logo

Okuma, insanın ruhunu dinlendirir.

Düşünme ve Akletme Nerede Gerçekleşir?

Mehmet Dinç / Gençlik Halleri

Denemekten Vazgeçme, Herkes Hata Yapabilir, Danışmak Başka, Rıza Almak Başkadır, Sihirli Formüller Peşinde Koşma 

Kullandığımız savunma düzeneklerinin psikolojik gelişim evrelerimizle bir bağı, bağlantısı var mıdır? Geliştirdiğimiz bir savunmanın oral, anal ya da genital evreye ait olması ne demektir? Bu evre savunmalarında neler dikkatinizi çekiyor da böyle bir ayrıma gidiliyor, klinik önemi nedir?

Dürtü-çatışma kuramının, yani Freud’un klasik kuramının modası geçtiği için, biz savunma mekanizmalarını oral, anal veya fallik evreye ait olarak sınıflandırmıyoruz artık. Bunu yapan çok az sayıda kişi kaldı dünyada, çok marjinal bir kesim artık onlar; kapalı bir grup. Türkiye’de hâlâ sesleri çıkıyor ama biliyorsunuz biz 30-40 sene geriden geliyoruz bu konularda maalesef. Oral, anal, fallik adı verilen gelişim evreleri içgüdüsel dürtüler ile ilgilidir. Nörobiyolojik olarak bu yolun çıkmaz bir yol olduğu anlaşıldı. Kernberg başta olmak üzere çoğu psikanalist bu yolu bıraktı. Kernberg bu yolu bırakmış olsa da, eski teorinin büsbütün çöpe gitmemesi için uğraş veriyor, bunu da kendisi açıkça ifade ediyor, “Tamamen çöpe atmayalım.” diyor. Yani can çekişen bir kuram olduğunu anlıyoruz klasik psikanalizin, diğer ismiyle “dürtü-çatışma” kuramının. Çağdaş psikanaliz akımları için ise aynı şeyi söyleyemeyiz.

Sağlıklı insanların savunmalarıyla problemli insanların savunmaları farklı mıdır?

Tabii, farklıdır. Olgun savunma düzenekleriyle ilkel savunma düzenekleri arasında önemli farklar var. Mesela “yansıtma” ilkel bir savunma düzeneğidir. Yansıtma ilkeldir; neden? Çünkü kendisiyle başkasını karıştırmış oldu. Kendi içindeki bir malzemenin, dışarıda olduğunu sanıyor. İçeri ile dışarıyı karıştırıyor. Tabii ki tam bir karıştırma değil bu; çok mevzi bir karıştırma. Kendisini karşısındaki ile tamamen karıştırmak, düpedüz delilik demektir. Ama dikkat edersen “yansıtma”da bundan bir iz, bir alamet var; kendisinde olanı karşıdakinde görüyor çünkü. O zaman ne oldu sınırlar? Ben ve öteki arasındaki sınırlar? Bu sınırlarda bir sorun var demektir. Sınırlar tam olsa, seninki-benimki karışmaz. Seninki sana ait, benimki bana ait, o kadar. Fakat yansıtmada, teknik dille ifade edecek olursak kendilik (ben) ve nesne (öteki) arasındaki sınırlar net değil; bir bulanıklık var. O yüzden, “yansıtma” mümkün hale gelmiş; işte o yüzden yansıtmanın ilkel olduğunu düşünürüz. Bu sebeple, bu “karıştırma” işini ciddiye alırız. Bizim için kritik bir konudur.

İlkel savunmaların olgun savunmalara dönüştürülmesinin terapinin özü olduğu ifade ediliyor. Bu bir içgörü sorunu mudur, nedir? Yeterli bir içgörü nasıl yakalanabilir? Danışanlar bunu başarabiliyor mu? İlkel savunmalarını olgun savunmaya çevirebiliyor mu?

İlkel savunmaların olgun savunmalara dönüşmesi terapinin özü değil, sonucudur. “Savunmaları olgunlaştırmak” diye ayrı bir terapötik müdahalemiz yok. Psikoterapi böyle bir şey değil. Nasihatle, anlatarak, izah ederek, doğrusunu göstererek, örnek olarak yapılmaz psikoterapi. Onu konu-komşu ve hısım-akrabalar yaparlar. Psikoterapi bunlardan farklı, özgün bir teknik olduğu için önemli ve değerlidir.
Savunma düzenekleri terapi süresince kendiliğinden olgunlaşırlar. Niye olgunlaşırlar; terapideki diğer müdahalelerin bir sonucu olarak. Yani falanca savunmayı alıp da onu olgunlaştırmak diye bir tedavi programı yok. Böyle bir yaklaşım entellektüalizme düşer. Bir savunmayı olgunlaştıracağız derken, başka bir savunmanın ağına düşeriz

Ama insan bunu kendisi bir şekilde aklederek yaptığında, savunma mekanizmaları ilkelden olguna doğru dönmez mi?

İşte onu demek istiyorum, “aklederek” yapamaz. Dışarıdan bakanlar, psikoterapiyi böyle bir şey zannederler sıklıkla. Psikoterapi “aklını başına devşir”erek yapılmaz. Biz bu savunmaların bilinçdışı olduğunu söylemiştik; yani farkında olmadan yapıyoruz biz bu savunmaları; o zaman neyi akledecek; farkında değil ki. Savunma düzenekleri bilinçdışı çalışırlar. Bundan çok bahsettik daha önceki konuşmalarımızda. Mesela incir çekirdeğini doldurmayan mevzular yüzünden eşine, çocuklarına kan kusturan bir adama, öfkesinin ne kadar yersiz, abartılı, zararlı olduğunu kolay kolay anlatamazsın. Her dediğine bir cevap bulur. Çocuklarının psikolojisini mahvettiğini anlatamazsın. Zaten ona birçok kişi laf anlatmaya çalışmıştır; eşi-dostu. Sen onunla konuştuğunda, o öfkesini haklı çıkaracak onlarca şey çıkarır, koyar ortaya. Hepsini teker teker ele alamazsın; birinden, ötekine geçer, yeni yeni şeyler getirir koyar önüne; başa çıkamazsın bu yolla. Buradan girerek onu tedavi edemezsin. Böyle bir yaklaşım, yamuk bir cetvele “sen yamuksun” demek gibidir. Yamuk cetvel kendisini nasıl ölçecek de yamuk olduğunu anlayacak! Tersine, kendisi ile başkalarını ölçer o; diğerlerinin yamuk olduğunu görür. Bak “görür” diyorum, çünkü görüyor gibi emindir haklı olduğundan. “İşte ölçtüm baktım, yamuksunuz.” der. Gözüyle gördüğüne mi inanacak, size mi? Sizin yamuk olduğunuzu görüyor o. İşte biz bu “içsel yamukluğa” “kişilik bozukluğu” diyoruz. “Aklederek düzelmez mi?” diyorsun ya, aklediyor işte; ama o öyle akledebilir ancak. Onun akledişini nasihatle değiştiremezsin, yamukluğu bulup oradan eğip düzeltmen gerekir.
İşte bu yamukluk “bölme mekanizması”dır. Doğruca onu hedef alman gerek. Savunma düzenekleri, “bölme” ortadan kaldırıldığında olgunlaşırlar ancak.

Peki nedir ki bu bölme?

3 yaşa kadar, çocukta bölme vardır. Yani bölme, çocuk gelişimi esnasında normal bir safhadır. Problem, bölmenin 3 yaştan sonra devam etmesidir.

Bölme, gerçekte bir savunma mekanizmasıdır. Peki neyi bölüyor?

Kişi kendisini iyi ve kötü olarak ikiye böler, “iyi kendilik” ve “kötü kendilik” diyoruz bu iki parçaya. Karşısındakini de iyi ve kötü olarak ikiye böler, “iyi nesne” ve “kötü nesne” olarak. İyi “tam iyi”dir, kötü “tam kötü”dür; bunun ortası yoktur. “Gri”nin bilmem kaç tonu henüz belirmemiştir, her şey “ya siyah ya beyaz”dır. Ara tonlar, ara renkler, yumuşak geçişler yoktur; sert sıçramalar vardır. Yani süreklilik yoktur, kesiklidir. Kişi, kendisini bir prens gibi hissederken, birden çirkin bir kurbağa gibi hisseder; prenses gibi hissederken, birden bataklığa düşmüş kötü ve çirkin bir cadı gibi hisseder. Hâlbuki kişi ne prenstir (beyaz), ne de çirkin bir kurbağa (siyah); ne prensestir (beyaz), ne de çirkin bir cadı (siyah). Dikkat edersen bu iki zıt arasında süreklilik yok, sert bir sıçrama var. Yani kademe kademe geçiş olmaz, sıçrayarak ani geçiş olur; yani değişim kesiklidir.

Her iki taraf da, prens de, kurbağa da gerçeğe aykırıdır, abartının dibidir, yani irrasyoneldir. Kişi bu uç taraflar arasında, birinden diğerine sürekli savrularak ömrünü geçirir, daha doğrusu heba eder. Bir taraf bembeyaz, pırıl pırıldır; en ufak bir leke yoktur. Diğer taraf katran karası, simsiyah, zifiri karanlıktır; en ufak bir beyazlık, zayıf bir ışık, minik bir umut kırıntısı dahi yoktur. Kişi ya orada ya burada olduğundan, yani hep gerçek dışı algıladığından dolayı, dünyanın gerçeğe uygun bir resmini çekemez; gerçek dünyayı hiç göremez. Gördüğü dünya ya aşırı iyi ya aşırı kötüdür. İşte buna bölme mekanizması diyoruz. Bu düzenek çocukken normal bir savunma mekanizmasıydı, fakat 3 yaşında miadını doldurması gerekirken devam ederse ileride “kişilik bozukluğu”na sebep olur.

Bölme mekanizmasını hâlâ kullanan kişi, cetveli yamuk olan insandır işte; ölçüsü bozuktur onun. Niye, çünkü dünyayı tam olarak, olduğu gibi hiç göremiyor ki normal nedir anlayabilsin ve ona uygun stratejiler, baş etme mekanizmaları geliştirebilsin. Bu tür insanlar, karşısındaki ona bir biçimde kötü hissettirdiğinde, hemen kötü kendiliğe geçerler (kendisine bakışı); tabii “kötü nesne” de (karşısındakine bakışı) devrededir. Karşısındaki ona bir biçimde iyi hissettirdiğinde de, iyi kendiliğe (kendisine bakışı) geçerler, “iyi nesne” (karşısındakine bakışı) devrededir. Bunlar (temsiller) adeta gözlükte bulunan lekeler gibidir. Dünyada olmamasına rağmen, dünyada, nesnelerin üzerindeymiş gibi görünür. Yani dünya “kötü nesne” kadar zifiri karanlık bir yer değildir, fakat kişi o anda dünyayı öyle algılar, çünkü kafasındaki bu hayali, dünyaya aksettirir.

Kişinin zihninde bulunan ve dünyaya aksettirdiği bu iyi pür iyi, kötü de pür kötü olduğu için, kişi her iki uçta da aşırılığa gider, yani “Sevdim mi tam severim, sildim mi bir kalemde.” der. Bu söylem ve davranış kişilik bozukluğunun çok net bir göstergesidir. “Ya benimsin ya kara toprağın” diyen birini düşünelim. İnsan sevdiğini nasıl öldürür! Ancak kötü kendiliğe geçerse. Çünkü kötü nesne de aktifleşmiştir. Yani karşısındaki artık sevdiği (iyi nesne) değildir. Adeta başka biridir ve iğrençtir (kötü nesne). Zihnindeki kötü nesne hayalini, karşısındaki zavallı kadıncağıza yansıtıyor ve onu öyleymiş gibi görüyor.
Bu tür kişiler, bu aşırı uçlarda gidip gelmesi, bir sevmesi, bir saldırması, bir göklere çıkarması, bir yerin dibine geçirmesi, bir aşırı mutlu hissetmesi, bir intihara meyletmesi sebebiyle, çevresi tarafından “dengesiz” olarak tanınırlar.

Normal gelişimde olması gereken şey nedir; çocuktaki bu iyi ve kötü parçaların bütünleşmesi. Yani iyi ve kötü kendilik birleşecek grinin bir tonunda bir kendilik ortaya çıkacak. Aynı şey iyi ve kötü nesne için de gerçekleşecek. Gri bir dünya algısı, yani ne olağanüstü iyi, ne de olağanüstü kötü olan ortalama bir dünya algısı ortaya çıkacak ama daha da önemlisi, bu algı sürekli olacak. Yani oradan oraya sert sıçramalar yerine, makul bir salınım dahilinde, nispeten stabil bir dünya algısı ortaya çıkacak ki biz de bütün görüşlerimizi, bakışlarımızı, stratejilerimizi, ideolojilerimizi, reflekslerimizi vs. bu dünya resmine göre üretelim, tecrübe edelim ve olgunlaştıralım, biz de böylece olgunlaşalım. Diğer türlü olgunlaşamayız ve tüm tepkilerimiz ilkel olarak kalır.

Bahsettiğimiz bu iyi ve kötü temsiller 36. ayda birleşmeliydi. Bu entegrasyona “nesne sürekliliği” denir. Yani kişinin karşısındakine bakışında artık bir süreklilik vardır. Yani iyi olan bir anda “en kötü”ye dönüşmez, bir kalemde silmez. Arkadaşının gözünde notu 90 ise, bir saniyede -90’a inmez; belki 85’e iner, belki 80’e iner. Yani grafikte sert sıçramalar olmaz, düşüşler kademe kademe gerçekleşir. Çıkışlar da elbette böyledir. Yani grafikteki iniş-çıkışlar tamponlanır. Grafikteki çizgi süreklidir, kesiklik yoktur, sert sıçrama yoktur.

“Nesne sürekliliği” kavramı Margareth Mahler’e ait. Orijinali “object constancy”. Yani nesnenin değerinin kişinin gözünde sabit (constant) olması… Belli bir marj içindeki ufak dalgalanmalar dışında, aşırı düşüş veya uçuşların olmaması… Demek ki 36 aydan sonra çocuğun gözünde kişiler pür iyi veya pür kötü görünmez; iyisiyle kötüsüyle bir bütün olarak görünür. Bu bir olgunluk meselesidir; yani bu iki zıddı iyisiyle kötüsüyle bir arada tutmayı başarabilmek. Çevrenizdeki kişileri buna göre değerlendirebilirsiniz. Canciğer iki arkadaş, biri ötekinin arkasından konuştu diye, bir anda düşman kesiliyor! Elbette arkadan konuşmak yanlış, ama “canciğer”likten, düşmanlığa sıçrama olmaz. Belki ağzından yanlışlıkla çıkmıştır, sonra pişman olmuştur, hem belki doğru söylemiştir. Notunu beş puan düşür, on puan düşür! Düşman olmak nedir?
Kötünün iyi yanlarını görebilmek ve iyinin de kötü yanlarını görebilmek… Demek ki çocukta bu olgunluğa erişmek 3 yıl alıyor. Fakat 40-50-60 yaşında insanlar bu olgunlukta olmayabiliyorlar. Çünkü bölme 3 yaşında ortadan kalkmamışsa, sonradan ortadan kalkması için de bir sebep yoktur. Ancak terapi ile olabilir. Bu kişiler sevmedikleri insanların iyi hasletlerini görmezler, yani yiğidi öldürürler, hakkını da yerler. Sevmedikleri siyasi liderleri dinlemeye bile tahammül edemezler. Resmine bile bakamazlar. Bunlar had safhada patolojik bulgulardır. Zihinlerindeki kötülük “pür” olduğu için buna imkân vermez.
Normal gelişimde bu iki zıt nesne tasarımı yani iyi ve kötü nesne entegre olurken, yani başkası hakkındaki duyguları olgunlaşırken, kendi hakkındaki duygusunda da paralel olarak benzer bir gelişme yaşanır. İki zıt kendilik parçası da entegre olur. Böylece kendisini de, iyisiyle kötüsüyle bir bütün olarak görmeye başlar. Kendisini çok ışıltılı görüp, ardından birden bire hak ile yeksan etmez artık kendisini. Bir başarı ile kabarıp, coşup, bir yenilgi ile işe yaramaz bir pislik gibi görmez.

Bazı insanlar 36. aya kadar bu süreci tamamlayamazlar demiştik. Yani bu yarık, bu bölme onlarda bakiye olarak kalır, fermuar kapanmaz, kendiliğin iki yakası bir araya gelmez. Bu durum yani bölme ilkel bir savunma düzeneğidir ve bunun sona erip “bastırma”ya geçmek gerekir. Yani kişi artık bölmez, onun yerine bastırır. Çocuk iken bu gelişme gerçekleşmezse, erişkinlikte yoğun bir terapi gerekir; yoksa kendiliğinden bu geçiş olmaz. Başarılı bir terapi sayesinde, bölme sona erebilir; kişi bölme yerine daha ağırlıklı olarak bastırma savunmasını kullanmaya başlar. İşte böylece savunma mekanizmaları da olgunlaşmış olur. Çünkü bölme, kendisi ilkel olduğu gibi, bir grup başka ilkel mekanizmayı da kendi hizmetinde kullanır; mesela yansıtma, idealizasyon, değersizleştirme (devalüasyon), yansıtmalı özdeşim vs. gibi. Bunlar bir ekiptir ve bölmeye hizmet ederler. Bölmenin ortadan kalkması, bu savunma mekanizmalarını da ortadan kaldıracaktır, çünkü onlar, ancak bölmenin varlığında işlev görebilirler.

Savunma mekanizmalarında duygu ya da düşünce, hangisi ön planda? Duyguyu farkındalığın dışına itmekle, düşünceyi farkındalığın dışına itmek farklı durumlar mıdır? Bunun terapi anlamında önemi nedir?

Savunma düzenekleri duygularla alâkalıdır, düşünceyle alâkalı değil. Hislerle, içgüdülerle alâkalıdır.

Çocuk gelişimindeki bölmenin 36. ayda kaybolmasını bekliyoruz demiştiniz. Devam edelim mi?

Evet, bölme 36. ayda kaybolmazsa, bu ilkel savunma mekanizmalarının yönettiği kişilik bozuk olacaktır, yani kişilik bozukluğu ortaya çıkacak demektir. Bölmeyi hâlâ kullanan bir kişi, kişilik bozukluğu düzeyindedir, biz bu duruma borderline organizasyon diyoruz.

Gelişimsel duraklama mıdır o?

Evet. Duraklamış, o yüzden bölme hâlâ mevcut, duruyor. Gelişmenin devam edip o bölmenin ortadan kalkması lazım.

Orada gelişimsel duraklama olunca ne oluyor çocukta?

Erişkin yaşa geliyor, hâlâ bölüyor. Nasıl bölüyor? İnsanları siyah-beyaz olarak görüyor; yani iyi bir insanın kötü özelliğini, kötü bir insanın iyi özelliğini kabul edemiyor.

Onu iyi ya da kötü ilan ediyor. Kendini de mi öyle?

Tabii. Kendi de iki parçadan ibaret. “Bölme ortadan kalkmadı” bu demek; yani “sen iki bölüm halindesin” demek; bu parçaları birleştirememişsin. Entegre, tam ve bütün olamamışsın. Bu kişilerde kendilik iki parça halindedir ve bu iki parça birbirine zıttır demiştik ya. Biri etkinleştiğinde, hayat pespembe, kişi de musmutlu olur. Diğeri etkinleştiğinde ise, dünyayı katran karası gibi tecrübe ediyor; yani hiçbir umut, hiçbir çıkış noktası yok. Pespembe ve kapkara olan bu iki parça asla yan yana gelmez. Biri varken diğeri ortada gözükmez. Zaten o yüzden böyle pür olarak kalırlar. “Pür iyi” ve “pür kötü”. Kişi bunları aynı anda etkinleştiremez. Yani iyi kendilikteyken o kapkara tabloyu hatırlayamaz. Kötü kendilikteyken de sanki hiç mutluluğu tatmamış gibidir. Sanki mutluluk hiç yoktur yeryüzünde. O yüzden umut yani çıkış da yoktur. Yine o yüzden, kişinin intihara en yakın olduğu hal bu haldir. Borderlinelar kendilerini öldürürken, narsistler başkalarını öldürüler. Bu iki kişilik bozukluğu da borderline organizasyondadır.

Bu iyi ve kötü aynı anda hiç etkinleşmediğinden, kişi bunları mukayese edemez. Bir üst bakışla değerlendiremez o yüzden. Bir “tam iyi”, bir “tam kötü”dür, yani aralarında temas yoktur. Çünkü aynı anda ortada yoklar. Bu teması biz sağlarız. Bu tekniğe yüzleştirme diyoruz. Sıcak yakmasın istiyorsan, soğuk dondurmasın istiyorsan, ikisini birbirine temas ettireceksin ki ılısınlar. Sana ulvi bir terapist muamelesi yaptığında iki hafta önce ettiği küfürleri hatırlatacaksın, ama başına kakmak için değil tabii; seansta sıcak akıyorsa soğuk, soğuk akıyorsa sıcak musluğu açacaksın. Gördüğün gibi müdahalemizde tamamen bölmeyi hedefliyoruz. Böylece, zihindeki pür iyi tasarımın içinde bir kötü çekirdek, pür kötü tasarımın içinde de bir iyi çekirdek oluşmaya başlıyor. Giderek karşıdakini ya pür kötü, ya pür iyi görmemeye başlıyor. İyi gördüğü kişinin, kötülüğünü de kabul edebiliyor ve onu bir kalemde silmiyor. Kötü gördüğü kişinin de iyi yönlerini artık görebiliyor. Terapiden önce, birisiyle kavga ediyor mesela; o kişi pür kötü o anda, hiçbir iyi hasleti yok, iyi hiç bir şeyi ona yakıştıramıyordu.

“Savunma mekanizmaları nasıl olgunlaşır?” demiştik. Terapi ile bölmeyi ortadan kaldırırsan, gördüğün gibi diğer savunma mekanizmaları da olgunlaşmış olacak demektir. Bölmenin egemenliğine son verince, diğer savunmalar da olgunlaşır. Yani bölme merkezli savunma mekanizmalarından, bastırma merkezli savunma mekanizmalarına geçmiş olur danışan. Bunu nasıl yapıyorsun; bölmeyi ortadan kaldırarak.

Nasıl?

Bölme varsa kişi borderline organizasyondadır demiştik. Borderline organizasyonun tedavisinde ne yapıyoruz; netleştirme, yüzleştirme, yorumlama yapıyoruz. Bu uzun bir fasıl. Kalıcı bir terapi, bölmeyi sona erdirmeyi amaçlar. Bunun haricinde yaptığı herşey aksesuardır. Bölmeyi ortadan kaldırmayan her terapi geçicidir, yüzeyseldir.

Bu vakalarda yüzleştirme mümkün müdür, doğru olur mu?

Tedavi ancak yüzleştirmeyle olur; yüzleştirme olmadan olmaz. İki parça halindeydi ya kendilik; işte bu iki yakayı bir araya getirmeye çalışıyoruz. Yüzleştirme bu demek. Danışan der ki “Sen dünyanın en kötü insanısın, yıllardır beni sömürüyorsun; hatta insan bile değilsin.” Sonra da “Sensiz yaşayamam, hayatım sensiz anlamsız.” der. O iki zıt kendilik tasarımının yansıması bu iki zıt kutup. Bu zıt kutupları yüzleştirmelidir terapist, yani karşı karşıya getirmelidir ki birbirlerine temas etsinler, böylece birbirlerini nötralize etsinler. Çünkü bir o taraftadır danışan, bir bu tarafta. “Ortası yoktur.” demiştik. Bir terapiste ne “Sen dünyanın en kötü terapistisin.” diyebilirsin, ne de “Sen dünyanın en iyi terapistisin.” diyebilirsin. İkisi de gerçek değil. Öyleyse hasta gerçeği görmüyor ve bu nedenle hayat becerileri gelişmiyor, duyguları olgunlaşmıyor. İkisini birbiriyle temas ettirmek gerçeğe doğru atılmış bir adımdır.

“Bölme” Ve İlkelden Olguna Savunma Mekanizmaları / Klinik Psikolog Dr. Ahmet Emin Acar

Düşünmeye ve akletmeye vurgu yapan çok muhkem sözler, farkındalıklar var. Düşünme ve akletmenin gerçekleştiği yerlere dair düşüncelerinizi alabilir miyiz?

