
Vehn (Ölüm korkusu ve Dünya Sevgisi) Prof. Dr. Halis AYDEMİR 01.04.2021 ASIR
İnsanın Dünyadaki Varlık Nedeni Nedir? I 24.10.2024 I Avrasya Kuran Halkalar
Dünya | Ahiret
Musibetler, İmtihanlar Hikmetleri I 18.04.2024 I Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi

“İyi bilinmeli ki bütün işler dönüp dolaşır Allah’a varır.” (Şûrâ, 42/53)
“Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (Asr, 103/1-3)
“Nihayet o gün nimetlerden elbette sorguya çekileceksiniz.” (Tekâsür, 102/8)
“Ogün kimin tartılan ameli ağır gelirse işte o, hoşnut edici bir yaşayış içinde olur.” (Kâri’a, 101/6-7)
“Arkadan çekiştiren, ayıp kusur arayan herkesin vay hâline!” (Hümeze, 104/1)
“İnsan, rabbine karşı pek nankördür. Şüphesiz buna kendisi de şahittir.” (Âdiyât, 100/6-7)
“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzâl, 99/7-8)




ŞUBAT


Dinler Arası Bir Bakış Açısı: Ölüm ve Yas
Tıp ve bakım alanında gittikçe önem arz eden ve hastalara yönelik dinî hassasiyet gerektiren uygulamalar kapsamında çalışmalar yürüten Katolik kuruluş Wolfsburg, “Sağlık Hizmetleri Alanında Kültürlerarası ve Dinî Etik: Bilim ve Uygulama Arasındaki Diyalog” projesi kapsamında ölüm ve yas konusuna dair konferans gerçekleştirdi. Organizasyon, Osnabrück Üniversitesi İlahiyat Enstitüsü, Dindarlararası Diyalog Grubu Bistum Essen ve Bochum Üniversitesi Dini Çalışmalar Merkezi iş birliğinde gerçekleştirildi. Perspektif’in mayıs ayında çıkardığı “Avrupa’da İslami Defin” dosyasını göz önünde bulundurarak dinlerin ölüme dair olan farklı bakış açılarına yönelik bir yazı hazırladık. Zira İslam dininin ölüme dair ön gördüğü prosedür, Budist ve Yahudiler için çok daha farklı bir boyutta.
Ölüm Korkusu Ve Korkuyu Yenmek
Konuya dair genel bir bakış için Profesör Constantin Klein’ın seminerde sunduğu teorilerle başlayalım: “Terror Management” olarak bilinen yöntem, din üzerinden ölüm korkusunu yenmek için kullanılıyor. Zira insanoğlu fâni olduğunun farkında ve kendini ölüme karşı diniyle “savunuyor”. İstatistik ve araştırmalara dayanan Jong’un (2018) meta analizine göre inanç ve ölüm korkusu arasında ciddi bir ilişki var. Bu ilişkiye göre, ölüm korkusu inançsız kişilerde düşük seviyede gözlemlenirken, durumun çok inançlı olup dinini yaşayan kişilerde de benzer şekilde seyrettiği görülüyor. Dinine bağlı olup dinî kurallara tamamen uymadığını veya eksik yaşadığını düşünenlerde ise ölüm korkusu çok yüksek. Örnek vermek gerekirse, araştırmalara göre ateistler ve dinini tamamıyla yaşamaya çalışanlar ölümden en az korkan kişiler. Diğer taraftan Müslüman bir kimseden bahsedecek olursak, dindar olup, namazını arada sırada kılan, ibadetlerini tamamıyla yerine getirmeyen kişiler ölümden daha çok korkuyor; zira dinî inanca sahip ama uygulamıyor, yapması gerektiğini düşünüyor ama yapmıyor. Ateist bir kimse ise zaten herhangi bir dini iddia taşımıyor; dolayısıyla korkacak bir otoriteye sahip değil. Dinini tamamen yaşayan biri ise yaptığı ibadetler ve dualarla Rabbine sığınarak korkusunu yeniyor. Teoriye göre en güçlü ilişki “içselleşmiş (Alm. “intrinsisch”) dindarlık” ve ölüm korkusu arasında. Yani insan dinini ne kadar içselleştirdiyse ölümden de o kadar az korkuyor.
