logo

Kalbi yaratan Allah, kalbin içinden geçenleri bilmez mi…

İÇİNDEKİLER

Muhalefet ve Bütünleşme Aracı Olarak Özgürlük

ANLAM, İYİ, DOĞRU VE GÜZELİN BİRLİKTELİĞİ

Düşünce orucu, hakikat iftarı, marifet seheri

En güzel hatırlama: Allah’ı anma

İSLAM VE ANLAM

EYLÜL 2024

Biz Müslümanlara göre Kur’an, Yüce Rabbimizin insanlığa gönderdiği son ilahî mesajdır. Kur’an öncesinde gönderilen ilahî kitaplar zaman içinde insanlar tarafından bozulmuş ve tahrif edilmişti. Hz. Muhammed’den (sav) sonra bir peygamber gelmeyeceği gibi Kur’an’dan sonra bir ilahî kitap da gelmeyecektir.

Allah Resûlü hayatta iken onun Allah’ın elçisi olduğunu kabul etmeyen karşıtları (müşrikler, kâfirler, münafıklar) Kur’an’ın Allah’ın sözü olmadığını, Hz. Muhammed tarafından uydurulup Allah’a nispet edildiğini iddia ediyorlar, Kur’an ise bunun doğru olmadığını, kendisinin Allah tarafından gönderildiğini belirtiyor ve muhataplarına “eğer bu kitabın Allah’tan geldiği konusunda şüpheniz varsa haydi onun bir benzerini meydana getirin. Eğer doğru söylüyorsanız bunu yapmak için Allah’tan başka şahitlerinizi de (yardımcılarınızı da) çağırın” (Bakara, 2/23) diye meydan okuyordu.

Günümüzde Kur’an’ın ilahî kaynaklı olmadığını, dolayısıyla da Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olmadığını iddia eden üç gruptan söz etmek mümkündür: a) Herhangi bir tanrının varlığını kabul etmeyen ateistler, b) Allah’ın varlığını ve birliğini kabul ettiği halde O’nun insanlardan bir elçi seçerek onlarla iletişime geçtiğini kabul etmeyen deistler, c) Allah’ın varlığını ve peygamberlik kurumunu kabul ettiği halde Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeyen Yahudi ve Hristiyanlar. Aşağıda önce Kur’an’ın Allah’ın kitabı oluşuna dair bu üç farklı inanç grubunun temel itirazlarını ve bu itirazların geçersizliğini ortaya koyacağız. Ardından Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna ilişkin delilleri ele alacağız.

Kur’an’ın Allah Kelamı Olmadığına İlişkin İtirazlar ve Cevapları

1. Ateistler açısından Kur’an’ın “Hak sözü (ilahî kelam)” olup olmadığı meselesi

Ateist bir kimse, bu evrenin ve evrendeki varlıkların bir yaratıcısı olmadığını kabul etmektedir. Onun açısından Kur’an, aslında var olmayan (sanal) bir tanrı tarafından elçi olarak gönderildiğini iddia eden -hâşâ- bir yalancı ve sahtekârın sözlerinin toplamından ibarettir. Bu şekilde düşünen bir kimse eline Kur’an’ı aldığında miladî 6. asırda Araplar arasında yaşayan Muhammed isimli bir şahsın -hâşâ- uyduruk fikirlerini okuduğunu düşünmektedir.

a. Kur’an’ın temel iddiası ne?

Orta seviyeli bir zekâ ile Kur’an’ı inceleyen bir kimse bu kitabın temel iddiasının şu olduğunu tespit eder: “Varlık âlemi kendi başına meydana gelmemiştir. Bütün varlıklar bilinçli bir irade ile meydana getirilmiştir. Bütün bunları yapan, sonsuz güç ve kudret sahibi olan, her işi yerli yerince yapan bir ilah bulunmaktadır. O, her türlü üstün özelliklere sahip, her türlü noksanlıktan uzaktır.”

Kur’an, neredeyse baştan sona kadar yerde ve gökte, hayvanlarda ve insanlarda, canlı-cansız bütün âlemde bir düzen ve ahengin bulunduğunu, bu düzenin meydana getirilmesi ve işleyişinin kendiliğinden olamayacağını, bütün bunları eşi, benzeri, ortağı, yardımcısı olmayan tek bir ilahın yaptığını iddia eder.

b. Ateistler Kur’an’ın temel iddiasını çürütebiliyor mu?

Bir ateist açısından Kur’an’ın “bir insan uydurması” ve “bir deli saçması” olup olmadığını belirlemenin en basit yolu Kur’an’ın bu temel iddiasını çürütmektir. Eğer bir ateist, tüm varlığın kendiliğinden meydana geldiğini, sadece meydana gelmekle kalmayıp kâinatta en basit bir gözlemle bile fark edilecek süreklilik ve düzenliliğin tamamen bir tesadüfün eseri olduğunu, akıl ve mantığın reddedemeyeceği tarzda ispat edebilirse o zaman Kur’an’ın da “beşer uydurması” olduğunu ispat edebilir!

Eğer bir ateist, bugün “tabiat bilimleri” dediğimiz fizik, kimya, biyoloji gibi bilim dallarında ele alınıp incelenen kanunların bir yapıp var eden olmaksızın nasıl meydana geldiğini ispat edebiliyorsa o zaman Kur’an’ın da beşer kelamı olduğunu izah edebilir!

c. Cevap bekleyen sorular

Bir ateistin “Kur’an tanrı sözüdür” inancını çürütebilmek için “tanrı” fikrinin geçersizliğini izah etmesi, bunun için de kendilerine sorulabilecek sayısız soru içinden mesela suyun niçin daima 100 derecede kaynayıp 0 derecede donduğunu, nasıl olup her yıl dört mevsimin oluştuğunu, güneş ile dünya arasındaki mesafenin nasıl olup da tam olması gereken kadar olduğunu, atmosferdeki oksijen oranının niçin daha eksik ya da fazla olmaksızın tam da canlılığın sürmesine müsait olacak kadar olduğunu, yer çekimi kanunlarını, insanın nasıl olup da 23 çift kromozomunun olduğunu, her insanın parmak izinin nasıl olup da birbirinden farklı olduğunu, aslı bir damla su olan bir varlığın nasıl olup da eli, kolu, gözü, kulağı, dişi, tırnağı, beyni, dimağı olan bir varlığa dönüştüğünü, ana rahmindeki hangi gücün bu işlemi başardığını izah edebilirse Kur’an’ın da beşer uydurması olduğunu ispat edebilir!

Bir ateist, Kur’an’ın tanrı kelamı olup olmadığını sorgulamadan önce kendisinin nasıl meydana geldiğinin hesabını vermek durumundadır. Bunu makul-mantıklı bir şekilde izah edemedikçe Kur’an’ın kaynağı meselesini araştırması, kendisini unutup başka şeylerle meşgul olması anlamına gelir.

2. Deist bir kimse açısından Kur’an’ın tanrının kelamı olup olmadığı meselesi

a. Deizm neyin nesi?

Deizm, kabaca tanımlamak gerekirse bir tanrının varlığını kabul etmekle birlikte tanrının evrene müdahalesini, insanlarla iletişime geçtiği fikrini reddedenler tarafından benimsenen düşünce biçimine verilen isimdir. Bu görüşte olanlara göre tanrı evreni yaratmıştır ve bırakmıştır. Evren, tıpkı kurulu bir saat gibi kendi kendine tıkır tıkır işlemektedir. Tanrı, öyle mükemmel bir düzen kurmuştur ki bir daha kendisinin müdahale etmesini gerektirmeyecek şekilde her şey kendi kendine işlemektedir!

Bu düşünce tarzı, tanrıyı “evren nasıl var olmuştur?” sorusunun çözümünde bir can simidi gibi kullanmakla birlikte tanrıyı bundan sonra emekliye ayırmakta, bundan böyle varlık âleminde artık tanrının esamisi okunmamaktadır! Tanrının evrene müdahalesi söz konusu olmadığına göre insanla iletişimi de söz konusu değildir. O halde tanrının insanlar içinden elçiler seçip onlara kitap ve din göndermesi diye de bir şey söz konusu değildir!

b. Deizme karşı Kur’an’ın temel iddiası ne?

Buna karşılık Kur’an’ın temel iddiası Allah’ın âlemlerin Rabbi olduğu, bu kâinatı yaratıp kendi başına bırakmadığı, insanı yeryüzünün halifesi kıldığı, ona emanet yani sorumluluk yüklediği, onu akıl sahibi bir varlık kılarak bütün canlılardan üstün kıldığı, insanı kendisine kulluk etmek üzere yarattığı, bu kulluğun nasıl yapılacağını göstermek üzere insanlar arasından elçiler seçtiği ve onlar aracılığıyla kitaplar yolladığı, insanların bu dünyada bir imtihana tabi tutulduğu, iyi davranış gösterenlerin sonsuz hayatta cennetle ödüllendirileceği, bu dünyada inkârcılık yapanların, insanlara haksızlık ve zulüm yapanların sonsuz hayatta cezalandırılacağı şeklindedir.

c. Deistlerin Kur’an’ı çürütmek için cevaplaması gereken sorular

“Deist” olan bir kimse, Kur’an’ın tanrı kelamı olup olmadığını tespit ederken Kur’an’ın bu iddiaları karşısında kendisinin hangi cevapları hazırladığını kontrol etmeli ve Kur’an’ın bu iddialarını çürüterek mukabil iddialarını delillendirmelidir.

Mesela şu sorulara makul-mantıklı ve ikna edici cevaplar vermelidir:

(1) Tanrı, bir daha hiç ilgilenmeyeceği bir evreni niçin var etmiştir?

(2) Tanrının insanı akıl sahibi bir varlık kılması, diğer bütün varlıklar üzerinde üstün ve egemen bir konumda yaratmasının gerekçesi nedir? İnsan akıl sahibi bir varlık olup diğer canlılardan farklıdır. Eğer Tanrı varsa, bu evreni o yaratmışsa ve insanla iletişime geçmiyorsa insana en büyük kötülüğü yapmış olmaz mı? Çünkü diğer varlıklardan açıkça farklı, üstün ve akıl sahibi yaratılmış bir varlığa karşı Tanrının hiçbir bilgi vermemesi, onu kendi haline bırakması en büyük haksızlıklardan değil midir?

(3) Eğer din, kitap, peygamber, âhiret gibi şeyler hep insanlığın kendi zihinsel uydurmalarından ibaret ise varlığın anlamı nedir? Tanrı bu varlığı yaratmaktan neyi amaçlamıştır?

(4) Eğer âhiret diye bir şey yoksa, bu dünyadaki haksızlıklar, zulümler ne olacak? Tarih boyunca milyonlarca insanın suçsuz yere canına, malına, ırzına tecavüz edilmiş, yaşanan savaşlarda milyonlarca kişi öldürülmüş, evsiz barksız kalmıştır. Bütün bunlar yapanın yanına kâr mı kalacaktır? Görüyoruz ki bu dünyada adalet yerini bulmuyor. Eğer âhiret de yoksa, Tanrı kâinatı yaratmakla, insanları bu şekilde kendi haline bırakmakla insanlığa en büyük kötülüğü yapmış olmaz mı?

(5) Yeniden diriliş denilen şey bir insan uydurması ise tabiatta örneklerini sürekli gördüğümüz yeniden dirilişler neyi gösteriyor? Her yıl kış mevsiminde toprağın, ağaçların, tabiatın ölüp sonra ilkbaharla yeniden canlanması neyi gösteriyor?

Daha buna benzer yüzlerce soruya deist bir kimsenin makul-mantıklı ve ikna edici cevaplar hazırlaması gerekir.

3. Tahrif Edilmiş Dinlere inanan bir kimse açısından Kur’an’ın Hak kelamı olduğunun ispatı

Allah’ın varlığına, birliğine, insanlarla iletişime geçtiğine, onlara peygamberler ve kitaplar gönderdiğine inanan Yahudi ve Hristiyanlar gibi diğer din mensupları açısından Kur’an’ın tanrı kelamı olduğunun ispatı daha kolaydır.

Bugün elimizde “tanrı kelamı” olarak kabul edilen üç kitap bulunmaktadır: Tevrat, İncil ve Kur’an. (Zebur dediğimiz kitap, Tevratın da yer aldığı ahd-i atikin “mezmurlar” adı verilen bölümünden ibarettir, müstakil bir kitap olmayıp Yahudi kutsal kitapları içine dahildir.)

a. Bugünkü Tevrat’ın durumu

Bu üç kitap içinden kronolojik olarak ilki olan Tevrat’a bakıldığında orada Tanrının varlığı, birliği, kainatı niçin yarattığı fikrinden ziyade baştan sonar “Tanrının seçilmiş ırkı” olan İsrail ırkının hayat hikâyesinin anlatıldığı görülür. Bu haliyle bu kitap tüm insanlığın varoluşsal soru ve sorunlarına bir cevap vermemektedir. Bu kitapta konuşan ilah (Yehova / Elohim) Yahudi ırkının millî ilahı olup diğer bütün ırkları onlara hizmet etsin diye yaratmıştır. Bütün insanların Rabbi olan bir yaratıcının, bir kitabın başından sonuna bir ırkın macerasından söz etmesi o kitabın “orijinal” ve “evrensel” oluşuna gölge düşürmektedir.

b. Bugünkü İncil’in durumu

Hristiyanlarca kutsal kabul edilen “Yeni ahit: İncil” dört farklı kitaptan oluşmaktadır. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna. Bu dört kitabın tamamı Hz. İsa’nın vaazlarından ve hayat hikâyelerinden oluşmaktadır. Ayrıca bu dört kitapta birbiriyle çelişen pek çok husus bulunmaktadır. Şayet bir Tanrı varsa ve Tanrı bir kitap gönderdiyse o kitapta en çok kendisinden, bu kâinatı niçin yarattığından ve insanlardan ne istediğinden söz etmesi gerekir. Oysa İncil’de buna dair neredeyse hiçbir şey yoktur. Ne Tanrının sıfatları, ne de âhiret. Nasıl var olduğumuz sorusu yeterince cevaplanmadığı gibi bundan sonra ne olacak sorusu hakkında da neredeyse hiçbir açıklama yoktur. Üstelik İncil denilen kitapta bu dünya hayatımızın nasıl düzenleneceğine dair neredeyse hiçbir açıklama yer almamaktadır.

Kur’an’ın Allah Kelamı Olduğunun Delilleri

Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu ispat sadedinde tarih boyunca pek çok kitap kaleme alınmıştır. Aşağıda Kur’an’ın “Tanrı kelamı” olduğunu gösteren yüzlerce delil içinden çağımız insanına en çok hitap eden delillere yer vereceğiz.

1. İnsanlığın varoluşsal sorularına ikna edici cevap vermesi:

Kur’an evrenin kim tarafından, nasıl, niçin yaratıldığı, bundan sonra ne olacağı, insanın niçin diğer varlıklardan üstün kılındığı, insanın bu dünyada var oluş amacı, ölüm sonrasında nelerle karşılaşacağına dair yeryüzünde tanrıdan geldiğini iddia eden diğer kitaplarda göremediğimiz şekilde izahlar ortaya koymaktadır. Üstelik bu izahlar, insanın fıtratının reddedemeyeceği şekilde sunulmakta, kâinattan canlı örneklerle beslenmektedir.

2. Söyleminin merkezine tevhidi oturtması:

Kur’an baştan sona ana konusunu “sonsuz güç ve kudret sahibi olan bir ilah” teşkil etmektedir. Kur’an bu ilahın sıfatlarından, isimlerinden ve fiillerinden bahsetmekte, insanların O’nu daha yakından tanımaları için açıklamalar yapmakta, başka varlıkları ilah mevkiine yükseltmemeleri için uyarı ve izahlarda bulunmaktadır. Allah’tan geldiği düşünülen kitaplar içinde hiçbirisi Kur’an gibi, söyleminin merkezine tevhidi oturtmamıştır. Şayet bir tanrı varsa –ki vardır- ve bu tanrı insanlık ile konuşmuşsa –ki konuşmuştur- o halde bu tanrının önce kendisinden söz etmesi beklenir. Eğer Kur’an tanrı kelamı değilse, yeryüzünde tanrıyı tam olarak anlatan bir kitap yok demektir.

3. Söyleminin evrensel karakterli olması:

Kur’an ırkı, mevkii, cinsiyeti ne olursa olsun “ey insanlar!” diye bütün insanlığı, “ey iman edenler!” diyerek inananları muhatap alan bir söyleme sahiptir. Şayet bir tanrı varsa –ki vardır- ve bu tanrı insanlıkla iletişime geçmişse –ki geçmiştir- o halde tüm insanlığın yaratıcısı olan tanrının söyleminin de tüm insanlığı muhatap alması gerekir. Bu durumu kutsal olduğuna inanılan diğer kitaplarda değil yalnızca Kur’an’da görüyoruz.

4. Üslubunun, benzeri yapılamaz nitelikte (mucize) oluşu:

Kur’an apaçık Arap diliyle indirilmiştir. Kur’an’ın indiği dönemde Araplar arasında şiir ve nesir sanatı çok yaygındı. Sözü güzel ve etkili söyleme sanatı olan belağat çok revaçtaydı. Tüm Arapların bir tür millî kongresi olan hacda Araplar arasında edebiyat alanında yarışmalar yapılır, kazanan şiirler Kâbe’nin duvarlarına asılırdı. İşte Hz. Muhammed gibi hayatı boyunca hiç şiir söylememiş bir kimsenin, tüm Arapların söz ustalarına meydan okuyarak Kur’an’ı ortaya koyması karşısında Arap beliğleri mukabelede bulunamamışlardır. Bulunamadıklarının en büyük delili Kur’an’ın karşısında inkârcı Araplar tarafından ortaya konmuş alternatif bir metnin bulunmayışıdır. Zaten Kur’an’a karşı sözlü mukabelede bulunmaları mümkün olsaydı, Kur’an’a inananlara kılıçla mukabelede bulunmazlardı. (Eskilerin deyimiyle “mukabele bi’l-hurûf mümkün olsaydı, mukatele bi’s-suyûf’a başvurmazlardı”).

5. Geleceğe dair verdiği haberlerin tümünün doğru çıkması

Kur’an, indiği dönemde yakın ve uzak geleceğe dair bir takım hususların gerçekleşeceğini iddia etmiş, o kitapta yer alanlar aynen Kur’an’ın haber verdiği gibi gerçekleşmiştir. Mesela İranlılar karşısında büyük bir mağlubiyete uğramış olan Bizanslıların birkaç yıl zarfında galip geleceğini, Mekke’nin fetholunacağını, Ebu Leheb’in inkâr içinde kuruyarak ölüp gideceğini, Bedir’de müşriklerin yenileceğini, Hayber’in fethedileceğini, İsrailoğullarının yeryüzünde iki defa büyük taşkınlık ve bozgunculuk faaliyetine girişeceklerini haber vermiş, Kur’an’ın verdiği bu haberler aynı ile gerçekleşmiştir. Şayet Kur’an bir insanın uydurduğu bir kitap olsaydı onun geleceğe dair haberlerinin aynen söylediği gibi gerçekleşmesi mümkün olmaz, verdiği haberler ile dış dünyadaki gerçeklik arasında çelişkiler görülürdü.

6. Değişmeksizin günümüze gelmiş olması

Dünyanın her tarafındaki Müslümanların elindeki Kur’an nüshaları birbirinin aynısıdır. Buna karşılık İncil nüshaları arasında pek çok farklılıklar bulunmaktadır. Elimizdeki Tevrat nüshaları ise Hz. Musa’dan asırlar sonrasında Babil sürgünü sonrasında derlenen nüshalardır.

7. Ortaya koyduğu hukuk ve ahlak ilkelerinin hikmet, adalet ve hakkaniyete uygun oluşu

Kur’an, diğer hiçbir kitapta görmediğimiz şekilde fıtratla uygun hukuk ve ahlak ilkeleri ortaya koymuştur. Bu kapsamda bütün insanlığın yeryüzündeki yaşamlarının temelini oluşturan din, can, nesil (namus), akıl ve mal emniyetini bütün insanlar için ortaya koymuştur. Kur’an’ın ortaya koyduğu hukuk ve ahlak ilkeleri arasında “dinde zorlama olmadığı”, “bütün insanların yaratılıştan eşit olduğu, üstünlüğün takvada olduğu”, “haksız yere cana kıymanın yasaklanması”, “akitlere bağlı kalınması”, “insanların birbirlerinin mallarını haksız yollarla yemelerinin yasaklanması”, “yönetimde şura ilkesinin benimsenmesi”, “toplum içinde yetim, yolda kalmış, yaşlı vb. zayıf kimselerin korunup kollanması” gibi ilkeler gelmektedir. Fıtraten bozulmamış herkes Kur’an’da yer alan bu hukuk ve ahlak ilkelerini benimsemekte zorlanmaz.

Kur`an`ın Allah Tarafından Gönderildiğini Nereden Biliyoruz?

GENÇ DERGİSİ

Dinin lüzumu nedir? İnsan neden inanma ihtiyacı duyar?

Din, insanla beraber var olmuş ve insanla beraber varlığını sürdürecektir. Tarihin hangi devresine bakılırsa bakılsın, dinsiz insan bulunsa da, dinsiz bir toplum görülmemektedir.

ALLAH’IN (C.C) HALİFESİ

İnsanlık tarihinin her döneminde din, canlılığını korumuş ve insan hayatının ayrılmaz bir vasfı olma karakterini sürdürmüştür. İnsan, her zaman kendisinin insan üstü bağları bulunduğunu, ihtiyaçları için kendini aşan bir kudrete yönelmesi gerektiğini düşünmüştür. Çünkü insan, melekle hayvan arasında bir yaratılışa sahiptir. Bu iki cinsin birbirine zıt tabiat çizgileri, insanda sanatkarane bir şekilde birleşmiştir. İnsanın bu şekilde yaratılması, aday seçildiği makama ulaşması içindir. Bu makam, “Allah’ın halifesi” olması, emanetin merkezinde bulunması, emirleri yerine getirip yasaklardan kaçınması ve “kul” olduğunun şuuruna varmasıdır.

İnsanın veya toplumun dinden kopması mümkün değildir. O, hem tarihin her yerinde, hem de hayatımızın her köşesinde kendini gösteren bir realitedir. İnsanlara güç veren, toplumu düzenleyen, fazilet ve iyiliğe yönelten, yalnızlığı, sıkıntıları gideren, güven duygusu aşılayan hep din duygusudur.

MANEVİ AÇLIK

İnsan maddî tarafı yanında manevî tarafı da olan bir varlıktır. Maddî yönü itibariyle, biyolojik ihtiyaçlarını karşılamaya; manevî dünyası itibariyle de beslenmeye, desteklenmeye ihtiyacı vardır. Onun bu ihtiyaçlarını karşılayan manevî olguların en başta geleni dindir. Belli bir kültüre ulaşarak tarihte yer alan bütün milletlerin manevî dünyaları bir dinî inançla şekillenmiştir.

Din olgusu, fıtrî (doğuştan gelen) bir özellik olarak, insanın kendi varlığını tanıması ile ortaya çıkar ve bu şuur ile birlikte gelişir. İnsanın karşılaştığı temel mesele, insanın kendisini ve alemi kimin yarattığını araştırması, böylece kendi varlığını aşan düşüncelere varmasıdır.

Bu düşünceyle insan müşahhastan mücerrede geçer, kendisinin, çevresindeki varlıklardan daha üstün bir özelliğe sahip olduğunu anlar, kendisi ve çevresindeki varlıkları yaratan Yüce bir kudetin varlığına ulaşır. Böylece her şeyi var eden bir yaratıcının bulunduğuna ikna olup ona bağlanır. İnsanın yüce bir kudrete gönülden bağlı olması, onu kuvvetlendirir. Dua, niyaz, Allah’a sığınma insanı yüceltir. Allah sevgisi ve bu sevgiden kaynaklanan korku insanı pişirir, hamlığını giderir; kuvvetli bir irade ve sağlam bir karakter kazandırır. Böyle kimselerin içinde yer aldığı toplumlarda fazilet yarışı başlar.

Din, fertleri mukaddes duygu ve alışkanlıklarda birleştiren, top­lumları yükselten ve geliştiren bir kurumdur. Din, insanlara yön veren, kanun ve nizamların kavuşamadığı yerlerde de onları iyi ve faydalı şeyleri yapmaya yönelten bir hayat nizamıdır. Çünkü din, anarşinin, haksızlığın, adaletsizliğin, kötülüğün düşmanıdır. Din, toplum düzenini korumayı gaye edinir.

Tarihte iktisadî, maddî bakımdan güçsüz toplum­ların yaşadığı görülmüştür; fakat dinî duyguları zayıflamış, manen çökmüş toplumların varlıklarını devam ettirebildiği pek görülmemiştir.

Dinin zayıflaması, ahlakî ve hukukî suçların işlenmesini hızlandırır. Çünkü din olmayınca ahlâk için hiçbir yaptırım gücü kalmaz. Helal-haram anlayışı kalkınca toplumun düzeni sarsılır; insanları ve insan gruplarını hiçbir şey tutamaz; anarşi ortaya çıkar ve böylece çeşitli sıkıntılar başlar. Halbuki her zaman ve her yerde kendini kontrol eden bir Yaradan’ın varlığına inanan insan, daima iyi olanı yapıp kötü olandan kaçmaya gayret eder. Din olmayınca hayatın tadı kalmaz, ahlâk için de bir müeyyide bulunmaz.

Din, ahlâk için de bir kaynaktır. Dinden kaynaklanmayan ahlâk, bekleneni vermez. Merhum Mehmet Akif Ersoy bu hususla ilgili olarak

“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır

Fazilet hissi insanlar­da Allah korkusundandır.”

diyerek bilgi ve vicdanın Allah korkusu olmadan güzel bir ahlak oluşturamayacağına dikkat çeker.

Yalnızlık, çaresizlik, korku, keder, hastalık, musibet ve felaketler karşısında insanın yegane teselli kaynağı dindir. İnsanın ölüm karşısındaki tutumunda en önemli rol, dine düşmektedir. Âhiret inancı, sadece ceza, mükafaat olarak değil, aynı zamanda, insanın içindeki “ebedîlik duygusu”’na cevap vermek bakımından da önem taşımaktadır. İnsan, ölümden değil, yok olmaktan korkar. İslâm’da insan, ölümle yok olmamakta, başka bir dünyada hayatına devam etmektedir. Bu hayatın dışında bir başka dünyanın varlığı inancı, insanı yarınki hayata alıştırır. Suçlardan arınıp ebedî bir kurtuluşa ulaşma, huzura, cennet gibi büyük bir nimete kavuşma, Allah’ın rızasını elde etme ideali, insanda ümit ve arzu doğurur, dünyanın ızdırab ve sıkıntılarına karşı koymayı sağlar.

Din, ruhların yağmurudur. Milletler için lüzumludur. Çünkü onun yağmuru milletlerin ruhunun gıdasıdır. Ümitsizlikten uzak, tersine ümitle dolu bir istikbale, nefretsiz bir geleceğe, hoşnutluğa ve sükunete götüren, kuşkuları ve hurafeleri gideren de dindir.

Bütün bunlara rağmen, din ve ahlâka lüzum olmadığını ileri sürüp, dini ilerlemeye mani gören, ilim ve fennin din yerine kaim olmasını isteyen; dinin tabiî ve sosyal yetersizliklerin bir yansıması ve insanları uyuşturan bir afyon olduğunu savunan, dolayısıyla beşeriyetin dinsizleşmek suretiyle ilerleyeceğini iddia edenler de bulunmuştur ve hala bulunmaktadır. Bu düşüncede olanlar, kaldırmak istedikleri din yerine başka şeyleri koymaya çalışmışlardır. Ancak zamanla, insanların bu fikir sahiplerine tapar hale gelmeleri, yani dinsizliği de bir nevi din haline getirmeleri, insanın mutlaka bir şeye inanmak zorunda olduğunu göstermektedir.

Toplumları dinsizleştirmek için okullar açıp, baskı ile dini ortadan kaldırmak, dinsizliği hakim kılmak isteyen rejimlerde bile insanlardaki inanma, tapınma duygusunun söndürülememesi; baskıdan kaçıp ormanlarda, kuytu yerlerde ibadet eden insanlara rastlanması da inanmanın fıtrî ihtiyaç olduğunun delilidir. Yine II. Dünya Harbi’nde, Marksist Blok’ta şeflerin kiliselere koşması, milletin ve papaz­ların mabetlerde dua etmelerine izin verilmiş olması ve bu blok’ta, on yıllarca dine baskı uygulanmasına rağmen, dine yönelme duygusunun gi­derilememiş olduğunun gözlenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur.

DİNSİZ BİR TOPLUM YAŞAYAMAZ

Sonuç olarak, dinsiz bir toplum yaşayamaz. Dini kaldırmakla top­lumları ileri götüreceğini iddia edenlerin fikirlerinin din yerine geçirilmek istenmesi, dinsiz, inançsız bir toplumun yaşayamayacağını doğrulamaktadır. XIX. yüzyılın başlarından itibaren ilim ve teknikteki ilerlemeler, in­sanın artık dine ihtiyacı kalmadığı gibi bir izlenimi zihinlere hakim kılmaya çalışmışsa da bu egemenlik uzun ömürlü olmamış, insan yine yaratılışından kaynaklanan bu en tabiî manevî ihtiyacını gidermek için dine sarılmıştır. Bu bakımdan bazı batılı sosyolog ve psikologlar XX. yüzyılı “dine dönüş asrı” olarak nitelendirmişlerdir.

İnsanlara dinamik bir yapı kazandıran, toplumların hayatını özlenen bir biçimde düzenleyen fazilet ve hayra yönelten din, günümüzde her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulan bir realite haline gelmiştir. Çünkü, insan yalnızlığını, güvensizliğini, karamsarlığını, ümitsizliğini vb. ancak dine yönelerek ve ona sığınmak suretiyle giderebilir. Manevi yapısını ancak böyle düzene koyabilir. Doğuştan gelen, fıtrî bir özelliği bulunan, insanın kendi öz varlığındaki şuurla birlikte ortaya çıkan din, yine insanın kendi bilinci ile paralel olarak bir gelişme grafiği çizer. İnsan bu idrak sayesinde Allah’a bağlanır. Dua ve niyazlarla sıkıntı ve bunalımlarını O’na arzeder. Dindar olmak suretiyle gönül zenginliğine ve kalbi doyuma ulaşır.

“Bunlar, iman eden ve kalpleri ancak Allah’ın  zikriyle huzura kavuşan kimselerdir. Haberiniz olsun, kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle huzur bulur”  mealindeki âyet, bu gerçeği özlü bir şekilde ifade etmektedir.

Büyük filozof İbn-i Sina (980-1037), insanın yaratılış icabı medeni olduğunu, toplu halde yaşamak fıtratını taşıdığını ifade eder. Hiç­bir insan bütün ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz. Bundan dolayıdır ki cemiyet halinde yaşayan fertler, birtakım karşılıklı hak ve vazifelerle bir­birlerine bağlıdırlar.

Toplumun bekası, mutluluğu, içtimaî hakların, ahlakî kayıtların, büyük bir titizlikle korunmasına bağlıdır. Hak ile görevi birbirinden ayır­mak mümkün değildir. Cemiyetlerin devam ve bekası için zaruri olan hak ve görevleri teminat altına alacak, bu kavramları himaye edecek ve insan kalbinin derinliklerine yerleştirecek olan en kıymetli değer, bunlara kut­siyet vermiş olan din ve uluhiyet fikridir.

