logo

İnsanlığı anlamak, her insandan daha kolaydır.

İÇİNDEKİLER

PSİKOLOJİK STRES

İLİŞKİ VE İSTİSMAR

İNSAN NEDEN HAKARET EDER / DEDİKODU

DİSGRAFİ NEDİR

KARAR VERMEK NEDEN ZOR

KRONİK / MAJÖR DEPRESYON / ENDİŞE VE BEYİN

MİMETİK ARZU

HAYATTA KALMANIN SUÇLULUĞU

BOŞLUK HİSSİ VE ACI

İNSANI ANLAMAK

Gençlerle Anlaşmanın Püf Noktaları | Alişan Kapaklıkaya – Eğitim Atölyesi (20. Bölüm)

Ekran Kontrolünüzü Ele Geçirin – Mehmet DİNÇ & Tuğba ŞENGÜL

Siz Kimsiniz? Özünüzü Keşfetme Yolculuğu

Zor İnsan TipiÖzellikleriBaşa Çıkma Yolları
Asabi ve AgrasiflerHer şeye çabuk sinirlenirler, saldırganlaşırlar, rencide etmekten kaçınmazlarSakinliğinizi koruyun, saldırgan tutumlarına karşılık vermekten kaçının
MağdurlarSorumluluk almaktan kaçarlar, basit olayları bile dramatize ederlerOlayları gerçekçi bir şekilde onlarla değerlendirin, sorumluluklarını hatırlatın
MızmızlananlarKüçük istekleri bile yerine gelmese yüzleri asılır, küserlerEmpati yapın, sabırla dinleyin, gerektiğinde onları rahatlatın
Çok BilmişlerHer konuda fikirleri vardır, hatalarını kabul etmezlerKonuları tartışmaktan kaçının, haklarını teslim edip diğer konulara geçin
UkalalarKendilerini herkesten üstün görürler, kontrolcüdürlerOnların görüşlerine değer verin, kendinize ait düşünceleri savunurken dikkatli olun
Pasif AgrasiflerDikkat çekmeye çalışırlar, suçlanma duygusuna sahiptirlerOnları anlamaya çalışın, gerektiğinde destek olun
Kendini BeğenmişlerKendilerini en önemli kişi olarak görürler, eleştiri kabul etmezlerSaygılı bir dil kullanın, onlarla rekabet etmeyin
Sürekli YakınanlarProblemlerini sürekli dile getirirler, sevinci paylaşmayı sevmezlerOlumlu bir dil kullanarak onları teselli edin, olumlu konulara yönlendirmeye çalışın
Manipülatiflerİnsanları kendi amacı doğrultusunda yönlendirirler, yalan söylemekten çekinmezlerOnların manipülasyonlarından etkilenmekten kaçın, doğruları savunun
KıskançlarBaşkalarının başarılarını çekemezler, haksız yere eleştirirlerBaşarılarını paylaşırken dikkatli olun, onların başarılarını takdir edin

Gün geçtikçe hayatımız zorlaşıyor. Yoğun iş temposu, trafik, gelir problemi ve gelecek kaygısı gerginliklerimizi alevlendiriyor. Biraz da küresel ısınma, çevre sorunları, hayvan hakları gibi konularda duyarlı isek yaşam enerjimiz iniş eğilimine geçiyor. tüm bu olumsuzlukların içinde bizi en çok yoran ise insan ilişkileri diyebiliriz. Neden mi? Çünkü sıraladığımız diğer tüm sorunların belirli çözümleri var.

Söz konusu insan olduğunda akan sular duruyor. İnsanı özetleyen bir formül yok, karakterleri bir kalıba dökmek mümkün değil. Bazen ne yaparsak yapalım aynı frekansı tutturamadığımız insanlarla karşılaşabiliyoruz. Onlara, mahallemizde, okulda, iş yerimizde daha da kötüsü evimizde rastlamak mümkün. Köşe bucak kaçtığımız, alttan alsak da kurtulamadığımız, tüm çözümlerimizi çözümsüz bırakan bu insanlarla ilişki kurmak oldukça meşakkatli. 