İslam’da Ölüm Asıl Başlangıç
İslam’ın ölüme dair bakış açısını ele alan İlahiyatçı Esnaf Begic, ölümün İslam dininde nasıl yer aldığını ve ne anlama geldiğini anlatıyor. Yaşam ve ölümün insan varlığının birer unsuru olduğunu anlatan Begic, hayatın Müslümanlar için bir imtihandan ibaret olduğunu vurguluyor. Begic, Müslümanların bu konudaki inancını bu dört maddede özetliyor: Birincisi, yaratıcımız olan Allah’ı varoluşun başlangıcı olarak görmek; ikincisi, maddiyatın geçiciliğini ve maddi olmayanın ebediyetini bilmek; üçüncüsü, dünyadaki yaşam süresini bir yolculuk olarak görmek; son olarak dördüncüsü, ölümün “yaşamı başka bir biçimde devam ettirme” olduğuna inanmak.
Bir Müslümana ölüm esnasında aile, yakınlar, dostlar ve imamlar tarafından eşlik edildiğini ifade eden Begic, ölüm döşeğinde olan kişinin başında Kuran okunup dua edildiğini, kişiye Kelime-i Şehadet getirtildiğine değiniyor. Öldükten sonraki en mühim görevlerden birisi ise ölüyü yıkama. Bu pratiğin, ebedi hayata “temiz” olarak geçmenin sembolü olduğunu vurgulayan Begic, ölünün sarıldığı beyaz kefenin de günahlardan muafiyeti ve haccı sembolize ettiğini söylüyor. Bir diğer mühim görevin ise cenaze namazı olduğunu belirtirken, Müslümanların doğumda kulağına ezan okunduğunu, öldüğünde ise ezan okunmadan cenaze namazının kılındığını anlatıyor. Farz namazların normalde hemen ezanın akabinde kılındığını göz önünde bulundursak, doğum ve ölüm esnasında yapılan bu uygulamanın fani dünyadaki varoluşumuzun kısalığına işaret ettiğini görebiliriz.
Musevilerin Ölüm Sonrası Yas Kültürleri
Musevilikte yapılan ritüellerin Müslümanların uygulamalarıyla olan benzerlikleri dikkat çekse de bazı alanlarda ciddi uyuşmazlıklar mevcut. Thomas Ridder ve Dr. Michael Rosenkranz’ın sunumunda ölünün kesinlikle yalnız bırakılmayarak başında dualar edildiği, ölüyü yakmanın yasak olduğu, cenazenin hızlı bir şekilde yıkanıp toprağa defnedilmesi gerektiği anlatılıyor. Cenaze ise on onurlu kişiden oluşan hemcinslerinden, mahrem yerleri kapalı tutularak yıkanıyor. Akabinde doğal renkte, ve pamuk veya keten gibi doğal materyalden olan bir beze sarılarak defnediliyor. Ayrıca Musevilikte mezarlara çiçek süsü konulmuyor.
Müslümanların ölüm sonrası pratiklerini hatırlatan bu uygulamaların çoğu dışında özellikle yas konusunda ciddi farklılıklar söz konusu. Müslümanlarda üç günden fazla yas olmazken, Museviler beş evreden oluşan bir yas sürecinden geçiyor. Bunlar “Aninut” denilen defin öncesi yas (1), definden sonra 7 gün süren ve belirli kurallara (örneğin çalışmak yasak) uyulması gereken “Schiwa” (2-3), akabinde 30 gün süren ve yine bazı kurallara uyulması gereken “Schloschim” (4) ve sırf ölenin ilk derece yakınları tarafından uygulanan bir yıl süren yas “Awelut” (5).