Dinin manevî otoritesinin hakim olmadığı cemiyetlerde “Hak kuv­vetlinindir, kuvvetliler yaşamalı, zayıflar ortadan kalkmalıdır.” tarzındaki sakat ve acımasız mantık, geçerlilik kazanır. Bundan sonra o toplumlarda saadet ve huzurdan söz edilemez. Fertleri, dinin manevî otoritesine kalben ve fikren bağlanmış cemiyetlerde ise zayıf, aciz, yoksul ve kimsesizler daima himaye görmüş, yalnızlıklarını unutmuşlardır. Bir toplum, dinin manevî otoritesini benimsediği kadar, ahlakî umdeleri de kabullendiği ölçüde olgunluğa ulaşır. Ahlakî prensiplerin başta gelen kaynağı ise dindir.

Dinsizlerin halini Prof. Dr. Ferit Kam oldukça güzel tanımlar:

“Dinsiz bir adam ga­yet karanlık bir gecede fırtınaya tutulmuş, yelkensiz, dü­zensiz, kaptansız bir gemi gibi bu hadiseler ummanının müt­hiş dalgaları arasında çalkalanır durur. Nihayet selamet sahiline ulaşmadan dehşetli bir kayaya çarpıp parça par­ça olur. Eğer dinsiz olmak, beşerin mümkün olan bütün zevk­lerden istenildiği kadar hisse almak maksadını güdüyorsa emin olmalı ki Cenab-ı Hak asla buna meydan vermez. Bu kötü inanç sahiplerinin dimağından zevk alma kabiliyetini derhal kaldırır. Din gittiği dakikada insanın gözüne siyah bir gözlük takılır. Dünya insanın nazarında bir bela zinda­nı kesilir. Bütün varlıkları simsiyah görmeğe başlar. Yer ve gök ateşten bir kement (urgan) gibi boğazına geçmek için her an darlaşır. Kalp, her türlü insanî meziyetlerden uzakla­şır.

Dinsizlik bunalımı vücudunun bütün hücrelerine yayılır. Uykusu azap, uyanıklığı sayısız endişelerle dolu­dur. Kuşların cana can katan nağmeleri ona matem iniltileri, bahar çiçeklerinin açılarak gülüşü, elem ve dertten dolayı ağlama gibi gelir. Nereye baksa nefret ve lanetin derin izlerini görür. Bütün bu varlıkların kendisine diş gı­cırdatmakta olduğuna hükmeder. Sebepsiz, gayesiz, sahipsiz, manasız gördüğü bu alem, nazarında bir matem levhası ve bela cehennemi kesilir. Onun için, fazilet manasız bir söz, vicdan ahmakların sakındırma, korkutma aleti, sevgi bir hastalık, şefkat güdük akıllara mahsus arızî bir vehimdir.

Din gidince fazilet binası yıkılır, yüksek duygular namına kalpte ve zihinde ne varsa hepsi birer birer çekilir. Kalıp bomboş, tamtakır kalır. O sahayı aydınlatan ne ka­dar şule varsa hepsi söner. Onun yerini sonu olmayan bir meydan, göz gözü görmeyen bir zindan kaplar. O zinda­nın her tarafından müphem, vahşi ve müthiş sesler yan­kılanmaya başlar. İşte buna zulmet içindeki küfür ve dinsizlik derler ki Cehennem’in aynısıdır. Orada insanın dimağını istila eden karanlık fikirler, o Cehennem”in ateşten kırbaçlı zebanileridir. Cenab-ı Hak dinsizlere en büyük azabın numunesini bu suretle gösterir. «Biz, o en büyük azaptan önce de onlara mutlaka yakın azaptan tattıracağız.» âyeti, bu gerçeği ifade eder.

1820 tarihinde Fransa’da dinsizlik yüzünden her sene bin beş yüz kişi intihar ettiği halde bugün sekiz-on bin ki­şi intihar ediyor. Deliler, bu hesabın dışındadır. Hayatın sıkıntı ve felaketlerine ancak din ile muka­vemet edilir. Dünyanın lezzeti de o his ile mümkündür. «İnsan dünyada kendisinin başıboş bırakılacağını mı sa­nır?» âyetinin yüce manası uyarınca insanı bu dünyada öyle ilahî emirlerden azade, başı boş gezdirmezler. İnsan maddeten nasıl bir takım kayıt ve şartlara tabi ise, manen de öyledir. Bizim görmediğimiz bir kuvvet daima bize hakimdir.”

Dr. Erdoğan Baş, Salih İnci, Ana Hatlarıyla Yahudilik  Hıristiyanlık ve İslâm, Erkam Yayınları / İslam ve İhsan

Moderniteyle birlikte, rasyonel aklın egemenliğindeki bireyin duygudan arınmış olması makbul hale gelmiştir. Benliğin sınırlandırılması ve duyguların denetlenmesi akılcılaştırılmış ortamın özellikleri arasındadır (Ritzer, 2011-1998, s. 51). Duygu ve akim birbirinden koparılarak zıt kavramlar olarak değerlendirildiği, akim yüceltildiği ve duyguların akla kıyasla öneminin göz ardı edildiği 19. yüzyıl sonrasındaki bilimsel çalışmalarda akıl öncelenmiştir. Önemli bir karar verileceği zaman kararlarm akla uygun, duygulardan azade bir şekilde olması gerektiğine ilişkin “Çok duygusalsın! Biraz mantıklı ol!” gibi birçok söylemin yer aldığı gündelik dilin duygulara hak ettiği yeri verme konusunda ihmalkâr olduğu herkesin malumudur. Nasıl ki öznel deneyimin anlaşılması için özneden ziyade deneyimi açığa çıkaran söylem ve iktidar ilişkileri önemliyse (Foucault, 2000, s. 74) ya da bireyin yapıp ettikleri habitusundan bağımsız olamazsa (Bourdieu & Wacquant, 2003, s. 114) bireyin eylemlerinin itici gücü olan duygular da toplumsallıktan uzak olamaz.

Çok çeşitli duygunun varlığı ve bu çeşitlilik içinde akla verilen önemin etkisiyle, terim yaygınlıkla pejoratif bir çağrışım içermektedir (Barbalet, 2002, s. 1). Akılla ilişkili olan muhakeme sürecini, duyguların olumsuz etkilediği düşüncesi bu çağrışıma sebep olmaktadır. ‘ Duygusal olmak kişinin yargılarının duygu tesiri altında olmasıdır: Aktif olmaktansa reaktif, bağımsız olmaktansa bağımlı olmaktır” (Ahmed, 2015, s. 11).

Aklın ötelendiği bir süreç olarak olumsuz yönüne vurgu, modern toplumun karakteristiğidir. Bununla beraber, 1990’larla birlikte bilimsel çalışmalarla beynin karar alma mekanizmaları ile duygular arasındaki ilişkinin ortaya çıkarılması neticesinde, duygu akıl ikiliğinde duyguyu önceleyenler (Zajonc, 1998) olduğu kadar karşılıklı bir süreç olduğunu düşünenler (Vertzberger, 1990) aklın tahtını sarsmışlardır. Akim işleyişinde duyguların önemli bir etkisi olduğunun anlaşıldığı yeni yaklaşımlarda görüntüleme tekniklerindeki ilerlemelerin önemli bir rolü vardır. Örneğin, prefrontal korteks duygu yönetiminde merkezi bir konumdadır (Ahmed, Bittencourt & Sebastian, 2015, s. 12). Amigdala, korku ve öfkeyi yönetirken; insula tiksintiyle ilgilidir (Houghton, 2021, s. 164). Akim merkezi olan beynin aynı zamanda duyguların ortaya çıkmasında merkezi önemde olduğu anlaşılmaktadır.

Duygu ve akıl arasında oluşturulan hiyerarşinin dışında duygular arası bir hiyerarşiden de bahsetmek gerekir. “Bazı duygular gelişmenin göstergesi olarak “yüceltilir”ken, bazıları zayıflığın göstergesi olarak “alçaltılır”” (Ahmed, 2015, s. 12). Cesaret yüce bir duyguyken, öfke zayıflık göstergesidir. Tönnies’in cemaat-cemiyet ayrımına denk düşecek şekilde Parsons, farklı toplum tipleri için duygusallık seviyeleri bakımından bir ayrım yapmıştır. Buna göre, cemaat tipinin karakteristik özelliği duygusallık olurken, cemiyet tipinin karakteristik özelliği duygusal yansızlıktır (Elias, 2000, s. 15). Elias (2000) bu tip bir ayrımı, sosyolojinin yoksullaştırılması olarak değerlendirmekte ve duygu-mantık karşıtlığından ziyade duyguların denetlendiği bir sürece vurgu yapmaktadır (s. 16).

Akla verilen önem sosyoloji dâhil bütün bilimsel süreçlere damgasını vurmuştur. Mestrovic (1999, s. 52) sosyolojik teorileştirmelerdeki kayıp malzemenin duygular olduğunu belirtmektedir. Pozitivist kriminolojinin de benzer şekilde suç davranışını anlamlandırmaya ilişkin çalışmalarında duyguların yeri yoktur. Bu durum, duyguların bireye bakan yönünün ön planda olmasından dolayı sosyal yönünün uzunca bir süre kriminologlar tarafından ihmal edilmesinden kaynaklanmaktadır (Thoits, 1989, s. 317; Karsted, 2011, s. 2). Kriminolojik çalışmalar son dönemde duyguların önemini ortaya koymaktadır. Sherman’a göre (2003, s. 1), akıl çağında ortaya çıkan bir bilim dalı olan Kriminoloji bugünlerde toplumun, suçluların ve mağdurların duyguları etrafında adaleti yeniden icat etmeye hazırlanmaktadır. Bununla beraber van Gelder (2016, s. 466) ise, kriminolojide yapılan istisnai çalışmalar dışında, duyguya yönelik çalışmaların yeterince başarılı olmadığını iddia etmektedir.

Bireylerin kendisiyle başkalarını kıyaslama eğilimi vardır (Scheler, 2015, s. 37), Modernitenin aktörlere empoze ettiği ideal insan modeline ulaşma gayesi, aktörlerin olageldikleri hallerinin dışına çıkarak, kıyas içine düşmeleri neticesinde haset duygusuna gark olmalarına sebep olur (Sennett, 2019, s. 103). Bu durum bireyin kendisine olan saygısının kaybolmasına yol açar. Başkasının mutluluğuna karşı ortaya çıkan haset ve kıskançlık, duyguların toplumsallığını göstermektedir. Bu duygular da suç davranışına sebep olabilir.

Bu çalışmada, duyguların toplumsallığı bağlamda; suç davranışı sürecinde ortaya çıkan duygular irdelenmektedir. Bu bağlamda suç davranışı esnasında duyguların oluşumu, suç davranışı sonrasında mağdur, fail ve toplum açısından ortaya çıkan duygular, suça ilişkin duygu teorilerinden bahsedildikten sonra tartışmaya açılmaktadır. Suç davranışının gelişimi ve sosyal kontrol mekanizmaları arasındaki kuvvetli ilişki, bu mekanizmanın oluşumunda duyguların aldığı konumun da incelenmesini gerektirmektedir. Bu nedenle akabinde sosyal kontrol mekanizmasının oluşumunda duyguların önemine değinilmektedir. Son olarak suç ve duygu arasındaki ilişkinin önemli bir ayağı olan suç korkusu meselesi ortaya koyularak; suç korkusunun yapılan çalışmalarda ne şekilde ele  alındığı ve ne tür özelliklerin suç korkusunun oluşumuna katkı sağladığı ortaya koyulmaktadır.

Sosyal Teorilerde Duygu ve Suç İlişkisi

Evrensel olarak değerlendirilen ve türe ait olduğu varsayılan temel duygulardan bahsedenler olduğu kadar, duyguyu sosyal yapının, kültürün ürünü olarak değerlendirenler de vardır (Thoits, 1989, s. 319). Sosyal inşacılık ve sembolik etkileşimcilik teorisyenleri, duygunun zamana ve mekâna göre değişen duygusal inanışlar, duygu kelimeleri ve durumun tanımlarına bağlı olduğunu düşünür. Pozitivistler ise duyguyu belirli bir uyarıcıya karşı gelişen sabit ve otomatik cevaplar olarak görürler (Thoits, 1989, s. 319). Duygular, temel ve ikincil olarak ikiye ayrılmaktadır. Kemper (1987, s. 265,268) farklı yaklaşım biçimlerinin ortaya koyduğu temel duyguları incelediği çalışmasında, korku, öfke, depresyon ve tatmin olmak üzere dört temel duygu üzerinde, yaklaşım biçimleri arasında bir mutabakat olduğunu ifade eder. İkincil duygular, sosyal tanımların, etiketlerin ve anlamların etkileşim ve sosyal organizasyonlara eklenmesiyle oluşan sosyal inşanın ürünleridir (Kemper, 1987, s. 276). Dolayısıyla duygu, sosyal inşa ürünü olarak yalnızca fizyolojik bir reaksiyon değildir. Thoits (1989, s. 319) de çıkar, korku, öfke, iğrenme, üzüntü, mutluluk ve belki küçümsemenin temel duygular içinde değerlendirilmesini eksik bularak tarihselliği ve kültürelliğinin ihmal edildiğini ifade eder. Duygular salt fizyoloji temelli bir durum değişimi değildir. Güç, statü, kültür, sosyal yapı, ilişkilerin doğası, kendi ve ötekilerin değerlendirmeleri ile ortaya çıkan bir değişim halidir. Duygu, bedendeki değişimi hissetme halidir (Ahmed, 2015, s. 14). Bu hissetme halinin algılanması, bireyin habitusuna göre farklılık göstermektedir. Kemper (1978, s. 36; 1987, s. 275) güç ve statünün duyguların analizinde hayati bir yeri olduğuna değinerek güç ve statüde hissedilen eksiklikler ve aşırılıkların suçluluk, utanç, kaygı, depresyon, öfke ve tatmin gibi temel duyguların oluşumunda etkili olduğundan bahseder. Bireyin deneyimlediği bu tür duygular ise suç davranışının oluşumunda etkili olmaktadır.

Değerlendirme teorilerinde duygu bir durum olmaktan ziyade süreçtir (Moors vd., 2013, s. 119). İnsanların durumlarına ilişkin değerlendirmeleri ile duygu durumları arasında güçlü bir ilişki vardır (Ellsworth & Smith, 1988, s. 299). Değerlendirme teorisyenlerine göre duygular, bireylerin karşılaştıkları zorluklara yanıt vermelerine yardımcı olmak üzere çevreye verilen tepkilerdir (van Gelder, s. 469). Değerlendirme, hayattan tatmin ya da engelleri aşmayı içeren bir iyi oluş hali için çevrenin öneminin tespit edildiği ve analiz edildiği bir süreçtir (Moors vd., 2013, s. 120).

Duygulanım kontrol teorisi ise kültür ve sosyal durumun olayları yapılandırmada (rol yapmaktan sapkın davranışa, yaptırımlara kadar) önemli olduğunu söyler (Heise, 1987, s. 1,2). Duygulanım kontrol teorisini kurarken Heise’in temel amacı sosyal etkileşimler bağlamında davranışı açıklamak olup duygu sosyolojisi alanına katkı sağlamak gibi bir kaygısı olmasa da alan için merkezi önemde bir yere sahip olmuştur (Robinson vd., 2006, s. 179). Duygulanım kontrol teorisine göre bireylerin sosyokültürel olarak uygun şekillerde davranmak için ayrıntılı kuralları, normları, değerleri veya becerileri bilmeleri gerekmemektedir (Thoits, 1989, s. 327). Duygularının ortaya çıkmasının arka planında bilinçdışı olarak kabul edilen, onaylanan ve içselleştirilen toplumsal kabuller söz, konusudur. Duygusal sistem, mantıklı eylemin kültürel mirasını depolamak için bir yol sağlar, mantığını anlaması gerekmez daha ziyade duyguları edinmeleri yeterlidir (Heise, 1987, s. 15, 16). Duygulanım kontrol teorisinde duygular, bir olay gerçekleştikten sonra kültürel anlamlarıyla ilişkili olan etiketlerdir (Robinson vd., 2006, s. 183). Thoits (1989, s. 327) Heise’in, teorisinde kültür ve anlamın durumlara, aktörlere vb. bağlı olan duygularla eşdeğer olması nedeniyle kültürel bilginin ve anlamın karmaşıklığını önemsemediğini iddia eder. Duyguları açığa çıkaran içselleştirilen kültür olsa da kültürün evrensel olmaması duyguların da evrensel olamayacağını düşündürmektedir. En azından duyguların açığa çıkma biçimi kültürden kültüre değişecektir. Bir diğer deyişle, farklı kültürlerden olan bireyler aynı duyguları farklı biçimlerde davranışa yansıtmaktadır. Duygulanım kontrol teorisi, duygusal deneyime olayların bir sonucu olarak bakar (Heise, 1987, s. 11). Kültürün değişkenliği bir tarafa bırakılırsa, duygusal deneyimin gerçekleşmesi bireyin yaşantısındaki tekil olaylar ve kendisine has ilişkiler neticesinde ortaya çıkmaktadır.

Duygulanım kontrol teorisi suç üzerine yapılan çalışmalarda da kullanılmıştır. Duyguların, belirli bir anlama sahip kimliği olan bireyin, bir olaya nasıl tepki verdiğini göstermesi, ve belirsiz durumları tanımlamaya yardımcı işaretler olarak kullanılabilmesi dolayısıyla, suç araştırmacıları, zanlıların kararlarını duyguların nasıl etkilediğini duygulanım teorisi aracılığıyla açıklamaya çalışmışlarda* (Robinson vd., 2006, s. 192).

Toplumsal yapı, sosyal çevre ve psikolojik rahatsızlıklar suç olgusunu açıklarken kullanılan temel faktörlerdir. Bir kişinin geçmişinde herhangi bir değişiklik olmaksızın aniden suça itildiğini düşünmek için büyüye inanmak gerekir (Katz, 1988, s.4). Katz, suçun ortaya çıkmasına sebep olan faktörlerin varlığını inkar etmemekle birlikte suçun işlenmesinin hemen öncesinde var olan duygusal dinamiklerin anlaşılmasının, suç davranışını anlamlandırmak için önemli olduğunu belirtir. Ahmed (2015, s. 23) de duyguların kültürel politikasına odaklandığı çalışmasında, sosyal yapıların duygusal yoğunlukları ihmal ettiğini belirtmektedir.

Duyguların sosyal etkileşimlerin sonucunda ortaya çıktığı gerçeğinden hareketle, kültürel ve yapısal faktörlere bağlı olarak oluştuğu söylenebilir. Duyguların bizatihi kendileri sosyal kaynak niteliğine haizdir (Üçer, 2016, s. 235). Bununla birlikte, duyguyu sadece kültüre ve yapısal faktörlere indirgemek de yanlıştır (Barbalet, 2004, s. 25). Duyguların eylemleri yönetme sürecinde, mekânın da etkili olduğunu söylemek icap eder. Vassaf (1992, s. 66) yaşama mekânının düzenlenmesinin duygulara hükmettiğini belirterek bu durumu bir misafirin yatak odasında ya da salonda ağırlanması neticesinde farklı duyguların oluşacak olmasıyla örneklendirmektedir.

Mekânsal farklılaşma, farklı duyguların ortaya çıkmasına ve dolayısıyla davranışların farklılaşmasına sebep olmaktadır. Bu durum suç davranışının gelişimi açısından değerlendirildiğinde pencerelerin kırık, binaların yıkık dökük, elektrik lambalarının çalışmadığı yani mekânsal düzensizliklerin olduğu bir semtte suç oranlarının daha yüksek olduğu bilinmektedir. Mekânsal düzensizlik konusu ve suç arasındaki ilişkiyi içeren çok sayıda çalışma vardır (Zimbardo, 1970; Willson & Kelling, 1982; Garafalo, 1986; Payne & Policastro, 2016). Fakat bu çalışmalar suç davranışının oluşumunda mekânsal düzensizliklere odaklanırken bu ortamda oluşan ve eylemi yönlendiren duygulara eğilmemektedir.

Suç araştırmalarında duyguların göreceli olarak ihmal edilmesi, cezai karar vermenin baskın modellerinin, rasyonel seçim paradigmasından yararlanma eğiliminde olduğu, öfke ve nefret gibi duyguların karar süreciyle büyük ölçüde alakasız olduğu veya yalnızca sağlam karar vermeyi bozan sistematik etkiler olarak gördüğü anlamına gelir (van Gelder, 2016, s. 474; de Haan & Loader, 2002, s. 249). Nihayetinde, toplumsal yapı ve aktör arasında gerekli bir bağlantı olan duygunun (Barbalet, 2004, s. 27; Pedersen, 2000, s. 282) suç davranışlarının meydana gelmesi sürecinde etkin olduğu anlaşılmaya başlamıştır. Aslında duygusal deneyimler, sosyal etkileşimin yapısal özellikleriyle belirlenmektedir (Pedersen, 2000, s. 281). “Duygular, sosyal ilişkilerin gerçek (hissedilen), hayal edilen veya hatırlanan sonuçlarından kaynaklanır” (Kemper, 1978, s. 36). Dolayısıyla, duyguların kökeni, bireyin içi olmaktan ziyade dışarısıdır. Akim gelişmesini sağlayan, yönlendiren, duyarlılığını artıran ve bilgilere ulaştıran temel duyarlılık kanalı (Yıldız, 2007, s. 130) olarak duygu, bedenli toplumsallık olarak ifade edilmektedir (Lupton, 2002, s. 14, akt. Yıldız, 2007, s. 132).

Sosyal etkileşimden bağımsız olmayan duygular, sabit olmayıp gelişim ve değişim göstermektedirler. Duygular hareket halindedir. Bu durum kavramın kelime kökünden hareketle de kavranabilir. Şöyle ki, duygu (emotiori) Latince hareket etmek, dışarı çıkmak anlamına gelen emovere kelimesinden türemiştir (Ahmed, 2015, s. 21). Sosyal etkileşimler neticesinde bireylerin duyguları anlık değişimler göstermektedir. Örneğin, eşiyle güzel bir vakit geçirdikten sonra bireyin yaşadığı mutluluk işyerinde karşılaştığı mobbingle öfkeye dönüşebilir. Bu öfkeyle dışarı çıktıktan sonra trafikte yanlış bir davranışta bulunarak ölümcül bir kazaya sebebiyet verdikten sonra yaşayabileceği yeni duygu pişmanlık olacaktır. Örnek de göstermektedir ki suç davranışı ve duygular ilişkisini etraflıca incelemek yerinde olacaktır.

Kriminoloji Teorilerinde Suç Davranışı ve Duygular

Kriminolojik çalışmalarda çoğunlukla duyguların davranışın oluşumundaki yerinden ziyade, gelecekteki duygu durumlarının tahminlerine odaklanılmıştır (van Gelder, 2016, s. 466). Eylemi ortaya çıkaranın gelecekte yaşanacak duygu nedeniyle olduğu düşünülmektedir. Suç davranışının duygudan bağımsız gerçekleşmesinin imkânı yoktur. Eylemin ortaya çıkması için salt bilgi yetmeyecektir; eylem, duygular ve akıl arasındaki bağlantı neticesinde oluşmaktadır (Mestrovic, 1999, s. 51-52). Suç davranışı sonrası ortaya çıkacak muhtemel duyguların suç davranışının oluşumunda etkisi olduğunu düşünen bakış açısı bireyin seçimlerinde rasyonel oluşundan hareket eder. Eylem neticesinde kişinin karşılaşacağı yaptırımların meydana getireceği acı, eylemin gerçekleşmesine engel olabilir. Bu noktada duyguların anlık ya da uzun dönemli oluşu suç davranışının oluşumunu farklı biçimlerde etkileyecektir. Seçimi ceza hukukunun temel dayanağı olarak nitelendiren Nagin (2007, s. 261) kriminoloji literatüründe karar vermenin fırsat teorisi ve rasyonel seçim teorileri dışında ikincil bir rol oynadığını ifade etmektedir.

Suç, toplumsal ya da evrensel olarak kabul edilen çeşitli normlardan sapma olarak değerlendirildiğinde, suç davranışı sergileyen bir aktörün de kabul ettiği, içine doğduğu, sosyal olarak çevrelendiği çeşitli normlar söz konusudur. Suçlu, normları ihlal ettiği ve toplumsal düzeni bozduğu için toplum düşmanı olarak da görülmektedir (Foucault, 2011, s. 219). Aktörü bu normlardan  sapmaya götüren faktörler ve duygu durumlarının nasıl bir rol  oynadığının anlaşılması, suç davranışının ortaya çıkmasını anlamak adına çok mühimdir. Normların ihlali bireyde negatif duyguların oluşmasına sebebiyet verir. Değerler ve normların ihlali neticesinde oluşan rahatsızlık hissi, algılanan ihlalin büyüklüğü ile doğru orantılıdır. İhlal ne kadar büyük olursa duygusal deneyim de o kadar acı verici olur (van Gelder, 2016, s. 468). Duygular birçok sosyal  süreci sürdürür, değiştirir ve bazen de yok eder (Kemper, 1978, s. 39). I Suç ile ilgili daha rasyonel bir tartışma yapabilmek için paradoksal I olarak duygusal boyuta daha çok ilgi gösterilmelidir (de Haan & I Loader, 2002, s. 250). Ayrıca, duygu ve biliş arasındaki etkileşimi i anlamak, suçu ve suçun nasıl önleneceğini anlamak açısmdan çok I önemlidir (Nagin, 2007, s. 262).

“Suça sürüklenme ve sapma davranışıyla ilgili baskın olan 3 temel teori vardır. Gerilim ya da güdülerime teorisi, meşru isteklerin tatmin edilmemesi neticesinde suça zorlanmanın gerçekleştiğini iddia eder. Kontrol ya da bağlanma teorisine göre bir kişi geleneksel düzenle bağları bir şekilde koptuğu için suçlu eylemlerde bulunmakta özgürdür. Kültürel sapma teorilerine göre ise sapkın, daha büyük ve daha güçlü bir toplum tarafindan kabul edilmeyen standartlara uyar” (Hirschi, 1969, s. 3).

Agnew (1992), suçu açıklamada çok önemli bir rolü olduğunu düşündüğü Merton’ın kurduğu gerilim teorisini içine duyguları ekleyerek geliştirmiş ve genel gerilim teorisini kurgulamıştır. İMerton’a göre (1968, s. 175), sosyal sapma davranışı, toplumsal normlara uyumlu davranış kadar sosyal yapının bir ürünüdür. En tuhaf olan ve görünüşte altında bir şey yatmayan, biricik sebepleri olduğu düşünülen suçların bile sosyal bir anlamı vardır ve önceki ilişkiler I tarafından şekillenmektedir (Roth, 2017, s. 364). Merton’a göre (1968, ■ s. 233-234), bazı bireyler, kültürel hedefleri ve onlara etkin bir şekilde ulaşmaları arasındaki uyuşmazlıktan doğan gerilimin daha çok muhatabı olmaktadırlar ve onlar sapkın davranışa karşı daha savunmasızlardır. Sapma davranışı, sadece bu davranışı eyleyenleri değil, onlarla etkileşim içinde olanları da etkilemektedir. Başarı- hedefin kültürel (veya kendine özgü) olarak abartılması insanların kurallara olan desteğinden vazgeçmesine sebep olur (Merton, 1968, s. 190). Böylelikle sapma davranışma yönelme gerçekleşir. Fakat kültürel normlar bir kez içselleştirildikten sonra tamamen ortadan kaldırılması pek mümkün değildir. Daha çok kişilik gerilimlerine ve çatışmalarına neden olacaktır. Suçluluk duygusu, günah duygusu, vicdan azabı bu gerilimin ortaya çıkardığı çeşitli hislerdir (Merton, 1968, s. 190, dipnot 7). Normların içselleştirilmesine rağmen sapma davranışının deneyimlenmesi neticesinde bu tür duygular ortaya çıkmaktadır.

Genel gerilim teorisi diğerleriyle olumsuz ilişkilere odaklanan ve suçluluğun bu tür ilişkilerin neden olduğu olumsuz etkiden kaynaklandığını iddia eden tek büyük teoridir (Agnew, 1992, s. 76). Genel gerilim teorisi negatif ilişkilerin sebep olduğu özellikle öfke ve benzeri duygular yüzünden suça sürüklenen gençlere odaklanmaktadır. Bu olumsuz duygular nedeniyle gençler uyuşturucu madde kullanımından, sıkıntılarının kaynağına saldırmak ya da kaçmak gibi kendilerince düzeltici eylemler sergileme yoluna giderler (Agnew, 1992, s. 49). Negatif sosyal ilişkiler neticesinde yaşanan olumsuz duygular kendine ya da başkalarına zarar verme ya da bulunulan yeri terk etme davranışlarına sebep olmaktadır.

Suç davranışının nasıl ortaya çıktığını anlamaya çalışan teorisyenler bireyin karar sürecine odaklanarak, kararlarını rasyonel olarak kendileri için en iyi sonuçlar doğuracak şekilde aldıkları gerçeğinden hareketle anlamaya çalışmaktadırlar. Bununla birlikte, insanlar kötü bir karar olduğunu bilerek de kötü kararlar verirler (Nagin, 2007, s. 262). Hirschi ve Gottfredson’m geliştirdiği genel suç teorisine göre de bazı bireyler anlık hazza odaklandıkları için eylemlerinin uzun dönemli sonuçlarını es geçebilirler. Bu durum bu tip bireylerin anlık hazza duyarlı fakat uzun dönemli sonuçlara duyarsız olduğunu göstermektedir (Hirschi & Gottfiredson, 2017 s 20).

Klasik kriminoloji teorileri, bireyi kendi kontrolleri dışında psikolojik ya da çevresel faktörler nedeniyle suça itilen ya da suçtan uzak duran olarak görerek, birey failliği -humarı agency- olarak adlandırılan, bireyin seçim yapma ve yaşamına uygulama kapasitesini göz ardı etmektedir (Nagin, 2007, s. 261-2; van Gelder, 2016, s. 467). Klasik kriminoloji teorilerinin ihmal ettiği şey, karar verme sürecinin basamakları arasında duyguların da yer aldığıdır. Bu durum, duyguların çevresel faktörlerden bağımsız olduğunu göstermez. Aksine duyguların kaynağı kamusal alanda dolaşan ötekilerdir (Ahmed, 2015, s. 9). Ahmed (2015, s. 19) duyguları sahip olunan bir şey olarak varsayan dıştan içe modelini (dış faktörlerin duyguları oluşturduğu) sorunlu bulmaktadır. Kendisinin oluşturduğu duyguların sosyalliği modelinde, içeriyle dışarı ayrımını oluşturan sınırları duyguların yarattığını iddia etmektedir. Bireyin oluşturduğu aidiyet hissinin kaynağı biz ve öteki ayrımından kaynaklanır. Bizin ve ötekinin oluşumu iktidar ilişkilerine dayanmaktadır. Bu durumu, küreselleşen dünyada iç içe geçmiş olan ulusların bir arada uyum içinde yaşamasına ilişkin çeşitli politikalar geliştirilerek suç kapsamına alman ırkçılık üzerinden örneklendiren Ahmed’e göre (2015, s. 9-10), ırkçılık eyleminin ortaya çıkışında etkili olan “biz” duygusu ve benimsenen ulus sevgisi, “ötekiler” olarak değerlendirilen ve “biz”e ait olana sahip olma ihtimali olanlara karşı geliştirilen incinme ve öfke duygularıdır. Sonuç itibarıyla bireyin suç davranışına karar verme süreci, bireyselliğinden bağımsız görünen fakat maruz kaldığı, benimsediği, içinde olduğu ve kimi zaman kendi düşünme biçimine sebep olan iktidar ilişkilerinin farkında olmadığı duygularının etkisi altındadır.