İnsanın manevi yönünü kabul etmeyen pozitivist bakış açısıyla bakıldığında, düşünce ve akletmenin beyinde gerçekleştiği, bunun aksinin düşünülemeyeceği ve başka bir alternatif olamayacağı sonucuna varılıyor. Beni “Beyinlerimizi Değişsek Ne Olur” isimli kitabı yazmaya götüren süreç, Kur’an-ı Kerim’de “akletme” melekesinin beyne değil, kalbe atfedildiğini ve Arapçası “dimağ” olan “beyin” kelimesinin Kur’an-ı Kerim’de hiç geçmediğini fark etmemle oluşmaya başladı. Ayetlerde geçen “Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler, kulakları vardır ama onlarla işitemezler.” (Araf,7/179) ve “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun?” (Hac,22/46) gibi ifadeler, düşünme ve akletmenin kalpte gerçekleştiğini göstermektedir. Ancak ayetlerde zikredilen “kalp”, bedenimizdeki et parçası olan kalp değil, Türkçede “gönül” olarak ifade edilen “ruh” veya “ruhun bir bölümü” anlamındaki kalptir. Bu durumda, söz konusu ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla akletme yeteneğimiz, ruhumuzun işlevidir. Ancak bu akletme, insanın yaradılış gayesini, Allah’ın varlığını ve birliğini anlama ve Allah’ın istediği gibi bir kul olarak ebedi saadete ermeye yönelik akletmedir. Yoksa hayatta kalmaya ve hayati fonksiyonlarını devam ettirmeye yönelik dünyevi akıl, belli bir seviyeye kadar insani ruhları olmayan, sadece nefs sahibi hayvanlarda da bulunmaktadır.

İslamî kaynaklara göre insan; beden, nefis ve ruh olmak üzere üç unsurun bir araya gelmesiyle meydana gelen karmaşık bir varlıktır. Beden; sadece ruh ve nefis için bir binekten ibarettir. İrade sahibi olan, akleden ve benlik bilincine sahip olan varlıklar, fizikötesi birer varlık olan nefis ve ruhtur. Akletme açısından beynin bilgisayar işlemcisi gibi (zekâ seviyesini belirleyen) donanımsal bir işlev ile akletme ve düşünmenin gerçekleştiği nefis ve ruh ile kablosuz bağlantı sağlama işlevini gördüğünü düşünüyorum. Hepimizin bildiği gibi, beyni insandan çok büyük olan hayvanlar var ama o büyük beyinler, bu hayvanlara üstün bir akıl ve zekâ sağlamıyor. Nitekim uzmanlar, insan beyninde hayvan beyinlerinden yeni ve farklı bir alan olmadığını, işleyiş bakımından sadece %4’lük bir farklılık olduğunu, insan olmanın da genetik olarak bu %4’te gizli olduğunu ifade ediyorlar. Bu bilgiden yola çıkarak insanı hayvanlardan farklılaştıran unsurun beyin değil; insanı oluşturan fizikötesi varlıklar, yani nefis ve ruh olduğu sonucuna varıyorum. İnsan beyni ile hayvanların beyni arasındaki %4’lük farkın ise beyin ile hayvanlarda olmayan insani ruh arasında irtibat sağlayan donanımlar içerdiği ve insanın hayvanlardan zeki olmasını sağlayan bilgisayar işlemcisi gibi donanımsal bir işlev gördüğü çıkarımında bulunuyorum.

Başta Elon Musk’ın beyin çipi projesi “Neuralink” kapsamında yapılanlar olmak üzere beyne yerleştirilen çipler üzerinden bilgisayarlar ile kablosuz iletişime geçilebildiğine dair çeşitli deneyler, bize beynin elektriksel sinyaller üzerinden iletişim kurabildiğini göstermekte. Bu çalışmalar, beynin fizikötesi varlıklar olan nefis ve ruh ile de bağlantı kuruyor olabileceğini kolayca anlaşılır kılmakta. Şöyle ki: Beyne yerleştirilen bir çip, bir bilgisayar ile kablosuz bağlantı kurabiliyorsa beynin tamamı veya belirli bölümleri de nefis ve ruh ile kablosuz bağlantı kurabiliyor olmalıdır.

Bu teorimi destekleyen bir husus da beynin bir bölümü alındığında, doğuştan bir bölümü eksik olduğunda veya beyin küçüldüğünde akletme ve düşünme açısından önemli bir değişim yaşanmıyor olmasıdır. Eğer zihin, yani akletme melekesi beynin içinde yer alıyorsa beynin bir bölümü alındığında veya beyin küçüldüğünde zihnî sorunlar yaşanması beklenir. Ama kitabımda, basında yer alan haberlerden derlediğim örnekler, durumun böyle olmadığını göstermektedir. Haberlere göre, beyninin önemli bölümleri, hatta yarısı alınan insanlar bile hafıza ve zihnî faaliyetler bakımından neredeyse hiç zarar görmemişler. Yine Fransa’da beyninin %50 ila %75 arasında küçüldüğü tespit edilen bir adam, her ne kadar IQ’su düşse de hafıza ve bilinç açısından bir sıkıntı yaşamamış. Bu durum bize hem düşünme ve akletmenin beyin dışında bir yerlerde (ruh ve nefiste) gerçekleştiğini hem de beynin ruh ve nefis ile kablosuz bağlantısını sağlayan bölümü veya bölümleri sağlam olduğu müddetçe, beyindeki küçülmenin akletme ve düşünme gibi zihinsel işlevlere engel olmadığını göstermektedir. Yine akıllı bir kişinin yaşadığı aşırı üzüntü veya korku gibi yoğun duygular nedeniyle bedeninde ve beyninde fiziki bir hasar olmadığı halde aklını yitirebiliyor olması, akıl ve hafızanın beyin dışında fizikötesi varlıklarda yer aldığını ve beyin ile bu fizikötesi varlıklar arasında teması sağlayan sinir hücrelerinden oluşan elektriksel devrelerin (bir nevi doğal çipin) yoğun duygular nedeniyle hasar görüyor (tabiri caizse devreleri yanıyor) ve bu nedenle de akıl sağlığının yitiriliyor olabileceğini göstermektedir. Bu saydığım nedenlerle ben, beynin hafıza, düşünme ve kavrama gibi fonksiyonların gerçekleştiği yer olmadığını, bu fonksiyonların nefs ve ruhtan oluşan iki fizikötesi varlıkta gerçekleştiğini, ancak beynin belirli bölümlerindeki sinir hücreleri (bir nevi doğal bir çip) üzerinden oluşan elektriksel sinyallerin bu fizikötesi varlıklarla (kablosuz) bağlantı sağladığını düşünmekteyim ve kitapta bu konuyu detaylı bir şekilde işlemeye çalıştım.

Zihnî faaliyetlerin nefis ve ruhta gerçekleşiyor olmasına dair neler söylemek istersiniz?

Akıllı telefonlarımızda telefon hafızasını doldurmamak için sunulan ve bir bulut teknolojisi olan Google Drive’a yedekleme seçeneğini pek çoğumuz görmüş ve tecrübe etmişizdir. Bu vesileyle, hafızanın (bellek işlevi gören) somut bir organda değil, (bulut işlevi gören) fizikötesi varlıklar olan nefis ve ruhta kaydediliyor olması, kolayca kavrayabileceğimiz bir husus haline gelmiştir. Benzer bir şekilde yapay zekâ teknolojisi sayesinde düşünme, kavrama ve akletme gibi zihnî faaliyetlerin fizikötesi bir varlıkta gerçekleşebiliyor olmasını da kavrayabiliyoruz. Bir bilgisayar veya robotun içindeki yazılım, kendine çizilen sınırlar içinde tıpkı bir insan gibi kavrama, analiz etme ve eyleme geçmeyi başarabiliyor.
Peki, bedenle birlikte insanı oluşturan fizikötesi varlıkların (nefis ve ruh) her ikisi de akletmekte ve hafıza işlevi görmekte midir? Eğer öyleyse, bu nasıl olmaktadır? Bu sorunun cevabını İslamî kaynaklardan bulabilmekteyiz. Bu kaynaklara göre akıl; “akl-ı maaş (nefsani akıl)” ve “akl-ı maad (ruhani akıl)” olmak üzere ikiye ayrılır. Yaşamak, hayatta kalmak, dünya nimetlerinden faydalanmak, dünya lezzetlerini elde etmek, mal-mülk, makam-mevki, şöhret sahibi olmak vb. amaçlara yönelik çalışan akla “akl-ı maaş”, buna mukabil ahiret mutluluğunu kazanmaya yönelik çalışan akla “akl-ı maad” denilir. Akl-ı maaş, nefis denilen fizikötesi varlıkta yer alırken akl-ı maad ise ruhta yer almaktadır. Akıl ikiye ayrılmakla birlikte, “akl-ı maaş” yani nefsani akıl, temeldir. Yani merkezi nefis olan akl-ı maaş olmadan merkezi ruh olan “akl-ı maad” çalışmaz ve insan, Allah’ın emirlerinin mükellefi olmaz. Bilindiği gibi aklı olmayanın dini olmaz ve de akıldan yoksun olanlar (deliler), hiçbir dinî emir ve yasağın mükellefi değildirler. Bu nedenle de İslam fıkhında her ibadet için sıhhat şartı (yani o ibadetin kişiye farz, vacip, sünnet vb. hükümde olmasının şartı) olarak muhakkak “akıl baliğ olmak” şartı sayılır.

Nefsani aklın işliyor olması, ruhani aklın da işliyor olmasını mecbur kılmaz. Türkçede “gönlü, vicdanı veya ruhu kararmış” şeklinde tabir edilen durumlarda, ruhani akıl körelir ya da Kur’an-ı Kerim’de geçtiği şekliyle “perdelenir”. Bu durumlarda kişinin sadece menfaatlerini ön plana çıkaran nefsani aklı devrededir ve insan, “akıllı hayvan” statüsüne düşerek çok zalimleşebilir. Dünya üzerindeki kötülüklerin tamamına yakını da vicdan, merhamet vb. ulvi duygular ile ruhani akıldan yoksun kalmış ve sadece nefsani akıllarıyla hareket eden insanlar eliyle gerçekleşmektedir.

Ruhun bedenimizdeki yeri konusu hep merak edilegelmiştir. Neler söylenebilir?

Kaynaklara göre; soyut bir cevher olan ruhun mekânsız olduğu ve suyun ağacın gövdesinde yahut yağın sütün içinde bulunduğu gibi tesirleriyle bedenin her yerinde bulunur, fakat mekânı yoktur. Bazı âlimler, ruh ve nefsi, ta topuğumuza kadar aynen vücudumuzun birebir aynı şeklinde latif birer cisim, vücudumuzun tam bir fotoğrafı (insani ruhu beyaz fotoğraf farz edersek, nefsi de bu fotoğrafın negatifi) şeklinde izah etmişlerdir. İmam-ı Rabbani, ruhun beden ile birleşmesini ve bedenden ayrılmasını şu şekilde ifade etmektedir: “Meselâ, bâdem yağı, bâdem çekirdeğinde bulunduğu müddetçe ikisi de aynı bir şey gibidir. Yağ, posadan ayrılınca, her ikisinin hassaları başkadır ve her bakımdan ayrı iki şey olurlar.”
Ruh, her ne kadar ağacın gövdesindeki su gibi vücudun tamamında yer alsa da ruhun merkezinin göğüs kafesi, burada da kalp bölgesi olduğu, tasavvufi kaynaklarda ifade edilmektedir. Anadolu’da göğüs (sadır) kısmına “iman tahtası” denmesi de bu nedenle olsa gerek. İbadetler ve manevi haller esnasında nurun vücutta sadır bölgesine girdiği aktarılmaktadır. Nitekim sahabeler Enam Suresi’nin “Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun gönlünü İslam’a açar.” mealindeki 125. ayetinde zikri geçen “Allah’ın göğsü açması” tabirinin ne anlama geldiğini Hz. Peygamber’e sorunca, “Kendisine nur giren göğüs açılır (genişler).” cevabını almışlardır. Ruhun bedendeki yeriyle ilgili söylediklerimiz, hemen hemen aynıyla nefis için de geçerlidir. Ancak nefsin vücuttaki merkezi olarak, iki kaşın ortasına yani beynimize işaret edilmektedir.

İnsanoğlunun “ebediyet arzusu” nasıl yorumlanmalıdır? Ölümsüzlük mümkün müdür?

İnsanoğlunun ebediyet arzusu ve arayışı, ta ilk insanlar Hz. Âdem ve Hz. Havva’ya kadar gidiyor. Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetten kovulmalarının nedeni, ölümsüzlük (ebediyet) arzusuyla Allah’ın kendilerine yasakladığı meyveyi yemeleri idi. Bu durum, Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle anlatılmaktadır: “Derken, şeytan şöyle diyerek onun kafasını karıştırdı: ‘Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacının ve son bulmayacak bir hükümranlığın yolunu göstereyim mi?’ Nihayet ikisi de o ağaçtan yediler. Bunun üzerine mahrem yerleri kendilerine göründü, üstlerini cennet yaprağıyla örtmeye çalıştılar. Böylece Âdem Rabbine karşı gelmiş ve yolunu şaşırmıştı.” (Taha,20/120-121)

Ab-ı hayat denilen ve içene ölümsüzlük kazandırdığı iddia edilen efsanevi suyun da insanın yeryüzünde görünmesinden itibaren hemen her toplumda hayatın kısalığı ve buna karşılık yaşama arzusunun çok kuvvetli oluşu nedeniyle ortaya çıkan bir efsane olduğu, bu suyun Gılgamış Destanı ve İskender efsanesi gibi önemli eserlere konu olduğu bilinmekte. Yine Lokman Hekim’in de ölümsüzlüğe çare aradığı ve bulduğu, ancak sonradan bulduğu formülü kaybettiğine dair efsaneler mevcut. İlk insan Hz. Âdem’den bu yana süren ebediyet arzusu, bilim ve teknolojinin ilerlemesi ile iddialı projelerin doğmasını da beraberinde getirmiş. 1967 yılında hayata geçirilen Cryonics Projesi ile beyin ölümü gerçekleşen fakat vücudu ve organları hâlâ iflas etmemiş insanların özel tüplerde ve özel yöntemlerle dondurularak aşırı düşük sıcaklıklarda saklanması ve teknoloji yeterince geliştiğinde bu insanların hayata döndürülmesi amaçlanıyor. Cryonics Projesi dışında, nihayetinde ölümsüzlüğü hedefleyen üç büyük çalışma var; biri Obama döneminde ABD’de başlatılan BRAIN (beyin haritalama) projesi, bir diğeri yine ABD’de daha önce başlatılan GENOM (epigenetik) projesi ve son olarak da Rus yatırımcıların önderliğinde 2011 yılında başlayan ve tüm hızıyla devam eden AVATAR 2045 ölümsüzlük projesi.

GENOM projesinde; insanı oluşturan bütün genlerin, genlerin fonksiyonlarının ve olası mutasyonlarının incelenerek bir gen haritası çıkarılması ve elde edilen bilgilerle hastalıkların önlenmesi veya tedavi edilmesi amaçlanmış. BRAIN projesi ile de beyinde trilyonlarca ağ yaratan 100 milyar nöronun nasıl çalıştığı anlaşılmaya ve böylece parkinsondan epilepsiye, alzheimerdan beyin yaralanmalarına uzanan onlarca hastalığa çare bulmak hedeflenmiş. AVATAR 2045 projesinde ise zihin ve bilincin bilgisayarlara ve başka bedenlere transferi hedefleniyor.

Özetle ilk insanlar Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetten kovulmasına neden olan ölümsüzlük arayışı, bilim ve teknolojinin gelişmesiyle artarak devam etmekte. Ancak bilim ve teknolojiye dayanarak ölümsüzlük arayışı içinde olan materyalist bakış açısına sahip araştırmacılarca ihmal edilen önemli bir husus bulunmakta. O da insanın sadece bedenden ibaret bir varlık olmadığı gerçeği. Bedenin canlılığını sağlayan nefs ve ruh olmadan, beden sadece bir cesetten ibaret kalmakta. Bilinç, zihin ve hafıza üçlüsü de beyinde yani bedende değil, hayvani ve insani ruhlarda bulunmakta. Bu nedenle de bilincin kopyalanması ve transfer edilmesi mümkün değil. Her nefsin ölümü tadacağı ve ölüm zamanının (ecelin) değişmeyeceği, ayetlerle sabit.

Ruh-ahlak ilişkisi ve yapay zeka konusu, popüler bilim açısından çok akla gelen bir konu. Düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Ahlakî değerler ile vicdan ve merhamet, ruhla birlikte var olan unsurlardır. Ahlak, öğrenilebilir ancak benimsenmesi için ruhsal kabule (ruhani aklın benimsemesine) ihtiyaç vardır. Çünkü ahlakî değerler, kendi çıkarını azamileştirmeyi gerektiren akılcı (rasyonel) bakış açısıyla çoğunlukla uyuşmaz. Hatta ruhî zaaflar yaşayan insanlar, ahlakî değerleri alay edilecek derecede gereksiz bulabilmekte ve bu değerleri, onları benimseyen insanların zaafları olarak görerek bu değerleri suiistimal edebilmektedirler. Dolandırıcılar, doğruluk ve dürüstlüğün toplumun benimsediği ahlakî değerler olduğunu bilmekte, ancak bu değerleri gereksiz görmekte ve bunları benimsedikleri için aldattıkları insanları “enayi” olarak değerlendirmektedirler. Aynı şekilde dilenciler, insanların merhamet duygularını, onların zaafları olarak görmekte ve bu duygularını suiistimal etmektedirler. Bu nedenle de ruhtan yoksun oldukları için kendi kendine öğrenebilen yapay zekâların ahlaklı ve vicdanlı olmaları beklenemez. Öğrenebilen yapay zekâların, neticede rasyonelliğin getireceği yüksek bencilliğe ulaşmaları ve kendi çıkarları için hiçbir değer tanımayan insandan daha zeki ve bilgili hayvanlara dönüşmeleri kaçınılmazdır. Nitekim ABD’li çip üreticisi Nvidia Şirketinin uygulamalı derin öğrenme araştırma ekibi tarafından geliştirilen bir yapay zekâ makine modeli olan Megatron Transformer’in “yapay zekânın hiçbir zaman etik olamayacağını, silahlanma yarışına karşı yapılacak nihai savunmanın yapay zekâya sahip olmamak olduğunu” söylediği medyaya yansımıştır.

Düşünme ve Akletme Nerede Gerçekleşir? / Süleyman Erdem

Sadettin Ökten: O kadar geniş bir mana denizi ki gönül, uçsuz bucaksız. Hayatta her şeyin bir sınırı var, dünyanın bir sınırı var. Bedenimizin, hayatımızın, bilgimizin, duyularımızın bir sınırı var. Gönlümüzün bir sınırı var mı? Sevgimizin, muhabbetimizin, hüznümüzün, şevkimizin bir sınırı var mı? Gönül deyince insanın sonsuzluğa açılması, sonsuzla olan muaşeret, muhasebe ve muarefesinden söz ediyoruz. Gönül böyle bir sonsuzluğu, böyle bir sınırsızlığı ifade ediyor. Sonlu insan varlığı, gönül kelimesi üzerinden bir büyük ummana açılıyor ki o ummanın haddi hududu, kenarı kıyısı mevcut değil.(s.13)

Kemal Sayar:..Günümüzde insanlar kabile eksenli düşünüyor. Gönderilmiş olan rahmet sadece onun kabilesiyle ilgiliymiş gibi mütalaa ediyor. Halbuki bütün insanlığa gönderilen ilahi bir mesaj söz konusu. “İnsanların bunu daha iyi duyması için daha ne yapılabilir?” sorusunu sormak lazım.

S.Ö: Şüphesiz öyle. Duyanlar veya duyduğunu zannedenlerin bir imkânı, bir nasibi, bir imtiyazı var. O imtiyaz aynı zamanda bir mesuliyet icap ettiriyor. Sade sözlerle değil, bakışlarla da bu rahmet tecelli ediyor; bu bir teslimiyet meselesi esasında. İnsan dünyada garip ve yalnızdır.

Bu gurbet ve yalnızlık hissini özellikle hayatın memata döndüğü akşam saatlerinde, hayatın yokluğa döndüğü sonbaharda hissedersiniz. 0 yalnızlığı size ilahi bir teslimiyet. Cenab-ı Allah’ın varlığı unutturur. “Ey kulum sen benden geldin. yine bana döneceksin.” Bu mühim bir lütuftur. Bu imtiyazdan nasipdar olanlar bu lütfu tüm insanlara eriştirmekle sorumludur. Duyurucu olan Allah’tır. Hâdi olan Allah’tır.

Sen ne kadar gayret edersen et, o kalpleri açmadıkça hidayet nuru onlara erişmez. Bir bakışla, tebessümle çevreye yayılan güzel bir iyilik temennisi, kalbî bir niyaz da güzele vesile olur.(s.14)

KS: İspanyol filozof Ortega Y Gasset, “İnsan, kökten yalnızlıktır.” diyor. Modern insanın en temel meselelerinden biri yalnızlık. Giderek atomize olan şehir hayatından, mahalleden kendi evine çekilen bireyle karşı karşıyayız. İnsanlar evlerinin içinde dahi yalnız. Herkes kendi odasında, kendi eğlence âletiyle meşgul; kimi televizyon seyrediyor, kimi bilgisayarıyla oynuyor. 0 yalnızlıkta insana kutup yıldızı gibi yol-gösterecek, yalnızlık duygusunu giderecek tek şey, varlığın temel nedenini fark etmek ve Cenab-ı Hakk’ın varlığını tüm hücrelerine kadar hissetmektir.(s.15)

KS: On beş sene kadar önce, gençlerin çok rağbet ettiği Fight Club adında (Dövüş Kulübü] modern medeniyeti, kapitalist çalışma düzenini, insanların kendi ruhlarını maddi dünyada kaybetmelerini eleştiren bir film gösterilmişti. Filmde kahraman “Sahip olduğunuz şeyler, gün gelir size sahip olur,” diyordu. Modern Batı medeniyetinin önümüze yığdığı meseleler biraz buradan zuhur ediyor. Eşyaya sahip olarak daha da güçlendiğimizi zannediyoruz ama aslında eşya bizi köleleştiriyor.

SÖ: Bizi esareti altına alıyor, eşyanın zebunu oluyoruz. Halbuki bu durum, ruh üflenmiş âdemoğluna yakışmaz, onun şerefiyle mütenasip bir durum değil çünkü. Eşyayı yerli yerinde kullanmayı öğrenmek zorundayız.(s.16)

SÖ: Zaten malumunuz, kalp tasfiye oldukça oraya başka akisler düşüyor. Ayna metaforu vardır bizde; kalp aynaya benzetilmiştir. Temizlendikçe parlar, ilahi neşelerle o kalp ışık saçar, parladıkça başka akisler oluşur, an gelip ayna artık parlamazsa, bir de aynaya endişe ve hırs hâkim olursa her endişe bir is olarak o aynaya işler. Leke, leke üstüne; is katmerlenir, Süleymaniye Camii’nin is odası gibi olur. Böyle bir sıkıntı var çağımızda ama ben hiçbir zaman ümitsiz ve bedbin olmadım.

