir ya da bilgiyi bozar; ortaya yeni bir bilgi (genetik kod) çıkaramaz. DNA zincirindeki hassas anlamlı kod dizilimi; ultraviyole veya radyasyon gibi zararlı dış etkenlerle mutasyona uğrar. Yani mutasyon, evrimcilerin iddia ettiği “evrimleştirici hayalî mekanizma” olamaz. Çünkü canlılar evrim geçirmemiş, Yüce Yaratıcımız olan Allah tarafından yaratılmışlardır.

Mutasyonlar ya da evrimcilerin iddia ettiği herhangi bir mekanizma asla evrimleştirici özellik göstermez; çünkü canlılar evrim geçirmemiş, Yüce Yaratıcımız olan Allah tarafından yaratılmışlardır. Milyonlarca fosil kaydı, canlıların evrim geçirmeden yaratıldığını göstermektedir. Resimlerde mutasyona uğramış canlıların nasıl sakat kaldıkları ya da deforme oldukları görülüyor.

Mutasyonlarla Hiç Yoktan Yeni bir Genetik Kod Ortaya Çıkmaz

İnsanlarda düzenli mevsimsel salgınlara yol açan grip virüsleri, genetik olarak çok değişken bir yapıdadır ve bu sayede vücudun savunma mekanizmalarından kolaylıkla kaçabilirler. Çünkü grip virüslerinde, hücrelerdeki gibi “üretilen genleri denetleme ve hataları düzeltme” özelliği yoktur. Normal şartlarda hücre, genetik kod kopyalanırken oluşan farklılıkları düzeltip genlerin kusursuz yapısını koruyan harika bir sistemle yaratılmıştır. Grip virüsünde bu sistem yoktur. Bu nedenle virüs çoğalırken sahip olduğu orijinal genetik düzende bozulmalar olur. Virüs çoğalırken genetik yapısının çok sık değişmesi neticesinde savunma sistemimizin “tanı ve yok et” düsturu etkisiz kalır. Çünkü savunma sistemi; vücuda giren moleküller, virüsler ya da bakteriler gibi yabancı unsurları “tanıyarak” bunlara karşı savaşmayı esas alan bir işleyişe sahiptir.

Bilim insanları, vücuda girdiğinde savunma sistemi tarafından antikor üretimine yol açan ve bakteri ya da virüs gibi unsurlarda da bulunabilen yabancı molekülleri antijen olarak isimlendirmektedirler.

Virüslerde otomatik düzeltme sisteminin yaratılmamış olması, genetik kodun orijinalini bozmakta, yani mutasyona neden olmaktadır. Virüslerde ise 2 çeşit mutasyon görülür:
I) Antijen Geçişi (shift): Buna “antijen değiş tokuşu” diyebiliriz. Yalnızca İnfluenza A Grip virüsünde gözlemlenen bir durumdur. Hayvan hücresinin içinde çoğaldığı sırada virüsün taşıdığı genetik pakete, içinde çoğaldığı hayvanın antijenleri de geçer. İnfluenza A virüsünde 8 ayrı genetik kısım vardır. Bu kısımlar virüsün konakladığı canlılardan aldığı antijenlerin virüse eklenmesiyle değişim gösterebilir. Bu durum, virüsün yüzeyindeki anahtar proteinlerin de değişmesi anlamına gelir. Böylece, savunma sistemimizin daha önce karşılaşmadığı ve bu virüse özel mermi (antikor) üretmemiş olduğu farklı yüzey proteinlerine dönüşmüş olur. Yeni antikor üretilene kadar da vücutta grip hastalığının etkileri görülür. Bu durum dünya çapında yeni bir grip salgınına, yani pandemiye sebep olur. Her sene görülen mevsimsel gribin yanı sıra, kuş gribi ve domuz gribi gibi ciddi etkileri olan salgınlar, bu tip bir mutasyonun ürünü olan influenza A virüsleri nedeniyle yaşanmaktadır. Dikkat edilirse, burada virüsün genetik paketine başka canlılardan eklenen hazır genetik materyaller söz konusudur. Yoksa virüste oluşan “yeni” bir genetik bilgi yoktur. Daha da önemlisi, değişen İnfluenza A virüsünün “geliştiği” de söylenemez. Sadece, vücudumuzdaki savunma sisteminin henüz tanımadığı yeni bir yapı haline gelmiştir; ve vücudumuz bu yeni virüsü analiz ettiğinde yine gribi yener. Özetle, virüslerin mutasyonunda hiçbir yönüyle bir evrimleşme söz konusu değildir.

Mutasyon geçiren grip virüsünün “geliştiği” söylenemez. Sadece, vücudumuzdaki savunma sisteminin henüz tanımadığı yeni bir yapı haline gelmiştir. Virüslerin mutasyonunda hiçbir yönüyle bir evrimleşme söz konusu değildir.

II) Antijen Sürüklenmesi (drift): Bu mutasyon tipinde de, virüsün taşıdığı genetik zinciri oluşturan kodlar kendi aralarında yer değiştirir veya eksilir. Bu durumda, virüsün yüzeyindeki anahtar proteinler yine farklı üretilmiş olurlar. Bu takdirde antikorlarımız bağlanabilecekleri yüzey proteinini bulamazlar. Çünkü savunma sistemimizin geliştirdiği antikorlar bir önceki kapıyı açan bir anahtar gibidir; değişen kapının kilidine uymaz. Sonuçta virüs savunma sistemimizi atlatarak, tanınmadan hücre içine sızabilir. Böylece aynı virüsün her seferinde farklı bir varyasyonu, yani farklı bir çeşidi insanlara bulaşır.

Vücudumuz günün farklı saatlerinde farklı salgılar üretir. Gün içerisindeki faaliyetler, fiziki aktiviteler, alınan gıdalar, insanın gün içindeki ruh hali, gece ve gündüz olması, uyanık veya uyku hali gibi etkenler vücut sıvılarının salgılanmasını artırır veya azaltır. Vücudumuz için hayati konumda olan bu hormonlardan gece salgılananlarından bazıları şunlardır:

Melatonin Hormonu

Melatonin hormonunun temel görevi, vücudun biyolojik saatini ve ritmini ayarlamaktır. Hormonun üretimi gün içinde ışığın durumuna göre değişir. Üretim gece başlar ve sabaha karşı durur. Melatonin salgılanması genellikle 21.00- 22.00 saatleri arasında başlar. En yüksek değerlerine ise 02.00-04.00 saatlerinde ulaşır ve 07.00-09.00 arasında sona erer. Gece ne kadar uzarsa, melatonin salgılanması da o kadar uzun sürer.

Melatonin

Melatoninin salgılanması mevsimlik değişiklikler de gösterir. Günler uzadıkça üretim azalır, kısaldıkça artar. Günlerin kısa olduğu kış mevsiminde melatonin üretimi artar ve üretim daha erken başlar. Yaz günlerinde ise azalır ve daha geç salgılanır. Beynin küçük karanlık bir bölgesinde bulunan, dışarıdaki karanlık ve aydınlıktan veya mevsimlere göre gecenin kısalıp uzamasından haberi olmayan bu hücreler ne kadar hormon salgılamaları gerektiğini adeta bilirler.

Melatonin Hormonu Hücre Sistemini Yenileyerek, Bağışıklık Sistemini Güçlendirir
Melatonin formül

Melatonin, başta kanser olmak üzere hastalıklar üzerinde baskılayıcı etki yapar. Ayrıca melatonin, tedavi edici dozlarda verildiğinde direkt olarak tümör hücrelerini öldürücü etkiye sahiptir. Geceleri melatonin düzeyi düşük olan kişilerin kalp dolaşım rahatsızlıklarının olması bu hormonun dolaşım sistemi üzerindeki önemini de ortaya koymaktadır.

Melatonin Vücudun Biyolojik Saatini Koruyup Ritmini Ayarlar 
vucut saati

İnsan vücudu her gün aynı saatte otomatik olarak belirli fonksiyonları yerine getirir, vücut ısısını değiştirir, hormonlar salgılar. Biz bunların çoğunun farkına bile varmayız. Örneğin bu biyolojik beden saatine uygun olarak vücudumuz akşam saatlerinde ısı kaybını önlemek için beden ısısını düşürür, sabahları ise bedeni günlük aktivitelere hazırlamak için arttırır. Yani vücut ısısı insanlarda, bir günde yaklaşık bir derece iner ve çıkar. Bu çok önemli olaylar melatonin hormonunun salgılanması ile mümkün olur. Beynin özel bir bölgesinde üretilen bu hormon, bedendeki ritmik kimyasal tepkimelerin yan ürünü olarak oluşan zehirli atıklara karşı da koruyucu bir özelliğe sahiptir. Ayrıca melatonin hormonu stres, sıkıntı ve huzursuzluğu ve ayrıca yaşlanma bulgularını azaltır. Bu derece önemli görevler üstlenmiş olan beynimizin salgıladığı melatonin hormonu hava karardıktan sonra üretilir. Cildin yenilenme işlemini bu hormon başlatır. Rabbimiz olan Yüce Allah Kuran’da geceye şöyle dikkat çekmiştir:

“O, geceyi sizin için bir elbise, uykuyu bir dinlenme ve gündüzü de yayılıp-çalışma (zamanı) kılandır.” (Furkan Suresi, 47)

Annenin göğsünde bulunan süt bezlerini harekete geçiren çok özel bir hormon olan prolaktin hormonu hipofiz bezinden salgılanır. Bebeğin emmeye başlaması ile sinirler yoluyla omuriliğe uyarıcı gelir, buradan çıkan bir yol ile hipotalamus harekete geçer, oksitosin ve vazopressin salgılar. Bu iki hormon kana karışarak göğüse ulaşır ve burada hücreler kasılır, hücrelerdeki süt kanallara iner. Böylece bebek süt emmeye başlamasından 30 sn sonra süt akmaya başlar. Bebeğin beslenmesinde ana rol oynayan prolaktin hormonunun salgılanması gece maksimum dereceye ulaşır.

Testosteron Hormonu

Testosterone chemical structure formula

Testosteron Hormonunun Formülü

Testosteron hormonu, hipofiz bezinden salgılanan LH hormonu sayesinde üretilir. Ancak testosteron LH hormonunun kontrolü altında olduğu kadar, LH hormonu da testosteronun kontrolü altındadır. Kanda testosteron miktarı arttığı zaman, testosteron molekülleri hipofiz bezine daha fazla LH hormonu üretmemeleri için baskı yapar. Ne zaman testosteron miktarı azalır, o zaman LH hormonunun üretimi tekrar başlar. Üretilen LH hormonu testisleri harekete geçirir ve azalan testosteron miktarının artırılması için ek üretim yapılmasını emreder. Erkek vücuduna ait karakteristik özellikleri meydana getiren bu hormon günün her saatinde salgılanmakla beraber gece vakti % 40 daha fazla salgılanır.

Erkek için özel yaratılmış olan bu sistem alemlerin Rabbi Allah’a aittir. Yaratılıştaki kusursuzluğu düşünen her insan, bizi yoktan var eden Rabbimiz’i zikrederek O’na şükretmelidir:

“Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki sakınasınız.” (Bakara Suresi, 21)

Tiroid hormonunun kalp kasının kasılma gücünün, kalp atım sayısının, solunumun ve bağırsak hareketlerinin düzenlenmesinde, oksijen tüketimi ve ısı üretiminde, kan hücrelerinde alyuvarların üretiminde, kemik yapım ve yıkımında, karbonhidrat, yağ, protein ve vitamin metabolizmasının düzenlenmesinde, anne karnındaki bebeğin beyin ve iskelet gelişiminde ve doğurganlıkta çok önemli görevleri vardır.

beyin

Tiroksin hormonuna ihtiyaç duyulduğu anda hormonal sistemin beyni hipotalamus, hormonal sistemin orkestra şefi olan hipofiz bezine bir emir (TRH- Tirotropin Salgılatıcı Hormon) gönderir. Emri alan hipofiz bezi, tiroid bezinin harekete geçmesi gerektiğini anlar. O da hemen tiroid bezine bir emir (TSH- Tiroid Bezini Harekete Geçirici Hormon) gönderir. Emir-komuta zincirinin son halkası olan tiroid bezi de kendisine ulaşan bu emir doğrultusunda hemen tiroksin hormonu üretir ve kan yoluyla bunu bütün vücuda dağıtır.

Hormon sistemi, sinir sistemi ile birlikte vücut hücrelerinin koordinasyonunu sağlar. Eğer sinir sistemi internet yoluyla gönderilen mesajlara benzetilirse, hormon sistemi mektup yoluyla gönderilen mesajlara benzer; daha yavaştır, ancak daha uzun süre etkilidir. İnsan sahip olduğu dış görünüş ve fiziksel özellikleri, Allah’ın kusursuz bir şekilde yarattığı bu küçük hormonlara borçludur. Bu da insanın yaratılışının Allah tarafından nasıl hassas dengeler üzerine bina edildiğinin bir başka delilidir: Gökleri ve yeri hak olmak üzere yarattı ve size düzenli bir biçim (suret) verdi; suretlerinizi de güzel yaptı. Dönüş O’nadır. (Tegabün Suresi, 3)

Büyüme Hormonu

Bir yaşını dolduran bir bebek, doğduğu güne oranla yaklaşık olarak iki kat daha ağır, %50 daha uzundur. Bir yıl içinde büyük bir hızla kilo almış, boyu uzamış ve vücudu orantılı bir şekilde büyümüştür. Yaklaşık 3 kg. ağırlığında, 50 cm. boyunda yeni doğan bir bebek, yirmi – yirmi beş sene içinde yaklaşık 80 kg. ağırlığında 1.80 cm. uzunluğunda yetişkin bir insana dönüşür. Peki tüm bunların olmasını sağlayan hipofiz bezinden salgılanan mucize bir molekül, büyüme hormonudur. Küçük bir bebeğin yetişkin bir insan olması için gereken büyüme işlemi iki farklı şekilde gerçekleşir. Bazı hücreler hacimlerini artırırlar. Bazı hücreler de bölünerek çoğalırlar. İşte bu iki işlemi de sağlayan ve yöneten büyüme hormonudur.

İnsan buyume

Büyüme hormonu, beyindeki hipofiz bezinden salgılanır ve bütün vücut hücrelerine etki eder. Her hücre hipofiz bezinden kendisine gelen mesajın anlamını bilir. Eğer genişlemesi gerekiyorsa genişler. Bölünerek çoğalması gerekiyorsa çoğalır. Örneğin yeni doğmuş bir bebeğin kalbi yetişkin halinin yaklaşık olarak 16’da biri kadardır. Buna karşın toplam hücre sayısı yetişkin kalbindekilerle aynıdır. Büyüme hormonu gelişme döneminde kalp hücrelerine teker teker etki eder. Her hücre, büyüme hormonunun kendisine emrettiği kadar gelişme gösterir. Böylece kalp de büyüyerek yetişkin bir insanın bedenine kan pompalayabilecek bir boyuta gelir. Sinir hücrelerinin çoğalması da bebek henüz anne karnındayken, 6. ayın sonunda biter. Bu aşamadan doğuma ve doğumdan yetişkinliğe kadar olan devrede sinir hücrelerinin sayıları sabit kalır. Vücut büyüdükçe, büyüme hormonu sinir hücrelerine de hacimsel olarak büyümelerini emreder. Böylece sinir sistemi büyüme çağının bitimiyle beraber son halini alır. İnsanın gelişimi açısından son derece önemli olan büyüme hormonu uykuya geçilir geçilmez kanda maksimum seviyeye ulaşır.

Her an kanda bulunan büyüme hormonunun miktarı nasıl ölçülmektedir? Hücreler büyüme hormonunu diğer moleküllerden nasıl ayırt etmektedirler? Bu hücrelerin molekülleri tanımalarını sağlayacak gözleri, durum değerlendirmesi yapacak bir beyinleri yoktur. Ancak Allah’ın kurduğu sistem içinde kendilerine emredilen görevi hatasız bir şekilde yerine getirirler. Bu kusursuz sistem sayesinde insan son derece orantılı, estetik bir vücuda ve organlara sahip olur. Allah, yarattığı her şey gibi insanı da mükemmel özelliklerle birlikte var etmiştir:

“O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, ‘şekil ve suret’ verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir.” (Haşr Suresi, 24)

“Ki (Rabbim), yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi ve gökten su indirdi; böylelikle bununla her tür bitkiden çiftler çıkardık [Taha 53] Yeryüzünü enine boyuna uzatan, onda sabit dağlar ve ırmaklar meydana getiren, orada meyvelerin her birinden çifter çifter yaratan O’dur. Geceyi de gündüzün üzerine O bürüyüp örtüyor. Düşünen insanlar için şüphesiz bütün bunlarda ibretler vardır.” [Rad 3]

Bitkiler üzerine yapılan incelemelerde bitkilerde de erkekliğin ve dişiliğin olduğu, bu farklı organlar sayesinde bitkilerde üremenin gerçekleştiği anlaşıldı. Peygamberimiz döneminde biyoloji gelişmiş bir bilim değildi. Bitkilerin üremesi, bu üremedeki dişi ve erkek unsurların rolü bilinmiyordu. Bu yüzden 1400 yıl önceden Kur’an’da bitkilerdeki eşler halinde yaratılışa dikkat çekilmesi çok anlamlıdır. Tohumlu ve çiçekli bitkilerde erkek ve dişi üreme hücreleri vardır. Bu hücreleri her ikisi de çiçeğin ortasında bulunan erkek organ ile dişi organ üretir. Dişi organın yumurtalık denen şişkince bölümünde küçük ve yuvarlak tohum taslakları, bunların içinde de dişi üreme hücreleri bulunur. Erkek üreme hücreleri ise erkek organın başçık bölümünün ürettiği çiçek tozlarının içinde saklıdır.

Çok hafif olan çiçek tozları rüzgarla ya da çeşitli hayvanlar aracılığıyla çiçekten çiçeğe taşınırken içlerinden bir bölümü dişi organın tepeciğine yapışıp kalır. Daha sonra bu çiçek tozu taneciği boyuncuktan aşağıya doğru inerek yumurtalıklardaki tohum taslaklarına ince bir borudan uzanır. Erkek üreme hücresi de bu borudan geçer ve tohum taslağının içindeki dişi üreme hücresiyle birleşir. Erkek ve dişi üreme hücrelerinin birleşmesine “döllenme” denir. Döllenmiş tohum taslaklarından tohumlar, bunlardan da yeni bitkiler gelişir.

Bitkilerin yüz binlerce değişik türü vardır. Çok küçük boyutlu bitkilerden, California’nın kıyı sekoyaları gibi 90 metre boyundaki dev bitkilere değin sayamayacağımız kadar çok çeşit vardır. Eşeyli üreme yapan tüm bitkilerde dişi organ ve erkek organ birbirinden farklı özelliklerde yaratılmışlardır ve en küçük seviyede de tüm bu organlar çok kompleks ve çok mükemmel yaratılışa sahiptir. Yüzbinlerce türdeki yüzbinlerce dişi ve yüzbinlerce erkek organ birbirlerine uygun şekilde yaratılmıştır. Bu uyum, bir kasayı açacak şifrenin o kasaya uyması gibi çok ince bir uyumdur. Bitkilerin her birinin içinde bu uyum yaratılmasaydı, bu bitkilerin hiçbiri var olamazdı. Bir bitkinin yaşamının devamı bu dişi ve erkek organlarına bağlıdır. Bu organların tekinin eksikliği veya bu organlar arasındaki en ufak uyumsuzluk, o bitki türünün yok olmasına sebep olur. Bu yüzden bu organlar aynı zaman dilimi içinde aynı bitki türünün üzerinde, eksiksiz ve mükemmel olarak var olmak zorundadır. Bu da Yaratıcımızın her şeyi ne kadar mükemmel planladığının, hiçbir şeyde en ufacık bir tesadüfün yer alamayacağının delilidir.

Çok kompleks bir şifre yüzbinlerce kere verilse ve yüzbinlerce ayrı kasa her seferinde açılsa; bu bir tesadüfün sonucunda olabilir mi? Bitkilerdeki dişi ve erkek organlar ve bu organların birleşmesi için gerekenler dünyadaki en kompleks kasa için gereken şifreden çok daha komplekstir. Üstelik bitkilerdeki dişilik, erkeklik ve buna bağlı üreme, bitkilerin yaratılışının sadece bir yüzüdür. Her bitki kendi harika yaratılışıyla dünyamızın bir süsü, ekolojik sistemimizin bir parçası ve yaratılışın bir mucizesidir.

EŞLER HALİNDE YARATILIŞ

“Yeryüzünün bitirdiklerinden, kendi benliklerinden ve daha bilmediklerinden hepsini eşler halinde yaratan çok yücedir.”

Yasin, 36

Ayette Eşler Halinde Yaratılışa 3 Örnek Verilmektedir:

Toprağın Çıkardığı Eşler: Toprağın çıkardığı eşler deyince akla ilk gelen bitkilerdeki dişilik ve erkeklik özelliğidir.

Kendi Benliklerimizden Eşler: Akla ilk gelen insanların dişi-erkek şeklinde yaratılışlarıdır. Fakat insan benliğindeki ters karakterleri; cesurluk-korkaklık, sevgi-nefret, cömertlik cimrilik vb. de ayetin işareti içinde değerlendirenler olmuştur.

Bilinmeyen Eşler: Evrendeki eşli yaratılışların birçoğundan Kur’an’ın indiği dönemde insanların haberi yoktu.