Farklı duygular, farklı seçim davranışlarını getirmektedir. Yapılan bir çalışma korkmuş olan kişilerin öfkeli ve mutlu olan kişilere kıyasla daha kötümser karar aldıklarını ortaya koymaktadır I (Lemer & Keltner, 2001, s. 154). Bu bulgu, öfkenin kesinlik Ve kontrol değerlendirmeleriyle, korkunun ise belirsizlik değerlendirmeleri ve kontrol eksikliği ile ilişkili olduğu gerçeğiyle açıklanmaktadır (van Gelder, s. 470). Bu durum insanların karar süreçlerinde duyguların önemini ortaya koymaktadır. Duygu değerlendirmeleri en genel düzeyde, bir olayın iyi mi kötü mü olduğuna ve insanların mevcut eylemlerinin ve çevrelerinin kişisel hedef ve beklentilerine karşılık gelip gelmediğine ilişkin değerlendirme yargılarını içerir (Keltner & Lemer, 2010, s. 315). Katz’a göre, sapmanın aktör için anlamına odaklanmak, bu davranışı açıklayabilmek için hayati önemdedir. Suçun anlamını kavrayabilmek için fenomenolojik analiz kullanılmalıdır (Türk, 1991, s. 182). Fenomenolojik analiz, bireylerin deneyimlerini nasıl algıladıklarına ve bu algılamalarına göre nasıl tepkiler verdiklerine odaklanır (Layder, 2010, s. 124; Güloğlu, 2022a, s. 170). Bu tepkiler ve algılamalarsa duyguları da kapsamaktadır. Birey kendi başma suç davranışının arka planında duyguların olduğunu kavrayamayabilir. İnsanlar suç işlerken suçluluklarına çekildiklerini ve itildiklerini hissederler, ancak dış güçler tarafından belirlendiğini hissederek ahlaki olarak özel bir şey yapmazlar (Katz, 1988, s. 4). Ona göre gerçekleştirdiği eylem, toplumsal yapının getirdiği eşitsizlikler ya da kendisine/yakınına karşı gerçekleştirilen adaletsiz davranışlar neticesinde ortaya çıkmıştır.

Suç davranışı ve duygular ilişkisini suç işlenmesinden önce ve sonra ortaya çıkan duygular olarak değerlendirmek gerekmektedir.

Suça İtilme Öncesinde Ortaya Çıkan Duygular

Suça itilme öncesinde meydana gelen duyguların nasıl oluştuğu ve hangi sosyo-kültürel faktörlere bağlı olarak oluştuğunun anlaşılması önemlidir. Salt duygu ve suç davranışı arasında duygudan kaynaklı suç davranışının oluştuğunu düşünmek kıt bir kavrayışa neden olmaktadır. Suçlunun seçimine dayalı olan baskın teoriler, suça neden olmada duyguların rolüne değindiği sürece bunu yalnızca sınırlı bir ölçüde yapmış olurlar (van Gelder, 2017, s. 469). Rasyonel seçin dayalı teoriler, eylem sonrasında ortaya çıkacak sonuçları tartarak hissedilecek muhtemel duyguların bireylerin karar verme sürecinde etkili olan dolaylı bilişsel bir süreç oluşuna odaklanmaktadır (Loewenstein vd., 2001, s. 268). Bireylerin suç işleme karan verirken sosyal kayıplarını minimize etme arzuları, kararlarının optimal olmasını sağlar (Becker, 1968, s. 207). Bununla birlikte Roth (2017, s. 323) şehvet, açgözlülük, kıskançlık, korku, intikam vb. duygularla cinayet işleyenlerin, bir adli psikiyatra göre kar ve zarar muhakemelerinin farklı işlediğini belirtmektedir. Küçük bir kızı öldürüşünü güzel ve heyecan verici (Roth, 2017, s. 354) olarak betimleyen kişinin ya da kendilerine emanet edilen bebekleri hiçbir sebep olmadan gaddarlıkla doğrayan ve çocuğu kendisi gibi yalnız ve mutsuz yaşamaktan kurtardığına inanan hizmetçinin (Foucault, 1991, s. 182) muhakemelerinin farklı olduğu açıktır.

Suça ilişkin karar verme süreci ile ilgili araştırma yapanlar çoğunlukla ahlaki bir yönü olan, yapılacak eylemlerle ilgili ahlaki barometre işlevi gören ve suç, adalet ve suçluluk kavramları için hayati derecede önemli olan utanç, öfke ve suçluluk duygularma eğilmektedir (van Gelder, 2016,ş. 468; Tangney vd., 2007, s. 347).

Sosyal aşağılanma korkusu olarak nitelenen utanma hissi, başkalarının üstünlük sağlayan jestlerine karşı duyulan korku olarak da ifade edilebilir (Elias, 2002, s. 377). Öfke ise, “engellenme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen saldırganlık tepkisi, kızgınlık” olarak tanımlanmaktadır (TDK). Bu engellenme ya da incinme hali, kişinin kendisi ile ilgili olabileceği gibi sevdiği, yakın olduğu bir kişiye ilişkin de olabilir. Öfke, algılanan adaletsizliğe karşı geliştirilen tepki (durumu düzeltme, misilleme, cezalandırma vb.) olarak ortaya çıkan bir ahlaki duygudur (Dilekler vd., 2014, s. 45). Olumsuz bir olay karşısında başkalarını suçlamak öfke, kendini suçlamak ise suçluluk duygusu yaratır (van Gelder, s. 470). Utanç, suçluluk, korku ve öfke negatif hedonik bir değere sahiptir ve olumsuz olarak değerlendirilir.

Utanç ve suçluluktan farklı olarak öfke ve korku, öngörülür olmaktan I ziyade anlık olarak bir olaya, duruma, bireye veya yaptırım beklentisine karşı, ani içgüdüsel tepkileri oluşturur (van Gelder, s.

Yapıları itibarıyla anlık duygular, davranış sonucunda ortaya çıkabilecek muhtemel duyguları görmezden gelmeye sebep olurlar.

Yapılan bir çalışmanın bulguları öfkenin, insanları kendilerini öfkelendiren kişileri adil olmayan bir şekilde incitmeye yönlendirdiğini ortaya koymaktadır (Shalvi vd., 2013, s. 187). Öfke, bireyler kendi talihsizlikleri için başkalarını suçladıklarında ortaya çıkan bir “anahtar duygudur”, kişilerin yaşadığı problemin derecesini arttırır, intikam duygusunun oluşmasına sebep olur ve diğer insanların öfkelendiklerinde kendilerini haklı buldukları düşüncesinin ortaya çıkmasıyla birlikte engellenmeyi azaltır (Agnew, 1992, s. 59, 60). Aslında öfkenin şiddeti ne kadar yüksekse o kadar haklılığını yitirme gerçekleşecektir. Haklıyken haksız duruma geçme halinin ortaya çıkardığı yıkıcı sonuçlar, öfkenin anlık duygu oluşunun neticesinde meydana gelmektedir.

Kendi kendine yetememe durumunun ortaya çıkardığı başarısızlık hissi neticesinde insanların muhtaciyetinden dolayı yaşadıkları utanç, diğerlerine karşı şüpheci, güvensiz ve öfkeli olmalarına yol açmaktadır (Sennett, 2012, s. 144). Hiçmiş gibi davranılmak, görünmez olmak, bireyde, bunu yapanlara karşı bir öfkenin ortaya çıkmasına sebep olurken; eğitim seviyesinin düşüklüğü ve kalifiye olmayan bir işte çalışıyor olmasının insanlara bu şekilde davranma hakkı verdiğine ilişkin bir korkuyu da beraberinde getirir (Sennett, 2012, s. 15; Sennett & Cobb, s. 151). Korku, gelecek beklentilerini sarsar (Güloğlu, 2022b, s. 136). Ortaya çıkan bu öfke ve utanç, muhakemede yanılgıya sebep olarak suç ya da sapma davranışının gerçekleşmesi sonucunu ortaya çıkarmaktadır.

Kriminolojideki gerilim teorileri kültürel olarak üretilen hedeflere ulaşamama üzerine odaklanmaktadır (Agnew, 1992, s. 52). Buna göre, beklentilere erişimde meydana gelen başarısızlık öfke, hınç, hırs, memnuniyetsizlik, hayal kırıklığı ve mutsuzluk duygularına sebep olabilir. Bireyler beklentileri ve başarıları arasındaki uçurumu azaltmak için sapma davranışını bir seçenek olarak değerlendirebilecekleri yönünde güçlü bir şekilde motive olacaklardır (Agnew, 1992, s. 52). Sennett (2012, s. 119) modern dünyanın en büyük tabusunun başarısızlık olduğunu belirterek, başarıya ulaşmak için tavsiyelerle dolu olan popüler kişisel gelişim kitaplarının, başarısızlığın üstesinden gelme hususunda sessiz kaldığını ifade etmektedir. Başarısızlık korkusu, bireyin içindeki obsesyonu ve utancı daha da şiddetlendirmektedir (Sennett, 2012, s. 119). Gerginliğin tetiklediği olumsuz duygularla başa çıkmak gerekmektedir. Meşru başa çıkma stratejilerinin yetersiz olduğu durumlarda bireyler gayri meşru yollara yönelirler (Broidy, 2001, s. 10). Bir başka deyişle, bireyler toplumsal olarak yüceltilen değerler, hedefler ve konumlara ulaşmak adına yaşadıkları öfke, utanç, suçluluk gibi negatif duyguların da sebep olduğu motivasyonla, yo Harına çıkan engelleri aşmak için suça sürüklenebilirler.

Popüler kriminoloji teorilerine göre cezai yaptırımlara karşı gelişen korku, adalet sisteminin mihenk taşı ve güçlü bir mekanizması olarak değerlendirilmektedir (Karsted, 2011, s. 2). Eylem neticesinde deneyimlenecek cezai yaptırımın, suç davranışının oluşumunu engellediğine inanılır. Birey sadece cezai yaptırım tehdidi nedeniyle suçtan uzak durmamaktadır. Sosyal normlar, bireyin sahip olduğu değerler de suç davranışından uzak durma konusunda önemli bir yere sahiptir. Resmi yaptırımlarda ceza tehdidinin kaynağı devletken, vicdani sancıları hissetmemek arzusundan kaynaklanan ahlaki duygulardan kaynaklanan tehdidin kaynağı benliktir (van Gelder, 2016, s. 468). Cezanın suçu azalttığına yönelik düşünceye karşıt fikir geliştiren Shutterland ve Cressey’e göre (1966, s. 342), bu düşünce [ biçimi, haz-ıstırap hesabına göre insanların davranışlarını düzenlediğini düşünen hazcı bir yaklaşımı temel almaktadır. Hazzı t deneyimlemek ve acıdan kaçınmak ilkesi ile suçtan uzak olmayı | açıklayanlara karşı Hirschi ve Gottfredson, suçluların acıdan kaçmak I ve hazzı yaşamak için daha hızlı ve daha etkili bir yol olarak | gördükleri zor kullanma veya dolandırmaya hazır oldukları savmı I ortaya atar (Hirschi & Gottfredson, 2017, s. 635; Jenkins, 2017, s. 11).

Suç Davranışı Sonrası Ortaya Çıkan Duygular

Suç davranışı gerçekleştikten sonra hem fail hem mağdur hem de toplum farklı duygusal tepkiler verecektir. Failde gerçekleştirdiği eylem sonrasında pişmanlık, utanç, onur vb. duygular ortaya çıkabilir. Ortaya çıkan duyguların farklılaşmasında sosyal ve kültürel yapı etkili olduğu kadar, failin statüsü ile eylemin gizli kalması ya da açığa çıkması da etkilidir. Adam öldürme eylemi ele alınacak olursa: Yaşadığı anlık bir öfke neticesinde eşini öldüren bir kişinin hissedeceği muhtemel duygu pişmanlık ve utanç olacakken, namus cinayeti neticesinde kardeşini öldüren kişinin, ailesinin “namusunu temizleme” vasfıyla yaşayacağı saygınlık hissi ağır basacaktır. Toplum ya da mağdurlar açısından ise faile duyulan hınç, öfke ve nefretle birlikte hak ettiği cezayı almasına yönelik bir istek oluşacaktır. Suçun cezalandırılması isteği karşımıza geleneksel bir duygusal tepki olarak çıkmaktadır (Mestrovic, 1999, s. 73).

İnsanların kararlarında rasyonel olduğunu savunanlar, suçluların kamuoyunun öfkesini bastırması gerektiğine ilişkin talebini içeren cezaların, eylemlerini rasyonel bir şekilde sergilemesine sebep olduğunu belirtmektedir (Karsted, 2011, s. 3). Adalet mekânizmasının önemli ayaklarından biri olan hapsedilmeyle birlikte birey, özgürlüğünün yitimi, utanç, öfke, pişmanlık, endişe gibi çok çeşitli duyguları bir arada yaşamaktadır. Hapishanenin kendine özgü olan niteliklerinin temelinde kurumda kaygının yaratılması vardır (Goffman, 2016, s. 77). Bireyin rasyonel seçiminin bu ortama girmekten kaçınmaya yönelik olması beklenir. Suç davranışı sonrası hissedilecek muhtemel duygu, davranışa yönelik karar aşamasında belirleyici olabilir.

Maruz kalman suç davranışına göre mağdurların duygusal tepkileri değişiklik göstermektedir. Suça yönelik en yaygın duygusal tepki öfke ve şok halidir. Örneğin, araçları çalman kişiler, evleri soyulan kişilere göre daha fazla öfkeye karşılık daha az korku hissederler (Shapland & Hail, 2007, s. 183). Dolandırıcılık mağdurları çoğunlukla utanç, mahcubiyet, keder, üzüntü ve öfke hissederlerken, çok küçük bir oran (%2,3) intihar etme isteği yaşadığını ifade etmiştir (Dinisman & Moroz, 2017, s. 4). Yapılan araştırmalar, hırsızlık mağduriyeti yaşayanların maddi kayıplar dışmda ciddi duygusal sıkıntılar yaşadıklarını ortaya çıkarmaktadır (Reep-van den Bergh & Junger, 2018).

Mağdurun topluma karşı ifade etmekte zorlandığı için kendi içinde yaşadığı duygular da söz konusudur. Tecavüze uğrayan bir kişi saldın esnasında güçsüzlük ve korku duygularını yaşarken, tecavüz sonrasında en çok suçluluk duygusunun etkisi altında kalmaktadır (Schwendinger & Schwendinger, 1980, s. 8). Toplumdan gelen değerlendirmelerin ya da imaların, mağduru suçlayıcı şekilde olması, suçluluk duygusunun ortaya çıkması sonucunu doğurmaktadır. Mağdurların hem maruz kaldıkları davranışlar hem de adalet ihtiyaçları, çeşitli negatif duyguları deneyimlemelerine sebep olmaktadır. Failin gerçekleştirdiği eylem neticesinde hak ettiği cezayı almasının dışında mağdurun hissettiklerini de anlamaları arzulanır.

Duyguların adalet sahnesine geri dönmesi olarak nitelenen onarıcı adalet, suçun cezasının misilleme olduğu adalet fikrine itiraz olarak ortaya çıkmıştır (Ahmed, 2015, s. 247). Bilakis onarıcı adaletin kökleri antik Yunan, Arap ve Roma medeniyetlerine dayanmaktadır (Van Ness, 1986 akt. Braithwaite, 1998, s. 323). Onarıcı adalette yasaların ihlal edilmesinden ziyade bir kişinin başka bir kişi tarafından i ihlali neticesinde mağdurun hissettiği acının failce de hissedilmesinin | sağlanarak sebep oldukları korku, öfke, acı gibi duyguların farkına  varılması hedeflenir (Johnstone, 2011, s. xi). Suçlunun cezalandırılmasındansa failin mağdurun yaşadığı sıkıntıları hissetmesi öncelenmektedir (Johnstone, 2011, s. 1). Failin eyleminin neticesinde ortaya çıkan zarardan dolayı pişmanlık ve utanç hissetmesi için mağdur ve fail arasındaki diyalog akrabalar, kolluk kuvvetleri ve diğer arabulucularca sağlanır (Mercan, 2020, s. 346).

Suç davranışı sonrasında adaletin sağlanmadığına dair inancı olan mağdurun hissettiği duygular da dikkate değerdir. Adaletsiz muamele gören kişi keder, öfke, güvensizlik duygularını yaşayacak ve bu duygu durumunun üstesinden ancak adaletin sağlanmasıyla gelebilecektir. Kimi durumda adaleti kendisi tesis etmeye çalışırken suça itilebilecektir. Onarıcı adaletin failin cezalandırılmasındansa faile mağdurun yaşadıklarını hissetmesini sağlaması, mağdurun yaşadığı sıkıntıların verilecek her cezanın mağdur açısından az bulunduğu durumda, kendi deneyiminin karşı tarafça hissedilmesi, mağdurun duygusal yükünü hafifletmektedir. Mağdurun faille kurduğu empati kadar failin mağdura yönelik kurduğu empati, muhtemel suçları önlemeye yönelik başlıca duygusal araçlardandır (Sherman, 2003, s. 10; Braithwaite, 1998, s. 325).

Modern adalet sisteminin yapısı da suç davranışı sonrasında adalet sağlayıcılarının hissettiği bir duygunun açığa çıkmasına sebep olmaktadır. Geçmişte halka ibret olması, suç davranışından uzak kalınması ve korku unsuru olarak bir işlev görmesi için halka açık bir şekilde cezanın infazı gerçekleşmekteydi. Ceza sistemi içinde cezanın seyirlik unsurunun ortadan kalkması yani kapalı kapılar arkasında infaz edilmesi, modern adalet sisteminde cezanın iyileştirme, düzeltme fonksiyonunun öne çıkmasıyla birlikte adalet sağlayıcıları arasında cezalandırmaya yönelik olarak utanma duygusunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur (Foucault, 2000, s. 10-12). Suçluların seçimlerinin rasyonel olması ve adalet sisteminin halkın duygularım ifade etmek için oluşturduğu cezalandırma mekanizmasının duygusallığı, sosyal politikanın bir paradoksu olarak karşımıza i çıkmaktadır (Sherman, 2003, s. 2). Hem görevlilerin hem de suçluların davranışında etkili olan duyguların etkilerinin yönetimi ve tanınmasının açıklanması olarak ifade edilen duygusal zekâ adaleti paradigmasını ortaya atan Sherman (2003, s. 2, 6), bu paradigmanın güncel uygulamalara radikal bir alternatif olarak alınması gerektiğini belirtmektedir.

Sosyal Kontrol Mekanizmasının Oluşumunda Duyguların İşlevi

Duygular salt suçların ortaya çıkmasında hızlandırıcı faktör olarak rol almayıp aynı zamanda sosyal kontrol mekanizmasının çalıştırılmasında rol alırlar. Sosyal kontrol yaklaşımları, toplumsal bağların gücüyle suç davranışının negatif yönlü bir ilişkiye sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Toplumsal bağlar ne kadar güçlüyse suç davranışları da o derecede az olacaktır. Toplumdan onay görme ihtiyacı, bireyin toplumsal kabullerin dışına çıkmasını engelleyecek ve suç davranışının neticesinde ortaya çıkacak utanç ve mahcubiyet suçtan uzak durulmasına sebep olacaktır. Utanç ve mahcubiyet tehdidi, muhtemel suç davranışının beklenen faydasını azaltarak yasal yaptırım tehdidine benzer bir işlev görmektedir (van Gelder, 2016, s. 468; Grasmick & Bursik, 1990, s. 840). Resmi yaptırımlarla birlikte kişinin kendi içinden gelen utanç ve topluma karşı hissettiği mahcubiyetin karar verme sürecindeki  etkisi birlikte değerlendirilmelidir (Grasmick & Bursik, ,1990, s. 858). Toplumsal bağların gücü her birey üzerinde aynı şekilde etkili değildir. Utanmaya meyilli insanlar gelecekteki davranışlarından kaynaklanabilecek utanç duygusuna karşı daha hassastırlar (Tangney vd., 2007, s. 347). Bununla birlikte toplumsal bağların gücünden ziyade toplumda öne çıkan değerlere ulaşma ve neticesinde toplumdan onay görme ihtiyacı, kimi zaman suç davranışının ortaya çıkmasına sebep, olmaktadır.

Bireyin karakterinin saygı kazanma ya da kazanamamasıyla toplum tarafından şekillendirildiğini belirten Sennett, bunun üç yolu olduğundan bahseder: îlki kendisini, yeteneklerini geliştirmek, İkincisi kendini önemsemek ve üçüncüsü ise geri vermek (değiş [ tokuş)tir. Bu üç yolun her birinin oluşumunda eşitsizlik belirleyici bir rol oynamaktadır (Sennett, 2019, s. 77-78). Kendini gerçekleştirmek, tüketim toplumunda elle tutulabilir somut bir ürün olarak değil, daha çok bir tatmin, heyecan, tutku, ferahlama ya da rahatlama hissi biçiminde sunulan ve söz konusu kişiye özel hizmetlerin üretiminde vazgeçilmez olan öncelikli şeyin, duygulanımın ve duyguların yaratılması ve manipüle edilmesi şeklinde gerçekleşir (Göktürk & Çokadar, 2021, s. 351). Eşitsizliğin olduğu bu yapı, bireylerin gayrimeşru yollara girmesine vd/ya muhatabın olumsuz duygular yaşamasına katkı sağlamaktadır. Toplum nezdinde zekâsını, yeteneklerini heba eden kişiye saygı duyulmaz fakat sahip olduklarının sınırlarını zorlayan birey çalışkan, azimli, yetenekli olarak addedilir ve saygı duyulur. Toplumsal ve kültürel yapı bu hedeflere ulaşmanın yollarını tanımlar, düzenler ve kontrol eder (Merton, 1968, s. 187). Toplumsal olarak onaylanan hedeflere ulaşma arzusu kimi zaman bireylerin yapısal olarak belirlenenin dışına çıkarak illegal yollara başvurmasına sebep olur.

Kendini önemsemek, diğerlerinde korku ya da korkuyla karışık saygı uyandırma veya başkasına muhtaç olmama ve kendine yetebilme yoluyla gerçekleşir (Sennett, 2019, s. 78). Muhtaç olma hali bir yandan bireyin kendisinde mahcubiyet duygusunun oluşmasına sebep olurken diğer yandan toplumun kişiye saygı göstermemesi sonucunu doğurur. Ortaya çıkan utanç duygusunu gidermek isteyen birey, kendisini utandıracak başka sonuçları ortaya çıkarabilecek yolları seçerek sapma davranışları sergileyebilir. Birey, bu eylemlerinin sonucunda, ulaşmak istediği hedefi olan ihtiyaçlarının giderilmesine odaklandığından, sergilediği sapma davranışının gizli kalmaması, açığa çıkması vb. neticeleri göz ardı etmektedir. Nihayetinde kendine yetemeyişinin oluşturduğu utanç duygusu, işlediği suçun ortaya çıkmasının getirdiği utanç ve suç işlemenin getirdiği vicdan azabıyla birleşir. Bazı çalışmalar utanç duygusundan ziyade suçluluk duygusunun insanların ahlaki normlara uyma konusunda daha etkili olduğunu ortaya koymaktadır (Tangney vd., I 2007, s. 355).

Suç Korkusu

Kriminoloji ve viktimoloji araştırmalarının önemli bir bölümü suç korkusuna (suç endişesi olarak da literatürde yer bulmaktadır) odaklanmaktadır. Suç mağduriyeti yaşama korkusu, sosyo-ekonomik yapı, cinsiyet, daha önceden suça maruz kalma deneyimi olma ya da olmama gibi faktörlerle suç davranışı arasındaki ilişkiyi tespit etmeye yönelik çalışmalar söz konusudur. Suç korkusu endişe, öfke, korku ve kırılganlık gibi pek çok duyguyu barındırmaktadır (Dolan & Peasgood, 2007, s. 122). Mağduriyet anketleri aracılığıyla ölçülmeye çalışılan suç korkusuna yönelik, anketin yapılandırılma biçiminden dolayı suç korkusunu abartma potansiyeli olduğu şeklinde eleştiriler de yapılmaktadır (Farrall & Gadd, 2004, s. 494; Lee, Jackson & Ellis, 2020, s. 3). Suç korkusunu açıklamaya çalışan farklı yaklaşımlar farklı faktörleri dikkate almışlardır. Skogan ve Maxfield’ın geliştirdiği dolaylı mağduriyet yaklaşımı, suç korkusunun daha önce suç mağduriyeti yaşamayan bireylerin de deneyimlediği bir korku olduğuna odaklanır. Bireylerin dolaylı olarak edindiği suça ilişkin bilgiler suç korkusunun yaşanmasına sebep olmaktadır (Skogan & Maxfield, 1981, s. 2). Mekânsal düzensizlikler, yaşam tarzı ve gündelik aktiviteler de suç korkusuna sebep olmaktadır. Bireylerin yaşam tarzlarından dolayı, riskin daha fazla olduğu saatlerde veya yüksek riskli bölgelerde bulunduklarında, suç mağduru olma riskleri artmaktadır (Garofalo, 1986, s. 135). Bu durumu yaşayan bireyler, suç korkusunu daha fazla deneyimlemektedir. Ayrıca yapılan araştırmalar kadınların, yaşlıların, çocukların yani kırılganlıkları daha yüksek olan bireylerin, suç korkusunu daha fazla yaşadıklarını ortaya koymaktadır > (Panek, Ivan & Mackova, 2019, s. 3). Örneğin, gece vardiyasında çalışan bir adamın suça maruz kalma riski hem rutin faaliyeti hem de kırılganlığı yüksek grupta olmasından dolayı daha yüksektir.

Çevresinde suça maruz kalan kişilerin olması ya da medyadan edindiği bilgiler, suça daha önce hiç maruz kalmayan bir adamda, gece vaktinde ev dışında olmasından ve cinsiyetinden dolayı suç korkusu  deneyimlemesine sebep olmaktadır.

Sonuç

Her ne kadar duygusal zekânın öneminin anlaşılmasıyla birlikte duyguların rolüne gösterilen dikkatte bir artış söz konusu olsa da gündelik hayatta akla, mantığa yönelik iltimas halen geçerliğini sürdürür gözükmektedir. Akla ve mantığa yönelik iltimastan bahsetmek mantığın önemsiz olduğunu düşündürmemelidir. Bilakis duygu-akıl ikiliğinde duyguya hak ettiği itibarın iade edilmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. Akademik dünyanın literatüre sunduğu katkılar dolayısıyla eylemlerin tetikleyicisi olma özelliğine sahip olan duygular ile akim sağduyusunun birbirinden ayrı değerlendirilmemesi gerektiği, birbirleriyle iç içe olduğu ortaya çıkmıştır. Duygu ve akıl arasındaki hiyerarşinin bozulması sürecinde duygunun öncelenmesinden ziyade duygu ve akıl arasındaki karşılıklı ilişki gözden kaçırılmamalıdır. Suç davranışının gerçekleşmesinde karar verme aşaması duygu ve akım karşılıklığıyla meydana gelmektedir. Suç davranışının oluşumunda duygulara yer vermek, suç davranışının oluşumuna yönelik çalışan klasik kriminoloji teorilerinin ortaya koyduğu toplumsal yapı, cinsiyet vb. faktörlerin etkisini göz ardı etmeyi gerektirmez. Bu durum suç davranışının oluşumunda toplumsal yapının, kültürün, bireyin öznel faktörlerinin, habitusunun vb. yerinin olmadığı anlamıma gelmemelidir.

Suç davranışı ve duygular ilişkisinde, suçun oluşumunda duyguların etkisi olduğu kadar mağdurun hissettiği duygular da önemlidir. Kriminoloji ve viktimolojinin suça ve mağdura ilişkin daha fazla problemi anlamlandırabilmesi, açığa çıkarabilmesi ve suç davranışının azaltılmasına yönelik hedeflere sunacağı katkıları artırabilmesi için suç davranışı öncesi ve sonrasında, failde ve mağdurda ortaya çıkan farklı duygulara ve oluşma koşullarına daha çok yer vermeleri gerekmektedir.

Toplumsal normların bireyleri suç davranışından uzak tutmaya yönelik etkisine rağmen işlenen suçların varlığı, norm ihlallerinin neticesinde elde edilecek faydaların öne çıktığını ya da anlık duygular neticesinde gerçekleştirilen suçların olduğunu ortaya koymaktadır. Çeşitli duygularla gerçekleştirilen norm ihlalleri neticesinde de bireyde normların içselleştirilmesi ölçüsünde bazı negatif duygular meydana gelebilir. Bir başka deyişle, herhangi bir duygunun sebep olduğu suç davranışı bambaşka bir duygunun ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Dolayısıyla, duygu ve suç arasındaki ilişkinin çok boyutluluğu nedeniyle suç çalışmalarında duyguya daha fazla yer açılması gerekliliği tekrar ortaya çıkmaktadır.

Kriminoloji ve viktimoloji çalışmalarında duyguların kapsadığı yer açısından onarıcı adalete verilecek önemin artırılması önemli ve gereklidir. Onarıcı adalette mağdurun hissettiği duygunun failce anlaşılması muhtemel suçların azaltılmasına katkı sağlayacaktır.

Editör:İbrahim Yücedağ – Duygular Sosyolojisi, Sosyolojide Duyguların İzini Sürmek,syf:55-84

Kilise diyordu ki; “Hayır, siz Incil’i de okusanız aklınızla bunu kavrayamazsınız, anlayamazsınız”. Dolayısıyla burada insan sınırlıdır. Hatta ve hatta öyle de demiyordu, başından beri Kilise diyordu ki; “Akıl inşam yanlışa götürür”. Yani bir bakıma akılla şeytanı Kilise denkleştirmişti. Problemin bir boyutu da buydu zaten. Tabi bunun da arkasında bir sebep vardı.

Şöyle ki Hıristiyanlık geldiğinde Grekler [Yunanlar] aklı hep öne çıkardılar, bu yüzden Kilise aklı hep geri plana itti ve ondan nefret etmeye başladı. Vahyi koruyabilmek için iyi niyetliydi. Ama malum olduğu üzere hataların bahanesi hep iyi niyetlerle açıklanır. Vahyi koruyabilmek için akıl eleştiriliyordu. Öyle olunca tabi ki Ki­lise bu anlamda akıl düşmanına dönüştü. İnsanların akıllarım o an­lamda kullanmaları halinde aynı Grekler gibi olacaklarım düşün­düler. Bu yüzden akla karşı hep muhalif bir çekince bıraktılar. Aklı zaman zaman şeytanla özdeşleştirmeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Dolayısıyla insanın aklını “canının istediği gibi” kullanmasına mü­saade etmediler. Bunun günah olduğunu söylediler.

Kilisenin bu yaklaşımına tepki duyanlar dediler ki; akıl tar­tışması Kiliseyle doğdu, o zaman müsaade edeceksiniz aklı özgürleş­tirelim ve bu tabiattaki tanrısal yasaları bulup sağlam bir toplumsal düzen, bir ilişkiler ağı kuralım. İşte bundan dolayı da Batı’da, öz­gürlük, hakikati bulmanın tek imkânı olarak algılandı. Burada za­ten özgürlük ile hakikat özdeş durumdadır, ayn düşünülemez. Oysa İslam’da hakikat verilidir. Buna göre hakikati yaşamanın ve başka­larına ulaştırmanın önündeki engellerin kaldırılması olarak teklif edebiliriz özgürlüğü. Yani belki burada özgürlüğün ontolojik fark­lılığı söz konusudur. Biri hakikati bulmanın imkânı, diğeri de ha­kikati ulaştırmanın önündeki engelleri kaldırmanın imkânı. Haki­kat bütün insanlar için geçerlidir. Sadece Müslümanlar için değil. O hakikat, Müslüman olmayanlara da ulaştırılacaksa, onun önün­deki engellerin kaldırılması gerekir. Bu aslında Müslüman olmayan­ların da bir bakıma özgürlüğe kavuşturulması için Müslümanların gösterebileceği çabaya da işaret eder. Tabii ki bu özgürlüğün otura­cağı bir temel gerekir.