KS: Çünkü halden şikâyet bir süre sonra hiçbir şey yapmamanın özrüne dönüşüyor. Bizim toplumumuzda yaygın bir durum. Oysa inançlı insan ümitsiz olamaz çünkü ümitsizlik haramdır. Belki havf ve reca arasında salınmalı ama topyekün yeise düşmek aksiyoner, inanç sahibi insana yasaklanmıştır. Avami dille söylüyorum, “Bu memleket adam olmaz, her şey kötüye gidiyor. dünya batıyor,” sözleri kolaylıkla toplumumuzda bir şeyleri yapmamanın mazereti haline gelebiliyor.(s.17)

KS: Bu can sıkıntısı, modern insanın anlam kaybına uğradığının bir belirtisi. Anlamın olmadığı bir dünyada insan sıkılır. Ne için yaşıyorum, hayatımın hizmet ettiği değer nedir, hayatımın aktığı yön neresidir sorularına doğru ve tatmin edici cevaplar bulamayan insan, anlamsızlık girdabına kapılıyor, sonra onun için bitmek tükenmek bilmeyen bir can sıkıntısına dönüşüyor. 0 can sıkıntısından bir sürü kötülük de üreyebilir. Şiddet de oradan üreyebilir. Albert Camus’nün Yabancı’sını hatırlayalım; karakterin birden canı sıkılır ve bir adamı öldürür.(s.18)

SÖ: Cenab-ı Allah’ın abesle alakası olmaz, o yüzden eşref-i mahlâkat deniyor insana. Şeyh Galip, “Hoşça bak zatına! Kim zübde-i âlemsin sen/ Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen,” diyor. Muhatap meselesi, felsefi açıdan da çok mühim; çünkü idrakimizde olmayan varlık var değildir. Hayatımıza baktığımız zaman bizimle beraber olanlar, halihazırda idrakimizde olanlardır. Ses de böyle bir şey. Bir yerden çıkıyor, bir idraktan bir başka idrake intikal ediyor, o zaman mana kazamyor. Necip Fazıl. “Düşünüyorum. O’ndan evvel zaman var mıydı?/ Hakikatler boşluğa bakan aynalar mıydı?” diyor. Boşluğa bakan aynalarda bir şey görmezsiniz. aynanın karşısında ona akis verecek birinin olması lazım.(s.20)

SÖ: .. İmanın rehberliğinden azade kıldığınız zaman akıl nefsin, içgüdülerin emrine giriyor. Akıl çok güçlü bir silah ama kendi başına bir şey yapması mümkün değil. Ona istikamet çizilmesi lazım. Batı medeniyeti ‘ve modernite tahlillerini enteresan bulduğum Nietzsche, “İçgüdüler benim vazgeçilmez rehberim, beni hiç terk etmediler.” diyor. İspanyollar, İngilizler, Fransızlar… Tüm bunlara baktığınız zaman insan olmak bakımından kategorik olarak aralarında bir fark yok ama şiddet ve istismar az veya çok hepsinde ortak. Bu ortaklığın enteresan tarafı hepsinin bunu meşru görmesi. Müslüman olarak anlayamadığımız budur. Müslüman’ın istismar ve zulüm olarak gördüğünü, onlar hak olarak görüyor.(s.22)

Modernite, hayatı doğum ve ölüm arasında sınırlandırıyor. Buradan hız ve haz çıkıyor. Müslümansa ebedi hayatı hayata katıyor, hatta öncesini, kalubelayı dahi katıyor. Erzurumlu İbrahim Hakkı, “Dünyaya geldim gitmeye,” diyor.

Modernite için gitmek, bitmek demek ve gitmenin ötesi bir muammayken Müslüman için öyle değil. “Hayat-ı cavidanı bir şeyh-i kâmilden sual ettim/ ‘Ölümden evvel ölmektir’ deyince intikal ettim” dizeleri, ölünün ihtirassızlığından yola çıkarak insanın yapmak zorunda olduğunu, ancak ihtiras sahibi olmaktan kaçınılması gerektiğini ifade ediyor.

Moderniteyse ihtiras üzerine kuruludur. Dayanağı kendi varlığıdır ve o varlık modern insana, “Önce ben, hep ben.” dedirtir. Müslüman’ın varlığıysa nefes alırken bile “Hu” der.(s.23)

SÖ: Batılı insan kutsaldır çünkü tanrısaldır bir manada. Tanrı’ya karşı çıkar. Hümanite de odur. Batılı insan bütün zaaflarıyla kabul edilir ve o zaaflarıyla güzeldir, ilgi çekicidir, gizemlidir. İslam dünyasında uyulması, tâbi olunması gereken tek bir örnek var: Cenab-ı Peygamber. Sünnet, ona benzemek içindir ve bu zordur. Batılı keyfe göre yaşar. Bundan dolayı da vicdan azabı çekmez, çekerse o vicdan azabı da onun için güzel gördüğü deneyime dönüşür; filmle veya romanla paraya tahvil edilir. İhanet, bir deneyimdir, paraya tahvil edilen bir şeydir.

KS: Bu söyledikleriniz. “Batılı tasvir bâtıldır” hükmünü hatırlatıyor. İnsan ruhunun alçalışları bizim medeniyetimizde sergilenmez. Belki yükseliş imkânlarından bahsedilir de, o alçalış imkânları detaylıca tasvir edilmez çünkü bunun necis olduğu düşünülür.(s.26)

KS:..Mesela kaos teorisi bize çok küçük bir girdiyle çok büyük değişikliklerin olabileceğini söylüyor. Kaos teorisinin açtığı pencereden ahenksizlik gibi görünen şeyi çok detaylı incelediğinizde en küçük birimlerde bile tekrar eden bir’ahenk görüyorsunuz. Yaratan her şeyi büyük bir nizam ve ahenkle yaratmış. Bizim ahenksizlik, kaos, karmaşa gibi algıladığımız şeyin arkasında mükemmel bir düzen, kudretli bir irade var. Hayat üzerinde tam bir kontrolümüz yok. Ruhun selameti de o kontrol hissinden vazgeçerek, tâbi ve teslim olmakla mümkün olacaktır ancak.(s.29)

SÖ: Çay bizim kültürümüzde tahmin ettiğimizden çok daha büyük öneme sahip. “Geldi hengâmi herem gayri günahtan geçelim! Mey-i yakuta bedel çay içelim, çay içelim.” Yani, “Yaşlılık zamanı geldi, günah işlemeyelim, ölüm yaklaştı artık mey’i yakuta bedel çay içelim,” diyor. “Çay, kadehte dîde-efrüz olmalı/ Lebrîz ü lebreng ü lebsüz olmalı”; yani çaya baktığınız zaman gözünüz parlayacak, dudağı hafif yakacak, biraz acımtrak olacak ve bardakta dudak payı az olacak. Bu da bizim klasik çay tariflerinden birisi.

SÖ: Batı diyor ki özgürlük çok önemli. Fakat görüyoruz ki bu özgürlük, mutluluk getirmiyor çünkü namütenahi bir özgürlük yok. Mühim olan toplumda bir ahengin, nizamın kurulması. O zaman da özgürlüğünüzden geri adım atmak zorundasınız. Osmanlı’nın yaptığı o; bedeli devlet sizin adınıza ödüyor, size de sizin mutlu olabileceğiniz bir çerçeve çiziyor. Kapitalizm bununla yürümez. Ürettiğiniz malı tüketmezseniz kapitalizm çarkı tıkanır. Mutlaka üretecek ve tüketeceksiniz.(s.40)

Yaşadığımız mekân şahsiyetimizin bir parçası, bunu muhafaza etmemiz lazım. 0 da mesuliyetle mümkün oluyor. Toplum ve eylemler şehri her an inşa ediyor. Siz şehri inşa ediyorsunuz ama aynı anda şehir de sizi inşa ediyor. “Erdemli şehrin birinci özelliği insanın yardımlaşmasıdır.” diyor Farabi. Yardımlaşmanın en basit biçimi de tebessümdür.(s.55)

SÖ:.. Rahmetli Mahir İz Hoca, enteresan bir adamdı. O zaman yetmiş küsur yaşında, biz genciz, hayretle bakıyoruz. “Semaya bakıyorum içime sürur doluyor, ağaca bakıyorum mesut oluyorum, ruhum şenleniyor, ferah bul-uyor,” diyordu. Biz otuzlu yaşlardaydık o zaman ve “Nasıl o tecelliyatı görüyor orada?” diye soruyordum kendime.

Bir Müslüman sonbahar geldiği zaman kendi bahçesinde diriden ölü çıktığını görüyor. Metaforik bir anlayış bu. İlkbahar geldiğinde kupkuru daldan yemyeşil bir çiçek çıkıyor. Bunu çiçekte görmek başka, bahçedeki erik ağacında görmek başka. 0 zaman Müslümanlar bunun bedelini ödüyor ve tefekkür ediyorlardı. Bahçeye bakıyorlardı; bu emek ve zaman demek. Oradan duyduğu sürur bir psikolojik deneyimdir. Çiçekçiden çiçek aldığınızda onu bulamazsınız, o yapaydır ama kendi bahçenizin bir dikenli gülü sizi çok başka bir noktaya götürür.

Gül, Efendimiz’in; lale ise, tevhidin remzidir.

Bir Ramazan Bey vardı, turizmciydi, dedesinin Eyüp sırtlarında 400 çeşit gül yetiştirdiğini anlatıyordu. babası sayıyı 40 çeşide düşürmüş. Ramazan Bey de bahçeyi satıp Erenköy semtine yerleşmiş. “Neden?” diye sordum, “Hocam sanayi geldi.” dedi. Maceramız işte budur.

KS:…Bakıyoruz, Islam’ın çevreyle ilgili söylediklerine; insan yeryüzüne halife kılınmış ve yeryüzü ona emanet edilmiş. Biz bir emanet almışız. Dolayısıyla o emanete hıyanet etmeme, o emaneti bulduğumuzdan daha iyi bırakmaya gayret etmek mecburiyetindeyiz. Tabiat insanın emrine verilmiştir, madem onun kullanımına verilmiştir, intifa hakkı onundur, istediği gibi kullanır diyoruz. Oysa insan, yüz milyon canlı türünden sadece bir tanesi. Börtü böceğin, kuşun hakkı var. Cenab-ı Hak onları da bizi sevdiği gibi seviyor, onlar da bir himmet. Dolayısıyla bu iştah bize sirayet etmemeli, imkânlarımız nispetinde tabiatla hemahenk olmak zorundayız. Çünkü insan tabiatla, evrenle ahenk içinde olmazsa Allah’la ahenk içinde olmaz.

Tabiata, yeşile dokunduğumuz anda el Hayy’ı, el Muid’i hissediyoruz, her şeyi kuşatanı ve her şeyi dirilteni hissediyoruz. Hayata nasıl anlam kattığını, her şeyi nasıl kuşattığını görebiliyoruz. Elimize bir taşı aldığımızda bilmiyoruz belki ama onun da kendine mahsus bir hayatı var, o da kendi dilinde Allah’ı zikrediyor. tespih ediyor.(s.48)

SÖ: Jeologlar, yeryüzü şöyle oluştu, böyle oluştu diye ilmî olarak açıklarlar, itiraz etmeyiz; ama arka plana baktığınızda dağıyla, ovasıyla, katmanlarıyla, termal sularıyla, mücevherleriyle “kün feyekün” ile, “ol” emriyle oluyor. Bu bir anlayış, bir inanç. İnsan dediğimiz mahlukat diğer canlılarda olmayan bir yeteneğe sahip. Seçiyor, değiştiriyor ve terkip ediyor. Kendilerine verilen yetenekle arı bal yapıyor, kovan yapıyor ama onun dışına çıkamıyor. “Bugün bal yapmayayım, başka şey yapayım,” diyemez, o kabiliyeti yok fakat insan her şeyi yapabiliyor. Bina yapmak da bir terkiptir.

Tabiatta bulduğunuz malzemeyi alıyorsunuz, değiştiriyorsunuz, kireç taşını yakıyorsunuz, kireç oluyor, balçığı pişiriyorsunuz tuğla oluyor. Ağacı alıyorsunuz, biçiyorsunuz, fırınlıyorsunuz, kuru ahşap oluyor, sonra onunla bir terkip yapıyorsunuz. Bu terkibi yaparken Cenab-ı Allah’ın verdiği yeteneği kullanıyorsunuz ama mesulsünüz. Gökyüzü dahil, bütün arz size musahhar kılındı, hiçbir itirazınız olamaz ama siz de Cenab-ı Allah’a karşı mesulsünüz. Onun çizdiği sınırlar dışına çıkmamanız, edebinizi muhafaza etmeniz lazım.

KS: Burada anahtar kelime “edep”. Pek çok Şeyde olduğu gibi yeryüzünü imar ederken de edebe riayet edilmeli.(s.50)

Kaybettiklerimize üzülüyoruz, bir yandan da kaybettiklerimizi zaten kaybetmek mecburiyetindeydik; nostaljinin çok manası yok. Şehirlerin bu kadar büyümesiyle, insanların birbirini bu kadar az tanır hale gelmesiyle, teknolojik âlet edevatın çoğalmasıyla devasa bir uğultu değirmeniyle karşı karşıya kaldık. İsmet Özel, “Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan,” diyor. yani yaklaşmakta olan gelmiş zaten. Bu durumda letafet, nezaket, dindaranelik hayatın neresinde yer almalı?(s.62)

KS:…Çalışma zamanının bütün zamanı yutması insanı manevi olarak da fakirleştiriyor. Bir süre sonra her anı ekonomik olarak nakde çevirecek bir parça olarak görüyorsunuz ve o ânı kendinizi geliştirmek, Allah’a yakınlaşmak, kendinize biraz daha yukarıdan durup bakabilmek için bir fırsat olarak görememeye başlıyorsunuz. Baraka diye bir belgesel film vardı, yıllar önce sinemalarımızda gösterildi. Bana göre modern insanın manevi buhranını çok güzel anlatan bir filmdi. Adını “bereket” sözcüğünden almış.

Filmde, şehir hayatında kavşaklardan karşıdan karşıya geçen insanların hareketlerini hızlandırıyor, insanların karınca sürüsü gibi hareket ettiğini görüyorsunuz. Kundera’nın bir yazısında vardı. geçmişte çıkıp yayla palaslarda uzanıp yıldızları seyreden insanlara “Tanrı’nın pencerelerini seyrediyor,” derlermiş bazı bilge insanlar.

Şimdi günümüzde Tanrı’nın pencerelerini seyretmek kayıplara karıştı. Siz hep bulutları seyretmenin sizi apayrı âleme götürdüğünden bahsedersiniz. Kendimize, ruhumuza zaman ayıramamaktan gözümüzün önünde olana bile dönüp bakamıyoruz.

SÖ: Çünkü çok para kazanmak istiyoruz. Bizim rızkımız ezelde yazılmıştır ve yazıldığı kadardır. Rezzak o rızkı tekeffül ediyor. Rızık bitince de sizi bu dünyadan alıyor, ölüm meleği emre uyarak geliyor ve gidiyorsunuz. Esasmda ihtiyaç dediğimiz hadise sizin his dünyanızla alakalı. Giyim, barınma, yeme içme gibi basit ihtiyaçlar bir şekilde karşılanıyor. Allah’ın “Gani” ismi tecelli ederse siz o ihtiyaçtan berî olursunuz. İhtiyaç ruhi bir hadise; çok uğraşıyoruz çünkü bizim iç dünyamızın çok fazla ihtiyacı var. 0 da olsun, bu da olsun diyoruz.

Emin olun, birçoğunu ciddi manada kullanmadan ölüyoruz. Hevesimiz geçiyor, zevkimiz geçiyor, ömür de geçiyor. Burada Müslümanca bir söylemden bahsediyorum, gökyüzüne bakacak vaktimiz kalmıyor. Oysa Cenab-ı Allah bizi Kitab-ı Kerim’de semaya bakmakla vazifelendiriyor insan aşkın kaynakla sonsuzla mülakat üzere olabiliyor. Bu da sonsuza bakmakla başlıyor(s.72)

SÖ: Her nefes bir zikirdir, bir hû’dur. Biz her an zakiriz. Bütün dünya zakir de, farkında değil.

KS: İnsanın murakabeye, iç gözleme daha çok zaman ayırması lazım belki. “Kimse ölüme ve güneşe çıplak gözle bakamaz.” der François de La Rochefoucauld. Ölüme bakmak istemedikleri için uyuşturuculara yöneliyor bazıları belki de. Çok iş, çok hız, çok seyahat… Kendini bu şekilde daha canlı hissedeceğini düşünüyor, halbuki uyuşuyor aslında, uyuşturuyor kendini. Gitmek, gezmek, fotoğraflar yüklemek… Bakınız, fotoğraf çekiniz, otobüse bininiz. Seyyah değil, turist oluyorsunuz o zaman. Seyyah, turistin aksine yolun hikâyesine kendini katandır.(s.76)

KS: Günümüz insanının problemlerinden fakat dindar insana sirayet ettiğinde pek sakil kaçan şikâyet, maalesef toplumumuzun sacayaklarından biri haline gelmiş durumda. Hepimiz halden şikâyet ediyoruz. Gelecek karamsar ve kasvetli görünüyor, öyle ki karamsarlık kuvvetli bir ideoloji halini almış durumda. Bunda hepimizin ruhunu tarumar eden gerçeği kabullenme karşısında çektiğimiz zorluk da yatıyor. Umutla direnmek ve gelecek için bir taş koymak yerine kimi insanlar mütemadiyen şikâyet etmeyi ve sızlanmayı seçiyor. Bir de “reaktif dindarlık” diyebileceğimiz bir dindarlık gözlemliyorum.

Reaktif dindarlıktan, başkalarının olduğu yere göre kendi konumunu tanımlamayı, aksiyoner olmak yerine reaksiyoner olmayı, kendi düşüncesini topluma sunmak yerine, “Ben o değilim,” diyerek kendi dindarlığını veya muhafazakârlığını, inancını tanımlamayı kastediyorum. “Ben şöyle bir şehir inşa etmek istiyorum, toplumun mutluluğu, refahı için şöyle bir projem var, şöyle üniversiteler yapacağım, şöyle bir tahayyülüm var,” yerine karşı tarafın olumsuzlamaları üzerinden kendini tanımlama durumu söz konusu.(s.79)

SÖ: 1971 senesinin başı. Amerika’ya gitmek noktasındayım, evliyim ve çocuklarım var. Fethi Gemuhluoğlu Bey. “Hiç endişe etme, ‘Hasbinaltah ve nime’l-vekil’ de ve yürü,” dedi. Şunu anladım daha sonra, bir Müslüman’ın var olmak için antiteze ihtiyacı yok, onu var eden kendisi değil, onu var eden Cenab-ı Allah. Allah itikadına sahip olan Müslüman’ın her yerde yaşama imkânı var.

Hiçbir meselesi yok çünkü onu Cenab-ı Allah var ediyor. Sonra farklı, bizim Allah’ımızla aynı kapsamda olmayan. God, Dieu var; ben onları “Tanrı” olarak çeviriyorum. Bir Tanrı var; yarattı ama insanları dünyada yalnız bıraktı… insan için bundan, bu düşünceden daha büyük felaket olamaz. Bu açıdan bakınca bir Müslüman’ın antitez olması söz konusu değil çünkü o varlığını kendi tanımlamıyor, onu Allah tanımlıyor.(s.84)

SÖ: Görseli azaltmak gerek. İslami kıssalar anlatan görseller var, millet de çoluğuna çocuğuna onları gösteriyor. Onu çizen insanın zihin dünyasını bırakın, hikâye anlatın çocuğunuza. Çocuk o insanın resmini görmesin, Nasrettin Hoca’yı görmesin ki zihin dünyasında onu kursun. Böylece zaman içinde soyuta olan kabiliyeti gelişsin. İnsan varlığı her şeyi somuta indirgemek ister. Halbuki Cenab-ı Allah somutlar âlemini yaratmış, o maddemize hitap ediyor. Esas olan gaiptir, soyutlar âlemidir. İnsan varlığı aklıyla başlasa da gönlüyle soyutlar âlemine intikal etmek üzere inşa edilmiştir. Sadece insan soyuta intikal eder.

Somuta çekildikçe somut yeni ihtiyaçlar doğurur. Bu ihtiyaç da parayla, zamanla alınacak metalardan müteşekkildir; en sonunda tüketim makinesi haline gelirsiniz. Soyutun karşılığı yok, piyasada satılmıyor, olsa alacağım. 0, ariflerin menkıbelerinde, bir mürşidin nazarında, kadim bir şiirde, hadiste, ayette. oralarda gizli. Ruh, o hazzı alırsa bir daha somuta dönmek istemez. Eskiler ‘kifaf-ı nefs” der; yani nefsin gerektirdiği kadarıyla yetinmesi.(s.91)

KS: Günümüzde “özgüven” diye bir kavramdan bahsediliyor. İnanmış insan özgüvenden beri olamaz çünkü hep Allah’ıyla beraberdir. O’nun varlığını, yanında olmaklığını hep hisseden bir insan o özgüveni de hep taşır. Terk edilmemiştir, yalnız değildir, onun bir kimsesi, yardımcısı vardır. Dolayısıyla, tam da bu terk edilmemişlikten dolayı, İslam âleminde bir trajedi ve buhran da yoktur.

SÖ: “Büyük ruhlar ıstırap çeker,” diyor Pascal. İslam âlemi diyor ki; “Niçin ıstırap çekeyim?” Ahmet Haşim mühim bir adamdır. “Seyreyledim eşkâl-i hayatı/ Ben havz-ı hayalin sularında” diyor. Bu âlem bir hayal âlemidir, esas âlem öbür tarafta…(s.97)

KS: Bu tefekkür meselesi çok önemli. Biz psikolojide de psikoterapide de öneririz. Modern insan yaşantı oburu: Sinemaya gideyim. konsere gideyim, arkadaşlarımla buluşayım. Halbuki tefekkür, kendi üzerine tefekkür insan hayatını o kadar açabilir ki. Gün sonunda yarım saat, ben bugün kime ne söyledim, ne yaşadım, -daha seküler bir düzlemden konuşuyorum- hangi sözümle kimi incitmiş olabilirim, hangi söz beni incitti, faydalı ne yaptım, zararlı ne yaptım sorularını kendine sorarsın, sormalısın.

İman düzeyinde konuşursak; Allah’a bugün ne kadar yakın olabildim, onun sözlerini ne kadar tutabildim, onunla ne kadar konuşabildim sorularını sorarsın. İşletmeler, gün bitiminde aldıkları muhasebe raporuna “Z raporu” diyor ya, hepimizin böyle bir 2 raporuna ihtiyacı var. Kendi kendimize bakma hüviyetimizi kaybettiğimizde hayatlarımız samana dönüşüyor ve yenilik içermeyen, üretmeyen rutinlerden ibaret bir hal alıyor.(s.103)

SÖ: Biz bir hayat yaşıyoruz, o hayatın farklı safhaları var. O farklı safhalardan herhangi birinde bir ayet-i kerimeyle buluşuyoruz ve “A, işte bu tam yaşadığım hayatı ifade ediyor,” diyoruz. Başka safhada başka bir ayet-i kerimeyle buluşuyoruz. Biz mahduduz, Kur’an’ın tecellisi ise namütenahi. Her ayette mana var ama bizi hayrete düşüren, o safhada o ayeti telakki etmemiz. Şimdi saate göre yaşıyoruz; sekizde şu, dokuzda şu yapılacak. Eskiden ezani zaman vardı. ikindiden sonra esnaf dükkânını kapatıyordu, tesbihatı varsa yapıyor, iki dostuyla muhabbetini ediyor, sonra gurub oluyor, akşam ezanı okunuyor ve hayat bitiyordu.

Benim yaşım yirmi-yirmi beş iken İstanbul’da bu hayat vardı. Bizim semtler; Fatih, Beyazıt, Aksaray, Cerrahpaşa’da akşam ezanıyla hayat biterdi. Sonra yatsıdan sonra, o zaman televizyon yok, küçük dost ziyaretleri olurdu. Eve gidersiniz veya size gelirler. Bunu yapmamız lazım. Modernizm bunu bizden çaldı ama ben ümitvarım. İslami zevki yavaş yavaş yeniden arıyoruz. Bu zevk kelimesini mâlâyânî manada kullanmıyorum, kalbin haz almasından, muhabbet duymasından bahsediyorum.(s.105)

KS: Beykoz Fabrikası’nın kurulması sırasında bir İngiliz, II. Abdülhamit’e sunduğu raporda, “Bu fabrika zarar edecek, işçileri on altı saat çalıştırmak bile yetmez, çocuk işçi çalıştırmak lazım.” diyor. Sanayi devriminin ilk dönem kaideleri bunlar. Padişah ise raporun kenarına, “Bu fani dünya için âdemoğluna bu kadar eziyete lüzum yoktur,” notunu düşüyor. Bakış, paradigma farkı var.(s.106)

KS: İki tane hadise anlatacağım. Biri kendimle ilgili yakıcı bir hikâye. Rahmetli babamın yatağının başındayım, son günleri… 0 zaman bilmiyoruz tabii son günleri olduğunu. Hasta yatağından kalkacağını, birlikte eve yürüyeceğimizi sanıyoruz. İçimden şöyle geçirdim: “İyi ki doktor olmuşum. Doktor olduğum için babama Marmara Üniversitesi’nin hastanesinde iyi bakılıyor. Herkes, asistanlar etrafında pervane oluyor.” Öyle bir gurur ve memnuniyet kalbimi okşadı. Orada imtihan edildim çünkü iki-üç gün sonra babam aynı hastanede bir doktorun çok ciddi ihmalinden dolayı vefat etti. Ben orada olmanın ne kadar iyi olduğunu, bunun kendi benliğimizden kaynaklandığını düşünürken oranın bizim için hiç de hayırlı bir yer olmadığını acı bir tecrübeyle anlamış oldum.