Evrendeki tüm eşli yaratılışlar evrenin birlik bütünlük içindeki düzenine hizmet etmektedir. Evrendeki artı ve eksi yüklerin bir bilinçleri vardır. Tüm bu düzenli ve bilinçli oluşumlar bilinçsiz maddenin en mikro düzeyinde yaratılmaktadır ve bu yaratılışlar sayesinde galaksiler, yıldızlar, gezegenler, bitkiler, hayvanlar, insanlar var olabilmektedir.

Üstün kudrete sahip biri yaratmış olmasaydı birbirine zıt-eş güçlerin, zıt-eş parçacıkların var olması da mümkün olmazdı. Bu birbirlerine zıt-eş güçlerin kaos yerine düzenli, renkli, olağanüstü bir evren yaratması da mümkün olmazdı. İlk yaratılışı yapan, sondaki hedefleri belirleyen kim ise ilk yaratılış anında eş güçleri ortaya çıkartan, son hedeflere varıncaya kadar bu eşleri bir birlik için çalıştıran kimse de O’dur. İbret almaya, aklını çalıştırmaya niyeti olanlar için Allah’ın evrende koyduğu deliller ortadadır.

“Düşünüp ibret almanız için her şeyi eşler halinde yarattık.” Zariyat 49

Kâinattaki her şey eş hâlinde yaratılmış iken ve bunun sayesinde düzen devam ederken insanların cinsiyet farklılığını ortadan kaldırmak istemesi bir hayli düşündürücüdür. Halbuki düzen bu şekilde kurulmuştur. Allah bu düzeni bozmak isteyenlere ise şöyle demektedir: “Allah göğü yükseltti ve mizanı (düzeni) koydu ve onu bozmayın.” Rahman, 7, 8

Eyüp Aktaş

Şimdi şu noktayı düşünelim: Peygamberimiz (s.a.v.) döneminde biyoloji gelişmiş bir bilim değildi. Bitkilerin üremesi, bu üremedeki dişi ve erkek unsurların rolü bilinmiyordu. Biyoloji ve botanik ilminin gelişmesiyle tohumlu ve çiçekli bitkilerde erkek ve dişi üreme hücrelerinin varlığı anlaşıldı. Botanikçiler bitkilerde cinsiyet ayrımı olduğunu ancak 100 sene evvel keşfedebilmişlerdir. 

Peki, insanların botanik ve biyolojiden habersiz olduğu bir dönemde, okuma-yazma bilmeyen bir zat bitkilerde erkeklik ve dişiliğin olduğunu nasıl bildi? Bu sorunun tek bir cevabı olabilir. O da şudur: O zat bunu kendi başıyla bilmedi; bitkilerden eşler çıkartan Allah’ın bildirmesiyle bildi. Eğer bu cevap kabul edilmezse, O zatın bilimsel gerçeklerden haber vermesini ve verdiği haberlerin doğru çıkmasını hiçbir şekilde izah edemeyiz.

Bütün ömrünü biyolojiyle ve botanik ilmiyle geçirmiş bilim adamlarının ancak bundan 100 sene önce keşfedebildiği bir gerçeği, bundan 1.400 sene önce yaşamış okuma-yazma bilmeyen bir zatın tek başına keşfetmesini ve bunu bir kitapta yazmasını hiçbir akıl kabul edemez. Bunu kabul edene de akıl sahibi denilemez. Aklın kabul edebileceği tek bir cevap vardır. O da: Kur’an’ın Allah’ın kitabı olmasıdır.

Çiçeklenmeyi Başlatan Kim?

İlkbaharın gelişi ile birlikte ağaçlar da çiçeklerini açmaya başlar, etrafınızda değişik renklerde birçok ağaç ve çiçek görürsünüz. Çiçeklenme, birçok bitkinin gelişim sürecinin bir parçasıdır. Bitkilerin çiçeklenmesi kendiliğinden gerçekleşen, sıradan bir olay değildir. Bitkiler belirli faaliyetleri için belirli zamanları seçerler. Çiçeklenme de bu olaylardan biridir. Bildiğiniz gibi çoğu bitki yılın sadece belli zamanlarında çiçeklenirler. Bitkiler adeta çiçeklenme için en uygun olan mevsimi seçerler. Bunu da güneş ışığındaki değişimlere bağlı olarak yaparlar. Bu hareketler her seferinde bitkinin yaşaması ve neslinin devamı için, hep en uygun zamanda gerçekleşir. Birçok bitkide çiçeklenme, yılın belli bir zamanında olur ve bu, bitkinin çiçeklenmesi için en uygun zamandır.

1950’li yılardan bu yana bitkilerin gün uzunluğunu yapraklarıyla tespit ettiklerini biliniyor.  Çiçekler dalların ucunda oluştuğu için, çiçeklenmeyi sağlayan sinyal, yapraklardan çiçeklenmenin başlayacağı alana doğru ilerler. Bitkilerin bu zaman ayarlamalarını yapan biyolojik saatleri, güneş ışığının yapraklara düşme süresini de hesaplar. Her bitkinin biyolojik saati bu süreyi bitkinin kendi yapısal özelliğine göre hesaplar. Yapılan hesap ne olursa olsun çiçeklenme en uygun zamanda gerçekleşir.

Bu öyle bir moleküler sistemdir ki, bitkilere ilkbahar ve sonbahar arasındaki sıralama ve ısısal farklılıklar arasında ayırım yapmasını da sağlar. Fakat nasıl oluyor da, ilkbahar hücreleri genç filizin soğuğa maruz kaldığını hatırlayabiliyorlar? Allah, işte bu bilgiyi, bitkinin DNA’sında “yazmıştır”!

Gelişimin önemli bir basamağı olan çiçeklenme, bitkide harekete geçen özel sinyallere ve hücre çekirdeğinde kayıtlı bulunan genetik bir programa bağlıdır. Peki, acaba bunları harekete geçirerek çiçeklenme için en uygun mevsimin geldiğini bitkiye haber veren esas faktörler nelerdir? Bu faktörler biri bilim adamlarının “Fotoperiyot” olarak adlandırdığı gündüz süresi ve diğeri de soğuk dönemin varlığıdır.

Bitkiler güneşe maruz kaldıkları süreyi “florigen” adlı özel bir hormon sayesinde yaprakları aracılığı ile algılayabilmektedirler.

Florigen hormonu çiçeklerdeki mevsimlere bağlı gelişimleri başlatan ilk sinyali verir. Yapraklar “florigen” adı verilen bu sinyali, çiçeklerin olduğu dalların uç kısımlarına doğru gönderirler.  Günler yeterince uzadığında faaliyete geçen bu hormon, bitkilerde tomurcukların doğru yer ve zamanda ortaya çıkmalarını sağlar. Bitkiler bu sinyale dayalı özel bir sistemi ağustos ayının sonuna kadar kullanırlar.

Almanya’daki Max Planck Enstitüsü, Japonya’daki Kyoto ve İsveç’teki Umea Üniversiteleri’nden araştırma görevlileri “tere bitkisi” üzerinde yaptıkları inceleme ve gözlemler sonucunda florigen hormonunun yapraklardaki FT geninin (Flowering Locus T) mesajcı RNA’sı üzerinden sentezlendiğini keşfettiler. Bitkiler çiçeklenmeyi teşvik eden bir uyarı aldıktan sonra FT geni yapraklarda uyarılır. Söz konusu mRNA yapraklardan büyümenin meydana geldiği uca doğru ilerliyor. Orada FT proteini FD olarak bilinen büyüme ucuna özgü proteinle etkileşime geçiyor. Bu çift etkili moleküler unsur bitkilerde tomurcukların doğru yer ve zamanda ortaya çıkmalarını sağlıyor.

İsveç’teki incelemeye katılan, Grenoble Bitki Hücre Fizyolojisi Laboratuvarı CNRS araştırması sorumlusu François Parcy bu konuyla ilgili şöyle diyor: “mRNA yapraktan yola çıkıyor ve en uçtaki tomurcuğa ulaşmak için bitkinin damar ağını kullanıyor. Uç noktada, FD proteinine katılarak çiçeklenmeyi başlatan FT proteinine sebep oluyor.ˮ

 FT Geninin Harekete Geçişi ve Moleküler Olaylar Zinciri

FT proteinin çiçeklenmeyi sağlayıcı güçlü bir etken olduğu bilinmesine rağmen, FT’nin çiçeklerin oluşmasını kontrol eden genler üzerinde nasıl bir etkisi olduğu konusu belirsizdi. Esas buluş FT proteinin FD denilen bir başka proteine bağlandığının keşfedilmesi oldu. FD proteini bitki gövdesinde tomurcuklanmaya sebep olan genler üzerine doğrudan etki eder. Dalların uçlarında üretilen FD proteini yalnızca FT proteini ile bağlandığında aktif hale gelir. İki molekül birlikte çiçeklerin doğru zaman ve doğru yerde oluşmasını sağlarlar.  Bu moleküler olaylar zinciri FT geninin harekete geçişi ile başlar.

Yapraklarda, FT geni üzerinden mRNA sentezi yapılır. Yapraklarda bulunan FT geni, çiçeklenme için yılın en uygun zamanını belirler. Işığın artışına hassas FT geni günün en uygun zamanı geldiğinde harekete geçer. İlk olarak DNA molekülündeki genetik şifrenin kopyasının çıkarılması gerekmektedir. Bu aşamada DNA molekülü üzerinden, DNA’daki genetik bilginin bir kopyasını içeren tek zincir şeklindeki mRNA molekülünün yazılımı gerçekleşir.  RNA polimeraz adlı enzim aracılığıyla DNA dizisindeki genlerin şifresi mRNA şeklinde oluşturulur. DNA’daki her baza mRNA zincirindeki tamamlayıcı bir baz karşılık gelir. Mevcut bir genin bilgilerini ihtiva eden mRNA molekülü hücre çekirdeğinden ayrılarak sitoplazmadaki ribozomlara varır ve bilgilerini işlemeye başlar. Bu mesaj daha sonra ribozomda çözülebilecek ve taşıyıcı RNA’lar sayesinde ilgili protein zincirini oluşturacak olan aminoasitlerin birleşiminde kullanılacaktır. Bu mRNA filizlere ulaşana kadar bitkinin damar ağında yer değiştiriyor. Çiçek tomurcuklarının üretildiği en yüksek noktada, mRNA, FT proteinin sentezlendiği hücrelere geçiyor. FT proteini de tomurcuğun hücrelerinde üretilen FD proteiniyle ilişki kuruyor. Bu iki protein bir araya geldikten sonra, çiçeklenmeye sebep oluyorlar.

Max Planck Gelişimsel Biyoloji Enstitüsü yöneticisi Detlef Weigel bunu şöyle açıklıyor:

“FT genini 1990’ların sonunda keşfettik ancak bu küçük proteinin nasıl olup da çiçeklerin oluşmasını sağlayan genlerin faaliyetlerini kontrol ettiğini uzun yıllar anlayamadık. Araştırmalar sonucu, FT’nin bitkilerin büyüme noktalarında var olan FD proteinine ihtiyacı olduğunu gördük ki, bunun da çok büyük önemi var. Çünkü FD ve FT ancak aynı hücrede güçlerini birleştirdikleri taktirde aktif olabilirler.ˮ

Yapılan tüm araştırmalar, elde edilen bu olağanüstü sonuçlar, bitkilerdeki çiçeklenme olayının zamanlamasından, genlerin ve proteinlerin işleyiş ve kontrolüne kadar her türlü faaliyetlerini düzenleyen,  hepsini bilgisi ve denetimi altında bulunduran üstün bir Aklın ve gücün delillerini ortaya koymaktadır. Allah üstün gücü ve sonsuz ilmiyle her yerde yaratılış delillerini bizlere göstermekte, bunları görerek öğüt almamızı ve düşünmemizi istemektedir. Kuran’da da belirtildiği gibi, ancak aklını kullanabilen kişiler öğüt alıp düşünür ve Rabbimiz gerektiği gibi tanıyıp takdir edebilirler.

Onur Yıldız Biyolog

İslami Perspektiften Bunama ve Alzheimer Hastalığı

Her canlı gibi, insanoğlunun da Yaratıcı tarafından takdir edilmiş ve ölümle neticelenen fıtrî bir ömrü vardır. İnsan, yaşamayı sever, ölümden pek hoşlanmaz. İnsanın ömrünün sona ermesinden mütevellit haksız şekvalarının Rahîm-i Mutlak’a (celle celâlühü) yönelmemesi için birtakım musibet ve hastalıklar ölüme perde kılınmıştır. Ölüme yol açan binlerce hastalık vardır.

Genetik, hayat tarzı, beslenme ve çevre gibi çeşitli faktörlere bağlı olarak gelişen yaşlanma, birçok hastalığı da beraberinde getirir. İnsanlık, hastalıkların tedavisi hususunda asırlar boyunca yoğun gayret sarf etmiş ve birçok hastalığın tedavisinde Şâfî isminin tecellisi olarak ciddi başarılar elde etmiştir. Buna rağmen, yaşlanma safhasında ortaya çıkan ve insanı ölüme götüren birçok hastalığın tedavisinde ise aciz kalınmıştır.

Yaşlanma, insana ölüme doğru giden bir yolcu olduğunu hatırlatan mühim bir ihtarcıdır. İnsan, dünyaya geldiğinde nasıl acizse, yaşlılığında da benzer şekilde çaresizliğe düşer. İnsan yaşlandıkça birçok şey kendisine zor gelmeye başlar; zamanla yeme-içme gibi alelâde günlük işlerde bile başkasının yardımına muhtaç hâle gelir. İnsanın hafızasına ve aklî melekelerine tesir eden ve bunama (demans) ile seyreden hastalıklar bunlardan bazılarıdır. Bazı kimselerin maruz kaldığı kendi kaynaklarımızda “erzel-i ömür” (ömrün çok rezil bir hâle gelmesi) olarak da ifadesini bulan böyle bir gidişatı muhakkak ki hiç kimse istemez.

“Onlardan hayatta bıraktığımız kimsenin ise, hilkatini tersyüz ederiz…” (Yâsin/68) mealindeki âyette nazara verildiği gibi, yaşlılıkta insan tekrar çocukluk devresine dönmüşçesine gittikçe acziyetin en kesif devresine girer. Bu devre, acziyetin zirvesi olduğu gibi, birçok açıdan rahmetin de sağanak hâlinde lütfedildiği bir dönemdir. Ne var ki, insanların çoğu kendisine emanet verilen bedenî, aklî ve hissî nimetleri yerli yerinde kullanmak suretiyle şükrünü eda etmez, elinde fırsat varken çoğu defa onları zâyi eder. Kendisine ihsan edilen ömrü hebâ etmesi, bazen kişiyi çok rezil bir ömre maruz bırakabilir.

Bunama, bir kişinin günlük hayatını aksatacak derecede hafızasında, zihnî ve sosyal becerilerinde azalma ile karakterize edilen ilerleyici sürecin adıdır. Beraberinde konuşma ve anlama problemleri de olabilir ve yaş ilerledikçe görülme sıklığı artar. Bunama görülme nispeti 65 yaşın üzerinde % 4–8 iken; 85 yaş üzerinde bu rakam % 38’e kadar çıkabilmektedir.

Normal yaşlanma sürecinde bazı kişilerde görülen, hafif belirtilerle seyreden yaşlılık bunaması (senil demans), umumiyetle kliniğe yansımayan bir durumdur. Bunamanın her yaşlıda gelişmediği bilinen bir hakikattir. Bunama gelişmeyen insanların genellikle zihnî aktivitesi yüksek, sürekli okuyup yazan, başkalarıyla kolayca diyaloğa geçen içtimaî yönü güçlü kişiler olduğu görülür. Bu yüzden entelektüel kişilerde bunama görülme nispetinin çok az olduğu söylenebilir. Yaşlı kişinin kendisine bakabilmesini engelleyecek derecede ağır zihnî fonksiyon bozuklukları ile seyreden bunama, sinir hücrelerinin tahribatına yol açan hastalıklar neticesinde gelişir. Bu gruba giren Alzheimer, Parkinson, Huntington ve Frontotemporal bunama gibi pek çok hastalık, bunama ile seyreder. Bu hastalıklarda normal yaşlılık sürecinde görülenden daha fazla nöron (sinir hücresi) harabiyeti vardır. Bazısı irsî olan ve birçoğunun sebebi bilinmeyen bu hastalıkların gelişiminde genellikle beyinde hatalı üretilen proteinlerin birikimi söz konusudur. Nöronlarda biriken bu proteinler, hücrelerin normal fonksiyon göstermesini engelleyerek ölümlerine yol açar.

Bunamanın belirtileri kişiden kişiye farklılık gösterir. İlk belirtiler, sürekli unutkanlık ve kafa karışıklığı (konfüzyon) olmakla birlikte; hafıza kaybı, mücerret (soyut) düşünmede beceriksizlik, dikkati toparlama güçlüğü, karmaşık işleri yapmada zorlanma, kişilik değişiklikleri, şüpheci ve tuhaf davranışlar sergileme mühim belirtilerdir. Yaşlılarda görülen depresyon gibi bazı durumlar bunama ile karıştırılabilir. Bunamanın sebepleri arasında en büyük grubu Alzheimer teşkil eder (% 56).

Alzheimer, yaşlılıkta ortaya çıkan ve genellikle 60 yaş üzerindeki kişileri etkileyen bunamalı seyreden ilerleyici bir hastalıktır. Hastalığın seyri, normal yaşlanmada görülen durumdan çok daha farklı ve ağırdır. Zihnî fonksiyonlarda bozulmaya yol açan kronik beyin yetmezliği söz konusudur. Hastalık yavaş ve sinsi bir şekilde başlar ve beyinde harabiyet oluşturur; hastalığın sebebi tam olarak bilinmemektedir. Beyindeki hasarın derecesi, kişiden kişiye değişmekle birlikte sürekli ilerleyici vasıftadır. Hastaların zihnî becerileri ve hafıza kapasiteleri zamanla azalır; mantıklı düşünme, öğrenme ve çevresiyle iletişim kurabilme kabiliyetleri giderek bozulur. Kesin bir tedavisi olmayan hastalığın ileri safhalarında hastalar, günlük basit işlerini bile yapamaz ve bakıma muhtaç hâle gelir.

Alzheimer hastalığı, beynin temel fonksiyonel hücresi olan nöronu harap eder. Bu harabiyet, öncelikle hafıza sisteminde merkezî vazife gören hipokampusta başlar. Bundan dolayı, hastalığın en mühim belirtisi hafıza kaybıdır. Sonra sırasıyla amigdal ve limbik sistem adı verilen duygu ve düşünceye tesir edici rol oynayan bölümler ve beyin kabuğu (korteks) etkilenir. Bu bölgelerdeki sinir hücrelerinin hasar görmesi neticesinde, beyin kütlesi küçülür. Kişide lisan becerileri, plân yapma ve muhakeme kapasitesi azalır, zamanla saldırgan ve şüpheci davranışlar ortaya çıkar. Hastalığın son dönemlerinde ise hastaların çoğu yemek yeme, idrar yapma gibi fonksiyonlarını kontrol etme kabiliyetini kaybederek bakıma muhtaç ve yatalak hâle gelir.

Genetik sahasındaki çalışmalarda AH ile münasebeti olan dört kromozom belirlenmiştir. Hastalığın erken başlangıçlı formları otozomal dominant genetik geçiş özelliğine sahiptir ve bunlar vakaların % 3-5’ini oluşturur. Erken başlangıçlı AH’de; kromozom 1 (presenilin 1 geni), kromozom 14 (presenilin 2 geni), kromozom 21 (amiloid prekürsör protein geni); geç başlangıçlı AH’de ise kromozom 19’un (Apo E geni) rolü vardır. 12. kromozomdaki alfa-2 makroglobulin geni de risk faktörü olarak hâlen araştırılmaktadır.

Geç başlayan hastalığa sebep olduğu bilinen genetik mutasyonların ortak özelliği beta-amiloid öncü proteinin anormal işlenmesine ve parçalanmasına yol açmasıdır. AH’de görülen patoloji, nöronlarda beta-amiloid plâkları ile nörofibril yumaklarının birikimidir. Beyinde aşırı beta-amiloid birikimi çok sayıda plâk oluşumuna yol açar. Hastalığın belirtilerinin şiddeti ile nörofibril yumaklarının birikimi arasında mühim bir orantı vardır. Nörofibril yumakları, sinir hücresi içindeki tau proteini aracılığıyla oluşturulur. Bu protein, sinir hücresinin iskelet yapısını ayakta tutmaya yardımcı bir proteindir. Hücre iskeletini ayakta tutan mikrotubüllerin tau proteinlerinden ayrılmasıyla hücre içinde nörofibril yumakları oluşur ve neticede hücre iskeleti çökerek nöronun ölümüne yol açar. Araştırmalar, Alzheimer hastalarının beyinlerinde bariz bir iltihaplanma olduğunu göstermiştir. İltihaplanma, beyin destek hücreleri olan mikrogliaların, hasar görmüş nöronları bölgeden uzaklaştırmaya çalışmasından kaynaklanabilir.

Alzheimer hastalığını kesin teşhis eden bir test henüz yoktur. Hastalığın klinik teşhisi, hastayı tam bir fizikî muayeneden geçirip, hasta hakkında bilgi verecek bir yakını ile ayrıntılı görüştükten sonra diğer sebepler elenerek konulmaktadır.