Genel olarak Batı dışındaki toplumların Batılılar kadar ne öz­gür olduğu ne de özgürlük üzerine kafa yormadıkları söylenir. Gerçektende bu ilk bakışta böyledir. Hatta yakın zamanda bizim genç kuşak arkadaşlarda hep rastladığım şeylerden biri de o. “Bizde hem özgürlük yok hem de bu anlamda insan haklarını göremiyoruz, ta­rihte bulamıyoruz” diyenlerin, özgürlükten de bahsedilemeyeceğini söylemeye başladıklarına şahit oldum. Zannediyorum burada bir yanlışlık var. Çünkü özgürlüğün Batılı anlamda kodifiye edilerek insanları özgür kılmak, başka kültürler için enteresan gelmeyebilir. Bunu ben sadece İslam’ı kastederek söylemiyorum. Yani bunu di­ğer kültürleri de kastederek konuşuyorum. Özgürlüğün güvence al­tına alınması Batı’nın kodifiye edilmiş biçimi içerisinde olmayabilir. Dolayısıyla eğer siz Batılı kodifiye edilmiş biçimde özgürlük arıyorsanız, kendi tarihsel geçmişinizde bunu bulamadığınızda özgürlük yoktur demek, bence yanlış bakış açısıdır. Ama tabii ki eğer İslam tarihini göz önüne aldığımızda tabi saltanat ile başlayan o sıkıntılı yüzyılları hesaba katarak söylüyorum. Burada ufkun o yanlış bakan biçimine dikkat çekmek istiyorum. Mesela şöyle bir soru sorabilir miyiz: “Gerçekte özgürlük ile inanma biçimi arasında bir ilişki var mıdır? Veya bir hayat biçimi ile arasında bir ilişki var mıdır? Yada bir özgürlüğe inanma biçimini, hayat biçimini toplumsal hayat dü­zeni dışında, nötr, her şeyden bağımsız, bu anlamıyla evrensel oldu­ğunu kabul edebilir miyiz, böyle düşünebilir miyiz?”

Bu bağlamda bazı dillerde özgürlük kavramına rastlamıyoruz ama sonra inşa edildiğini görüyoruz. Mesela Osmanlıda ilk defa Ba­tının siyasal sosyal yeni kuramlarıyla karşılaşıldığında özgürlük ke­limesiyle tanışılıyor. Osmanlılar 1789’dan sonra yaygınlık gösteren özgürlük kelimesinin kendi literatürlerinde olmadığını görüyorlar. Önce Kur’an’ın “hur” kökünden hareketle serbesti diyorlar, sonra da hürriyeti türetiyorlar. Bu kavramın sonradan türetilmiş olması, gerçekten bu toplumun özgür olmadığı anlamına mı geliyor. Şimdi özgür olamamak da ne demek acaba? Bu da çok muallâkta bir şey. Zira Batıda özgür olmamanın karşılığı köleliktir. Ondan dolayı da bu işin farklı tarafı var, aynı zamanda da belki anlama hususunda bir imkândır. Zira bütün Batı’daki bu modern özgürlük kavramı as­lında bir anlamıyla Batı’da köle ile efendi ilişkisinin de bir ifadesi­dir. Dolayısıyla genel olarak Batılı düşünürlerde Batı tarihi içerisinde özgürlüğün köle efendi ilişkisinden doğduğunu da söylerler. Müs­lüman toplumlara baktığımızda bunu bir köle-efendi ilişkisi içinde anlayabilir miyiz? Ya da köle efendi ilişkisi olmadığı için özgürlük yoktur diyebilir miyiz? Köle yoksa niçin o halde özgürlük kavramına rastlamıyoruz. Ya da bundan dolayı farklı bir özgürlük anlayışı mı hâkim. Acaba bunu nasıl yakalayacağız. Toplumun inanç, düşünce, kültürel dünyasında bu özgürlüğün Batı’dan farklı boyutunu nasıl yakalayabiliriz?

Kuşkusuz ki köle-efendi ilişkisi, Batılı insanın, özgürlük üze­rinde her zaman kafa yormasını zorunlu kılmıştır. Bunu kabul et­memiz gerekiyor. Dolayısıyla burada özgürlük sadece bir zevk için filozofların üzerinde konuştuğu tartıştığı bir mesele değildir. Bizzat toplumsal bir ihtiyacın, toplumsal bir problemin neticesi olarak hep gündemde olan bir şeydir.

Bu açıdan baktığımızda genel olarak Yakınçağ’da, sadece Müs­lüman toplumlarda değil, Müslüman olmayan toplumlarda, Doğu toplumlarında özgürlüğün olmayışım bir geri kalmışlık olarak dü­şünmüşlerdir. Batılı anlamda onların aşamasına gelmemiştik. Dola­yısıyla onların aşamasına, onların bulunduğu mevkie ulaşamayan bir topluluğun elbette bir özgürlük problemi olacaktı. Özgürlük mefhu­muna rastlamak mümkün olmayabilirdi. Yani en azından 40-50 yıl önce söylenen sözler aşağı yukarı buydu. Bu gelişmişlik süreci de­vam ettikçe bu toplumlarda özgürleşme ve özgürlük mefhumunun doğup gelişeceği söyleniyordu. Gerçekten bu döneme baktığımızda buna benzer bir şey söylememiz mümkün. Özellikle insan haklan söylemi Doğu toplumlarında, Batı dışı toplumlarda çok arzu edilen bir süreç. Böyle bir talep var. Haklara yönelik talep aynı zamanda da bireyin özgürlüğüne yönelik bir talepti. Gerçekten bu geri kalmış­lıktan kurtulmanın bir işareti midir? Değildir zannediyorum. Niçin o halde Batı dışı toplumlar özgürlük talebini sık sık dile getiriyor­lar. O geri kalmışlıktan kurtulmanın bir ifadesi olarak mı geliyor? Zannetmiyorum. Çok yüzeysel baktığımızda sanki öyle bir şey. İler­leme dediğimiz çizgide devam ettiklerinde, bu ilerlemenin belli saf­hasına geldikleri için şimdi özgürlük talebinde bulunuyorlar. Müm­kün, ama bence çok açıklayıcı değil.

Batı dışı toplumların özgürlük talebinin dikkat çekici önemli bir yönü var; o da şu: Batı’dan ithal edilmiş ulus-devlet, topluma giderek nüfuz etmeye başladığı süreçte, bireyin giderek özgürlük talebinde bulunduğunu görüyoruz. Dolayısıyla ulus-devletin ithal edilip hayatı sıkı şekilde düzenlemeye başladığından itibaren aynı zamanda bire­yin insan haklan anlamında özgürlük talebinde bulunduğunu görüyo­ruz. Burada ulus-devleti işgüzarın topluma nüfuz etmesiyle, özgürlük talebi arasında çok organik sıkı bir ilişki olduğu kanaatinde değilim. Tabii bu anlamda belki Batı’ya söylememiz gereken şudur: Nasıl oldu da özgürlük kavramı Batı’da bir içerik kazandı ve böyle bir duruma geldi. Bence niçin Doğu da özgürlük yoktur sorusundan çok, birinci dereceden sormamız gereken belki de buydu. Ama bu yaklaşımımız Doğu’dakı o totaliter yönetimlerin hoş görüldüğü anlamına gelme­melidir. Burada sadece sorunun birinci dereceden önemli kısmı bu- dur, demek istiyorum. Çünkü bu bize tarihsel, sosyo-ekonomik, dinsel bir tahlili gerektirmektedir. Yani özgürlük niçin bu kadar belirleyi­cidir? Niçin din belirlemiyor da özgürlük belirliyor insanları? İnsan haklan bağlamında baktığımızda, gerçekten haklar özgürlük içeri­yor. Hatta giderek insanın hayatım düzenleyen bir din haline geldi­ğini de söylememiz mümkün. Özgürlüğün sadece inşam devlet kar­şısında, iktidar karşısında koruyucu bir nitelikten çok, bir bakıma kutsal bir hüviyet kazanarak bir din haline geldiğini ifade edebiliriz. İnsanların dinin birtakım talepleriyle bir araya gelemedikleri halde, insan haklan gibi birtakım meselelerde canlarım tehlikeye atarak, bir araya geldiklerini görüyoruz. Bu anlamda bu hak savunucuları­nın, peygamberlerinin, önderlerinin kendine ait bir tarihi olduğunu görüyoruz. Peki, niçin ve nasıl oldu da dinsel değerler aşağı inerken, bu özgürlük Batı’da belirleyici üst konuma geldi?

Öncelikle Batılı tarihi, bir vesayet ve vesayet altından kurtulmanın tarihi olarak okumak mümkündür. Köle-efendi ilişkisi bağlanımda tabi ki. Çünkü nihayetinde özgürlüğün oluşum süreci bununla ilgili bir şeydir. Batı tarihine Greklerden beri baktığımızda, gerçekten bir kısım insanların köle, bir kısım insanların özgür, efendi olduklarım ve her ikisi arasında da ciddi bir sürtüşmenin olduğunu görüyoruz. Bu eski Greklerde, o çok övülen Atina şehrinde, Aristoların, Eflatunla­rın o muazzam kültür, medeniyet ve düşünce tarihli dediklerinde de bu böyledir. Şehir devletinde 40 köleye karşı bir özgür insan vardır. Zaten kadınlar da bu yarı kölelerin içinde sayılırlar.

Dolayısıyla sosyal olarak baktığımızda o felsefî üstünlüğüne rağ­men, öyle çok iştah kabartıcı bir toplumsal düzen bulamıyoruz orda. Greklerden beri Batı tarihinde bir koruyuculuk ile bundan kurtulma anlayışı arasında bir ilişki sürecini görüyoruz. Bu, Yeniçağ’a kadar böyle gelmiştir. Feodal dönemde de senyör ilişkisi vardır. Sadece bu tarihin içerisinde kısa bir dönem Hıristiyanlık, bu ilişkiyi alt üst edi­yor. Zaten birden bire binlerce kölenin Hıristiyanlığı benimseyip, Roma’ya karşı canlarını vererek müminler haline dönüşmesinin de bir sebebi bu. Ama çok geçmeden Hıristiyanlık da bir süre sonra bu vesayet ilişkisini yeniden kuruyor. Bu defa ilk günah doktrini ile bir­likte diyor ki insana sen böyle başıboş gezersen, Adem’in cennette işlediği günahı işleyeceksin, bu defa ebedi cehennemde kalacaksın. Yapman gereken bize tabi olman. Dolayısıyla tekrar insanın vesayet altına alındığını görüyoruz. Süreç böyle devam ediyor. Bu vesayet al­todaki insanların, kurtulma mücadelesi vardır. Bu Yeniçağ’a kadar geliyor. Bu bir bakıma özgürlük dediğimiz fikirlerin oluşumuna, mü­cadelelerin oluşmasına sebep oluyor. Endüstri çağıyla birlikte bu du­rum biraz değişiyor ama ne kadar değiştiği ise tartışılır. Bu sefer, işçi sınıfıyla burjuva sınıfi var. Ya da işçi ile işveren arasında bir ilişki var. Köle-efendi arasındaki gibi bir ilişki yok ama yine de bir bağımlılık ilişkisi var. İşçi de nihayetinde fabrikada emeğini satarak çalışıyor.

Özgürlüğün, bu vesayet ilişkisi altodaki mücadeleyle oluşur­ken, Yeniçağla birlikte yeni bir boyut kazandığım söylememiz ge­rekiyor. Burada da en önemli boyutu şuydu; Yeni bir iktidar biçimi ortaya çıkmıştı. Toplumun idaresini ekarte eden toplumun idare­sinden kendini sorumlu tutan ama Kiliseye ve monarşik idareye ben­zemeyen, yeni bir idare biçimi söz konusuydu. Özgürlük bir bakıma köle-efendi arasındaki ilişkiden, devlet-vatandaş arasındaki ilişki me­selesine dönüşüyordu. Artık bireyin ya da vatandaşın haklan bağla­nımda bir süreç başlıyordu.

Özgürlüğün kaynağındaki sebepleri üç çeşit olarak açıklaya­biliriz; Bunlardan birisi, kölelik tecrübesidir. Aynı zamanda kölelik­ten kurtulma süreciyle burada verilen mücadele, giderek özgürlü­ğün her şeyin kendisiyle test edildiği bir değere dönüşüyor. İnsan kendisini özgürlük bağlamında, bir bakıma test ediyor. Bütün yapıp ettiklerini, sosyal ilişkilerini, özgürlük bağlanımda anlamlandırıyor. Dünün dünyasında hayatın vizyonu dindi, şimdi ise artık özgürlük olarak ortaya atılıyor.

İkinci olarak özgürlüğün seküler bir temele oturduğunu, aynı zamanda da kendi köklerini M.Ö 5-6. yüzyıldan itibaren oluşturdu­ğunu ya da o zamanki site devletlerinden de esinlendiğini söyle­yebiliriz. Zaten Batıdaki özgürlüğün tipik özelliklerinden birisinin sekülerlik olduğunu, dinden kendisini arındırmış bir özgürlük biçimi olarak ortaya çıktığını görüyoruz.

Özgürlüğün tarihte ilk kez, birey merkezli tanımına rastlıyoruz. Gerçekten özgürlük birey dediğimiz bir tanıma ulaşıyor. Özgürlüğün temelini artık birey oluşturuyor. Çünkü özgürlüğü anlamlandıran bir değer sistemi yok artık. Birey kendisi her şeyi anlamlandırıyor. Öz­gürlüğün sınırlarında, merkezinde birey vardır. Bireyin özgürlüğü, başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde biter gibi bir tanım var­dır. Günümüzde Müslümanlar geleceğin dünyasında kendileri için ve kendileri dışındakilere de bir özgürlük vaadinde bulunmak isti­yorsa, kanımca bu özgürlüğü ahlakî bir temek oturtmak zorunda­dırlar. O zaman özgürlüğün sınırlarım bireyle ya da bir başkasıyla tamamlamayıp, bizzat ahlakın değerleri ve hükümleriyle tanımla­yacaklardır. Böylece “Benim özgürlüğüm başkasının özgürlüğünün bittiği yerde biter” gibi tanımlardan da kurtulacağız.

Eğer biz ahlâki bir temelde özgürlük tanımı yaparsak aynı za­manda da özgürlüğe eleştirel bir işlev yüklemiş oluruz. Böyle bir sistem bizi başkaları karşısında hem güzel hem de tutarlı bir pozis­yona sokacaktır. Çünkü böyle bir tanımda, her Müslüman, kendi öz­gürlük anlayışım bizzat kendisi yaşayarak belirleyecektir. Ama aynı zamanda da başkalarına bir vaad olarak söyleyecektir. Dolayısıyla özgürlük binlerinin iktidara geldiklerinde verdikleri bir değer ol­maktan çıkıp, bizzat Müslümanların her adım atışlarında inşa edil­miş değer sistemi olarak ortaya çıkacaktır. Tabii ki bütün bunların temelinde Müslümanların ahlâk anlayışı yatacaktır. Ahlâk anlayışı da İslam’da verilidir. Ahlakî değerlerin büyük kısmı Müslümanla­rın kendi icat ettikleri değerler değil, verili değerlerdir. Peygamberin Sünneti ve Kur’an da bunun hükümleri içerisindedir. Benim na­çizane fikrim şudur; Müslümanlar için özgürlük alanı ancak ahlakî bir temel üzerinden kalkarak inşa edilebilir. Bu ahlakî tutum özgür­lük anlayışına bir otokontrol getirecektir ve aynı zamanda başkaları için de bir ışık olacaktır.

Birey temelli özgürlük anlayışının ahlâk ve adaletten arındırılmış bir özelliği vardır. Modern özgürlük kavramının ekonomik içeriği vardır. Nihayette “liberty” kavramı aynı zamanda bir İktisadî boyut da taşımaktadır. Batı tarihinde mülk sahibi olmak Yeniçağ’a kadar mümkün olmamıştır. Bundan dolayı da modern özgürlük inşa edi­lirken, bu özgürlüğün önemli bir parçası da İktisadî ihtiyaçlardı. Öz­gürlük demek bir mülkiyete sahip olmak da demektir. Batıda top­rak sahibi sadece aristokrat sınıftır. Bir insanın toprak sahibi olması mümkün değildi. Böyle bir şey olamazdı. Ondan dolayı da aristok­rat sınıf için, zenginliğin kaynağı hep toprak olmuştur. Nitekim bur­juvazi geldiğinde zenginliğin kaynağı değişir, onun yerine para ko­nulur. Aristokrat paradan bahsetmeyi ve para taşımayı kendisi için kabul etmez. Bugün bile bazı aristokrat aileleri yanlarında para ta­şımazlar, ayıp kabul ederler. Ya işçileri ya da adamları taşır. Oysa burjuvazi parayı yüceltmiştir. Para kazanmayı yüceltmiştir. Denir ki para kazanmayı sanat haline dönüştüren burjuvazi olmuştur. Onun bütün çabası aristokrasi karşısında kompleksini yenmektir.

Bir de İslam kültürü açısından bakalım. Mekke’de ayetler ge­liyor. Burada kamusal alan vardı, iyi kötü serbest bir ticaret vardı. Bu insanlara özgürlük tarifi yapsaydınız muhtemelen, mülk sahibi olmak özgürlüğün bir parçasıdır demeyeceklerdi. Özgürlük bir ya­şam tarzı olarak vardı. Elbette ki özgürlük anlayışlarında böyle bir şey olmayacaktı. İlle de mülkiyet unsurunu katalım demeyeceklerdi. Özgürlüğün inşasındaki bu farklılıkları tarihsel kendi bağlamı içinde iyi değerlendirmemiz gerekiyor.

Batı tarihi içinde özgürlük kavramı üç ayrı kavramla ifade edilir. Özel olarak Latince kökenli, bilhassa Anglosakson dünyada yaygın şekilde kullanılan kavramlardır. Bunlardan bir tanesi ve en önem­lisi “liberty” dediğimiz kavramdır. 1789 Fransız Devrimi’yle birlikte dünya genelinde ünlenmiş bir kavramdır. Liberty kavramı serbest bırakılan. azat olan, rehinelikten kurtulma, kuvvetlinin iktidarına karşı direnerek onun esirliğinden kurtulmak anlamındadır. Dolayı­sıyla büyük oranda siyasal boyut taşır. Liberty egemenlikle ve siyasal bağımsızlıkla ilgili bir şeydir. Özgürlüğün bu boyutunu temsil eder. Herhangi birisinin egemenliği altında olmama anlamını taşıyor.

Tabii ki Batı tarihinde Liberty aynı zamanda insanın insanlaş­ması anlamım da taşır. Zira insanın insanlaşması Yeniçağla birlikte Batı’da bir medenileşme sürecidir. Medeniyet kavramı da işte bu süreç itibariyle doğacaktır. Bizde de sanılıyor ki, Medine’nin fethe- dilmesiyle medeniyet kavramı da keşfedildi. Hâlbuki bunun tarihi 1800’lerdir. İslam’ın bir medeniyet olarak tanımlanması da bence yanlış bir şeydir. İslam bir medeniyete indirgenemez. Medenî olmak aynı zamanda insanın insanlaşma sürecidir. İslam böyle bir tanım getirmiyor bize. Medeniyet kendi Batılı paradigması içinde tabiata karşıtlığı ifade eder. Mutlaka medeniyet kavramı tabiata karşıttır. Oysa İslam bir tabiat karşıtlığı üzerine kurulmamıştır. Tam tersi, tabiat sizin emrinize verildi diyor ayette. Medeniyetin bu karşıtlık içinde inşa edilmiş olması, bu anlamda, özgürlüğe benzer. Medeni­yet özgürlük vaat edici bir proje olarak da ortaya çıkıyor. Medenî olmak aynı zamanda da içinde özgürlüğü deneylediğimiz bir hayat biçimidir. Bunu ben de kullanıyorum zaman zaman.

Özgürlük kavramının ifade edildiği ikinci kavrama geçelim. Bu­nun da adı “freedom”dur [bir şeyi yapabilme serbestîsi]. Canının is­tediğini yapma anlamına gelir. Canının istediğini yazıp söyleme an­lamına gelir.

Müslümanlar dış dünyadaki entelektüellerle karşılaştıklarında bu kavramın karşılığını kendi kültürlerinde bulmakta zorlanıyorlar. Bizim cenah bulamıyor. Dolayısıyla serbesti kelimesini kullanıyorlar. 1840 yıllarında Hindistan’da hürriyet kullanılmaya başlandı. Daha sonra tözde kullanılmaya başlandı. Namık Kemal’in şiirlerinde çok görü­lür. Ama içeriği hakkında fazla bilgimiz yok o dönemde. Japonya’da freedom kelimesinin karşılığı ciyu’dur. Bunun anlamı ahlâksızlık olarak çevriliyor. Çünkü Japon kültüründe bir insanın canının istediğini yapması ahlâksızlık olarak değerlendiriliyor. Aşağı yukarı bizde de öyledir. Çünkü değerler sisteminin, cemaat kültürü insana canının istediğini yapma hakkım vermiyor. Özgürlük bu anlamda birey ek­senli değildir de ondan. Birey böyle tanımlarsa ahlâksız olarak de­ğerlendirilir.

Üçüncü olarak “emansipasyon” kavramı vardır. Genel ola­rak din, ailevî, geleneksel, ahlakî yönden bireyin bağlı olduğu bü­tün bağlardan kurtularak özgürleşmesi anlamına gelir. Dolayısıyla eğer birey komşusundan sorumlu tutulduysa bu anlamda bireysel özgürlükten bahsedemiyoruz. Zira birey eksenli özgürlük emansi- pasyondur. Eğer emansipe olmamışsanız, kendinizde bazı sorumlu­luklar hissediyorsanız, Batılı anlamda birey olmamışsınızdır ve öz­gür de değilsinizdir.

Aklın dinsel bağlardan kurtulması nasıl özgürlük algısı için önemliyse, birey için de emansipasyon önemlidir. Son 20 yıllık Er­kek ve Bayan Müslüman kuşağın özgürlük talebi bir Liberty talebi olmamıştır. Olmuşsa da az olmuştur. Ama büyük oranda bir eman­sipasyon talebi olmuştur. Ve emansipasyon her zaman dinle ilgilidir. Gerçekten dinî değerleri, iyi analiz edilmemişse aşındırır. Müslüman­ların emansipasyon talebi dinî değerleri aşındırmıştır. Bu komşuluk ilişkilerinden akrabalık ilişkilerimize kadar birçok şeyi aşındırmıştır. Biz kadın doğurduğu çocuğa süt vermek mecburiyetinde değil diye tartışmalar yapmıştık zamanında. Bu sonuna kadar emansipasyon- dur. Doğmamış çocuğun hakları vardır dediklerinde biz bunu nasıl savunacaktık. Üç beş tane entelektüelin İslam adına ne olduğunu bilmediği bir özgürlüğün peşinde insanlara bunu söylemesi gerçek­ten bir cinayettir. Kendim de savunduğum için söylüyorum. Bunun hiçbir zaman özgürlükle bir alakası yoktur. Nedir bu özgürlük? Do­ğuracağınız çocuğa süt vermemek midir? Akrabanız hasta iken işim var vaktim yok diye ziyaret etmemek midir? Benim cebimde param yok ona yardım edemem demek midir? Onun için biz cemaat ola­madık. Çünkü bireysel özgürlük hepimizin hoşuna gidiyor. Aslında nefsimiz öyle istiyor ve onun hoşuna gidiyor. Ama nefse her zaman uyulmaz ki. Böyle bir kültür üretemedik. Hem serbesti, özgürlük olarak tanımladığımız bireyin özgürlük değerleridir. “Ben istedi­ğimi söylerim.” Söyleyemezsiniz. En azından değer verdiğimiz 3-5 kişi ile bunu meşgale edip konuşmanız gerekiyor. Ama söylüyoruz. Yanlışlık bence burada.

Libertinin bir de doğduğu rahme bakalım. Liberty, ortaya çıktığı 11. yüzyıldan itibaren kullanılıyor. O zaman özgür şehirler dediğimiz şehirler gündemdedir. Bu şehirler ticaretle gelişmişlerdir. Temel özel­likleri, kurulma müsaadesini Kilise ve monarşik idarelerinden alma­larıdır. Aslında bu şehirleri kuran çapulculardır, korsanlardır, hırsız­lardır. Bir müddet sonra bunlar ticaret yapacak ve gelişeceklerdir. Kaldıkları yerleri güvenli olsunlar diye burçlarla çevirecekler ve şe­hir haline getireceklerdir. Kendilerine göre bir hayadan, bir nizam­ları, bir düzenleri, yönetimleri olacaktır. Bunun içinde yaşayanlara da burjuvazi diyeceklerdir. Burjuvazinin sermayesinin kökeninde hır­sızlık ve gasp vardır. Kilisenin mallarını gasp ederek zengin olmuş­lardır. Burjuvazi sınıfının dine karşı olduğu söylenir. Bu bir bakıma yanlıştır. Dine karşıtlığının sebebi Kilisenin mallarının bir kısmına el koymalarıdır. Kilise güçlenirse o mallan elinden alacağım düşün­düğü için dine karşıdır. Aslında onlar dindar insanlardır. İlerlemeci tarih anlayışında sanki dine karşı olan ilk sınıf olarak karşımıza çı­kıyor. Ama bu karşı olmalık farklı nedenlerledir.

Abdurrahman Arslan – Yeni Bir Anlam Arayışı,syf:171-184

Daha ne görecek gözlerimiz? Daha ne kadar vahşileşebilir İsrail? Aylardır on binlerce çocuğun, insanın acımasızca şehit edilişine mi yanalım, mezarlarında bile rahat verilmeyip buldozerlerle cenazelerin çıkarılmasına mı yanalım, yoksa hâlâ hiçbir şey olmuyormuşçasına hayatına devam eden, boykotu gereksiz bulan, rahatını bozmayan, olanları film izler gibi izleyen, küçük dünyasında takılıp kalan ve sadece bu dünyayı düşünen, hiçbir şeyin hesabının sorulmayacağını zanneden Müslümanlara mı yanalım! Durum çok vahim. Dünya büyük bir ateşe sürükleniyor. Bir taraftan onu elinde top gibi ateşe iteleyenler, bir tarafta gücü yettiğince engel olmaya, ters tarafa itelemeye çalışanlar, bir tarafta da üzerinde öylece bekleyip müdahale etmeyenler var. “Ben iki taraftan da değilim.” diyenlerin gözleri öyle bir görmez, akılları öyle bir çalışmaz olmuş ki ateşe gittiklerinin bile farkında değiller.

Kaç kişi boykota devam ediyor? Kaç kişi her gün Gazzeliler için dualar edip gözyaşlarına boğuluyor? Gazze gündemimizden düştü mü? Yoksa zaten hiç gündemimize girmemiş miydi? Her gün sosyal medyada paylaşılan, binlerce izlenen ve beğeni alan içeriklerin, takip ettiğimiz film ve dizilerden bir farkı kalmadı mı? Ya da videoları izleyip üzülüyoruz, arkasından gelen videolar zihnimizi ve kalbimizi etkisi altına mı alıyor? Saniyeler içinde gündemimiz mi değişiyor?

Yakın zamanda çok acı bir video paylaştı İsrail askerleri. Onlar için eğlence ancak bizim için öfkeye sebep olan, “Bunlar nasıl yaratıklar!” dedirten bir video. Bombalanmış bir sınıfta, tahtada ders anlatan bir İsrail askeri, sınıfa dönerek soruya kimin cevap vereceğini soruyor. Sınıf bomboş. Sırada oturan başka bir İsrail askeri ise etrafına bakıp parmak kaldırıyor. Şehit olan, yaralanan çocuklarla dalga geçiyorlar; insanlığın aklıyla, vicdanıyla dalga geçiyorlar. Tüm dünya da oturup olan biteni izliyor. Ne acı!

Siyonistlerin, sinagogların altına açtıkları tünellerde kan donduran işlere imza attıkları da gündeme bomba gibi düştü. Çocuk istismarı, organ kaçakçılığı gibi çirkin işlerle anılan Siyonistlerin gerçek yüzlerini tüm dünya görmüş oldu. Gazze’deki mezarların yerle bir edilip cenazelerin çıkarılmasının altında nasıl kirli işler dönüyor, düşünün. Ve açıklamaları da hazır. İsrail sözde kendi rehinelerini aramak için cenazelere bakma gereksinimi duymuş! Cenazeleri alıp profesyonel koşullarda inceleyerek kimlik tespiti yaptıklarını, rehinelere ait olmadıklarını anladıkları cenazeleri de saygın bir şekilde geri götürdüklerini söylüyorlar. İnsan olarak yaşayana saygı ve merhametleri olmayan İsrail ordusunun, ölülere saygılı davranacağını zannedeceğimizi nasıl düşünebiliyorlar! Onlar işledikleri savaş suçuna yenilerini eklerken, kaç insanın organlarına el koydular kim bilir! Gazzelilere mezarlarında bile rahat vermeyen İsrail daha ne kadar ileriye gidebilir, aklımız bu vahşeti almıyor…

Neden boykot yapmalıyız? Yıllardır Amerika ve İsrail’in ürünlerini kaliteli olduğunu düşündüğümüz için kullandık. Başka ürünler kullandığımızda aynı oranda memnun kalmadık. Ne kadar pahalı olursa o kadar kalitelidir anlayışı ile almaya devam ettik. İsrail her olay çıkardığında boykot gündeme geldi ancak uzun süreli olmadı. Ta ki son yaptıkları katliama kadar. Ne İsrail daha önce bu kadar büyük katliam yapmıştı ne de dünya bu kadar ayaklanıp boykot, gösteri yapmıştı! Daha önce hiç bu kadar İslamiyet’le şereflenenler olmamıştı! Evet bu seferki çok farklı. Büyük bir yıkım var ancak büyük de bir inanış var… O halde bizim de daha öncekilerden fazla bilinçli olmamız ve boykotu yaşam şekline getirmemiz gerekiyor.
Amerika ve İsrail tarafından piyasaya sürülen ürünlerin insan sağlığına olumsuz etkileri üzerine konuşulmaktadır. Lekeleri, kirleri kolayca çıkardığını düşündüğümüz deterjanların, sabunların, şampuanların içeriğindeki maddeler, sadece beden sağlığımızı değil; ruh sağlığımızı da etkileyecek derecede zararlıdır. Bunların kasıtlı olarak yapıldığını söylemek yanlış olmaz. Gıdaların bile genetiğini değiştiren, insan nüfusunu azaltmak için LGBT’yi savunan, kısırlığa sebep olacak ürünleri çok iyi pazarlayan, insanların düşünmesini engelleyip onları robotlaştırmak isteyen, manevi değerlerinden uzaklaştırmayı amaç edinen gözü dönmüş bu insanlar zaten yıllardır tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Her sektörde karşımıza çıkan Amerika, kendini dünyanın en büyüğü olarak tanıtmıştır. Ve bizi her alanda yavaş yavaş zehirleyerek öldürmektedir. Tedavi maksadıyla sundukları ilaçlar bile bu oyunun bir parçasıdır. Hastalığı üreten de kendileri, ilaçları piyasaya süren de… Ortada dönen oyunların farkına varıp yerli ve sağlıklı ürünler üretmek, yapılması gereken en önemli işlerden birisidir. Bunun yolu da eğitimden geçmektedir.

