Yeniden Merhaba | Dr. Mehmet Dinç
İÇİNDEKİLER
Gülümsemesinin Gücü
Sarılmak İnsana İyi Gelir Mi?
HUZUR EVİ YALNIZLIK
EVLİLİKTE HAYAL KIRIKLIĞI / EVLİLİK MONOTONLAŞIRSA
MUTLULUK REHBERİ
EVLİLİKTE İLETİŞİM
NASIL MUTLU ANNE OLUNUR
Telefon Kullanımınız Depresyon Seviyenizle İlgili Ne Söylüyor?
YAKIN İLİŞKİLERDE GÜVEN
Fiziğinize Özen Göstermek
ALIŞKANLIKLARINIZI DEĞİŞTİRİN YAZ BİTTİ
Seyahat Etmek Sizi Daha İyi ve Yaratıcı Bir İnsana Dönüştürür
YURT DIŞINDA YAŞAMAK VE UYUM
Bazıları Duchenne gülümsemesinin en gerçek gülümseme olduğunu söylüyor. Büyüsü bizi şaşırtıyor ve olumlu duygular yayıyor. Dolayısıyla, insan yüzünün yansıtabileceği tüm ifadelerden kuşkusuz en çekici ve çarpıcı olanlardan biri budur. Gülümseme bilimi, güçlü etkisi nedeniyle bu gülümsemeyi on yıllardır çalışmaktadır. Bazı insanlar gülümsemeleri ‘sosyal katalizörler’ olarak tanımlar. Ancak, bundan çok daha fazlasıdır. İnsanlar bu dünyaya bu sosyal mekanizma DNA’larına damgalı olarak geliyorlar. Hatta, kör insanlar bile bir gülümseme görmeden otomatik olarak gülümserler. Bu dürtü ruh halinizi iyileştirir, ilişkileri optimize eder ve duygularımızı sözsüz ifade etmemize izin verir.
“Gülümsemeniz sayesinde hayatı daha güzel hale getiriyorsunuz.”
– Thich Nhat Hanh
Farklı tür gülümsemeler olduğunu belirtmek önemlidir. Tüm gülümsemeler aynı değildir. Aslında, diğerlerinin yanında göze çarpan bir şekilde öne çıkan bir tane vardır. Duchenne gülümsemesinden bahsediyoruz. İsmini, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında araştırma yapan nörolog ve fotoğraf tıbbının öncüsü Guillaume-Benjamin-Amand Duchenne’den alıyor. Hareket fizyolojisinde uzman olan Dr. Duchenne, sahte gülüşlerin samimilerden nasıl farklı olduğunu açıklamak ve ayırt etmek istedi. Bunu yapmak için, gülümsemelerin nasıl oluştuğunu ve yüzümüzde nasıl göründüğünü adım adım ayrıntılı olarak anlattı. Gülümsemek için, karmaşık yüz yapımızın birçok kasını kullanıyoruz. Kuşkusuz keşfedilmeye değer ilginç bir konu.
Duchenne gülümsemesi hakkında ne biliyoruz? Bazı okuyucularımızın gerçek ve samimi bir gülümsemenin varlığından şüphe etmesi çok muhtemeldir. Buna inanan insanlar hatalı değil. Çoğu kişinin şüphe duyduğu üzere Duchenne gülümsemesi taklit edilebilir. Somut bir amaç ile sahte bir gülümsemeye dönüşebilir: baştan çıkarmak, ikna etmek, çekmek ve aldatmak. Massachusetts’deki Tufts Üniversitesi bir çalışma yaptı ve İngiliz Psikoloji Derneği’nde yayımladı. Araştırmada 98 katılımcıdan%69’dan fazlası “neredeyse mükemmel” bir şekilde bu tür bir gülümsemeyi taklit edebilir. ‘Neredeyse’ diyoruz, çünkü bir Duchenne gülümsemesi uzmanı bu gülümsemelerin sahte olduğunu görebiliyordu. Bu toplumsal jestte, ağzın ve gözlerin ötesine geçen hafif bir fark var: duygusal gerçekliği.
Bir Duchenne gülümsemesi nasıl belirlenir? Dr. Duchenne’nin 1862’de açıkladığı gibi, herhangi bir gülümsemenin temel özelliği, yanak kaslarının kaldırdığı dudak köşelerinin yükselmesidir. Bir Duchenne gülümsemesi, olumlu duygu ve sevincin ürettiği eşsiz ve istisnai bir tondadır. Farklı kasların ince bir birleşimi bu tonu iletir.
Bu tür bir gülümseme, ağız yakınındaki ana ve küçük şakak kemiği üstündeki kasların kasılmasıyla ortaya çıkar. Sonuç olarak, bunlar dudakların köşelerini yükseltir. Bununla birlikte, tekil farklılık, hem yanaklar hem de gözkapaklarının çevresindeki kasın göze yakın bir şekilde büzüşmesiyle göz çevresindeki küçük kırışıklıkların oluşmasıdır.
Gerçek bir Duchenne gülüşü ile sahte bir gülücük arasındaki fark nasıl anlatılır?
Paul Ekman, duygu ve gülümsemeler alanındaki çalışmaları ile ünlü bir psikologdur. Onun sayesinde 18 farklı gülüş tipinin, onlarla ilgili duyguların ve her ifadede yer alan yüz kaslarının olduğunu biliyoruz. Ekman’ın dikkat çektiği bir şey, çoğu gülümsemenin (sahte olanlar dahil) kendi amaçlarının olmasıdır. Ancak, samimi bir Duchenne gülümsemesi ruhun duygularının bir yansımasıdır.
Bu fikir şiirsel görünebilir, ancak bu Ekman’ın aslında bir sosyal psikoloji dergisinde yayınlanan bir çalışmada yazdığı bir şeydir. Yani, bu hareketi bir kişinin gözlerine bakarak tanımlayabileceğimizi belirtti. Mutluluğu, refahı ve en özgün bağlantıyı algılayabildiğimiz noktadır. Duchenne gülümsemesi hakkında bilmemiz gereken bir nokta, motor korteks ve limbik sistem tarafından kontrol edilmesidir. Bunun anlamı nedir? Temel olarak, bu jest beynin en duygusal kısmını içerir. Tüm bunlar bizi gerçek gülümsemelerin beynin o kısmından geldiği sonucuna varmamıza yol açıyor.
Yani, birileri size gülümsediğinde, sadece dudaklarının çekici şekline odaklanmayın. Gerçek pozitif duygularla parladıklarını görmek için gözlerine bakın. Samimiyetlerini ve utangaç olmayan ve bizi derinden kucaklayan bakışlarını algılayın. Sonuç olarak, Daniel Goleman’ın Social Intelligence adlı kitabında işaret ettiği gibi, sahte gülümsemeleri olan birçok üzgün insan var. Duygularımız üzerinde çalışır, mutluluk ve iyiliğe yatırım yaparsak, dünyaya gerçek bir Duchenne gülüşünün nasıl göründüğünü gösterebiliriz.
Psikolog Valeria Sabater
Sarılmak İnsana İyi Gelir Mi?
Sarılmak İnsana İyi Gelir Mi?
Sarılmak, insanların duygusal ve fiziksel sağlığı üzerinde olumlu etkiler yaratır. İnsan teması, özellikle sarılma eylemi, oksitosin hormonunun salınımını tetikler. Bu hormon, bazen “sevgi hormonu” olarak adlandırılır ve insanların bağ kurma ve güven hissini güçlendirir. Sarılmak ayrıca stresi azaltmaya, kaygıyı hafifletmeye ve genel ruh halini iyileştirmeye yardımcı olur. Stres hormonu olan kortizol seviyesinin düşmesine de katkıda bulunarak, insanların daha rahat ve huzurlu hissetmesini sağlar.
Sarılmak, aynı zamanda sosyal bağları güçlendirir ve insanlar arasındaki ilişkileri derinleştirir. Fiziksel temas, özellikle uzun süreli ve samimi bir sarılma, insanlar arasında güven ve empati duygularını artırabilir. Ayrıca, sarılmak bağışıklık sistemini güçlendirebilir ve genel sağlık üzerinde olumlu etkiler yaratabilir. Çocukluk döneminden itibaren düzenli fiziksel temas ve sarılmanın, sağlıklı duygusal gelişim için de önemli olduğu bilinmektedir. Bu etkileşimler, insanların hem duygusal hem de fiziksel refahına katkıda bulunarak, yaşam kalitesini artırabilir.
Sarılmanın Psikolojik ve Fiziksel Faydaları
Duygusal İyi Oluş Üzerindeki Etkileri
Sarılmak, duygusal sağlığın geliştirilmesinde önemli bir rol oynar, ancak bu alanlarda yaşanan zorluklar için profesyonel yardım almak her zaman önerilir. Sarılmanın sağladığı duygusal destek, bireylerin kendilerini daha iyi hissetmelerine yardımcı olurken, daha derin duygusal sorunlar için bir psikolog veya terapist ile çalışmak daha kapsamlı bir iyileşme sağlayabilir.
Stres ve Kaygıyı Azaltmanın Doğal Yolu
Sarılmak, stres ve kaygıyı hafifletebilir, ancak bu duyguların yoğun veya yönetilmesi zor olduğu durumlarda bir uzmandan yardım almak önemlidir. Profesyonel bir psikolog, kişiye özel stratejiler sunarak daha sağlıklı başa çıkma mekanizmaları geliştirmeye yardımcı olabilir.
Oksitosin: Sarılmanın Kimyasal Etkisi
Oksitosin hormonunun salınımı, sarılmanın bir sonucu olarak gerçekleşir ve bu, genel refah hissini artırabilir. Ancak, hormonal dengesizlikler ve ilişkisel sorunlar gibi konularda bir psikolog ya da sağlık uzmanıyla görüşmek, daha kapsamlı bir çözüm sunabilir.
Sarılmanın Sosyal ve İlişkisel Yönleri
Sosyal Bağları Güçlendirme
Sarılmak, sosyal bağları güçlendirir, ancak ilişki dinamikleri ve sosyal etkileşimler konusunda zorluklar yaşayan bireyler için psikolojik danışmanlık önemli bir adım olabilir. Uzmanlar, kişisel ilişkileri geliştirmek ve sosyal becerileri artırmak için rehberlik edebilir.
Empati ve Güvenin Artışı
Empati ve güvenin geliştirilmesinde fiziksel temas etkili olabilir, fakat bu alanlarda karşılaşılan zorluklar için psikolojik destek önemlidir. Psikologlar’ kişinin empati ve güven duygularını geliştirmesine yardımcı olacak teknikler sunabilir.
Fiziksel Sağlık Üzerindeki Etkileri
Bağışıklık Sistemini Güçlendirme
Sarılmak, bağışıklık sistemini destekleyebilir, ancak sağlıkla ilgili endişeler ve sorunlar söz konusu olduğunda tıbbi bir uzmana danışmak gereklidir. Psikolojik danışmanlık, sağlıkla ilgili endişelerin yönetilmesinde yardımcı olabilir ve genel iyilik halini artırabilir.