Çabaladıkça kendi enerjimiz düşüyor. Aurası tamamen negatif olan bu insanlar ya mutsuzluktan besleniyorlar ya da ukalalıktan. Her iki durumda da çekilmez olduklarını söylemek yanlış olmaz. Kendilerini seven, sevmeyen herkesin sınırlarını zorlar bu insanlar. “Zor insan” denmesi de bu yüzdendir. Adeta olumlu enerjimizi emen vampirler gibidirler. En iyisi onları görünce “Eyvah yine geliyor!” diye kaçmak sanırım. Kaçarken çevrenizdekileri de uyarmayı unutmayın ki onlar da kaçabilsin.

Zor İnsan Ne Demek?

Her insanın olumsuz karakter özellikleri olabilir. Bu gayet normaldir. Zor olduğumuz anlamına gelmez. Tuzumuz biberimizdir küçük huysuzluklarımız. Bir şeyler ters gittiğinde agrasifleşen ve hatayı hep başkalarında arayan kişiler zor insanlardır. Zor insanların bazı karakter özellikleri kalıplaşır, uyum sorunu yaşarlar ve hem kendileri hem de karşılarındaki için durumları kaotikleştirirler. Onlarla ilişki kurmak zor, vakit geçirmek ise eziyettir. Zor insanı kısaca tanımlayacak olursak düşünce ve davranışları nedeniyle ilişki kurmakta zorlanan kişilerdir diyebiliriz. “Geçimsiz insan” olarak da nitelemek mümkündür. Fazla hırslı, inatçı, kaprisli, agrasif, dinlemeyi bilmeyen, sabit fikirli, kaprisli diye de detaylandırabiliriz. Günlük hayatımızda zor insanları tanımak güç değildir. Çevresinde olup bitenleri çarpıtarak algılıyorsa ve aşırı duygusal tepkiler veriyor, sosyal ortamlarda sorun çıkarıyorsa o kişiye “zor insan” demek doğru olur.

Aslında “zor” insan diye etiketlediğimiz kişilerin neden zor olduğunu anlamaya çalışmalıyız. Ne yaşadılar da zor oldular? Hani Yeşilçam filmlerinde huysuz dedeler, nineler vardır ya; bahçelerine giren çocukları kovalarlar. Tüm mahalle çekinir onlardan. Oysa kalpleri yaşadıkları nedeniyle kabuk bağlamıştır. O kabuğu kaldırabilseniz pamuk gibi bir insanla karşılaşırsınız. Biz de zor dediğimiz insanları anlamaya çalışmalıyız. Anne ve baba ilişkilerinde mi sorun var? Davranışlarının nedeni bilinçaltına attıkları bir sorun ya da yaşadıkları bir travma olabilir mi? Hayal kırıklığı, aldatılma, terk edilme ve daha bir çok duygu ile baş edemiyorlardır belki. Yeniden kırılmamak için, aldatılmamak için, terk edilmemek için ördükleri duvarlardır bize zor görünen. Her ne olursa olsun zor bir insanla karşılaştığımızda kendimize öncelikle şu soruları sormalıyız:

  • Zor insanın bu tutum ve davranışları hep var mıydı?
  • Bu durum bir olay sonrasında başladı ve geçici mi?
  • Bu kişinin benim hayatımdaki rolü ve değeri ne? 
  • Onunla iletişim kurma çabama değer mi?
  • Çabalarımızın o kişiye faydası olur mu?
  • İletişimi kessem ona, çevresine ve bana bir zararı olur mu?

Cevaplarınız davranışlarımızı yönlendirecektir.