Dr. Kemal SERÇE

Çocuğun gelişim özelliklerini bilmeyen anne babalar; çocuğu büyütürken ve onu eğitirken büyük zorluklarla karşılaşması muhtemeldir. Anne-babalar çocuklarının gelişim dönemi özelliklerini bilirlerse çocuklarının yaptıkları davranışları değerlendirme ve onlarla sağlıklı bir iletişim kurmada başarılı olabilirler. Ayrıca onları sağlıklı büyütme konusunda fikir edinmiş olurlar

Her birey, gelişim geçirir. İnsan, doğumundan ölümüne denk birçok değişim gösterir. Çoğu kez birbiriyle karıştırılan “büyüme” ve “gelişme” sözcükleri birbirinden farklı kavramlardır. Büyüme, kilo, boy artışı gibi bedende meydana gelen değişiklikleri içermektedir. Çocuk yalnızca fiziksel olarak büyümekle kalmaz, onun beyninde ve iç organlarının yapısında da değişmeler olur. Beynin gelişimi sonucu, çocukta giderek artan bir öğrenme, anımsama ve muhakeme yeteneği oluşur.

Böylece fiziksel büyümeye paralel olarak, çocuk, zihinsel olarak da gelişir. Yapılan gözlem ve çalışmalar, belli gelişim dönemlerinde çocuklarda ortak olan eğilim ve davranış kalıplarının bulunduğunu ortaya koymaktadır. Bu ortak yanların bilinmesi, çocuk eğitiminde izlenecek olan yönü belirleme açısından yararı büyüktür.1 Boy uzaması, kilo artışı büyüme olarak değerlendirilirken zihinsel etkinlik gösterebilme, insan ilişkileri kurabilme gelişme ve olgunluğa erişme olarak görülür.

İnsan gelişimi fiziksel (bedence, boyca), cinsel, fizyolojik, (hormanal), duygusal sosyal, zihinsel, kişisel ve ahlakî olmak üzere sekiz boyutta incelenebilir. İnsan gelişiminin bazı boyutları süreksizlik gösterir. Bazı gelişmiş boyutları ise süreklidir. Ömür boyu devam eder. Duygusal, sosyal, kişisel ve ahlakî gelişme boyutlarında bir devamlılıktan söz edilebilir. Fiziksel, cinsel, hormonal,  zihinsel gelişme boyutlarında ise bir süreksilik sözkonusudur. Sözü edilen gelişmeler belirli kurallar dâhilinde olur.2 İnsan gelişiminin hiçbir safhasında rasgelelik yoktur. Doğum sonrasında, bebeklik, çocukluk, ergenlik, yetişkinlik gibi çeşitli hayat dönemlerindeki insanlar belirli aşamalardan geçerek olgunlaşırlar.

Çocuğun Anne Karnındaki Gelişimi

Canlılar âleminin en mükemmel yaratığı olan insan, belirli bir cinsiyetle doğar, ya  “erkek” veya “dişi”  olur.  Erkekten gelen  “sperm” ile dişide oluşan “ ovum” birleşir, yeni canlının ilk hücresi meydana gelir ve böylece yeni bir canlının yaratılışı da başlamış olur.3 Bu olay gebe kalmadır. İnsanda doğum öncesi yaşam, 38-40 hafta veya 9 ay 10 gün devam eder. Bu sürece “Prenatal Dönem “ denmiştir.  Üç bölümde incelenmektedir:

1-     Ovum Evresi: (Zigot) Döllenme anında ikinci haftanın sonuna kadar.

2-     Embiriyo Evresi (Embriyon): Üçüncü haftadan sekizinci haftanın sonuna kadar.

3-     Fetus Evresi: Üçüncü aydan doğuma kadar olan dönem.

 

Doğum Öncesi Ana Sağlığı

Çocuk, anne babanın hücrelerinin birleşmesinden meydana gelir. Alın yazımızı da içinde barındıran 46 kromozomla birlikte, anne babanın genetik mirasını da taşır. Bebeğin sağlıklı gelişimi, anne babanın ruh ve beden sağlığından başlar. İrsî bir takım hastalıklar kalıtım yoluyla çocuğa geçebilir. Ebeveynlerin beslenme durumu, sosyo-ekonomik seviyeleri dolaylı olarak bebeği etkiler. İyi ve dengeli beslenemeyen anne, bebeğin büyümesi için gerekli olan proteinleri, vitaminleri, minarelleri, yağları, karbonhidratları ve hormonları yeterince veremez. Bebeğin bunu dışarıdan alma imkânı yoktur. Tek yolu göbek kordonudur. Aynı şekilde anne baba arasındaki problemler veya birisinin ruhsal bozukluğa sahip olması bebeği olumsuz yönde etkiler. Araştırmalar göstermiştir ki, ebeveynlerin her türlü problemleri bebeğe yansımaktadır.

Hamilelikte önemli konulardan biri de zararlı alışkanlıklardır…  Gebelik süresinde bunların devam etmesi en çok anne karnındaki bebeği etkiler. Araştırmalar bu tür keyif verici maddelerin çocuğun üzerindeki olumsuz etkilerini saptamışlardır. Anne kesinlikle sigara içmemelidir. Sigara çocuğun düşük kilolu ve geri zekâlı olmasına ve erken doğmasına neden olmaktadır. North Caroline Çevre Sağlığı Enstitüsü’nde yapılan bir araştırmada sigara içen babaların spermlerindeki gen yapısının bozulabildiğini ve doğan çocukların, evlerinde sigara içilmeyenlere göre iki kat daha sağlıksız olduklarını saptadı. Yine alkollü içki almanın anne ve çocuk için son derece zararlı olduğu saptandı. Alkolün de sigara gibi henüz anne karnında gelişen fetüsün (çocuğun) organlarında bozulmalara neden olduğu gözlendi.6 Sigara alkol ve uyuşturucu kullanımı cenin beyninin gelişimini kötü yönde etkiler ve çocuğun ilerde öğrenme zorluğu ve davranışsal problemler yaşama riskini artırır. Anne adayı, hamilelik süresince dengeli ve yeterli beslenmelidir.  Bebek, anne ve baba tarafından istenen ve gelmesi merakla, heyecanla beklenen bebek olmalıdır.

İnsanın Oluşumu

İnsanları yoktan var eden Yüce Allah, insanları nasıl yarattığını şöyle beyan ediyor:

“Ey insanlar! Sizi bir tek canlıdan (kişiden) yaratan ondan da eşini yaratıp ikisinden birçok erkek ve kadınlar türeten Rabbiniz(e karşı gelmek)den sakının.”(Nisâ, 4/1)

Yüce Rabbimiz Allah (c.c.) erkekle dişi arasındaki birleşme bağını insan türünün yeryüzünde kıyâmete kadar devam etmesine ve neslin korunmasına vesile kılmıştır. Söz konusu birleşme bağının meydana gelişinin sınırlı ve meşrû bir yolla olmasını takdir etmiştir ki bu da nikâh, yani evlenmedir. Yüce Allah (c.c.) nikâhın meyve­sini çocuk ve nesli devam ettirmek olarak takdir etmiştir. O Yüce Al­lah (c.c.), kullarına çocuk sevgisi vermiş; böylece onları çocuk istemeye teşvik etmiştir. Çocuk sevgisini insan yaratılışının tabiî bir sonucu kılmıştır. Erkeğin kadına kadının erkeğe meyletmesi de aynı şekilde insan yaratılışındandır. 

Rabbimiz Allah (c.c.) şöyle beyan etmektedir:

“And olsun Biz insanı çamurdan (süzülüp çıkarılmış bir özden) yarattık. Sonra onu emin ve sağlam bir karargâhta (rahimde) nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi alakaya, alakayı (embriyoyu) bir çiğnemlik ete, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik. Kemiklere et giydirdik, sonra onu bambaşka bir yaratık (insan) olarak teşekkül ettirdik. Yapıp yara­tanların en güzeli olan Allah (c.c.) pek yücedir.” (Mü’minun, 23/12-14) Rabbimiz Allah insanları en güzel bir biçimde yarattığını bildirmektedir.

 Çocuğun Anne Karnındaki Gelişimi

       1- Hafta: Döllenmeyi takip eden 30 saat boyunca hücre bölünerek çoğalır. Yavaş yavaş aşağıya inerek rahim duvarına yerleşir.

       2- Hafta: Bölünüp çoğalan hücrelerin bir kısmı plasentayı ve göbek kordununu meydana getirir. Bir başka hücre grubu koruyucu keseyi oluşturmak için harekete geçer.

       3- Hafta: İki bölme halinde kalp, göz, kulak taslakları ortaya çıkar. Boy 3 milimetre kadardır. Aşerme denilen bulantı ve kusma bu devrede ortaya çıkar.

       4- Hafta: Ağırlık 0,4 grama, boy 4 milimetreye ulaşır. Baş ve gövde seçilmeye başlanır. Kol ve bacaklar tomurcuklanır. Kalp tam şeklini almasa da atmaya başlar.

5- Hafta: Kol ve bacaklar şekillenmeye, kalp atışları hızlanmaya başlar. Omuzlar ortaya çıkar. Parmaklar tomurcuklanır. Burun, üst çene, mide taslakları oluşmaya başlar.

       6- Hafta: İskelet kıkırdak halde belirmeye başlar. Sindirim, üreme, solunum organları gelişirken el parmaklarının 5’i de seçilebilir. Ayak parmakları tomurcuklanmaktadır. Beyin ve sinir imalatı sürmektedir. Boy 2 santimetredir.

       7- Hafta: Üst ve alt çene ayırt edilebilir. Kulak kepçesi ortaya çıkmış, işitme sistemi tamamlanmıştır. Mide, karaciğer, böbrekler çalışmaya başlamıştır. El parmakları tamamen onaya çıkmış, ayak parmakları gelişmesine devam etmektedir. Kan dolaşımının büyük bölümünü kalp devralmıştır. Boy 2,5 santimetredir.

       8- Hafta: Böbrekler seçilmeye; göz, kulak, burun ve ağız belli olmaya başlamıştır. Parmaklar iyice şekillenmiştir. Ağırlık 2 gram, boy 3 santimetre civarındadır.

  9- Hafta: Embriyon devrini tamamlayan bebek fetüs (cenin) adını almıştır. Plasenta görevini ve gelişmesini tamamlamıştır. Bebeğin cinsiyeti belli olmaktadır. Gözler kaymaya başlamaktadır. Basit refleksler göstermeye başlamıştır. Bebeğin bütün organları tamamlanmıştır. Bundan sonra gelişme olgunlaşma şeklinde devam edecektir. Bebeğin hareketleri anne tarafından ancak 16. haftada hissedilebilir

Bebeklik / Süt Çocukluğu Dönemi (0-2 Yaş)

Çocuk, dokuz ay on gün anne rahminin sıcak ve koruyucu ortamın da kaldıktan sonra artık dünyaya gelmiştir. Bebeğin dünyaya gönderilirken ilk yaptığı iş ağlamasıdır. Bu ağlama, ilk havanın teneffüsüyle, ciğerlerin dolmasıyla izah edildiği gibi; belki de bebek huzurlu, güvenli ve her türlü ihtiyacının anında, zamanında karşılandığı o sıcak yuvadan ayrılmanın hüznüyle de ağlıyor olabilir. Bebeğin doğduktan hemen sonra emzirilmesi tavsiye edilmektedir. Annenin meme musluklarından çıkan ilk süt, çocuğu zararlı mikroplara karşı koruyacak “askerler”den zengindir.

Çocukta duygusal ilişkiler başlamıştır. Sevgi alışverişi de bu dönemde olur. Çocuğu emzirmekle, dokunmakla bu sevgi belli edilir. Çocuğun alt ve üstünü değiştirmek bile bir sevgi belirtisidir. Bu duygusal ihtiyaçların bu dönemde eksiksiz olarak verilmesi çok önemlidir. Çocuğun beslenmesi kadar önem arz eder. 0-2 yaş döneminde çocuğun annesiyle olan ilişkileri çok önemlidir.  Annenin veya babanın çocuğun ihtiyaçlarını gidermesi, ağladığı zaman hemen onunla ilgilenmeye başlaması ve gülümsediği zaman onunla beraber gülümsemesi sağlıklı bir iletişimin temelini oluşturur. İhtiyaçları özenli karşılanan ve ilgi gören çocukların güven duyguları diğer çocuklara göre daha çabuk gelişir.

Çocuğun, Bir Yıllık Gelişim Serüveni

1- BİR AYLIKKEN: Bu ayda bebeğinizin çoğu hareketleri reflekslere dayalıdır. Kollarını ve bacaklarını dışarı doğru ittirir. Ellerini ağzına götürür ve emer. Ancak başını hâla tutamamaktadır.

2- İKİ AYLIKKEN: Devamlı kıvrık duran bacaklarını ve ellerini açmaya ve hareket ettirmeye başlar. Bir nesneyi birkaç saniye için tutabilir.

3- ÜÇ AYLIKKEN: Kollarını kullanmaya başlar. Karın üstü yatarken kafasını ve göğsünü kaldırabilir. Tekmeler. Gülümsemeye ve sesler çıkartmaya başlar.

4- DÖRT AYLIKKEN: Vücudun üst kısmı ve kollar güçlenmiştir. Başını rahatlıkla dik tutabilir, istediği yöne çevirebilir. Destekle oturabilir. Nesneleri tutabilir ve seslere tepki verir.

5- BEŞ AYLIKKEN: Sırtüstü yatarken ayaklarını ağzına götürebilir. Yuvarlanır. Etrafında olup bitenleri gözleriyle izler ve eşyaları kendiliğinden alabilir.

6- ALTI AYLIKKEN: Yerde rahatlıkla yuvarlanabilir. Kişileri ayırt etmeye başlar. Yavaş yavaş emekleyebilir. Diş çıkartmaya başlar.

7- YEDİ AYLIKKEN: Kısa süreli de olsa desteksiz oturabilir. Her şeyi ağzına götürür. Nesneleri birbirine vurur ve oyuncaklarını bir elinden diğerine geçirebilir. Destekle ayakta durabilir.

8– SEKİZ AYLIKKEN: Emeklemeye başlar. Eşyaları atabilir ve düşeni arar. Bazı basit kelimeleri söyleyebilir. Yardımla ayağa kalkabilir ve kendi kendine oturabilir.

9– DOKUZ AYLIKKEN: Destekle ayakta durup yürümeye başlayabilir. Çok küçük nesneleri bile yere düşürüp bulabilir. Oyuncakları iç içe soku çıkarabilir.

10-ON AYLIKKEN: Yardım almadan ayağa kalkabilir. Eşyalara tutunarak yürür Kendi kendine kalkabilir ve oturabilir. İşittiği sözleri tekrarlar ve kendine söylenenleri biraz biraz anlamaya başlar.

11- ON BİR AYLIKKEN: Elinden tutulunca kendi kendine yürüyebilir. Birkaç kelime konuşabilir. Kapıyı açıp kapayabilir. Düşürdüğü bir şeyi eğilir, alabilir.

12-ON İKİ AYLIKKEN: Artık kendi başına yürüyebilir.

Çocuk yürümeye başladığı zaman kendisini ayrı bir varlık olarak görür. Fakat gerek fizikî ve gerekse duygusal bağ ileri yaşlara kadar sürüp gider.

2-6 yaş arasındaki okul öncesi dönemine oyun dönemi adı verilir.  Oyun çocuğu kendi yaşıtlarıyla oynamayı sever. Paylaşmayı bilir ve öğrenmeye karşı isteklidir.  Sürekli soru sorar, hayal gücü gelişmiştir.  Gerçekle hayali ayırt edemez.  Masallara, çizgi romanlara inanır.  Bu döneminde çocuklar inatçı ve isteklerinde ısrarcı olurlar.

Cinsiyetinin farkına varır.  Kızlar annelerini, erkekler ise babalarını örnek alır ve taklit eder.  Kelime dağarcığı gelişmiştir.  İfade ve anlatım yeteneği artmıştır Bu dönemde, çocuğun ruhsal gelişimi de duygu ve davranışlarını kontrol edebilmesini sağlar. Bu dönemdeki çocuklarınıza yavaş yavaş sorumluluklar yükleye bilirsiniz. Örneğin, oyuncaklarını toplaması, annesine sofrayı kurarken yardım etmesi, erkek çocuğun babasıyla beraber eve ait bir işi birlikte yapmaya çalışması sağlanabilir.  Bu şekilde çocukların kendilerine olan güvenleri artar. Bununla birlikte bir iş yapma ve bir işi becermenin verdiği mutlulukla öğrenmeye daha çok yönlenebilirler. Ayrıca anne ve babalarıyla birlikte olmak çocuğun ebeveynleriyle olan bağlarını kuvvetlendirirler. Çocuğun Dünya ve ahiret mutluluğu için bu dönem iyi değerlendirilmelidir. Bu itibarla çocukluk döneminde gerekli dinî eğitimin verilmesi ve güzel ahlâk alışkanlığı kazandırılması gerekir.

Kızlarda, 6-11 erkeklerde 6-13 yaşları arası döneme son çocukluk veya ilkokul çocukluğu dönemi denmektedir. Bu dönem, çocuğun aile yuvasından çıkıp, dış dünyaya açıldığı toplumsal çevreye iyice karıştığı çağdır. İlkokul yıllarını kapsayan bu dönem ergenliğin ilk belirtilerinin başladığı 13 yaşa kadar devam eder. Ruhsal gelişimi yolunda giden bir okul çocuğunda cinsel kimlik iyice belirmiştir. Kızlar kız özelliklerini, erkekler erkek özelliklerini, ana babayla özdeşim sonucunda kazanmışlardır. Çocukta iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı seçme yeteneği yani üst benlik gelişmiştir. Bu dönemde çocuğa seviyesine uygun, gerekli eğitim ve dinî bilgiler verilmelidir.

Gençlik çağının başı ergenliktir. Bu dönemin başlangıcı kızlar için 11–21, erkekler için 13–21 yaşlar arası olarak bilinir. Ergenlik dönemi, biyolojik, psikolojik, zihinsel ve sosyal açıdan gelişimin olduğu çocukluktan yetişkinliğe geçiş dönemidir Bu dönemdeki bedensel gelişim,  bir anlamda duygusal, sosyal ve zihinsel olgunlukların temelini oluşturmaktadır. Bir başka deyişle ergenlik, biyolojik değişmeyle başlar ve bedensel, zihinsel ve ruhsal gelişmeyle son bulur. 

Bireydeki bu değişimler, vücudun hızla büyüyerek gelişmesi sonucunu verir aynı zamanda hormonların çalışmasını, cinsel dürtüleri de artırır.1 Ergenlik döneminde, bedensel gelişimle beraber, cinsel fonksiyonlar devreye girer. Cinsel kimliği oluşmaya başlar. Ergenlik bedensel değişmeleri, kızlarda genç kız, erkek çocuklara da erkek görünümü sağlar. Günümüzde gençlik, birçok sorunla karşı karşıyadır. Günümüz gençliğinin en önemli sorunu,  yaratılış gayesinden habersiz olmalarıdır. Gençlik, bir nevi belirsizlik, arayış ve şekillenme dönemidir. Gençler arasında yaygın olarak kullanılan, “hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun”, “atın ölümü arpadan olsun”, “gençliğini yaşayacaksın” gibi sözler, kural tanımazlıklarını meşrulaştırmaya yönelik olumsuz beyanlardır. Gençlik, aşk,  para, eğlence ve top peşinde koşmakta ve bunlarla kendini ispatlama çabasındadır. Zira insana verilen ömür, geri dönüşümü olmayan bir fırsattır. Yaratılış gayesinden uzak sorumsuzca bir hayat yaşayan gençler, kötü ve zararlı alışkanlıklar edinmektedirler. Böylece hem kendilerine hem de başkalarına zarar vermektedirler.

1-      Prof. Dr. Haluk Yavuzer,  Çocuk Psikolojsi, İst. 2008, s. 27

2-      Prof. Dr. Adnan Kulaksızoğlu, Ergenlik psikolojisi, İst. 2007,  s. 12-13

3-      Doç. Dr. Ömer Özyılmaz, İslami Eğitim, İst, 2003, s. 52

4-      Prof. Dr. Haluk Yavuzer Çocuk Psikolojisi, s. 29

5-      Doç Dr. Halit Ertuğrul,  Ailede ve Okulda Çocuk Eğitimi,  İst. 2009, s. 28

6-      Naciye Akyıldız,  Anneliğe Hazırlık, İst. 1995, s. 39-40

7-      Ali Çankırılı, Bebeğimi Büyütüyorum, s. 26

8-      Doç. Dr. Halit Ertuğrul, Ailede ve Okulda Çocuk Eğitimi, 40-41

9-      Aydın, Akşam: 20.02.99

10-  Prof. Dr. Sefa Saygılı, Sağlık Bilgisi, s. 56)

11-   Âdem Durmuş, Çocuğumu Gençliğe ve Hayata hazırlıyorum, İst. 2006,  s.21

12-  Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu,  Çocuk Ruh Sağlığı, İst. 2010,  s. 76

13-  Haluk Yavuzer, Çocuk Psikolojisi, s. 262-264

SÜLEYMAN GÜNEK

Yüce Allah, kâinattaki her varlığa, onamahsus, onun bir nevi kimliği mahiyetinde bir koku yerleştirmiştir. Bu nedenleher şey kokusuyla tanınır. Üzerinde düşünmemiz gereken, Rabbimize iman vehayranlığımızı arttıran, Kudret mucizelerden biri de kokudur.