Kalp Sağlığı ve Sarılmanın Önemi
Sarılmak, kalp sağlığını olumlu yönde etkileyebilir, ancak kalp ve diğer sağlık sorunları için profesyonel tıbbi yardım almak şarttır. Psikolojik danışmanlık, kalp sağlığını etkileyen stres ve kaygı gibi faktörlerin yönetilmesinde destekleyici olabilir.
Çocuklar ve Sarılmanın Önemi
Duygusal Gelişimde Sarılmanın Rolü
Çocukların duygusal gelişimi için sarılmanın önemi büyüktür. Sarılmanın sağladığı güven ve sevgi duygusu, çocukların sağlıklı bir şekilde büyümelerine yardımcı olur. Ancak, eğer çocuklarda duygusal veya davranışsal sorunlar gözlenirse, bir çocuk psikoloğu ile görüşmek, çocuğun ihtiyaçlarına en uygun desteği sağlamak açısından önemlidir.
Güvenli Bağlanma ve Fiziksel Temasın Etkisi
Güvenli bağlanma, çocuğun ileriki yaşamında sağlıklı ilişkiler kurabilmesi için temel taşlardan biridir. Fiziksel temas ve sarılma, bu güvenli bağın oluşmasında kritik rol oynar. Aile içinde yaşanan bağlanma sorunları için bir aile terapisti veya çocuk psikoloğu ile çalışmak, sağlıklı aile dinamiklerinin geliştirilmesine büyük katkı sağlayabilir.
Sarılmanın Zor Zamanlarda Rolü
Yas ve Kayıp Durumlarında Sarılmanın Gücü
Yas ve kayıp durumlarında sarılmanın sağladığı destek ve teselli önemlidir. Ancak, derin yas ve kayıp hisleriyle başa çıkmakta zorlanan bireyler için profesyonel bir psikolog ya da terapistten yardım almak, bu süreci daha sağlıklı bir şekilde yönetmeye yardımcı olabilir.
Kriz Anlarında Destek ve Teselli Sağlamak
Kriz anlarında fiziksel yakınlık ve sarılma, bireylere anlık rahatlama sağlayabilir. Ancak, travmatik olayların uzun vadeli etkileriyle başa çıkmak için uzman bir psikolog ile çalışmak, bireylerin bu zor zamanları daha sağlıklı bir şekilde atlatmalarına yardımcı olur.
Psikolog Line
Huzur evi, her fırsatta ziyarete gittiğim, kendi içimde karmaşık duygular hissettiğim bir yer. Bir yandan, yaşlı insanların bakıldığı bu harika merkezlerin bulunmasından dolayı yoğun bir sevinç hissederim. Bu merkezlerde çalışan kişiler, hayranlık uyandırıyorlar. Diğer yandan ise, yardım edemiyor ama üzgün hissediyorum. Üniversitedeyken stajımı bir huzur evinde yaptım. Hafızama kazınan şey, birkaç çalışanın orada yaşayan bazı yaşlıların aylardır tek bir ziyaret almadıklarını söylemeleriydi.
Ara sıra, amcamı ziyaret etmek için yaşadığı huzur evine gidiyorum. Orada amcama çok iyi bakılıyor. Ayrıca beslenmesine de çok dikkat ediliyor. Amcam çok yaşlı olmadığı halde, kendine bakabilecek durumda değil. Hayat partneri ya da çocukları yok. Onu bakım evine yerleştirmek, bütün aile için harika bir karardı. Amcam orada mutlu ve hatta birkaç kilo aldı. Çalışanların söylediğine göre davranışları iyi. Onu ziyaret etmek ve onunla karşılıklı kahve içmek keyifli. Beni gördüğünde sevinir ve “Naber şampiyon?” diyerek selamlar. Ancak, çoğu zaman beni erkek kardeşimle karıştırıyor.
Huzur evinin hüzünlü koridorları
Amcamın odasına gidebilmek için binanın yarısını geçmem gerekiyor. Onun olduğu kata çıkmak ve ona sürpriz yapmak için asansöre binerim. Odasına ulaşmak için birçok yaşlı insanın her zaman tekerlekli sandalye ile oturduğu bir koridordan geçiyorum. Bu yaşlı insanlar, hareket bile etmiyor gibi görünüyorlar. Önlerinden geçerken her zaman büyük bir gülümseme ile onlara selam veriyorum. Bazıları bana bakıp gülümsüyorlar, bazıları bakıyorlar ama gülümsemiyorlar ve bazıları orada olduğumu fark etmiyorlar bile.
Bazıları o kadar üzgün ve kederli görünüyor ki yardım edemiyorum ama akıllarından ne geçtiğini ve huzur evine gelmeden önceki hayatlarının nasıl olduğunu merak ediyorum. Genellikle, yaşamlarının sonlarında kendilerini hayatın kendisi yüzünden ve ya hastalıktan boğulmuş hissederek bir tekerlekli sandalyede hayal edip etmediklerini merak ediyorum. Staj süresi boyunca, sadece gülmek ve bağırmak için bir kadınla aynı odayı paylaşan bir adamla tanıştığımı hatırlıyorum. Adam, oldukça şiddete eğilimli görünüyordu. Alzheimerı çok ilerlediği için konuşmakta güçlük çekiyordu.
Bir gün, onunla iletişim kurmaya karar verdim. Yanına oturdum ve ona hayatı ile ilgili sorular sormaya başladım. Bana nerede doğduğunu söylemesini sağladım. Daha sonra, yavaşça ama emin bir şekilde onu daha fazla konuşturmaya başladım. Bir gün, bana gülümsedi bile ve bu beklenmeyen bir şeydi.
Tek istedikleri şey ilgi
Staj günlerimin birinde, holde yürürken onun çığlığını duydum. Odasına gittim ve iki çalışanın onu banyo yaptırmak için kaldırmaya çalıştıklarını gördüm. Fakat, adam durmadan titriyordu.
Odaya girdim ve beni gördüğü zaman tamamen sakinleşti. Bu, en başından beri aradığım anahtardı. İfadesiz bakışın ve etkilenmiş bilişsel kapasitelerin ardında sadece ilgiye ihtiyacı olan biri vardı.
Sevgi ve arkadaşlık edinmek bu insanlar için çok önemli. Bu anlamda, Hollanda’daki Stichting Woon en Zorgcentrum Humanitas Deventer’in yönetmeni olan Gea Sijpkes, bu konuyla ilgili bir proje başlattı. 2012 yılında, öğrencilere huzur evinde yaşlı sakinlerle ayda en az 30 saat vakit geçirmeleri karşılığında ücretsiz konaklama vermeye karar verdi.
Başkalarıyla ilişki halinde hissetmek için can atan ruhlar
Hem staj yaptığım huzur evi hem de amcamın kaldığı huzur evinde, çoğu yaşlı insanın kendini oldukça yalnız hissettiğini gözlemledim. Bu kurumlardaki sağlık çalışanlarının yapmaları gereken çok iş var ve bu nedenle gerekli desteği sağlayamamaktadırlar. Dahası, çok az ziyaretçi alan ya da hiç ziyaretçisi olmayan bu yaşlılar nedeniyle oldukça üzgünüm. Her birinin arkasında, başka biriyle ilişki kurmak için can atan birer ruh var. Yalnızlık, onları azar azar tüketiyor.
Toplumun bize sadece işlevsel şeylerin ilgiye değer olduğunu öğrettiğini hissediyorum. Pek çok ailenin, artık bir şeye katkıda bulunmadıklarına inandıklarında, yaşlı yakınlarını bakım evlerinde bırakmaya karar vermelerini anlayamıyorum. Bu durumun en kötü kısmı ise, daha sonra çok nadiren ziyarete gidiyor olmaları. Yaşlı insanlar dinmeye değer bir hikayeye sahipler. Onlar, genç insanlar kadar önemlidirler. Bir insanı sadece yaşlandı diye terk etmek zorunda değiliz.
Hiç şüphe yok ki, huzur evi birçok durum için harika bir seçenek. Bu yazı sadece, birçok yaşlı insanın yalnızlığına ve terk edilmişliğine ışık tutmayı amaçlamaktadır. Ne yazık ki, bazı yetişkinler yaşlı insanlara, sanki onlar bir yükmüş gibi davranıyor ve onları bir huzur evine terk etmeye karar verip daha sonra onları unutuyorlar.
Huzur evi ve çıkarmış olduğu harika iş
Yoğun programları ve diğer sorumlulukları nedeniyle birçok aile, kendilerine yetemediklerinde yaşlı yakınlarıyla ilgilenmemeye başlarlar. Bu tür durumlarda, huzur evi harika bir seçenek olur. Ancak, onları sürekli ziyaret etmeyi hatırlamak önemlidir. Yaşımızın kaç olduğundan bağımsız olarak hepimiz sevgiye ihtiyaç duyarız. Çoğu yaşlı insan, huzur evinde yaşamaktan dolayı kötü hissetmez. Ancak, sevdiklerinin arada bir onları görmeleri için zaman ayırmadıkları durumda yıpranırlar. Bu kurumların yürüttüğü bu harika iş için her zaman minnettar olmalıyız. Bu kurumlar olmadan, onlara ihtiyacı olan birçok aile, yaşlılarına bakmak için umutsuz tedbirlere başvururlar.
Özetleyecek olursak, yaşlı yakınlarımızı biraz daha düşünmeye başlamalıyız. Her daim yanlarında olmak zorunda değilsiniz ama sadece onları sürekli ziyaret etmeyi hatırlamalısınız. Onların da küçükken bize baktıkları asla unutulmamalıdır. O halde haydi, onların bize yaptıkları iyilikleri geri ödeyelim.
Psikolog Francisco Javier Molas López
Evlilikte Hayal Kırıklığı günümüz modern toplumunda pek çok insanın, pek çok çiftin başına gelen durumdur. Bu bir sendrom değil ama aşağıdaki makalemde evlilikte hayal kırıklığının son dönemde insanların başına neden daha sık geldiğini anlayabilirsiniz.