Eğitim sistemimize ve yetiştirdiğimiz çocuklara bir bakalım. Sınavlara odaklı bir eğitim sistemi, ezberci anlayışın gelişmesine sebep olmuştur. Çocuklar, günlük hayattaki bilgileri bile sadece sınavda sorulduğu için ezberlemekte, sonrasında bu bilgileri unutmaktadırlar. Çocuklarımızın geçmişteki nesillere oranla algılamalarında, dikkatlerinde, mantık yürütmelerinde, dili kullanmalarında, el becerilerinde büyük bir gerileme olduğu eğitimciler tarafından dile getirilmektedir. Her yeni nesil, bir önceki nesilden daha da vahim durumdadır. Bunun sebebi de teknolojinin içine doğan ve daha çok küçük yaşta eline telefon verilen çocukların, izlemiş oldukları içerikler nedeniyle gelişimlerinin olumsuz etkilenmesi ve okullarda öğrendikleri bilgilerin not ve sınav kaygısı ile öğreniliyor olmasıdır. Buna her istekleri yapılan çocukların rahata alışması, kıymet bilmemesi, kanaat etmemesi, sabrı öğrenememesi, bir hedeflerinin olmamasını da ekleyebiliriz. Bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı olan bu sebepler, iyi anlaşılıp çözülmek zorundadır. Yoksa toplumun çöküşünü üzülerek izlemek durumunda kalacağız.

On bir-on iki yaşlarında bir çocuğun bir gününü ele alalım. Sabah daha güneş doğmadan kalkıp okula gidiyor. Kahvaltı niyetine, okul kantininden aldığı meyveli gazozu ve patlamış mısırı yiyor. Derste konuyu anlamadığı için sıkılıp çevresiyle ilgileniyor, ara ara arkadaşlarına sataşıyor. Öğretmeninden sert bir şekilde, o davranışına değil de karakterine yönelik olumsuz bir uyarı alıyor. O derse ve öğretmene karşı tamamen soğuyor. Arkadaşları içinde yaşadığı bu olumsuz durumun acısını teneffüste başkalarına sataşarak çıkarıyor. Ardından yine bir azar işitiyor. Elindeki parayla kendisine hiç de faydalı olmayacak abur cuburlar alıyor. Okuldan sonra eve gidiyor, biraz telefonla ve tabletle zaman geçiriyor. Yemeğini yiyor, sofrayı toplamaya yardım etmeden yine telefon başına geçiyor. Arkadaşlarıyla konuşuyor. Ailesinden, ders çalışması gerektiği ile ilgili fırça yiyor. Aralarında tartışma çıkıyor. Zorla oturduğu kitaplara nefreti iyice artarak ders çalışıyor süsü verip ailesini aldatıyor. Zorla birkaç sayfa kitap okuyor ve uyuyor. Ertesi gün yine aynı hayatı yaşıyor. Abartı olduğunu mu düşünüyorsunuz? Maalesef bu durumda olan binlerce çocuğumuz var. Çalışan anne-babalar, çocuğun sadece midesini doldurmakla meşguller. Üstüne başına ne aldıklarıyla ilgileniyorlar yalnızca. Anne baba olmak, bunları yapmak değildir. Bunları yapamayan, çocuğunun ihtiyaçlarını karşılayamayan anne babalar da kendilerini yetersiz anne baba olarak görmektedirler. Hâlbuki çocuğun en temel ihtiyacı sevgidir, bunu fark edemiyorlar. Manevi değerlerden uzak yetiştirilen, sadece akademik başarısına bakılan çocukların hem dünya-ahiret hayatlarına zarar veriliyor hem de toplumun gitgide gerilemesine neden olunuyor. Bunu kim yapıyor? Maalesef yetişkinler! Biz yetişkinler ulvi bir hedefe sahip olmadan, bir amaç için çabalamadan, ahlaki değerlere önem vermeden, nasıl bunları çocuklarımızdan bekleyebiliriz? İşin özü doğru örnek olmaktan geçiyor! Söylemek, sürekli söylenmek değil; örnek olmakla işe başlanmalıdır. İsraf eden, elindekilerle yetinmeyen, ekrandan başını kaldırmayan, sadece kendini düşünen çocuklarımız varsa aynada kendimize bir bakalım. Nasıl yaşıyoruz ki pırıl pırıl kalbi olan, berrak zekâsı olan çocuklarımız bu hale geliyor! Üşümeyen, acıkmayan, hiç zorluk çekmeyen, tüm imkânlara rağmen okumanın, bilginin değerini bilmeyen çocuklarımız bir tarafta; ayaklarında giyecek bir terliği bile olmayan, yatacak yatakları, başlarını sokacakları bir çatısı olmayan, açlıkla, susuzlukla ve hastalıkla mücadele eden, dillerinden Allah’ın ayetlerini düşürmeyen Gazzeli çocuklar diğer tarafta… Hangi taraftaki çocuk daha güçlüdür, hangisinin büyük hedefleri vardır? İsrail askerleri neden o kadar çocuğu öldürüyor? Tek bir çocuk kalıp da büyürse onlardan intikam alır diye ölesiye korkuyorlar. Çünkü bu acıları görmüş, iman dolu bir Gazzelinin ne yapacağını çok iyi biliyorlar.

Bizim de iman dolu kalbi olan nesillere ihtiyacımız var. Okullarımızda öyle bir eğitim verilmeli ki çocuklar, seçecekleri mesleği sadece para kazanıp kendi hayatlarını kurtarma yolu olarak görmemeli; ülkenin kalkınıp güçlenmesi için canla başla çalışacakları bir hizmet kapısı olarak görmeli… Öyle bir sistem kurmalıyız ki çocuklarımız kimyager olmayı isteyip en sağlıklı temizlik ürünlerini üretebilmeli. Tarımı çok iyi öğrenip ata tohumuyla en iyi sebze ve meyveleri yetiştirebilmeli. İyi bir medya okuryazarı olup içeriklerin uygunluğunu tespit etmeli. Yerli ve sağlam makinalar üretebilmeli… Ne iş yaparsa yapsın yaptığı işte en iyisi olmalıdır. Bu sistemi oturtmak zor değil. Ancak zaman alıcı ve çok da emek verilmesi gerekir. Bir yerden, vakit kaybetmeden başlanmalıdır.

Çocuklarımız bizim geleceğimiz… Çocuklarımızı doğru bilgilerle ve doğru duygularla hassasiyet içinde besleyelim. Midelerinden daha fazla zihinlerini ve gönüllerini düşünelim. Gazze’nin geleceğini, çocukları şehit ederek yok etmek isteseler de biz inanıyoruz ki çocuklar büyüyecek ve Filistin’in de kaderi değişecek! İşte o zaman Müslümanları durduracak hiçbir güç olmayacak.

Gazze’de Çocuk Olmak / Psikolojik Danışman Safinaz Çetin

Duyarlılığı yoksullaşmış insanların varlığı ne ifade eder ki… Çünkü onlar bilinci bıçaklanmış ölümcül hastalar gibidir. Etkisizlerdir ve etkisiz hallerine mani olmayacak kadar kendilerine de duyarsızlaşmışlardır. Akan o zehirli kan kendi kanlarıdır ve her yutkunduklarında tüm benliklerini işgal etmiş olması ise; insanın kendi belasına hizmet etmesi kadar korkunç ve vahşicedir… Onlar da insandı… Her gün bir yenisini izlediğin görüntüler bir savaş filminin fragmanı değil. Bir kâbus, rüya da değil. Gerçeğin ta kendisi… Evinde, işinde, okulunda, alışverişte, her nerde isen bulunduğun yerde ve anda bu vahşeti ne kadar algılayabiliyorsan o kadar insansın. Dayanılması güç bu acı gerçeği anlamak ve bu gerçeklikle savaşmak bu şekilde yaşayarak mı olacaktı? Her gün usanmadan öldürülen çocuklar ve her gün bu gerçeği görmezden gelen, bir gün görüp diğer gün unutan ve gerçeklik algısını yitirmiş bir kısım insancıklar…

Oysaki Filistin halkının da hayalleri, ümitleri, mutlulukları, hüzünleri, korkuları vardı. Mesela gece karanlıktan ve tek başına uyumaktan korkuyordu çocukları… Evet, onlar bir çocuktu ve çocuklar tek başına kalmaktan ve karanlıktan korkarlardı. Anneleriyle beraber el ele parklara da gidiyorlardı. Evet, onların da parkları vardı ve çocuklar parkta oynarlardı. Salıncakta sallanırken annesini hep görüyordu çocuklar ve okul çıkışında geciken annelerini merak ediyorlardı. Kaybolmaktan korkuyorlardı. Çünkü onlar çocuktu, korunmaya hep ihtiyaçları vardı. Ya şimdi kimleri kaldı ki? Masum ve korunmaya muhtaçken sahipsiz ve tek kaldılar zulmün ortasında… Hayatın vazgeçilemez gerçeği olan tüm çocuklar korunmaya muhtaçken, insanın gerçeklik algısını yok etme savaşı mı bu! Kendi hayatının tam anlamıyla var olduğu yadsınamayan yaşantınla bu gerçeklik çok farklı. Kendin ve kendine ait ne varsa harici bir dünyayı görmezden gelme ve aslında kendini, öz kimliğini, değerini ve izzetini kaybetmektir bu. Oradaki kanlı savaş boğmuyorsa nefesini ve senin de savaşının bu olduğunu farkettirmiyorsa insan kaybediyor demek istiyorum. Yokmuş gibi kabul görülen ne ise o alandaki algıları yitirmek beklenen bir durumdur. Filistin’de yaşanan zulmü görmezden gelme, yok sayma gibi zihnî bir yanılma, bu kadar zulüm göz göre göre dünyada yapılamaz düşüncesinin ağırlığı ve dayanılmazlığı ile gerçeklerden kaçmayı tercih etmeye mi sürüklüyor? Şeytani bir oyunun tütsülendiği zihniyetlerde kaybolan Müslümanlık… Zulmün şiddeti ise dünyada bu kadarı da olamaz dedirten cinsten bir cinnet çukuru… Gerçeği algılaması ne kadar güç görünüyor. Tüm duyular şoka girmiş vaziyette, algılar adeta entübe… Farklı bir dünyaya geçiş yapar gibi bir görüntüden bahsetmek istiyorum. Binlerce görüntüden sadece bir tanesi, fakat her biri bir alev topu gibi. Oradan fırlatılıyor izleyen vicdanlara, tabii bir vicdanı olan varsa vicdanı kadarını alıyor.

Annesinin elinden tutmuş hızlıca yürüyen grupta, kim bilir nereye sürgün gidiyorlardı? Ve annesi ile konuşuyordu, belki de korkularını anlatıyordu, sıkıca annesinin elinden tutarak beni hiç bırakma diyordu… Ve o an keskin nişancılar tarafından vurulan annesi yere devrildi. Çocuk annesinin başına çöktü ve oracıkta kalakaldı. Diğerleri kaçışırken kurşunlardan, orada tek başına vurulan annesinin yanındaydı. Görüntü bu kadardı ve akıbeti ne oldu bilinmez fakat iki dakikalık bu görüntü çok şey anlatıyordu lakin o çocuğun çaresizliğini hiçbir şey anlatamazdı. Çocuk oracıkta vurulmuş annesiyle tek başına kalmıştı ve sonrası ne olmuştu? Elinden kim tutmuştu oracıkta tek kalan çocuğun? Bu nasıl bir acı ve bu nasıl bir insanlık cinneti… Ben annemi saçından tanırım diyerek ağlayan bir kız çocuğunun gözyaşları, hastanede kimsesi kalmayan küçücük bir çocuğun bakışları ve bunun gibi binlercesi travmatik arşivlerde yerini aldı. Uykularımız kaçtı mı, daldığımız uykulardan aniden uyandık mı sıçrayarak? Onların acısıyla hemhal olduk mu acaba? Kendi gerçeğimizle baş başa bir yaşantıya mı dalıyoruz istemsizce. Elleri bağlı gençlerin götürülüşünü görüyoruz kalbimiz yanarak. Esirlerin durgun hallerinde kim bilir neler saklı. Ya anneler… Bir saniye gözünden ayırmıyordu küçücük masum çocuklarını. Bir zamanlar onlar da bizim gibiydi. Üşümesin, hasta olmasınlar diye sıkıca giydiriyorlardı biricik çocuklarını ve başlarına bir şey gelmesinden korkuyorlardı. Ve bir zamanlar kan tutuyordu Filistinli çocukları…

Peki ya sen hiç kan gördün mü? diye soralım etrafımıza. Belki de hepimizin çocukluğuna dair ortak bir hikâyesi vardır bu konuda. Herkesin geçmişinde olan benzer bir hikâyeyi tekrar hatırlatmak ve unutturmamak istiyorum. “Hani mutfaktaki cam parçası, annenin parmağını nasıl da kesmişti. Birkaç damla kan damlamıştı yerlere. Annene yara bandını getirirken gördüğün küçük bir kesik almış parmağa bakamamıştın, için bir tuhaf olmuştu. Korkmuştun o küçücük kesik izinden ve kandan…” Ya şimdi için bir tuhaf mı, nasıl kaldırıyor bu kadar kanı? Dünyada Filistin diye bir ülke var, orada yaşayan mazlum insanlar katlediliyorlar. Kan akıyor çocukların gözlerinden. Her yer ölüm pazarı, cesetler karışmış birbirine, uzuvlar paramparça!.. Yaşanılan hikâyelerden çok daha acımasızca olduğu için mi korkulur tüm bu yüzleşmelerden… Filistin direnişi samimiyet ister, sözlerin öze büründüğü hakikat elbisesi, ahlaki bir direniş göstermektir Filistin’den yana olmak. Habersizce yapılan sınavlar, çalışmadığımız yerden gelen sorular gibi başarısız mı kaldık dünya imtihanında? İnsanoğlu nasıl bir muamma ki yaptığını zannettiği tüm iyi işleriyle iyileştiğini sanıyor. Hiç yanılma payı bırakmıyorken kendine, iyi olduğu kanaatine varırken yetersizliğini, kör ve sağır duyularını ve zayıf hafızasını nereye koyuyor? İnsanlık için samimiyet ve adalet terazisinin ibresi ne durumda? İnsanlığın kabuk bağlamış tüm hastalıklarına nedamet duymaması, kendi özünü istismara uğrattı. Mutsuz ve düşünceli hallerden bir sonuç çıkaracaksak artık utanma vakti gelmiş demektir. Filistin için yazılmış her yazının, konuşulan her sözün, yapılan her eylemin normalleştirilmesinden utanmalıyız. Her gün yüzlerce insanın katledilmesine ve bunun durdurulmamasına alışmaktan utanmalıyız.

Kabullenmesi, inanması güç olan bir gerçeğe hepimizin seyirci kaldığı tüm sahneler, Filistin halkının izzet ve onurunu dünyaya haykırıyor. Vahşilikte sınır tanımayanların her çeşit zulmü reva gördükleri Filistin halkı şahsiyet sahibi, izzet sahibi, Allah’ın aziz kullarıdır. Yoksul ve acılı bir halde zorlu bir yaşam mücadelesi veriyorlar. Hayat şartları dünyada kıyameti kopartacak türden fakat asla zilletli değiller. Her şeye rağmen, tüm zorluklara ve zulme rağmen vazgeçmiyorlar. Bu güçlü duruş ve sağlamlık onların imanlarından geliyor da ondan. Güçlü imanları ve teslimiyet duyguları hiçbir koşulda onları izzet sahibi yapmaktan alıkoymuyor. Onların bu imanları dünyada binlerce insanın akın akın Müslüman olmasına sebep olmuştur. İslam’ı bu kadar hızlı bir tebliğe sebep olan Filistin halkı mutlaka zafere kavuşacaktır. Allah katında kazananlar onlardır çünkü.

Her geçen gün merhamet, adalet, sevgi gibi önemli değerlerin kirletilerek insanlığın yıpratıldığı bir dünyada ahlaki körlük, örselenen tüm duygular ve izzeti yaralanmış bir şuurla pasifize edilmiş bir Müslümanlık söz konusu… Artık samimiyeti ve şuuru ortaya koymaya engel olan her şeyden silkelenme vakti. Yüreğimizde yeşerecek olan samimiyet; perdeleri aralayan bir bakışla, dünya kaosunun her geçen gün karanlık günlere yol aldığını görebilme bilincine taşıyacaktır. Bu bilinç ahir zaman bilincidir. Bu zamanın zor bir zaman olduğu şuuru ile hazırlıklı olmak ancak dertlendikçe anlayacağımız bir durumdur. Kalbimizin işçisi olmak zorundayız. Dolayısıyla Filistin şuuru insanlığı kurtaracak güçte. Kalbinizi işgale uğratmayın.

Kalbinizi İşgale Uğratmayın / Yasemin Keskin

Önümüzdeki Salı’yı Çarşamba’ya bağlayan gece, Rebîü’l-evvel ayının on ikinci gecesidir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s)’in dünyayı teşriflerinin yıl dönümüdür. Bizleri bir kez daha Mevlid Gecesi’ne ulaştıran Yüce Rabbimize sonsuz hamd ve sena olsun. Ümmeti olma bahtiyarlığına erdiğimiz Sevgili Peygamberimize, âline ve ashabına salât ve selam olsun. Mevlid Gecemiz şimdiden mübarek olsun.

Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatan bir kandil olarak gönderdik.” Ahzab 45-46

Peygamber Efendimiz (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: “Allah’ı Rab, İslam’ı din ve Hz. Muhammed’i de peygamber olarak kabul eden kişi imanın tadını alır.”

Allah Resûlü (s.a.s), kalplerden şefkatin, vicdanlardan merhametin çekildiği bir dönemde dünyayı teşrif etti. Çoraklaşan yürekler, onun gelişiyle yeşerdi. O, cahiliye girdabında boğulan insanlığa rehber, ümidini kaybeden gönüllere umut oldu. İnsanları, zulmün karanlığından İslam’ın aydınlığına çıkardı.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s), insanlığı bir ve tek olan Allah’a kul olmaya, adalete, iyiliğe, kardeşliğe ve güzel ahlaka çağırdı. Şirkin karşısında iman ve istikameti, zulmün karşısında hak ve adaleti, cehaletin karşısında ilim ve hikmeti, şiddetin karşısında şefkat ve merhameti kuşanmayı insanlığa o öğretti.

Peygamber Efendimiz (s.a.s), Kur’an-ı Kerim’i bize tebliğ eden, her haliyle yaşayıp öğretendir. Peygamberimizin sünneti, Kur’an-ı Kerim’in ete kemiğe bürünmüş halidir. Kur’an ve sünnet bir bütündür, birbirinden asla ayrılamaz. Allah Resûlü (s.a.s) olmadan İslam anlaşılamaz, yaşanamaz. Allah’a itaat etmenin yolu Peygamberimize tabi olmaktan geçer. Rabbimizin sevgisine mazhar olmak ise Peygamberimize itaat etmekle mümkündür. Nitekim bu hususta ayet-i kerime gayet açıktır:  

De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Allah, Çok Bağışlayıcı’dır, Rahmeti Kesintisiz’dir.

Ali İmran 31

Mevlid-i Nebi’yi büyük bir fırsat bilerek, hayatımızı yeniden gözden geçirelim. Peygamberimiz (s.a.s)’in insanlığa hayat veren ilkelerini, yuvalarımızda, işyerlerimizde, çevremizde ve insani ilişkilerimizde hâkim kılmanın gayretinde olalım. Olalım ki, dünyamız huzurla dolsun, ahiretimiz cennet olsun.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da Mevlid Gecesini içine alan haftayı Mevlid-i Nebi Haftası olarak kutlayacağız. Başkanlığımız bu yıl, Mevlid-i Nebi Haftası temasını “Peygamberimiz, İman ve İstikamet” olarak belirlemiştir. Mevlid-i Nebi Haftası boyunca gerçekleştireceğimiz programlarla başta çocuklarımız ve gençlerimiz olmak üzere toplumumuzun her kesimine Peygamberimiz (s.a.s)’in örnek hayatını anlatmaya çalışacağız. Bu vesileyle Mevlid-i Nebi Haftamızın aziz milletimize, İslam âlemine ve tüm insanlığa hayırlar getirmesini Yüce Rabbimden niyaz ediyorum.

Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü

16.09.2023

Safer ayının uğursuz ve musibet ayı olduğu söylentisi doğru mudur?

Safer ayının uğursuz olduğu ve bu ayda bela ve musibetlerin çokça meydana geldiği şeklinde bir anlayış Cahiliye dönemine ait olup (Ebû Dâvûd, Tıb, 24), dinimizde yeri yoktur. Dolayısıyla böyle bir anlayış hurafedir. Bu ayın diğer aylardan hiçbir farkı yoktur. 

Peygamber Efendimiz (sas), “Safer (ayının) uğursuzluğu diye bir şey yoktur.” (Buhari, Tıb, 19).  Buyurarak  câhiliye dönemi halkının bu bâtıl inancını ve  aynı şekilde hac aylarında umre yapmayı dünyadaki en çirkin işlerden gören halk inancını reddetmiş, umrenin herhangi bir vakti olamayacağını ve hac ile bir arada yapılmasının helâl kılındığını bildirerek bu yanlış uygulamayı ortadan kaldırmıştı.  

Bunun yanında, câhiliye dönemi halkının, Safer”in, insanların ve hayvanların karnında bulunan bir ağrı olduğuna ve bunun başkalarına da bulaştığına inandıkları nakledilmektedir. Ancak Resûlullah bu bâtıl inancı da reddetmiştir.

Hicrî yılın ikinci ayı Safer ayıdır.

İslâm’dan önce Araplar seneyi altı kısma ayırıyor ve her kısım aynı adı taşıyan iki aydan oluşuyordu. Meselâ iki safer, iki cumâdâ, iki rebî‘ vardı; bunları birbirinden ayırmak için birincisine “evvel”, ikinciye “âhir” veya “sânî” gibi sıfatlar ekleniyordu. Ayrıca nesî uygulamasıyla muharrem ayı saferin yerine kaydırılarak safer ayı haram ay kabul ediliyordu. Muharrem ayı “saferü’l-evvel” veya “saferü’l-muharrem”, ikinci ay ise “saferü’s-sânî” diye adlandırılmakta, her iki ay “saferân” adıyla anılmaktaydı. Önceleri sıfat olarak kullanılan muharrem kelimesi daha sonra bu ayın adı olmuş, ikinci safer de yalnızca safer olarak isimlendirilmiştir.

İslâm tarihinde safer ayında meydana gelen önemli olaylar

Resûl-i Ekrem (sas) ile Hz. Ebû Bekir’in hicret için yola çıkmaları ve Sevr mağarasına sığınmaları (1/622),

Ebvâ (Veddân) Gazvesi (2/623),

Recî‘ ve Bi’rimaûne vak‘aları (4/625),

Hayber seferi (7/628),

Hz. Peygamber’in kızı Zeyneb’in vefatı (8/629),

Resûlullah’ın vefatından önceki şiddetli hastalığı (11/632),

Sıffîn Savaşı (37/657).

İNSANLIĞA BARIŞ VE HUZUR GETİRMESİ DİLEĞİYLE….

NİCE YILLARA 1445

Mustafa Cihat, Fizani Albümü

12.01.2024 (1445)

MUTLULUĞUNUZ DAİM DUALARINIZ KABUL AMELLERİNİZ MAKBUL OLSUN. NİCE YILLARA….. 1445

ANLAM, İYİ, DOĞRU VE GÜZELİN BİRLİKTELİĞİ

Anlam da iyi de doğru da güzel de bizi çeker: Nereye? Niye? Hiç şüphesiz yaratılışımız (fıtratımız) gereği bunların dördünü de arzularız. Yaptığımız bir eylemin, anlamlı olması onun yapılmaya değer olması demektir. İyi olması, onun gerekli ahlaki yapıya uygun olması, kötülükten uzak olması demektir. Doğru olması, yalan ve yanlıştan uzak olup bir hayalin arkasında olmamamız demektir. Güzel olması, gerekli çekiciliğe sahip olup çirkinlikten uzak olması demektir.

Yapılması boş olanı gerçekleştirmeye çabalamak, ahlaken kötüyü yapmak, halüsinasyonun peşinde olmak, çirkini hedeflemek; anlam, iyi, doğru ve güzel birlikteliğinin tam tersidir. Bir tek, bunların dördünün de olması gerekenin tam tersi şekilde olduğu durumda değil; bunların üçünde bir sorun olmayıp da sadece tekinin eksikliğinde bile yaptığımız eylemle ilgili ciddi bir sorun var demektir. Örneğin yaptığımız eylemin, ahlaki açıdan sorun taşımadığını, bir halüsinasyonun peşinde olmadığımızı, gerekli çekiciliğe sahip olduğunu; yani iyi, doğru ve güzelle ilgili bir sorunu olmadığını düşünelim. Bu durumda yaptığımız eylem boş bir işse, herhangi bir şekilde anlamlı değilse; yine de yapılmaya, kendisine vakit harcamaya değmeyecek bir eylem olur. Diğer yandan yapacağımız eylem eğer ahlaki açıdan sorunluysa, yani iyi değilse; isterse bir halüsinasyon olmasın, isterse estetik açıdan bir sorun taşımasın, yani doğru ve güzel olsun, kötü olması o eylemin yapılmaması için yeterlidir. İyi olmayan, kötü olan bir eylemi yapmamız değerli olamayacağı için onu yapmanın anlamlı olabileceği de düşünülemez. 

Ayrıca bir eylemin ahlaki açıdan sorun taşımadığını, gerekli çekiciliği taşıdığını, yani iyi ve güzel olduğunu fakat bir halüsinasyonun peşinde olduğumuzu düşünelim. Doğru bilgi üzerine kurulmamış olması bir eylemin yapılmaması için yeterlidir. Bir halüsinasyonun peşinde olup da bir eylemi yapmak değerli olamayacağı için onun yine anlamlı olabileceği düşünülemez. Bir de ahlaki açıdan sorun taşımayan, halüsinasyon olmayan bir eylemi düşünelim, yani bir an için bu eylemin iyi ve doğru olduğunu fakat çirkin ve itici olduğunu düşünelim. Güzel kriterinden uzak bir eylemi yapmamız da ciddi bir sorun olacaktır; eylemin güzel olmaması o eylemi yapmanın değerini de düşürecektir yani anlamla ilgili bir sorun da ortaya çıkacaktır. Görüldüğü gibi anlam; iyi, doğru, güzelden ayrı önemli bir kriter olmakla birlikte, aynı zamanda iyi, doğru ve güzel kriterlerinin karşılanmasına da bağlıdır.

Ancak Allah varsa anlam, doğru, iyi ve güzel vardır; Allah’ı reddeden için bunlar sadece halüsinasyonlardır. Bu söz, boş bir retorik değil. Neden boş bir retorik olmadığını aşağıda çok kısaca göstermeye çalışacağım. İlaveten, burada kısaca göstermeye çalıştıklarım anlaşılırsa şu iddiamın da boş bir retorik olmadığı anlaşılacaktır: İslam sadece bir hakikat değildir; her türlü hakikati hakikat yapan bir hakikattir.

Anlamlı olanın peşinde olmak değerli bir şeyin peşinde olmak demek olduğundan,”anlam” tutulan istikamette gerekli motivasyonu verir; “iyi” ahlaki gereklilikleri ifade eder; “doğru” kavramı olmadan ne bilimsel ne de felsefi bir önermenin manası olabilir yani ne bilim ne felsefe mümkündür; “güzel” kavramı ise estetik ve sanatla ilgili değerlendirmelerin temelindedir. Kısacası varoluşsal hakikat (anlam), ahlaki hakikat (iyi), bilimsel ve felsefi hakikat (doğru), estetik ve sanatsal hakikat (güzel) ancak ve ancak Allah’a atıfla objektiflik, doğruluk kazanabilir. İslam ise Allah’ı tanıtan ve Allah’la-kul arasında ilişki kurduran sistem olarak; varoluşsal, ahlaki, bilimsel-felsefi, estetik-sanatsal olanın temelinin olmasını mümkün kılar. Kısacası en önemli hakikatleri hakikat yapar. Bu farklı alanların hakikatinin, İslam’ın sunduğu temele muhtaç olması ve İslam’ın vahdet anlayışı çerçevesinde bir araya gelebilmesi de İslam’ın İlahiliğinin delillerinden biridir.

İYİ: “İyi” kavramı, ahlaki yargının temelindedir. Fıtrat delilleri kitabımın ahlakla ilgili bölümünde ve daha kısa bir şekilde bu kitabın ikinci bölümünde bu konuyu ele aldım (tekrara düşmemek için burada oralarda söylenenleri tekrarlamıyorum). Bahsedilen yerlerde gösterdiğim gibi, objektif anlamda “iyi” olanı, ancak Allah’tan gelen buyruklarla temellendirmek mümkündür. Ancak bireyi ve toplumu aşan yasalar ve yasaları empoze eden meşru bir otorite varsa objektif ahlaktan (objektif anlamda “iyi”den), yani ahlakın rasyonel temelinden bahsetmek mümkündür. İslam, bireyi ve toplumu aşan ahlaki yasaları empoze etmesi meşru tek otorite olan Allah’tan gelen ve bu yasaları ihtiva eden mesaj olarak bunu sağlar. Böylesi bir temel olmaksızın, “iyi” kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişen izafi bir kavram olmaktan kurtulamaz. Elbette “iyi” olan birçok eylem, doğuştan (fıtrattan) gelen kapasiteyle yine anlaşılabilir ve “iyi”ye göre eylemler gerçekleştirilebilir fakat “iyi” rasyonel temelsiz kalır.  Kısacası bu temelden yoksun kalınca “iyiden” bahsedilemez; “iyi” olmayan ise anlamlı olamaz.

DOĞRU: “Doğru” kavramı, bilimsel ve felsefi yargılarımız kadar güncel en sıradan bilgilerimizin de temelindedir. Fıtrat delilleri kitabımın akılla ilgili bölümünde bu konuyu ele aldım (burada bu konuyu kısaca özetleyeceğim). “Sandalye” dediğimizde, sandalye kelimesinin anlamını bilmemiz, üzerinde oturulması için yapılmış belli bir biçimdeki cisme sandalye demenin “doğru” fakat basketbol oynanan yuvarlak cisme sandalye demenin “yanlış” olduğunu anlamamıza bağlıdır. Frege’ye göre “doğru” ve “yanlış” (doğruluk değerleri diye de anılırlar) en temel mantıksal objelerdir. Allah’a atıf yapmadan anlamın ve iyinin rasyonel temeli olamayacağını (nihilizmi ve ahlaki izafilik) birçok ateist filozof bile ifade etmiştir. Fakat “doğru” kavramına yaklaşımın, teist ve ateist paradigmalar arasında farklı olabileceği çok az kişinin farkına vardığı bir husustur. Materyalist-ateist felsefeyi benimsemiş olan ve tutarlı bir materyalist olmak için “eleyici materyalist” olunması gerektiğini savunan, biri nörolog diğeri felsefeci olan Patricia ve Paul Churchland çifti, beyinde “doğru” ve “yanlış” kavramlarının karşılığının olmamasına hazır olmamız gerektiği konusunda bizi uyarmışlardır. (Bu iddiada bulunanlar, bu iddialarını ifade ettikleri cümlelerin de “doğru” ve “yanlış” kavramları yoksa bir anlam içermediğinin farkında mı acaba?) Churchland çiftinin bu iddialarını alıntılayan Victor Reppert, doğruluk değerlerini elemenin entelektüel bedelinin çok ağır olduğuna, bu kavramları eleyen kimsenin bu kavramların yerini doldurmasının mümkün olmadığına dikkat çekmiştir. Her ne kadar birçok materyalist-ateist, felsefelerinin gereğini tutarlı bir şekilde tespit etmekte ve kabullenmekte zorluk çekseler de, Churchland çiftinin doğru şekilde tespit ettiği gibi materyalist-ateist felsefenin tarif ettiği maddi dünyada “doğru” ve “yanlış” kavramlarına yer bulmak mümkün gözükmemektedir.