Ayet vehadislerde “rîh”, “reyhan” ve “râyihâ” kavramlarıyla ifadeedilen koku, insan için aynı zamanda büyük bir nimettir. Kur’an-ı Kerim nimet özelliğineşöyle dikkat çekmektedir: “Yeri bütün yaratıklar için serdi. Ondameyveler ve salkımlı hurma ağaçları var. Yapraklı taneler ve güzel kokulubitkiler var. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?”(Rahman Suresi, 10–13)

Hervarlıkta, bu kendine özgü kokusunu dışarıya saçan “esans” dediğimiz ve Arapçada“ıtr” kavramıyla ifade edilen bir özü vardır. Bu özden saçılan koku“rayiha” olarak adlandırılmıştır. Gözle görülmediği halde etkisi hissedilen rüzgârda rayiha ile aynı kökten olan “rîh” kelimesiyle ifade edilir. Çünkü koku da görülmez ama etkisi hissedilir.

Gariptir ki hem rüzgâr anlamındaki “rîh” hem koku anlamındaki “rayihâ” kelimeleri “ruh” ile aynı köktendirler. Çünkü herşeyin kokusu onun ruhu hükmünde bir etkiye sahiptir. Ayrıca koku da ruh gibibir mahiyet içindedir. Manevi ve latif olduğu için mahiyeti bilinmez ama varlığı da inkâr edilemez. Koku ruha benzer hatta kimisine göre ruhun bir özelliği olması itibariyle ruhla aynı kökten türetilmiştir. Güzel kokuların ruhun hoşuna gitmesi de bundandır.

İnsan ruhunun hoşlandığı kokulara “rayihâ-i tayyibe” denir. Esasen insan ve melek gibi ervah-ı tayyibe olarak nitelendirilen iyi ve güzel ruhlar, güzel kokulardan, ervah-ı habise denilen kötü ruhlar da kötü kokulardan hoşlanır. İnsan su, hava, ışık ve gıda ile beslenip lezzetlendiği gibi nurdan yaratılan ve halis tayyib ruha sahip melekler de zikir, tesbih, hamd ve ibadet nurlarıyla gıdalanıp lezzet alıyorlar. Nura yakın olduğu için güzel kokunun da meleklerin gıdalarından olduğu bildirilmiştir. Bediuzzaman, “Ervah-ı Tayyibe, revâyih-itayyibeyi sever” (Güzel ruhlar, güzel kokuları sever) şeklindeki özlü sözüyle bu gerçeğe işaret etmiştir. (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, s.318)

Koku,başlı başına bir lezzet olduğu gibi, insanın yiyecek ve içeceklerden aldığı lezzette de önemli bir paya sahiptir. Koku adeta gerçek tadı almayı sağlayanbir aracıdır. Örneğin: Pişmemiş isotun kokusu fark edilmediğinden lezzetsiz sayılır ama közlenmiş isotun dayanılmaz güzel kokusu, acısının eziyetine katlanmayı kabul ettirecek bir lezzet sunar. Halk arasında isot pişince acısının azaldığı söylenir; oysa ortaya çıkan güzel kokusu sayesinde acısına aldırılmadığı için azalmış zannedilir.

Eğer koku alma duyusu olmasaydı, yiyecek ve içecekler tat olarak birbirinden ayırt edilemez ve her birinden ayrı ayrı lezzet almak mümkün olmazdı. Kur’an-ı Kerim cennet nimetlerini, mizacındaki güzel kokularla haber vermektedir: “Onlara, mühürlü (el değmemiş) saf bir içecekten içirilir. Onun (içiminin) sonu bir misktir (ağızda misk gibi kokubırakır). İşte yarışanlar, bunun için yarışsınlar.” (Mutaffifîn, 25-26)Yine Cennet ehlinin, mizacı keskin ve hoş kokulu bir bitki olan zencefil ve mizacı cennete has bir koku olan “kâfûr”olan kadehlerden içeceklerini haber vermektedir. (İnsan, 5,17.)

Dünya hayatında insana sunulan lezzetler, ilahî nimetleri tanıtıcı olup insanın dikkatini nimetlerin hazinesi ve kaynağı olan cennete çevirmek amacını taşıdığı için yalnızca tadımlıktır. Onun için sınırlı ve geçicidir. Koku nimeti de böyledir; etkisi kısa sürer. Moleküllerinin havada dağılması ya da bir süre sonra burnun alışması kokudan alınan lezzeti kısıtlı duruma getirir. Bu nedenle kokunun güzelliği kadar etkisinin kalıcılığı da önemlidir.

Bitkilerin koku veren esansı, ya da bir geyik türünden elde edilen misk, sıvı veya katıbir madde olmasına karşın, ondan yayılan kokunun aslında maddenin ötesinde henüz sırrı çözülmeyen kudret harikası bir cevher olduğu anlaşılmıştır. Ruhun üflenmesi gibi, rayihanın da bu maddelere üflendiği akıldan uzak değildir

İnsanı meydana getiren ruh ve bedenin tamamı bir nimettir. 

Nimet, insanın yararına olan her şeydir. Gözün görmesi ve kulağın işitmesi gibi nimetlerin, elmayı yemekten daha büyük bir nimet olduğu açıktır. İnsanın damağına ve midesine hitap eden gıda ve meyveleri gibi, maddî rızıklar birer nimet olduğu gibi, dimağına, aklına ve kalbine hitap eden ilim, hikmet, sevgi de birer rızık ve nimettir.

Kötü bir söz duymak nimet değildir. Ancak, kulağın binde bir olacak kötü bir söz duymaması için sağır olsaydı milyonlarca güzel kelimeleri duyamazdı ve bu nimetlerden mahrum kalırdı. Kötü bir şey duymamak, kötü bir şey görmemek için sağır, kör olmasını arzu eden bir kimse var mı? Kullandığımız ilaçların bir çok yan etkisi vardır; bu yan etkileri var diye, ilaç almamak doğru bir karar olabilir mi?

Şunu unutmayalım ki, olumsuz olan şeylerin hiç biri doğrudan kulak, göz gibi nimetlerin ürünü değildir. İnsanların meydana getirdiği kötülüklerdir. Onun içindir ki, Allah göz ve kulak gibi insan bünyesindeki organların ve akıl, kalp gibi latifelerin nimet yönlerini zedeleyen kötülüklerden korumayı emretmiştir. Yasakların hepsi de bu türdendir.

Ateşin nimet olmadığını iddia etmek mümkün mü? Kendi suistimaliyle bir organını yakan kimsenin, bu davranışı ateşi nimet olmaktan çıkarır mı? İşin özeti şudur: Allah’ın nimet olarak verdiği hiçbir şeyin imalat hatası yoktur. Bu nimetlerin zararlı bir tarafı varsa, orada insanlardan kaynaklanan bir kullanım hatası vardır.

Tıp teknolojisinin gelişmesine paralel olarak insan gözünün ne kadar büyük bir mucize olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Göz hakkında elde edilen bilgilerin teknolojiye uyarlanmasıyla da her geçen gün eskisinden çok daha gelişmiş kameralar, fotoğraf makineleri ve sayısız optik sistemler üretilmektedir. Ancak, teknoloji ne kadar ilerlese de yapılan elektronik aletler gözün ilkel birer taklidi olmaktan öteye gidememiştir. Bilgisayar destekli kameralar dahil olmak üzere hiçbir insan buluşu alet göze rakip olamaz.

Gözün çalışma sisteminin kabaca taklit edilmesiyle icat edilen en yaygın optik cihazlardan birisi fotoğraf makinesidir. Gözün mucizevi çalışma sistemini kısaca hatırlamak ve ne kadar gelişmiş olursa olsun gözün en ileri teknolojik buluşlardan çok daha üstün bir yapı ve işleve sahip olduğunu görmek için bu aletin bazı özellikleriyle gözü karşılaştıralım.

Fotoğraf makinesinde temel prensip olarak mercek, üç boyutlu dünyayı iki boyutlu bir düzleme odaklar. Görüntü, bu düzleme olduğundan daha küçük ve baş aşağı olarak düşer. Görme İnsan gözünün ön kısmında bulunan kornea ve daha içerde bulunan göz merceği de görüntüyü gözün içine odaklar. Gözün içi adeta bir karanlık oda gibidir, ancak bu karanlık odanın canlı olduğu unutulmamalıdır. Görüntünün baş aşağı düştüğü yer ise retina adlı dokudur. Üzerinde görüntünün oluşması açısından retina, fotoğraf filmine benzetilebilir. Retinanın görevi bu görüntüyü elektrik sinyalleri halinde beyne göndermektir.

Fotoğraf çekilirken yapılacak ilk işlem netlik ayarıdır. Görme işleminde, etrafımızdaki görüntülerin duyarlıtabaka üzerine net olarak düşmesi için göz merceğinin görmek istediğimiz nesnenin uzaklığına göre kendiniayarlaması gerekir. Fotoğraf makinelerinde bu işlem elle, gelişmiş kameralarda otomatik olarak yapılır. Daha özel amaçlarda kullanılan mikroskop ve teleskoplarda da netlik ayarı yapılır. Her durumda bu işlem zaman alır.

Oysa insan gözü bu ayarı her an, çok kısa bir süre içinde kendi kendine yapar. Üstelik kullanılan yöntem taklit edilemeyecek kadar üstündür. Göz içinde bulunan göz merceği, çevresinde bulunan kaslar sayesinde görüntüyü retina üzerine kesintisiz düşürür. Yapısı son derece esnek olan ve kolay biçim değiştiren bu mercek gerektiğinde bombelenerek, gerektiğinde gerilerek ışığın düştüğü noktayı sabit tutar. Eğer gözde bu ayar kendiliğinden yapılmasaydı, örneğin, bir düğme yardımı ile insan baktığı noktaya odaklama yapmak zorunda kalsaydı, görmek için sürekli özel bir çaba harcaması gerekecekti. Görüntü bir netleşip bir bulanıklaşacaktı. Bir nesneye bakıldığında görebilmek son derece zaman alacak, hayat büyük ölçüde yavaşlayacaktı. İnsan karşısında belli bir uzaklıkta duran nesneyi net olarak görmek istediğinde, aradaki mesafeyi, merceğin odaklama ayarını ve bunlarla ilgili birçok optik hesaplamaları yapmakla uğraşmaz. Nesneyi net görebilmek için yalnızca ona bakması yeterlidir. Geri kalan tüm işlemler otomatik olarak göz ve beyin tarafından halledilir. Üstelik bütün bu işlemler yalnızca bir isteme süresi kadar kısa sürer.

Bir fotoğraf makinesinde gündüz çekilen fotoğraf net olur. Aynı film ve makineyle gece yıldızlar ve gökyüzü çekildiğinde ise fotoğrafta hiçbir şey gözükmez. Oysa göz kapakları saniyenin onda biri zamanda açıldığında bile yıldızlar çıplak gözle görülebilir. Çünkü göz çok çeşitli aydınlanma koşullarına ve değişik ışık şiddetlerine göre kendisini her an otomatik olarak ayarlayabilir. Bunun sağlayan gözbebeği etrafındaki kaslardır. Eğer ortam karanlık olursa bu kaslar açılır, gözbebeği genişler ve göze daha çok ışığın girmesi sağlanır. Eğer ortam aydınlık olursa bu sefer kaslar kapanır, gözbebeği küçülür ve içeri giren ışığın miktarı azaltılır. Bu sayede hem gece hem gündüz görüntü net olur.

Göz, görüntünün aynı anda hem siyah-beyaz, hem de renkli fotoğrafını çeker. Daha sonra bu fotoğraflar beyinde sentezlenerek normal görüntü halini alırlar. Retina tabakasında bulunan çubuk hücreleri görülen şeklin siyah-beyaz görüntüsünü tespit ederler. Çubuk hücrelerinin bir diğer görevi bakılan nesnenin biçimini, hatlarını ayrıntılı olarak algılamaktır. Koni hücreleri ise nesnenin biçimi değil renklerini tespit ederler. Sonuçta, her iki hücreden alınan sinyallerin değerlendirilmesiyle, dış dünyanın görüntüsü şekiller ve renkler halinde beyinde oluşur.

Bir TV kamerasının çalışma prensipleri incelenirse sözü edilen gerçek daha iyi anlaşılır. TV’nin çalışma ilkesi görüntülerin değil, bir görüntüyü yeniden oluşturacak olan az ya da çok ışıklı nokta dizilerinin iletilmesine dayanır. Bu yüzden kamera karşısındaki nesne, satır denilen belirli sayıda kuşağa bölünmüş olduğu için, yayın sırasında bir “tarama” işlemine başvurulur. Bir fotosel lamba, böyle bir satırın bütün noktalarını soldan sağa birbiri ardınca görür.

Hepsinin ışık durumunu değerlendirir ve sonunda bunlara dayanarak birtakım sinyaller verir. Bir satırı baştan sona kadar taradıktan sonra, bir sonraki satıra geçer ve tarama işlemi böylece sürüp gider. Bu fotoselin çalışma ritmi, bir görüntünün 625 ya da 819 satırını 1/25 saniyede tarayabilecek şekilde hesaplanmıştır. Böylece bütün bir görüntünün tamamlanması bitince, yeni bir görüntü iletilir. Bu şekilde iletilen bildirilerin sayısı çok fazladır ve sinyaller baş döndürücü tempoyla üretilir. Gözün tüm bu anlattıklarımızdan çok daha üstün bir işleyiş mekanizmasına sahip olduğu dahası hiçbir bakım ve parça değişimine ihtiyaç duymadığı düşünülürse gözün yapısının ne kadar şaşırtıcı ve mükemmel olduğu çok net bir şekilde anlaşılır.

Ağ tabaka üzerindeki hücreler bir sinir hattı sayesinde doğrudan beyne bağlanırlar. Hücreler sinyallerini bu hatlar üzerinden beyne iletirler. Ağ tabakada bulunan 140 milyon hücreye karşılık, görme sinirlerinin sadece 1 milyon sinir hattı vardır. Yani her 140 hücreye yalnızca 1 hat düşer. Normal şartlarda bu son derece büyük bir problemdir ve bunun aşılamaması görüntünün oluşamamasına neden olacaktır. Öyleyse nasıl olur da her hücrenin sinyali beyne eksiksiz ulaşır ve görme gerçekleşir?

Soruyu cevaplamadan önce insan yapısı telekomünikasyon sistemlerinin günümüzde eriştiği son noktayı incelemek yerinde olur. Kıtalararası haberleşmede son derece gelişmiş sistemler kullanılır ve her an binlerce görüşme yapılır. Buna karşın mevcut hatlar, görüşme sayısına oranla son derece azdır.

Kullanılan çok gelişmiş bir sistem sayesinde tek bir hata birden fazla konuşma yüklenilebilir. Bu konuşmaların sinyalleri sırayla yer değiştirerek hattan geçerler. Bu yer değiştirme o kadar hızlı olur ki herkes yalnızca kendisine ait bir hat olduğunu zanneder. Bir hatta her saniye yüzlerce defa bağlantının alınıp, başkasına verilip, sonra tekrar geri alındığı hissedilmez bile. Hatlardan büyük ölçüde tasarruf sağlayan bu sistem gözdeki sistemin bir kopyasından başka bir şey değildir.

Göz ile beyin arasında bulunan sinir hatları da aynı şekilde hücreler tarafından ortaklaşa kullanılırlar. Böylece milyonlarca hücreden çıkan elektrik sinyalleri her an beyne ulaşır. Bu örnekte de görüldüğü gibi insan vücudunda son derece gelişmiş bir sistem vardır. Şimdi bu sistemi evrim teorisinin iddiaları doğrultusunda -gerçekleşmesi kesinlikle imkânsız olan varsayımlarla açıklamaya çalışalım.

Gözü oluşturan bütün tabakaların, merceğin, korneanın, göz kaslarının, beynin, beyne bağlantı yapan bir milyon sinir hattının, retinayı oluşturan 140 milyon hücrenin, göz kapağının, gözyaşının, göz pınarlarının, gözü besleyen kan ve lenf damarlarının ve içlerindeki kan ve lenfin hepsinin aynı anda, birbirleriyle bağlantılı bir şekilde -bütün imkânsızlığına rağmen- tesadüfen meydana geldiklerini varsayalım. Görme yine gerçekleşemeyecekti, çünkü mevcut hatlar beyinle bağlantı kurmak için yeterli olmayacaktı. Mevcut sinyallerin yalnızca 140’ta biri beyine ulaşacak, kopuk ve eksik sinyallerden ötürü görüntü oluşamayacaktı.
Bu engel nasıl aşıldı? Acaba sinir hücreleri ve korneayı oluşturan hücreler baş başa verip bir plan mı yaptılar? Ya da bu hücreler telekomünikasyon eğitiminden geçip kendi kendilerine, bir hattan 140 ayrı sinyali gönderebilecek sistemi mi geliştirdiler?

Herhalde yapılan tartışmalar sonucunda problemi çözebilecek tek yol hücreler tarafından oybirliğiyle kabul edildi. Bundan sonra hücrelerin hepsi, kendi tasarladıkları bu eşsiz plana göre hareket ettiler. Her hat ortalama 140 hücrenin sinyallerini iletmeye başladı. Hem sinyal kaynaklarının sıralarını değiştirerek hem de bir saniyede binlerce sinyal ileterek

Fakat, sadece bu sistemi kurmak yeterli değildi. Bu sistemin bir sonraki kuşağa da aktarılması gerekiyordu. Bu sefer de mevcut düzenleme ile ilgili binlerce basamak genetik bilgi, bu sistemin bilgilerini aktarabilecek bir şifreleme yöntemiyle, eksiksiz bir şekilde, göz hücrelerinden çok uzakta olan üreme hücrelerine yerleştirildiler. Eğer bu olmasa bir sonraki nesil yine kör doğacak, yaşayamayacak, böylece nesil tükenecekti. Eğer yetersiz hatlarla ilgili problem çözülemese, gözü oluşturan diğer bölümler, kornea, retina, mercek, göz bebeği, göz kasları, her şey boşuna meydana gelmiş olacaktı. Bu üstün mekanizmalar canlının ölmesiyle beraber yok olup gideceklerdi.

Görüldüğü gibi bu sistemin ve gözü oluşturan her tabakanın, her parçanın ve organelin aynı anda, birden var olmaları gerekmektedir. Göz bir bütün olarak ortaya çıkmıştır yani Allah tarafından yaratılmıştır

Sonra ona düzgün bir şekil vermiş ve ruhundan ona üflemiş; sizi kulak, göz ve gönüllerle donatmıştır. Ne kadar da az şükrediyorsunuz! / Secde Suresi – 9

Ali Demirsoy, Yaşamın Temel Kuralları, Ankara: Entomoloji, 1992, s. 161

Osman Eroğlu

Hepimiz her konu hakkında az ya da çok bilgi sahibiyizdir. Soran olunca arabamızın özelliklerini, telefonumuzun kaç GB hafızası olduğunu, kaç megapiksel kamerası olduğunu vs. çoğumuz tek tek sayarız. İlgiliyiz, çünkü merak ediyoruz, araştırıyoruz. Gereksiz çok şey biliyoruz… Peki, bir cisme bakarken saniyenin onda biri kadar kısa bir sürede yüz milyarlarca işlemin gerçekleştiği, tam 576 megapiksel olan gözlerimiz hakkında ne biliyoruz? Görme organımız olduğu bilgisi dışında hiçbir şey.. O zaman gelin yaratılış harikası gözlerimiz hakkında birazcık bilgi sahibi olalım.

Sert tabaka, gözümüzün en dışında bulunan sağlam tabakadır. Sert yapısıyla gözü dışarıdan gelen tehlikelerden korur. Görevi: Göze gelen ışığın ilk kırıldığı ve merceğe ulaşmasını sağlayan yerdir. Sert tabaka, gözün ön tarafında incelip saydamlaşmış ve hafif şişkinlik kazanmıştır.

Damar Tabaka; Kan damarlarının bulunduğu tabakadır. Gözü besler. Gözün bu bölümünde iris, göz bebeği, göz merceği, kirpiksi cisim ve camsı cisim bulunur. İris: Göze rengini veren kısımdır. Görmede yetkisi yoktur. Renginin farklı olması kalıtsaldır. Burada melenin pigmentleri bulunur. Gözbebeği: İrisin arkasında ince kenarlı saydam bir tabakadır.

Göz merceği kornea ve gözbebeğinden gelen ışınları kırarak, ağ tabakadaki sarı benek üzerine düşmesini sağlar. Kirpiksi cisim: Göz merceğinin bulunduğu yerde sabit kalmasını sağlayan kaslardır. Camsı cisim: Göz yuvarlığın içini dolduran göz merceğinden sonraki boşluktaki sıvıya denir. Camsı cisim renksiz, jölemsi parlak bir sıvıdır. Camsı cisim ile göz yuvarlağının şekli korunur. Kan damarlarından yoksun kornea ve merceğin beslenmesini sağlar. Göz içinde iç basınç oluşturarak göz küresinin sabit kalmasını sağlar.

Göz yuvarlağının en arkasındaki tabakadır. Burada foto reseptörlerin bulunduğu sarı benek bölümü bulunur. Gözümüzde bulunan foto reseptörler iki çeşittir. Koni: Yeterli ışıkta renkli görmemizi sağlayan reseptörlerdir.