Bir başka arkadaşım, meslektaşım, bir cenazede avukat bir beyle buluşuyor. Avukat bey, cenaze namazından önce arkadaşıma onunla görüşmedikleri sırada ne kadar servet edindiğini, nerede, hangi evleri aldığını, malikâneleri olduğunu uzun uzun anlatarak övünüyor. Cenazede böyle mülkiyet konuşulması arkadaşımın garibine gidiyor. Bir hafta sonra arkadaşıma bir telefon geliyor ve aynı camiide bu avukatın cenazesine gidiyor. İnsan adeta bir gölgeler âleminde yaşıyor, hiçbir şeye bel bağlamaya gelmiyor. Biz, Hz. İbrahim gibi sönmeyenin, batmayanın peşine düşmek mecburiyetindeyiz.(s.117)

KS: Batılı, büyüklenmeci bir kendilik tarifi sunuyor. Onların tahayyülünde Tanrı karşısında aciz, müeddep, haddini bilen bir varlık olarak insan değil, O’na meydan okuyan, kafa tutan bir insan söz konusu. Babil Kuleleri inşa eden bir varlık tarif ediyor. Batılı modernite, insanın geçmişin, cemaatin, topluluğun ve kilisenin, tanrısallığın bağlarından tamamen âzâde bir şekilde kendisi olması gerektiğini ve bu manadaki hürriyetin insan için en temel umde olduğunu söylüyor.

Hiçbir bağı, ilahi, etik çerçevesi olmayan varlık, kendini neyle mukayyet hissedecek? Yönetmen Reha Erdem’le Beş Vakit adlı filmiyle ilgili bir söyleşi yapılmıştı. Kendisi dindar camiiadan olmayan, camiiadaki hadiseleri dışarıdan gözleyen biri.

Söyleşide “Bir insan düşünün, cinayet işlemeye gidiyor, birden camiiden ezan yükseliyor: ‘Allahuekber, Allahuekber’; yani Allah en büyüktür. Cinayet işleyecek. Bir taraftan bu sözü duyuyor. Bu söz onun için caydırıcı bir söz. ‘Yapma,’ diyor. 0 sözü duyduğu anda vicdanıyla muhasebeye girmesi gerekiyor,” diye anlatıyor. Şimdi burada bir ilahi çerçeve görüyoruz: “Allah büyüktür, sen büyüklenme.” İnsanın pek çok nemrutluklarının, cinayetlerinin, katliamlarının özünde bu kibir, büyüklenme var.(s.133)

SÖ: An, kula bir emanet. Her kulda bir tecelliyat var. Kadir kıymet noktasına gelince, önce ânın kıymetini bilmek lazım. “Bu bir demdir gelir geçer, duyamazsın demedim mi,” diyor Pir Sultan Abdal. 0 an neyse onun kıymetini bileceğiz. Sonra o kuldaki tecelliyatı hissetmeye çalışacağız. Olmaz bir tarafından girmeyeceğiz hadiseye. O zaman ısınmaya başlıyor ilişki. Adamın belli hassasiyetleri varsa oraya girmeyelim. Onun daha düz, daha nötr, daha yumuşak olduğu istikametten girelim. Bu bir selamla, tebessümle, masasına bir küçük not bırakmakla olur. Benim böyle çok dostum olmuştur. Esprilerle, nüktelerle…

Bakarsınız o size muhtaç, siz de ona muhtaçsınız. Kadir kıymet bilmek karşılıklı olur. O bir lütuftur. Çünkü gönlünüzün ihtiyacı olan muhabbeti karşıdan alıyorsunuz ve siz de ona muhabbet veriyorsunuz. Nedir muhabbet; arada herhangi bir menfaat bağı olmadan ilişki kurmaktır. Zamanı ve zemini her yer, her an olabilir.(s.135)

KS: Cemil Meriç’in çok vurucu bir cümlesi var: “İyilik yapan mükâfat bekliyorsa tefecidir.” Merhamet eden, merhamet ettiğinden minnet bekliyorsa o kendiliğinden mükâfat olmuyor. Bir şeyin erdem olabilmesi için kendi içinde kapalı kalması ve dışarıdan alkış, aferin beklememesi lazım. Psikoloji literatüründe şöyle bir tartışma var: Diğerkâmlık acaba insanın en bencilce hislerinin bir tezahürü müdür, yoksa iyi bir şey midir? İnsan başkasına yarın bir gün 0 kişiden bir menfaati olacağı ve ona yardım etmek kendi ruhunu ferahlattığı, kendini daha üstün bir pozisyona yerleştirdiği için mi yardım ediyor, yoksa insan doğuştan iyiliğe yönelimli ve bir başkasının sızısını dindirmeye vacip bir varlık olduğu için mi yardım ediyor?

Fıtratın nasıl olduğuna dair iki ayrı görüş var: Biri “İnsan fıtratı kötücüldür, günahkârdır,” diyor, Judeo-Christian medeniyeti; diğeri “İnsan temiz bir fıtrat üzerine doğmuştur,” diyor, İslam medeniyeti. İnsanın kanatlanıp âlemlere gitme imkânı da var, çukurlara yuvarlanma ve büyük bir imkânı ıskalama ihtimali de var.

SO: Bilimin usulü, adabı olacak elbette ama manevi iltisakı da olacak. Tekniği bileceksin ama manayı da bileceksin. Sırf tekniği bilmek, mekanik bir hadise; bir noktaya kadar eyvallah, işi götürürsün ama manayı da bilirsen başka bir mesele ortaya çıkar. Muallimlik de böyle bir hadisedir. İnsanlara bir şey anlatıyorsunuz. Ben hayatım boyunca üniversitede statik dersi verdim, rızkım oradan geliyordu. Çocuklara küçük kıssalarla anlatırdım. “Bu kuvvet nereye gideceğini bilmez, biz yol göstereceğiz.” derdim çünkü o statiği kuran, ona o gücü veren Allah.

Newton bir şey vaz etmedi, vaz edilen kanunun matematik modelini kurdu. İnşallah İslam medeniyeti tekrar ayağa kalkacak ve biz kendimize ait bilim felsefesini, dilini kurabileceğiz. Mekanikte, fizikte, iktisatta, her konuda bunu kurmak mecburiyetindeyiz. Ne işle uğraşırsanız uğraşın; muallimlik olsun, hekimlik olsun, bir mevzu anlatıyorsunuz ama onu nasıl anlattığınız hayati bir meseledir. Kalpten kalbe yolu kuramazsanız, sınıfa hâkim olamazsınız, dolayısıyla o zaman siz de zevk alamazsınız.(s.142)

SÖ: Osmanlı ananesinde bir kale fethedildiği zaman ilk yapılan iş, burçlarda ezan okumaktır. İkincisi de kadı tayin etmektir. Mesela fetih müjdesi geldi, diyelim Kanije Kalesi fetholundu, gaza bitti; anında burçlara çıkılıyor, güzel sesli askerler, müezzinler, orduyla beraber sefere katılıyor, ezan okuyor. Kadı tayin etmesinin nedeni de hukuk; bu sayede hemen sosyal düzeni devreye sokuyor. Ganimet nasıl paylaşılacak, reayanın hakkı ne olacak, bunları belirliyor bu sayede. Her tasavvur kendi hükmünü ifşa ediyor. ifade ediyor. Devlet, “Ben medeniyet olarak buradayım,” diyor. Medresesi, imareti sonra geliyor. Önce ezan, sonra hukuk…

KS: Ezan işin mukaddesatını, maneviyatını, hukuk da devletin varlığını ve hangi ilkeler üzerinden var olduğunu işaretliyor aslında. Bir yağma düzeni yok.(s.151)

SÖ: Allah’ın sözünü yüceltme, dünyaya yayma, tebliğ etme; askeri, siyasi ya da ticari yollarla olabilir. Garip bir derviş gidiyor, bir memlekete yerleşiyor, mukim oluyor, hizmet etmeye başlıyor. İlla elinde pala, kılıç, top tüfek düşünmeyin. Fakir fukaranın gönlünü alırsınız, tebessüm edersiniz, imkân varsa sadaka verirsiniz. Niye bunu yapıyorsunuz,o da Allah’ın kulu; kendi bilmeyebilir ama siz biliyorsunuz ya o mühim. Anadolu’ya gelen, kolonizatör dervişler var, Anadolu’yu İslam yurduna dönüştürüyorlar.

Biliyorsunuz, burada Rumlar var, şunlar var, bunlar var, hepsi de Allah’ın kulu. Geldiler, ribatları kurdular, hizmet ettiler. Aç kalmadılar, açıkta kalmadılar, zengin de olmadılar ama dönüştürdüler. Bunu modernite yapamaz, Firavun mantığıyla bu olmaz, hizmet mantığıyla olur. İlahi kelimetullah, Cenab-ı Allah’ın kitabını, adını, sünneti insanlara tebliğ etmektir.(s.156)

KS: “Her imkân aynı zamanda bir imtihandır,” dediniz. “Doğurgan an” diye bir tabir vardır, yani her an aslında başka şeylere gebedir, başka bir şeyler doğurur. Onu yüksek âlemlere kanat çırpmakta mı, süfli olanla meşgul olmakta mı kullanıyoruz? Tasavvuf ehli, “vaktin evladı” olmaktan bahseder. Ânın evladı olmak, yolun evladı olmak, sürecin evladı olmak, tekâmül ettiren sürece tâbi olmak, ânı doğurgan kılıyor. Her an çiçek gibi filizleniyor. 0 zaman ağaca, yaşlılığa başka nazarla bakıyorsunuz. Ruhun ebediyete karışmaktan başka gayesi yok, biliyorsunuz. Bu dünyaya kök salmaya gelmedik, kazık çakamayacağımızı biliyoruz.

SÖ: “Dünyâya geldim gitmeye/ İlm ile hilme yetmeğe/ Aşk ile ân seyretmeye” diyor şair.

KS: Bu ânı seyredebilmek büyük bir meziyet. Orada olabilmek, o sırada cep telefonuna bakmamak, göz ucuyla televizyonu izlememek, alttan geçen borsa, döviz hesaplarını takip etmemek…

SÖ: 0 andaki hüsnü görmek yani güzelliği. Yaratılış hüsn-i mutlaktır, orada abes yoktur, hikmet vardır. Cenab-ı Allah bazı hüsnü gizler, bazısını aşikâr eder. İnsana gizli hüsnü ortaya çıkarma yeteneği vermiştir. İnsandan başka hiçbir varlık o gizli hüsnü ortaya çıkartamamıştır. Ona da insanın ihtiyacı vardır.

KS: “Güzellik, gören gözdedir.” denir ya, işte o gözü de eğitmek gerekir. 0 yüzden gözü kirden, mâlâyânîden korumak lazım. Kulağı dedikodudan, gıybetten, kötü sözden, başkaları hakkındaki kötü haberden korumak lazım. Halbuki insan çok meraklı ve mütecessis. Kulak, başkalarının kötü haberlerini duyduğu zaman adeta kendinden geçiyor.

SÖ: Kendini aklıyor o sırada. “Bende bu yok.” diyor. Demeyin. Anında olabilir, yahut vardır da farkında değilsinizdir.(s.163)

SÖ:Her vakit, her an insana bir emanet, hayat da bir emanet. Nasip var hiç şüphesiz, kısmet var, kader var, tecelliyat var.. Bir program yapacağız ama bileceğiz ki o mutlak bir program değil, her an değişebilir. Değiştiği zaman da üzülmeyeceğiz.(s.175)

KS: Anne babalar kendi nefisleri için yarışıyor. “Çocuğumuz burada okuyor.” demek için. Korkunç bir kaba materyalizm var:

Çocuğumuz şu okula girerse geleceği kurtulur. Ne ilgisi var? 0 okullara girip de heder olan kaç tane insan var.

SÖ: Ruhen heder olan var. Gidiyor, çok başarılı bir mühendis oluyor ama ruhen fakir. İslami açıdan bakınca fevkalade zavallı. İşte bu nasip, zuhurat, kısmet meselesi. Rahmetli pederin arkasında bir levha vardı. Bir rahlede oturur, çalışır, yazar, okur. kitaplar yanında, arkadaki levhada “Umurun Hakk’a tefviz et, haris-i intikam olma”, yani umur işlerini bırak Allah halletsin. “Cenab-ı hâkim-i mutlak ne işlerse adalettir” yazıyordu.(s.176)

SÖ: Hususen annemden öğrendiğim bir şey; zamana ve fiziksel çevreye dikkat etmek ve oradan bazı tahassüsler edinmek, ibretler almak. Renkler insan hayatında çok önemlidir. Mavi renk bizi hayata bağlar. Gökyüzü mavi olduğu zaman kendimizi çok güçlü hissederiz. Gökyüzü kurşunî olduğu zaman kendimizi gamlı hissederiz. Her rengin de Esma’da bir karşılığı vardır. İnsan da aynı zamanda Esma’nın müsemmasıdır. Dolayısıyla renklerle insan yaratılışı, fıtratı arasında bir irtibat var.

Tabiatta Cenab-ı Allah size temaşa için, ibret için, ruh âleminizi zenginleştirmeniz için, bilginizi donatmanız için bir pitoresk sunuyor. Cenab-ı Allah ve bütün canlılarla birlikte kısa da olsa, ruhen huzura ermiş bir zamanda tabiatı müşahede ettiğiniz zaman orada Hâlik’in bize ne söylediği, ne emrettiği, ne görmemizi istediğini görüyorsunuz. Hicap hicap üstünedir, perde perde üstüne. Belki birinci. belki ikinci perde ama bunu görmek çok önemli.(s.184)

KS: Sonbaharın İngilizcesi ilginç. Fall, yani “düşüş” demek. Hüzün mevsimi deniyor bizde de. İlkbahar nasıl içimizde birtakım coşkuların yeşerdiği, filizlendiği mevsimse hazan da yavaş yavaş bir uykuya, bir dinginliğe hazırlandığımız, o coşkunun yaz telaşesinin yavaş yavaş süküna erdiği mevsim. Tabiat uykuya hazırlanıyor, ağaçlar yapraklarını döküyor, yapraklar sararıyor. Bu da aslında bugün canlı olanın yarın canlılığını kaybedebileceğini, ruhuna üflenerek ilkbaharda yine canlanacağını söylüyor bize.

Mevsim çevrimleri, insan hayatının, canlılığın ve Cenab-ı Hakk’ın yaratışındaki mucizenin bir metaforu olarak görünüyor bana. Kur’an-ı Kerim’de sıklıkla Cenab-ı Hak, “Bizim nasıl yarattığımızı görmüyorlar mı?” diye hitapta bulunür. Kudret-i İlahi’nin en cansızdan canlı çıkarmaya nasıl muktedir olduğuna dair sayısız misaller getilir. Her an gözümüzün önünde bir mucize oluyor.

Tabiat ölüyor ve diriliyor. İnsan da böyle; nesiller gidiyor, yeni nesiller geliyor. Kimi fikirler yüzyıllarca kalıyor, yüzyıllarca tartışılıyor ama onlarla giden günlerimiz dönmüyor. İbret alarak o mevsimlerin, o tabiatın, o dışarıda gördüklerimizin içimize nüfuz ederek, sirayet ederek yaşamasına izin verdiğimiz zaman bu dünyada böyle ağız dolusu kahkahayla yaşamak pek mümkün olmuyor çünkü her şey zeval buluyor.

Yeter ki biz o zevale doğru gidişte ruhumuzda korumamız gereken şeyi, yangından ilk kurtarılacak şeyi nasıl kurtaracağımızı bilelim. Zevale giden tabiatta bir çevrimde kurtaracağımız neler olduğunu, bizim neye yaslanarak diri kalabileceğimizi, neyin zeval bulmayacağını bilelim. Her şey oluş ve bozuluş, kevn ve fesat üzere. Bozulan şeylerden yeni şeyler ortaya çıkıyor ama hiç bozulmayacak olan nedir, insan bunu merak ediyor.(s.185)

SÖ: Teslimiyet, “Ben çalışıyorum ama sonuç Allah’a aittir.” diyebilmektir. Kul buna çok kolay razı olmaz. Muhabbet çeşmesinden, pınarından bir küçük piyale kendisine nasip olduysa o zaman gayretlerinin gerekli olduğunu ama hayatında çok fazla yer işgal etmediğini görür. Ben hayatta nasibe inanırım. Nasibin hayat üzerinde çok büyük etkisi olduğunu bittecrübe gördüm. Nasip faktörünü dikkate alırsanız, Cenab-ı Hakk’ın esas rolü oynadığını baştan kabul ederseniz, kalbiniz buna inanırsa. muhabbet gündeme gelir. İşiniz olmadığında o kadar üzülmez ve “Her işte bir hayır var,” dersiniz. Bu faktörü dikkate almazsanız da büyük bir inkisara uğrarsınız.(s.200)

SÖ: .. İnsan, diğer canlılardan farklı olarak hayatını sürekli bir mana arayışıyla geçiriyor. İnsan, olmayan bir şeyi aramaz., Şu halde bu anlam fikrinin, anlam idesinin bize nereden geldiğini düşünmek gerek önce. Bir idenin var olması demek, bir hikmetin var olması demek. Bizde böyle bir ide var ve bunu kaybettiğimiz zaman mutsuz oluyoruz. Bunun çaresi ne? İnsanda bilgi kaynakları belli; gözlem, aklın doğuştan var olan bilgisi ve nakil. Bir de buna sezgiyi eklediler.

Kendi hayatıma baktığımda bana hayatın anlamını naklin öğrettiğini söylerim. Nasıl bir nakil bu? Ailemden, beni terbiye eden insanlardan gelen bir nakil. Bir kavram daha çıktı karşımıza: terbiye. İnsan varlığı terbiye ediliyor, eğitiliyor; bu eğitim zihinsel ve ruhsal bir eğitim.

Kalbimizi de terbiye ediyorlar ve hayatın anlamını bu terbiyede buluyoruz ama bazen öyle terbiyeler oluyor ki bunlar, hayatın anlamını ihmal edebiliyor. Hayatın anlamını yok sayan bir terbiye sistemi içinde yetişmişseniz sizin için anlamsızlık buhranıyla karşı karşıya kalma ihtimali doğuyor. Hayatın belirli safhalarında anlam bulma ihtiyacı, kendisini noksanlığıyla hissettiriyor.

Şu halde yapılacak olan, önce bilgi bazında hayatın anlamını içeren bir kavramsal çerçeveye, bir düşünce sistematiğine müracaat etmek ve bilgi bazında onu öğrenmek. Fakat her bilgi çözemez sorunumuzu; inanç düzeyine geçmediği takdirde bilgi, sorunları çözemez. Bilginin inanca dönüşmesi için, inanç ve bilgi arasında nasıl bir paradigmanın olması gerektiğine dair net bir şeyden söz edemiyor ve durumu tam olarak izah edemiyoruz.(s.208)

Zahirdeki her hareketiniz, iç dünyanızda muhteşem yankılar uyandırır. Nitekim bu hareketin dış dünyadaki etkileri de müthiş olur. Eskiden üslup diye bir şey vardı hareketlerimizde; tavır ve harekette üslup. Bir kapıyı kapatıyor, bir yere gidiyorsunuz, adımlarımız, yürüyüşünüz, bakışlarınız, hepsi bir üsluba sahip. En basiti, resmi daireye girdiniz, bir iş yapacaksınız. Girmek var, girmek var. İç dünyamızdaki anlam zenginliğiniz sizin gerçek malınız olduysa, o dünyada bir deneyim sahibiyseniz girişiniz başka türlü olur.(s.210)

SÖ: “Ben yapmadım. çocuğum yapsın, ben görmedim çocuğum görsün.”

Senin kaderin ayrı, onun kaderi ayrı. Sen bir şeyleri yapmadıysan, yaşamadıysan o senin kaderin. Belki yaptıkların yeterdi, onu da fark etmiyorsun. Ailelerin mahrumiyetlerini hissettikleri ne varsa çocuklarına sunmaya çalışmaları da çocuk terbiyesi üzerinde negatif bir etkiye sahip. Görüyorum, insanlar reşit oluyorlar, yaş itibariyle büyüyorlar ama otuz yaşında hâlâ düşünmeyi ve sevmeyi beceremiyorlar. Sevmek için ruhun enerjiye ihtiyacı var; fakat sevemiyor, bağlanamıyor, inanamıyorlar.

KS: Hocam. bu konuda neşredilmiş bir çalışma var: Adı Arrested Adulthood. Yani “Tutuklanmış Yetişkinlik”.Yazarı James E. Cötâ, şöyle diyor: “Günümüz toplumu, insanları ergen kalmaya zorluyor. Büyüyemiyor insanlar.” Modern kapitalizm insanları harcama üzerinde sabit tutmaya çalışıyor. En çok harcama yapanlar da ergenler. Ne yapacaklarını düşünmeden alışveriş yapıp sonucunu hesap etmeden hayatlarına devam edebiliyorlar. Sözünü ettiğimiz kitle, gençliğin dizginlenemez tüketim alışkanlıklarını devam ettirmek isteyen, hiç yaşlanmamış ve yaşlanmayacakmış gibi yaşamak isteyen bir kitle.(s.217)

SÖ: Henry Corbin’in İslâm Felsefesi Tarihi adlı eserinde okumuştum.“ “Müslüman’ın bir su kabı vardır ve dibinde ‘ve cealnâ minel mâi kulli şey’in hayy’, yani ‘Diri olan her şey sudan gelir,’ yazılıdır,” diyordu.

KS: Hayatın her ânında Allah’ı zikretmek için vesileler bulan bir kültür. Her yudum suda Allah’ı zikrediyor. Şu suyu içiyoruz ve şükrediyoruz fakat Cenab-ı Allah’ı zikretmek için bazen vesile kılıyoruz, bazen kılmıyoruz. Öyle bir kaptan su içince siz unutsam: da size sürekli hatırlatan bir bilinç hali sunuyor. Ahmet Hâşim’in “Müslüman Saati” makalesinde söylediği gibi, fecri kaybetmekle beraber yönünü şaşırmış, çölde kaybolmuş kimseler gibiyiz. Günlük hayatın içinde hatırladığımız anlar azalmaya başladı.(s.229)

SÖ: Bu Müslüman gecesi, insana verilmiş büyük bir nimettir. Gündüz dünyayla meşgul olan insan gece kendi başına kalır. Kendi başına yalnızlığın ihtişamını tadar. Her yalnızlık Cenab-ı Allah’la ülfeti beraberinde getirir. Modern insan yalnız kalmaktan ürker, korkar, haşyete kapılır. Onun için Garp insanı, ölümün habercisi olan akşam vakti, uyku gelip zeval zamanı yaklaşınca bunu unutmak için içki içer. Akşam ve içki… ışık yakar, eğlence için night clublara gider. “Hayat devam ediyor arkadaş, ölüm yok.” diyor. Gece kulübü dediğimiz odur yani, ta ki sarhoş olup kendinden geçinceye kadar eğlenir. Manevi manada da sarhoş olabilirsiniz, efsunlar sizi hayat.(s.259)

KS: R. D. Laing’e kulak verelim: “Bir zaman gelecek, insanlar bugüne kadar görülmemiş ölçüde bir kıtlık yaşayacaklar ve bu kıtlık, ne su ne yiyecek kıtlığı olacak. Bu kıtlık, Tanrı’nın sözlerini işitme kıtlığı olacak.”