 Doğayı incelediğimizde doğadaki hiçbir şeyin “doğru” veya “yanlış” kavramlarına karşılık gelmediğini, bu kavramların sadece zihne ait olduğunu anlarız. Bir botanik uzmanının bir ağacın yaşını tespit etmeye çalıştığını düşünelim (bu bilime dendrokronoloji denir); bunun için bu uzman ağacın gövdesindeki halkaları inceleyerek ağacın yaşını söyler. Eğer uzman ağacın yaşını bilemezse uzmanın “yanlış” olduğunu söyleyebiliriz.

Bir an için bu ağaçta öyle bir bakteri türü olduğunu farz edelim ki bu bakteri türü ağaçların halkalarını bozarak ağaçların yaşının “yanlış” anlaşılmasına sebep oluyor olsun; bu durumda bu ağacın “yanlış” olduğunu söyleyebilir miyiz? Hiç şüphesiz hayır; bu ağacın yapısının yanıltıcı olduğunu söyleyebiliriz ama “yanlış” olan ağaç değil uzmandır. Zihne sahip olmayan hiçbir varlık için, insanların teknolojik hiçbir üretimi için, hatta birçok kişiyi yanıltabilecek bilgisayarlar için “doğru” ve “yanlış” kavramları yoktur. Bilgisayarla yapılan işleme zihinle bakıldığında “doğruluğun” veya “yanlışlığın” anlamı olur, bilgisayarın kendisi bu kavramların farkında değildir. Bu durumu, düşüncelerimizi bir defterin üzerine yazmamıza benzetebiliriz.

Bir zihinle defterdekilere bakılmadığı müddetçe, fiziksel olarak defterin üzerindeki yazılar sadece mürekkep dağılımlarından ibarettir. Zihinle bu cümleler değerlendirildiğinde ancak “doğru” ve “yanlış” kavramları anlamlı olur; defterin kendisi için “doğruluğun” ve “yanlışlığın” anlamı yoktur. Nöronlarla oluşan biyo-kimyasal bir yapının doğru veya yanlış olduğundan bahsedilemez (önceden değinilen ağaçtaki yapının doğru veya yanlış olduğundan bahsedilemeyeceği gibi). Materyalist-ateist bir bilim adamı olan Francis Crick gibi zihni sadece ve sadece nöron-paketleri (“nothing but a pack of neurons”) olarak gören bir materyalist-ateist için, Churchlandler gibi, “doğru” ve “yanlış” kavramlarını bile inkar etmeye gidecek sağduyuya en aykırı bir yolu tercih etmek dışında bir yol gözükmemektedir. Post-modernistler içerisinde de, Churchland çiftinden farklı yaklaşımlarla olsa da, evrensel bir “doğru”nun olmadığını veya olsa da bilinemeyeceğini ifade edenler olmuştur. Bunların felsefi atalarından biri olan Nietzsche de, ahlaki “iyi”nin bir temeli olmadığını savunmasının yanında “doğru”nun olmadığını da savunmuştur. Nietzsche, bu durumda, anlamın olamayacağını ve “hiççiliğin” (nihilizm) bunun sonucu olması gerektiğini tutarlı bir şekilde görmüştür. Burada ifade ettiğim görüşlerin çoğuna, Nietzsche işitse katılırdı fakat Allah var olmadığı için yanıldığımı ifade ederdi.

 “Doğru” ve “yanlış” kavramları başka bir şey üzerinden anlaşılamayan temel kavramlardır ve maddeye indirgenip madde üzerinden anlaşılmaları mümkün gözükmemektedir. Evrenin ve içinde var olan akıl sahibi varlıkların kökenini bilinçli, ezelden beridir akıl sahibi olan Allah’a bağlayan, genelde teizm ve özelde İslam açısından, akıl yürütme için şart olan bu temel özelliğin nasıl ortaya çıktığını anlamakta bir sorun yoktur. Zihin var olan ezeli unsurdur; İslam için zihne bağlı özellikleri maddeye indirgeyip açıklamak gibi bir zaruret mevcut değildir. Ezeli Zihin maddeyi var etmiş ve bu evrendeki sınırlı zihinlerin oluşmasını mümkün kılan şartlarla maddeyi tasarlamıştır; yoksa zihin maddenin tesadüfi bir bileşiminin neticesi değildir.

Ayrıca materyalist-ateist görüşün savunucularına göre akıl, doğal seleksiyonun etkin olduğu planlanmamış ve tesadüfi bir evrim süreciyle oluşmuştur. (Burada, sorunun, evrimin ve doğal seleksiyonlu bir sürecin savunulmasının değil fakat bu sürecin arkasında bir Bilincin olmadığının savunulması olduğunu belirtmeliyim. Bu doğal seleksiyon sürecinde; yaşamaya ve üremeye uygun olmayanlar elenirken, uygun olanlar ise yaşamaya ve genlerini aktarmaya devam etmiştir. Fakat sadece yaşayanı ve üreyebileni seçtiği ifade edilen bir doğal seleksiyon mekanizmasına dayandırılarak açıklanan bir tablo içerisinde akılla yapılan çıkarımların doğru olduğunu beklememiz için bir sebep yoktur. Çünkü bu tabloda, doğal seleksiyonun doğru akıl yürütmeyi yapanları seçmesi gibi bir anlatım yoktur. Materyalist-ateist evrim anlatımında, doğru bilginin seçimini gerekli kılacak veya insan zihni için farklı bir perspektif açacak hiçbir unsur yoktur; doğal seleksiyon, her canlı için, doğru bilgiyi değil yaşatan biyo-kimyasal yapıyı seçer. Akıl yürütme faaliyetinin planlanmamış ve tesadüfi bir doğal seleksiyon süreciyle oluştuğunu savunan bir materyalist-ateist, akıl yürütme faaliyetinin güvenilirliğini savunamaz duruma gelecektir. Oysa teist paradigmada, akıl, Allah’ın verdiği bir armağandır (Allah hangi süreçle vermiş olursa olsun). Akıl, Allah’ın kudret ve sanatını öğrenmek ve takdir etmek gibi amaçlar da gözetilerek verilmiştir; bu paradigmada, sınırlı bir şekilde olsa da, aklın veriliş amacı belli doğrulara ulaşmasıdır. Eğer matematiksel işlemleri yapmak için üretilmiş bir hesap makinesinin yanında planlanmamış ve tesadüfi süreçlerle oluşmuş fakat matematiksel işlem yapma özelliği de kazanmış bir hesap makinesinin varlığından bahsedilse, hangisiyle yapacağınız işleme güvenirdiniz?

Materyalist-ateist görüş ile teizm arasında değerlendirmeleri yapan akıldır, aklın güvenilirliğini sarsan bir görüşü (materyalist-ateizm) savunanların ise akılla materyalist-ateizmin doğru olduğu sonucuna vardıklarını söylemeleri bile mantıken mümkün değildir. Ezeli unsurun akıl sahibi Allah olduğu fikrini insanlara ulaştıran İslam; aklın, Allah’ın verdiği bir nimet olduğunu ve “doğru” bilgiye ulaşmak için çalıştırılması gerektiğini insanlara öğretmektedir. Dünyadaki geniş kitleler üzerinde etkin olan dinler arasında İslam kadar aklı çalıştırma vurgusu yapan bir din yoktur. İslam, aklın temel kavramı “doğru”nun da halüsinasyon olmadığı bir paradigmayla insanları buluşturmuştur. Ancak Allah’la insanları buluşturan bir paradigmanın içinde “doğru” kavramından bahsedilebilir. “Doğru” kavramı olmadan anlamdan bahsedilemeyeceği için “doğru”nun varlığı da anlamın yitirilmemesi için önemlidir.

GÜZEL: “Güzel” kavramı, estetik ve sanatla ilgili yargılarımızın temelindedir. 

Neyin güzel neyin çirkin olduğuyla ilgili birçok yargımızın toplumdan topluma değiştiği söylenebilir. “İyi” (ahlak) ile ilgili olduğundan çok daha fazla izafilik iddiası “güzel” (estetik, sanat) alanındaki yargılarla ilişkilidir. Bir müzik parçasını bir toplum çok beğenirken diğeri hiç beğenmeyebiliyor. Fakat bir manolyayı, bir karanfili, bir sümbülü acaba güzel bulmayacak var mı? Veya masmavi bir denizi? Veya bülbülün ötüşünü? Bunlardan çok daha önemlisi, güzelle ilgili yargılarında uzlaşamayan toplumlar bile “güzel” yargısını kullanmakta uzlaşırlar. Güzel olan her neyse, bir şeylerin “güzel” olduğu konusunda, “güzel” olmanın değerli, arzu edilir olduğu konusunda birbirleriyle hiç ilişkide olmayan kabileler bile hemfikirdir. Bu yüzden neyin “güzel” olduğu tartışma konusu olsa da, insanın doğasından gelen (fıtrattan gelen) “güzel” ile yargıda bulunma izafi değildir. “Güzel” olanın çekici, değerli ve arzulanır olduğu, “çirkin” olana göre tercih edilir olduğu şeklinde tanımlamalar da, farklı her toplumca rahatlıkla kabul edilecektir. “Güzeli” meydana getirenin değerli olduğu; “güzelin” bir işaret levhası gibi kendisini ortaya çıkartanın değerli oluşunun tanığı olduğunda da farklı kültürlerin birçok üyesi uzlaşacaktır.

 İslam’ın sunduğu Allah merkezli varlık anlayışı ise “güzel” algımızı da halüsinasyon olmaktan kurtarır. Bu anlayışa göre evrende ortaya çıkan formların arkasında Allah’ın ilmi ve kudreti mevcuttur. Nitekim Kuran’da, dünyadaki kitleler üzerinde etkili hiçbir dinde olmadığı kadar, evrende gözüken olgular üzerinde tefekküre davet vardır. Kuran, Allah’la “güzellik” arasında bağ kurar ve “Oluşturanların en güzeli olan Allah’ın şanı ne yücedir” (23-Müminun Suresi 14) ve “O, her şeyi güzel yapmıştır” (32-Secde Suresi 7) der. Sanatçıların ortaya koydukları sanat eserleri de, Allah’ın yarattığı maddede, Allah’ın maddeye koyduğu potansiyelin ortaya çıkmasının bir sonucu olarak vardırlar. Allah, doğa ve sanatçılar gibi araçsal sebepler aracılığıyla, evrende ortaya çıkan formların değerli, çekici olduğunu gösterir. İçimizdeki “güzel” algısı bu değerli olmayı kavramamızı, araçsal sebepler aracılığıyla ortaya çıkan “güzelliğin” Gerçek Sahibi’ni takdir etmemizi destekler. Bu varlık anlayışında “güzel” bir halüsinasyon değildir fakat Yaratıcıya yönelten, onun sanatını takdir etmeye yarayan bir işaret levhasıdır. Bu işaret levhası bize; Maşallah (Allah’ın iradesiyle olmuştur), Sübhanallah (Allah eksikliklerden münezzehtir), Elhamdulillah (övgüler Allah’adır), Allahuekber (Allah en büyüktür) dedirtir.

Modern dönemin insanının en önemli sorunlarından birisi sıkılmadır. 

Sıkılma, insanı sadece istemediklerini yaptığı zaman yakalayan bir his değildir; en istenen şekilde hayatın yaşandığı anlarda da insanı yaklar. Çok sevilen bir mekanda yaşarken, iyi olduğu düşünülen bir evlilik yapmışken, iyi anne-babaya ve çoluk-çocuğa sahipken, iyi derecede paraya ve sağlıklı bir yaşama sahipken de sıkıntı çöker insanın üstüne. Sıkıntı, bazen, sadece vücuttaki kimyasal tepkimelerden kaynaklanabilir (dışsal bir faktöre bağlı değildir); bu tarz sıkılmayla ilgili söyleyecek bir sözüm yok. Fakat sıkıntı, birçok zaman, hayattaki yönün ve yapılanların anlamlı olmamasıyla da yakından ilişkilidir. Tükenip de yok olanların anlamlı olduğu düşünülemez. Hatta ahiret hayatı gibi sürekli, tükenmesi olmayan bir varoluşta bile, Allah’la irtibatın olmaması halinde gerçek anlamın olamayacağı ve bu hayatın bile (içimizden sıkılma hissi alınmazsa) sıkıcı olacağı kanaatindeyim. Allah’tan başka her şey sıkıcıdır. Allah’la irtibatı kurulmadan her şey, sürekli bir ahiret hayatı bile, sıkıcı ve anlamsızdır. “En yüksek iyi” (summum bonum); haz merkezli hayatta, maddeye hükmetmede veya doğayı fetihte değil fakat Allah’la ilişkide olmaktadır.

İslam’la, kullarını seven bir Allah hayata dahil edilir. Korku da elbette Allah’la ilişkide önemli bir unsur olabilir ama sevginin Allah’la kurulacak bağda daha güçlü ve öncelikli olduğu kanaatindeyim. Nitekim Allah’ın rızasının Cennetin nimetlerinden daha üstün olduğunu söyleyen 9-Tövbe Suresi’nin 72. ayeti, bu görüşü desteklemektedir. “Allah’ın rızası” (ridvanun min Allahi); Allah’ın kulunu beğenmesi, Allah’ın kuluna karşı sevgisi olarak anlaşılabilir. İnsanların en önemli isteklerinden biri beğenilmektir. Karşımızdakinin bizim için önemi ve statüsü ne kadar yüksekse; onun tarafından beğenilmek, takdir edilmek ve sevilmek o kadar çok önem kazanır. Allah’ın varlığını anlayan kimse, kendisini yaratan ve her şeyini muhtaç olduğu Allah’ın her şeyden daha önemli olduğunu anlar. Kendisi dışındaki tüm varlıkları yaratanın ontolojik statüsü, geri kalan tüm varlıklarla kıyaslanmayacak kadar yüksektir.

O zaman, içimizdeki beğenilmek, takdir edilmek ve sevilmekle ilgili isteğin en anlamlı şekilde karşılık bulması ancak ve ancak Allah tarafından beğenilmek, takdir edilmek ve sevilmekle mümkün olabilir. Anlamlı bir hayat ancak böylesi bir beğeniyi, takdiri ve sevgiyi kazanma hedefi doğrultusunda hayata yön çizmeyle mümkün olabilir. Allah’ın varlığını anladıktan sonra içimizden gelen beğenilme isteğinin üzerine düşünen; bu isteğimizin, Allah tarafından beğenilmek (Onun rızasını kazanmak) için verildiğini anlar. Bunu idrak edemeyen kişi ise içindeki bu hissi, insanların gözünde karizmatik olarak (insanlar tarafından beğenilerek, takdir ederek) gidermeye çalışır ve hayatın anlamını bu zeminde bulmaya çalışır. Oysa İslam, Allah’la iletişimi hayatın merkezine koyar ve En Önemli tarafından beğenilmek, takdir edilmek ve sevilmek kadar önemli ve değerli bir hedef olmadığını göstererek, böylesine anlamlı bir hedefle hayata yön vermemize imkan verir. İslam, yaşanan hayatta, Allah ile kurulan ilişkinin, birçok ilişkiden biri olamayacağının; bu ilişkinin, hayatın anlamlı şekilde üzerine kurulması gereken temel olduğunun dersini verir. Hayat ancak bu temel üzerine kurulursa gerçek anlamını kazanabilir.

Bu kısa hayatımızı anlamlı kılacak bir şey varsa, o da yaşanan beraberlikler, beraberliklerdeki etkileşimler olabilir mi? Peki hangi beraberlikler, nasıl yaşanırsa hayatımızı anlamlı kılabilir? Yaşadığımız bir beraberlik türü, bilinçsiz maddi varlıklarla yaşadığımız beraberliktir. Maddi varlıklar, güzelliğiyle bizi büyüleyebilir, büyüklüğüyle bizi sarsabilir. Fakat hiçbir maddi varlık, ne kadar ihtişamlı olursa olsun; varlığımızın bilincinde olamaz, bize cevap veremez, bizi anlayamaz. Bize trilyon yıldızıyla komşu galaksimiz Andromeda’nın hediye edildiğini varsayalım. Kısacık bu hayatta, bizi anlamayan ve varlığımızın farkında olmayan, hatta kendi varlığının da farkında olmayan Andromeda ile bu beraberlikte hayatımızın anlamı olduğunu düşünebilir miyiz? Sevdiğimiz tek bir yakın dostumuzla, dünyanın sıradan bir köşesindeki beraberlik bile trilyon yıldızlı Andromeda’nın tümüne sahip olup da onunla beraberlikten daha anlamlı gözükmekte. Bizim farkımızda olmayan bitkilerle ve hayvanlarla ilişkimiz de maddi varlıklarla aynı şekildedir.

Varlığımızın farkında olan, bizi anlayan bir dostumuzla, akrabamızla, anne-babamızla, eşimizle-çocuğumuzla beraberlik ve ilişkinin maddi varlıklarla ilişkiden çok daha nitelikli olduğu, hayatımıza ciddi katkıları bulunduğu rahatlıkla söylenebilir. Buna karşın, bu ilişkiler üzerine hayatımızın anlamını kurmakta da ciddi eksikler mevcuttur. Hayatımızın ölümle neticelenecek olması, burada kuracağımız her ilişkinin ölümle sonlanacağı, ölüm sonucunda sevdiklerimizin hafızalarından varlığımızla ilgili tüm bilgilerin yok olacağı anlamını taşımaktadır.

Bütün bu beraberliklerden ve ilişkilerden farklı bir beraberlik ve ilişki türü daha var. Bu, bizi yaratan, varlığımızın sebebi olan, ezeli ve ebedi olan Rabbimizle beraberliğimiz ve Onunla kuracağımız ilişkidir. Rabbimiz, bizim varlığımızın farkında olup, bizi en iyi şekilde bilir. “Yaratan’ın bilmemesi mümkün mü?” (67-Mülk Suresi 14). Bu bilme, geri kalan tüm dostlarımızın, sevdiklerimizin bizi bilmesinden farklıdır. O, eksiksiz bir şekilde bizi bilir. Birçok zaman, en yakınlarımızın bizi anlayamadıklarından, bize haksızlık yaptıklarından yakınır, yanlış anlaşılmanın sıkıntı ve stresini yaşarız. Fakat Allah’ın bizi yanlış anlaması, eksik bilmesi diye bir şey söz konusu değildir. Bizi kesinlikle yanlış anlamayacağı, her zaman tam olarak doğru anlayacağı garanti olan tek varlık O’dur. Ayrıca ilişkide olduğumuz birçok kişiyle ilişkimiz zaman zaman kesilir. Evlenince anne babasıyla görüşmesi azalır birçok kişinin, bazen dostlarla tatile gidilince bir süre eşlerden çocuklardan ayrılık olur, çocuklar evlenince onlardan ayrılık olur… Kişi en sürekli beraber olduğuyla bile günün kimi zamanlarında ayrılık yaşar. Fakat Allah’la, ne hayatın belli bir döneminde ne de günün herhangi bir zamanında ayrılık vardır. “Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir” (57-Hadid Suresi 4). Yaşadığımız hayat boyunca; bizi tam olarak anlayan ve bizden hiç ayrılmayan bir tek O’dur. Ayrıca beraber olduğumuz insanların ölümleriyle, beraberliğimizle ilgili her şey hafızalarından silinir. Bizim ölümümüzle ise geri kalan varlıklar hakkındaki bilgimiz ve onlarla ilişkimiz hafızamızdan silinir. Fakat Allah, her şeyi, hem de ebedi olarak hatırlar. Bizle ilgili her bilgi, sevinçlerimiz hüzünlerimiz, üretimlerimiz gayretlerimiz; hepsi, Onun hafızasında sonsuza dek var olacaktır.

Allah’la beraberlik ve ilişkinin değerini anlayan, hayatını gerçek anlamda anlamlandırmanın şansını yakalar. Allah’la beraberlik ve ilişkinin değerini idrak etmeden bu hayatı anlamlı kılmanın olanağı yoktur. “Allah, inananların dostudur” (2-Bakara Suresi 257). Bizimle sürekli beraber olan, bizi bizden iyi bilen, bizle ilgi tüm bilgiyi ebedi olarak muhafaza edecek olan Allah’la ilişkide olmak; insanı değersizlikten, anlamsızlıktan kurtaracak tek olanaktır. İslam, Allah’ın sürekli bizle beraber olduğunun, kullarıyla ilgili olduğunun, ancak Allah’la ilişki içinde bir hayatın anlamlı olduğunun dersini verir. Bu da, anlam arayışındaki kapının kilidinin İslam olduğunun diğer bir göstergesidir.

PROF. DR. CANER TASLAMAN

RAMAZAN – Šejma & Zejd

”Allah’ım bizi imanı sevdir, kalplerimizde onu süsle. Küfrü, fıskı kötü göster. Bizi rüşd sahiplerinden kıl…”

”Allah’ım sen affedicisin, cömertsin, affetmeyi seversin, beni de affet.
Allah’ım, bize dünya ve ahirette iyilik ver, bizi cehennem azabından koru.
Allah’ım, şimdiye kadar yaptığım, bundan sonra yapacağım işlerin şerrinden sana sığınırım.
Allah’ım, senden hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliği isterim.

23.03.2023

Dua ibadetin özüdür.

Ramazân-ı Şerîf ayının fazîleti Kur’ân-ı Kerîm’de açık bir şekilde beyân edilmiştir: “O Ramazan ayı ki, insanları irşâd için, hak ile batılı ayıracak olan, hidâyet rehberi ve deliller halinde bulunan Kur’ân onda indirildi. Artık sizden her kim bu aya şahit olursa onda oruç tutsun. Kim de hasta yahut yolculukta ise tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde kaza etsin. Allah size kolaylık diler zorluk dilemez. Sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı tekbir etmenizi ister. Umulur ki şükredersiniz.!  Bakara Sûresi:185

Mizaç, huy, karakter kavramları çoğu zaman birbirlerine karıştırılmakta ve birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Hâlbuki ibn Sînâ’ya göre mizaç; unsurların zıt özelliklerinin etkileşmesinden ortaya çıkan bir keyfiyettir. ‘Benlik ve özelliklerinin bireysel ve biricik oluşunun biyolojik temeli’ olan mizaç, huydan farklıdır. Mizaçlar eğitimle değiştirilemez, onlar doğuştan gelen özelliklerdir. Huy ise; nsanın ruhsal ve yaratılış özelliklerinin kendine özgülüklerinin tümüdür, alışkanlıklarıdır. Huylar eğitim sayesinde değişebilir.

Mizaç ve huy birbirinden ayrı kavramlar mıdır? Bedenin yapısı ile mizaç mı huy mu daha çok ilişkilidir? Mizaç ve huy aynı yerde mi bulunurlar? İmanın yeri, aklın yeri, ruhun yeri (mahal) neresidir? Sorularına mizacın yerini de ekleyebilir miyiz? Hiç şüphesiz bu son sorunun cevabı mizacın mahiyetinin bilinip bilinmemesi ile de doğrudan ilişkilidir. Ahlâkın sözlük anlamı içerisinde peş peşe saydığımız hulk, fıtrat, seciye, alışkanlık, tabiat (doğa değil), huy ve karakter ile organların durum ve şekilleri ile yakından ilişkili olduğu düşünülen mizacın; değişen, büyüyen, küçülen, dengesini kaybeden, yaşlanan, yeniden gençleşen, aynı bedende ölüp yine aynı bedende dirilen… Bir şey olup olmadığını da kendimize sormalıyız.

Mizaç merkezli bir bölümleme ve tarifte ahlâk: nefsin düşünüp taşınmadan kendi fiillerini ortaya koymasını sağlayan durumdur. Bu durum ikiye ayrılır: Birincisi, mizaçtan kaynaklanan tabiî ahlâktır (vehbî). En küçük bir şeyle öfkelenen ve heyecanlanan, işittiği en küçük bir ses veya haberden korkuya kapılan, hoşa giden ufacık bir şeyden dolayı kahkaha ile gülen kimselerin durumu böyledir. İkincisi de alışkanlık ve eğitimle kazanılan ahlâktır (kesbî). Başlangıçta bu düşünüp taşınma ile olur ve gittikçe bir alışkanlık (mu’tâd), huy ve âdet haline gelir. Ahlâk felsefesi tarihi ve ahlâk eğitimi (terbiye) bu ayrıma çok da dikkat etmeden; huy ve mizacı bir ve aynıymış gibi değerlendirerek insanı ya iyimser ya kötümser ya da bunun ikisinin ortası bir noktada görme eğilimindedir. Ancak durum göründüğünden çok yönlü, çok daha karmaşık, çeşitli, çok renkli ve nihayet ontolojiktir.

Kişilik/Şahsiyet kavramları ise yaratılıştan gelen, kalıtımsal ve sonradan edinilmiş tüm süreçleri kapsaması bakımından mizaç, karakter ve fıtratın bütünü sonucunda bir insanın kendine ait oluşan, özellik, hareket ve davranışların toplamı olarak, ferdi diğerlerinden farklı kılan biricik durumdur. Allah, her insanı benzersiz yaratmış olup, her birinin parmak izleri nasıl farklı ise her insanının kişiliği de kendine özgüdür. Görüleceği üzere tüm kavramlar iç içe olup, hepsinin kesiştiği noktalar olmakla beraber, aralarında bulunan nüanslar bize konuyu daha iyi anlama fırsatı sunabilir. Bu durumda tekrar başlığa dönersek (başlıkta karakter, kişiliğe yakın anlamda kullanılmıştır) insanların bazen mizaç, kimi zaman karakter, çoğu zaman da kişiliğine göre insan ve toplum ilişkilerini belirlemeleri tabi gözükebilir. Kişiliğin Latince kökenli karşılığı olan personality kelimesi, o dönem tiyatroda kullanılan maskeye verilen bir isimdir. Yani insan gerçek hayatta da rol yapmaktadır. Bu durumda emanet olan maskenin kişiyi, hayatın farklı bölümlerinde birbiri ile çelişkili/çokyüzlü rollere zorlaması mümkündür. Her ne kadar kişiliğin içerisinde belli bir tutarlılığı taşıması önemsense de kelimenin böyle bir anlamı çağrıştırması dikkate değerdir. Bundan ötürü yükselmek, uzaktan gözükmek anlamından türeyen şahsiyet kelimesi, tutarlılığı ifade etmesi bakımından daha olumlu bir kavramsallaştırma seçeneği olarak kullanılabilir.

Mizaç; insanın büyük oranda doğuştan getirdiği, genetik yolu ile aktarılan, değişime uğramayan tabiatı / huyu olarak ifade edilmektedir. Kalıtımsal geçiş sürecinde, çevresel şartların etkisi doğum öncesinden hatta geçmiş nesillerden başlamaktadır. Bu etkileşim süreci mizacın kelime anlamı olan; bir şeyin başka bir şeyle karıştırılmasını teyit edip, onu fıtrat kavramından ayırır. Daha çok duygusal yönleri içermektedir. Kişinin sakin-hırçın, sert-yumuşak, atılgan ve çekingen olması gibi durumlar mizaçla ilgilidir. Karakter kelimesi ise, kalıtımsal bir yönü olmakla birlikte, daha çok doğum sonrası çevre koşullarının etkisi altında şekillenen ve ‘’hulk’’, yani ahlaki değerleri içerip bir yönü mizaca diğer yönü şahsiyete eklemlenen, değişmesi zor ama mümkün olan halin adı olarak tanımlanıyor. Düzgün, dürüst olmak- yalancı güvenilmez olmak gibi. Fıtrat kelimesi, yaratılış manasına gelip, bir şeye yatkın, yetenekli ve kabiliyet sahibi olmayı ifade etmekle beraber, ıstılahi anlamı konusunda alimler farklı açıklamalar yapmışlardır. Bazıları fıtratı, her insana ilk yaratılışta yerleştirilen, iyilik ve kötülüğe aynı oranda meyilli olma hali, yani nötr bir durum olarak ifade ederken, bazıları ise fıtratı İslam’la özdeş, ya da ona yatkınlık olarak kabul edip, fıtratı hakikate meyletme yeteneği olarak tanımlamışlardır. Fıtrat kelimesi, yaratılış manasına gelip, bir şeye yatkın, yetenekli ve kabiliyet sahibi olmayı ifade etmekle beraber, ıstılahi anlamı konusunda alimler farklı açıklamalar yapmışlardır. Bazıları fıtratı, her insana ilk yaratılışta yerleştirilen, iyilik ve kötülüğe aynı oranda meyilli olma hali, yani nötr bir durum olarak ifade ederken, bazıları ise fıtratı İslam’la özdeş, ya da ona yatkınlık olarak kabul edip, fıtratı hakikate meyletme yeteneği olarak tanımlamışlardır.

‘’O halde yüzünü, Allah’ı bir tanıyarak dine, Allah’ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah’ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.‘’ (Rum 30)

Cin ve insan şeytanlarının, Allah’ın ihlâslı kullarını hâkimiyetleri altına almaya güçleri yetmez. Bu sebeple, ihlâs sahibi kullardan da zaman zaman günaha meyledenler olsa bile, bunlar günahta ısrar etmek yerine büyük bir pişmanlıkla hemen tevbe edip Allah’a sığınırlar. Şeytanların güçleri, ancak kendilerine meyleden ve kendiliğinden şeytana uymaya yönelen azgınları etki altına almaya yeter. Dünyada olduğu gibi hesap günü de kendi aralarında dayanışma gösteren cin şeytanları ile müstekbir insan şeytanları, kandırdıkları zayıf ve güçsüz kesimlerin ise ahirette kendilerini suçlamalarına ve kendilerinden şikâyetçi olmalarına muhatap olacaklardır.

İşledikleri günahlarda ısrar edip tevbe etmeden ölen ve bu sebeple şeytan ile insan ilişkisinde ikinci kategoride yer alanlar, ahirette kendilerini kandıran cin ve insan şeytanlarından şikâyetçi olacaklardır. Hâlbuki şeytanın insanlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücünün, hâkimiyetinin olmadığı gerçeği birçok âyette tekraren vurgulanır: “Şüphesiz kullarımın üzerinde senin bir gücün (hâkimiyetin/sultan) yoktur.” (İsra, 17/65) “Şüphesiz kullarım üzerinde senin (şeytanın) bir (zorlayıcı gücün) hâkimiyetin (sultân) yoktur. Ancak azgınlardan (ğâvîn) sana uyanlar müstesna.” (15/Hicr, 42) Demek ki, şeytanın, ancak azgınlık yaparak kendisine kapıyı açık tutanları, hevasına uyup şeytana ve şeytanın süslü gösterdiklerine meyledenleri etkilemesi mümkündür. Yani şeytanın insanları zorlama, kendilerine rağmen insanlar üzerinde zorla hâkimiyet kurma gücü bulunmamaktadır.

İbrahim Suresi 22. âyette, dünyada şeytanı veli edinip ona kulluk/itaat edenleri, şeytanın hesap günü yalnız bırakacağı bildiriliyor. Şeytanın, insanlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücü olmadığını itiraf edip kendisine uyanların kendi istekleriyle davetine icabet ettiklerini ve bu sapmadan dolayı sorumluluğun da kendilerine ait olduğunu ifade ederek kendisine tâbi olanları suçlayacağı haber veriliyor. “Allah’ın hükmü yerine getirilince şeytan şöyle der: ‘Şüphesiz Allah size gerçek bir vaadde bulunmuştu; ben de size bir söz verdim ama yalancı çıktım. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın.Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah’a) ortak koşmanızı reddettim.‘ Gerçek şu ki, zalimler için elem verici bir azap vardır.” (İbrahim, 14/22).İşte İblis, dünyada kandırıp azaba sürüklediği insanları ahirette böyle yalnız bırakıp “sizi ben zorlamadım, zaten zorlamaya gücüm de yoktu, sizi çağırdım ve siz de zaten müsait olduğunuz için çağrıma uyarak koşup geldiniz. O hâlde beni kınamayın, Allah’ın emrine, yoluna uymayıp da benim çağrıma ve yoluma gelmenizden dolayı kendi nefsinizi kınayın” demektedir.