Müslümanlar Mekke’ye yönelik defnedilirken, Yahudiler Kudüs’e yöneltilerek defnediliyor. Bu uygulama, yeniden Kudüs’te diriltilecekleri inancına dayanarak, dirildiklerinde Kudüs’e doğru bakıyor olmaları için yapılıyor. Diğer farklı bir yaklaşım ise Yahudilerin inancına göre ölülerin “kirli” olması ve bu yüzden mezarların çok sık ziyaret edilmeyip ziyaret sonrası ise ellerin yıkanması gerektiği.
Budizm’de Yeniden Oluş
Budizm inancının en ilginç yanı öldükten sonra “yeniden oluş” inancını temsil etmesi. Hinduizm inancında “reenkarnasyon”, ruhun başka bir fiziksel varlığa göç etmesi olarak biliniyor. Michael Gerhard sunumunda Hinduizm’de ruhun başka bir bedene göç ettiğine inanıldığını, Budizm’de ise bu şekil “değişmez ruh inancının” olmadığını anlatıyor. Budizm’e göre bir bedenden diğerine geçen şey “karma enerji” denilen “bilinçlilik akışı”.
Ölümün bir sonraki hayata geçiş olduğuna inanan Budistler, ölümden sonra hiçbir sorgu ve ceza olmaksızın hayatın herhangi bir şekilde devam ettiği düşüncesini taşıyorlar. Budistler yas tutsalar da, yas konusunda Yahudilerde olduğu gibi belirli ritüellere sahip değiller. Yas şekli adetlere göre, birbirinden farklı şekilde uygulanıyor. Aynı şekilde defin konusunda da ortalaşılmış bir uygulama bulunmuyor. Ölümden sonra yaklaşık üç gün bekletilen cenaze, daha sonra krematoryumda yakılıyor. Ölüyü yakma Budizm’de en çok uygulanan defin şekli olsa da gömülme ve “gök defni”de (Alm. “Himmelbestattung”) uygulanıyor.
Perspektif Eu

Dünyada öleceğini bilerek yaşayan tek canlı türü insandır. Diğer bir deyişle insan ölüme doğru bir varlıktır. Bu farkındalık nedeniyle olsa gerek, öteden beri hep âb-ı hayat rüyası görmüş, ölümsüzlük peşinde koşmuştur. Çünkü bir yönüyle her ölüm erkendir, zamansızdır. Bütün planlarını bozar, ürkütür insanı. Bilinmeyen bir aleme açılan, dar ve zor bir kapı hüviyetindedir. Bu kapıdan geçmek, dünyadan ve nefsin hoşuna giden ne varsa hepsinden vazgeçmek anlamına gelecektir. Diğer taraftan nefha-i ilahiyeye mazhar olan insanda bir ebediyet iştiyakı vardır. Tam da bu nedenle insan ölümden biteviye kaçmış, onu bütünüyle ortadan kaldırmak mümkün olmasa da hiç olmazsa gücü yettiğince ertelemeye çalışmıştır ve halen de çalışmaktadır.
Ölüm en evrensel hakikatlerden biridir. Zira dili, rengi ve inancı ne olursa olsun hiç kimse tarafından inkâr edilemeyen apaçık bir gerçekliktir. Nitekim dünyada pek çok insan öldükten sonra dirilmeyi, kabir ve berzah hayatını, cennet ve cehennemi, sırat köprüsünü, peygamberleri ve hatta her şeyin yaratıcısı olan Cenâb-ı Hakkı bile inkâr ederken ölümü hiçbir surette inkâr edememektedir.