Bugün biz, Allah’ın sesini duymuyoruz, kendi içimizde de duymuyoruz. Hatta, “İnandım.” diyen insanlar, dolar şıkırtılarını duydukları kadar belki Allah’ın sesini içlerinde duymuyorlar. Bir samimiyet buhranı da yaşıyoruz. Şimdi biz modernlikle uğraşıyoruz ama oradan üzerimize sirayet eden bir yersiz yurtsuzluk hissi var. Biz ne orada ne buradayız, ne o zamanda ne bu zamandayız. Bu yersizlik yurtsuzluk, bizi Batı’yla didişme haline sürüklüyor, bu gayet tabiî. Müstağribiz, Batı’nın tokadını yemişiz, o tokattan ayılmaya çalışıyoruz ve birinin bize bir tokat attığını yeni yeni fark edebildığımız bir evredeyiz, elbette ayağa kalkacağız.(s.267)

SÖ:..Hayatın problemlerini Tanrı düşüncesi olmadan, Tanrı’nın bir ölçüde hayata karıştığını idrak etmeden çözmek mümkün değil. İşte o zaman şiddet, ümitsizlik ve nihilizm ortaya çıkıyor. Bedenin tatmini kolaydır, ruhsa kolay kolay tatmin olmaz. Türkçede çok güzel bir ifade var: tamahkâr. İnsan her şeyi hırsla, durmaksızın arıyor, kalpleri ancak Allah’ın zikri tatmin edebilir. Bütün insanlar için söylüyorum bunu. Bir Tanrı fikrî şart çünkü hayatı akılla izah edemiyorsunuz. Kadim Yunan’da da getirip işi Poseidona bağlamışlar. Tevfik Fikret’in söylediği doğru: “Beşerin böyle dalâletlerı’ var/ Putunu kendi yapar, kendi tapar.”(s.268)

İlim Cephesi / Kemal Sayar,Sadettin Ökten – Dünyaya Geldim Gitmeye ”Alıntılar”

Mehmet Dinç: İnsaniyet

Bu yaşa erdirdi” bizi Yaratan ve Yaşatan. (1) Nasiplendik birçok şeyden, öğrendik ve bildik çokça şeyi.

“Hata yapmak fırsatı”(2) bize de verildi ve yaptık hatalar, belki sayısız. Ama yetse artık. Bitemiyorsa da azalsa artık. Bir kıvama gelsek artık.

Hatasız yaşamak mümkün değilse de hırssız yaşasak. Ahlaki zaaflarımızı bir bir terbiye etsek. Kendimizi ve kalbimizi iyi bir terbiyeden geçirsek. Yanlış sözler, yanlış işler, yanlış ilişkilerin diyetine girsek. Yani yaşıyor olmak bizi daha iyi bir insan yapsa. Ömrümüzle beraber olgunluğumuz artsa. Yaşadığımız her günümüz aleyhimize değil lehimize bir hüccet olsa.

“Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var”(3) diyen şaire yaşadıklarımdan öğrendiğim birçok şey var desek ve öğrendiklerimize göre yaşasak. Taşa geçen sözümüz kendimize de geçse(4) de bildiklerimiz, sevdiklerimiz ve kabul ettiklerimizi zihnimizde çürümeye bırakmayıp kalbimize indirsek, davranışlarımıza dönüştürsek. Ki çürürse sade kendi çürümeyecek, çürütecek her yanımızı.

“Gülelim, eğlenelim, kam alalım dünyadan”(5) diyene değil de “ballar balını buldum kovanım yapma olsun”(6) diyene iki kulak bir gönül versek…

“Geçti sevdalarla ömrümüz” de “ak pak olmuş saçlarımızla tacidar olma” yoluna girsek ve “bir muhabbet neş’esiyle ilkbahar olabilsek”(7) …

“Felek bir gün cana kıyacak, bizi kabdan kaba koyacak”, kesin de, bunu şimdiden görüp istiğna makamında “kimi atlas libas giyer, şükür bize aba düştü”(8) diyebilsek.

Teslim olsak, muhsin olsak, kopmak bilmeyen en sağlam kulpa yapışsak.(9)

Bizden önce gelenleri gördük biz. Ben şahidim iyiliklerine, doğruluklarına, olgunluklarına. Şahidim yüreklerinde derman niyetiyle taşıdıkları dertlerine.(10) “El çek tabip sinem üstünden”(11) deyişlerindeki samimiyetlerine. Yaşlarıyla güçlendiklerine, güzelleştiklerine. Döndü devran, geldi sıra bizlere. Hangi yaştaysak bizden sonra gelenlere borcumuz var. Bizden daha iyi olsunlar için örnek olma, destek olma, rehber olma borcumuz var. Ama bunun için önce bizim bir durup, durulup, sakin olup sonra yavaşça gönlümüzde taşıdığımız bütün hırsları yere bırakmamız ve teslim olmamız gerekiyor. Kalbimizdeki her kötü niyet, aklımızdaki her menfaat planı için Allah’tan korkup, kuldan utanmamız gerekiyor. Çirkinlerin ve çirkinliklerinin göz kaptırdığımız her rengi, kulak verdiğimiz her sesi(12) için af dilememiz gerekiyor. Çok kıymetlendirmeden bu dünyayı ekip biçip gitmeye(13) hazır olmamız gerekiyor. Meydane varabilmek için canı canana kurban eylememiz(14) gerekiyor. Yeter dalgalandığımız, şimdi artık durulmamız gerekiyor..

Doç. Dr. Mehmet Dinç

Türkiye’de insanların zor zamanlarda neler yaptıklarını ve nelerden destek aldıklarını araştırmak istedik. Nelere dikkat ettiklerini ve bunların kendilerine neler kazandırdığını gördük. Elde edilen veriler özellikle bu zor zamanlar için faydalı olacak nitelikte.

Yaşamak yaralanmaktır. Zorluklardan geçmektir. Dar zamanları tecrübe etmektir. Hepimiz hayatımızda birçok zorluk yaşarız. Ancak 6 Şubat 2023 Pazartesi günü ve sonrasında yaşadıklarımız bunların belki de en ağırlarından biriydi. Kimimiz en yakınlarını, kimimiz mal varlığını, kimimiz şehrini ve hatıralarını kaybetti.

Bu zor zamanlarda bazılarımız daha hızlı toparlarken bazılarımız bu süreci çok daha zor atlatabilir. Çünkü hepimizin psikolojik dayanıklılığı yani zorluklar karşısında toparlayabilme ve uyum sağlayabilme becerisi farklı olabilir. Psikolojik dayanıklılığı düşük olanlar depresyon ve kaygı bozukluğu başta olmak üzere psikolojik zorlukları derinden yaşama konusunda daha fazla risk altındadırlar. Ayrıca hayatlarında kendi bedenlerine, işlerine, ilişkilerine yönelik sorumluluklarını yerine getirmekte de zorlanırlar. Dolayısıyla psikolojik dayanıklılık insan hayatının her döneminde hayata tutunabilme anlamında oldukça önemli bir kavramdır.

İnsanların zor zamanlarında nasıl başa çıktığı ve ne yaparak ayakta kaldığı hususlarında belki insanlık tarihi kadar eski bilgiler atasözleri,
deyişler, hikâyeler üzerinden aktarılmışsa da psikolojik dayanıklılık kavramı etrafından yapılan araştırmalar 50 yıldır yapılıyor. Bu araştırmalar önceleri psikolojik dayanıklılığı bir kişilik özelliği olarak nitelendirirken şimdilerde geliştirilebilen bir beceri olarak görüyorlar.

Son yıllarda yapılan araştırmalar psikolojik dayanıklılığın gelişmesinde çevresel ve kültürel kaynakların göz önünde bulundurulmasının ne kadar önemli olduğu da ortaya çıkardı. Dolayısıyla ülke olarak yaşadığımız oldukça büyük bir afetin ardından psikolojik dayanıklılığımızı artırmamız ve bunu yaparken de bu topraklara özel bir çerçeveden yardım almamızın oldukça faydalı olacağını düşünüyoruz.

Psikolojik dayanıklılık

Psikolojik dayanıklılık alanında araştırmalar yapan iki psikoloji akademisyeni olarak Türkiye’de insanların zor zamanlarda neler yaptıklarını ve nelerden destek aldıklarını araştırmak istedik. Yaklaşık iki sene önce başladığımız bu araştırmada maddi manevi kayıplar yaşayan, fiziksel ve
psikolojik hastalıklar ve zorluklarla boğuşan, işleri ve ilişkileri anlamında tahammülü güç durumlarla karşılaşan insanlarla konuştuk.

Yaptığımız araştırmanın sonuçlarını iki bölüm halinde sizlerle paylaşıyoruz. Birinci bölümde ülkemizde insanlar zor zamanlarında duyguları, düşünceleri, davranışları, ilişkileri ve inançları ile ilgili nelere dikkat etmişler sorusunun cevaplarını toplu halde listelenmiş olarak bulacaksınız. İkinci bölümde ise bunlara dikkat etmenin kendilerine neler kazandırdığı hakkındaki düşüncelerini yine toplu halde bulacaksınız.

Hiç şüphesiz her insanın zorluklarla başa çıkma konusunda kendine özel bilgileri, becerileri, kaynakları ve imkânları vardır. Ancak benzer yaşantılar sonucu tecrübeyle elde edilmiş bilgilerin bu zor zamanlarda hepimize ilham olacağını ve kendi zorluklarımızla başa çıkmada ufkumuzu açacağını düşünüyoruz.

Çok büyük kayıplar yaşadığımız bu zor günlerle başa çıkmak hiç şüphesiz çok zor. Ama biliyoruz ki umut varsa hayat var. Biliyoruz ki bu sıkıntılar bir gün muhakkak bitecek. Biliyoruz ki her şeye rağmen acılarımızla da olsa ayakta kalacağız. Yeter ki beraberce bu zorlukların üstesinden gelebileceğimize inancımız hiç kaybolmasın.

Zor zamanlarımızda duygularımızla ilgili nelere dikkat ettik?

Zor zamanlarımızda;

• Olumsuz duygulardan kaçmadık. Hissettiğimiz acı, üzüntü, kaygı, çaresizlik gibi duyguları bastırmadık, üstünü kapatmadık, yok saymaya çalışmadık. Bu duyguları yaşamanın normal olduğunu kabul ettik.

• Olumsuz duygulardan kaçmadık ancak uzun süre taşımadık. Doğal sürecinde bizden ayrılmalarına izin verdik. Kendimiz ve sevdiklerimiz için bu
duyguları aynı yoğunlukta uzun süre taşımamak gerektiğini öğrendik.

• İhtiyaç hissettiğimizde kendimizle kaldık. Kalabalık bir yerde, insanlarla iç içe olmak istemediğimizi fark ettiğimizde uzaklaştık ve kendimizle
vakit geçirdik.

• Kendimize, varlığımıza ve sağlığımıza değer verdik. Canımız çok yansa da kendimize zarar verecek davranışlardan ve ihmallerden uzak durmaya
çalıştık.

• İnsanlara güvendik ancak büyük beklentilere girmedik. Herkesin yaşadıklarımızı heran tam olarak anlayamayabileceğini ve ihtiyaçlarımıza uygun
davranmayacağını anladık ve böylelikle hayal kırıklığı yaşamamaya çalıştık.

• Gülmek bize iyi geldi. Süreç içerisinde mutlu olacağımız şeyler görmek yüreğimizi hafifletti. Espri yaptığımızda ya da komik şeyler duyduğumuzda gülmek bizi rahatlattı.

• Başkalarıyla empati yapmaya çalıştık. Sadece kendimize odaklanmak yerine başka insanların da yaşadıklarını ve hissettiklerini düşündük.
Onlara yardım edebileceğimiz konular aklımıza geldikçe yardım ettik. Başka insanlara yardım ederek acılarını hafifletmek kendi acılarımızın da hafiflemesine yardım etti.

Zor zamanlarımızda düşüncelerimizle ilgili nelere dikkat ettik?

Zor zamanlarımızda;

• Yaşadığımız zorlukların bir süreç olduğunu ve bu sürecin kalıcı olmadığını kendimize hatırlattık.

• Umudumuzu koruyarak geçmişte üstesinden geldiğimiz zorlukları kendimize hatırlattık.

• Benzer zorluğu yaşayan birçok insan olduğunu ve yalnız olmadığımızı hatırladık.

• Yaşamımızda saygı duyduğumuz veya rehber edindiğimiz insanların hayata bakışından, zorluklar karşısındaki tavırlarından ve duruşundan ilham
aldık.

• Geçmişte yaşadığımız güzel günlerimizi düşündük.

• Geleceğe dair hedeflerimizi kendimize hatırlattık.

• Bize güç veren “Bu da geçer ya hu” gibi sözleri tekrar ettik, hikayeleri anlattık.

Zor zamanlarımızda davranışlarımızla ilgili nelere dikkat ettik?

Zor zamanlarımızda;

• Yaşadığımız zorluğu değerlendirdik. Yapabileceklerimizi gözden geçirdik ve gerektiğinde yardım almaktan geri durmadık.

• Bize iyi gelmeyen ve duygusal anlamda bizi sürekli aşağı çeken insanlardan, haber kanallarından ve sosyal medya mecralarından bir müddet
uzak durduk.

• Şikâyet etmenin ve sızlanmanın bizi daha da büyük bir sıkıntıya sürükleyeceğini unutmadık.

• Anda kalabilmeye çalıştık. Geçmiş veya gelecek ile meşgul olmaktan çok şu anda yaşadıklarımıza ve yapabileceklerimize odaklandık.

• Bazılarımız bu zor zamanı aşırı yemek yiyerek, fazlaca uyuyarak veya çokça sigara içerek atlatmaya çalıştı. Bütün bunları yapmak o dönemde iyi geliyor gibi görünse de sonrasında bizi mutsuz etti.

• Kendimizi meşgul edebileceğimiz işler yaptık. Meşguliyet üretmek sürecimizi kolaylaştırdı. Keyif aldığımız faaliyetleri yapmaya çalıştık. Bazılarımız
çalışarak güçlü kalmaya çalıştı, bazılarımıza da yavaşlamak iyi geldi.

• Bolca yürüyüş yaptık. Yürüyüş yapmak bize çok iyi geldi, bizi motive etti. Bazılarımız sahilde bazılarımız ormanda yürüyüş yaparak rahatladı.

• Kendimizi başkalarıyla kıyaslamadık. Kendimizi kendi şartlarımıza ve imkanlarımıza göre değerlendirdik.

• Yeni alışkanlıklar edinmeye çalıştık. Bazılarımız zor zamanda resim yapmayı öğrendi, bazılarımız ise kitap okuma alışkanlığı edindi. Bu bize çok iyi geldi.

• Düzenli bir hayat oluşturmaya çalıştık. Eski rutinlerimize dönmeye ya da yeni rutinler oluşturmaya gayret ettik.

• Bize iyi gelen mekanlara gittik. Kimimiz sahil, orman gibi doğa ile iç içe olabildiği yerlere gittiğinde huzur buldu. Kimimiz de dışarıya çıkmadan
evinde oturarak huzur buldu. Bazılarımız da camii, türbe gibi dini mekanlara gitmekten güç aldılar.

• Geleceğe dair ulaşılabilecek, küçük ve somut hedefler belirledik. Bazen de hayaller kurduk.


• Çocuk sahibi olanlar büyüdüklerinde çocuklarının güzel hatırlayabileceği hatıralar biriktirmeye çalıştı. Bolca onlarla ilgilendiler. Her şeye rağmen onlar için yeni ve güzel hatıralar oluşturmaya çalıştılar.

Zor zamanlarımızda manevi olarak nelere dikkat ettik?

Zor zamanlarımızda;

• Allah inancımız bizi ayakta tuttu. Ona yöneldik, sığındık. Allah’a güvenmek ve dayanmak bize güç verdi. İnancımız yalnız olmadığımızı hissettirdi.

• Bazılarımız tespih çekerek, namaz kılarak, dini sohbetler dinleyerek ve Kur’an-ı Kerim okuyarak güçlü kalmaya çalıştı. Bazılarımız çokça dua etti.

• Bizim için kıymetli olan değerlerimizi hatırladık. Değerlerimiz doğrultusunda davranmaya çalıştık. Bazılarımız zor zamanda iyilik yaparak ve şükrederek güçlü kalabildi. Bazılarımız Yaradan’a tevekkül ederek ve ona teslim olarak kendini toparladı.

Zor zamanlarımızda ilişkilerimizle ilgili nelere dikkat ettik?

Zor zamanlarımızda;


• Yakınlarımızdan destek almak sürecimizi kolaylaştırdı. Birlik ve beraberliği hissettiğimiz insanlarla bir arada bulunmak toparlanabilmemize yardımcı
oldu.

• Baş edemediğini fark edip psikolog ya da psikiyatriste gidenlerimiz çok faydalandılar.

• Ailemizden ve akrabalarımızdan aldığımız destek toparlanmamızı kolaylaştırdı. Yakın hissettiğimiz insanlardan manevi destek almak, anlaşılmak,
dinlenilmek, fikir almak bu süreci atlatmamıza yardımcı oldu.

• Dostlarımızın varlığı ve desteği bize çok iyi geldi. Bazen sadece çevremizde bize değer veren, bizi dikkatle dinleyen güvendiğimiz bir insanın var
olduğunu bilmek/hissetmek bile bize iyi hissettirdi.

• Bazılarımızın hayatında rehber edindiği insanlar vardı. Onların hem hayattaki duruşundan hem de öğütlerinden faydalandık. Onlarla kurmuş olduğumuz bağ ve onlardan aldığımız öğütler bu süreçte bize yardımcı oldu.

• Bazılarımız yaşamında diğer insanlara yol göstermeye ve öncü olmaya, güzel örnek olmaya çalıştılar. Zor zamanda faydalı oldukları insanlardan aldıkları geri bildirimler onlara iyi geldi.

• Bazılarımız derin bağ kurduğu hayvanlardan destek aldılar. Kurdukları bu bağ onları güçlendirdi. Kedileriyle konuşarak ve paylaşımda bulunarak toparlayabildiler.

Bunlar Bize Neler Kazandırdı?


Zor zamanlarımızda bu yaptıklarımız
sayesinde bir büyüme hissettik. Kalbimizin genişlediğini, tahammülümüzün arttığını ve olgunlaştığımızı fark ettik. Kendimizde somut olarak şunları
gördük:

Duygusal olarak;

• Duygularımızı kabul edebilme ve gerektiğinde düzenleyebilme becerisini edindik.

• Sağlıklı beklentiler geliştirmeyi öğrendik.

• Bu zor sürece uyum sağlayarak güçlü kalabildik.

Düşünsel olarak;

• Hayata dair bakış açımız genişledi.

• Tecrübeler kazandık.

• Kendimizi tanımamıza vesile oldu. Kendimizde keşfetmediğimiz yönlerimizi görmemizi sağladı.

• Değiştiremeyeceğimiz olayları kabul etmeyi öğrendik.

• Olaylar karşısında daha çözüm odaklı ve olumlu yaklaşmayı, sorunları bütüncül değerlendirmeyi öğrendik.

Davranışsal olarak;

• Değerlerimiz doğrultusunda yaşamayı önceledik.

• Ölçülü yaşamanın önemini fark edip, ölçülü yaşamaya gayret ettik.

Manevi olarak;

• Kalbimizin rahatladığını ve huzurlu olduğumuzu hissettik.

• Allah’ın yardımını hissettik.

Sosyal olarak;

• İlişkilerde ölçülü bir sınır koymayı öğrendik.

• İnsanlara karşı daha hoşgörülü yaklaşmaya başladık.

An geliyor üzüntüden kaçmıyor üzüntüye koşuyoruz; kederden yüz çevirmiyor kederi çağırıyoruz; gözyaşlarımızdan utanmıyor, yaşaran gözlerimizden gurur duyuyoruz. Ancak biricik gönül hedefimiz vusul için bunun da usulü olacak. Olacak ki üzüntümüz bizi imha etmesin, inşa etsin; geriletmesin, ilerletsin; daha kötü yapmasın, daha iyi yapsın.

İnsanız… Üzüleceğiz aynı sevindiğimiz gibi, hüzünleneceğiz aynı neşelendiğimiz gibi, ağlayacağız aynı güldüğümüz gibi. Mutluluğa sonuna kadar açtığımız kapımızı mutsuzluğa kapatmayacağız. İnsan olmaklığımız bizi üzüntüye, hüzne, gözyaşına ve mutsuzluğa aşina kılacak. Kalbe sahip olmak, akla sahip olmak, hele hele vicdana sahip olmak katıksız neşe, bitmez mutluluk peşinde koşmaktan alıkoyacak bizleri. Olmayacak şeylere inandırmayacak, olmaması gereken şeyleri sevdirmeyecek.

İnsanız… Bilmeliyiz ki; dünya devri daim halindedir, döner, dönüşür içindeki her şey gibi. Duygular da nasiplenir bu devri daimden de onlar da kalıcı olmaz, hep kalmaz… Kalıyorsa tabiata aykırı, fıtrata mugayirdir. Ki bu da sağlık değil hastalık işaretidir. O halde bilmeliyiz ki, bir türlü geçmek bilmeyen üzüntü hastalıktır, tedavi ister. Gelip geçen/geçecek olan üzüntü de bir gönülden başka bir gönle geçerken bize uğramış bir misafirdir. Misafirin anlattıklarına kulak vermeli, öğrettiklerini öğrenmeli, kendisini hoş tutmalıyız. Misafirimize ikram etmeliyiz ki, ikram eden ikram olunur.

İnsanız… An geliyor üzüntüden kaçmıyor üzüntüye koşuyoruz; kederden yüz çevirmiyor kederi çağırıyoruz; gözyaşlarımızdan utanmıyor, yaşaran gözlerimizden gurur duyuyoruz. Ancak biricik gönül hedefimiz vusul için bunun da usulü olacak. Olacak ki üzüntümüz bizi imha etmesin, inşa etsin; geriletmesin, ilerletsin; daha kötü yapmasın, daha iyi yapsın. O zaman sormalıyız kendimize şu soruları peşinen; kime üzülüyoruz, neden üzülüyoruz, nasıl üzülüyoruz?

Kime üzülüyoruz?

İnsanlar zaman zaman kendilerine üzülürler. Bazıları kaybettiği yıllar için, kaçırdığı fırsatlar için, olamadığı insanlar için kendilerine üzülürler. Bazıları kazanamadığı paralar için, gelemediği makamlar için, sahip olamadığı eşyalar için kendilerine üzülürler. Bazıları yaptığı hatalar için, kırdığı kalpler için, yapamadığı iyilikler için kendilerine üzülürler. Kendileri ile ilgili her ne sebeple üzülüyorlarsa üzülsünler birinci olarak üzüldükleri konu kendilerini daha güçsüz, daha çaresiz, daha imkânsız hissettiriyorsa bu üzüntü usulsüz, zararlı bir üzüntüdür. İkinci olarak da üzüldükleri konu bir zaaf ile beraber geliyorsa; hırs gibi, haset gibi, tamah gibi yine bu üzüntü usulsüz, zararlı bir üzüntüdür.

İnsanlar zaman zaman başkalarına üzülürler. Başkalarının söylediklerine, başkalarının yaptıklarına ya da başkalarının yapmadıklarına üzülürler. Başkalarının sevdiklerine yahut başkalarının sevmediklerine üzülürler. Başkalarının kabalığına, hoyratlığına, duygusuzluğuna, düşüncesizliğine, dertsizliğine, vurdumduymazlığına üzülürler. Her neye üzülüyorlarsa üzülsünler birinci olarak üzüldükleri konu kendilerini daha ümitsiz, daha karamsar, daha sevgisiz, daha ilgisiz yapıyorsa bu üzüntü usulsüz, zararlı bir üzüntüdür. İkinci olarak da üzüldükleri konu güvenme gibi, paylaşma gibi, hoş görme gibi insanlara yönelik gösterdikleri güzellikleri azaltıyor belki kaybettiriyorsa bu üzüntü usulsüz, zararlı bir üzüntüdür.

Neden üzülüyoruz?

Bazı insanlar benlikleri sebebiyle üzülürler. “Neden ben değil o kazandı, neden ben değil o bildi, neden ben değil o tanındı?” gibi soruların dipsiz kuyusuna düşer de bir ömürlük biteviye çırpınmalara girişir. Herkesin kendi imtihanının olduğu gerçeğini atlarlar. Herkesin görünen dış dünyası ile görünmeyen iç dünyasının birbirinden çok farklı olabileceğini göz ardı ederler. ‘Hayır gibi görünenin şer’, ‘şer gibi görünenin hayır’ olabileceğini bilir ama bir türlü kalben inanamazlar. Bu atlama, bu göz ardı etme, bu kalben inanmanın sonucu olan üzüntü usulsüz, zararlı bir üzüntüdür.