Daha dündü, bir çift terapisindeydik evlilikten beklentileri ve evlilikte hayal kırıklığı konusunu konuşuyorduk. Hayatta bir yere gelmiş, kariyer sahibi ve entellektüel, orta yaşlarında bu çiftimin evliliğe bakış açılarındaki farklılıkları ve beklentilerinin nasıl da ayrıştığını gözlerimle görüyordum. Bir yanda bir evliliğin hep keyifli, hep lezzetli ve hatta lezzetin doruğunda olması gerektiğini düşünen bir kadın, diğer yanda ise yeterince lezzetli, yeterince sağlıklı ve yeterince taze ve uzun ömürlü olması gerektiğini düşünen bir adam…
Erkek; evliliklerinin kendisine güven verdiğini ve herşeyin düzgün ve düzenli olmasının kendisine yeterli geldiğini anlatırken, kadın ise heyecanın eskisi gibi olmadığını kendisine yetmediğini, aslında bir evliliğin sürekli heyecanlı ve haz üzerine kurulmuş olması gerektiğini savunuyordu. Dolaylı olarak da bu heyacanı sağlayamadığından dolayı eşini suçluyordu. Yani kadın tabiri caizse aslında sürekli bal kaymak yemek istiyor, sürekli taze, sürekli keyifli bir ilişki istiyordu. Bu yüzden de evliliği kaynayan bir tencere süte benzetirsek; hep kaymağını sıyırmak bunu balla karıştırıp yemek istiyordu. Erkek ise; daha stabil daha uzun ömürlü daha korunabilir ve sağlıklı bir ilişki istiyordu, belki de benzetme de hata olmaz ise bir tencere yoğurt…
Şimdi bu benzetmelerden yola çıkarak şunu düşünelim, bir tencere sütü ne kadar süre aralıksız taşırmadan ve yakmadan kaynatabilirsiniz. Üstelik bu kaynamadan kaç kez kaymak elde edebilirsiniz? Bir mi, iki mi, bilemediniz üç mü? Üç kez elde ettiniz diyelim geri kalan sütü ne yapacaksınız? Mahallenin kedilerine mi ikram edeceksiniz? Yoksa çöpe mi dökeceksiniz? Olasılıkla yeterince ılımasını bekleyip, yoğurt olması için mayalayıp uygun bir ortamda olgunlaşana kadar bekleteceksiniz?
Aslında işte o yoğurdu elde ettiğiniz anda gerçekten evlisiniz?
Evliliklerde bir yanda beklentiler, evlilikte hayal kırklığı ve diğer yandan da yaşananlar vardır ki zaten hayatın her alanında da böyle değil midir? Zaten yaşam da hep bekleriz, hep isteriz ama sadece olabilenler olur, yaşananlar çoğu zaman beklediklerimizden büyük ya da küçük farklılıklar gösterir. İşte evlilikte de mükemmeli aramak böyle bir şeydir. Belki şimdi bana diyeceksiniz ki; ‘ne yani mükemmele evlilik yok mu?’ Evet var; ama süt yoğurt kaymak örneğinde olduğu gibi mayasına özen gösterdikçe mükemmelleşen, ideal sıcaklıkta mayalanınca mükemmelleşen evlilikler var. Özen yoksa çaba yoksa üzerinde kafa patlatmak, çoğu zaman sabırlı ve anlayışlı olmak yoksa yoğurtta yok üzerinde kaymağı da yok.
Yine de benim gözlemim şu ki; benzetmeden devam edecek olursak, marketten hazır yoğurt almaya alışmış insanlarımız var ve bunların hiçbiri bu yüzden de evliliklerinin kıymetini bilmiyorlar. Herşey hazırda olsun kaymağı üstünde olsun, tam da istedikleri tad da olsun istiyorlar. Çaba sarfetmek ve özen göstermek ve de sabretmek bu yüzden bu tarz evliliklerin repertuarında yer almıyor. Kolaycılığa alışmış beyinler herşeyde olduğu gibi evlilikte de tam istedikleri gibi olsun ama çaba ve bedel ödemek olmasın istiyorlar. İlk kitabım ‘Bir Psikoloğun Seyir Defteri’nde Evlilik mi? Evcilik mi? adlı makalemde de anlattığım gibi zaten y kuşağı diye tanımlanan yeni nesil evlilikle evciliği birbirinden ayıramadan evleniyor ve ortaya bu tarz evlilikte hayal kırıklığı sorunları sıkça çıkıyor.
Dr. Psikolog Murat SARISOY
Monoton evlilik nedir? Neden evlilikler monotonlaşır? “Evlilik bir iki seneye monotonlaşırmış, böyle diyorlar, çocuk olunca, diyor ki insanlar biraz heyecan olurmuş o da geçermiş” … Evlilik öncesi çift terapisi alan nişanlı bir çiftti bunları söyleyen. Daha evlenmeden evliliğe dair kaygılar, monoton evlilik korkusu doldurmuştu zihinlerini… Peki ya neden böyleydi, gerçekte kim di bunları söyleyen ya da onlara öğreten?
Geleneksel toplumda evliliklerin çoğu gerçekte neden yapıldığı çok da iyi bilinmeden daha önce kitabımda da anlattığım gibi bir evcilik oyunu edasıyla yapılır. Kişiler evliliği diğer bir yandan bir sosyal statü atlama aracı, iş ve kariyer alanında ise pozitif ayrımcılık nedeni olarak algılar ve evliliğe yaklaşımları aslında çok da kendilerinin de farkında olmadığı bir biçimde pragmatist yani faydacıdır.
Çünkü evli insana bakış geleneksel toplumda daha farklıdır. Evlilik cüzdanına sahip olmak, sol parmakta yüzük takıyor olmak geleneksel toplumun onayladığı ve hatta çoğunlukla talep ettiği bir durumdur. Talep ederler çünkü; yerleşik düzen yetişkin ve evli insanların konforu için tasarlanmıştır. Yetişkin boşanmış ya da yetişkin bekar insanların, yerleşik yetişkin düzen içerisinde yerleri belirsizdir. Son derece acımasız ve boşanmışları ve hatta bekarları hiçe sayan bu yaklaşımdan kaçmaya çalışan insanlar kendilerini zoraki ve monoton evlilik tercihinin daha sınırında bulurlar.
Anneler babalar, işyerlerinde yöneticiler ve patronlar ya da evli çocukluk arkadaşları kişileri bu monoton evlilik tercihine doğru yönlendirirler. Bu durum karşısında sorgulamayan beyinlerin yapacakları bir şey yoktur bir tercih gibi gösterilip kendilerine yapılan bu dayatmayı çaresizce kabul ederler. Sorgulayan beyinler ise mahallenin delisi muamelesi görürler. Temelde sevgi, saygı, güven üçgeni üzerine kurulması gereken kadın erkek ilişkisi oluşturulmadan yapılan alelacele evliliklerin sonu ise zaten başından bellidir.
Eski zamanların direksiyon eğitimini vermeden sürücü belgesi veren sürücü kursları gibi, kişilerin çoğu ilişkilerini yönetmeyi öğrenmeden ya da bilemeden evlenirler. Bu evlilikler sosyal yaşamın yoğun trafiği içerisinde, ilişiklerini yönetmeye ya da yönlendirmeye çalışırlar. Kaçınılmaz şekilde bazıları ölümle sonuçlanan kazalar olur ki; bu tip monoton evlilikler çok geçmeden bir elektrik diğerine ya da ağaca toslarlar ve çoğunlukla da tabiri caizse pert olurlar.
Ancak bu arada hasar gören sadece evlilik değil, kişilerin ruh sağlığıdır. Kişiler ve ilişkinin meyveleri olan çocuklar çatışmalı ilişkiler ve çekişmeli boşanmalarda zarar görürler. Böylelikle de sosyal sağlığı ve ruh sağlığı bozuk kuşaklar yetişir.
Hele hele bizimki gibi ruh sağlığı uzmanı, psikolog ya da psikolojik danışman olmadan kişilerin birkaç ay içinde alınmış sertifikalarla “aile danışmanı” ünvanı alabildiği ve bu alanda çalışabildiği ülkelerde yardım alınan kişilerin mesleki ve hayata dair yetersizlikleri de eklenince alınan evlilik terapileri bile iyiden iyiye kişiye zarar verir hale gelebilir.
Tüm bunların ışığında kişiler evlilik tercihlerini yaparlarken en başta bağımsız bir birey olma vasfına erişmeleri ve toplumun ya da herhangi başka hiç kimsenin baskısı altında kalmadan evlenme kararı vermeleri gerekir. Birey olmak için ise önce kişinin sağlıklı bir ego ve özgüvene sahip olması gerekir. Mecburiyetten ya da yapacak daha iyi bir işi ya da erişebileceği daha yüksek bir statüsü olmadığı için evlenmek beraberinde yukarıda da bahsettiğim pek çok sorunu kaçınılmaz olarak getirecektir. Yani özetle şöyle de diyebiliriz neden yapıldığı bilinmeden yapılan bir evlilik için monotonlaşmak en küçük risklerden biri olacaktır. Daha da kısası böyle neden yaptığınızı bilmeden yaptığınız bir evliliğiniz varsa ve sadece monotonlaşmış ise siz “yiyip içip Tanrı’ya şükredin” ki iyi durumdasınız. Ancak başka sorunlarınız var ise mutlaka ve mutlaka psikoloji ya da psikolojik danışma eğitimi almış, alanında uzman birinden yardım alın, bir kaç aylık sertifikalı eğitmenlerden değil.
Dr. Psikolog Murat SARISOY
Mutluluk hemen hepimizin zihninden günde en az bir kaç kez geçen bir kelime, kulaklarımızın defalarca duyduğu, sosyal medya ve internet sayesinde üzerine bir dolu (bir çoğu da çalıntı) imaj gördüğü, sözler okuduğu bir kelime…
Çoğumuzun peşinde olduğu ama bir türlü sahip olamadığı şey şu mutluluk ve de çoğunlukla mutsuz olmama ile karıştırılan bir duygu. İnsanların çoğunun şöyle bir yanıgısı var, ‘mutsuz değilsem mutluyum’. Halbuki mutluluk mutsuz olamamaktan tamamıyla farklı bir şey…
Aslında tek kelime ile ‘bulmak’ mutluluk denen şey ya da ‘hayatta aradığını bulmak’ ama bunun için ise insanın önce ne aradığını bilmesi, ne aradığını bulması gerekiyor. Hemen hepimizin her gün sürdürdüğü bir şey aramak ama belki de bazılarımın hiç farkında olmadığı birşey, tabii ki Hz. Google amcanın bir şeyleri sözde bizim için aramasından bahsetmiyorum.
Arıyoruz, bize iyi gelecek şeyler, kişiler, yerler, zamanlar arıyoruz. Peki ya bunları bulabiliyor muyuz. Google amcamızdan aramaz isek olasılıkla cevabım ‘evet’, çünkü Google bize aradığımız şeyin sadece benzerini, belki de sahtesini sunuyor. Hani olur da eskaza sahteliklerin arasına sıkışmış bir gerçeklik ya da bir insan denk gelirse, oh ne ala ama böyle bir şey çoğunlukla olmuyor, olamıyor.