Zor İnsan Tipleri

Zor insan tipleri her zaman her yerde farklı kimliklerle karşımıza çıkabilir. Örneğin; gece yarısı çamaşır makinası çalıştıran komşu, sürekli yakınan bir eş, hastalık hastası bir akraba, banka sırasında öne geçmeye çalışan bir müşteri, yerli yersiz arayan bir arkadaş vb. Zor insan tiplerini sınırlandırmak zor olsa aşağıda listeleyeceğim başlıklarda gruplandırmak mümkündür.

  • Asabi ve agrasifler: Her şeye çabuk sinirlenirler. Karşılaştıkları olumsuzluklara saldırganlaşırlar. Rencide etmekten kaçınmazlar.
  • Mağdurlar: Sorumluluk almaktan kaçarlar. Başlarına gelen en basit olayları bile dramatize ederler. Kendilerine acındırmaya bayılırlar.
  • Sızlananlar, mızmızlananlar: Çocuk gibi davranırlar. Küçücük istekleri bile yerine gelmese yüzleri asılır. Küser ya da duygu sömürüsü yaparlar, alınırlar ve kırılırlar. Böyle bir ev arkadaşınız olduğunu bir düşünün maazallah…Hele ki hayat arkadaşı (!)
  • Çok bilmişler, bilmiş geçinenler: Bilsin bilmesin her konuda fikirleri vardır. Daha da kötüsü fikirlerini savunmaktan asla vaz geçmezler. Hatalarını kabul etmezler. Her şeyi yapabildiklerini iddia ederler.
  • Ukalalar: Her şeyin en iyisini onlar bilir. Kendilerini herkesten üstün görürler. Ne söylesek çürütmeye odaklanırlar, kontrolcüdürler. Bu kişilerle inatlaşmak deveye hendek atlatmaya benzer. En iyisi onlara danışıp görüşlerini almaktır. O zaman en az zararla çıkabilirsiniz.
  • Pasif agrasifler: Temelinde suçlanma duygusu yatar. Özgüvenli şekilde kendilerini ifade edemezler. İsteklerini, ihtiyaçlarını ve duygularını ima yoluyla ifade ederler. Agrasif düşüncelerini olumsuz şekilde dışa vururlar. 
  • Memnuniyetsizler: Kimseye güvenmezler. Bu nedenle sürekli başkalarını suçlarlar. Yapılan hiçbir şeyden memnun olmazlar.
  • Dalga geçip aşağılayanlar: Eksikliklerinin ve komplekslerinin üzerini örtmek isterler. Bunun için karşılarındaki kişinin eksikliklerini bulup her fırsatta dile getirirler.

Zor insanlar sınırları ihlal etmekten zevk alırlar. Hele ki yönetici pozisyonundaysalar geçmiş olsun. Psikolojik mobbinge hazırlıklı olun. Ne söylerseniz söyleyin zor olduklarını kabul etmezler. Karşısındaki kişilerin duygu ve düşüncelerini dikkate almazlar. Kin tutarlar, şüphecidirler, öfkelerini kontrol edemezler. 

Bu tarz insanlarla ilişkiye devam etmek eziyete dönüşebilir. Sınırlarınızı koyabilir ve sabredebilirseniz en az hasarla kurtulursunuz. Bunu başaramazsanız, üstelik zor kişi çok yakınızda ise, profesyonel destek alma vaktiniz gelmiş de geçiyordur. 

Zor İnsan Tipleri İle Nasıl Başa Çıkılır? 

Geçinilmesi zor insanlarla birlikte yaşamak ve çalışmak oldukça güçtür. Bu insanlarla sağlıklı ilişki kurabilmek çoğu zaman mümkün değildir. En iyisi onlardan olabildiğince uzak durmaktır. Polemiğe girmemek gerekir. Onları değiştirmeye çalışmak, boyun eğmelerini istemek ya da onlara boyun eğmek gibi davranışlar çok yanlıştır. Sakin ama kendimizden emin şekilde hareket etmeliyiz. Esnek bir tutum sergilemeli ve hoşgörülü olmalıyız. Bu yaklaşım tarzıyla çatışmaları olabildiğince engelleriz. Zor insan dediğimiz kişi vaz geçemeyeceğimiz biriyse durumun vahamiyeti artar. En kötüsü eşimiz, annemiz, babamız, patronumuz ya da çocuğumuzun zor insan olmasıdır.