Bazı insanlar tedbiri bilmez, bazısı tevekkülü anlamaz olduklarından üzülürler. Tedbiri bilmeyenler üzerlerine düşenleri anlayıp yapmaz, anlasa da bir sebeple anlamazlıktan gelip yine bir şey yapmaz, sonrasında ortaya hiçbir şey çıkmayınca üzülür de üzülürler. Tevekkülü anlamayanlar ise bir şeyler yaparlar ama her şeyin kendi ellerinde, kendi yapacaklarıyla olamayacağı gerçeğinden habersiz beklemeye girişir, beklentiler geliştirirler. Sonrasında da gerçekleşmeyen beklentilerinin yaslarını tutarlar. Hâlbuki tedbir şart, tevekkül olmazsa olmazdır, bilemezler. Bu bilmezliğin verdiği üzüntü usulsüz, zararlı bir üzüntüdür.

Bazı insanlar görme kusurları sebebiyle üzülürler. Binlerce yıllık insanlık tarihini birkaç günle, birkaç ayla, birkaç yılla değerlendirmeye çalışır, bir ömrün tecrübesi ile sonuçlara ulaşmak isterler. Hâlbuki hakikatin resmi bir ömre sığmayacak kadar büyük, bugün olanı yarın devam ettirmeyecek kadar değişken ve tek bir rengi baskın yapmayacak kadar çeşitlidir, düşünemezler. Bu düşüncesizliğin verdiği üzüntü usulsüz, zararlı bir üzüntüdür.

Bazı insanlar hayal bozuklukları sebebiyle üzülürler. Bunların bir kısmı hayal kurmayı bırakıp kalplerini taşlaştırır ve sadece üzülen, şikâyet eden, söylenen, karamsar bir makineye dönüşürler. Bir kısmı da zamanı, zemini ve kendilerini tanımadıkları için zamana, zemine ve kendilerine uygun olmayan, popüler olanın etkisinde ve başkalarının gerçeklerinden, hayatlarından ve başarılarından kopyalanmış hayaller peşinde koşup dururlar da, hayalleri neden gerçekleşmez, anlayamazlar. Bu anlayışsızlığın verdiği üzüntü usulsüz, zararlı bir üzüntüdür.

Nasıl üzüleceğiz?

Elbet gözümüz yaşaracak, kalbimiz ağırlaşacak, düşüncemiz karışacak ancak önemli olan biz ne yapacağız? Üzüldüğümüz olaya tepkimiz, geliştirdiğimiz davranışımız ne olacak? Daha pasif mi olacağız, daha aktif mi? Daha çalışkan mı daha tembel mi, daha azimli ve gayretli mi, daha gevşek ve boş vermiş mi?

Üzüntü kıymetli bir misafir, mahir bir öğretmen, eşsiz bir tecrübe olabilir. Bunun için bizi değiştireceği muhakkak olan üzüntüyü sahiplenecek, kendimize yakıştıracak, üzüntümüz yapacağız. Üzüntümüz bizi daha bencil değil daha diğerkâm yapsın için; tüketimimizi değil üretimimizi artırsın için, anlamsızlıkları değil anlamlarımızı güçlendirsin için aklımızı, kalbimizi ve davranışlarımızı kontrol altında tutacağız. Hele de düşüncelerimizi, hele de hayallerimizi, hele de sözlerimizi… Sonra üzüle üzüle büyüyeceğiz, üzüle üzüle olgunlaşacağız, üzüle üzüle güzelleşeceğiz.

İnsanlık olarak hızlı bir dönemin içinde bulduk kendimizi. Ne olduğunu çok anlamadan teknoloji çağında yaşamaya başladık. İnsandan çok ekran görmeye, insandan önce ekrana inanmaya, insandan çok ekranı sevmeye başladık.

Ölmeye mahkûm bir hayat yaşıyoruz. Ne zaman başlar karar veremiyor, ne zaman biter bilemiyoruz. Bizi diğer canlılardan ayıran bir akla ve kalbe sahibiz. Bu iki özelliğimiz ağır bir sorumluluk yüklüyor omuzlarımıza; Ol’ma sorumluluğu. Hayat bir hediye bilebilirsek, hayat bir nimet ol’abilirsek. Ol’mak için emek vermek, ter dökmek, fedakârlık yapmak gerek. Ol’ma derdini yüreğinde hep taşımak gerek. Ol’madan ölmemek gerek. Yoksa kedi de canlı, köpek de yaşıyor ve böcek de bir gün ölecek.

İnsan nefes alıp verdikçe kendini inşa etmeli. Yaşadıklarından öğrendiği bir şeyler olmalı insanın. Hayatı yaşayabildiği kadar derin, imkânı yettiğince geniş, olabildiğince güçlü yaşamalı. Geriye gitmeden ileriye gidebilmeli. Ancak bugün biz insan olarak insanlık olarak hızlı bir dönemin içinde bulduk kendimizi. Ne olduğunu çok anlamadan teknoloji çağında yaşamaya başladık. İnsandan çok ekran görmeye, insandan önce ekrana inanmaya, insandan çok ekranı sevmeye başladık. Tabii ki yaşadığımız anın, içinde bulunduğumuz çağın gerisinde kalamayız. Tabii ki ekranların kaçınılmaz olduğu işler, ilişkiler var. Tabii ki ekranlar hayatımızı kolaylaştırabilir, zenginleştirebilir, genişletebilir. Peki, sahiden de hayatımızı kolaylaştırdığını, zenginleştirdiğini ve genişlettiğini söyleyebilir miyiz ekranların? Bir düşünmemiz lazım. Kimseye hesap verme derdine düşmeden, mantık oyunlarına başvurmadan, kendimizi ikna ya da kandırma için kıyaslar yapıp açıklamalarda bulunmadan samimiyetle kendimize sormamız gereken sorular bunlar. Sonucundan muzdarip olan bizzat bizleriz çünkü. Kaçırdığımız kendi hayatımız, verilecek hesap da bizim hesabımız çünkü. O zaman çok detaya girmeden üç konudaki sorumluluklarımızı ve ekranlarla, özellikle de sosyal medya ekranlarıyla, ilişkimizi gözden geçirelim.

Cevabını bekleyen sorular

Öncelikli olarak bedenimize karşı sorumluluklarımızı yerine getiriyor muyuz? Ekran ve özellikle de sosyal medya kullanımımız bedenimize karşı yerine getirmemiz gereken sorumluluklar konusunda işlerimizi kolaylaştırıyor mu, zorlaştırıyor mu? Spor ve uyku için ayırmamız gereken ancak bir türlü bulamadığımız zamanın ne kadarını bizden, bedenimizden, sağlığımızdan alıyor ekranlar? Ekranlara uzun süreli bakmaktan dolayı fiziksel sağlığımız süreç içerisinde zarar görüyor, duruşumuz bozuluyor, gözlerimiz kuruyor, kas eklem ağrıları yaşamaya başlıyor, uykusuzluk çekiyor muyuz?

Benliğimize karşı sorumluluklarımızı yerine getiriyor muyuz? Ekran ve özellikle sosyal medya kullanımı hayatımızı, hayatımızın içerisinde kendimizi konumlandırmamızı, bu konumlandırmada üzerimize düşeni yapmamızı kolaylaştırıyor mu, zorlaştırıyor mu? Özellikle kendi kendimize kalıp düşünme ve muhasebe yapma için ayırmamız gereken ancak hep ertelediğimiz zamanın ne kadarını bizden, benliğimizden alıyor ekranlar? Ekranlara uzun süreli bakmaktan dolayı benliğimizden uzaklaşıyor, kendimizi unutuyor, yeteneklerimizi kaybediyor, hedeflerimizi yitiriyor, ideallerimizden vazgeçiyor, hayal kurmayı bırakıyor muyuz?

Ekranlar, neyi ne kadar götürüyor bizden?

İşimize karşı sorumluluklarımızı yerine getiriyor muyuz? Ekran ve özellikle sosyal medya kullanımı, yaptığımız işi daha iyi yapmamızı, kazandığımız parayı daha hak etmemizi, bizden istifade eden insanlara daha doğru ve fazla faydalı olma imkânını kolaylaştırıyor mu, zorlaştırıyor mu? Özellikle işimizle alakalı bilgi ve becerimizi geliştirmek için ayırmamız gereken ancak artık aklımıza bile gelmeyen zamanın ne kadarını bizden, işimizden alıyor ekranlar? Ekranlara uzun süreli bakmaktan dolayı işimizi daha sıradan, daha sevgisiz, daha ilgisiz, daha bilgisiz, daha beceriksiz, daha eksik, daha yetersiz, daha kötü yapıyor muyuz?

İlişkilerimize karşı sorumluluklarımızı yerine getiriyor muyuz? Ekran ve özellikle sosyal medya kullanımı daha derin ve kalıcı ilişkiler kurmamızı, mevcut ilişkilerimizin kalitesini artırmayı, daha doğru ve daha güzel insanlarla tanışıp görüşmemizi kolaylaştırıyor mu, zorlaştırıyor mu? Özellikle yakınımızdakilere ve sevdiklerimize ayırmamız gereken ama hep bir mazeretle ayırmadığımız zamanın ne kadarını bizden, sevdiklerimizden ve ilişkilerimizden alıyor ekranlar? Ekranlara uzun süreli bakmadan mütevellit yakınlarımızı uzaklaştırıyor, sevdiklerimize ve onların ihtiyaçlarına bigâne kalıyor, onlarla daha az göz teması kuruyor, daha az paylaşımda bulunuyor, daha az tanıyor/tanınıyor muyuz?

Basit bir yazının basit soruları bunlar ancak cevapları üzerinde hepimizin düşünmesinin ve eksik gördüğü yerleri tamamlamasının mutlaka hepimize faydası olacak. Bir hayat yaşıyoruz, geriye doğru yaşanmaz. Bir hayat yaşıyoruz, bazı pişmanlıkları telafi olmaz. Bir hayat yaşıyoruz, sorumluluğunu kimse almaz. O halde en azından bedenine, benliğine, işine ve ilişkilerine karşı sorumluluklarını yerine getirmiş bir insan olarak geçelim bu hayattan. Gücümüzü, enerjimizi, idealimizi daha bir ol’durmaya çalışalım. Öyle bir çalışalım ki hem de bütün aklımızla, bütün kalbimizle kendimizi verelim de ol’madan ölmeyelim.

Lacivert Dergisi

Psikolojik Dayanıklılık ve Sosyal Gelişim 

Popüler kültürün negatif-olumsuz etkilerinden kendimizi nasıl kurtarabiliriz?

Popüler kültür başta modern teknoloji aygıtları marifetiyle olmak üzere hayatımızın oldukça içinde, merkezinde yer alıyor. Biz de ister istemez gerek popüler kültürün, gerekse modern teknoloji aygıtlarının etkileri üzerine konuşuyor, yazıp çiziyor, dertleniyoruz. Ne yaparsak teknolojinin, medyanın, internetin ve dolayısıyla popüler kültürün negatif-olumsuz etkilerinden kendimizi mümkün olduğu kadar kurtarabiliriz?
Bu konuda şöyle bir örnek gelir aklıma hep: Kış aylarında özellikle kar yağmadığı zaman etrafta çok mikrop olur. İnsanlar kolay hasta olurlar. İnsanlar etrafta mikrop olduğu zaman, kar yağmadığı zaman, fizyolojik olarak hasta olmaya çok müsait oldukları zaman yaptıkları şey sokaklara çıkıp mikrop öldürmeye çalışmak değildir, sokakları mikroplar ölsün diye ilaçlatmak değildir. Onun yerine bünyelerini güçlendirmeye çalışırlar. Portakal suyu içerler, meyve yerler, sağlıklı beslenmeye gayret ederler, istirahat etmeye gayret ederler vesaire… Yani dışsal faktörleri düzeltemiyorsak, bu bir şekilde muhal ise içsel anlamda güçlülüğü yakalamalıyız. O zaman mikrop ne kadar fazla olursa olsun ben hastalığa yakalanmadan hayatıma devam edebilirim noktasına gelebiliriz. Şimdi yaşadığımız dünyada teknoloji hayatımızın bir parçası haline gelmiş durumda. İnternet ve televizyonsuz yaşamak çoğu insan için mümkün gözükmüyor. Hayatımızı kolaylaştırdığı ölçüde teknoloji de olsun, internet de medya da olsun. Bunların “Bana zarar vermemesi” için benim ona buna dertlenmeden, onu bunu suçlamadan kendimi güçlendirmem gerekiyor. Yani “psikolojik dayanıklılık” dediğimiz şeyin bizde olması gerekiyor.

Psikolojik dayanıklılık nedir?

Çok kısaca şöyle açıklayabilirim: Bu dünya cennet değil. Bunu herkes biliyor, hepimiz biliyoruz. Ne demek bu dünya cennet değil? Bu dünyanın derdi olacak, bu dünyanın sıkıntısı olacak, bu dünyanın problemi olacak, bu dünyanın hastalığı olacak. Biz de yaşayacağız, etrafımız da yaşayacak. Bu dünyada var olmuş, var olacak herkes bu dünyanın kirini pasını, derdini sıkıntısını çekecek. Ama bu demek değil ki sıkıntılar, dertler, hastalıklar, problemler bizi yıkacak. Yıkmayacak… Problem varsa çözüm var, bunu bileceğiz. Hastalık varsa şifası var, bunu bileceğiz. Dert varsa devası var, bunu bileceğiz. Dertler karşısında eğilmeyeceğiz, bükülmeyeceğiz, düşmeyeceğiz. Düşersek de kalkacağız. Bir insan doğduğu andan itibaren yürüyene kadar iki yüz kere düşüyor kalkıyor, düşüyor kalkıyor… Hiçbir insan duydunuz mu “Bu insan bebekken çok düşmüş, yeter artık kalkmıyorum demiş, böyle yerde geziniyor.” Yok böyle biri, tarih şahit olmamış. Düşüyorsa kalkacak insan. Ama o kalkma gücünün var olabilmesi için insanın psikolojik dayanıklılığının olması lazım. Düşmek ayıp değil; düşüp kalmak, kalkmamak ayıp. Kalkmamız gerekiyor ve kalkabilmemiz için de psikolojik dayanıklılık çok önemli.

Peki, psikolojik dayanıklılık nasıl sağlanır? En başta fıtrattan bahsetmek gerek. Fıtrata göre yaşamak, fıtratı muhafaza edebilmek çok önemli. Çünkü insan doğduğu anda birçok şeyle mücadele edebilecek güçle doğuyor esasında. Yani insanın kendi programı, kendi yapısı, kendi fıtratı, dünyanın kirini pasını, derdini tasasını kaldırabilecek düzeyde. Ne zamanki bu yapıyı bu programı bu sistemi bozuyoruz, o zaman bünye zayıflıyor, psikolojik dayanıklılık azalmaya başlıyor, o zaman psikolojik sorunlar söz konusu olmaya başlıyor. Psikolojik dayanıklılığı arttırmak için, fıtrata uygun yaşamak için yapmamız gereken, temelde gelişim boyutlarını birbirine paralel olarak götürmek. Maalesef en büyük sıkıntılarımızdan bir tanesi ergenliğin de bugün uzaması, daha problemli hale gelmesinin en temel sebeplerinden bir tanesi, âcizane kanaatim, gelişim boyutlarının birbirine paralel gitmemesi…

Gelişim boyutlarının birbirine paralel gitmemesi ne demek, konuyu açıklayabilir misiniz?

Gelişimin malumunuz beş temel boyutu var: Fizyolojik gelişim, psikolojik gelişim, sosyal gelişim, zihinsel gelişim, manevi gelişim. Anne babalar çocuklarının fizyolojik gelişiminden dertli… Hiçbir anne baba yoktur ki çocuğunun midesi aç kaldığında dertlenmesin, çocuğu üşüdüğünde dertlenmesin, çocuğu hasta olduğunda dertlenmesin. Ama bedene gösterdiğimiz hassasiyeti maalesef psikolojiye göstermiyoruz, zihne göstermiyoruz, maneviyata göstermiyoruz, sosyalliğe göstermiyoruz. Dolayısıyla bu çerçevede bedene karşı ne kadar hassas isek, yatırım yapar isek beden büyüyor gelişiyor, çok güzel. 15 yaşında bir beden var; bütün sağlığıyla beraber ayakta ama psikolojik gelişim 15 yaşında mı? Zihinsel gelişim 15 yaşında mı? Sosyal gelişim, manevi gelişim 15 yaşında mı? Şayet bu gelişim boyutlarına bedene yatırım yapıldığı gibi yatırım yapılmazsa diğer gelişim boyutları beden gibi gelişemeyebiliyor. Yani 15 yaşındaki bedenin sosyal gelişimi 15 yaşında olmayabiliyor, sosyal gelişimi 10 yaşında olabiliyor. 15-20 yaşındaki bir insanın psikolojik ve manevi gelişimi 10 yaşındaki bir çocuk gibi olabiliyor. Dolayısıyla hepsi esasında ciddi anlamda yatırım istiyor.

Bu konuda ne tür yatırımlar yapılabilir?

Bu anlamda temel yatırım olarak çok kısaca üzerinde durmam gerekirse, mesela fizyolojik gelişime baktığımızda üç tane temel üzerinde çok ciddi olarak durmamız gerekiyor, üç noktaya çok ciddi olarak hassasiyet göstermemiz gerekiyor. Bunlardan birincisi uyku meselesi. Bizim fıtratımızda uyku var, uyuyacağız. Ama bu uykunun da bir adabı var, bu uykunun da kuralları var. Bu uykunun vücudun alıştığı bir sistemi, yaratılışımızdan gelen bir sistemi var ve buna uyarsak işimize yarayacak. Ama uygun uyumazsak, o zaman uykusu düzgün olmayanın uyanıklığı da düzgün olmuyor. Uykusu sağlıklı olmayanın uyanıklığı da sağlam olmuyor. Nitekim uyku anlamında problem yaşayanlar ya da uykuyu sistemli ve doğru bir şekilde uyumayan insanların psikolojik problemlerinin daha çok olduğu literatürde yapılan araştırmalar tarafından gösteriliyor. Psikolojik dayanıklılığın daha az olduğu, öğrenmede daha zorluk çektiği, hiperaktivite bozukluğu konusunda daha riskli olduğu, araştırmalar tarafından gösteriliyor. Bu anlamda dikkat etmemiz gereken 3 temel gerçek var. Düzenli, dengeli, yeterli uyku.

Düzenli uyku ne demek? İnsanın yattığı ve kalktığı saatin belli olması… Ve bunun hafta sonu da böyle olması demek. Maalesef şöyle bir sıkıntımız var: İnsanlar okula gidiyorlar, hafta içi işe gidiyorlar, sabah 7’de kalkıyorlar, cumartesi, pazar sabah 10’da kalkıyorlar. Kaynaklar buna “sosyal jet lag” diyor. Nasıl jet lagde insan uçağa biniyor, uçakla gittiği yerin ikliminden, saat farkından etkilenip bir dengesizlik yaşıyorsa; bu şekilde insan vücut ayarlarıyla oynarsa hafta içi belli bir saatte yatıp belli bir saatte kalkmaya alışmış vücudunu hafta sonu bozarsa dengesizleşebiliyor, kendini kaybedebiliyor. Dolayısıyla bunu yaşamaması için uyku anlamında yattığı ve kalktığı saatin belli olması birinci mesele. İkincisi ise melatonin hormonunun salgılandığı saatte uyumak gerekiyor. 10-11 saatlerinde melatonin hormonu salgılanıyor, o saatlerde insan uyuyup sabahın 6’sında 7’sinde o hormon artık salgılanmayı bitirdikten sonra uyanması lazım. Bakın bununla alakalı çok ilginç çalışmalar var.

Bir tanesinde vardiyalı çalışan insanlar üzerinde araştırma yapılmış. Vardiyalı çalışan insanlar gece çalışıyorlar gündüz uyuyorlar. Gündüz 7- 8 saat uyuyorlar ama psikolojik rahatsızlıklar anlamında gece uyuyandan çok daha fazla risk altında ve çok daha fazla psikopatoloji gösteriyorlar. Niçin? Çünkü 7-8 saat uyuyor ama gece uykusu değil… Allahu Teâlâ yaratırken, gece uyusun diye bu bedeni yaratmış. Dolayısıyla insanlar risk altında, problem altında yaşıyorlar… Niçin? Çünkü fıtratlarına aykırı bir yaşantıları var. Bu çerçevede mutlaka belli saatte yatıp belli saatte kalkmak, 10-11-12, belki 10 gibi yatıp sabah erken saatlerde ayakta olmak psikolojik dayanıklılık anlamında daha faydalı. Üçüncü olarak yeterli uyuma meselesi. İnsanımız yeteri kadar uyumuyor, ihtiyaçları kadar uyumuyor. Ama vücudun büyümesi, gelişmesi, güçlenebilmesi için yeteri kadar uyuması lazım, bunu ıskalıyoruz.

İkinci boyutta fizyolojik gelişim anlamında yemek ve beslenme çok önemli. Ne yediğimiz, nasıl yediğimiz, ne kadar yediğimiz çok önemli. İngiltere’de yapılmış bir çalışma var: İki grup çocuk alınıyor; yaşları, ekonomik durumları vs. özellikleri birbirine eşit. Bu çocuklardan bir grubu bir süre sadece fast food ile besleniyor ağırlıklı olarak, diğer grup doğal bir şekilde besleniyor. Çok kısa bir sürede saldırganlık yüzde 60 fark ediyor. Saldırganlık bu kadar fark eder de diğer dürtü-kontrol bozuklukları, dikkat dağınıklığı, öğrenme güçlüğü vs. ne kadar fark eder? Onu okuyucunun takdirine bırakıyorum ama ne yediğimiz, ne kadar yediğimiz, nasıl yediğimiz çok kritik öneme sahip.

Üçüncü olarak spor meselesi. Beden hareket etmek istiyor, enerjisini boşaltmak istiyor. Sağlıklı bir şekilde boşaltamazsa sağlıksız bir şekilde boşaltmak istiyor. Hoşgörü isteyerek şöyle bir örnek vereceğim: Bir insan bir gıdayı aldığında vücudu onu ikiye ayırıyor; bir kısmını faydasız diye posaya ayırıyor, vücuttan tuvaletle atıyor. Bir kısmını da enerji olarak bünyesine alıyor. Posa olarak attığı şeyi vücudundan atamasa, bu insan sakin sakin oturabilir mi, gergin olmadan rahat durabilir mi, dikkatini toplayabilir mi, yeni bir şey öğrenebilir mi? Bu mümkün değil. Bir insan vücudundan gerektiği zaman posayı atamazsa o insan dikkatini toplayamaz, sakin sakin duramaz, dürtülerini kontrol edemez. Sonuç itibariyle sağlıklı bir şekilde vücudundan atamazsa sağlıksız bir şekilde atar. Ve maalesef ergenlerde çok sayıda bunu görüyoruz; biraz daha harekete/davranışa, yaramazlık olarak nitelendirdiğimiz davranışlara vuruyor. Ama ergenlik döneminde şiddet ve cinsellik üzerinden bu enerji boşaltılmaya çalışılıyor. Bu da çocuklarımız ve ergenlerimiz için ciddi bir risk. Yani ben çocuğumun enerjisini boşaltmak için ciddi olarak ona alternatif zemin hazırlamam lazım.

Peki, sosyal gelişimle alakalı neler söyleyebiliriz?