Çok değil on, on beş yıl önce, daha sıradan daha gündelik mutluluklarımız vardı. O dönem gündelik mutluluklar üzerine yazar, hatta biraz da alışkanlıklarımızı eleştirirdim. Şimdi mi ne oldu? Dakikalık, saniyelik, saliselik mutlulukları görür ve bunları eleştirir oldum. ‘Sen de sürekli eleştiriyorsun be birader’ de diyebilirsiniz ama psikolog olmak sadece insanları, danışanları dinleyip, anlayıp onların sorunlarına çözümler üretmek ya da üretmelerine yardımcı olmak değil, aynı zamanda okuyan, yazan eleştiren bir bilim insanı olmayı ve topluma yön ve yol gösterici olmayı da beraberinde getiriyor.
Herneyse ne diyorduk; saniyelik zevklerle ve bunların toplamıyla uyarılmaya alışmış ya da alıştırılmış zavallı beyinlerimiz, instagram, facebook ve hatta sözde iş dünyası paylaşım platformu linkedin ve diğerlerindeki bütün bu sanal paylaşımları ve bunlara gelen beğenileri mutluluk sanıyor. Hatta bu beğenileri arttırmak ve daha çok beğeni kazanmak adına iş platformlarında bile içerik değeri olmayan paylaşımlarda bulunuyoruz. Beyinlerimiz sosyal medya üzerinden uyarılmaya alıştığı için artık gündelik hayattaki sosyal ve hatta ikili ilişkilerimiz de bundan olumsuz yönde nasibini alıyor.
Oysa ki mutluluk; üretmek, ortaya yeni şeyler koymak, Dünya’ya iyi şeyler kazandırmaktır. Dünya’ya kazandırdıklarımızla başkalarının da mutlu olduğunu görmek ki, bu belki de en büyük mutluluk. Önemli olan başka ve de belki de düşünülemeyen bir şey var ki; mutluluk denen duygunun zemini olmadan uzun süre zihinlerde kalamayacağı ve sürekli olamayacağıdır.
Pek çok insan bunun farkında değildir ki, mutlulukları ya da bahsettiğim sözde mutlulukları bir araya getirdiklerinde bunun yeterli geleceğini ve uzun süre mutlu olacaklarını düşünürler. Oysa ki mutluluk yağan kar gibidir. Hani kar yağdığında nasıl asfalt yerine, yeşil serin çimlerin üstünde ve ağaçların tepesinde birikirse, bu yeşil ortam nasıl ki yağan karın erimemesi için uygun zemin teşkil ederse, mutlulukta böyle bir zemine ihtiyaç duyar. Söz konusu mutluluk olunca zemin de huzur olur.
Yani huzur mutluluğu korur ve sabit kılar, erimesini engeller. Eğer içinizde huzur yoksa mutluluğunuzda uzun süreli olmaz, olamaz. Bu yüzden mutlu olmak isteyen insanların önce iç huzuru bulmaları, huzursuzluk yaratan sorunları ortadan kaldırmaları ve bunlara dair çözümler bulmaları gerekir. Bu çözümleri bulamayanların kişisel gelişim ve psikolojik destek almaları önemlidir. Ancak bu kişisel gelişim ya da psikolojik desteği verecek kişilerin de gerçek diplomaları olan, gerçek okullardan mezun gerçek kişiler olmaları da daha büyük önem taşımaktadır.
İçinde huzuru teşkil etmeden yaşanan küçük mutluluklar ya da sözde mutluluklarla, mutlu kalmaya çalışmak imkansız gibidir. Öncelikle kişi kendini yapabilirse tarafsız bir şekilde gözden geçirmeli ve huzuru sağlayacak yaratıcı ve kendini geliştirici ve kendine uygun somut uğraşlar bulmalıdır. Bu somut uğraşılar olmadan somut yaratımlar da olmayacağı için kişinin yaratmadan ve üretmeden huzura kavuşması mümkün olmayacaktır. Mutluluğu sosyal medya (hatta adı iş platformu olsa da) ortamlarının sahte gülücüklerinde ve kalplerinde aramanın gerçek bir anlamı yoktur. Bunlar sadece gittikçe silikonlaşan beyinlerimizin uyarımsal yanılsamlarıdır. Başka da hiç bir şey olmayacaklar, gerçekte de hiç bir işe yaramayacaklardır.
Huzuru bulmuş, yaratıcı günler dilerim…
Dr. Psikolog Murat SARISOY
Evlilikte iletişim neden önemlidir? Bunun önemini uzun ve farklı bir yoldan anlatacağım. Dün akşam ofisten ayrılırken gözüm mutfaktaki çöp tenekesinin kapağına takıldı. Mutfakta kullandığımız o uzun, ucundan alev veren çakmağı çöp tenekesinin kapağına sıkışmış gördüm. Gayri ihtiyari sordum ‘’hayırdır, ne oldu çakmağımıza’’ diye. Stajyerlerimden şöyle bir cevap geldi ‘’suya düştü, yanmıyor biz de attık’’ Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. 70’lerin Türkiye’sinde doğmuş biri olarak israf edilen hiç bir şeyden hoşlanmam. Evimde mutfak artıkları bahçemde beslediğim tavuklara ayrılır ve çöpe gitmez ve hatta ofisten artıkları da sık sık onlara götürürüm. Belki o yıllarda eğitim müfredatında israfın yanlışlığının işleniyor olması, belki canım öğretmenlerimin çabaları, belki de yerli malı haftaları ve hatta belki de doğayı ve yaşamı herşeyin üstünde tutan bir insan olmam bana bunu böyle yapmam gerektiğini söylüyor.
Bu yaşamın her alanında böyle olduğu gibi evlilikte de böyle, gerekmedikçe mecbur kalmadıkça hiç bir şey kurban edilmemeli. Ofisime başvuran çiftlere de hep söylediğim bir şey var. ‘’burası gemi söküm atölyesi değil, burası tamirhane, burası gemilerin tekrar yüzmesi için onarım yapılan yer. Bu yüzden de asla size boşanın ya da ayrılın demeyeceğim, zaten bir psikoloğun bir danışanına boşan ya da ayrıl deme hakkının olduğunu da düşünmüyorum. Bunu 24 yıllık meslek hayatımda hiç söylemedim ve söylemeye de niyetim yok. Evliliklerde de gereksiz hiç bir şeyin, yani hiç bir duygunun israf edilmemesi gerektini düşünüyorum. Aşk bitti çöpe at, sevgi bitti çöpe at, ilgi bitti çöpe at, saygı bitti çöpe at… Her şey yerine konulabilir, herşey yeniden doldurulabilir, herşey yeniden değerlendirilebilir. Çünkü bana göre evlilik; ıssız bir adada iki kişilik bir yaşam mücadelesidir. Nasıl ki; ıssız bir adada kalsanız en ufak malzeme, bir poşet bir plastik bardak hatta bir toplu iğne bile sizin hayatta kalmanız için önemli olacak, bu yüzden evlilikte de her yaşanan anı, her güzel an, her iyi ve sıcak paylaşım da hatırlanacak ve saklanacak; bunun başka yolu da yok…
Evli çiftlerin tamamına yakını, ofisime geldiklerinde ilk cümleleri ‘’iletişim sorunumuz var’’ oluyor. Karşı tarafın kendilerini anlamadığından dert yanıyorlar. Halbuki iletişim sorunu çift taraflı bir sorun ama kimse kendinde sorun aramıyor. Gerçekten de evlilikte iletişim sorunumuz var mı? İlişkinin kaynaklarını efektif kullanıyor muyum? İlişki için gerekli enerjiyi kendime saklıyor muyum? Enerji tasarrufu yapıp bunu sevdiğim insana aktarıyor muyum? soruları yok. Neden mi? Çünkü tasarruf etmek yok, hazırdan yemek, har vurup harman savurmak var. İlişkiye maddi manevi yatırıma gelince de; hemen ezberden ‘’bizim iletişim sorunumuz var, bunu çözün bu yüzden geldik, ya da ama siz beni anlamıyorsunuz, eşim şöyle eşim böyle’’. Kimsenin sütten çıkmış ak kaşık olduğunu zaten söylemiyoruz ama kişiler ilişkinin bakım ve onarımı için, hep yeni kaynağa ihtiyaç olduğunu söylüyorlar ya da kolay yolu seçip ilişkiyi çöpe atıyorlar. Tavsiyem sakın ama sakın tasarruftan kaçınmayın birbirinize enerji ve kaynak ayırın, yapamıyorsanız da mutlaka bir uzmandan yardım alın…
Ha çakmağa ne mi oldu? Kuruttuk, çalışıyor 🙂
Dr. Psikolog Murat SARISOY
Nasıl mutlu anne olunur?
Mutlu anne, çocuklarının daima her istediğini yapan ve onları mutlu eden bir anne demek değildir. Öncelikle mutlu annelik için birincil koşul; isteyerek çocuk dünyaya getirmektir.
Sosyal hayattan vazgeçmeyin
Biyolojik olarak kodlanmış ve belli yaşa gelen tüm kadınların içgüdüsel olarak doğurganlığını içten içe etkileyen anne olma isteği, kadınların yaşamlarındaki seçimlerine de etki eder. Geçmişe göre modern yaşamda günlük hayatın içinde daha fazla yer alan kadınlar, iş ve eş seçiminde, ister istemez bu etki altında karar alırlar. Mutlu annelik için gerekli en önemli koşul; kadının anne olmaya karar vermesi ve buna hazır olmasıdır. Hazır hissetmeden alınan kararlar hamilelik ve doğum sonrası dönemlerde sorunlara sebep olur. Biyolojik olarak hazır olan kadının biyo-psi-sosyal anlamda da hazır olması gerekir. Gerçekten sevdiği kişi ile ilişkisinden çocuk yapması, güvenilir bir aile ortamının içinde olması kadın için vazgeçilmezdir.
Sağlıklı anne=mutlu bebek
İş yaşamı içinde aktif olan kadın için işiyle ve kariyeriyle ilgili sorun yaşamayacağı biçimde hamileliği ve doğumu planlaması, hem doğacak bebeğin gelişimi ve büyümesi hem de kadının ruhsal sağlığı için önemlidir. Geri dönüşü olmayan bu yeni yaşam biçimine mutlu biçimde adapte olmanın diğer bir yolu da doğacak çocuğun sağlıklı olması için gerekli fiziksel ve ruhsal sağlık önlemlerinin alınmasıdır. Fiziki ve ruhsal yapısı sağlıklı olan annelerin sağlıklı ve mutlu bebekleri olur.
Annelik fedakarlık gerektiren bir karar
Annelik, biyolojik olarak bağlandığınız ve asla kopamayacağınız bir durumdur. İlk doğduğu andan itibaren ihtiyaçlarını kendi başına karşılamayacak durumda olan bir insan için tüm yaşamını durduran ve bir süreliğine askıya alan insandır anne. Anne olana kadar belki de sadece kendi sorumluluğu için yaşamış olan bir kadının, kariyeri ve sosyal yaşamı için çeşitli hayallerini, sadece doğacak bebeğine endeksli biçimde ertelemesi, ciddi anlamda zor ve fedakarlık gerektiren bir karardır.