Bununla birlikte şeytan, doğru yolda gitmek isteyenleri zorla yoldan çıkaracak gücünün bulunmadığını, insanlara sadece çeşitli yollardan telkinde bulunduğunu, onların da bunu kabul ettiklerini ifade ederek şeytanı değil, kendilerini kınamaları gerektiğini söyleyecektir. Çünkü şeytan dünyada insanlara ancak vesvese ve ayartma yoluyla ulaşabilmekte, onların işlediği günahları kendilerine sadece güzel göstermeye, kendi hevâ ve heveslerine uymada ahlâken bir sakınca olmadığına onları inandırmaya çalışmaktadır. Râzî’nin de ifade ettiği gibi asıl şeytan insanın kendi nefsi, arzu ve hevesleridir. İnsan nefsinde şehvete, boş ve bâtıl inançlara önceden bir eğilim ve yatkınlık olmasaydı bu şeytanî vesvese ve ayartmalar etkili olamazdı. İşte şeytan “Beni kınamayın, kendinizi kınayın” diyerek bu gerçeğe işaret etmek istemiştir. “Ben daha önce de beni Allah’a ortak koşmanızı kabul etmemiştim” cümlesiyle de şeytan insanları yoldan çıkarmaya çalışmış olmakla birlikte kendisini Allah’a eşit bir yere koymadığını ve kendisinin O’na ortak koşulmasını kabullenmediğini ifade etmektedir. Nitekim Kur’an’da birden fazla yerde kendisinin Allah tarafından yaratıldığını söylediği (A‘râf 7/12; Sâd 38/76), Allah’a “rabbim” diye hitap ettiği görülmektedir (Sâd 38/79). Ancak vesvese verip yoldan çıkardığı kimseler onun aldatmalarına uymak suretiyle dolaylı olarak onu ilahlaştırmış ve Allah’a ortak koşmuşlardır. Bu sebeple âyetin son cümlesinde ona uyanların zalimler olduğuna, onlar için elem verici bir azabın hazır bulunduğuna işaret edilmektedir. (Kur’an Yolu Tefsiri).

İnsan şeytanı olan müstekbirlerin, yani insanları saptırmada öncülük edenlerin, kandırdıkları zayıfların/güçsüzlerin ahirette kendilerinden şikâyet etmeleri üzerine aralarında yaşanan tartışmalara dair sahneler başka âyetlerde de tekrarlanır: “… Her topluluk (arkasından gidip sapıklığa düştüğü) yoldaşına lânet eder. Nihayet hepsi orada toplandığı zaman peşlerinden gidenler, kendilerine öncülük edenler için, ‘Ey Rabbimiz! Şunlar bizi saptırdılar. Onlara bir kat daha ateş azabı ver’ derler. Allah, der ki: ‘Her biriniz için bir kat daha fazla azap vardır. Fakat bilmiyorsunuz’.” (Â’raf, 7/38).

O gün geldiğinde ve azap belirdiğinde, şeytan dünyadayken kandırdıklarını yalnız bırakır: “…Çünkü şeytan insana, ‘İnkâr et’ der; insan inkâr edince de, ‘Şüphesiz ben senden uzağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım’ der.” (Haşr, 59/16). Görüldüğü üzere, hem insanı inkâra teşvik ediyor, bâtıl yola yönlendiriyor, hem de sonra “ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” diyerek saptırdığı insanı yalnız bırakıyor. Nitekim hesap günü pişman olanların beyanıyla şeytanın bu tutumundan yakındıkları başka ayetlerde de bildiriliyor: “Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinmeseydim!” “Çünkü o, gerçekten bana geldikten sonra beni zikirden (Kur’an’dan) saptırmış oldu. Şeytan da insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır.” (Furkan, 25/28-29).

Şeytanın ve insan dostlarının işi aldatmak olduğuna göre, doğal olarak vaatleri de sahtedir, boş vaadlerden ibarettir. Bu sebeple, şeytan ve dostları, bu boş kuruntu ve sahte vaatlerle insanları Hak yolundan alıkoyarlar, sonra da ahirette yalnız bırakıp “biz sizi zorlamadık ki, siz zaten sapıktınız ya da bir çağrımızla peşimizden koşmaya teşneydiniz, o halde siz kendinizi suçlayın” derler. Gerçekten de, onların insanları zorlamaya gücü yoktur, kim onların bu boş vaadlerine kanıp peşlerine takılmışsa, bilmelidir ki, aslında kendisi hevasına uyup onlara yönelerek yoldan çıkmıştır ve bu sebeple doğrudan kendisi sorumludur. Bütün bunlar, Kur’an’da bu kadar detaylı ve dikkat çekici sahneler hâlinde neden aktarılmıştır? Şüphesiz ki, insan daha imtihan alanı olan dünyadayken kendisine düşman olan şeytanı ve dostlarını iyi tanıyıp fark etsin, onun oyunlarını, tuzaklarını ve ona uyanların ahirette başına gelecekleri önceden bilerek hazırlıklı olsun, bunlar üzerinde düşünüp aklederek şeytanın iğvalarına, vesveselerine ve süslü göstermelerine kanmasın, tuzağa düşmesin diyedir.

Şeytanın cazip ve süslü göstermede kullanacağı malzeme ise, insanın arzu ve isteklerinde sınır tanımama eğilimi, hırsları, ihtirasları, makam, mevki, şan ve şöhret arzuları, servet ve şehvete dair azgın istekleridir. Şeytanın kozu, kötülüğü cazip gösterip güzelleştirmektir. Silahı ise, kötülüğün bu yapay cazibesine kapılıp onu işlemelerini sağlamaktır. Bu yüzden insanın işlediği hiçbir kötülük yoktur ki, üzerinde şeytandan kaynaklanarak nefse hoş gelen bir cazibe, yalancı bir güzellik olmasın. O halde insanlar şeytanın elindeki kozu iyi tanımalıdırlar. Bir şeyde cazibe olduğunu fark ettiklerinde ve içlerinde bu cazibeye karşı bir arzu uyandığını gördüklerinde, ilahi ölçüleri ve ahlakî ilkeleri dikkate alıp ahiret ve hesabı hatırlayıp “ihlâslı kullar” olmaya çalışmalı, ölçüleri ve hududullahı aşan o şeyden sakınmalıdırlar. Bilinmelidir ki, ancak Allah’a bağlanıp samimiyetle teslim olduklarında, O’na gereği gibi kulluk yaptıklarında -bu şartla- şeytanın Allah’ın muhlis kullarının üzerinde hiçbir etkinliği yoktur.Ne diyor şeytan? “Hepsini yoldan çıkaracağım.” “Sadece içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların hariç,”. Yüce Allah, kendisini Allah’a adayanları, kendisine ihlâsla teslim olup hayatlarını ibadet kılanları, seçkin kullarına katar. Kendilerini, sırf Allah için arındıran ve Allah’ı görüyormuşçasına ibadet eden muhlis kullarının arasına alır. Şeytanın bu kullar üzerinde hiçbir etkinliği yoktur. Mel’un şeytan başka türlüsünün imkânsız olduğunu, çünkü bunun Allah tarafından konulmuş bir kural olduğunu bildiği için işte bu şartı ifade ediyor. Bu kurala göre Yüce Allah, kendisini arındırıp Allah’a teslim olanı seçkin kullarına katar, onu korur ve gözetir.

İblis ve dostlarının aldatma ve tuzaklarından, kandırma ve şerlerinden kurtulmanın yolu, dinde ihlâs sahibi olmak, İslâm’ı samimi bir şekilde yaşamak ve Allah’a sığınmaktır. İmanlarında sebat eden, Allah’a sığınan, ondan yardım isteyen, O’nun hidayetiyle hidayet bulanlar, ahkâmıyla amel edenler ve işlerinde O’nun azabından korkup takvayı kuşananlar… İşte bunlara kesinlikle şeytanın etkisi yoktur.

Ayrıca başka âyetlerde de şeytanın Allah’ın ihlâslı kullarını saptırmaya gücü yetmeyeceği, çünkü Allah’a teslimiyetlerinin ve sadece Allah’ı vekil edinmelerinin onları koruyacağı, şeytanın saptıracaklarının ise, zaten azgın tercihleriyle şeytana kulluk yapmaya eğilimli kimseler olacağı ifade edilmiştir: “Benim (mü’min) kullarıma gelince senin onlara gücün yetmez (onlar üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin olmaz). Vekîl olarak Rabb’in yeter.” (İsra, 17/65). Yüce Allah’ın, “benim kullarım” derken kastettikleri, ihsanda bulunan “Muhsin” ve ihlâsa ulaşan “muhlis” kullardır. Zaten şeytan da: “…‘Senin mutlak kudretine yemin ederim ki: Onlardan ihlâsa erdi­rilmiş kulların bir yana, hepsini mutlaka azdıracağım’, …” (Sâd 38/82-83) demek suretiyle “ihlâslı kullara” hiçbir şey yapamayacağını itiraf etmektedir. İşte kendi itirafıyla da şeytanın gücü, muhlis, muhsin, muttaki denen ihlâslı mü’minlere, manevî doyuma ulaşmış kişilere yetmemekte, onları etki alanına alamamaktadır. Onlar şeytanın manyetik alanına girmediklerinden şeytan, on­ları kendine çekememekte, onlar üzerinde tesirli olup aldatamamaktadır. İşte İslam’ın tebliği ve eğitimi de, şey­tandan az-çok etkilenen insanı, bundan koruyacak niteliğe kavuşturma görevi ile yükümlüdür.

Rabbin vekil olarak yeter.” 

İnsanlar şeytanı veli ve vekil edindiklerinde, onun etkisi, sultası, hâkimiyeti altına girmekte­dirler. Onun içindir ki, İsra Sûresi 65. âyetin sonunda “vekîl olarak Rabb’in yeterli olacağı”na dikkat çekilmektedir. Allah’ın vekâletine sığınan, O’na daya­nan insanın üzerine şeytanın hiçbir yaptırımı olamaz. Onun için insanlar, Allah’ın kudretine sığınıp O’nun yoluna ve Hablullah’a sarılırlarsa ve bu inancı davranışlarına yansıtırlarsa, şeytanın etki alanının dışında kalacaklardır. “Rabbin vekil olarak yeter.” Allah’a güvenen, O’nun hidayetine ve yardımına inanan kimseler, şeytanla imtihan edildiklerinde başka bir desteğe ihtiyaç duymayacaklardır. Çünkü Allah onların şeytanın saptırmalarından uzak kalmalarına yardım edecek, onları koruyacak ve doğru yola iletecektir. Ayrıca Allah, hâlis (ihlâs sahibi) kullarını meleklerle de destekleyecektir. Melekler, muhâfızlık yaparak, haber (vahy) getirerek, mü’minleri müjdeleyerek, cihadda mü’minlerle birlikte yer alarak ve onlar için Allah’a dua ederek mü’minleri destekleyeceklerdir. (Âl-i İmran, 3/124, 125; Enfâl, 8/9, 12; Nahl, 16/32 vd.).

Diğer taraftan kendi güçlerine veya Allah’tan başka güçlere güvenenler, şeytanla imtihan edildiklerinde, bu imtihandan başarılı çıkamayacaklardır. Şeytan kendisini, tüm dünyada en güçlüymüş gibi, tüm dünyayı egemenliği altına almış gibi gösterir. Yaygaralarıyla, propagandalarıyla herkesi etkisi altına almaya çalışır. Eğer bizler Rabbimizi vekil bilebilirsek, Rabbimize sığınabilirsek, Rabbimizin istediği gibi halis mü’minler olabilirsek kesinlikle bilelim ki onun da avenelerinin de bize karşı yapabilecekleri hiçbir şey yoktur.

Rabbimiz bizlere, düşmanımız şeytana ve dostlarına karşı uyanık, bilinçli, dirayetli, basiretli ve ferasetli olmayı, sadece kendisine bağlanıp teslim olarak şeytanın tüm oyun ve tuzaklarını bozmayı, ona kardeş, veli ve taraftar olmaktan da, onun iğvaları sonucu günaha dalmaktan da korunmayı, bir şekilde günah işlediğimizde ise tıpkı Adem (as) örneğinde olduğu gibi hemen pişman olup tevbe ederek arınmayı nasip etsin inşaAllah.

Rabbimiz, şeytanın tuzaklarının farkında olup korunarak, bütün hayat alanlarında ve ömür boyu sadece kendisine secde/itaat eden muhlis kullarından olmayı, sadece kendisini vekil ve veli edinerek şeytanın gücünün ve etki alanının dışında kalmayı hepimize nasip etsin inşaAllah.

Rabbim tekrar karşılaşmayı nasip etsin. Selam ve Dua ile

Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, katına yükselmeyen (kabul olunmayan) amelden, huzur bulmayan kalpten ve kulak verilmeyen duadan sana sığınırım.

Yâ Rabbî! Doğruyu bize doğru olarak göster ve ona uymağı bize nasip et ve yanlış, bozuk olan şeylerin yanlış olduklarını bize göster ve onlardan sakınmamızı nasip et! İnsanların en üstünü hürmetine bu duâmızı kabûl buyur!

Gel, gel, ne olursan ol yine gel, İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel, Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel

Din, ahlak içindir. Mensuplarından ahlak talep etmeyen bir din taraftar üretir; “kutsal” kişiler ve “sorgulanamaz” fikirler üzerinden emir-komuta zinciri oluşturur, geniş bir hiyerarşi koridoru açar. Dinin içeriğinden değil, görüntülerinden sorumlu “din-dar”lar böyle yetişir.

Dinin görüntülerine sarıldıkça içeriğine dair sorumluluğunu yerine getirdiğini sanan “dini dar”ların hükmü böyle böyle keskinleşir. İçeriğini ihmal ettikleri dinin sadece propagandacısı olan “dindar”lar hızla boy verir. Derken, ahlaklı değil ahlakçı tipler ortaya çıkar. Kendilerinden menkul muhayyel ahlaklarıyla, sözüm ona kusursuz ve eksiksiz erdemleriyle kırıkları olan gerçek ahlakı, kırışıkları olan sahih erdemi küçümserler. Ahlakçılığın, ahlak için ter dökme ihtimalini yok eden en talihsiz ahlak yoksunluğu olduğunu anlayamazlar.

Oysa Allah’ın Elçisi der ki: “Ben ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” Demez ki: “Ben ahlakı tamamlatmak üzere gönderildim.” Demez ki: “Ben tam ahlaklıyım siz eksik ahlaklısınız.”

Hatırlatmalıyım: “Din” kavramını, en temel düzeyde ve varoluşsal anlamıyla, yani “borçluluk bilinci” olarak anlamaya çalışıyorum. Kendi varlığının kendisine borç verildiğini, var olmanın hak edilmiş değil lutfedilmiş olduğunu fark eden akıl sahibi bir insan hayret ve minnet duygularını kuşanır.

Hayret ve minnet duyguları yaşayan insan ise kendini “baştan ahlaklı” “dini bütün” “çok erdemli” “mürşid” vs. olarak tanımlamaktan utanır. Yaşayışının merkezinde “mahcubiyet” teması akışır. Başkasını yargılayan olmaktan uzaktır; ayıp aramak, kusur bulmak gibi bir görev üstlenmez.

“Muhammedî” olmak tam anlamıyla, var oluşun ihtişamına karşı hayret dolu olmak, bunca ihtişamın ise kendisine dolaysız verilmesine mukabil minnetle taşmaktır. Hayret ve minnet ise estetik duyarlılığını sürekli yükselten, memnuniyet terazisini sürekli incelten insan inşa eder. Kendisine dışlayacağı bir “öteki” icat etme hevesinde olanın derdi sadece taraftarlıktır. İçindeki boşluğu, inancındaki kofluğu, sözü alçak sesi yüksek fast-food sloganlarla kapatmayı marifet bilir.

Ahlak, henüz tamamlanmış değildir. “Borçluluk bilinci!” anlamındaki din de öyle. Kur’ân’ın beyanıyla “din artık kemâle ermiştir” ama kâmil dinin kâmil mensubu olduğumuzu söyleyemeyiz. Bu konuda bir garantimiz yok. Garantisi olduğunu söyleyen ya da sanan ise kendini ‘tamamlanmış’ sanandır. Gerçek şu ki, gerçeğin hakkını teslim etmek anlamına gelen “İslam” herkese dairdir. Hakikate aklederek teslim olma sürecimiz sürüyor.  “Müslüman olmak” bir ayrıcalık değil bir sorumluluktur. Kur’ân’ı ve varlık kitabını müslüman olduğumuz için değil, müslüman olmak için okuruz. “İman etmek” ise olup bitmiş bir iş değil, süregelen bir ödevdir. Eksiğini eksiklik bilerek “kâmil” olur insan; eksiksiz olduğunu öne sürüp onda bunda kusur arayarak değil.

Senai Demirci

Ölüm sanıldığının aksine hayat kompartımanına eklenmiş bir diğer kompartıman değildir, çayın içindeki şeker gibi hayata ‘tadını’ veren (Kur’an’da ‘ölümü tadmak’, ‘her nefis ölümü tadacaktır’ vurgusunu hatırlayalım) bir mahiyettedir.

Tek farkla ki lezzetleri acılaştıran yapıdadır. Ama unutmayalım ‘acı ilaç’ çoğu kere daha tesirlidir. Eskilerin tiryak dedikleri böyle bir şeydi. Acı fakat şifalı. İnsan dünyayı sanal bir şekilde ebediyet rengine boyayarak, lezzetleri sonsuzmuş gibi farzederek, sahip olduklarını çok ve karmaşık hale getirerek, yani ölümü unutarak veya ölüm yokmuş gibi davranarak kendini aldatır, sahte tesellilerin koynunda eğleşir. Dünyanın yalan oluşunu böylece unutur. Halbuki dünya alabildiğine yalındır, onu insan karmaşık hale getirir ki hakikat zannetsin. Ölümün gözünden baktığınızda dünya ve içindeki her şey yalın, sade ve geçicidir. Herşeyi yalın kılar ölüm, her şeyin sahte gösterişini söndürür, oyunun oyun, oyuncağın kırılgan olduğunu gösterir. Dünyanın mahiyeti, eşyanın hakikati burada belirir. Tekrarlayalım: Dünya yalın olduğu için yalandır. Dünyanın yalın olduğunu anladığımız oranda hakikatini kavrarız… İnsan bu yalınlığı karmaşık hale getirerek yalanı gözden kaçırır, ve aldanır…

‘Soruları kadar büyüktür insan’: ‘Soru’ kelimesi eskiden ‘sual’ kelimesiyle karşılanırdı ki bence çok anlamlıdır. Zira ‘sual’ ve ‘mesele’ Arapça’ da aynı kökten gelir. Yani şunu net olarak söyleyebiliriz ki hayatta bir ‘mesele’si olanların ‘sual’i vardır. O zaman suallerimizin ne kadar büyük olduğunu meselemizin büyüklüğü belirler diyebiliriz. Büyük meselelerin insanları büyük sualler tevcih ederler. Bir kişi farzedin ki bütün meselesi vitrindeki o mavi takıma ya da kırmızı pabuçlara sahip olmak. Bunların hayaliyle yatıp kalkıyor, bu kişinin sualinin ne olacağı peşinen belli değil midir: Takım kaç para ve nasıl alabilirim, acaba nakit mi yoksa kredi kartı ile mi alsam?

Fakat bir başkasını farzedelim ki insanın ve hayatın temel meselelerini amaç ediniyor, gerisi onun için bir araç mesabesinde… Sonluyken sonsuzu tırmalıyor, hayatın amacını, kainatın sırlarını bilmek istiyor, insanın özünü kavramak niyetiyle büyük ve derin rüyalar görüyor. Sizce ne tür sualleri olur böyle birinin? Sual ederim size… Büyük meseleleri olanlar hayal kurmaz, rüya görürler. Hayaller kurmaca, rüyalar hakikattir çünkü. Derin rüyalara dalanlar, Hz. Yusuf gibi bu rüyaların tabiri için büyük sualler sorarlar. Büyük ve derin sualler, engin cevapların dualarıdır. ‘Duanız olmasa ne öneminiz var’ mealindeki ayeti tam da burada hatırlamak gerekmez mi?

Hayat, harekettir: Hayatın atıl, durağan, hareketsiz, faaliyetsiz bir noktasını, bir anını bile gösteremezsiniz. Hareket ve faaliyet hayatın cevherindedir, yüzeyinde değil. Aşırı ve yoğun aktivite bazı şeylerin sabitmiş gibi görünmesini sağlar. Bir dağın tepesinden elindeki meşaleyi süratle çeviren birinin uzaktan sanki sabit bir ışık çemberini tutuyormuş görülmesi gibi bir durumdur bu. Taşın sabit ve katı görülmesi cevherindeki hareketin yoğunluğu sebebiyledir. Aynı durum deniz için de geçerlidir, deniz en küçük titreşimlerle en yoğun hareketi yaşadığı bir zamanda müthiş sakin gözükür ve bu manzara sükunet verir insana. Aşırı dalgalı bir deniz yüzeyinde çok hareketli görünmesine rağmen, hareketin kütlesel olması yönüyle azameti artmış ama yoğunluğu azalmıştır. Tıpkı dantelde ilmek sayısı azaldıkça örgünün gözeneğinin büyümesi gibi. İlmek sayısı arttıkça dantel daha sık işlenir ama ilmek sayısı azaldıkça nakışlar daha büyük ve geniş hale gelir.

İnsan için düşünüldüğünde kişinin bedeninde müthiş ve durmayan bir hareket varken, zihninde, duygularında, düşüncelerinde, günlük hayatında bir atalet, durağanlık varsa bu dehşetli bir can sıkıntısı ve bunalım demektir. İlim, tefekkür ve ibadetle her anınızı bir faaliyete dönüştürmek mümkündür, velev ki uyuyor olsanız bile. (‘Alimin uykusu dahi ibadettir’ ifadesindeki ‘ibadet’ lafzını ‘faaliyet’ olarak da anlamak mümkündür bu bağlamda…) İnsan, ruhun, kalbin ve aklın gıdası olacak tarzdaki faaliyetle dinlenir, sükunete erer. Ruhuna, kalbine ve aklına gıda olmayacak hareket, faaliyet, çalışma, koşturmaca sanıldığının aksine stresten başka bir sonuç vermez. Gerçi her halukarda atalet daha çok yorar ama sırf maddi amaçlara yönelik hareket yoğun bir baskılanmayı doğurur. Dikkat ederseniz, çoğu insan tatilden ruhen ve manen yorgun döner. Sadece para, kariyer ve maddi başarı peşinde koşan modern insan ruhunu, kalbini ve aklını ihmal ettiği için sürekli yorgunluk sendromuyla karşı karşıyadır. Sözün özü şu ki insan maddi faaliyetlerini manevi dinamizmle beslemezse geriye büyük bir yorgunluk, tiksinç bir bıkkınlıktan başka bir şey kalmaz. Akıl ilimdeki, kalp zikirdeki, ruh fikirdeki daimi faaliyetle sükünete erer, dinlenir, din’lenir…

Umut, hayatın diğer adıdır:

Umut, hayatın diğer adıdır: İnsansak, yaşıyorsak, canımıza kıymamışsak, dağlara vurup aklımızı bir tutam ot gibi rüzgara vermemişsek umutsuz olma lüksümüz yoktur. “Umut ki yaşamamdır nam-ı diğer”. Son günlerde yeniden elime geçen küçük fakat önemli bir kitap var. İmam Ebu Hanife’nin ‘Fıkh-ı Ekber’inden sonra Hanefi mezhebinin ikinci itikad kitabı sayılan Hakim Semerkandi’nin Sevad-ı A’zam’ı… Bu küçük kitapta İslam akaidinin temel 61 ilkesi vurgulanıyor ve bilin bakalım 60. madde ne diyor? Dediği şu: ‘Allah’ın rahmetinden ümit kesmek küfürdür.’

YUSUF ÖZKAN ÖZBURUN

Kuran tüm insanlara gerçeği hatırlatan ilahi rehberdir: “Bu (Kuran), bütün insanlık için bir (zikir) öğüt ve hatırlatmadan başka bir şey değildir.” (Tekvir suresi 27)

Gerçek anlamda iman etmek ve imanın güzelliklerine tanık olabilmek için hem nefsimizdeki ayetlere tanıklık etmemiz hem de Kuran’daki ayetleri nakış gibi nefsimize işlememiz gerekir. Dünya hayatının nefsimizin üzerine çöken enkazı, gerçek ile bağımızı koparmakta ve ruhumuzun çığlıklarının duyulmasına engel olmaktadır. Bizim gönülden çabalarımızın bir sonucu olarak bizi bu enkazdan kurtaracak olan Allah’tır.

Bu yüzden nefsine iyilik etmek isteyen, sürekli olarak Allah’ı anıp hatırlamalıdır. Bizim Allah’a içtenlikle yönelip onu hatırlamamız, Allah’ın da bizi anma sebebi olacaktır: “Beni zikredin ki (anın), ben de sizi anayım. Şükredin bana, sakın nankörlük etmeyin!” (Bakara suresi 152)

Gaflete düşmemek, sürekli olarak gerçeği hatırımızda tutmak ve sonunda kurtuluşa ermek için, içten gelen bir istekle Allah’ı çok anmamız gerekir: “Allah’ı çok anın ki, kurtuluşa erebilesiniz.” (Cuma suresi 10)

KALPLER ALLAH İLE TATMİN OLUR

Kuran ayetleri, nefsin azgınlık ve doymazlığından kurtulabilmenin, gerçek anlamda tatmin olabilmenin ve yatışıp huzur bulabilmenin ancak Allah’ın gerektiği gibi anılıp hatırlanması ile mümkün olabileceğini bildirmektedir: “Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain (tatmin ve huzur) olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Rad suresi 28)

Kuran, insanın gerçek anlamda tatmin olmasının ve huzur bularak rahatlamasının yolunun Allah’ı en güzel şekilde anmak, şükür sahibi olmak ve gönülden bağlılık ile teslimiyet duymaktan geçtiği mesajını vermektedir. Allah’ı çok anan ve ayetlerini hayatına yansıtan erdemli kişiler, nefislerini de her türlü kötülükten uzak tutmaya gayret eder ve günahlarda ısrar etmezler. Allah’ı unutanlar ise, Allah’tan boşalttıkları yere nefislerini koyarlar. Allah’ı unutarak nefsi ile hareket eden kişi, kendi eliyle felakete sürükler kendini.

ALLAH’I UNUTMAYALIM

Allah’ı çok analım ve ayetlerini sürekli olarak hatırımızda tutalım. Böylece nefislerine zulmederek iyi ve güzel olandan alıkoymaya, kötü ve çirkin olana özendirmeye çalışan ikiyüzlü münafıkların Allah’ı unutmaları gibi Allah’ın da kendilerini unuttuğu kimseler gibi olmayalım: “Onlar Allah’ı unutup hatırlamaya değer bulmadıkları için Allah da onları unuttu ve hatırlanmaya değer bulmadı.” (Tövbe suresi 67)

Allah’ı anıp hatırlamaya değer bulmayan ya da Allah’a kulluk etmeye tenezzül etmeyerek büyüklenenlerin, Allah’a karşı kibirlenmeleri sebebiyle cehenneme girecekleri bildirilmiştir: “Rabbiniz buyurur ki: Bana dua edin, duanızı kabul edeyim! Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyerek kibirlenenler, mutlaka aşağılanmış olarak cehenneme gireceklerdir!” (Mümin suresi 60)

Bu gaflet halinden korunmamız gerekir. Gerçek anlamda iman eden ve kalbinde imanın güzelliklerini hisseden kullar her fırsatta Allah’ı ve ayetlerini hatırlayarak yaradılışın hikmetlerine olan hayranlıklarını ifade ederler: “Onlar ki; ayaktayken, otururken ve uzanırken Allah’ı hatırlayıp anar, göklerin ve yerin yaradılışı üzerine tefekkür eder (inceden inceye düşünür) ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunların hiçbirini anlamsız ve amaçsız yaratmadın! Yüceliğin eşsizdir senin! Ateşin azabından koru bizi!” (Âli İmran suresi 191)

FARKINDA OLALIM

Allah’ı en güzel şekilde hatırlayıp anmak en büyük ibadettir. Bu gerçek, ayette şu şekilde ifade edilmektedir: “Sana vahyedilen bu ilahi kelamı (başka insanlara) ilet ve namazında dikkatli ve devamlı ol. Çünkü namaz (insanı) çirkin fiillerden, akla ve sağduyuya aykırı olan her türlü şeyden alıkoyar. Allah’ı anmak gerçekten en büyük (erdem ve iyilik)tir. Allah bütün yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut suresi 45)

Dolayısıyla Allah’ın bize olan rahmetinin, merhametinin ve sevgisinin değerini bilip bu eşsiz değerin hakkını verebilmek için, Allah’ı sürekli hatırlayarak ve iman etme sorumluluğunun gereği olan erdemli ve güzel işler yaparak gerçeğin farkında olmamız gerekir: “Rabbini kendi kendine, yalvararak, ürpertiyle ve yüksek olmayan bir sesle sabah akşam hatırla. Farkında olmayanlardan olma.” (Araf suresi 205)

HATADAN DÖNELİM

Allah’ın ayetlerini gerektiği gibi dikkate alıp özümsemediğimiz için bazen çeşitli hata ve günahlara girmekte ve kendi elimizle kendi nefsimize zulmetmekteyiz. Gerçek anlamda inanan bir insanın mümkün olduğunca hata ve günahlardan uzak durması ve bu konuda son derece titiz olması gerekir. İnsan olduğumuz için hatasız ve günahsız olmamız mümkün değildir. Bu yüzden hata ve günahlarımızı fark ederek nefsimizle yüzleşmemiz, hemen Allah’ı hatırlayarak ve ona sığınarak içtenlikle af dilememiz ve işlediğimiz suçlarda ısrarcı olmamamız gerekir. Kuran’da gerçek anlamda inanan erdemli insanların özellikleri sayılırken şöyle söylenmektedir: 

“Onlar, utanç verici bir iş yaptıkları ya da kendi nefislerine bir kötülük ettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahları için bağışlanma isteyenlerdir. Allah’tan başka günahları kim bağışlayabilir ki? Üstelik onlar, yaptıkları kötülük üzerinde bile bile ısrar etmezler.” (Âli İmran suresi 135)

Görüldüğü gibi önemli olan, yaptığımız kötü şeyleri fark ederek hatadan dönmeyi bilmemiz ve hatalarda ısrar etmememizdir. Biz samimi bir şekilde hatamızı fark ederek hemen af dilediğimizde, rahmet ve merhameti bol olan Rabbimizin hata ve günahımızı affetmesini ümit edebiliriz. Yeter ki gerçek anlamda temiz ve samimi bir kalp ile Allah’a yönelmeyi ve affını dilemeyi bilelim: “Kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri affeden ve işlediklerinizi bilen odur.” (Şûra suresi 25).

Allah’ın bizi affetmesi için, yanlışımızdan dönmemiz ve iyi olana yönelmemiz gerekir: “Rabbiniz nefsinizde (içinizde) olanı en iyi bilendir. Eğer siz (erdemli kişilerden olup) iyiye yönelirseniz O, (hatada ısrar etmeyip) yanlıştan dönenleri bağışlar.” (İsra Suresi 25)

KURAN VE DUA

Bu, Rabbimin bir armağanıdır. Ona şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamaktadır. Şükreden kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki Rabbim zenginliği sınırsız, ihsan ve ikramı bol olandır. (Neml suresi 40)

EMRE DORMAN

Kaygı ümit, acı haz, korku güvenlik, nefret sevgi hisleri arasında dönüp giden hayatı anlamlı bir şekilde yaşamanın olanağı var mı?