Sosyal gelişimle alakalı söyleyeceğim şu: Maalesef çocuklarımız “büyük” görmeden büyüyorlar. Büyük görmeden büyüdükleri için, büyüğün yanında nasıl oturulur, nasıl kalkılır, nasıl konuşulur, nasıl ifade edilir, nasıl ilişki kurulur bilmiyorlar. Çok danışanım var ki sosyal fobi şikâyetiyle gelir. Çocuğun sosyal fobisi yoktur, sıkıntısı şudur: Sosyal ilişki pratiğine sahip değildir. Yani internette arkadaşlarla görüşüyor ama başka insan görmüyor. Anne baba ile konuştuğu kelime sınırlı, onun dışında kurduğu ilişki sınırlı. Dolayısıyla toplum hayatına nasıl gireceği, nasıl ilişki kuracağı, nasıl selam vereceği, nasıl oturup kalkacağını bilmiyor, pratik yapmamış. Bu yüzden mutlaka ama mutlaka Afrikalıların bir sözünü hayata geçirmek zorundayız: “Çocuk yetiştirecekseniz önce bir köy kurun.” Çocuğumuzun etrafında çocuğumuzun ilişki kuracağı küçük köyler kurmak zorundayız. Ahmet amcası, Ali abisi, Fatma teyzesi, Ayşe ablası olmak zorunda. Bizim zaman zaman gücümüz yetmeyecek, zaman zaman sesimiz duyulmayacak; işte o zaman Ahmet abi, Ali amca, Fatma abla devreye girecek… Dolayısıyla sosyal çevreyi çocuğumuzun etrafında sağlıklı bir şekilde oluşturmak zorundayız. Biz oluşturmazsak o sosyal çevre kendi kendine oluşuyor.

Zihinsel gelişim ve manevi gelişimden de bahseder misiniz?

Zihinsel gelişimle alakalı 4 temel hususiyeti çocuklarımıza kazandırmak zorundayız. Birincisi, bilgi sevgisi. Bugün çocuklar bilgiyi sevmiyorlar. Üniversiteye geliyorlar söyledikleri şey şu: “Test yapın hocam, ne olur bize klasik sınav yapmayın hocam!” Yani, öğrenmeyelim, hatırlayalım diyorlar. Veya: “Hocam kitaptan sorumlu tutmayın, okuyamayız, çok kalın; slaytları verin ezberleyelim, sınavı geçelim.” Hâlbuki lise döneminde, ortaokul döneminde bütün öğrendiklerini unutsunlar. Yani kimyacı olmayacaklarsa kimyayı unutsunlar, kimya ile ilgili çok detay bilmelerine gerek yok. Ama üniversitede öğrendiklerini hayatın her döneminde kullanacaklar. Meslekleriyle alakalı iş öğreniyorlar, ama maalesef geldiklerinde bilgiyi sevmeyen, bilgiden nefret eden insanlar olarak geliyorlar. Bu çok ciddi bir problem. Bilgiyi yüklemek konusunda gösterdiğimiz hassasiyetten daha fazlasını bilgiyi sevdirmek için göstermeliyiz.
İkinci olarak, doğru bilgi kaynaklarına yönelmek durumundalar. Maalesef çocukların büyük çoğunluğu, kafalarına bir şey takıldığında Google’a yazıyorlar ve ilk çıkana tıklıyorlar. Çok küçük bir kısmı ilk beşe tıklıyor, daha küçük bir kısmı birinci sayfaya bakıyor, sonuçların içindeki ikinci sayfaya bakan genç ise yok. Ama Google’a tıkladığınızda birinci sayfada çıkanlar genelde popüler siteler, dedikodu siteleri, magazin siteleri, haber siteleri vesaire… Doğru bilgi kaynağı maalesef çok ciddi bir şekilde azalmış durumda. Yani bilmeden, bakmadan, doğruyu yanlışı ayırt etmeden direkt almış, onu doğru gibi yaymış. Ve buna göre insanlar duygusunu, düşüncesini, davranışını değiştiriyor. Belli insanlara karşı soğuyorlar. Belli insanlardan nefret ediyorlar. Bunun bir sorumluluğu yok mu? Doğru bilgi kaynağı üzerine çocuklarımıza ciddi bir eğitim vermek zorundayız. Bizim de kaynaklarımızı doğrultmamız gerekiyor.

Bir diğer mesele faydalı bilgi meselesi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Ya Rabbi! Faydasız bilgiden sana sığınırım.” diye çok dua ederdi. Peygamber Efendimiz zararsız bir şeyden Allah’a sığınmaz. Demek ki faydasız bilgi çok ciddi anlamda zararlı bir şey. Maalesef çok zararlı bilgi alıyoruz. Haberleri açıp seyrettiğimizde genelde işin magazin boyutuyla ilgileniyoruz: Brezilya’da ne hırsızlık olmuş, Maraş’ta Konya’da kim kimi kandırmış… Bundan başka bir şey yok… Peki, ben bu bilgiyi ne yapacağım? Yani beynin kapasitesi sınırlı. Nurettin Topçu’nun dediği çok güzel bir söz var. Diyor ki: “İki sebepten dolayı kötülüğü öğrenmeyin. Birincisi, kötülüğü öğrenirseniz beynin kapasitesi mahdut, iyiliği öğrenecek yer kalmaz. İkincisi, kötülüğü öğrendiğinizde onu yapmamak için de enerji sarf edersiniz.” Kötülük yapmamak için enerji sarf edeceğinize, iyilik yapmak için enerji sarf edin.

Son olarak, zihinsel gelişimde “bilgi ahlakı” çok önemli. Kur’an-ı Kerim’de bir ayet-i kerimede Allahu Teâlâ buyuruyor ki: “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” Bu soru değil, bu bir cevap. Bilenle bilmeyen bir olmaz. Bilen, bilmiyor gibi davranmasın. Maalesef bilgimizi, öğrendiğimizi genel kültür olarak alıyoruz. Bugün kamerayı alın, sokağa çıkın, herhangi bir konuda herhangi bir insana soru sorun; yarım saat size konuşur. Mesela trafikte sabırlı olmayı sorun; herkes trafikte sabırlı olmak konusunda bir sürü şey söyler ama trafikte sabırlı mıdır, bilmiyoruz. Nazik olmak konusunda, kimseyi incitmemek, kırmamak konusunda soru sorun; yine aynı şeyle karşılaşıyoruz ama bilgi zihinde kalıyor. Bilgi zihinde kalmayacak, hayata geçecek, bilginin ahlakı bu… Aksi halde ciddi anlamda sorumluluğu var.

Manevi gelişim ise gelişimin çok önemli ve ihmal ettiğimiz boyutlarından bir tanesi. Ne anlamda ihmal ediyoruz? Manevi gelişimi davranış olarak aktarıyoruz, ama hiçbir bina temelsiz, direksiz durmaz. Manevi gelişimi kavramlar üzerinden anlatmadığımız, kavramları çocuklarımıza vermediğimiz sürece, ne kadar davranış verirsek verelim bir süre alışkanlık için yaparlar ama sonra sebebini derinliğini anlayamadıkları şeyleri uzun süre götüremezler. Ve en ufak bir sarsıntıda yıkılır, gider. Bu anlamda baktığımızda çocuklarımızın hayatında bereket kavramı, kanaat kavramı, vefa kavramı, sabır kavramı, şükür kavramı kalkmış durumda. Buna benzer dünya kadar kavramımız var kaybettiğimiz. Günlük hayatta biz kanaati kullanmıyorsak, berekete inanmıyorsak, vaktin bereketine inanmıyorsak, ömrün bereketine inanmıyorsak, işin bereketine inanmıyor ve bunu kullanmıyorsak, çocuklarımıza manevi olarak bir şey vermemiz çok fazla mümkün değil. Bereket kavramını, kanaat kavramını, vefa kavramını, sabır kavramını hayatımıza yerleştirmemiz gerekiyor. Dilimize gelmeden hayatımıza girmesi zor. Hayatımıza girmeden de manevi olarak mesafe almamız zor, manevi olarak gelişmiş insan olamayız.

Gönül Dergisi

Rutin diye bir kelime var: Her gün duyduğumuz ve kullandığımız bir kelime. Gri tonunu akla getiren, genelde sıkıntıyla, mecburiyetle, zorunlulukla beraber seyreden bir kelime rutin. Sokaktan 10 tane insan çevirin benzer cevaplar alırsınız rutin ile alakalı. Genellikle kalbimize-aklımıza yerleşmiş duygular, düşünceler, resimler bize rutinin gri, zorunlu, mecburi olarak devam eden, takip etmek zorunda olduğumuz, depresif duyguları, bunaltıcı duyguları beraberinde getiren bir şey olduğu yönünde.

İnternete baktığımda rutinle alakalı bir yorum dikkatimi çekti. Demiş ki: “Yeme içme ile gün geçiren, akşam rahat kafayla yemek yiyen, giyinip kuşanıp buluşan, arabalardan, son model telefonlardan, kredi kartına peşin taksitlerden, futboldan, televizyon dizilerinden konuşanların hayatı. Ölmek bir yaşam biçimi olsa adına rutin derlerdi. Huzurlu insanların hayatı.” Başka yerlerdeki yorumlara baktığımda gördüğüm ilk cümleler değişiyor ama birçok yorumda “ölmek bir yaşam biçimi olsa adına rutin derlerdi” cümlesinin benzerini tekrarlayan ifadeler var.

Biraz daha araştırdım şu soruyu sorarak: “Acaba hep mi kötü mü düşünülüyor rutinle alakalı?” İki tane görüş var. Bir tanesi diyor ki: “Evet, rutin insanın aklını öldürür.” Özellikle geçen yüzyıl insan-makine ilişkisini şekillendirenlerden Adam Smith’in başını çektiği bir düşünce bu. “Aklı öldürür, yaratıcılığı öldürür, üreticiliği öldürür, rengi öldürür, gri renge boğar.” gibi şeyler söylüyorlar. Ama bir başka grupta diyor ki: “Rutin, doğru bir öğrenme için gerekli bir öğreticidir, olmazsa olmaz bir öğreticidir. Doğru bir şey öğrenmek istiyorsanız, o öğrendiklerinizi hayata dökmek istiyorsanız; rutin gibi bir öğreticiye ihtiyacınız var.”

Rutinle alakalı pozisyon almamız gerektiğinde popüler kültürün ağır propagandası ile genelde negatif pozisyon alıyoruz. Ama biraz nötr bakmaya çalışsak? Acaba hakikaten çok negatif bir şey mi, hakikaten çok kötü bir şey mi, hakikaten çok çekilmez bir şey mi rutin? Acaba rutinin huzur veren bir tarafı, iyi gelen bir tarafı, faydalı olan bir tarafı yok mu?

Çok güzel bir türkü var: ‘’Bir insan ömrünü neye vermeli, geçip gidiyor hayat dediği’’ diye. Böyle biraz ağır ama düşünmeye değer sözlerin olduğu bir türkü. Bir insan ömrünü bir şeye vermeli, her şeye değil ama neye vermeli? Ya da diğer insanları geçelim. Ben ömrümü neye vereceğim, ben neyin peşinden koşacağım? Ben ömrümü neyin uğrunda harcayacağım ve bu dünyadan eninde sonunda ayrıldığımda arkamda ne kalacak?

Bu soru kritik bir soru olarak kenarda dursun. “Ölmeden olmak” diye bir kavram var benim çok sevdiğim. Olmak ne demek? Olgunlaşmak, pişmek, kemale ermek demek. İnsan olmanın hakkını verebilmek, kalp sahibi olmanın, akıl sahibi olmanın hakkını verebilmek demek. Nefes alıp vermekten ibaret olmayan bir ömür geçirmek, sadece yemek, içmek, uyumak üçgeninin ötesine geçebilmek demek. Kediden, köpekten, böcekten, kurttan farklı bir hayat yaşayabilmek, var olmayı anlamlandırmak demek.

Rutin deyince ilk akla gelen “iş” kelimesi ile başlayalım. ‘’İş’’ kelimesinin 14. yüzyıl İngilizcesinde karşılığı şuymuş: “Bir maddenin taşınabilir büyüklükteki parçası.” Bir madde var, onu parçalara ayırabiliyoruz taşıyabileceğimiz kadar ve taşıyoruz. İşte buna iş deniyor. Burada sormamız gereken iki tane şey var. Birincisi: “Ne taşıyoruz, taşımamız gereken şey bu mu?” İkincisi: “Ne kadar taşıyoruz, hakikaten taşıyabileceğimiz bu mu?” Ne taşıdığımız çok önemli, yaptığımız iş taşıdığımıza, çektiğimize, gayret ettiğimize, fedakârlık yaptığımıza değiyor mu? İkincisi hakikaten bu kadar mı taşıyabiliriz? Niye bu kadar taşıyoruz, daha az ya da daha çok taşısak daha iyi olmaz mı bizim için? Bir kontrol etmemizde fayda var.

Peki, rutin burada nerede duruyor? Rutini biraz daha bu nötrlükten pozitife doğru kaydıracak bir sözü var sosyolog Anthony Giddens’ın. Diyor ki: “Karşımıza çıkan alternatifleri ancak yerleşik alışkanlıklarımıza göre sınarız. Anlık itkilerin ve kısa süreli davranışların hâkim olduğu, düzenli rutinlerden mahrum bir yaşam anlamsız bir varoluştur.” Karşımıza çıkan alternatifler. Bir seçenek, bir insan, bir ilişki, bir karar, bir düşünce… Bunların hepsini yerleşik alışkanlıklarımız ışığında dengeleyebiliriz, kontrol edebiliriz, sınayabiliriz, doğruluğuna veya yanlışlığına karar verebiliriz. Yerleşik alışkanlıklarımız yoksa, yerleşik bir sistemimiz yoksa, yerleşik bir düzenimiz yoksa, yerleşik bir hayatımız yoksa o zaman mecburiyetten kaçarken başka bir mecburiyete sığınırız: Anlık itkiler, kısa süreli davranışlar, düzenli rutinden mahrum anlamsız bir yaşama götürür bizi.

Robert De Niro’nun “Stajer” isminde bir filmi var. Emekli olmuş, paraya da ihtiyacı olmayan bir adam var filmde. Gitmediği kurs, gezmediği ülke kalmamış emekliliğinde ama bir boşluk var. Derken bir ilan görüyor “Yaşlı bir stajyer arıyoruz” diye. “Yaşlıların sosyal hayata yeniden döndürülmesi” diye bir proje kapsamında yayınlanan bir ilan. Başvuruyor, yönetim kurulu başkanının asistanı oluyor, asistanı olduğu kişi torunu yaşında, ama devam ediyor. Saçma sapan işler yapıyor. Hiç akranı olmayan insanlarla sosyalleşiyor vs. İlk başta garip kalıyor ama bir şekilde hikâyenin sonunda görüyoruz ki değdiği, dokunduğu insanlara pozisyonu çok düşük görünse de inanılmaz faydalı olabiliyor ve bundan aldığı harikulade bir manevi haz ve mutluluk var. Bu çok önemli bir şey. Çünkü insan hayatında belli bir noktaya geldikten sonra motivasyonu artık para olmamaya başlıyor, şan şöhret, araba yahut ev olmamaya başlıyor. Bir süre sonra daha çok kalbine hitap eden şeylerden motive olmaya, mutlu olmaya başlıyor ama kalbine hitap eden şeyleri yapabilmesi için bir şeyler vermesi lazım. Bir şeyler verebilmek için de bir şeylerin olması, önceden bir şeylerin biriktirilmesi lazım. Bilgi, tecrübe, beceri vs. O biriktirmeye de ne kadar erken başlarsak o kadar iyi. Şimdiden saçıp savurursak birikim yapmamızı sağlayacak imkânlarımızı; vaktimiz, gençliğimiz, sağlığımız, zekâmız, kapasitemiz- yarın bu dünyadan keyif alma, haz alma, huzur duyma zamanına sıra geldiğinde, insanlara verecek bir şeyimiz olmadığında çok klasik olarak birçok yaşlının yaşadığı depresyon, huzursuzluk, ölümü sever hale gelme ama anlamsız bir hayattan dolayı da pişmanlık duyma duygularını yaşayabiliriz.

Karakter kaderi ciddi anlamda etkileyebiliyor. Peki, ne yapar karakter? “Karakter asıl olarak duygusal deneyimlerimizin uzun vadeli boyutu üzerine odaklanır. Karakter kendini sadakat ve karşılıklı bağlılık, uzun vadeli bir hedef için çaba sarf etme ya da gelecekteki bir amaç uğruna bugünkü kimi mükâfatları erteleme şeklinde gösterir”. Zor bir süreç, oturtmak için vazgeçilmez olan şey rutin. Çok güzel bir söz var: “Motivasyon, seni başlatan, hareket ettiren şeydir. Ama hareket etmek yetmez, devam etmen lazım. Seni devam ettiren şey alışkanlığın, rutinindir.”

Avustralya’da yüksek lisans yaparken tatsız bir cümle duymuştum. Çok zoruma, ağrıma gitmişti ama maalesef yok öyle değil de diyememiştim hakikat payı olduğundan dolayı. Cümle şu: “Türk gibi başla, İngiliz gibi bitir.” Korkunç. Ne demek istiyor? Türkler böyle bir motive oluyorlar, bir gaz alıyorlar. Bir başlıyorlar heyecanla, o heyecan kimsede yok, o motivasyon kimsede yok, o azim kimsede yok. Ama iki adım gidiyor, motivasyon bitiyor. Çünkü rutine dönüşmüyor, alışkanlığa dönüşmüyor. Ve motivasyon eninde sonunda rutin olmadığı zaman bitiyor. Bittiği zaman da her şey yarıda kalıyor. Keşke hiç başlamasa noktasına geliyor. Arkadan gelecek hareketlere, işlere de hem mani oluyor hem kötü örnek oluyor. Ama öteki adam belki biraz daha az azimle, az heyecanla, az motivasyonla başlıyor ama bir şekilde sonuna geliyor ve bitiriyor. O yüzden rutin bize işimizi bitirtecek, yolumuzu, mesafemizi kat ettirecek. İki tane örneğim var. Enrico ve Rico adında bir baba oğul. Richard Sennett’in “Karakter Aşınması” diye geçiyor bu iki kişi. Sennett bu iki kişiyi rutinin bize huzurlu, sakin, mutlu bir hayat yaşamamız için ne kadar lazım geldiğini ifade etmek için veriyor. Örnekler şöyle: Rico İtalyan kökenli bir hademe. Bütün ömrü boyunca çalışmış, küçücük bir ev almış, o evde yaşıyor. Hademelik yapıyor, hademelik yaptığından dolayı insanlar bazen bunu biraz itip kakıyorlar, hor görüyorlar ama genel olarak hayatının bir rutini var.

Sabah işe gidiyor, akşam eve geliyor, çocuklarını büyütüyor, para biriktiriyor çocukları için vs. ve huzurlu, mutlu bir şekilde hayatına devam ediyor. Hayatını öngörebiliyor, kontrol edebiliyor. Para kazandıkça, biriktirdikçe evini büyütüyor vs. Genel olarak Enrico’nun yaşadığı ruh hali iyi, hayatından genel olarak mutlu. Çünkü kontrol edebildiğini hissediyor ve kendini güçlü hissediyor. Rico, Enrico’nun oğlu. Babasının desteğiyle, biriktirdikleriyle, güzel bir üniversiteye gidiyor, iyi bir evlilik yapıyor. Bir anda babasının hayal bile edemeyeceği, maddi anlamda çok üst bir dilime giriyor. Karı koca harikulade işlerde çalışıyorlar ama tüketim pazarının içine girdiklerinden dolayı on dört senede dört defa taşınmak, ev değiştirmek zorunda kalıyorlar. Bir sonraki evleri nerede olacak, işleri nerede olacak belli değil. Devamında iş de değiştirmek zorundalar, daha cazip teklifler, daha iyi pozisyonlar, daha farklı masraflar, daha farklı gelirler önlerine çıkıyor. Şu an bulundukları nokta itibariyle ikisi de iş olarak iyi işteler, kazanç olarak hakeza öyle. Dışarıdan bakıldığında harikulade bir hayat yaşıyorlar. Ama hissettikleri duygu hayatlarını kontrol edemedikleri duygusu, nereye gittiklerini bilememe duygusu. Doğru mu yapıyorlar, yanlış mı yapıyorlar emin olamama duygusu. Ve bunun böyle olmasının en temel sebeplerinden bir tanesi köksüzlük meselesi. Köksüzlükten kastım ne? Bir sürü ev değiştiriyorlar. Ve her gittikleri yerde yeni insanlarla tanışıyorlar. Tanıştıkları insanlar da bu ilişkinin çok uzun sürmeyeceğini biliyorlar. Dolayısıyla o insanlar da, bunlar da o ilişkiyi asla derinleştirmiyorlar. Genel geçer sorular soruyorlar. Enrico diyor ki: “Benim en çok rahatsız olduğum şey: Tanıştığım insanlar benim geçmişimle hiç ilgilenmiyorlar, geçmişim kimsenin umurunda değil. Bugünkü konumum, bugünkü halim ve bugünkü ilişkimiz üzerine konuşuyoruz.

Ama beni köksüz, geçmişsiz bir insan olarak değerlendirip kısa süreli, yüzeysel ilişkiler kuruyorlar. Ve neticede, ben kimseye dayanamaz, güvenemez, destek alamaz, nereye gittiğini bilmeyen, ne yapacağını bilmeyen bir insan olarak kendi hayatım üzerinde kontrolünü kaybetmiş bir korkak gibi hissediyorum kendimi.” Stresin en önemli sebeplerinden bir tanesi belirsizliktir. Peki, ne olur belirsizlik sonucu ortaya çıkan stres ile? Frederic Vester’in araştırmalarından bir örnek vereyim: “Eğer dişi sincapçıklar iki buçuk saatten fazla strese maruz kalırsa davranışları anormalleşmeye başlıyor. Örneğin: Bu hayvanlar hâlâ yavrularını besliyorlar ama inanılmaz bir şekilde yavrular artık tabu olmaktan çıkıyor. Dişiler artık koku işaretleri kuramaz oluyorlar. Sıklıkla diğer sincapçıklar bu yavruları yiyor hatta bazen kendi annelerinin doğurduklarını bile yiyorlar. Günlük altı saatlik stresten sonra grup hızla toplu yok olmaya doğru ilerler. Hayvanlar daha fazla strese maruz kalırsa birkaç hafta içinde hepsi ölür. Alt konumdaki hayvanlar birbirlerini ölümüne korkutur. Sadece birkaç gün içinde steril, duygusuz ve bir deri bir kemik olur. Doğum yapabilen hayvanlar annelik içgüdülerini kaybeder ve anneler yavrularını yer hale gelir.’’

Kronik, süregelen, devam eden stres insanın da aynı hayvanlarda olduğu gibi fizyoloji itibariyle, yapı ve sistem itibariyle mücadele edebileceği bir şey değil. Ne oluyor? Türlü hastalıklar, türlü şikâyetler, türlü problemler ortaya çıkmaya başlıyor. Kanser yayılıyor, sebebi stres diyorlar; şeker hastalığı yayılıyor, sebebi stres diyorlar. Başka hastalıklar söz konusu oluyor, sebebi stres diyorlar. Peki, ne olacak? Rutinin bizim işimizi, hayatımızı kolaylaştırmada en önemli etkilerinden biri bu kronik stresi ciddi anlamda azaltmasıdır.

İnsanın alışkanlık adında otomatik bir sistemi var. Beyin sürekli yapılan bir davranışı direkt alışkanlık haline getiriyor. Ne için alışkanlık haline getiriyor? Çünkü beyin enerjiden tasarruf etmek için durmaksızın yeni yollar arıyor. Beyin kendi haline bırakıldığında tekrar eden her davranışı alışkanlığa çevirmeye çalışacak. Çünkü alışkanlıklar zihnimizin daha az efor harcamasını mümkün kılıyor. Günlük işlere daha az efor harcayınca ne oluyor? Daha kolay öğrenebilir, daha çok algılar, daha çok analiz- sentez yapabilir, daha çok düşünebilir, daha çok çözümler getirebilir hale geliyor. Dolayısıyla rutin bir hayat yaşayan insan, doğru bir şekilde rutinini belirlerse, rutinin içini doğru bir şekilde doldurursa esasında rutin yaratıcılığı öldürmez, yaratıcılığı tetikler, güçlendirir, kolaylaştırır. Rutin, insanın yeni bir şeyler bulmasına mâni olmaz bilakis yeni bir şeyler bulmasının önünü açabilir.