Anne babalıkla birlikte ilişki değişir
Fiziksel olarak değişen bir vücut, hormonal olarak etkilenen fiziksel ve ruhsal sağlık, tüm bunlara eklenen somut değişim ve problemlerdir. Kişi olmanın yanında anne olma kimliği eklenmesi belki de dünyanın en zor işidir. Kadın-erkek ilişkisine bir de annelik-babalığın eklenmesiyle değişen ilişki, özellikle çocuk doğduktan sonra daha da zorlayan faktörler arasında yer alır.
Mutsuz annenin çocuğuna verdiği zarar
Bireysel olarak mutlu olan kişi, hem çevresine hem çocuklarına hem de eşine mutluluk veren kişidir. Kişi bireysel mutluluk konusunda sıkıntı yaşadığında bu ilk olarak eve ve çocuklarına yansır. Mutsuz ve depresif bir kadın örneği verilirse; karamsarlık, isteksizlik yaşayan bir kadın, günlük işlerini bile devam ettiremeyen biri, daha öfkeli ve daha gergin olur. Bu gerginlik ve mutsuzluk ailede ilk başta çocuklara yansır. Çocuklarına daha sabırsız ve gergin davranmaya başlayan kadın, bazen bu öfkesi daha artınca, fiziksel şiddet olarak da bunu çocuklarına yansıtabilir. Bağırıp çağıran ve ne yazık ki şiddet uygulayan bir annenin çocuklarını mutlu etme şansı yoktur. Anne mutlu olursa, kişi mutlu olursa tüm sistem yani aile de mutlu olur.
Çocuğunuzu hayatınızın merkezine koymayın
Genellikle kadınlar, anne olduktan sonra tüm yaşamlarının merkezine çocuklarını koyarlar. Halbuki insanların önem listelerinde en üste kendilerini koymaları gerekir. Bireysel olarak ihtiyaçlarının farkında olmayan birinin, çevresindekilerin ihtiyaç ve eksikliklerini gözetmesi zorlaşır. Bunu metaforik bir örnekle açıklamak daha pratik olur: Uçağa bindiğinizde yapılan anonslarda maske kullanımı ile ilgili bir bölüm vardır. “Acil konumda başınızın üzerinden çıkan maskeyi kendinize doğru çekin…………. Önce kendi maskenizi daha sonra diğerlerinin maskesini takın” der. Buradaki metafor tam da bu duruma oturur. Oksijensiz kalan birey bayılır. Bayılan kişi ne kendisine ne de bir başkasına yardım edebilir ama oksijen alan birey baygınlıktan kurtulur ve yanında oturan kişinin de hayatını kurtarır. Bireysel anlamda yaşamından memnun ve mutlu olan anne hem kendinin hem de çocuklarının daha farkında olur. İhtiyaç noktalarını daha iyi görüp daha sağlıklı çözümler üretir. Daha eğlenceli anne tüm ailenin yaşam ve enerji kaynağı haline gelir.
Mutlu anneliğin formülü
- Düzenli spor yapmak
- Doğum nedeniyle alınan kilolardan kurtulmak
- Düzenli uyumak
- Çocuk ve aileye ayrılan zamanın yanında sosyal yaşama yeterince zaman ayırmak
- Kadınlar için önemli olan sırdaş ve paydaşlara zaman ayırmak (kadınlar erkeklere göre daha çok konuşarak, içini dökerek, dertleşerek rahatlarlar)
- Anne olamadan önceki yaşamında taşıdığı kimlikleri kendine hatırlatmak
- Zevk ve keyif aldığı şeylerden çocuklarına daha fazla zaman ayırmak için vazgeçmemek
Özetle; birey olarak kendine daha fazla değer vererek mutlu anne olmak mümkün.
Tanı ve tedaviye yönelik tüm işlemlerinizi doktorunuza danışmadan uygulamayınız. İçeriklerde Acıbadem Sağlık Grubu’nun tedavi edici sağlık hizmetlerine yönelik bilgiler yer almamaktadır.
ACIBADEM HAYAT
Telefon Kullanımınız Depresyon Seviyenizle İlgili Ne Söylüyor?
Journal of Medical Internet Research dergisinde yayınlanan bir araştırmaya göre akıllı telefonlar ile fazla vakit geçirmek de artık bir depresyon belirtisi olarak kabul edilebiliyor. Northwestern Üniversitesi ve Michigan Üniversitesi’ndeki araştırmacılar bir grup deneğin akıllı telefon kullanım oranları takip ederek depresyon seviyelerini %87 doğruluk payıyla belirleyebildiklerini belirttiler.
Araştırmacılar 40 kişilik bir test grubu oluşturdular. Test grubundaki herkese cep telefonlarına konumlarını ve telefonlarının açık kalma sürelerini takip eden bir uygulama yüklemelerini söylerek 2 hafta boyunca bu uygulamayı kullanmalarını istediler. Aynı zamanda test grubundaki herkesin günlük olarak depresyon belirtilerini ölçmek için hazırlanan anketi doldurmaları istendi. 2 haftanın ardından araştırmacılar, telefon kullanımının ve konum bilgilerinden elde edilen verilerin günlük doldurulan depresyon ölçme anketinden çok daha etkili olduğunu gözlemlediler.
Deney sonlandıktan sonra depresyonda olan katılımcıların günlük ortalama 68 dakikalarını telefona ayırdıkları görüldü. Depresyonda olmayanlarsa günde ortalama 17 dakikalarını telefonlarıyla harcadılar. Deneyin sonuçlarında depresyonda olan kişilerin daha az seyahat edip zamanlarının çoğunu evde geçirdikleri de ayrıca belirtildi.
Küçük bir örneklem grup üzerinde gerçekleştirilen ve deneye katılan kişilerin telefonlarını oyun oynamak için mi yakınlarıyla görüşmek için mi yoksa iş için mi kullandıkları belirtilmeyen araştırma depresyon ölçümüyle ilgili genel yargılara varmak için yeterli görünmese de bir uyarı olabilir.
Araştırmayı gerçekleştiren Northwest Üniversitesi’nden David Mohr görüşlerini;
“İnsanlar genellikle kendilerine rahatsızlık veren düşüncelerden, acı veren duygulardan ve zor ilişkilerden uzaklaşmak istedikleri zaman telefonlarına yöneliyorlar. Bu, depresyon hastalarında sıklıkla gördüğümüz tipik bir kaçınma davranışıdır.”
şeklinde belirtiyor.
Psikolog Şebnem Akı Karaoğlu
Güven duygusu, kendimiz, partnerimiz ve ilişkimiz hakkında olumlu düşüncelerimizin ve duygularımızın olmasını sağlar. Güven ilişkilerdeki sorunların ve çatışmaların çözümünü kolaylaştırır, çünkü partnerimizin bizi kasıtlı olarak incitmeyeceğine inandığımız için ona karşı hoşgörülü oluruz, hatalarını kolaylıkla affederiz. Bunun sonucunda güven partnerimize olan bağlarımızı sağlamlaştırır. Ancak güvenmek risk almaktır. Güvenimizin doğru ya da boşa çıkma ihtimali yüzde ellidir. Güven ile güvensizlik arasındaki ince çizgiyi bir kere geçtikten sonra geri dönülmez. Yalan, aldatma, dürüst olmama ve tutarsız davranışlar, güveni geri dönülmez çizginin ötesine geçirir. Hatta Shakespeare’nin dediği gibi ‘Güven ruh gibidir, terk ettiği bedene asla geri dönmez. PSİKOTERAPİST CEM KEÇE
Partnerinize güvenmiyorsanız, kendinizi güvende hissetmezsiniz. İlişkinizle ilgili sürekli bir tedirginlik ve çekince yaşarsınız, içiniz tam anlamıyla rahat olmaz. Çünkü her an partnerinizden sizi üzecek bir hamle beklersiniz. Kendinizi güvenceye almak için sürekli kontrolü elinizde tutmak zorunda hisseder ve partnerinizi eleştirirsiniz. Ona olan güvensizliğiniz olumsuz düşüncelere odaklanmanıza neden olur. Albert Camus’nun söylediği gibi ‘Düşünce arttıkça tedirginlik de artar’ ve partnerinizin şüpheli söz ve davranışlarını tehdit edici olarak görebilirsiniz. Bu da küçük sorunlara aşırı tepki vermenize neden olabilir. Geçmişi konusunda açık mı? “Osho’nun ‘Kuşkunun olmadığı yerde güven doğar’ sözüyle vurguladığı gibi, kuşku ile güven bir arada olamaz. Partnerinizin sizden önceki hayatında ya da ilişkilerinde yaşadıklarını açık bir şekilde anlatmaması ve sizin onları sonradan bir şekilde öğrenmeniz sizde kuşku uyandırır. Kafanızda giderek artan soru işaretleri ve kuşkular bir süre sonra sizi paranoyakça diyebileceğimiz evham ve vesveseler içinde bırakır.”
Albert Camus’nun söylediği gibi
Tutarlılık güveni oluşturan temel kavramlardan biridir. Partnerinizin duygu, düşünce, tavır ve davranışlarının çelişkili olmaması, her bakımdan sürekli uyumlu, dengeli ve istikrarlı olması, onun hangi durumda nasıl davranacağını bilmenizi sağlar. Böylece onun karşısında kendinizi savunmasız hissetmezsiniz; gel-gitli ve çalkantılı bir ilişki yaşamayacağınıza dair güven duyarsınız.
Partnerinizin söyledikleriyle yaptıklarının örtüşmesi, verdiği sözleri tutması, size karşı dürüst olduğunu bilmenizi sağlar. Ne diyorsa ona inanır ve güvenirsiniz. Söyleyip yapamadığı şeyler olduğunda mutlaka geçerli bir nedenin olduğundan emin olursunuz. Söylediği başka, yaptığı başka olan kişilerin partnerleri sürekli bir endişe içinde olur ve ilişkiyi kontrol altında tutmaya çalışırlar.
Güvenin göstergelerinden biri sağlıklı ve kolay iletişimdir. Partnerinizle kurduğunuz iletişim ona güvenip güvenmediğiniz konusunda ipuçları taşır. Onunla konuşmakta güçlük çekiyorsanız, söyledikleri sizde şüphe uyandırıyorsa, küçük tartışmalar büyük kavgalara dönüşüyorsa, nasıl tepki verebileceğinden emin olamadığınız için içinizden geldiği gibi konuşamıyor, sözlerinizi seçerek konuşmak zorunda kalıyorsanız ona güveniniz tam değil demektir.