Çubuk: Karanlıkta görmemizi sağlayan reseptörlerdir. Renklere de duyarlı değildir. Sadece siyah-beyaz görmemizi sağlayan reseptörlerdir. Cisimlerden gelen ışınlar korneadan geçerek göz bebeğinden geçip, merceğe ulaşır. Mercekte kırılan ışınlar camsı cisimden geçerek sarı benekte bulunan reseptörler tarafından alınır. Işınlar asarı beneğe ters düşer. Bu yüzden görüntü terstir. Burada sinirlerle beynin görme merkezine iletilir. Ters görüntü burada düzeltilerek tekrar aynı yolla görme olayı netleşir. Böyle bir mükemmellik, böyle bir görev dağılımı tesadüf eseri olabilir mi? Bunu hangi aklı selim insan düşünebilir? Böyle düşünen insanların bahsettiğimiz mükemmellikteki gözlere sahip olması onların kör olduğu gerçeğini maalesef değiştirmiyor. Rabbim gören gözlere sahip olup da hakikatler karşında kör olan kullarından olmaktan korusun…

Terleme yoluyla vücuttan sıvı buharlaşması insanı serinletir. Fakat terle birlikte vücudumuzdan başka maddeler de çıkar.

Terle kaybettiğimiz bazı maddeler önemlidir. Örneğin klorür, klor atomlarının sodyum atomlarına tutunarak oluşturduğu bu bileşim tuz olarak da bilinir. Vücuttaki asit-baz dengesi açısından önemlidir bu maddeler. Hücrelere sıvı giriş çıkışını, sinir lifleri üzerinden tepkimelerin iletilmesini düzenlerler. Terlediğimizde bir miktar tuz kaybı normaldir. Fakat sıcak ortamda uzun süre çalışmak zorunda kalanlarda olduğu gibi bazı durumlarda tuz kaybı aşırı olabilir. Vücudumuzun terleme yoluyla kaybettiği sıvıyı dengelemek için su içmek gerekir. Fakat çok terleyip çok su içtiğinizde su zehirlenmesi belirtileri görülebilir. Yani terleme sonucu kaybedilen klorür telafi edilmemiş, vücuttaki yoğunluğu azalmış demektir.

Ter içindeki maddelerden biri de üredir. Üre vücuttan idrar yoluyla da atılır. Günlük atılan ürenin yüzde 7’si terleme yoluyladır.

Ortalama bir insanın günlük ter miktarı yarım litre kadardır. Terde amonyak, protein, şeker, potasyum ve bikarbonatın yanı sıra çinko, bakır, demir, nikel, kadmiyum, kurşun ve manganez gibi eser metaller de vardır. Terleme bu maddelerin vücuttan atılmasını sağlayan önemli bir mekanizmadır.

Terin vücuttan çıkışı iki tür bez sayesindedir. Apokrin bezleri koltuk altı, burun delikleri ,meme uçları, kulaklar ve genitalya bölgesinde bulunur. Fakat daha yaygın olanı dudaklar ve genital bölge dışında vücudun her yanına dağılmış olan ekrin bezleridir. Vücut ve deri fazla ısındığında ısı alıcı termoseptörler beyne mesaj gönderir. Beyinde açlık, susuzluk, uyku ve vücut ısısını kontrol eden hücrelerin toplandığı hipotalamus bölgesi apokrin ve ekrin bezlerine mesaj göndererek terlemeyi sağlar.

İletişim aracı

Ter yoluyla dışarı attığımız her madde kimyasal özellik taşımayabilir. Baharatlı yiyecekler, korku, utanma, endişe ya da acı gibi duygusal nedenlerle de terlenir. Duygusal terleme daha çok avuç içi, alın ve ayak tabanında görülür. Çünkü ekrin ter bezleri bu bölgelerde çok daha yoğundur.

Duygusal nedenlerle terleme önemli bir iletişim aracıdır. Ter kokusu insanın duyguları bakımından önemli ipuçları verir.

Terde saklı bilgi

Bu araştırmaların hiçbiri, insanların, başkalarının terinin kendi davranış ya da algılarını değiştirdiğinin farkında olup olmadığına dair bir veri sunmuyor; fakat terin bazı hallerde insanların kendi iç duygusal durumları ile ilgili önemli bilgiler içerdiğine işaret ediyor. Başkalarının terinde saklı olan bu bilgi ayrıca insanların çevrelerini daha iyi anlamalarına yardımcı olabiliyor.

Belki de bunda şaşırtıcı bir durum yoktur. Ne de olsa insan dil yoluyla iletişim kurmaya çok sonraları başlamıştı. Öncesinde ise atalarımızın koku alma becerilerine dayanarak çevrelerini değerlendirdiğini düşünmek hiç de mantıksız değil. Yani bu beceri onlardan bize kalan bir miras denebilir.

Ter, karşıdaki insanın duygu yoğunluğunu anlamaya yardımcı oluyor, sadece koku sinyali değil, görsel bir sinyal işlevi de görüyor. Yani ter sadece vücudun serinleme sistemi değil, insanın duygusal durumunu çevresine ifade eden bir rüzgar gülüdür de diyebiliriz.

‘Genlerimiz nasıl koktuğumuzu etkiliyor’

Vücut kokumuz diyetimiz ve sağlığımızla bağlantılı olarak değişse de aslında kokumuzu benzersiz kılan ve başka insanlardan ayıran en önemli etken genlerimiz.

İnsanların kendine özgü vücut kokusu o kadar belirgin ve koku algılama becerimiz o kadar kuvvetli ki yapılan deneyler, ikiz kardeşlerin terli tişörtlerinin daha büyük bir grubun içinden kolayca seçilip eşleştirilebildiğini tespit ediyor.

Polonya’da Wroclaw Üniversitesi’nde psikolog ve insan kokusu uzmanı Agnieszka Sorokowska, “Bu çok önemli bir buluş çünkü genlerimizin vücut kokumuzu etkilediğini görüyoruz ve böylece insanları koklayarak onlarla ilgili genetik bilgi edinebildiğimizi öğreniyoruz” diyor.

Sorokowska ve ekibi, insanların genetik olarak belirlenmiş bir takım koku tercihleri olduğunu ve bu doğrultuda parfüm ve kozmetik ürün seçtiklerini öne sürüyor. Sorokowska aynı zamanda insanların koku tercihleri üzerinden kişilikleri ile ilgili bazı sonuçlara varabildiğimizi söylüyor.

Kokuyla ilgili bu bilgiler neden önemli?

Kokularla ilgili yapılan bir çalışmada kadınlara rastgele seçilmiş erkeklerin giydiği tişörter verildi ve bu tişörtleri ne kadar hoş koktuklarına göre sıralamaları istendi. Araştırmaya katılan kadınların tercih sıralamalarında, İnsan Lökosit Antijeni (HLA) farklılığı diye tanımlanan olguyla benzerlik tespit edildi.

HLA, bağışıklık sistemimizin bize ait olmayan ve patojen olma riski taşıyan hücreleri tespit etmemize yardımcı olan bir protein grubu sistemi. Her kişinin genetik HLA profilinin birbirinden farklı olduğu düşünülüyor, sadece akrabalar arasında benzerlikler görülüyor.

Uzmanlar, HLA profili farklı olan insanların birlikte çocuk yapmasının daha avantajlı olduğunu söylüyor.

Sorokowska, “Eğer partnerinizin genetik bağışıklık profili ve vücut kokusu sizden farklıysa çocuklarınız patojenlere karşı daha dirençli olur” diye anlatıyor. Araştırmaya katılan kadınların, kendilerinden en farklı HLA profiline sahip, yani bağışıklık sistemi genetiği açısından en uyumlu oldukları erkeklerin tişörtlerinin en hoş kokanlar olarak sıraladığı gözlemlendi. Sorokowska, “HLA farklılık sisteminin vücut kokusuyla nasıl bir bağlantısı olduğu henüz bilinmiyor, ancak HLA’nın sonucu olarak cilt bakterilerimiz tarafından sindirilen ve belirli kokular üreten maddelerin oluştuğu düşünülüyor” diyor.

‘HLA cinsel sağlığımızı etkiliyor’

Günümüzde insanların genetik olarak tercih ettiği kokular olsa da eşlerimizi vücut kokusuna bağlantılı olarak seçmiyoruz.

3 bin 700 evli çift ile yapılan bir çalışmada insanların HLA farklılığı gösteren birisiyle evlenme olasılığının tamamen şansa bağlı olduğu ortaya çıktı.

Sorokowska ise, “HLA, eş seçimimizi etkilemese de cinsel sağlığımızı etkiliyor” diyor.

Çalışmaya katılan evli çiftler arasında tesadüfen HLA farklılığı gösteren çiftlerin cinsel tatminliği ve çocuk yapma arzusunun en yüksek seviyede olduğu gözlemlendi. HLA ve üreme arasındaki bu bağ daha çok kadınların eş seçimini etkilediği düşünülüyor. Çalışmada HLA benzerliği gösteren erkekerle evlenen kadınların cinsel isteksizlik yaşadığı ve çocuk yapma arzularının düşük olduğu gözlemlendi. Ancak farklı araştırmaların sonuçlarına bakılınca bu konuda kesin bir sonuca varmak henüz mümkün değil.

Evrimsel biyologlar, kadınların HLA ile bağlantılı olarak eş seçtiği teorisinin mantıklı olduğunu düşünüyor. Uzmanlar doğada dişi hayvanların yavrularının sağlıklı olmasını istediği için genellikle genetik olarak üstün erkekleri seçmeye çalıştığını ve birtakım ipuçları aradığını, erkeklerin de genetik üstünlüklerini kanıtlamak için daha renkli olduğunu, dans ettiğini, şarkı söylediğini ve dişilere hediyeler verdiğini söylüyor.

Bazı kokuları tercih ettiğimizi söylesek de pratikte seçimlerimizi kokuya bağlı olarak yaptığımızı söylemek pek mümkün değil.

Bunun sebeplerinden biri, gerçek hayat senaryolarının koku ile edindiğimiz bilgiyi doğru şekilde yorumlayıp kullanmamızı zoraştırdığı ve diğer duyularımız ile edindiğimiz yeni bilgilerin durumu çok karmaşık hale getirmesi.

Sorokowska, bir insanın nevrotik bir yapıda olup olmadığını sadece vücut kokusuyla değerlendirebildiğimizi, ancak aynı anda o kişinin fotoğrafına baktığımızda kafamızın karıştığını anlatıyor.

Sorokowska, “Vücut kokusu bir insanın nevrotik olup olmadığını değerlendirmek için daha doğru bir kıstas, ama görme duyusu daha kolay, o yüzden o kişiyi koklamak yerine yüzüne bakmayı seçiyoruz” diyor.

Dünyayı yok iken var eden bu kudret, ne muhteşem bir kudrettir, Allah Allah! O Allah ki Hamid’dir, Hâmid’dir, Hayy ve Ebededir. Vahîd’dir, Vâhid dir, Ferd ve Samed dir. [övgüye layıktır, ebediyen yaşam sahibidir, sonsuzluğun ta kendisidir. Birdir, tektir, biriciktir, kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur]. İki cihan ve güneş Allah’ın cemaline peçedir, onun güzelliğini örter. Nitekim güneşe bakalım, onun da ışığı zatına perde değil midir? Ama Allah’ın cemali sıfatlarına, özelliklerine yansımıştır; sıfatlan zatının ışığını yansıtır. Allah’ın sıfatı sonsuz zevklerin yansıdığı bir aynadır ki akıl ve anlayış sa­hipleri o aynada bizzat Allah’ı görür. Ama her göz bakamaz o aynaya! O aynaya bakabilmek için saf ve temiz gözler gerek­lidir. Kirli gözler perde altında kalıp kör olmuştur, demek ki bu aynayı seyretmek de gözü açıklara kalmıştır! Allah’ın nuru yağ olup güzellerin güzellik kandilini yak­mıştır. Cisme can, donuk ve cansız bedenlere hayat vermiş­tir. Yaya benzer bu gökler ve ok misali bu kayar yıldızlar, me­teorlar Allah’ın varlığına ve birliğine işarettir.

İster hayvan olsun, ister insan, isterse de cin; hakikati bil­me konusunda hepsi sersem ve sarhoş gibidir. Çünkü varlık sahnesine yeni çıkan bu mahluklar, kendilerinden öncesini ne bilsin? O yüzden akıl rüzgârı hakikat bahçesine varamaz, öyleyse sen yürü var, Allah’ı bilmekte üstat ol; daha Bir’i bilmiyorsan, diğer sayıları nereden bileceksin? Dünyanın sahibini bilen dünyayı biliyor demektir, diyerek ancak ifade edebiliriz; bu ilmi daha fazla açıklamak çok zordur.

O Allah ki halka rahmet olarak Kadir gecesini vermiştir. Diller Allah’ın emriyle konuşur, gökler onun zikriyle dö­ner. iki cihanı iki delil bilenin, Allah’ın birliğinden şüphesi olmaz. Ahireti düşünmeyi alışkanlık hâline getirenler, gökyüzü dolabının dönerken çıkardığı sesleri duymaya başlar.

Diğer yandan günahtan gözleri kör olanlar ne görürler ne işitirler, her şeyden habersizdirler. Göz yüceliklere açılmadıkça fanı dünya ehli yüksekleri göremez. Duanı Allah’a et, böylece yüce âlemlere yüksel. Bu var­lık denizinin müşkülü hallolmaz, geri kalmış bir akıl ucuna bucağına erişemez bu denizin. Ama Allah’ın kulları Hak yo­lunda Hakk’ı gaye edinirlerse onlara bizzat mabutları Allah, yol gösterir.

Tek mutlak varlık olan Allah tasavvur edilemez; hakikat­le hakkı da ancak o bilir. Onun hâkim olduğu varlıklar âle­minde dünya, miktarca bir noktadan bile azdır. Az olsun, çok olsun dünya malının Allah katında bir zerre kadar kıymeti yoktur. Allah’ın cemali emsalsiz ve yeganedir, celaliyse tükenmemiş ve tükenmeyecektir. Baki olan sadece Allah Teala’dır, beka onun zatındadır, dünya fanidir, işte o kadar!

Çayırlardaki sümbülleri, kara topraktaki kızıl gülleri ya­ratan odur. İnce bakışlı gözlerin rehberi, kendi içine yönelen gönüllerin kılavuzu odur. Gerçek maksut ve tapınılacak ma­kam odur. Var olan her şey onun lütfuyla var olmuştur. Bir avuç toprağa can verip yürütür, denizlerde türlü türlü inciler yaratır. Ne sırdır bu ki basit bir topraktan yaratılan insanı dilerse irfan denizine hâkim kılar. Nasıl ki bir katrede bütün umman, bir zerrede koca güneş tezahür ediyorsa Allah’ın hikmetini lütfettiği insanoğlunda da onun has kudreti gö­rünmektedir.

Varlık vücuda gelip tamama erdiğinde Allah insanoğlunu bismillah lafzına temsil etti. İnsanın endamını “elif’ harfin­de de görürüz, kaşıysa ters dönmüş bir “nun”a benzer. Yine ağzı “mim”e, tekbire kalkan elleri “cim”e benzer. Ağzını süs­leyen iki sıra dişinin bir sırası “sin”, diğer sırası “şın” harfini andırır. Hasılı insanoğlu Allah’ın kudret elinden çıkmış bir mektup gibidir, gönlü Allah’ın hikmet kaleminin yazı yazdığı bembeyaz bir kâğıda benzer. Öyle ki insan rükûa vardığında bedeni “kaf’ harfini, uzandığında ayakları “kef’ harfini oluş­turur. İnsan rükûa vardığında beliren ve kudret kelimesine ait olan “kaf’ harfi, ne hikmettir ki kul secdeye vardığında vahdet, yani birlik kelimesinin “dal” harfine dönüşür. Rükûa varıp da “kaf’ olan insanın iki gözü, “kaf’ harfinin iki nok­tasıdır. Böylece insan rükû sayesinde iki cihanın sırlarını görür. İnsanın kaşı Kaf Suresi’nin meddine de benzer.

Pes doğrusu, Allah’ın kudretindeki kemale bakın! Ihlas kelimesi­nin “sad” harfindeki beyazlık, insanın alnıdır sanki; Allah’ın bahşettiği ne büyük bir ikram, ne büyük bir lütuftur bu! İn­san bedeni denen şu tılsım ne acayip, içinde binlerce gizli hazine var. Özellikle de esma ilminin sırları insan bedenin­de tezahür eder. Zaten insan “insan” olduğunda melekler bile ona muhtaç olurmuş. İnsanın dışında bile Allah’ın bunca tezahürü tecellisi varsa sen bir de içinde neler vardır, onu düşün! Müminler ibadete sarıldıklarında kalpleri birer Kâbe olur. Dünyanın nakşı işte böyle mümin insanların umman gibi gönlünün aynasında resmedilmiş hâlde durur. Böyle insanlar cihanı kendinde temaşa eder, eşyanın sırrı gözüne zahir olur. 

Dukaginzade Taşlıcalı Yahya Bey – Yusuf İle Züleyha,syf:18,22

Yaz mevsiminde yeterli su bulamayan bir çok bitki kurur. Bu, bitkilerin ölümüdür. Kuruyan bitkilerin tohumları uzun bir süre sanki ölü imiş gibi beklerler. Ne zaman Allah su gönderirse, su ile buluşan tohum, toprağa karışarak yeniden canlanır. Yüce Allah;

“Biz bütün canlıları sudan yarattık..” (Enbiyâ,21/30) buyurur. Yüce Allah suyu, hayat kaynağı kılmıştır.

Sular; tatlı ve tuzlu olmak üzere başlıca ikiye ayrılır. İnsanların ve bitkilerin hayat kaynağı olan sular, tatlı sulardır. Tatlı suyun nasıl oluştuğu Kur’ân-ı Kerîm’de açıklanır. Yüce Allah, sık sık, rüzgârların bulutları taşıdığını, yağmurun yağmasında rüzgârların en büyük faktör olduğunu bildirir:

“Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre âmâde duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller (ibretler) vardır.” (Bakara, 2/164)

Su, iki molekül hidrojen ve bir molekül oksijenden oluşan renksiz, kokusuz sıvıdır. Su, hayat kaynağıdır. Çünkü bütün canlıların varlığı suya bağlıdır. Hayat, maddelerin bir eriyiği olan protoplazma’da oluşur. Bununla korunur ve devamlılığı sağlanır. Susuz protoplazma olmaz, protoplazmasız da hayat olmaz.

Allah Teâlâ gökten indirdiği su ile yeryüzüne hayat verir. Bütün canlılar su ile hayatlarını devam ettirirler. Bu bakımdan insan için suyun önemi büyüktür. Yüce Allah Şûrâ sûresinde şöyle buyurur:

“O, (insanlar) ümitlerini kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, hakîkî dosttur, övülmeye lâyık olandır.” (Şûrâ, 42/28) Su, hayat demek olduğundan, yağmurun uzun süre yağmaması, insanlar için bir ümitsizlik sebebi olur. İnsanlar, “Yoksa yağmur yağmayacak mı?” diye endişe ederler. Böyle bir ümitsizlik anında Yüce Allah, gökten yağmur indirerek insanları sevindirir. İndirdiği yağmurla rahmetini her tarafa yaymış olur.

Yüce Allah Mü’min sûresinde de şöyle buyurur:

“O Allah ki size açık belgelerini, mûcize ve delillerini göstermekte ve üzerinize gökten rızık indirmektedir. Ancak O’na yönelip gönül verenler öğüt ve ibret alırlar.” (Mü’min, 40/13) İnsanın kendi yapısında ve dış âleminde ilâhî varlığa ve birliğe delâlet eden sayısız belgeler ve deliller her gün gözler önüne serilmektedir. Bu âyette işaret edilen bir husus da Yüce Allah’ın gökten su indirmesi, bu su ile kaynakların beslenmesi, toprağın bereketlenmesi ve suyun çeşit çeşit rızıklara sebep olmasıdır.

Gökten rızık indirilmesinin anlamı; -Allah bilir- suların buharlaşması, bulut ve yağmurun meydana gelmesi, yağmurun toprağa yararlı maddeler taşıması; güneş ışınlarının toprağa, bitkilere ve hayvanlara hayat vermesidir. Yağmur sularındaki çeşitli maddeler, yıldırımlarla havada oluşan bir takım kimyevî maddeler, bitkilerin zengin gıda çeşitleriyle beslenmesine sebep olmakta, bu gıdalar, bitkilerden yiyen insanlara doğrudan veya bitkileri yiyerek beslenen hayvanlardan, dolaylı olarak, geçmektedir. Allah’ın gökten rızık indirmesinin anlamı, bu olabilir.

Yüce Allah insanları gökten indirdiği su konusunda şöyle uyarıyor:

“Söyleyin; içtiğiniz suyu buluttan indirenler sizler misiniz, yoksa onu Biz mi indiririz. Dileseydik onu acılaştırırdık; hâlâ şükretmez misiniz?” (Vâkıa, 56/68-70) Gerçekten insan şöyle bir düşünmeli; eğer sular acı veya tuzlu olsaydı biz bunları nasıl içerdik. Tatlı suyun içimi kolaydır ve içilirken insana büyük bir zevk verir. Bütün bunlar, ibret alanlar içindir.

Ektiğimiz ekinleri bitiren de Allah’dır. Yüce Allah, bu hususta bizi düşünmeye davet ediyor:

Söyleyin; ektiklerinizi yerden bitirenler sizler misiniz, yoksa Biz mi bitiriyoruz? Dileseydik Biz onu kuru bir çöp yapardık da şaşar kalırdınız.” (Vâkıa, 56/63-65) Ektiğimiz ekinleri, her türlü sebze, meyva ve bitkileri bitiren şüphesiz Yüce Allah’dır. Allah’ın dilemediği hiç bir şey olmaz. Allah, dilerse ektiklerimiz kuruyup gider, hiç bir ürün elde edemeyiz. Bunları düşünmek insan olarak bizim vazifemizdir.