Çünkü ölüm olayı insanın gözü önünde cereyan etmektedir. Bir ayet-i kerimede “ ”Her canlı ölümü tadacaktır” buyrulmuştur. Bu ayeti, her canlı vakti gelince ölüp hayatı son bulacaktır, şeklinde anlamak mümkün olduğu gibi, her canlının her an ölümü tatmakta ve yaşamakta olduğu şeklinde yorumlamak da mümkündür. Belki de daha doğru olan yorum budur. Çünkü insan, enfusî âlemine baktığında sahip olduğu kabiliyetleri ve imkanları zaman içerisinde birer birer kaybetmekte olduğunu görür. Şöyle ki hayat sermayesi olarak kendisine bahşedilen ömründen kısa bir dönem yaşadığı çocukluk devresi biter, arkasından gençlik dönemini yaşamaya başlar. Ondan sonra hayatının olgunluk devresiyle yüzleşir, derken gün gelir yakayı ihtiyarlığa kaptırır.
Nitekim bir hadislerinde Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır: “İnsanın etrafı doksan dokuz mihnet ile çevrilmiştir. Birinden kurtulsa diğerine yakalanır hepsinden kurtulsa ihtiyarlığa yakayı kaptırır.”
Gün gelir hayat süren insanın siyah saçları ölür, yerini beyaz saçlar alır. Ağzındaki dişleri birer birer düşer, dizinin bağı çözülür, pazusunun kuvveti azalır ve gözünün nuru zayıflar. Taşı sıksa suyunu çıkarır denen pehlivanlar gün gelir içtiği suyu dışarı çıkaramayacak hale gelir. Bu durum, insanın bedeninde her an ölüm gerçeğini yaşadığını, buna rağmen kendisine en yakın olan ölümü çok uzaklarda gördüğünü ortaya koyan korkunç bir gaflet halidir. Ne yazık ki, bu hal birçok insanın hayatında sekerat-ı mevt dediğimiz ölüm hali gelinceye kadar devam eder. Daha önce naklettiğimiz gibi Hz. Ali -radıyallahu anh- bu durumu anlatırken şöyle demiştir: “İnsanlar uykudadırlar öldükleri zaman uyanırlar.” İş işten geçtikten sonra uyanmanın faydası olur mu? Şairin dediği gibi;
Bir faide bahşeder mi heyhat
Vaktinde edilmeyen nedamet
İnsanları içerisine düşdüğü bu benlik ve varlık kuyusundan çıkarmak için gönderilmiş olan Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- ölümü sıkça anmamızı tavsiye etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Zevkleri alt üst eden şeyi (ölümü) çokça anın!”
Hz. Ali’nin dediği gibi Allah’ın insanlara bahşettiği ömür sermayesini uykuda harcamamak ve onu ahiret azığına dönüştürebilmek için aklımızı yerinde kullanmamız gerekir. Çünkü Allah Teâla’nın insanlara bahşettiği en büyük nimetlerden biri de akıldır. Akıllı insanın kim olduğu hususunda ise farklı yorumlar yapılır. Bazıları servet ve makam elde etme yollarını bilen ve bunları iyi kullanan kişileri akıllı kabul ederler. Oysa her şeyi kendisinden öğrendiğimiz Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- akıllı insanı bakın nasıl tarif ediyor:
İbni Ömer radıyallahu anh’tan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: “Resûlullah ile birlikte oturuyordum, ensârdan biri geldi Efendimiz’e selam verdi ve;
-Ya Rasûlullah! Hangi mümin daha üstündür? diye sordu. Peygamberimiz şöyle buyurdu:
-Ahlakı en güzel olandır. Adam;
-En akıllı mümin kimdir? diye sordu. Bu soruya Peygamberimiz:
-Ölümü en çok anan, ölümden sonrası için en güzel şekilde hazırlanan kişidir, işte akıllı insan budur, şeklinde cevap verdi.”