İlişkinin başlangıcında tohumu ekilir, yavaş yavaş büyür, yeşerir ve sonunda kök salar. Güven başlangıçta bir önsezidir, partnerimize güvenebileceğimizi hisseder, buna inanmak isteriz ama her şey zaman içinde belli olur. Güvenin oluşması bir süreç meselesidir. Tıpkı her tohumdan kök salacak bir ağacın yetişmesinin garanti olmayacağı gibi, bir kişiye güvenebileceğimize dair önsezimiz de doğru çıkmayabilir. Güvenin oluşmasında tahmin edilebilirlik önemli bir faktördür. İlişkimizin nasıl olacağı hakkında bir fikrimizin, öngörümüzün olması, hayatımızın kontrolünün elimizde olduğunu hissetmemizi sağlar. Bu anlamda tahmin edilebilirlik, partnerimizin kişilik özelliklerini bilmemiz ve belirli bir durumdaki düşünce ve davranışlarına dair bir fikrimizin olması, onunla ilgili herhangi bir sürprizle karşılaşmayacağımızdan emin olmamız demektir. Çünkü öngörülemez, tutarsız ve beklenmedik davranışları olan birine karşı güven duygusunun gelişmesi neredeyse imkansızdır. Güven, inançla birlikte gelişir, partnerimize olan inancımız, onun her koşulda nasıl bir duruş sergileyeceğini önceden bilmemiz ya da tahmin etmemiz anlamına gelir.
Güven karşılıklı ise ilişkide güvenden söz edilir, partnerlerden birinin diğerine güvenmediği bir ilişkide güven yok demektir. Öte yandan, güven ne kadar yavaş oluşuyorsa, o kadar da hızlı bir şekilde yok olabilir. Hatta bir gün gelen bir telefonla veya telefonda yakaladığınız bir mesajla her şey bitebilir.
Güven, sağlıklı ve mutlu bir ilişkinin en önemli unsurudur. Güven, yalnızca bir duygudan ibaret değildir. “Dürüstlük, açıklık, tutarlılık, sadakat, yakınlık, bağlılık, tahmin edilebilirlik” gibi pek çok kavramdan oluşan çok geniş kapsamlı bir olgudur. Bu nedenle de “Partnerime ne kadar güveniyorum?” sorusu, çoğu kişinin yanıt vermekte zorlandığı, çoğu kişinin ise yanıtından emin olmadığı için yüzleşmek istemediği derin ve manalı bir sorudur.
“Güvenin olmadığı yerde kaos ve mutsuzluk olur! Kimse fiziksel ve duygusal olarak güvenmediği birini hayatına almak istemez. Güven, birine herhangi bir kaygı, kuşku ve tereddüt duymadan bağlanmak ve inanmaktır, kendini ona teslim edebilmektir. Güvendiğiniz kişiye kendinizi tüm açıklığıyla sunar, duygularınızı, düşüncelerinizi paylaşırsınız, çünkü güvenin olduğu yerde dürüstlük, yakınlık, destek ve en önemlisi taahhüt vardır. Diğer bir ifadeyle size karşı dürüst, yakın ve destekleyici olduğuna inandığınız kişiye güvenirsiniz. Bu inancı oluşturan şey, o kişinin tavır, davranış ve kişiliğiyle verdiği taahhüttür ve o kişiye güvenmek sizin yaptığınız bir seçimdir. Bir ilişkide ‘Sana güveniyorum’ diyebilmek, ‘Seni seviyorum’ demekten çok daha zordur.”
05.11..2022
Estetik tarafından hapsedilmek ve ondan faydalanmak arasındaki fark. Bir dayatmadan değil, arzudan geldiği sürece fiziksel görünümünüz, onun için sahip olduğunuz özeni yansıtır. Sorunların büyük çoğunluğunda olduğu gibi, patolojik olanla patolojik olmayanı ayıran çok ince bir çizgi vardır. Fiziksel görünüme hayatta bir öncelik olarak bakmak, tamamen saygı duyulacak ve hatta sağlıklı bir şeydir. Öte yandan, mükemmel bir modele uymamak ve bunu başarmak için mümkün olan her şeyi yapmak, üzücü ve vahim sonuçlara yol açabilir. Zorunlu olarak büyük miktarda para harcarsınız ve başkalarına göre asla kusursuz olmadığınızı hissedebilirsiniz. Öz değerinizi kilo ve görünüm açısından ölçebilirsiniz ve bu, çizgiyi açıkça aşıyorsunuz demektir. Vücut Dismorfik Bozukluğu, bir kişinin gerçek ya da hayali bir fiziksel kusur nedeniyle normal yaşam sürmediği psikolojik bir bozukluktur. Kişi fiziksel görünümünü kontrol etmek için saatler harcıyor ve tamamen tatmin hissetmeksizin sonsuz tedavi ve ameliyat geçiriyor olabilir. Bu bozukluk artmaya devam etmekte ve reklam ve internet erişiminin giderek artan etkisi nedeniyle daha genç insanlarda daha da fazla görülmektedir.
Her insanın kendi bedeninde iyi hissetmesi için en önemli şey, dış modellere güvenmemektir. Kendi görüntümüzden başlamalı, bedenimizi yargılamadan gözümüzde canlandırmalı ve vücudumuzun hangi bölümünü iyileştirmek istediğimizi her zaman hissettiğimiz şeyleri temel alarak seçmeliyiz. Bazen gördüğümüz şeyi geliştirmekle ilgilidir, bazense gördüğümüz şeyle olan ilişkimizi geliştirmekle ilgilidir. Hiçbir şeyin izole yaşanmadığını ve beden ve zihnin birlikte bir bütün olduğunu hatırlamak önemlidir. Hayalinizde daha iyi görünmek istemekten kendinizi kötü hissetmeyin ve bir gülümsemenin hem bir tamamlayıcı ve hem de bunu gerçekleştirmek için mükemmel bir ortak olduğunu unutmayın.
Kişinin fiziksel görünümünün ihmal edilmesi ile bazı psikopatolojik bozuklukların şiddeti arasında önemli bir ilişki vardır. Birçok ruh halinin prognozunu kötüleştiren göstergelerden biri, kişinin fiziksel görünümünü önemsememesidir. Depresyonda, bir zamanlar ilgi alanına giren faaliyetlerde geniş bir ilgi kaybı yaşanır. Hayatta olanlara karşı bir kayıtsızlık, enerjide artış sağlama ya da bunlardan zevk alma yeteneği yoktur. Aynaya bakmaktan zevk almanın, depresyondaki bir insanda görülen bir davranış olmaması şaşırtıcı değildir.
Bu, bir kişinin cildine ya da vücuduna ayırdığı zaman ile ilgili değildir. Makyaj yapsanız da yapmasanız da iyi görünmek ve iyi hissetmekten alınan zevk ile ilgilidir. Hayatına olan ilgisini kaybeden kişi, iyi görünme ve hissetme konusundaki ilgisini de kaybeder.
Kanser tedavisinde müttefik olarak fiziksel ve estetik bakım. Bu vakalarda sağlık önemlidir ve kanserden muzdarip olan kişinin öncelikle onun üstesinden gelmeye odaklanması gerekir. Ancak sağlığı da aynı zamanda küresel bir kavram olarak anlamalıyız. Gerçek şu ki, kendi başımıza gelmediği sürece, bir kadın için mastektomi yapılmasının ne anlama geldiğini anlayamayız, ya da herhangi bir erkek ya da kadının aniden saçlarını ve kirpiklerini kaybetmesinin ya da cildinin kurutmasının ne demek olduğunu anlayamayız. Dolayısıyla, insanların hastalığın fiziksel belirtilerini nasıl ele aldığını yargılamamalıyız. Her insanın hastalığın getireceği estetik değişikliklerle başa çıkmak için farklı bir stratejisi vardır.
Bazıları için, onları gizlemeye çalışmadan hastalığın etkilerini doğal olarak göstermek, doğru yaklaşımdır. Diğerleri için, bu etkileri farklı tekniklerle engellemek iyileştirici etki gösterir. Fiziksel görünüşleri, içinde oldukları tıbbi mücadelenin sürecini göstermezse rahat hissederler. Bu, o kişi için, hastalığı onu tanımlıyormuş gibi hissetmemesinin bir yoludur.
fiziksel ve estetik bakım
Kişisel bakım ve görünüşe büyük ilgi duymak, genellikle soğuk ve yüzeysel bir şeyle ilişkilendirilmiştir. Bu yanlıştır çünkü vücudumuza özen göstermek tabii ki bunu bir saplantı haline getirmeden bütünsel iyiliğimizi önemsediğimiz anlamına gelir. Dışarıda iyi hissetmek, içeride iyi hissetmeye oldukça yardımcı olur. Olduğumuz halimizle güzel hissetmek, iyi bir akıl sağlığının belirtisidir. Sağlığımız, hijyenimiz ya da vücudumuzun uyumu ve güzelliği hakkında endişelenmek yüzeysel değildir; kendimizi sevdiğimizin bir işaretidir.
Estetik ve kişisel bakım bizim müttefikimizdir. “Büyük değişiklikler bir makyajla gelmelidir” sözünü duymayan kalmış mıdır? Bu yaygın ve biraz beyhude bir laftır ama içinde bir miktar gerçek barındırır. Bazen insanlar radikal bir değişim istediklerini hisseder ancak yine de ona nasıl yaklaşmaları gerektiğini bilmezler. İlham ya da gerekli vasıflardan yoksundurlar, ancak arzuları vardır.
Bu nedenle fiziksel bir değişim bir kıvılcım çıkarabilir ve başka kararlar almak ya da başka rutinler üstlenmek için bizi yönlendirir. Bu, birçok hastanenin onkoloji biriminde iyi bilinmektedir. Kişisel bakım atölyeleri, kemoterapinin etkilerine karşı koymak için yardımcı bir terapi olarak halihazırda kurulmuştur.
KASIM 2022
Doğaya bakış açımızı iyilik halimize odaklı geliştirdiğimizde sonbaharı da ilkbahar gibi karşılamak mümkün. Depresyona sebep olan mevsim değil, mevsime yönelik bakış açımızdır. Sonbaharı cansızlıkla eşleştirmek yerine her mevsimde olduğu gibi sonbahara da tüm canlıların ihtiyacı olduğunu düşünebiliriz. Toprağın, ağaçların, hayvanların sadece sıcak ve güneşli havalara ihtiyacı olmadığını hatırlamamız bile bu mevsimin de bize gerekli ve yararlı olduğunu akla getirebilir. Kapalı ve yağmurlu bir sonbahar gününe erken saatlerde uyanmak ve tempolu bir yürüyüş yapmak güne iyi başlamanızı sağlayacaktır. Yaşadığınız ve çalıştığınız mekanlara bol ışık girmesi son derece önemlidir. Beslenme ve spor alışkanlıklarınızı mevsime uygun şekilde düzenleyebilirsiniz. Alkol, sigara vb. bağımlılık yapıcı maddelerden uzak durarak depresif duygu durumuna geçişinizi engelleyebilirsiniz. / Psikolog Çisem Doğanlaroğlu Özkan
Kestanelerin dökülüp pastel renkli yaprakların serildiği, mantarların kendini gösterdiği sonbahar, fotoğraf ve yürüyüş tutkunları için oldukça cazip bir mevsim. Bilim insanlarına göre yağmur sonrası ortaya çıkan negatif iyonlar sayesinde daha mutlu hissediyorsunuz. Havadaki toz, polen, koku, bakteri negatif iyonlar sayesinde azalırken; astım, alerji, mevsime bağlı duygu durum bozuklukları, depresyon da aynı iyonlar sayesinde azalıyor. Yağmur sonrası yürüyüş ya da nefes egzersizleri yaparak da kendinizi iyi hissedebilirsiniz.