Rüzgârları gönderip de bulutları yürüten Allah’dır. Bu hususta şöyle buyrulur:

“Rüzgârları gönderip de bulutları harekete geçiren Allah’dır. İşte bu şekilde Biz onları ölü bir bölgeye göndeririz de ölümünden sonra toprağa hayat veririz. Ölülerin yeniden dirilmesi de böyle olacaktır.” (Fâtır, 35/9) Bu âyette Yüce Allah, hem toprağı, indirdiği su ile dirilttiğini bildiriyor ve hem de ölüleri dirilteceğini haber veriyor.

Gökten su indirip de ölümünden sonra yeryüzünü dirilten Allah’dır. Bu hususta şöyle buyrulur:

“Allah, gökten bir su indirdi ve onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti. Şüphesiz ki bunda dinleyen (Hakka kulak veren) toplum için bir ibret vardır.” (Nahl, 16/65) Hadîd sûresindeki bir âyette de şöyle buyrulur:

“Bilin ki Allah, ölümünden sonra yeryüzünü canlandırıyor. Aklınız ersin diye gerçekten, size âyetleri açıkladık.” (Hadîd, 57/17)

Secde sûresindeki bir âyette de şöyle buyrulur:

“Kupkuru ve çorak yerlere suyu ulaştırdığımızı, onunla gerek hayvanlarının, gerekse kendilerinin yiyegeldikleri ekini çıkarmakta olduğumuzu da görmediler mi? Hâlâ da görmüyorlar mı?” (Secde, 32/27) Bu ve benzeri âyetlerde Yüce Allah, hayat kaynağı olan suyu kendisinin indirdiğini, yağmuru kendisinin yağdırdığını, bu sularla kupkuru toprağın canlanarak çeşitli bitkiler bitirdiğini insanlara bildiriyor. Bunu ibretle görmeleri, düşünmeleri gerektiğini hatırlatıyor.

Su, hayat demektir, enerji demektir, bereket demektir, zenginlik demektir. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, özetle bütün canlılar suya şiddetle ihtiyaç duyarlar. Çünkü canlı hayatı suya bağlıdır. Su, sadece canlı varlıkların beslenmeleri için gerekli bir madde değildir. Su, atmosferde su buharı olarak bulunurken, yeryüzünün radyasyon kaybından ötürü geceleri aşırı soğumasını önler. Yine toprağı aşırı soğumaktan koruduğu için taze meyva ve sebzelerin donmasını önler. Su sayesinde iklim farkının en aşağı seviyede gerçekleşmesi sağlanır, gece ile gündüz arasında çok aşırı sıcaklık farkı görülmez.

Su, havada, denizde, toprak altında ve toprak üstünde bulunur. En kararsız bulunduğu yer, toprak üstüdür. Toprak üstündeki su, ya buharlaşarak havaya uçar, ya da toprak altına sızarak yer altı sularını oluşturur. Suyun en mühim kaynağı okyanuslardır. Dünyanın dörtte üçü su ile kaplıdır. Suyun bu kadar çok olmasının bir hikmeti de, yeterli buharlaşmayı sağlamak ve yağış rejimini düzenlemektir. Dünya üzerinde okyanusların dağılımı bu kadar çok olmasaydı, yere düşecek yağışta mühim ölçüde azalma görülecek, bunun sonucunda şiddetli bir kuraklık hüküm sürecekti.

Okyanuslardan buharlaşan su, tekrar okyanuslar üzerine düşmez. Buharlaşan su, su buharı olarak havaya karışır. Üst atmosferdeki kuvvetli rüzgârlarla, son derece karışık bir dolaşım sonucunda, tüm Dünya üzerine dağılır. Böylece ihtiyaç duyulan nem, değişik bölgelere kadar ulaşır. Rüzgârların sağladığı bu hava dolaşımı sayesinde, devamlı yağışlı ve devamlı kuru bölgeler ortadan kalkmış, hemen hemen her bölge suya kavuşmuştur. 

Su, hidrojen ve oksijen gazlarından meydana gelir. Suda %11,11 oranında hidrojen, %88,89 oranında oksijen vardır. Hidrojen yanıcı bir gazdır, oksijen de yakıcı bir gazdır. İlâhî Kudret, yanıcı ve yakıcı gazdan, yanmayan suyu yaratmış ve bunu ateş söndürme vasıtası yapmıştır.

Bir su molekülü kimya dilinde H2O sembolüyle anlatılır. Bu sembol, su buharının işaretidir (hydrol). Suyun sıvı hâldeki şekli iki molekül sudan oluştuğu için (H2O)2 sembolüyle anlatılır. Suyun katı yani buzlu hali üç su molekülünün birleşmesinden meydana gelir ve (H2O)3 sembolü ile gösterilir (trihydrol).

Suyun fizikî ve kimyevî husûsiyetlerinde bazı gariplikler göze çarpar. Suyun sıcaklığı 0°C’den 4°C’ye yükselirse, suyun hacminin artması gerekirken, azalır. Sıcaklığı 4°C’den daha yukarı çıkarsa, suyun hacmi büyür. Su donup da buz haline geçerse, hacmi azalacağı yerde artar, yoğunluğu da azalır. Bunun için buzun yoğunluğu suyun yoğunluğundan küçüktür ve buz, su üzerinde yüzebilir. Böyle olmasaydı, akarsu ve göllerde buz haline geçip donan su, hemen dibe çökecek ve bu buzlanma ile su altı hayatı sona erecekti. Bu sebeple kışın üst yüzeyi donan suların altında, ılık bir ortamda, hayat devam eder.

Yeryüzündeki su, Dünya kurulduğundan beri “hidrolojik dolaşım” adı verilen son derece düzenli ve hesaplı bir devir yapar. Okyanuslardan, denizlerden, göllerden, akarsulardan ve topraktan buharlaşarak havaya geçen su buharı, yoğunlaşarak bulutları meydana getirir. Rüzgârlarla oradan oraya sürüklenen bulutlardan da yeryüzüne tertemiz “yağmur suyu” düşer. Atmosfere taşınan su buharının büyük bir bölümü tuzlu okyanus sularından sağlanır. Bu açıdan bakıldığında, hidrolojik dolaşım, aslında tuzlu suyun tatlı suya dönüşme (arıtma) mekânizması olarak düşünülebilir.

Bir yılda hidrolojik dolaşım sonucunda yaklaşık 505 trilyon ton su yoğunlaşır. Atmosfere geçecek suyun önce yeryüzünden buharlaşması gerekir. Buharlaşma enerjisinin tek kaynağı ise Güneştir. Yeryüzü, her yıl 13,4X1020 kilokalorilik bir ısı enerjisini Güneşten sağlar. Bu enerjinin yaklaşık %22’si buharlaşma için harcanır. Herhangi bir anda, atmosferdeki su buharı miktarı ise, 13X1012 ton kadardır. Bu değer, değişmeyen sabit bir miktardır. Yere düşecek yağış yüzünden azalacak nem, hemen buharlaşma yolu ile telafi edilir. Böylece bulutlardan yere düşecek suyun yerine yeryüzünden taptaze su buharı geçer. Bir taraftan eksilen su, öbür taraftan tamamlanır, düzen yeniden kurulur.

Bir saniyede 16 milyon ton su buharlaşır ve aynı miktar su yere yağmur olarak düşer. Bu değer, bir yılda yaklaşık 505 trilyon tona ulaşır. 20 derecede suyu buharlaştırmak için 585 kalori gereklidir. Bir yılda yeryüzünden buharlaşan su miktarı için ise, 505X1012 ton= 505X1012 X106 gr. Ve 585X505X1012 X106=3X1023 kalori gerekir. Bu hesaplar bize bir yılda buharlaşarak atmosfere geçen suyun ne kadar büyük bir enerjiye ihtiyaç duyduğunu gösteriyor.

Su, bilinen maddeler içinde, özgül ısısı en büyük olan ve hayat için çok lüzumlu sayısız üstünlüklere sahip bulunan bir maddedir. Yeryüzünde sıcaklığı sabit ve eşit tutmak için büyük ısı kapasitesine (büyük bir özgül ısıya) sahip bir madde bulunmalıdır. Bu madde de sudur. Zira gündüz ısı alıp geceleyin ısısını koruyacak ve gezegenin yüzeyinin büyük bir kısmını kaplayacak olan muazzam miktarda bir sıvı kütlesine ihtiyaç vardır.

Su, yeryüzünde nisbeten sabit bir sıcaklık teminine imkân hazırlar. Eğer güneşten gelen ısı, herhangi bir anda çok şiddetli olur ve dünya fazla ısınırsa, bu durum aşırı buharlaşmaya sebep olur. Buharlaşan su yükselip soğuduktan sonra bulutları oluşturur. Bulutlar güneş ışınlarını uzaya geri yansıtarak dünyanın aşırı ısınmasına engel olur ve böylece altlarındaki kara ve deniz kısımlarını korumuş olurlar. Diğer taraftan sıcaklık çok düştüğü zaman, yağış teşekkülü sebebiyle bulutlar ortadan kalkar ve güneş ışınları gezegenin yüzeyinde tekrar parlamaya başlayarak yerin sıcaklığını arttırırlar. Bu şekilde su, gezegen yüzeyinde oldukça sabit bir sıcaklığın tutulmasına hizmet eder.

Diğer taraftan bulutlar aynı zamanda ısının eşit olarak dağıtılmasına da yardımcı olurlar. Çünkü buharlaşma sırasında suyun yüzeyi tarafından emilen ısı, bulutlar teşekkül ederken veya yağmur yağarken buharın yoğunlaşmasıyla açığa çıkar. Buharlaşan su, büyük hızlarla uzak mesafelere kadar kolayca gittiğinden, bu durum güneşten alınan ısının, gezegenin yüzeyine oldukça eşit olarak taksim edilmesini sağlar.

Modern araştırmalar, su buharının kolayca kendiliğinden bulutları oluşturamadığını göstermektedir. Yüce Allah, ezelî ilim ve irâdesiyle her şeyi akıllara durgunluk verecek derecede plânlamıştır. Yağmur damlalarının oluşması için gerekli çekirdekleri, deniz suyunun içine karıştırdığı tuzlardan yaratmaktadır. Rüzgârlar, binlerce sahili dalgalarıyla döverlerken, sıçrayan küçük su damlacıkları, hava içinde buharlaşır ve küçük tuz zerrelerini atmosfere bırakır. Bu parçacıklar ise rüzgârlarla çok uzaklara kadar her tarafa sürüklenip götürülürler.

Böylece yağışların oluşması için gerekli çekirdekler yer üzerinde hazır hale gelmiş olur. Şüphesiz bu maksatla çok miktarda tuzun deniz suyu içinde eritilmesine ihtiyaç vardır. Bunun için, hiç değilse ilk yaratılış safhalarında deniz suyunun asit karakterde olması ve böylece suyun temasta olduğu kayalardan metalleri eritip suya intikal ettirmesi gerekir.

Burada bir problemin çözümü gerekiyor. Zira suyu ne şekilde tuzlu hale getirirsek getirelim, sadece sodyum ve magnezyum klorür gibi zehirsiz tuzlar, içinde erimekle kalmayacak, aynı zamanda diğer metallerin tuzları da büyük miktarlarda suya intikal edecektir. Bunların bir kısmı, bilhassa arsenik, civa, kurşun gibi elementlerin tuzları son derece zehirlidir. Zira bu metallerin atomları kükürt atomuna kuvvetle kendilerini bağlarlar. Halbuki canlı organizmalar için bazı kükürt bileşiklerinin mevcut olması bir hayat şartıdır. Yukarıdaki metallerin mevcut olması halinde hayatın bağlı bulunduğu temel mekânizmaların işlemesine engel olunmuş olur.

Deniz suyunun bu zararlı metalleri eritmesine nasıl engel olunduğu, İlâhî Hikmetin ne şekilde işlediğine gelince; Dünyanın ilk oluşma devirlerinde büyük miktarda demir suda erimiş ve daha sonra hidroksit veya silikat yumakları halinde çökelerek bugünkü demir cevheri yataklarını meydana getiren tortal tabakaları teşkil etmiştir. Bu çökelme sırasında, çok büyük yüzey alanına sahip olan yumaklar, civa, kurşun gibi zehirli maddeleri üzerlerine toplayarak sudan uzaklaştırmışlardır. Gerçekten yapılan analizler bu ince taneli çökeltilerin pratik olarak denizdeki bütün zehirli maddeleri ortadan kaldırmış olduğunu göstermektedir.

Katı hâlde meydana gelen kimyasal reaksiyonlar ölçülemeyecek derecede yavaş cereyan eder. Diğer taraftan karbondioksidin, karbonlu bileşikleri oluşturan bir karbon kaynağı olarak kullanılabilmesi için de bir sıvının var olması şarttır. Herhangi bir sıvı bu maksada hizmet etmez. Bu sıvı evrende veya hiç değilse gezegenin yüzeyinde çok bulunan elementlerle kolaylıkla yapılabilen bir sıvı olmalıdır. Ayrıca iyi bir eritici (solvent) özelliğe sahip bulunmalı ve içinde reaksiyonlar kolaylıkla meydana gelebilmelidir. Bu iş için en uygun sıvı, sudur. Su, Dünyanın sıcaklığını sabit tutmak yani bir termostat vazifesi yapmak maksadıyla kullanılan en ideal bir maddedir.

Gezegenimizin üzerinde su, karbondioksit ve oksijenin var olması şartı bir tarafa, sarf edilen oksijenin hemen yenilenmesi gerekir. Bu da en iyi bir şekilde bitkiler tarafından gerçekleştirilebilir. Oksijen doğrudan doğruya veya dolaylı olarak karbondioksitten elde edilir. Güneş ışığının var olması halinde karbondioksitten oksijen hasıl eden bir mekânizma bulmak, kimya ilminin bugünkü seviyesinin üstünde, bugünkü insan zekâsının ötesindedir. Fotosentez olayının gerisindeki esrar, bir çok keşiflere ve ilimlerdeki büyük ilerlemelere rağmen halen çözülmüş değildir.

İnsan bazan kendi kendisine dünyanın dörtte üçünün neden sularla kaplı olduğunu düşünür. Bize göre sanki kara parçaları fazla olsa daha iyi olacakmış gibi gelir. Yer yüzünün yaşanılabilir bir ortama gelmesinde, normal ve devamlı bir sıcaklığın gerekliliğini ve bunu da ancak tuzlu sularla yüklü okyanus ve denizlerin sağlayabildiğini öğrendikten sonra herhâlde diyecek bir şeyimiz yoktur. Yüce Yaratıcı her şeyi öyle mükemmel yaratmış ki daha güzelini düşünmek imkânsızdır. İnsanlar bilimde ilerledikçe, yaratılışın mükemmelliğini daha iyi kavramaktadır.

Denizlerin nasıl oluştuğuna dair iki görüş vardır. Birinci görüşe göre, denizlerin suyu, Yerin ilk oluşum devirlerinde, buhar veya sıvı halinde yer yüzeyinin bir parçası olarak meydana gelmiş olabilir. İkinci görüşe göre ise, denizlerin jeolojik devirler boyunca yavaş yavaş oluştuğu ileri sürülmektedir.

Bu ikinci görüşün doğru olduğunu gösteren pek çok delil vardır. Eğer dünyanın, bir zamanlar, ergimiş bir kütle halinde olduğu kabul edilebilirse, (ilk devirlerin birinde soğusa bile) kayaların, basınç altında yapılan laboratuar incelemeleri, bunların aşağıdan yukarıya doğru katılaşacağını göstermektedir. Ergimiş demir ağır olduğundan dibe batarak dünyanın merkezindeki çekirdeği teşkil etmiş ve bu çekirdek katılaşmamıştır. Halen de sıvı hâlde bulunmaktadır. Bunun üstünde kaya tabakaları yer almıştır.

Su buharı, azot gazı ve asit buharları (bilhassa klorür ve florür asitleri ile kükürt dioksit) basınç altında ergimiş sıvı içerisinde çözünmüşlerdir. Kayalar büyük derinliklerde katılaşırken, ihtiva ettikleri gazların bir kısmı kabarcıklar halinde yüzeye çıkmıştır. Hiç değilse yerin yüzeyinin sıcak olduğu ilk yaratılış devirlerinde, bu gazların büyük bir kısmının uzaya kaçıp gitmiş olması muhtemeldir. Fakat kısa bir zaman sonra, yer yüzeyi serin bir bulut tabakası ile örtülünce artık çıkan gazlar yoğunlaşarak denizleri ve atmosfer tabakasını oluşturmuştur. Denizlerdeki suyun tamamının bu yolla meydana geldiğine inanılmaktadır.

İlk oluşan sular çok miktarda karbondioksit ihtiva etmekte idi. Yapılan hesaplar, yerin ilk devirlerinde kayaların ihtiva ettikleri metallerin eritilip ayrıştırılması sonucunda deniz suyunda çözünmüş hale gelen zehirli metallerin miktarlarının denizlerde hayatı imkânsız yapacak derecede fazla olduğunu göstermektedir. İlim ve irâdesi her şeyi kuşatan Yüce Yaratıcı, bu zararlı maddeleri yok eden bir mekânizmayı tabiatta işleterek dünyayı yaşanır hale getirmiştir.

Dünyanın ilk oluşum devirlerinde büyük miktarda demir suda erimiş ve daha sonra hidroksit veya silikat yumakları halinde çökelerek bugünkü demir cevheri yataklarını meydana getiren tortal tabakaları teşkil etmiştir. Bu çökelme sırasında, çok büyük yüzey alanına sahip olan yumaklar, civa, kurşun gibi zehirli maddeleri üzerlerinde toplayarak sudan uzaklaştırmışlardır.

Deniz suyundaki tuzun hikmet ve faydası biliniyor. Bu tuz, sodyum ile klorun birleşmesinden meydana gelmiştir. Klor, volkanik faaliyetler sonucu ortaya çıkmış, sodyum ise akarsular tarafından kararlı bir şekilde kayalardan eritilerek taşınmıştır. Jeolojik devirler boyunca klor ve sodyum, dengeli bir şekilde ihtiyaç nisbetinde meydana gelerek sodyum klorürü (NaCl) oluşturmuşlardır. Eğer bu mekânizmalar işlememiş olsaydı denizler ya fazla alkali yahut fazla asit karakterde olacak ve denizlerdeki canlı hayatını yok edecekti.

Görülüyor ki, yer istenen husûsiyette bir atmosfer, gerekli miktarda bir su hacmini meydana getirecek bir büyüklükte yaratılmıştır. Yapılan araştırmalar akıllara durgunluk veren bir hesabın yapıldığını gösteriyor. Gezegenimizde hayat için gerekli bütün şartlar eksiksiz bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Denizlerin ve karaların hayat için en elverişli bir şekilde düzenlenmesi, elbette Yüce Bir Düzenleyici’yi akla getirmektedir ki O da Yüce Allah’tır. İlimler ilerledikçe İlâhî Sanatı örten perdeler birer birer aralanmaktadır. Karalar insanlar için olduğu gibi denizler de insanlar için yaratılmıştır. Denizlerde karadakilerden çok fazla canlı bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı yemeye yarar, bazıları süs eşyası olarak kullanılır, bir kısmı da insanların çeşitli ihtiyaçları içindir.

İnsan, akıllı bir yaratıktır. Aklı ile eşyayı en iyi bir şekilde kullanmasını bilir. Denizlerden yararlanma da çeşitli şekillerde olur. İnsan önce basit deniz vasıtaları yapmış, bunlarla su üzerinde durabilmiştir. Bunlar, tahta parçalarının bir araya getirilmesiyle yapılan sal, sandal ve kayık dediğimiz basit su üstü nakil vasıtalarıdır. Zamanla bunları geliştirmiş, gemiler, vapurlar yapmıştır. Bugün insanlık çok gelişmiş deniz vasıtalarına sahiptir. Bunlarla çok rahat bir şekilde büyük denizlerde seyahat yapma imkânı vardır. Ağır yükleri bile bu gelişmiş deniz nakil araçlarıyla kolayca taşımak mümkün oluyor. Binlerce grostonluk yük gemileriyle binlerce ton yükü uzak ülkelere kolayca taşıyabiliyoruz. Evimizdeki rahatlığı aratmayan vapurlarla uzak ülkelere rahatca yolculuk yapabiliyoruz. Yüzme havuzlu yolcu gemileriyle koskoca denizlerde çok rahat seyahat etme imkânımız mevcuttur. Deniz altılarla denizlerin altlarında dolaşma imkânına sahibiz.

Bütün bunlar, her ne kadar insanoğlunun icâdı ise de, Allah’ın verdiği akıl, ilim ve imkânla olduğu için Allah’ın nimetleri cümlesindendir. Nitekim Yüce Allah Şûrâ sûresinde şöyle buyurur: “O’nun (varlığına delâlet eden) belgelerden biri de, denizde dağlar gibi yüzen gemilerdir. O dilerse rüzgârı durdurur, gemiler denizin yüzünde durakalırlar. Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır. Yahut yaptıkları yüzünden gemileri helâk eder. Bir çoğunu da affeder (kurtarır).” (Şûrâ, 42/32-34) Sabırlı çalışma ile insan, nice ilmî başarılar elde edebilir. İcâd edilen her şeyde ilâhî yardım ve desteği görmeli, bunların Allah’ın lütfu ile olduğunu unutmayarak şükrünü îfâ etmelidir. Bilim adamı, yaptığı bilimsel araştırmayı sabırla sürdürmeyi bilmeli ve elde ettiği sonuçların Allah’tan olduğunu unutmayarak dâimâ şükür etmeli, nankörlük etmemelidir.