İslam dünyasında ölüm ve ölüme hazırlık hakkında bir çok şümullü tarif yapılmıştır. Mesela İbni Hibban el-Büstî, ölümü şu güzel sözlerle tasvir etmiştir:
-“Allah Teâlâ Ademi ve zürriyetini topraktan yarattı ve toprağın üstünde yaşattı. İnsanlar toprağın bitirdiği meyve, sebze ve hububatları yiyerek hayatlarını devam ettirirlerken ecelleri gelip ölürler ve toprağın bağrına gömülürler. Bu defa toprak insanın kanını içip, bedenini yer. Kabir, dünya duraklarının sonu, ahiret duraklarının ilkidir. Dünyada iken kabrine hazırlanan insana müjdeler olsun.”
Yahya b. Muaz er-Razi (ö.258/872) şöyle demiştir: “Dünya kendisini terk etmeden önce dünyayı terk edene, kabre girmeden önce kabre hazırlanana, Rabbine kavuşmadan önce Rabbini razı edene müjdeler olsun.”
Selef-i salihinden olan Salt b. Üşeym sofra başında yemek yerken birisi kardeşinin öldüğü haberini getirir. O tavrını değiştirmeden;
-Gel yemek ye, haberi aldım, der. Ölüm haberini getiren kişi;
-Ölüm haberini ilk olarak ben getirdim. Benden önce sana kim haber verdi? der.
-Allah; “Her nefis ölüm tadacaktır” (Ali İmrân sûresi, 185) ve “Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler” (Zümer sûresi, 30) buyuruyor diye cevap verir.
Kâmil insan ve kâmil mümin olmak için insan ölümü sık sık anmalı, kendisine en yakın olarak ölümü bilmelidir.
Hasan-ı Basri hazretlerine;
-Falan kişi nez’ halindedir dediklerinde;
-Nez’ hali nedir diye sordu.
– Ölüme yakın olmaktır, dediler. Bunun üzerine;
– O adam doğduğu günden beri zaten ölüme yakındı, demiştir.
Hayatta tek bir gerçek varsa budur, ancak insanların çoğu bu gerçekten habersizdir.
Ömer İbni Abdulaziz, Amr b. Ubeyd’in babasının vefatı üzerine yazdığı taziye mektubunda şöyle demişti
“-İmdî! Biz dünyaya yerleşmiş, ancak ahiret için yaratılmış insanlarız, ölüleriz, ölülerin babaları, ölülerin evlatlarıyız. Bir ölüye mektup yazan, bir ölü için taziyede bulunan insana şaşılır.”
Yine anlatılır ki Azrail aleyhisselam Hz. Davud’un yanına girdi;
“- Davud aleyhisselam; sen kimsin ? diye sordu;
-Kralları önemsemeyen, saraylara girmesi engellenemeyen, rüşvet kabul etmeyen kişiyim, dedi. Hz. Davud;
– O zaman sen ölüm meleğisin, fakat ben hazırlığımı henüz yapmış değilim, diye karşılık verdi. Ölüm meleği;
-Ya Dâvûd! Falan komşun nerde, falan yakının nerde, ölüme hazırlanmak için bunlar da senin için yeterli ibret yok muydu?” dedi. Bunun için Hatimi Asam; “Cenazeye iştirak etmek fazilet, namazını kılmak vacip, ölümü akıldan çıkarmamak farzdır” demiştir.
Hasan-ı Basri bir cenazeye iştirak etti. Kadın ölen babası için şöyle ağıt yakıyordu;
“-Âh babacığım! Senin zamanın gibi bir zaman görmedim”. Hasan Basri dedi ki;
-Bilakis baban bugünkü gibi bir gün görmedi !”
Bedevinin birine; Babanın ölüm sebebi neydi ? diye sorduklarında o; ölüm sebebi babamın bizzat varlığı idi, diye cevap verdi. Hatimi Asam şöyle demiştir; “Her sabah şeytan bana şöyle der; Ne yiyorsun, ne giyiniyorsun, nerede kalıyorsun? Ben de ona şöyle diyorum, ölüm yiyorum, kefen giyiniyorum, kabirde kalıyorum”.