Yaz mevsiminin ardından bireylerin yeterince dinlendiklerini düşünerek yeni bir mevsim olan sonbaharı karşılamaları gerekir. Yazı güzellikleri olduğu gibi sonbahar ve ardından gelen kış aylarının da bazı güzelliklere sahip olduğunu bilmek gerekir. Mevsimsel depresyon belirtilerine sahip bireylerin dikkat etmesi gereken ya da mevsimsel depresyonla karşılaşılmaması için en önemli ipucu güneş ışığından mümkün olduğunca çok faydalanılmasıdır. Sabah mümkün olduğunca gün aydınlanmadan önce uyanarak güneşin ilk ışıklarından faydalanmaya başlanılmalıdır. Gün içerisinde hava karanlık olsa bile öğle saatlerinde ya da öğleden sonra dışarıda 20-30 dakikalık da olsa zaman geçirilmesi, o anki mevcut güneş ışıklarından faydalanılmasını sağlayacaktır. Spor yapmalı ve kış aylarında sıklıkla enerji kayıpları ortaya çıkacağı için sağlıklı beslenmeye dikkat edilmelidir. Yeni hedefler belirlenmeli ve dışarıda geçirilen aktivitelere zaman ayırmaya özen gösterilmeli ve sosyal aktivitelerde kısıtlamaya gidilmemelidir. Bütün bu alanlara dikkat ediyor olmanıza rağmen eğer psikolojik ve fiziksel şikayetlerinizde azalma yaşamıyorsanız bir ruh sağlığı uzmanına başvurmanız uygun olacaktır. Klinik Psikolog Merve Tunay Dünya
Yaz mevsimi insanların iş ve okul hayatının azaldığı, kendisine daha çok zaman ayırdığı, doğanın canlandığı ve tatil günlerinin yaşandığı bir mevsimdir. İlkbahar mevsimiyle birlikte canlanan tabiat tüm güzelliğini insanlar için sergiler. Tabiatın bu görsel şölenini kaçırmak istemeyen herkes için dışarıda geçirilen zaman artar. İlkbaharın gelmesiyle yaşanan tüm bu canlanmaya karşılık sonbahar mevsimiyle tam tersi bir durumla karşılaşılır. Sonbaharın tabiat ve havalar üzerinde sebep olduğu değişimden insanlık da nasibini alıyor. Çünkü insan yaşadığı çevreden bağımsız olamaz. İnsan iklim koşulları, yaşan olaylar ve bir çok etkenle birlikte değerlendirilmesi gereken bir varlıktır. Yaşanılan olaylar gibi mevsim değişiklikleri de ruh hali üzerinde belirli etkilere sebep olmaktadır. Sonbaharla birlikte doğa hüzne bulanmaya başlar. Çevresinden bağımsız olamayan biz insanlar içinse bu hüzün, mevsimsel değişime bağlı depresyona sebep olabiliyor.
Mevsim değişikliklerinin sebep olduğu depresyon durumlarıyla karşılaşmamak ya da daha az etkilenmek için öncelikle bu değişimin insan bedenini neden ve nasıl etkilediğinin farkında olmamızda fayda vardır. Yaz mevsiminde dışarıda geçirilen vakitler sonbaharla beraber azalmaya başlar. Sosyal olarak daha pasif bir döneme girilirken iş yoğunluğu açısından daha aktif bir dönem bizleri beklemektedir. Sonbahar aylarında sararan, dökülen yapraklar ve doğanın ilkbahar ve yaz aylarındaki canlılığını kaybetmesi ruh dünyamızda hüzne sebep olabilir. Çünkü bilinçdışımızda kendi yaşlanmamızı ve ölümümüzü çağrıştırabilir.
Bütün bunların yanında vücudumuz, kendisini güneş ışığına göre düzenlediği bir biyolojik saate sahiptir. Güneş ışığının yeterli miktarda alınmadığı kış aylarında biyolojik saat dengesi bozularak bir takım rahatsızlıklara kapı aralamaktadır. Sonbahar ve kış aylarında güneş ışınlarının azalması beyindeki melatonin hormonunun üretimini arttırmaktadır. Melatonin karanlık ve ışığın olmadığı ya da az olduğu ortamlarda salgılanan bir hormondur. Sonbahar ve kış aylarının yaza göre daha kapalı havalara sahip olması bu mevsimlerde bireylerin kendilerini depresif hissetmelerine sebep olmaktadır. Yine aynı şekilde sonbahar ve kış aylarında mutluluk veren serotonin hormonu daha az üretilmektedir. Bütün bu etkenler bir araya gelince de karşımıza özelliklerde biyolojik olarak depresyona yatkın bireylerde daha sık rastlanan mevsimsel depresyon diye tanımlanan ruh sağlığı bozukluğu ortaya çıkıyor.
Bazı insanlar sonbahar mevsimi geldiğinde kendisini mutsuz, keyifsiz, sinirli, gergin, motivasyonu azalmış, moralsiz, halsiz, yorgun, bitkin hisseder. Bazılarında intihar düşünceleri bile gelişebilir. Çoğu zaman sıradan bir bunalım gibi algılanan bu durum, genetik yatkınlığı olan bireylerde gündüzün kısalmasının yarattığı beyin melatonin dengesizliğiyle oluşur. Dünyada en sık, kışın gündüzün çok azaldığı İskandinav ülkelerinde görülür. Amerika’da on milyonu aşkın kişinin her sene sonbahar depresyonuna yakalandığı bildirilmiştir. Kadınlarda erkeklerden dört kat daha fazla görülen sonbahar depresyonu en sık 17-25 yaşları arasında görülür. Bu yaşlar dikkat edilirse akademik ve meslekî yönden en aktif olunması gereken yaşlardır. Haliyle böyle bir rahatsızlığa sahip olan bireylerde, ileriki yaşantısını etkileyebilecek boyutta bir zarar görme söz konusu olabilmektedir. Böyle bir durumunuz varsa, sonbahar yaklaştığında bir psikiyatri uzmanıyla irtibata geçip koruyucu tedaviye başlamalısınız. Bu sayede hayatınızın aşağı yukarı yarısını kabusla geçirmekten kurtulmuş olursunuz. Doç. Dr. Adnan Çoban
Yapılan araştırmalara göre fiziksel deneyimlerle yeni deneyimlerin birleştirilmesi ilerleyen yaşla birlikte azalan bilişsel becerilerin geri kazanımında büyük rol oynuyor. Fiziksel aktiviteyi yeni ortamlarla ve yeni sosyal çevrelerle birleştirmek -örneğin daha önce bulunmadığımız bir şehri gezmek- beyinde çok fazla esneklik oluşturuyor, ki bu yeni yetenekler kazanmada çok yararlı bir şey. Eve dönerken farklı bir yoldan gitmeyi veya yolda gördüğünüz bir parkın tadını çıkarmaya çalışın! Uzm. Psk. Sibel Deniz Toledo
Alışkanlıkları değiştirmenin en etkili yolu, onları yeni bir alışkanlıkla değiştirmektir. Buradaki fikir şu ki, eğer alışkanlıklarınızı oluşturan uyarıcılarla aynı ortamda bulunuyorsanız, her zaman yaptığınız davranışı yapmak yerine farklı bir şey denemek çok etkilidir. Örneğin, sabah ilk uyandığınızda hemen kıyafetlerinizi giymek yerine koşu ayakkabılarınızı kolaylıkla görebileceğiniz bir yere koyun, belki de sabah yürüyüşüne çıkıp sonbahar havasının keyfini çıkarırsınız.
Havaların yavaş yavaş serinlemesiyle birlikte sonbahara girmiş bulunmaktayız. Peki, sıcak yaz günleri geride kalırken sonbahara nasıl adapte olacağız? Sonbahar depresyonu yaşıyorsak nasıl üstesinden geleceğiz? Aslına bakarsanız bu geçiş dönemi hayatınızı yeniden düzenlemek için mükemmel bir zaman dilimi. Yaşadığınız yerden en son ne zaman zevk aldınız? Tatil yerini araştırma şansınız var, peki neden aynısını yaşadığınız yere de uygulamayasınız ki? Yaşadığınız bölgeyi yeniden gezmek, belki de daha önceden keşfetmediğiniz yerlere gitmek mükemmel bir sonbahar aktivitesi olabilir! Araştırmalara göre rehberli bir geziye çıkmak, yakın çevremizi yeni bir açıdan görmemizi sağlayabilir. Unutulmamalı ki, yenilik bir yere çok derinden bakarak bulunabilir. Hangi caddede olursanız olun, gün batımı asla aynı değildir!
Tatillerle birlikte yeni bir çevreye giriyoruz ve bu yeni çevre aslında davranışlarımızı değiştirme konusunda bize bir hayli yardımcı olabilir. Gündelik hayatta yapıp da tatilde yapmadığınız şeyleri bir düşünün; işe/okula gitme, çamaşır yıkama, yemek yapma, çocukları okula götürme… Zamanınız başka ne zaman boşaldı? Dürüst olun. Daha az televizyon izlediniz mi? Daha az telefonla ilgilendiniz mi? Bu hareketler günlük hayatınızda başka şeylere yer açmanızı engelliyor. Boş vaktinizi yeniden değerlendirmek, yapmak istediğiniz şeyler için zaman yaratabilir, bu da bunun için mükemmel bir zaman!
Yaz okuması fikri sizi heyecanlandırıyorsa -mesela, en iyi plaj hakkında yazılan yazılar- daha sonra sonbahardaki okumalarınıza da aynı yaklaşımı uygulayın. Kitapçılara göz atın, kitap yorumları okuyun, arkadaşlarınıza danışın ve beğendiğiniz kitapları seçin. Eylül ayı yayıncılıkta yoğun bir aydır ve size bu konuda geniş bir liste sunar. Tatil kitaplarınızı seçerken ki coşkuyu, sonbahar “kitap gardırobunu” derlemek için de hissedin. Başucunuzdaki asla okunmayacak gibi duran “okunması gerekli” kitapları temizleyin ve yeni bir dizi oluşturun. Eğer bu iş size uzun geliyorsa, bir dergiyle başlayabilirsiniz. Sonbahar depresyonu için psikoloji ve kişisel gelişim kitaplarına da göz atabilirsiniz.