Yüce Allah Yâsîn sûresinde şöyle buyurur:

“Onların soylarını dopdolu bir gemide taşımamız onlar için büyük bir delil (belge)dir. Gemilerin benzerlerinden binmekte oldukları ve ileride binecekleri şeyleri onlar için biz yarattık. Eğer biz dileseydik onları suda boğardık. O zaman ne onların imdadına koşan olurdu, ne de kurtarılırlardı. Ancak bizim tarafımızdan bir rahmet onları kurtardı. Ve belli bir zamana kadar dünyadan faydalanmaları uygun görüldü.” (Yâsîn, 36/41-44)

Bu âyetlerde gemici olmayan, tersanesi bulunmayan Nuh(a.s.)’ın çok büyük bir gemi inşâ etmesinin ancak ilâhî bir vahiyle, bilgiyle olduğu bildiriliyor. Nuh(a.s.)’a Yüce Allah, büyük bir tufan meydana geleceğini, bu tufanda dağlar misâli büyük dalgaların oluşacağını, bu dalgalardan ancak büyük bir gemi yaptığı takdirde kurtulabileceklerini vahyetti. Bunun üzerine Nuh(a.s.), çok büyük bir gemi yapmış ve bu gemiye kendisine inananları almıştır. Gerçekten çok büyük bir tufan meydana gelmiş ve her yeri sular kaplamıştır. Bu tufandan kurtulabilen sadece Nuh(a.s.)’ın gemisine binenlerdir. Artık bundan sonraki insanlar Nuh tufanından canını kurtarabilenlerin çocuklarıdır. Yüce Allah, bu insanlara olan ilâhî lütuf ve ihsânlarını böyle hatırlatıyor. Atalarının Tevhid İnancına sahip kimseler olduğu hatırlatılarak Allah’ın bu lütuflarının unutulmaması gerektiğine işaret ediliyor. Bu hatırlatmalar, Yüce Allah’ın varlığı ve birliğinin belgeleri olması açısındandır. Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz. Yüce Allah, dilediği zaman inkârcıları, azgınları, din düşmanlarını şu veya bu şekilde helâk eder. Dilerse onlara belli bir süre yaşama izni verir. Hayatımız ve ölümümüz Allah’ın kudret elindedir.

Câsiye sûresinde şöyle buyrulur:

“O Allah ki, buyruğu gereği, gemiler yüzüp yol alsın; geniş lütfunu, bol ihsânını arayasınız ve şükredesiniz diye denizi baş eğdirip emrinize vermiştir. Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini kendi tarafından sizin emrinize vermiştir. Şüphesiz ki, bunda, iyice düşünen bir millet için açık belgeler vardır.” (Câsiye, 45/12-13)

Bu tür âyetlerde, suyun kaldırma özelliği hatırlatılmaktadır. Bu sebeple insanlar, icâd ettikleri gemilerle, su üstünde rahatlıkla yolculuk yapabilmekte ve eşya taşıyabilmektedir. Bu âyetler, yüzmekte olan cisimle su arasındaki fiziksel kanuna işâret etmekte ve insanların dikkatlerini denizlerin yararlarına çekmektedir. Denizler, bir taraftan deniz ticâreti ve taşımacılığı bakımından, diğer taraftan da Yüce Allah’ın denizlerde vücuda getirdiği nimetler bakımından insanlar için mühimdir. İsrâ sûresinde şöyle buyrulur:

“Rabbiniz, lütfuna nâil olmanız için denizde gemileri sizin için yüzdürendir.” (İsrâ, 17/66)

Bazı kara parçaları biribirlerine mesafe olarak çok yakın olmalarına rağmen arada deniz olduğu için ulaşım ancak deniz yoluyla olmaktadır. Bazı ülkeler tamamiyle denizle çevrili olduğu için bu ülkelere ulaşım deniz ve hava yoluyla olmaktadır. Yine bu âyetlerde, denizlerdeki besin kaynaklarının önemi belirtilmektedir.

 İKİ DENİZİN BİR OLMAMASI

Deniz suları, aynı tadda değildir. Bazıları tatlı, bazıları acı ve tuzludur. Bu konuda şöyle buyrulur:

“İki deniz (veya göl), bir değildir. Bu, tatlı, susuzluğu giderici, kolay içimlidir. Şu, çok tuzludur, acıdır. Ama her birinden taze et (balık) yersiniz; takmakta olduğunuz süs eşyası çıkarırsınız. Allah’ın lütfuyla rızık aramanız için gemilerin onu yararak gittiğini görürsün.” (Fâtır, 35/12)

Yapılan bilimsel araştırmalardan denizlerin tuzunun dünya kabuğundaki volkanik kayaların yaklaşık iki milyar yıl süren bir devre boyunca erimesi sonunda meydana geldiği anlaşılmaktadır. İlâhî plân gereği, eriyen maddeler suların içinde kalmış, erimeyenler de deniz diplerine inerek çökel kayaları meydana getirmiştir. Volkanik kayalarda bulunan ve eriyebilen bütün elemanlar, denizlerin suyunda vardır. Nehirler de erimiş maddeleri ve tuzu denizlere taşırlar. Tuz oranı en yüksek denizler, Kızıldeniz ve Akdenizdir. En düşük olanı ise Baltık körfezidir.

Tatlı su kaynakları şunlardır:

1) Meteor suları (yağmur, kar, dolu).

2) Yer altı suları (kaynak ve kuyu suları).

3) Yer üstü suları (ırmak, nehir vb. akar sular ve göller). Bu suların çoğu tuzlu, acı değilse de içinde karbon asidi ile kalsiyum ve karbonat vardır. İçinde karbon asidi bulunmayan su, tatsızdır.

Balıklar, protein ve besin değeri yüksek yiyeceklerdir. Pek çok türleri vardır. Tatlı su balıkları olduğu gibi, tuzlu su balıkları da vardır. Hayret edilecek bir husus şudur ki tatlı suda yetişen balığın eti tatlı olduğu gibi, içimi imkânsız olan acı ve tuzlu suda yetişen balığın eti de tatlı ve lezzetli oluyor. İşte bu Yüce Yaratıcı’nın varlığının ve kudretinin bir belgesidir. Yüce Allah bu âyetlerde bize balığı taze olarak yememizi tavsiye ediyor, bayatlamış balığın yemeye elverişli olmadığına da işaret ediyor.

Yüce Allah Furkân sûresinde şöyle buyurur:

“Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan Allah’tır.” (Furkân, 25/53)

Rahmân sûresinde de şöyle buyurur:

(Allah) iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar. O hâlde Rabbinizin nîmetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? İkisinden de inci ve mercan çıkar.” (Rahmân, 55/19-22) Bu âyetlerin tefsiri ile ilgili çeşitli yorumlar yapılmıştır. Nasıl tatlı ve acı su birbirinden ayrı ise hak ile bâtıl, îmân ile küfür de böyle birbirinden ayrıdır, farklıdır. Bir araya gelip bağdaşmaları mümkün değildir

Bazı suların tatlı, bazı suların acı ve tuzlu olmasının elbette pek çok hikmetleri vardır. Şayet bütün sular tuzlu ve acı olsaydı; insanlar, hayvanlar bu suları nasıl içecekti? Tuzlu suyla sulanan arazilerin çoraklaştığı, ürün vermediği bilinen bir husustur. Yüce Allah bize bunları hatırlatıyor. Deniz suyunda erimiş hâlde bulunan tuz, mağnezyum klorür, mağnezyum sülfat, kalsiyum sülfat, potasyum klorür vb. insanlar için yararlı maddelerdir. Denizlerdeki tuzluluk derecesinin farklı olması, denizler arasında akıntıyı sağlamaya yöneliktir. Denizler, hayat ve protein kaynağı olduğundan Kur’ân, sık sık dikkatlerimizi denizlere çeker.

Allah Teâlâ Nûr sûresinde şöyle buyurur:

Celal Yıldırım, g.e., X,5311-5312.

Taşkın Tuna, g.e., s. 26-27.

Taşkın Tuna, g.e., s. 28-29.

Taşkın Tuna, g.e., s. 30-31.

Yılmaz Muslu, g.e., s. 30-33.

Yılmaz Muslu, g.e., s. 37-38.

Yılmaz Muslu, g.e., s. 59-62.

Yılmaz Muslu, g.e., s. 35-36.

Yılmaz Muslu, g.e., s. 37-38.


İnsan hücrelerindeki genlerin dizilişi % 99.9 aynı, sadece % 0.1 diziliş farkı var.

Binde birlik fark ile her insanın yüzü özel, 7 milyar insan hiçbirine benzemez.

Göz retinası özel imzalı.

Parmak izi özel.

Avuç içi özel.

Sesi özel, karakteri özel, beyni özel.

Allah bu kadar önem verdiği, 100 milyar yedi kere imza koyduğu insan adlı eserini başıboş bırakır mı? İnsan vücudunda 100 trilyon hücre var, canlı ve sanat harikası. Muhteşem bir tasarım ürünü. Hücre gözle görülmeyecek kadar küçük. Bir milyon defa büyütülürse mikroskopla görülebiliyor. Gözle görülemeyen hücrenin içinde protein üretiliyor, kompleks ve karmaşık bir fabrika gibi. İçinde laboratuvarlar var, yüzlerce elektronik donanımla giriş-çıkış kapıları bulunuyor.

Hücrenin içinde mitokondri, kloraplast, koful, lizozom, endoplazmik retikulum, golgi cihazı, plastitler gibi bölümler var. Hepsinin ayrı ayrı görevleri var. YÜZ TRİLYON hücre vücudumuzda birbiri ile uyum içinde çalışıyor. Hücre içinde 46 kromozom var, onlar üzerinde canlıların genetik şifrelerini taşıyan DNA’lar (Deoksirübo Nükleit Asit) bulunuyor. Adı üstünde asit. Akıllı, bilgili, hünerli varlıklar değil. DNA’larda ansiklopedik ölçüde büyük ve şifrelenmiş bilgiler bulunuyor. Prof. Sefa Saygılı, 25 milyon kitaplık bilgi olduğunu ifade ediyor.

Microsoft’un kurucusu Bill Gates der ki: “DNA bilgisayar programı gibi fakat bizim yapabileceğimiz bir softwareden (programdan) çok çok ileridir.” Microsoft programını Bill Gates yaptı. 100 trilyon hücrenin DNA’larındaki program daha muhteşem. Onu yapan muhteşem kudreti düşünün.

DEİSTLER diyorlar ki:“Yaratıcı evreni yaratmış, bana karışmaz, keyfimce yaşarım.”Senin hücrelerindeki kromozomlar üzerinde bulunan DNA’larını şifresini yapan Allah, sana karışamaz mı?DNA canlı bir fosil gibi, yaklaşık 4 milyar yıldır var. DNA’daki bilgiler; adenin, tinin, citozin, guanin denilen 4 ayrı nükleotidin birbiri ardınca özel ve anlamlı bir sıra içinde dizilmesi ile meydana gelir. Bu sıralamada tek harfin bile hatalı dizilmesi şifreyi bozar. Mesela çocuklarda kan kanseri hastalığı DNA’daki harflerden birinin yanlış dizilmesinden ortaya çıkar. DNA dizilimine meydana gelen mutasyonlar zararlıdır, canlılar için ölümcüldür. Bilim adamları inceledikleri tüm mutasyonların arasında tek bir tanesinin dahi canlının hayat sürecini olumlu etkilemediği sonucuna varmışlardır. Mutasyonlar ile yeni bir türün oluşması mümkün değildir. (Tasarımın İhtişamı Evrimin Tutarsızlığı, Prof. Sefa Saygılı, s.140-141)

Yazar Raif Öztürk, EVRENDEN MESAJLAR isimli eserinde DNA ile ilgili şu bilgileri aktarır: “İnsan DNA’sı adenin, tinin, citozin, guanin denilen yaklaşık üç milyar baza sahip. Bu bazların % 99.9’u bütün insanlarda aynı. İnsanlardaki genetik farklar sadece %0.1 gibi çok az miktarda bazın farklı dizilmesiyle ortaya çıkar. Şayet bir veya birkaç bazın dizilişi hatalı olursa DOWN SENDROMLU çocuklar doğar. Tek nükleoidin değişmesi hastalıklı birey doğmasına yol açabilir. Oysa bu yapı günde 1 milyon kere hasar görür fakat Allah onu kendi hâline bırakmaz, her an hasarlar tamir edilir.

Her gün 8-10 kez kanser oluyoruz fakat biz farkına varmadan Şafi iyileştiriyor. İnsan vücudunda 210 farklı hücre çeşidi var. Her saniye yaklaşık 50 milyon hücre ölür, her saniye 50 milyon hücre yaratılır.” (s.101)Allah her saniye vücudumuzda 50 milyon hücre yapıyor ama ne yaptığımıza karışmıyor olabilir mi?

Laboratuvarda NÖRON yapmak isteyen Prof. Makram başarılı olamadı, nöron içinde bilinci meydana getirdiği sanılan MİKROTÜBÜLLERİ yapmak isteyen Prof. Stuart Hameroff ve ekibi de başarılı olamadılar. Her şeyden önce hücreler canlı, bilim adamları cansız maddeleri canlandıramıyor.

Hayat üzerinde Allah’ın taklit edilemez imzası var. Hayatı sadece o verir ve o alır. 25 milyon kitaplık bilgi DNA sarmalına kaydediliyor. Bir DNA sarmalı açılıp uç uca eklenseydi Dünya’ya uzaklığı 384.400.000 metre olan Ay’a 6.000 defa gidip gelir, ekvatoru 5 MİLYON KEZ dolanırdı. Muhteşem bilgi arşivi DNA. Dünyanın en hızlı bilgisayarı 10 üzeri 9 hızla işlem yapar, insan beyni 10 üzeri 15 hızla bilgi işlemi yapar. Beynimiz bilgisayardan çok daha muhteşem. Her şeyden önce canlı. DNA’lardaki dizilimi oluşturan adenin, tinin, citozin, guanin akıllı, bilgili, iradeli varlıklar değil. Şifrelemeyi yapan AKILLI, BİLGİLİ, İRADE SAHİBİ, BİLİNÇLİ BİR PROGRAMCI var. İnsanın DNA’sına karışan, hareketlerine karışmaz mı?

Vücudumuzda her saniye 50 milyon hücre yaratan Allah diyor ki: “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor? Dökülen meniden değil miydi? Sonra bir kan pıhtısı oldu ve Allah onu yarattı, şekil verdi, sonra ondan erkek-dişi eşler yarattı. Bunları yaratanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?” (Kıyamet,36-40)DNA’nın şifresini çözen ateist bilim adamı Dr. Francis Collins Allah’a iman ettiğini açıkladı. Materyal, canlı hücre yapamaz, şifreleme yapamaz. Hücre her şeye gücü yeten Allah’ın eseri. Beyin Vitamini: Daha fazla bilgi için Raif Öztürk’ün Evrenden Mesajlar (Selis yayınevi) Prof. Sefa Saygılı’nın Tasarımın İhtişamı Evrimin Tutarsızlığı (Çıra yayınevi) isimli eserlerini tavsiye ederim.

Ali Erkan Kavaklı

Allah Sâni’dir. Yarattığını sanatla yaratandır. Allah Hakîm’dir. Yarattığını hikmet ile yaratandır.

İnsanın parmak izi muhteşemdir. Bugün bir şifre olarak parmak iziyle açılan bilgisayarlar ve kapılar kullanılmaktadır. Zira her insanın parmak izi farklıdır. Hattâ insanın her bir parmağının izi diğerinden farklıdır. Parmak izinin, âdeta bir seri veya tescil numarası gibi her insan için ayrı ve husûsî bir şeklinin olduğu, 19. asrın sonlarında keşfedilmiş ve bilhassa emniyet ve hukukta hüviyet tespiti için kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzde “Daktiloskopi” denilen ve parmak izlerini inceleyen bir ilim dalı bulunmaktadır.

İnsana bu husûsiyeti bahşeden Cenâb-ı Hak, 1400 sene evvel nâzil ettiği Kur’ân âyetlerinde bu ilâhî hârikaya dikkat çekmiştir. Kıyâmet günü insan bedenini tekrar diriltirken parmak uçlarını bile eski hâlinde düzenleyeceğini haber vermiştir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, Biz’im, onun parmak uçlarını bile aynen eski hâlinde düzenlemeye gücümüz yeter.” (el-Kıyâme, 3-4)

Görüldüğü gibi dâimâ Kur’ân-ı Kerîm önden gitmekte, beşerî ilim onu tasdik ederek ardından gelmektedir. Tıpkı parmak izi gibi, insanların gözleri de birbirinden farklıdır. Şifre yerine, sahibini gözünden tanıyarak çalıştırılan makineler, açılan bilgisayarlar veya kapılar, günlük hayatta giderek yaygınlaşmaktadır. 1 cm2 bile olmayan küçücük bir alanda sonsuz farklılıkları yaratan Allah Teâlâ ne yücedir!

Osman Nûri Topbaş

Tırnaklarımız vücudumuzdaki en farklı dokulardan biri. Sürekli yenilenmesi ve sertliği ve kesilirken acı hissetmemiz onları farklı kılıyor. Tırnaklarımızdaki tüm bu farklılıkları ile beraber saçlarımızla ortak özellikler de gösterirler: Tırnaklarımızı ve saçlarımız arasındaki ortak bir nokta her ikisini de oluşturan ana maddenin keratin olmasıdır. 

Tırnaklar ve saçlar aslında ölü hücrelerden oluşurlar. İşte tırnaklarımızı ya da saçımızı kestiğimizde canımızın yanmamasının ana nedeni de budur. Eğer tırnaklarımızın ve saçlarımızın tamamı vücudumuzdaki diğer dokular gibi canlı hücrelerden oluşsaydı onları keserek yenilememiz imkânsız olurdu. Bu durumda dış etkenlerin yıpratıcı etkilerine sıkça maruz kalan ve önemli görevleri olan saçlarımız ve tırnaklarımızı bir ömür boyunca kullanmazdık.

Tırnaklarımızdaki çarpıcı özelliklerden biri de uzama hızları ile ilgilidir. Elimizdeki tırnaklar haftada ortalama 0,5-0,6 mm kadar uzarlar. Hayatımız boyunca uzama hızında bazı farklılıklar olsa da bu hız bizim için idealdir. Tırnaklarımız ne bizi her an kesilmeye mecbur bırakacak hızla uzarlar, ne de aşınmış olmalarına karşın yenilenmelerini geciktirecek kadar yavaştırlar. Tırnakların uzama hızı ile ilgili bir özellik; ayak tırnaklarımızın, parmaklarımız uzama hızının eldeki tırnakların uzama hızının dörtte biri kadar olmasıdır. Bu hız farkı vücudumuzun hassa dengelerden biridir.  Ayaklarımız ellerimiz kadar sık dış dünyanın yıpratıcı etkisine maruz kalmazlar bu yüzden de daha az aşınırlar ve daha az yenilenmeye ihtiyaç duyarlar. İşte bu nedenle yüce Allah ayak tırnaklarımızın uzama hızını bile bizlerin rahat bir şekilde yaşamımızı sağlayacak oranda yaratmıştır.

Tırnaklar vücudumuzdaki diğer pek çok dokudan daha sert olsa da asla kemikler gibi de değildirler. Eğer kararlı bir esneklik ve yumuşaklıkta yaratılmamış olsalardı, onları şimdiki gibi kolaylıkla kesemezdik. Şu an rahatlıkla yaptığımız tırnak kesme işlemi bizim için belki de cerrahi bir müdahale gerektiren ciddi bir sorun haline gelebilirdi. Tırnaklarımız derimize her iki yandan elastik fiberlerle bağlıdırlar. Bu sayede yanlardan bağlı oldukları halde uzadıkça rahatlıkla ilerlerler. Burada tırnaklarımızın eğimli parmaklarımızın yüzeyi boyunca kıvrımlı bir formda olması bizler için konfor sayılacak bir önememe sahiptir. Tırnaklar eğer düz bir levha şeklinde gelişseydiler hem kavrama fonksiyonumuz zayıflardı. El ve ayak parmaklarınızın ucundan kirpilerin dikeni gibi her tarafa uzayan tırnakların bizim için ne kadar büyük problem yaratacağını tahmin etmek pek zor olmasa gerek. Ancak böyle bir şey olmaz, çünkü Allah’ın dilemesiyle tırnaklarımız bize rahatsızlık vermeyecek bir formda gelişirler.

Derimizin hatta ipeğin bile ana hammaddesi de keratindir. Peki, nasıl oluyor da tırnaklarımız, saç ve derimizle aynı maddeden oluşuyor olmasına karşın çok daha set olabiliyor? Çünkü tırnaklarımızdaki keratin, vücudumuzda keratin barındıran diğer yapılardan daha fazla sülfür köprüsü ile çaprazlama bağlıdırlar. Bu çaprazlama bağ, keratinin daha fazla işlenmiş olduğunu gösterir. Bu durumda meydana gelen molekül daha kuvvetlenir ve sertleşir. Tırnak ve pençelerin sert olmasının nedeni budur. Kısacası keratin, doğada kendi işlevini tam olarak yerine getirmek için yüce Rabbimiz’in farklı formlarda yarattığı bir nimettir.