Onlarla iletişim kurarken kendi davranışlarımızı da sorgulamamızda fayda var. Aile Danışmanı, Yaşam Koçu ve benzer meslek üyelerinden yardım almak faydalı olabilir. Profesyonel bakış açısı bizim de bakış açımızı genişletir. Belki de ilişkimizi zorlaştıran nedenlerden biri bizim davranışlarımızdır. Onların davranışlarını kişileştirmek hata olur. Onların zorluğu sadece bize karşı değil ki. Herkese karşı zorlar ve her yerde, her ortamda zorlar. 

Diyelim ki ne yaparsak yapalım kendimizi anlatamıyoruz. Üstelik öfkemizi kontrol edememeye başladık. Peki ne yapmalıyız. Bağırıp çağıralım mı? Kırıp dökelim mi? Bu konuda standart bir reçete sunmak mümkün olmasa da bazı önerilerde bulunmak isterim.

  • Sınırlarımızı belirlemek işe yarayabilir. Özellikle kırmızı çizgilerimizi dürüst ve açık şekilde ifade etmeliyiz.
  • Zor insanla yaşadığımız sorunlara takılıp kalmamalıyız. Bunun yerine çözüme odaklanmak daha faydalı olacaktır.
  • Muhtemelen karşınızdaki size oluşturduğu zorlukları yadsıyacaktır. Tartışmaya girmekten kaçınmalıyız.
  • Mutlu olacakları konuları bulmalarını destekleyebiliriz. “Peki ne yapmamı istersin? Sence nasıl davranmalıyım?” soruları onları düşünmeye sevk edecektir.
  • Kişiyi genel olarak değerlendirmek ilişkiyi daha da çıkmaza sokabilir. Bunun yerine sadece bir davranışı ele almak daha faydalı olacaktır. İstediğimiz değişikliği sağlayabilirsek bir sonraki aşamaya geçebiliriz.
  • Geçmişte yaşadığımız sorunları unutmaya çalışıp mevcut probleme odaklanmalıyız.
  • Gerekirse bir uzmandan yardım almalıyız.

Geçinilmesi zor insanlar doğru yönlendirilirse özellikle iş yaşamında avantajlı olabilirler. Bunun için ilişkiler ve çatışmalar iyi yönlendirilmelidir. Zor insanların kendilerine özgü üstünlükleri vardır ve bu üstünlüklerini bilinçli şekilde kullanmak gerekir. Ayrıntıların ve detayların önemli olduğu işlerde başarılı olabilirler; Arkeoloji, gizli müşteri, kalite değerlendiriciliği vb. Başarı onlara iyi gelecektir.

A ve B Tipi Kişilikler

A tipi ve B tipi kişilik ilk olarak iki kardiyolog Meyer Friedman ve Rosenman tarafından gözlemlenmiştir.  Friedman ve Rosenman kardiyolojinin bekleme odasında hastaların iki tip davranış sergilediğini gözlemlediler. Bunların birini A diğerine ise B kişilik yapısı olarak adlandırdılar. A tipi davranış biçiminde olan kişiler kendilerini sürekli olarak bir mücadele içerisinde hisseden ve en kısa zamanda en çok şeyi elde etmeye çalışan, yoğun dürtüleri olan, saldırgan denebilecek yapıda, ihtiraslı kişilerdir. Pek çok güdüye sahiptir ve mümkün olduğu kadar çok kısa sürede ve mümkün olduğu kadar çok fazla başarılı olmak istemektedir. B tipi davranış biçimine sahip bireyse, tersine daha az rekabetçi, işine kendisini daha az adayan ve zamana karşı daha az duyarlıdır. Bu tür insanlar zamanla daha az çatışma halindedir ve yaşama karşı daha dengeli ve rahat bir yaklaşım içindedir. Kararlı bir hızda çalışır ve kendini daha fazla güven içinde hisseder. B tipi kişinin A tipi kişiden daha çok ya da daha az başarılı olduğu söylenemez. Aslında bir insanda tamamen bir A ya da B tipi kişilik olması daha düşük olasılıktır. Kişiler genellikle iki tip davranış biçiminin de belli özelliklerine zaman zaman sahip olurlar.  