Ayrıca yılda en az iki kez seyahat eden insanların depresyon riskinin seyahat etmeyen insanlara göre daha az olduğu kanıtlanmıştır. Gerçekten de seyahat etmek, üzüntünün panzehridir çünkü öyle ya da böyle bir şekilde her şeye farklı gözle bakabilmenizi sağlar. Gerçeklere ve kendinize bakış açınızı tazeleyen yenileyici bir banyo gibidir.
Yeni ortamlar, belirsizliklerle dolu olduğu için, seyahat etmek sizi öngörmesi zor yeni durumların içine sokacaktır. Bu bilinmezlik, anksiyete sebebi olabilir ancak daha çok heyecan duymanıza sebep olacak, maceradaymışsınız hissi yaratacaktır. Seyahat etmek için doğmuş olanların bu adrenaline ihtiyacı vardır; akıllarına estikçe seyahat edenler bu duyguların onlara hayatta olmanın ne kadar güzel olduğunu hatırlattığını bilir. Seyahat ettiğinizde, konfor alanınızın dışına çıkarsınız. Hayatınızın ve dünyanızın ufuklarını genişletmeye karar verirsiniz. Ama en güzeli, bazen, farkında bile olmadan, entellektüel kapasitenizi harekete geçiriyor olmanızdır. Bu, sizi daha yaratıcı biri yapar, sosyal ve duygusal becerilerinizin gelişmesine yardımcı olur.
Bir seyahatin keyfinin üç kez yaşandığı söylenir: seyahati planladığınızda, onu gerçekleştirdiğinizde ve onu hatırladığınızda. Bu üç aşama için de büyük miktarda yaratıcılık şarttır. Hatta yaratıcılık, nereye seyahat etmek istediğinize karar verdiğiniz andan itibaren gereklidir. Nelerden hoşlandığınızın, ne aradığınızın ve hangi destinasyonda sizi neyin beklendiğinin bilincinde olmak zorundasınız.
Bir yolculuğa çıktığınızda, öyle ya da böyle, yaratıcılığınız kendini göstermeli. Daha önce görmediğiniz, alışık olmadığınız ya da en azından sizin için sıradan olmayan yerlere gidersiniz. Pek çok şeye adapte olmanız gerektiğini anlarsınız: geleneklere, göreneklere, yemeklere, alışkanlıklara, nasıl gezileceğine vs. Daha da önemlisi eğer uzak bir yere gitmişseniz farklı bir dile ve farklı sosyal etkileşim yollarına da ayak uydurmanız şarttır. Seyahatinizi hatırladığınızda, yaşadığınız anıları en iyi şekilde gözünüzde canlandırıp onlara anlam kazandıracaksınız. Yaşadığınız deneyimin en iyi yönlerini seçip onları tekrardan yaşayacaksınız. Başınızdan gelip geçen şeyleri yorumlayacaksınız.
Tüm bu süreçlere, birlikte baktığınızda, karmaşık entellektüel aktivitelere eşdeğer olduklarını görebilirsiniz. Neredeyse bir kitap yazmak gibidir. Ya da çizim yapmaya, değerlendirmeye ve bir projeyi hayata geçirmeye benzer. Entellektüel ve kreatif becerilerinizin pek çoğu seyahat sürecine dahil olur. Bunlardan dolayı, bir seyahate çıktıktan sonra, asla aynı kişi değilsinizdir. Yaşadığınız deneyim oldukça yoğun ve canlandırıcıdır, işte tam olarak bu yüzden çok eğlenceli olabilir.
Bilerek olabileceğinden daha az olmayı planlıyorsan, seni hayatının geri kalanında mutsuz olacağın konusunda uyarıyorum. Abraham Maslow
Mutlu insanlar için zaman ‘dolu ve planlı’dır. Mutsuz insanlar için zaman doldurulmaz, açık ve taahhütsüzdür; şeyleri ertelerler ve verimsizdirler. Michael Argyle
Sahip olduklarınla yetin. İşlerin nasıl olduğuna sevinin. Eksik hiçbir şeyin olmadığını anladığında bütün dünya sana ait. Lao Tzu
Şu andaki koşullarınız nereye gidebileceğinizi belirlemiyor; onlar sadece nereden başlayacağınızı belirler. Nido Qubein
Uçamıyorsan, koş. Koşamıyorsan, yürü. Yürüyemiyorsan emekle ama ne olursa olsun hareket etmeye devam et. Martin Luther King, Jr
Derin nefes alma, sinir sistemimizin sevgi dilidir. Dr. Lauren Fogel Mersy
“Zor” ülkelerde doğup büyümüş insanlar doğal olarak yurt dışında yaşamaya daha hızlı ayak uydurabiliyorlar. Bu insanların sosyal norm anlayışları oldukça güçlü olduğu için yeni normlara uyum sağlamakta zorlanmıyorlar. Nasıl bir ülkede doğduğunuzun önemi yok. Çalışmalar gösteriyor ki kültürel anlamda dar bir ülkede yetişmek diğer kültürlere adapte olmayı zorlaştırıyor. Bu zorluğun nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
- Kabul edilme ihtiyacı.
- Üstüne düşeni yapma ve diğerleriyle ortaklaşa bir şeyler yapma ihtiyacı.
- Ayrıcalık yapılmaması beklentisi.
- Kurallara karşı gelmeyi reddetme.
Geeraert’in ekibi uluslararası değişim programlarına katılan 889 gönüllü ile birlikte çalıştı. Hepsi evlerinden uzak bir ülkede 18 ay boyunca farklı ailelerle yaşayan lise öğrencileriydi. Bu öğrenciler bulundukları yerlerdeki okullarda eğitim gördüler. Öğrencilerden sosyokültürel uyum süreçlerini ölçen anketler doldurmaları istendi. Ayrıca iyi hissedip hissetmediklerine dair psikolojik adaptasyonlarının ölçüldüğü bir değerlendirme daha yapıldı. Anketlerde 6 karakter özelliği sorgulandı:
- Deneyime açık olmak
- Alçak gönüllülük ve dürüstlük
- Kibarlık
- Duygusallık
- Bilinç
- Dışa dönüklük
Çalışmaya toplamda 23 ülkeden vatandaşlar katıldı. Hindistan, Malezya, Japonya ve Çin gibi bazı ülkeler “zor” ülkeler kategorisinde değerlendirildi. “Esnek” ülkeler kategorisinde ise Brezilya, Macaristan, Yeni Zelanda ve Amerika gibi ülkeler yer aldı.
Çalışmadaki verilerin analiz edilmesi sonucunda tahmin edilen sonuçlar doğrulanmış oldu. Anketler sonucunda şu bilgilere ulaşıldı:
- “Esnek” ülkeler kategorisindeki ülkelere seyahat eden ve bu ülkelerde ikamet etmiş olan kişiler sosyal normlara uyum sağlamak konusunda en az sorun yaşayan grup oldu.
- Alçak gönüllü ve cana yakın yabancılar çevrelerine daha iyi uyum sağlayabilen grup içinde yer aldı.
Sonuç olarak, yurt dışında yaşamaya uyum sağlama sürecinde en önemli iki etmenin kişilik ve kültürel faktörler olduğu ortaya çıkmış oldu.
Tabii, son yıllara dek farklı kültürlerde yer edinen sosyal normların insanların refahını nasıl etkilediğine dair bir bilgi bulunmuyordu. Essex Üniversitesi’nde Nicolas Geeraert’in yönetiminde görevli bir grup araştırmacı, sosyal normların etkisi ve karakter özelliklerinin göçmenlerin adaptasyon sürecini nasıl etkilediğine dair bir rapor yayınladı.
Küresel bir dünyada yaşasak da, sosyal normlar hala bizleri bölüyor ve aramıza mesafe koyuyor. Bu tabii ki bir ülkeye yeni taşınan insanların hayatını da zorlaştırıyor.
Bu raporda temel olarak uyum sağlamanın “zor” olacağı ülkeler olduğundan söz ediliyor. Bu durum, sosyal normlarda esneklik olmaması ve daha az tolerans gösterilmesinden kaynaklanıyor. Bunun yanında, sosyal normlar konusunda daha “esnek” ülkeler de bulunuyor. Bu ülkelerde farklılıklara daha fazla saygı gösteriliyor.
Bazı insanlar zorunluluktan dolayı başka bir ülkeye taşınsalar da, bazıları da yaşam kalitelerini artırmak, çalışmak ya da okumak için ülke değiştiriyorlar. İşin aslı, bir yere gezmeye gitmekle orada yaşamak aynı şey değil. Yurt dışında yaşama planı yapıyorsanız, başka bir yere yerleşmek zorunda kalırsınız. Ayrıca şu ankinden bambaşka bir yaşam tarzına da ayak uydurmalısınız.
Yurt dışında yaşamak artık eskisinden daha kolay ve gün geçtikçe dünya daha da küçük bir yer haline geliyor. Uzun mesafe ilişki bir sorun olmaktan çıktı. Ayrıca her gün farklı ülke ve kültürlerden insanlarla bağlantı kuruyoruz. Bu insanlar artık bizlere daha yakın ve onlara daha kolay ulaşabiliyoruz. Bununla birlikte, farklı bir ülkeye taşınmak isteyenlerin sayısı da her geçen gün artıyor.
Işığı görmek için odaklanmamız gereken en karanlık anlarımızdır. Aristoteles
Kırıldıysan, kırık kalmak zorunda değilsin. Selena Gomez
Sen bu dünyada her şeyden önce vazgeçmemen gereken tek şeysin. Ortaokuldayken şiddetli anksiyete ve depresyonla mücadele ediyordum ve ailemden ve bir terapistten aldığım yardım ve destek hayatımı kurtardı. Yardım istemek ilk adımdır. Bu dünya için bilemeyeceğin kadar değerlisin. Lili Rhinehart
İnsan olan her şey bahsedilebilir ve bahsedilebilir olan her şey daha yönetilebilir olabilir. Duygularımız hakkında konuşabildiğimiz zaman, daha az bunaltıcı, daha az üzücü ve daha az korkutucu hale geliyorlar. Fred Rogers
Küçük bir çatlak kırıldığın anlamına gelmez, teste tabi tutulduğun ve dağılmadığın anlamına gelir. Linda Poindexter
Yaptığım en cesur şey, ölmek istediğimde hayatıma devam etmekti. Juliette Lewis
Sen hastalığın değilsin. Anlatacak bireysel bir hikayen var. Bir adınız, bir geçmişiniz, bir kişiliğiniz var. Kendin kalmak savaşın bir parçası. Julian Seifter
Ruh sağlığı fiziksel sağlık kadar önemlidir ve aynı kalitede desteği hak eder. Kate Middleton
Mücadele yoksa ilerleme de yoktur. Frederick Douglas
Gerçek duygular üretilemez ve yok edilemez… beden gerçeklere yapışır. Alice Miller