Tırnaklarımızın kesildikten sonra her defasında yeniden çıkması, yıkılmış ve üretim planları yok olmuş bir fabrikanın yeniden üretim yapabilmesi kadar mucizevidir. El ve ayak tırnaklarımız, derimizin altındaki, tırnak diplerine çok yakın köklerinden çıkarlar. Burada tırnak çok inceleşir ve yarım ay şeklinde beyaz bir renk alır. Bu bölüm başparmaklarda çok belirgindir ama serçe parmağımızda pek görülmez. Kökteki hücreler ölü bir hücre olan keratin üretirler ve yeni hücreler üredikçe ölü tırnağı dışarı doğru iterler. Bu nedenle de aynen saçlarımız gibi tırnaklarımızı keserken de acı duymayız.

Allah, Kuran’ın pek çok ayetinde insanın yaratılışına dikkat çekmiş ve insanları bu yaratılış üzerinde düşünmeye şöyle davet etmiştir: “Ey insan, ‘üstün kerem sahibi’ olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir? Ki O, seni yarattı, ‘sana bir düzen içinde biçim verdi’ ve seni bir itidal üzere kıldı. Dilediği bir surette seni tertib etti.” (İnfitar Suresi, 6-8)

Dışarıdan çok basit bir yapıymış gibi görünen tırnaklarımız aslında olağanüstü özelliklerde yaratılmışlardır. Tırnaklarımız çok karışık ve bugün bile tam olarak anlaşılamamış bir yapıya sahiptirler. Yakın vakite kadar tırnaklarımızdaki yenilenme özelliği bunlardan birisiydi. Hepimizin bildiği gibi, vücudumuzdaki uzuvları kaybedersek yerine yenisini gelmez. Ama tırnaklar hariç. Yeni bir araştırma, bunun nedenlerini ortaya çıkardı. Bilindiği üzere Her insan, anne karnında tek bir hücreden gelişir. Hayatın ilk günlerinde mitoz bölünme ile hücre sayısı 2, 4, 8, 16, 32, 64 şeklinde artar. Bu hücreler de ilk hücre gibi tek başlarına tüm vücut planıyla ilgili anahtar bilgi ve yeteneği barındırır. İşte ileride her çeşit hücreye dönüşebilme potansiyeli olan bu hücrelere “kök hücre” denir.

Canlılığın başında mevcut olan bu kök hücrelerini tırnaklarda bulmak bilim adamları için şaşırtıcıydı. Bu kök hücreler kendilerini yenileyebilecek, özelleştirebilecek hatta birden çok doku oluşturacak şekilde farklılaşabilecek özelliklerde yaratılmışlardı. Bu keşif tırnak hücreleri ile ilgili olarak yapılan bir araştırmada kullanılan özel bir sistem sayesinde mümkün olmuştu: Araştırmada kobay olarak kullanılan hayvanların tırnaklarına floresan gibi parıldayan proteinler konmuştu. Bu hücrelerin hangileri olduğunun anlaşılması için de üzerlerine belirgin mikro “etiketler” iliştirilmişti. Ancak araştırmayı yapan bilim adamlarının üstesinden gelmesi gereken bir sorun ortaya çıktı. Hücreler her saniye defalarca bölünüyorlar dolayısıyla hücrelerin içindeki floresan proteinleri ve etiketler de hücreler ile birlikte bölünerek miktarca epey azalıyorlardı. Floresan proteinleri ve etiketler azaldığında silikleşiyor, bu nedenle hücrelerin hareketlerini gözlemlemek de zorlaşıyordu. Gözlenen hücrelerden küçük bir grup hücre ise tırnağın temelindeki yumuşak dokuya yerleşmişti. Bu hücrelerdeki floresan proteinleri ve etiketler silikleşmeden kalmıştı çünkü bu hücreler ya hiç bölünmemiş ya da çok az bölünmüştü. Bu hücrelerin bölünmemesi, onların kök hücre olduklarını gösteriyordu. Çünkü hiç bölünmemek, tüm kök hücrelerin ortak özelliğidir. Bölünmediği için silikleşmeden kalan floresan proteinleri ve etiketler sayesinde tırnak kök hücrelerini gözlemlemek mümkün oldu.

Kök hücreler belirli bir zaman sonra, çeşitli doku ve organları oluşturmak üzere farklılaşmaya başlar. İşte bu aşamada mucizevi gelişmeler olur. Birbirinin tam aynısı olan hücre topluluğu iken, bir anda bilinmeyen bir emir ile her bir hücre ne yapması gerektiğinin tam şuurunda farklılaşmaya başlar. Bir kısmı anne ile bağlantıyı sağlayan plasentayı oluştururken, bir kısmı başı, bir kısmı gövdeyi, kol ve bacakları geliştirmeye başlar. Küçük bir hücre topluluğunun 3 boyutlu ortamda ileride neresinin baş, neresinin gövdeye dönüşeceği kararını alması hangi hücre veya akla aittir. Akıl ve şuur gösteremeyen, hatta bir beyne dahi sahip olmayan bir hücre topluluğu, tek bir emre itaat eder şekilde hareket eder. Ve bu itaat her insanın, hatta her canlının gelişimi sırasında eksiksizce sağlanır; sağlanmak da zorundadır. Aksi takdirde bir canlının oluşumundan bahsetmek mümkün olamaz

Bu hücrelerin birbirinden çok farklı iki hücre tipi olan tırnak ve deri hücrelerinin gelişiminde rol alması bilim adamları için çok şaşırtıcı oldu. Eğer bu hücreler olmasaydı kesilen tırnaklarımızın geri gelmesi ve tırnak etrafındaki deri hücrelerinin kesime rağmen düzgün gelişimi mümkün olmazdı. Araştırmacılar, daha sonra yavaş bölünen kök hücrelerin iki farklı özellik gösterdiğini fark etti. Normal yaşam döngüsü içinde, kök hücreler hem tırnağın hem de tırnağa yapışan derinin büyümesinde görev alıyorlardı. Ancak bir şekilde tırnak kesilir, kırılır, yaralanır ya da tamamen kaybedilirse, “Kemik Morfogenetik Protein” (BMP) denen bir protein, kök hücrelere sinyal göndererek tırnaktaki onarım özelliğini aktif hale getiriyordu.

Tırnak kök hücrelerinin aynı anda hem tırnağın hem de derinin büyümesinde görev alması bilim adamları için son derece şaşırtıcıydı. Çünkü tırnak ve deri hücrelerinin yapısı birbirinden çok farklıydı. Güney Kaliforniya Üniversitesi’nden araştırmacı Krzysztof Kobielak, bu konuda şöyle diyor: “Tırnak kök hücrelerinin çift karakter göstererek hem tırnağa hem deriye yeniden hayat verdiğini keşfetmek çok şaşırtıcı oldu. Çift karakter göstermelerini sıra dışı kılan şey, fizyolojik koşullarındaki önemli farklılıktır. Tırnak ve deri kök hücreleri aslında oldukça kendine has ve farklı yapıdadırlar. Adeta saç folikülü ile ter bezi hücreleri arasındaki fark kadar farklıdırlar.”

O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, ‘şekil ve suret’ verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)

1-http://www.sciencedaily.com/releases/2014/11/141121102922.htm

2-Leung, E. Kandyba, Y.-B. Chen, S. Ruffins, C.-M. Chuong, K. Kobielak. Bifunctional ectodermal stem cells around the nail display dual fate homeostasis and adaptive wounding response toward nail regeneration. Proceedings of the National Academy of Sciences, 2014; 111 (42): 15114 DOI: 10.1073/pnas.1318848111.

Kübra Güzelcan

İnkar edenler, göklerin ve yerin birbirine yapışık olduğunu, bizim onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan yarattığımızı görmüyorlar mı? Buna rağmen inanmayacaklar mı? Enbiya 30

Allah her canlıyı sudan yarattı; onlardan kimi karnı üzerinde (sürünerek) yürür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi de dört (ayak) üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah her şeye kadirdir. Nur 45

Sizi ondan yarattık. Ve sizi ona döndüreceğiz. Ve sizi oradan bir kere daha çıkaracağız. Taha 55

De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da ilk yaratışın nasıl olduğuna bakın. Sonra Allah, son inşa etmeyi de aynı şekilde yapacaktır. Allah, Her Şeye Güç Yetiren’dir.” Ankebut 20

canlı olan her şeyi sudan yaptık. Hala inanmıyorlar mı? Enbiya 30

Kupkuru topraklara suyu ulaştırdığımızı, onunla gerek hayvanlarının gerekse kendilerinin yemekte oldukları ekini çıkarmakta olduğumuzu da görmüyorlar mı? Hala görmeyecekler mi? Secde 27

Çardaklı ve çardaksız bahçeler, hurma(lar), ürünleri çeşitli ekinler, birbirine benzeyen ve benzemeyen biçimde zeytin ve narları yaratan O’dur. Her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin! Toplandığı gün de hakkını (zekâtını ve sadakasını) verin (fakat) israf etmeyin! Şüphesiz ki O, israf edenleri sevmez. Enam Suresi, 141

O, gökten su indirendir. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. O bitkiden de kendisinde üst üste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşillik, hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman, her birinin meyvesine bakın! Şüphesiz bütün bunlarda, inanan bir toplum için dersler vardır. Enam 99 / Bayraktar Bayraklı Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Meali

Size, yemyeşil ağaçtan ateş çıkaran O’dur. Siz ondan ateş yakarsınız. Yasin 80

Yasin suresinin 80. ayetinin ağacın başka bir faydasına işaret ettiğini de burada vurgulamak gerekmektedir. Ayette “Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsınız” denilerek ağacın faydası bizzat zikrediliyor ve yaş ağaçtan tamamen zıddı olan ateşi çıkardığını insana hatırlatarak akıllan, en büyük yaratıcıyı düşünmeye sevk ediliyor. Abese suresinin 31. ayetinde geçen “eben” ifadesi otu çok meradır. Bu da özellikle meraların hayvanlara ve dolayısıyla insanlara faydalarını belirtmektedir.

Ölü toprak, onlara bir ayettir. Onu canlandırdık ve ondan ürünler çıkardık. Böylece ondan yerler. Orada hurma ve üzüm bahçeleri yaptık. Ve orada pınarlar akıttık. Onun ürünlerinden ve elleriyle yaptıklarından yesinler diye. Hala şükretmeyecekler mi? Yasin Suresi, 33, 34, 35

Allah Teâlâ ayetle haşrin imkânını ve vukuunu mahsusattan bir misalle temsil ve kesin bir delille İspat buyurmuştur. Çünkü güz mevsiminde otu ve suyu çekilmiş, halâvet ve letafeti kalmamış, ölmüş cesede benzeyen yeryüzünü bahar günlerinde rahmetlerin feyezanıyla genç delikanlı gibi letafetli ve nedretli bir surette ihya buyurup insanların yemeleri içim salih sebze, arpa, buğday ve sair hububat ve otları ihraç etmesi, yeryüzünde hurmadan, üzümden bağlar, bahçeler yaratıp pınarlar oluşturması ve insanların meyvelerinden ve o meyvelerden elleriyle yaptıkları pekmez (v.s.) nimetlerden yemeleri için o hâsılatı halk buyurması Öldükten sonra insanların da ihya olunacağına büyük bir alamet ve kati bir delildir. İlahi kudrete delildir. Bu kadar büyük nimetleri görüp de şükretmemek insanlar için bir emr-i münkerdir.

Allah Teâlâ bu ayette vahdaniyetine ve haşra delalet eden nimetlerini tertib üzere zikretmiştir. Çünkü arz; insanın meskeni ve mahall-i kararı olduğundan her şeyden evvel insana lazım ve zaruri olduğu cihetle birinci mertebede insana mesken olan arzı zikretmiştir. İnsana yalnız arz üzerinde karar etmek kâfi olmayıp arzın ihyasıyla intifa olunacağına binaen, ikinci mertebede arzın ihyasını zikir buyurmuştur. Yalnız arzın yeşilliği kâfi olmayıp insanların mabihil hayatı olan tanenin vücudu lazım olduğundan, üçüncü mertebede taneyi zikir buyurmuştur.

Hububatla hayatını temin ettikten sonra hurma ve üzüm gibi nimetlerle telezzüz etmek lazım olduğundan dördüncü mertebede bağlar bahçeler zikrolunmuştur. Gerek hububat, gerek meyveler suyla hâsıl olduğundan, beşinci mertebede pınarların cereyanı zikrolunmuştur. Hurmayla üzümde hem meyve hem de gıda mevcut olduğu gibi tatlı, nimetlerin en ziyade şereflisi olduğu cihetle bağda, bahçede birçok meyveler olduğu halde şereflerine binaen yalnız bu ikisinin zikriyle iktifa olunmuştur. Gerek meyveler gerek hububat ekseriya insanın sa’yıyla olduğundan ellerinin amelini ekletmek sarahaten zikredilmiştir ki insan için sa’yü amel lazım olduğuna dahi işaret olunmuştur. Çünkü hububat ekmeyince bitmediği gibi meyve de ağacını dikmeyince bitmez. Binaenaleyh Cenab-ı Hak ellerinin emeğinden eklettiklerini beyan buyurmuştur.

Şu nimetlerin cümlesiyle beraber insanın rızkı gözü Önünde meskeni olan arz üzerinde husule gelmesi insan için büyük nimettir. Çünkü eğer insanın rızkı semada veyahut havada halk olunmuş olsaydı gözü görmediği için daima vehmi tereddüt ve ızdırap içinde yaşar, muztaribukalb olur, rahatsız kalırdı. Şu halde nimetin meskenimiz olan yerde halk olunması hakkımızda büyük nimet olduğunda şüphe yoktur. Şu sayılan nimetlerin her birinin binlerce şükrünü eda etmek üzerimize vacipken şükretmemek pek büyük kabahat olduğundan ayetin sonunda Cenab-ı Hak şükrü terk etmek emr-i münker olduğunu beyanla şükrün lüzumuna emr-i kat’ı vermiştir. Hülasa, ölmüş cesede benzeyen arzı ihya etmesi ve ondan birçok rızıkların halk olunması Allah Teâlâ’nm kudret-i kâmüesine delil ve bu nimetlerin şükrünü eda etmek insanlar üzerine vacip olduğu bu ayetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.

Bir de o insan yiyeceğine baksın, Biz o suyu bol bol döktük, Sonra toprağı nasıl da yardık, Bu suretle orada ekinler bitirdik, Üzümler, yoncalar, Zeytinlikler, hurmalıklar, İri ve sık ağaçlı bahçeler, Meyveler, çayırlar bitirdik, Siz ve hayvanlarınız faydalansın diye, Kulakları sağır eden o gürültü geldiğinde, O gün kişi kaçar, kardeşinden…, Anasından , babasından., Eşinden ve oğullarından, Onlardan her birinin o gün başından aşan işi vardır, Yüzler var ki, o gün parıl parıl, Güler, sevinir, Yüzler de var ki, o gün tozlanmış, Onları karanlık bürümüş, İşte onlardır kâfirler, haktan sapanlardır. Abese Suresi, 24-42

Bu ayetlerde Allah, insanlara öncelikle kendi yiyeceklerine bakmasını düşünmesini emretmektedir. Allah, insandan yiyeceğin yaradılışında ne kadar hayret verici sanatlar olduğunu düşünmesini istemektedir. Daha sonra vurgulu bir lafızla semadan yağmur sularını döktüğünü ve yine vurgulu bir şekilde toprağı yardığını vurgulamaktadır. Allah Teâlâ bu şekilde size ve hayvanlarınıza menfaat olması için o toprakta buğday ve arpa, mısır, mercimek, nohut, fasulye ve sair gibi taneleri yaş ve kuru üzümleri ve zeytin, hurma tanelerini, sık ağaçlı bahçeleri ve envai çeşit meyve ve hayvanatınızın yiyeceği merada biten birçok otları belirtmektedir.

İşte bu ayette de Cenab-i Hak ziraatla ve dikmekle yetişen hububata, zeytin, üzüm ve hurmanın lüzumuna ve bunları yetişmesi için çalışmanın ehemmiyetine işaretten sonra sebzelere dahi işaret etmiştir. Bu bağlamda zikredilen yonca; tere ve maydanoz otları gibi senede bir kaç defa biçilip insanların ve hayvanların intifa ettiği otlara ve nimetleri de içine almaktadır şamildir. Bundan sonra Cenab-ı Hak “iri ve sık ağaçlı bahçeler” ifadesiyle sık ağaçları olan bahçeleri zikredip her türlü ve her yerde hâsıl olan meyvelere işaret etmiştir. Çünkü “sık ağaçlı bahçeler” ifadesi mutlak olarak zikrolunmuştur, mutlak ifadelerin kemaline sarf olunması kaidedendir. Kemalde her meyvenin bulunmasında olduğu gibi, bu lafız da her nevi meyveye şamildir.

YAKINDA

Kuran-ı Kerim’de insanlar için hayati önem taşıyan bitkilerden de bahsedilmektedir. Kuran’da bitkiler hakkında ayrıntılı bilgilerin olmasının sebebi iman saadetinin sıkı bir şekilde bitkilere bağlı olmasıyla alakalıdır. Diğer taraftan bu bitki isimlerinin aynı zamanda dönemin sosyo-kültürel, iktisadi, ticari hayatı açısından da önemli olduğu hatırlatılmalıdır. Bütün bu yönleri dikkate alındığında bir çevre ahlakı oluşturmak adına Kur’an’da ve hadislerdeki geçen bitkiler ve bunların bağlamları üzerine yoğunlaşmanın uygun olacağı kanaatindeyiz. İslam dini, insan için önem taşıyan her şeye değer vermiş ve Allah, yüce kitabı Kuran-t Kerim’de bunlarla ilgili gerekli bilgileri vermiştir. Kuran-ı Kerim’de insanlar için hayati önem taşıyan bitkilerden de bahsedilmektedir. Mesela ağaç kelimesinin Arapçası olan şecer kelimesi 26 defa zikredilmiş, yine ağaçların bir araya gelmesinden meydana gelen bağ ve bahçenin karşılığı olan cennet kelimesi tekil olarak 70, çoğul olarak 76 defa geçmektedir. Yine aynı anlamdaki firdevs kelimesi de 2 kere zikredilir.

Kuran’da bitkiler hakkında ayrıntılı bilgilerin olmasının sebebi iman saadetinin sıkı bir şekilde bitkilere bağlı olmasıyla alakalıdır. İnsanın Allahü Teâlâ’nın bitki ihsanı karşısında ifa eyleyeceği şükür borcu sadece koca bir hiçten ibarettir. Bu kadar hayati önemi olan bitkilerin kıymetini bilmesi insanoğluna ödenilmez bir borçtur. Nasıl borç olmasın ki? Hatırlamak gerekir ki insan bu dünya saltanatını ağaç üzerine kurduğu gibi bitkilerdeki ilahi sanata bakıp Allah (C.C) ın birliğini, yüceliğini kavrayarak hakiki bir kul olma yolunu tutarak öbür dünya hayatını da kazanabiliyor. Unutulmamalıdır ki insanın doğduğunda beşiğinden tutun öldüğünde tabutuna kadar olan bütün ihtiyaçlarını konu alan bitkilerdir.

Aşağıda meali verilen Rahman suresinin 12. ayetinde meyvenin yeryüzünde çokluğuna işaret için lafzı çokluğa delalet eden tenvin ve nekre olarak geçmiştir. Meyveler genellikle ağaçlarda yetiştiği için fakihe lafzı bililtizam ağaca delalet ederse de ağaçlar içindeki üstünlüğüne işaret için hurma ağacı ayrıca bel i itilmiştir. Önce “meyve”yİ, ikinci olarak “hurma”yı üçüncü olarak da “dane”yi belirtmesi aşağı tabakadan yukarıya doğru bir ilerlemeyi göstermektedir. Çünkü meyve daha çok lezzet almak için yenmektedir. Fakat hurma ise hem lezzet almak hem de gıda olmak için yenmektedir. Hem lezzet hem de gıda için yani iki özelliğe birden sahip olması sebebiyle hurma diğer meyvelerden üstündür. Arpa ve hurma gibi hububata yani tanelilere gelince dünyanın her yerindeki insanların gıdası olması sebebiyle insanların yedikleri her şeyden üstündür. Binaenaleyh; arpa ve buğday gibi hububatı Cenab-ı Hak her yerde yaratmıştır. Fakihe/meyve bazı zamanda ve bazı kimsenin yanında bulunması sebebiyle nekre, hurmanın ise yaşı ve kurusu her zaman bulunup herkesin bildiğine işaret için nahil/hurma lafızları elif lam ile ma’rife olarak varid olmuşlardır. Yine herkes tarafından bilinmesi sebebiyle habb/hububat da ma’rife olarak geçmiştir. Zira herkesin her zaman muhtaç olduğu şey, elbette maruf olur.

Bu ayet aynı zamanda yeryüzünüzün insanlar için yaratıldığını, meyvelerin, hurmaların ve hububatın arzda bulunduğunu beyan; insanların bu gibi menfaatleri yeryüzünden elde etmek İçin çalışması lazım olduğuna delalet eder. Çünkü insanın çalışması olmaksızın yeryüzünden bir şey hâsıl olmaz. Zira ağaç dikmezse meyve olmadığı gibi yere tohum atmazsa ekin de bitmez. Binaenaleyh; arzdan meyve almak için insanın çalışması gerekmektedir.

Gökyüzünde) yıldızlar ve (yeryüzünde) ayak üzerinde dikilen otlar ve ağaçlar Allahü Teâlâ’ya secde ederler. Rahman suresi 6

Comments are closed.