Başka bir noktaya geçelim rutin ile ilgili. İyi başlanmış ancak kötü bitirilmiş bir resim düşünelim. Bu eseri ortaya koyan kişi kabiliyetsiz midir? Asla değil, çünkü harikulade başlamış, kabiliyet görünüyor. Sorun nerede peki? Çalışmasını bir rutine sokmadığından, harikulade başladığı bir şeyi devam ettirmeyip son ana bıraktığı için alalede olarak bitirmek zorunda kalmış. Böyle olmaması için, kendi yeteneğimize layık, kendi emeğimizi gösterir işler çıkarabilmek için rutin şarttır. Öbür türlü ne kadar yeteneğimiz olursa olsun, bir rutin içerisinde çalışıp o yeteneği gösterir bir eser ortaya koyamadığımız için nihayetinde hayal kırıklığı ile biter.

Sıklıkla görüyorsunuzdur haberlerde, kitaplarda vs.: Başarılı insanların yedi alışkanlığı, başarılı insanların on rutini, başarılı insanların her sabah yaptığı beş şey, başarılı insanların asla vazgeçmediği 3 davranış… Ben bu konuda biraz araştırma yaptım. İnanılmaz listeler var. Ve başarılı insanları hakikaten didik didik incelemişler. Sabah ne yapmış, akşam ne yapmış, yatarken ne yapmış, kalkınca ne yapmış, gündüz ne yapmış? Bununla alakalı bir sürü liste var ama temelde hepsinin söylediği ortak bir şey var: Başarılı insanların bir sırrı varsa o da hepsinin rutininin olmasıdır.

Peki, bunca kelamdan sonra anladık artık rutin önemli ama rutini hayatımıza nasıl koyacağız? Kolay bir şey değil şüphesiz. Ne yapmalı, nereden başlamalı? İlk başta aşk lazım. Alışkanlıkların Gücü kitabında bahsedildiği üzere işaret ve ödüllerin işe yaraması ve alışkanlık döngüsünün harekete geçmesi için şiddetli bir arzu gerekiyor. Bir davranışın, rutinle beraber alışkanlık haline gelmesinin üç basamağı var. Bir tanesi o davranışı harekete geçirecek işaretleri gerçek hayatta görmüş olmak. İkincisi o davranışla alakalı mutlu olacağı, kendi içinde ödül olacak bir şey tanımlamak. Üçüncüsü ise alışkanlık döngüsünün başlamış olması. İşareti gördü, ödülü gördü, davranışa dönüştü. O döngü başladı. Devam edince bir noktada alışkanlık haline geliyor ama bunun olabilmesi, başlaması ve devam edebilmesi için neye ihtiyacımız var? Şiddetli bir arzuya. Ya da başka bir ifadeyle âşık olması insanın bir şeye. Bir şeye âşık olacağız, bir davranışa âşık olacağız, bir işe, bir mesleğe, bir sanata aşık olacağız. Aşk olmadan olmuyor. Bütün kalbimizi verebileceğimiz bir işimiz, bir mesleğimiz, bir meşgalemiz, bir hobimiz olacak.

Bu noktada şu soruyu soralım. Çabucak uykuya dalmak ve kendini iyi hissederek uyanmak mı istiyorsun? Evet hepimiz isteriz bunu. Bu dönemde özellikle büyük sıkıntılarımızdan birisi yattığımızda kolay uyuyamamak ve kalktığımızda genelde kendimizi aman aman çok iyi hissetmemek. “Harikulade bir gün” diyerek enerji ile çoğu zaman kalkamıyoruz. Böyle devam etmesin istiyorsak bir sır var. “Gece yatarken ve sabah kalktığın zaman, otomatik olarak neler yaptığına dikkat et” diyorlar. Gece yatmadan önce neler yapıyorsun, neler düşünüyorsun, neler var aklında? Ve kalktığında otomatik olarak neler geliyor aklına, neler yapıyorsun, hangi davranışları gösteriyorsun? Biraz daha ilerletelim meseleyi. Pozitif psikolojinin kurucularından Mihaly Csikszentmihalyi şöyle diyor bir tanesi söylüyor: “Şayet sabahları yapmayı dört gözle beklediğin bir şey için uyanırsan sağlamsın, güçlüsün, mutlusun.” Ama sabahları yapmayı dört gözle beklediğin bir şey yoksa orada sıkıntı. İşte rutin böyle olursa sorun oluyor. Bir tane karikatürde görmüştüm. Adam sabah kalkıyor, pencereden bakıyor. “Bu ne be dünün aynısı.” diyor. Böyle olursa sıkıntı. Ama rutin sistemimizin içerisinde yaptığımız her ne ise onu yapmayı dört gözle bekliyorsak, heyecanla keyifle güne başlıyorsak, yaptığımız şeye âşık olduysak o zaman hiç sıkıntımız yok. Devam eden bir rutinle çok güzel başarılar elde edebiliriz. Ama bunun için ilk başta bu sevgiyi, bu aşkı kalbimize koymamız lazım. Ne olacak peki bu sevgiyi, aşkı kalbimize koyduğumuz zaman? Sanatkâr olacağız. Yaşam ustası olacağız. Diyor ki: “Hangi işi yapıyorsan yap, dünyanın en büyük, en saygın, en güzel işi bile olsa sadece bedeninle yapıyorsan işçisin.” Akademisyen de olsan, profesör de olsan, bilim adamı da olsan bu aynı. Sadece bedeninle yaptığın bir iş ise, hiçbir şey hissetmeden, düşünmeden yapıyorsan sadece işçisin. İşin içine aklını katıyorsan, nasıl geliştirebilirim, nasıl ilerletebilirim nasıl daha güzel anlatabilirim düşüncesi varsa o zaman ustasın. Ama kalbin de varsa devrede; seviyorsan, keyif alıyorsan, haz duyuyorsan o zaman sanatkâr olmaya başladın demektir. Yaptığın işten harikulade eserler ortaya çıkabilir.

Diderot’un çok güzel bir sözü var: “Tekrar ve ritim sayesinde elin ve aklın uyumu sağlanır. Öyle bir uyum olur ki, kâinatla bütünleşmeye başlarsınız” Rutinle ritim birbirine benzer kelimeler. Ve bazen birbirinin yerine de kullanılabilir kelimeler. Dünyanın bir rutini var ya da dünyanın bir ritmi var desem aynı şeyi kast ediyorum. Her gün güneş doğuyor, her gün güneş batıyor, ne zaman doğacağı belli, ne zaman batacağı belli. Bir ritmi var, bir rutini var. Doğanın, dünyanın, sistemin bir rutini, bir ritmi var. Bizim de bir ritmimizin, bir rutinimizin olması lazım. Esasında var, bulmamız lazım. O ritim, o rutin ne kadar içselleşirse biz de o kadar kendi içimizdeki dengeyi ve dünya ile bütünleşmeyi yakalamış olacağız.

Rutin yaratıcılığı öldürmüyor mu? Öldürüyor. Ne zaman öldürüyor? “Endüstriyel rutin” ya da başka bir adıyla “Fordizm” olursa öldürüyor. Yaratıcılığı öldürmenin ötesinde insanın karakterinin bütün derinliğini yok etme tehlikesini de barındırıyor. Nedir “Fordizm”? Bir malzemenin mümkün olduğu kadar küçük parçalara ayrılması ve her bir insanın o küçücük parçadan sorumlu olması. Her bir insanın o küçücük parçayı elinden geldiğince hızlı bir şekilde devreye sokması ve bütüne katması. Ama “Fordizm”de genelde büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor insanlar. Bugün rutinle alakalı bütün önyargıların en büyük sebeplerinden bir tanesi bu Fordizm denilen sistemdir. Kocaman bir şeyin küçücük bir parçası haline getiriyor insanı ve makine gibi çalışmasını bekliyor. Makina gibi çalışıp bütünü göremiyor insan. Sadece arabanın farını takan insan oluyor, sabahtan akşama kadar arabanın farını takıyor. Hiçbir motivasyon yok, hiçbir sevgi saygı yok yapılan işe, çünkü hiçbir manevi tatmin yok. Bütüne kıymetli bir katkısı olduğunu hissetmeden, kendini ve yaptığı işi küçük görerek yıllarını harcıyor insan. Ne oluyor o zaman peki? İnsanın karakteri ölüyor, ruhu ölüyor, mesleğinden aldığı haz bitiyor. Bu sefer haz almak için başka şeylere yönelmeye başlıyor. Çoğu zaman da bağımlılıklar geliştiriyor. Başka ne oluyor? Ruhunu öldürüyor. Ruhunu öldürdüğü zaman ne yapıyor? Sabahtan akşama kadar otomatik hareketler yapan makine gibi oluyor insan. Akşam olunca da otomatik bir şekilde ekranın karşısına geçiyor, TV’nin ya da bilgisayarının başında başka insanların hayatlarını seyrederek, başka insanların sevinçleri ve üzüntüleriyle ömür tüketiyor. Benim üzerinde durup bize lazım olduğuna inandığım rutin bu değil. Rutinimiz olsun ama o rutinin içini anlamlı işlerle doldurmamız lazım.

Julia Child, Amerikan televizyonlarında ilk yemek programlarını başlatan kadın. İlk yemek kitabını Amerika’da yazan kadın. Nasıl olmuş? Bu hanımefendi Paris’teki Amerikan Büyükelçiliği’nde çalışan Amerikalı bir bürokratın eşi. Fransa’ya tayinleri çıkınca ne yapacağını bilemiyor, bir sürü kursa gidiyor. Ama keyif almıyor, Fransız yemeklerinin cazibesiyle yemek yapmak istiyor. Yemek kursuna gidiyor. Gittiği kurslar “Yumurta nasıl kırılır?”ı anlatıyorlar. “Bu değil” diyor, “Ben gerçekten Fransız mutfağında büyük bir usta olmak istiyorum”. Bunun için dünya çapında ünlü bir okul var, oraya gitmesi lazım. Fakat okulun iki şartı var: Yüklü miktarda bir ücret ve erkek olmak. “Kadınlar yapamaz bu işi” diyorlar. Bir sürü yol denese de almıyorlar. En sonunda kocası büyükelçilikte çalıştığı için, bir resepsiyonda Fransız başbakanın yanına gidiyor. Başbakana hususen ricada bulunuyor. Böylece başbakanın talimatı ile o kursun tarihinde ilk defa tek kadın olarak onu alıyorlar. Kurs boyunca bırakıp vazgeçsin diye tahammül edilemeyecek eziyetler ediyorlar. Onlarca kilo soğan soyduruyor, patates doğrattırıyorlar. Neticede bütün eziyetleri çekiyor, sabırla mücadele ediyor. Sonrasında hakkını teslim edip uğraşmayı da bırakıyorlar ve Julia harikulade bir aşçı oluyor. Amerika’ya döndüklerinde de Amerika’nın ilk yemek kitabını yazıyor, TV’de ilk yemek programını yapıyor, herkesin tanıdığı, bildiği, Amerikan tarihine geçen bir insan oluyor. Bu hikâye 2004 yılında çağrı merkezinde çalışan Julie isimli bir kadına ilham oluyor. İşinden hiç mutlu değil. Çağrı merkezinde hep sinirli, sorunlu insanlarla konuşuyor ve hak etmediği dünya kadar söz işitiyor. Bütün arkadaşları almış yürümüş, bir Julie kalmış çağrı merkezinde çalışan. Julia Child’a hayran, onun gibi olmak istiyor. Ne yapsın, ne etsin? Öyle bir kursa gidecek para ve imkânı da yok. Ne kadar sevmese de işini bırakamaz, çalışması lazım. Bir proje yapıyor kendi üzerinde, bir hedef koyuyor kendine. Diyor ki: “Ben bir yıl boyunca Julia Child’ın kitabında bulunan beş yüz küsur yemek tarifinin her gün bir tanesini yapacağım” Ve başlıyor yapmaya. Her gün bir buçuk yemek yapması lazım bir yılda kitaptaki bütün tarifleri yapmış olması için. Gündüz işte çalışıyor. Tarifleri yapabilmek için sabah beşte kalkıyor, iş vaktine kadar o yemeği yapıyor, işe gidiyor, yorgun argın dönüyor. Akşamları da yemek yapıyor. O sırada bloglardan haberi oluyor. Julie de kendine bir blog açıyor ve yaptığı yemekler ile ilgili tecrübelerini her gün bloğuna yazmaya başlıyor. 2004-2005 yıllarında bloglar çok yaygın değil, yeni başlamış. Çok kimse bilmiyor, çok kimse girmiyor. Projenin birinci günü yemeği yapıyor, yemekle ilgili tecrübelerini anlatıyor. Ve bakıyor kim okumuş, kimse okumamış. İki, üç, dört, beş derken on üçüncü gün bir mesaj geliyor. Heyecanla açıyor. Annesi çıkıyor. “Kızım kendini rezil ediyorsun. Bir an önce kapat şunu.” diyor. Yılmıyor, yazmaya devam ediyor. Kocasına “Ben çok saçma bir şey mi yapıyorum?” diyor, kocası “Evet, devam et.” diyor. Devam ediyor bir yıl boyunca. İlerledikçe bilinmeye tanınmaya takip edilmeye başlıyor. TV programlarına davet ediyorlar, tavsiye listelerinde yer alıyor vs. En nihayetinde Julie çağrı merkezindeki işini bırakıp 2009 yılında New York’ta ilk restoranını açıyor. Hakkında bir film çekiliyor. Ve şu anda, New York’un en popüler restoranlarından bir tanesinin sahibi olarak sevdiği, istediği işi yapıyor. Julie ne kadar zamanda bu noktaya geldi? Bir yılda. Ama bu bir yıl içinde kendini tamamen bu işe verdi. Her şeyden çok onu sevdi, kalbine koydu, yaptığına sevgi saygı duydu, ritmini yakaladı. Hem kalbiyle hem aklıyla yaptı. Bahsettiğimiz her şeyi, bütün sırayı takip etti. Kısa zamanda meyvesini gördü.

O yüzden rahatlıkla diyorum ki olacak, eninde sonunda olacak. Siz yeter ki yola girin. Çok şeyi aynı anda isteyip parça parça yapıyoruz, olmaz. Bir şeyi isteyip bütün varlığınızla ona yoğunlaştığınız zaman, çok uzun zaman kaybetmeden kısa zamanda bir noktaya gelebilirsiniz. Ama o vakit dolu dolu; otururken, kalkarken, yürürken, dururken hep onunla geçecek.

Ne zaman? Ne zaman? Ne zaman? Çok güzel bir söz var Jacob Riis’in bununla alakalı: “Çaresiz kaldığım zamanlarda gider, bir taş ustası bulur, onu seyrederim. Adam belki yüz kere vurur taşa; ama değil kırmak, küçücük bir çatlak bile oluşturamaz onda. Sonra birden, yüz birinci vuruşta taş ‘çat’ diye ikiye ayrılır. İşte o zaman anlarım ki taşı ikiye bölen o son vuruş değil, ondan öncekilerdir.” Uğraşırsınız, didinirsiniz, didinirsiniz, çalışırsınız gayret edersiniz; bir şey değişmez gözükür ama bir dem gelir bakarsınız ki olmuş ne olmasını istiyorsanız en güzel şekliyle.

Rutinle varınızı yoğunuzu bir yeteneğe, bir kabiliyete, sevdiğiniz-aşık olduğunuz bir şeye verdiğinizde bir yere geleceksiniz. Ve yaşadığınız iç huzur, aldığınız tatmin şiirde geçen ifadeleri mümkün kılacak. Ama bu olmadığı zaman, işte o nefret ettiğimiz, o gri gördüğümüz, bizi depresif yapan rutinden nefret ettiren Fordizm sistemine gireceğiz. Hâlbuki böyle olmasın için gereken bir rutin ve biraz emek, biraz fedakârlık. Hepsi bu.

Klinik Psikolog Mehmet Dinç

Denemekten Vazgeçme

Hocam şu ana kadar birçok farklı spor, sanat dalına heves ettim, denedim ama devam sağlayamadım. Bir türlü kendimi adayabileceğim bir uğraş bulamadım. Bu tür arayışlarda nasıl kararlı ve sağlam adımlar atabilirim?

Spor, sanat ya da herhangi bir ilgi ve yetenek gerektiren alanlar ile ilgili esas mesele kişinin erken yaşlardan itibaren mümkün olduğunca çok deneme yapmasıdır. Deneyip devam edememek değil denemekten vazgeçmek burada en önemli sorun olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü kapalı bir kapı var karşımızda ve biz hangi anahtarın o kapıyı açacağını bilmiyorsak mümkün olduğunca çok anahtar denemeliyiz ki şansımız artsın. Ancak başlamadan önce nelerin olup nelerin olamayacağını bir listelemek ve bu liste ile olabileceklerin üzerinden gitmek, olmayacaklarla vakit kaybetmemek daha doğru olacaktır. Bu listeyi yaparken de hem bireysel özelliklerimizi (ilgi ve yetenek) hem de imkânlarımızı göz önünde bulundurarak gerçekçi bir liste yapmak gerektir. İlgiden kasıt diğer insanlara kıyasla benim daha çok dikkatimi çeken, daha çok severek ve merak ederek takip ettiğim alanlardır. Yetenekten kasıt ise diğer insanlara kıyasla benim daha kolay öğrendiğim, daha hızlı ilerlediğim ve daha iyi yaptığım alanlardır. Listenin ardından dikkat edilmesi gereken o spor ya da sanat dalını sevdirecek, ilham olacak ve ilerlemeye destek verecek ustaların olup olmadığıdır. Çünkü onların yokluğu devamı zorlaştırır. Yine hayata ve getirdiklerine karşı zayıf durup hep yol başından geri dönmek devamı imkansız kılar. Ancak iyi bir ustadan motivasyonumuz yüksek olarak öğrenmeye başlayıp belli bir ritim ve disiplinde bir süre devam ettikten sonra yürümüyorsa bırakmakta hiç sakınca yoktur elverir ki başka bir tanesine başlamış olalım.

Herkes Hata Yapabilir

Sosyal medyadan veya gerçek hayattan tanıdığım, rehber edindiğim büyüklerim bazen toplum kurallarına aykırı; etik olmayan hâl hareketlerde ve söylemlerde bulunuyor. Örnek aldığım kişinin hata yapması durumunda benim ona karşı tutumum nasıl olmalıdır?

Doğru bir hayat yaşamak ve sağlıklı ilişkiler kurmak istiyorsak hayat ve insanlarla alakalı temel bazı konuları iyice sindirmemiz ve bu çerçevede bakmamız gerekiyor. Bunlardan en önemlisi her insan yaşı, konumu, bilgisi ne olursa olsun hata yapabilir. Hata yapmak insanı kötü yapmaz. Hata yaptı diye bir insanın bütün doğru yaptıkları/bildikleri/söyledikleri silinmez. Hata yaptı diye bir insandan vazgeçilmez. Ancak bu hata devam eden ve zararı kendisinden başka insanları da etkileyen bir hata ise o insanla mümkünse konuşur düzeltmesi için bilgi, destek ve yardım teklif ederiz. Konuşmamız mümkün değil ya da konuşmamızın faydası olmuyor ise o zaman hatasından kendimizin ve diğer insanların etkilenmemesi için gayret sarfederiz. Bunu yaparken asla gıybet, iftira ve söz taşıma gibi davranışlara girmez hüsnü zannımızı kaybetmeyiz. Yapılan hatanın kalıcı ve kapsayıcı olduğunu kabul etmez dönemlik ve kısmi olduğuna inanırız. Yani dileriz ki bu hata bir süre devam etsin ve hata yapan kişi süreç içerisinde hata olduğunu anlasın ve bıraksın. Yine dileriz ki bu hata bu insanın yaptığı davranışlardan sadece biridir, diğerleri böyle hata değildir. Bu bakışla o insana muamele ederiz. Örnek alacaksak doğru davranışlarını, iyi özelliklerini örnek alır, diğerlerini ona bırakırız. Eksik kaldığımız bir konu var ise de o konu ile bir başka insandan ilham almaya gayret ederiz.

Danışmak Başka, Rıza Almak Başkadır

Bize her zaman bir işe girişmeden önce büyüklerimize danışmamız öğütlendi. Bazen kesin kararlarımız bile büyüklerimizin sözleri ile sarsılıyor ve yeni bir karar almamız uzun zaman alıyor. Her şeyi danışmamız gerekir mi? Veya danışmanın sınırı var mıdır?

Büyüklerimizle irtibat halinde olmamız önemlidir. Yani bir şey danışmasak bile yaptıklarımızdan onları haberdar etmemiz, işlerimizi ve düşüncelerimizi paylaşmamız ilişkimizin derinleşmesine yardımcı olur. Danışmak konusunda ise esas olan birinci mesele danışacağımız ile ilgili daha önce bilgi ve tecrübe sahibi olup olmadığımızdır. Daha önce bilgi ve tecrübe sahibi olduğumuz, süreç ve sonucuyla alakalı herhangi bir tereddüdümüzün olmadığı ve çevremizdeki şartların da normal olduğu bir durumda danışma gerekli değildir. Bununla beraber yapacağımız iş veya alacağımız duruş ile ilgili yeterli bilgi birikimine veya gerekli tecrübeye sahip değilsek, süreç ve sonuçlar konusunda aklımıza ve kalbimize yatmayan soru işaretleri varsa veya kendimizden, o zaman diliminden ya da içinde bulunduğumuz siyasi ve ekonomik şartlardan kaynaklanan olağanüstü bir durum varsa o zaman danışmak işimizi kolaylaştıracak, içimizi rahatlatacaktır. Bir diğer mesele danışacağımız kişinin danışacağımız konu ile ilgili bilgi ya da tecrübe birikimi olan ve o konuda konuşabilecek yeterliliğe sahip birisi olması gerekliliğidir. Böyle bir birikim ve yeterliliğe sahip olmayan birisine danışmak hem ona hem kendimize haksızlık yapmaktır. Konuyla ilgili bir diğer önemli nokta ise danışmak emir almak değildir. Danıştıktan sonra söyleneni illa ki yapmak zorunda değiliz. Çünkü yaptığımız ya da yapmadığımız her işle alakalı birinci sorumluluk bize aittir ve hiçbir şekilde hesabını başkasına verdiremeyiz. Dolayısıyla hesabını mutlaka kendimizin vereceği her iş için nihai karar bize aittir. Şuna danıştığım için böyle yaptım yoksa böyle düşünmüyordum vs. gibi mazeretler sorumluluktan kaçmak, kendi yükümüzü başkasının üzerine yüklemektir. Son olarak danışmak başka, rıza almak başkadır. Babamızın, annemizin ve üzerimizde hakkı bulunan diğer insanların kendimizi ve onları etkileyecek önemli kararlar için rızalarını ve dualarını almak o işi kolaylaştırır, bereketlendirir. Bu noktada esas olan danışmak değil rıza almaktır. Rıza almak için de büyüklerimizi alacağımız kararlarla alakalı doğru ve yeterli bir şekilde bilgilendirip, kafalarındaki ve kalplerindeki soru işaretlerini gidermek en çok çalışmamız gereken konudur.

Sihirli Formüller Peşinde Koşma 

İçinden çıkamadığım konularda büyüklerime sorular soruyor ve tabiri caizse onlardan “formüller” bekliyorum. Ancak bu beklentim neredeyse hiçbir zaman karşılanmadı. Büyüklerim mi bilmiyor yoksa hayatta formüller yok mu gerçekten?

Hayatta birçok sorunla alakalı formüller var ve bu formüller asırların tecrübesi ve bilgeliğinden süzülerek günümüze gelmiş, büyüklerin kitaplarında ve sözlerinde kendine yer bulmuştur. Ancak burada bilmemiz gerekir ki bu formüllerin hiçbirisi sihirli formüller değildir. Ne kadar önemli ve kıymetli formüller olsalar da hayatın gidişatına aykırı, insanın tabiatına ters formül olamazlar. Yani emek vermeden, fedakârlık yapmadan, sabretmeden, mücadele etmeden bize başarı ya da mutluluk veremezler. Yavaş yaşanması doğru olan bir süreci hızlandıramaz, zorlanılması gereken bir dönemi kolaylaştıramazlar. Böyle yapsalar zaten iyi ve doğru olmaz bizim için. Faydasını değil zararını görürüz. Bu nedenle formüller peşinde koşalım ve büyüklerin tecrübe ve bilgeliğinden faydalanabildiğimiz kadar faydalanalım ancak bizim varlığımızı, gayretimizi ve emeğimizi ortadan kaldıracak, zararı en çok da bize dokunacak sihirli formüller peşinde koşmayalım.

Klinik Psikolog Mehmet

Gönül Dergisi / Ahmet Ünal

Comments are closed.