Dünya bugün, cehenneme çevrilmiş, birçok coğrafya üzerinde insanların kanları akıtılıyor, malları gasp ediliyor, meskenlerine tecavüz ediliyor ve ırzları çiğneniyorsa bunun en büyük sebebi, ölüm ve ölüm ötesi hayatın unutulmuş olması, insanın ölmeden evvel ölmeyi, hesaba çekilmeden evvel kendini hesaba çekmeyi başaramamış olmasıdır. Birçok insan idealsiz, gayesiz başı boş yaşamakta ve boşlukta kaybolup gitmektedir. Eflatun’un şu tespiti ne kadar doğrudur: “Şu insanlara şaşıyorum. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyorlar, hiç yaşamamış gibi ölüp gidiyorlar.”
“Hüsn-i Hatime (Rehberi)” Prof. Dr. Selahattin YILDIRIM İSTANBUL 2022, s 17-20.

İnsan, Hayat Ve Ölüm
İşte insanlar için çizilmiş bir üçgen. Hiç kimse bu üçgenin dışına taşamaz. Her insan hayatını tamamlayarak, ölümle ebedi yurdu âhirete gider. O halde bütün hesaplar bu denkleme göre yapılmalı ve problemler buna uygun çözülmelidir. Akıllı olan insan böyle yapar. Evet, dünya fanidir. Bir gün kıyametle son bulacaktır. Fakat âhiret, dünyasız olamaz. Zira dünya âhiretin ekin tarlasıdır.
Bir çiftçi ekim zamanı tarlasını ekmezse, hasat zamanı eli bomboş ve perişan olacaktır. Ama eğer eker ve bakarsa, neticesi sevinçtir. İşte yine dünya ve âhiret… Sanırım bu misal maksadımızı anlatmaya kâfidir. Hayatına Hakk sevgisi ve Hakka kulluk tohumunu atanlar ve imanla Rabbine kavuşanlar, Âhirette onun nimetlerini toplayacaklardır. İşte ebedi saadet! Demek ki âhiret dünyada kazanılmaktadır. Asıl maksat ise âhiret hayatıdır. Hal böyle olunca fani olan dünyayı, ebedi olan ölümden sonraki hayata göre ayarlamak gerekir. İşte bunun ispatı:
“-Dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise, Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?”(6 En’am 32.)
Evet, dünyaya rağbet, oyun ve eğlence olarak belirtiliyor. Tıpkı çocukların oyunları gibi. Bir müddet sonra oyun bitecektir. Ama dünyada âhirete rağbet ise, aklını kullanabilen insanlara mahsus olduğu görülmektedir.
Âhireti verip de, dünyayı satın alanların durumu ne acıklıdır. Muhakkak onlar en kötü alışverişi yapmışlardır:
“-İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alanlardır. Onların azabı hafiflemeyecektir. Yardım da olunmayacaklardır.”(2 Bakara 86.)
O gün, o dehşetli gün yardım almamak ne kötüdür. Zira Allah’ın yardımı olmadan o perişanlıkta hal nice olabilir? İşte bunun için uyarı:
“-Kimsenin kimseye bir fayda sağlayamayacağı, kimseden karşılık alınmayacağı, kimseye şefaatin fayda vermeyeceği ve onların yardım görmeyeceği günden sakının.”(2 Bakara 123.)
VE ÖLÜM! …
Evet, bir gün bu fani âlem bitecek ve asıl âlem bizi içerisine alacaktır. Çünkü canlılar ölümü tadacaklar, dünya da kıyametle birlikte altüst olacaktır:
“-Her nefis ölümü tadacaktır.”(21 Enbiya 35)
Hangi insan bundan kurtulmuş ki?
“-Yeryüzünde olan her canlı fanidir.”(55 Rahman 26.)
Hangi insan ondan kurtulabilir ki?