En önemli isteklerimizden biri anlamlı bir hayat yaşamak, en büyük korkularımızdan biri anlamsızlıktır. Varlığımızın ve yaptıklarımızın anlamlı olmasını yaratılışımız gereği isteriz. İç dünyasına kendisini kandırmadan her bakanın bu anlam arayışına tanıklık edeceği kanaatindeyim. Anlamlı olan boş yere değildir, değerlidir. Varlığımız anlamlıysa var olmaya değerdir, yaptığımız anlamlıysa yapılmaya değerdir, tuttuğumuz yön anlamlıysa bu yolda yürümeye değerdir. Bu bölümde, İslam’ın, içimizden gelen anlamla ilgili kaygılı ve korkulu hislere en güzel cevabı verip anlamı bulmanın huzur ve güvenini sunduğunu göstermeye çalışacağım. Madem Allah (Allah’ın varlığının anlaşıldığını varsayıyorum) bizi anlamı isteyecek şekilde yaratmıştır ve madem İslam anlamla ilgili bu varoluşumuza içkin talebe en güzel şekilde cevap vermektedir; bu da, İslam’ın Allah’tan olduğunun bir delili olarak öncekilere eklenmelidir. Varlığımıza içkin anlam arayışıyla ilgili kilidi açacak anahtar İslam’dır. Allah, hem bu anahtarın hem kilidin ortak Sahibi olarak, içimizdeki anlam arayışıyla bizi, anlam arayışının kilidini açacak İslam’a yöneltmektedir. Dikkat edin; “Anlamsızlıktan kurtulmak için Müslüman olalım” demiyorum. Fakat “Allah bizi anlama muhtaç yaratmış, İslam ise anlam arayışına tatmin edici cevap vermektedir, demek ki Allah bizi anlam arayışı üzerinden İslam’a yöneltmektedir; bu da, İslam’ın Allah’ın uymamızı istediği din olduğuna bir delildir” diyorum.  

CANER TASLAMAN

NE YAPARSAM HAYATIM ANLAMLI OLUR? NEDEN YARATILDIM?  

Her gün birçok işin içinde döner dururuz ve birçok zaman içinde olduğumuz kargaşa adeta zihnimizi uyuşturur ve gafletle dolu başımızı iki elimizin arasına alıp da kısa bir süre bile hayatımız üzerine düşünmeye vakit ayırmayız. Hayatımızın üzerine düşündüğümüzde ise gerçekten ne yaparsak anlamlı olacağı sorusu karşımıza çıkar. Ölüm korkusu, acı çekme korkusu gibi diğer bir korku da anlamsız bir hayat yaşama korkusudur. “Ne yaparsam hayatım anlamlı olur” sorusunu, kendi dünyadaki varlığının kendi iradesiyle gerçekleşmediğiyle, yani kendi gözlerini, kulaklarını, ayaklarını, ellerini yaratanın kendisi olmadığıyla beraber düşünen kişi ise “Neden yaratıldım” ve “Neden buradayım” (bunlar cevabı aynı sorulardır) sorularına ulaşır. Bu sorularla karşılaşmak, bunlarla ilgili, bir şeyler dinlemek veya tartışmak değildir fakat var olmanın olağanüstülüğünü ve garip muazzamlığını hissederek içinden kopan bir haykırış olarak “Neden buradayım” sorusuyla yüzleşmektir. Haykırış açıktır ama birçok kimse, bu haykırışa kulaklarını tıkar. Oysa bu kaçılacak değil, kucaklanacak bir haykırıştır.

“Neden yaratıldım” sorusunu soran insan, bu soruyla beraber “Nasıl buraya geldim” sorusuyla da yüzleşir. Bu soruya verilecek cevap “Neden yaratıldım” ve “Ne yaparsam hayatım anlamlı olur” sorularının cevabına ulaşmak için gereklidir. “Nasıl buraya geldim” şeklindeki soruya İslam’ın cevabı, Allah’ın iradesiyle ve bilinçli planıyla burada olduğumuz şeklindedir. İslam’ın en önemli mesajı; tek, kudreti ve ilmi çok yüksek, kendisi dışındaki bütün varlığın yaratıcısı ve Rabbi (onların ihtiyaçlarını gören) Allah’ın tanıtımıdır. Allah’ı anlamak, varlığımızın bizim dışımızdan gelen bilinçli bir eylemin; Allah’ın yaratmasının sonucu olduğunu anlamak demektir. Allah’ın gerekli şekilde tanıtılması aynı zamanda “Nasıl buraya geldim” sorusuna cevap verilmesi demektir.

Burada oluşumuz Allah sayesindedir, O bizi yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkarmıştır; zihnimizde, bedenimizde ve dış dünyada sahip olduklarımız, yakınlarımız, sevdiklerimiz hep Onun sayesinde buradadırlar. Bu durum, Allah’a karşı müthiş bir minnettarlık duymamızı gerektirir. Ayrıca bizi yaratan olarak O, bizle ilgili bütün bilgilere ve bizim neden burada olduğumuzun bilgisine sahiptir. O, bize bilgisini açıklamadan, “Neden yaratıldım” ve “Ne yaparsam hayatım anlamlı olur” sorularının cevabını bulamayız. Bunlar da cevabı aynı sorulardır, çünkü ancak yaratılış gayemize uygun yaşarsak hayatımız anlamlı olur. Allah’ın belirlediği yaratılış gayesiyle uyumsuz yaşayanın hayatının anlamlı olabileceği düşünülemez. Allah, her birimize neden yaratıldığımızı teker teker açıklamadığına göre bunu ancak din ile açıklamış olması mümkündür. İslam “Nasıl buraya geldik” sorusuna Allah’ı tanıtarak cevap vermekte ve “Neden yaratıldım” sorusunun cevabının Allah’ta olduğunun dersini vermektedir. Allah’tan bir mesaj olan İslam, ayrıca bu sorunun cevabını da içermektedir.

İslam’a inanmak iki tane görüşü dışlamak demektir.

İslam’a inanmak iki tane görüşü dışlamak demektir. Birincisi, buradaki varlığımızın tesadüflerin eseri olamayacağı anlaşılarak varlığımızın anlamsız olduğu görüşü dışlanır. Eğer buradaki varlığımız tesadüfen olmuşsa; bu, “objektif anlamın” (kendi kendimizi kandırmak için uydurmadığımız, illüzyon olmayan anlamın) yani gerçek anlamın olmadığı, dünya sahnesinde bir anlama bağlı olmadan rastgele var olmamız demektir. Var olmamız baştan bir anlama bağlı olarak gerçekleşmemişse, biz ona ne kadar anlam yüklemeye çalışırsak çalışalım, anlamsız şekilde var olduğumuz gerçeğini değiştirmemiz, yani objektif anlamı inşa etmemiz mümkün değildir. İslam’ın verdiği dersle varoluşunun tesadüfen olmadığını anlayan, anlamsızlık karanlığında ümitsizce kalmak demek olan bu görüşü dışlar.

İkincisi, İslam ile dünya sahnesinde neden var olduğumuz sorusuna, Allah’ın vereceği cevap olmaksızın ulaşmaya çalışan alternatifler dışlanır. Allah’ın bizi yaratmasını, birçok olgudan biriymiş gibi görerek bir kenara bırakmak ve anlamı, Allah’la bağlantısız şekilde oluşturmak mümkün değildir. Allah’ın varlığı birçok olgudan sadece biri değildir fakat her şeyi kökeninden değiştirecek bir hakikattir. Geriye kalan tüm olguların toplamı bile Allah’ın varlığına kıyasla önemsizdir, çünkü Allah’ın yanında Allah’ın yarattığı tüm varlıkların toplamı bile Allah’a kıyasla önemsizdir. Ayrıca Allah’ın bildirdiği bir cevap olmaksızın “Neden yaratıldım” sorusunun cevabını bulmak mümkün gözükmemektedir. Bu sorunun cevabı ancak Allah’ın bir din aracılığıyla bildirmesiyle bulunabilir; tarihsel süreç incelendiğinde, insanların bu sorunun cevabını öğrenmesi için tek alternatifin din olduğu gözükmektedir. Ya Allah din aracılığıyla, anlam arayışında olup da “Neden yaratıldım” diye soranlara cevap vermiştir, ya da insanları anlam arayacak ve “Neden yaratıldım” diye soracak yaratışta var etmiş ve cevaptan insanları mahrum bırakmıştır. Bu ikinci alternatif, Allah’ın insanlara susama hissi verip de suya ulaşma imkanı hiç vermemiş olması kadar muhaldir.

Kısacası insanı “anlamı arayan canlı” olarak yaratan Allah, aynı zamanda insan ancak bir din aracılığıyla kendisiyle ilişki kuruyorsa cevabı bulacağı bir dünya ortamı da yaratmıştır. Bu dünya ortamında ise İslam, anlamla ilgili bu arayışa en güzel şekilde cevap vermektedir. İslam’a göre insan, Allah’la ilişki kurmak için dünya sahnesinde yaratılmıştır. “Kulluk” insanın Allah’la ilişkisini belirten bir Kuran kavramıdır. 51-Zariyat Suresi 56. ayette insanların kulluk için yaratıldığı ifade edilmektedir. Bu ilişkinin (Yaratıcı-kul ilişkisinin) nasıl olmasının gerektiği de İslam’da detaylarıyla bildirilmiştir. Anlam, bizim zihnimizin uydurduğu, sübjektif bir illüzyonun peşinde olmak değildir. Fakat her şeyimizi yaratmış olan ve derinden minnettarlık duymamız gereken Yaratıcımızın tayin ettiği şekilde, Onunla gerekli şekilde ilişkide olarak yaşamaktır. Bu, hayatın gerçek bir anlama sahip olmasının yegane imkanıdır. İslam ile hayatın anlamlı olarak yaşanabileceği bir imkan sunulmaktadır.

Âkif, ümmetin yaşadığı akıl tutulmasını, irade zafi yetini, vicdan ataletini görmüş ve gök kubbeye güçlü bir çığlık koyuvermiştir. O, nöbetinde uyuyan sorumsuz bir nöbetçi gibi davranmamıştır. Yangın kulesinin uykusuz nöbetçisi olmuş ve “Yangın var!” diye haykırmıştır. Âkif şiire basıp vahye tırmanmıştır. Şiiri vahye tırmanmak için, basamak olarak kullanmıştır. Âkif, şiiri, içinde Kur’an taşıyacağı bir kap olarak kullanmıştır. İşte bunun için o, Kur’an şairidir. Âkif’in Kur’an tasavvurunu, onun şiirleri içinden seçtiğim yedi beyit üzerinden ele almaya çalışacağım. Bu yedi beyti seçerken Âkif’i yumuşatma kaygısı gütmedim. Âkif’in karakteri neyse odur. Bizim kötü bir huyumuz vardır, biz sevdiklerimizi olduğu gibi kendi hakikatiyle sevmek yerine, onlara biçtiğimiz sahte imajları severiz. Fakir böyle yapmayacak. Onun şiirlerinden bu beyitleri seçerken, onun birileri ne der değil, Allah ne der kaygısıyla hareket ettiğinden eminim. O şöyle diyen biri:

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”

Bu beyit üzerinden Âkif’in söylemek istediklerini şöyle sıralayabiliriz:

İlahî hitaba aracısız muhatab olmak istiyor: Kur’an’ı açıklama iddiasındaki ilimleri ve eserleri Kur’an’a perde yapmıyor. Lafızperestliği reddediyor: “İlham” anahtar kelime. Âkif Kur’an’ı bir hukuk kuralları kodeksi olarak gören bakışı dışlıyor. Kur’an’dan ilham almaktan söz ediyor. İlham, bir kaynağa, tüketmek için değil üretmek için başvurmanın sembolik ifadesidir. Sadece “Ne dedi” diye yaklaşanlar ilham alamazlar. Ancak “Ne demek istedi” diyenler ilham alabilirler. Kur’an’a lafızcı yaklaşanlar için Kur’an, hacmi ve söz dağarcığı ne kadarsa o kadardır. Fakat Âkif gibi yaklaşanlar için Kur’an, anlam debisi sonsuz bir nehirdir. Lafzı bir kez inse de, manası sonsuz kez iner. Kur’an’dan ilham alanlar, lafız ve mana eksenli bir okumayı yeterli görmezler. Bunların yanına maksadı da eklerler. Kur’an’ın insan aklına kapılar açtığını, zihne bambaşka ufuklar kazandırdığını ancak böyle yaklaşanlar fark ederler. “Ayetlerin teşri yönü”, “Vahyin ruhu” gibi kavramlar ancak Kur’an’a Âkif gözüyle bakanlar için bir şey ifade eder. Esasen bu tarz bir yaklaşım, “Onlar Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı?” ilahi fermanının bir gereğidir. Eğer Kur’an’a, askeriyedeki “kullanma talimatı” muamelesi yapılacaksa, üzerinde tedebbür etmeye ne gerek var? Hangi asker Sahra Talimnameleri üzerinde tedebbür eder ki?

Her zamanın bir ruhu olduğunu tasdik ediyor: Evet, bu ilahî bir yasa ve kevnî bir kanundur. Bu konu Kur’an’da “O her an yeni bir iştedir” ayetiyle dile gelir. “Her an yeniden yaratan, yaratmaktan bıkıp usanmayan” anlamına gelen Hallâk ism-i şerifi , bu hakikatin kaynağıdır. Bu ismin tecellisinin farkında olan Âkif, her asrın bir idrakinin olduğunun farkındadır. Her asrın bir idraki varsa, elbette onun içinde yaşadığı asrın da bir idraki vardır. Bu asrın idraki, dünkü asrın idrakiyle aynı değildir. Eğer aynı olsaydı bu kadar vahiy yerine bir tek vahiy gelir, binlerce peygamber yerine bir tek peygamber gelirdi. İnsanlıkla yaşıt risalet sürecinin Kur’an vahyi ile son bulması, liderliğin kişilerden ilkelere geçmiş olduğunun göstergesiydi.

Âkif iki şeyin gerekliliğini söylüyordu:

Doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham almak.
Alınan o ilham ile İslam’ı asrın idrakine söyletmek.

Bu çift yönlü bir hareketti. İlki almak için “Kur’an’a hareket”, ikincisi getirmek için “Kur’an’dan hareket”. Bunun için iki şeyi çok iyi bilmek gerekiyordu

Asrı ve idrakini.
Kur’an’ı ve ondan ilham almayı. Âkif bununla eski din dilinin yerine yeni bir din dilinin gerekliliğini telkin ediyordu. Zira din eskimez, fakat din dili eskirdi. Beyitten yola çıkarak eski din dilinin zaafını da anlıyoruz: Kur’an ile doğrudan irtibat kuramayan, Kur’an’a arz edilmemiş kavramlar dünyasının inşa ettiği bir din dili. Buna mukabil Âkif’in ima ettiği teklif şu olsa gerek: Din dilini, asrın anlama düzeyini (idrak) gözeterek yeniden inşa etmek.

Bazıları, Âkif’in bu muhteşem dizelerini “Modernizm önerisi”, en azından “İslam’ı çağa uydurma arzusu” gibi takdim ediyorlar. Bu eğer bilinçli bir saptırma değilse, önyargılı bir okumadır. Her halükarda çirkindir ve itibarsızlaştırma korosunun değirmenine su taşımaktır. Bunu yapanların bir kısmı Âkif sanki, “Asrın idrakine söyletmeliyiz Kur’an’ı” demiş gibi yorum yapıyor ki, bu düpedüz bir tahriftir ve iftiradır. Âkif Kur’an’ı söyleten değil, Kur’an’ı can kulağı ile dinleyip ona uygun bir hayatı, çağının tanıklığında yaşayan bir adamdır. Onun asrın idrakine İslam’ı söyletmekten kastı açıktır: İslam, diğer inanç sistemleri gibi müzelik değildir. İslam’ın her asra ve çağa söyleyecek sözü vardır. İslam her çağa söyleyeceği sözü müslümanların ağzıyla, eliyle ve haliyle söyler. Âkif’in çağırısı şudur: Ey Müslümanlar! Gelin hep birlikte biz, kendi çağımızda İslam’ın bu asra hitap eden yüksek bir sadakat dili (lisane sıdkın ‘aliyyen) olalım!

“İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için”

Kur’an şairi Âkif bu beyitte Kur’an’ın1 üzerinde ısrarla durduğu bir hakikati dile getiriyor: Kur’an Eski Mısır’ın “Ölüler Kitabı” gibi bir kitap değil, diriler kitabıdır. Bu hakikati Kur’an şöyle dile getirir: “Siz ey iman edenler! O sizi hayat bahşeden bir (diril)işe davet ettiğinde, Allah’a ve Elçi’ye icabet edin!” (Enfal 8:24) Bu ayet, “Gerçek ölüm nedir?” sorusunun cevabını veriyor: Gerçek ölüm, hayattan kopmak değil, hakikatten kopmaktır. “Hayat nedir?” sorusuna vahyin verdiği cevap ise, “hidayettir” şeklinde tecelli ediyor. Vahiy “hayat” derken, maddi hayatı değil manevi hayatı kasteder. Kur’an’ın indiriliş amacı da, manevi ölüleri diriltmektir. Bu hakikati, madden diri olanları manen de diriltmek için indiği halde, ölülere okunması adet haline gelen Yasin suresinin şu ayetlerinden daha güzel ne ifade edebilir:

“Biz ona şiir yeteneği vermedik; bu onun için gerekli de değil: o (vahiy) sadece bir uyarı ve öğüttür; dahası açık ve açıklayıcı bir hitaptır ki bu sayede, (kalben) diri olanları uyarsın ve bunu ısrarla inkâr edenlere karşı verilmiş söz gerçekleşsin.” (Yâsîn 36:69-70)

Kur’an’ın iniş amacı “kalben diri olanları” uyarmaktır. Bunun anlamı, “Kur’an ölülerin değil dirilerin kitabıdır” demektir. Tıpkı Kur’an Şairi Mehmet Âkif’in dediği gibi: Kur’an ve fal… Birbiriyle asla yan yana gelemeyecek iki şey. Fal Kur’an’ın “Şeytan işi pislik” (ricsun min ameli’ş-şeytan) diye nitelediği bir iş. Gerçi Kur’an bu nitelemeyi putların önünde çekilen fal için yaptı, fakat arkasında putlar yok diye fala da nur falan yağmadı. Zira Kur’an “mubin” fal “muğlak”. Kur’an “yakin” fal “zan”. Kur’an’ın “gaybı taşlamak” (racmen bi’l-ğayb) dediği için de, kaçınılması gereken, hatta günah olduğu vurgulanan (inne ba’da’z-zanni ismun) bir zan türü fal. En hafi fi nden spekülatif ve manipülatif bir bilgi türü.

Âkif içinde yaşadığı toplumda sık gördüğü bir durumu şikâyet ediyordu: Birileri Kur’an’la fal bakıyordu. Mesela ev alacak değil mi, rastgele Kur’an’ı açıyor, o sayfada rahmet ayeti varsa alıyor, gazap ayeti varsa almıyordu. Tabi ki bu her zaman böyle masum olmuyordu. Hasmını öldürmek için bile Kur’an falı bakanların hikayeleri dilden dile anlatılır olmuştu. Adam Kur’an falı bakıyor, ahiret ayeti gelmişse Kur’an’dan “cinayeti işleyebilirsin” fetvası almış kabul ediyordu. Bunun ardından Kur’an’ın, fal kitabı olmaktan cincilerin elinde büyü kitabı olmaya geçişi, tahmin ettiğiniz gibi zor olmayacaktır.

Peki, ne olmuştu da bir araya gelmesi asla düşünülemeyecek olan Kur’an ve fal bir araya gelmişti? Kur’an’a hâşâ tombalacının tombala torbası muamelesi yapan bir tasavvuru hangi süreçlerden geçerek üretmiştik? Hayatı inşa etmek için indirilen bir hayat kitabı olan Kur’an’ı ölüm kitabına dönüştürürseniz, varacağınız yer budur. Allah’ın muradını içinde barındıran Kur’an’a siz anlamı olmayan ve teberrüken okunan ölü metin muamelesi yaparsanız, olacağı budur. Tıpkı Fudayl b. Iyaz’ın dediği gibi: “Allah Kur’an’ı kendisiyle amel edilsin diye indirdi; insanlar onu okumayı amel edindiler.

Nitekim yukarıdaki beytin hemen üzerinde yer alan mısralar, bu acı hakikati daha bir vurgulu dile getiriyordu: Ya açar Nazm-ı Celil’in bakarız yaprağına / Yahut üfl er geçeriz bir ölünün toprağına. Günümüz insanı Âkif’in “yaprağına bakma” ile neyi kasdettiğini muhtemelen bilmiyordur. Nereden bilsin, görevi insanları Kur’an’ın anlamıyla buluşturmak olan alimlerden bazılarının, “Kur’an’ın yaprağına bakmak sevaptır” fetvası verdiğini… Evet, bazılarınız kulaklarına inanamayacaktır. Muhtemelen Allah Rasulü bunu duysa o da kulaklarına inanamazdı ‘bıraktığım büyük emaneti’ ne hale getirmişler diye. Ama maalesef Âkif’in yaşadığı dünyada durum buydu.

“Yıkıp şeriatı bambaşka  bir bina kurduk, Nebiye atf ile binlerce herze uydurduk”

Şeriat, Kur’an’ın mü’minlerine talim ettirdiği kurallar bütününe verilen isimdi. Önce bu Kur’anî kavramın içi boşaltılıp, Yahudi ilahiyatındaki “noun” kavramının içeriği ile yeniden doldurulmuştu. Tedvin asrında kelamcılar tarafından yapılan bu büyük yanlışın acısı 20. yüzyılın başında müslümanların burunlarından fi til fi til getirilerek çıkarıldı. Bu mubarek Kur’anî kavram, bin yıldan fazla bir zaman önce üzerinde icra ettiğimiz semantik operasyona kurban gitmiş, İslam’a hasım olan birilerinin eliyle 20. yüzyılda ‘sabıkalı’ hale getirilmişti.

Âkif hem bizim yaptığımız semantik müdahalenin acısını, hem de bu müdahaleyi bahane ederek bu Kur’anî kavrama leke sürülmesinin acısını hissediyor. İşte bu beyit onun bu hissini ortaya koyuyor. Âkif’in şeriat gibi, yatağını vahyin açtığı gürül gürül akan bereketli bir nehrin içini zibille dolduranın başkaları olmadığını, bunu bizim yaptığımızı itiraf ediyordu. İşte Âkif’i hakikatin yüksek dili yapan budur. Nebi’ye atf ile binlerce herze uydurulduğunu söyleyen çoktur. Bunda orijinal bir şey yok. Fakat uydurularak üzerine “nas” yazılan her malzemenin, İslam’ın yerine ikame edilen sahte bir din olduğunu fark etmek orijinaldir. Âkif zımnen indirilen dinin karşısına uydurulan dinin konulduğunu söylüyordu; “bambaşka bir bina kurduk” derken.

Nebi’ye atfen uydurulanları meşrulaştıran geleneksel spekülatif bilgi sistemine karşı, Âkif Kur’an’ın Haşr 22’de dile getirdiği yakîn bilgi sistemini savunuyordu. Kur’an’ın bilgi sisteminin iki ayağı vardı: Gayb ve şahadet. Gayb imanın, şahadet ilmin konusuydu. Mü’min için gayb vahiy ile şahadet taakkul ile yakîne dönerdi. Bu iki ayağın dışında zannî bir bilgi ayağı kurmak, yeni bir bina kurmaktı. Âkif, Nebi adına uydurulanların, sahibi Allah olan dinin yerine, sahibi beşer olan dini geçirmek demeye geldiğini fark eden ender şahsiyetlerden biriydi.

Mustafa İslamoğlu

Tarihselcilik, insanın, toplumun ve dinin tarihinde tarihsel koşullara aşırı rol biçen ve neredeyse her şeyi tarihsel olana indirgeyerek yorumlayan bir tutum. Alman yorum geleneği bu aşırı indirgemeciliği eleştirmek için tarihsele (historismus) pejoratif bir ek getirerek tarihselci (historisismus) kelimesini türetmiştir.

Tarihselcilik Kur’an’ın evrensel değerleri de içerdiğini kabul etse de indiği dönemin Arap kültürünün Kur’an üzerinde bir belirleyiciliği bulunduğunu, dinin bu kültür içinde doğmuş, yaşanmış, yorumlanıp biçimlendirilmiş olduğunu söyler. Kur’an insanın aklına ve vicdanına yabancılaşan yasasız (ümmi) bu yerleşik yapıyı, karanlığın hegemonyası (Maide, 49); hukuksuzluk düzeni (Fetih, 26); kötülüğün kaynağı (Müddessir, 5) olarak tanımlar ve oradan radikal bir kopuş talep eder. Dolayısıyla reddedilen ve kaldırılması için mücadele verilmesi istenen tarihsel-toplumsal koşulların Kur’an vahyinin karakterini belirlediğini ve her şeyin orada şekillenip bitirildiğini nasıl söyleriz? Daha da önemlisi, vahyin tarihe müdahalesine akıl, mantık, ahlak eşlik etmiyor mu? Ahlaki kaygı gözetmeden, sırf olan bitenin fotoğrafını çekmek için mi iniyor Kur’an vahyi? 

Tam tersi. O fotoğrafın gösterdiği sefaleti geride bırakmak için. Bunun için de Kur’an tarihsel koşulları aşacak insanın önüne bir gelişim diyalektiği koyuyor: Geçmişe karşı gelecek (ûlâ-ahiret); kaosa karşı yasa (fitne-din); hukuksuzluğa karşı güven (hamiyye-sekîne) gibi. Kadının kaderini erkeğin iki dudağı arasına yerleştiren ataerkil kültürü bir kadının (Havle’nin) nasıl yerle bir ettiğini gösteren Mücadele Suresi bu hukuksuz düzeni değiştirme iradesinin tipik örneğidir.

Tek başına bu olay bile, Kur’an vahyinin hazır bulduğu olguları/durumları ‘hak’ ‘hakikat’ ‘hakkaniyet’ değerlemesine göre yeniden hizaladığını gösterir. Peygamberler de bu kriterlere göre insanlar arasında hükmetmekle sorumludurlar (Bakara, 213). Böylece Kur’an tarihsel olanın belirlediği değil tarihsel olana şekil veren gerçek bir aktörle, insanla ve insanı yönlendiren tarihî değerlerle buluşturur bizi.

İSLAMİ KİMLİĞİ DEĞİL HAKİKATİ ÖNE ÇIKARMALI

Aslında İslam, siyasal, ekonomik, vs. bir sistemle değil bireyle ilgilenir. Sistemlere de bireyler üzerinden etki eder. İşin kötü yanı dinlerin sistemler özellikle de siyasal sistemler üzerindeki etkisi azalmadı, aksine arttı. Teo-strateji adıyla sayısız çalışma var bugün. Dinin insanları avutarak içine çeken makro bir sistem olarak pazarlandığı bu yapılar içinde bireyin hakkı-hukuku, özgürlüğü, onuru ikinci plana itilebilmektedir. A. Süruş’un ‘hakikat İslam’ı’ ile ‘kimlik İslam’ı’ arasındaki ayrımı bu riske dikkat çekmektedir. Hakikati değil de kimliği öncelediğimizde, başkaları kendi hakikatlerini inşa ederler. Adı bugün ateizm, deizm olur yarın başka bir şey.

BATI TOPLUMUNDA YAŞANAN KRİZ

Hz. Peygamber’in vefatıyla İslam toplumunun kim tarafından ve nasıl yönetileceği konusunda bir tartışmanın yaşanması; yönetime gelen dört halifenin de göreve geliş tarzının birbirinden farklılığı, devletle ve yönetimle ilgili hususların dinî bir nitelik taşımadığını, siyasal alanın şartlara göre düzenlenmesinin Müslüman bireylere bırakıldığını gösterir. Ulemanın Hz. Peygamberin elçiliği (tebliğ), devlet başkanlığı (imâmet), yargılaması (kadâ) ve fetva vermesi (iftâ) arasında ayrım yapması bundandır. Tebliğini ve fetvalarını peygamberlik görevinin parçası saymış, devlet başkanlığını ve yargılamalarını ise bütün zamanları bağlayan uygulamalar olarak görmemişlerdir.

Laikliğin Batı’da bir kriz çözümü olarak ortaya çıktığını unutmamak gerekir. ‘Son kralı son papazın bağırsaklarıyla asın’ diyen Fransız devrimcilerini kilise karşıtı yapan kavgalardı bunlar. İç savaşların bezdirdiği Batı, dini tasfiye etmekle kontrol etmek arasında gitti geldi ve nihayetinde Fransız tipi laiklik denilen ve dinin kontrolüne dayanan bir laikliği benimsedi.

DEĞERLERİNE YABANCILAR

Türkiye hariç İslam ülkelerinin tamamı sömürge-sonrası toplumlar olmanın travmalarını üzerlerinden atamadılar. Irksal olarak kabilelere, dinsel olarak mezheplere bölünmüş olmaları onları demokratik kültür, çoğulculuk, tolerans, liyakat gibi çağdaş yaşamı kuran bütün değerlere yabancılaştırmaktadır. Kurtulmak istedikleri olumsuz şartların devamını sağlayan bu olumsuzlukları zihinlerinden ve yüreklerinden atmadan bir değişim zor görünmektedir. Zira ilahi yasa öyle buyurur: “İnsanlar içlerinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez” (Rad’, 11).

Oku bile atabilmek için yayı geri çekeriz

İnsan alışkanlıklar/gelenekler varlığıdır. Hep bildiklerini yineleyerek hayatta var olmanın imkânını ve güvenini keşfettikten sonra, bunu hayatının normaline dönüştürür. İnsanın yeni olana direnmesinin ardında bu vardır. Ama biliriz ki bir oku atabilmeniz için yayı tersine çekip germeniz gerekir. Yeni, başka ve daha fazla bir şey istiyorsak, dozunda bir gerilime imkân vermemiz gerekir. Yeter ki bu gerilim katılımcı, çoğulcu, özgürlükçü, adil, merhametli, haktan ve hukuktan yana, yok etmeye değil yaşatmaya ayarlı koruyucu değerler kelimetü’t-takva (Fetih, 26) altında iş görsün.

Geçmişten faydalanmak ve eleştirmek önemli

İmam Mâtürîdî’nin özgür iradeyi, içtihadı/aklı/re’yi savunması; bunlarla, dinin akla, mantığa ve tecrübeye kapalı dogmatik bir yapıya dönüştürülmesini engelleme çabası; alemde hikmeti/ yasalılığı kabulü; delile dayalı inancı savunması; ahlaki yargıların, doğruluk değerine de dikkatimizi çekmesi; insan fıtratının ayartılma riskine karşı aklın doğrularını önermesi; te’vil yöntemiyle çoğulcu metin yorumunun önünü açması; içtihadî ve örfi nesh kavramlarıyla, gerekçesi ortadan kalktığında mevcut hükmün yerine yenisini üretmede insana inisiyatif vermesi onu yaratıcı bir düşünür olarak öne çıkarmaktadır. Bugünümüzü kurarken geçmişin güçlü damarlarından yararlanmak hak, varsa bir yanlış işaret etmek vazifedir. Bu, bilimselliğin gereğidir.

Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün

25.01.2023

Ne imtihanlar misafir ettim bir bilsen hiç hesapta yokken, iyi ki acımı hafifletecek dualar ezberlemişim küçükken…

Umut var mı? Dua varsa umut var. Zira Allah varsa her şey var…

Ey Allah’ım; Recep ve Şabanı bize mübarek kıl, bizi Ramazana kavuştur

Comments are closed.