Zaten öyle de olmuyor mu? Nice padişahlar, krallar, mal-şan ve şöhret sahibi insanlarla; ilahlık davasında bulunan kâfirler yok olup gitmediler mi dünyadan? Gittiler tabii ki ama hesapsız mı olacaklar? Hayır! Zira o zaman zulmedenlerin hesabı ne olacak? Ve mazlumların hakkı nereye gidecek? Bunun için âhiret âlemi ve hesap günü vardır:
“-Yakında sizi hesaba çekeceğiz ey cinler ve insanlar.”(55 Rahman 31.)
Hangi insan da Rahman’dan kaçabilir ki?
Ve artık bu hesaba varışın son noktası olan kıyamet koptuğu zamanki dehşet ne kadar büyüktür. Bu dehşet ve felaketten ise ancak ve ancak Allah’ın sevdikleri kurtulabileceklerdir. İşte bu hususta Rabbimizin haberi:
“-Ve Sûr’a üflendiği gün, göklerde ve yerde olanların hepsi korkup feryad ederler. Ancak Allah’ın sevdikleri müstesna.”(27 Neml 87)
İşte o sevilenlerden olmak ve başkalarını da onların içine katmaya gayret ederek Allah’a kulluk yapmak gerekir. Dünyamızı fani şeylerin gayret ve gayesiyle değil, bedenimiz dünyada, gönlümüz O’nda olarak, bize verilen sınırlı ömür sermayesini kullanmalıyız. Allah’ı ve Rasûl’ünü sevmek ve bu sevgiyle dünya hayatımızı tamamlamak gerekir. Çünkü Rabbimiz yine şöyle buyurur:
“-Asıl hayat, âhiret yurdundaki hayattır, keşke bilseler…”(29 Ankebût 29)
Muzaffer Dereli / Diriliş Postası

Kıyamet Te Bir Kez Kopar
Bir zamanda kopar kıyamet, her zaman değil.
Kıyamet bir an kopar, her an değil.
Ve bir defa öldürür, her defasında değil.
Herkesi öldürür kıyamet, salt birilerini değil.
İnsan kendi varlığından mütevellit yarattığı korkunç zihniyeti ile hem cinsine her dönem kıyameti yaşattı.
En nezih yürekleri korkuyla deşti ve en naif bedenleri paramparça etti; alabildiğine ürpertici bir sessizlikle güç alarak kıyameti yaşattı…
İnsanın insana kıyameti, kıyamet senaryolarına rahmet okutacak kadar adaletsiz ve ağır şartlarda yol alıyor.
Birçok yandan kuşatan kontrolsüz, vahşi ve gaddar güç; acı, zulüm olurken günlük meşguliyetler, koşuşturmalarla nereye gidilebilir? Ne kadar?
Oportünist politikalar, seyir ve anlayışlarla insanlık adına nasıl bir ivme kazandırılmış olabilir veya bu akıl almaz seyrin ucunun insana er veya geç dokunacağının gerçeğiyle nasıl yol alması beklenebilir?
Hangi ve nasıl bir umutla yarınlı projelerden bahsedilebilir?
Sonlu dünyanın sonlu insanı! İşte bu gerçeğin korkutur beni.
Ölümlü olmana rağmen ölümsüz sanışın kendini.
Sınırlı vaktine, sınırlı gücüne inat ve gözü dönmüşcesine sınırsız bir güç anlayışı ve vahşetin korkutur beni.
Zira insanın da insan olanın da takati kalmadı.
Beşeriyetin aciz kaldığı ve de izzetsiz kaldığı ve de alçak kaldığı şartlarda insanın mukavemet göstermesi ne kadar da güç…
İnsan olarak, insandan yana hiçbir umudum yok, uluhiyetten başka yarabbi…
Evren şu haliyle yüzyıllarca yaşasa ne olur?
Yarabbi ya gönder yardımını, ya kopar herkes için olan kıyametini !
” Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nâ-hak yere feryâd ediyor: âcize hak yok!
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?
Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlâhî! (M.Akif ERSOY)
Selâm ve dua ile / Ahsen Meryem SÜVEYDA