A Tipi Kişiliklerin Davranış Özellikleri

  • Hareketlilik: Bu kişiler çoğunlukla kendilerini diğer insanlara göre çok daha enerjik hissederler. Konuşmalarını belli bir noktaya yönelik sürdürürler ve bazı kelimeleri patlayıcı olarak vurgular, sık ve kuvvetli jestlerle konuşurlar. Aslında bu kişiler tatilde oldukları dönemlerde dahi hareketsizliği sevmezler. Çabuk olmayan insanlara kızarlar. Oturarak sessizce durmakta güçlük çekerler. 
  • Dürtü ve İhtiras: Bu kişiler kendileri ve başkaları için yüksek beklentiler koyarlar ve bunun gerçekleşmemesi gibi durumlarda aşırı rahatsızlık duyarlar. Başarı az keyif verir, keyif verici olan harekete geçmektir. Bu kişilerde yüze yansıyan psikomotor işaretler de (çatık kaşlar, asık bir surat gibi) sıklıkla görülür.  
  • Rekabet, Saldırganlık ve Düşmanlık Duyguları: Bu kişiler kendileri ve başkalarıyla ilgili sürekli bir yarış içindedir. Rekabet duygusu ortam fark etmeksizin her şekilde, herkese karşı ortaya çıkar ve daima kazanmak isterler. Düşmanlığa dair duygu ve davranışlarını saklamaya çalışmalarına rağmen sıklıkla yüzeye çıkabilmektedir.  
  • Zaman Baskısı: Bu kişiler zamanın zorlayıcılığı altında sonsuz bir mücadele içinde gibidir. Devamlı olarak daralan bir zaman aralığında her an daha fazlasına ulaşmayı arzularlar. Bölünme, gecikme ve beklemelere karşı aşırı sabırsızdırlar.  
  • Tek Açılı Kişilik: Bu kişiler çoğunlukla kendisiyle aşırı meşgul ve benmerkezcidir. Hayatın diğer cephelerini ve ailelerini ihmal ederek kendilerini işlerine vermişlerdir.  

Neden Zararlıdır?

Araştırmalar göstermiştir ki; koroner kalp hastalığı geçiren kişilerin yaklaşık olarak %70’i A tipi davranış biçimine sahiptir. Hatta bu kişilik tipindeki insanlar sigara içmemeleri, normal tansiyona sahip olmaları ve ailelerinde koroner kalp rahatsızlığının olmaması durumlarında dahi B tipi kişilik yapısına göre daha fazla kalp krizi geçirmektedirler. Aynı zamanda bu kişilik yapısına sahip insanlar bir problemin çözümü sırasında B tipi kişiliklere oranla 40 kez daha fazla kortizol ve 4 kez daha fazla adrenalin salgılamaktadır. Araştırmalar bu kişilerin şeker hastası olmaya daha yatkın olduklarını ve tansiyonla ilgili sıkıntılar çektiklerini de göstermiştir. Türkiye’de ölen her üç kişiden birinin kalp krizinden öldüğü göz önüne alındığında bu kişilik yapısının ve eğer mümkünse değişiminin ya da nasıl mücadele edineceğinin bilinmesinin önemi daha net anlaşılmaktadır.  

C ve D Kişilikleri

Daha sonra A ve B kişiliklerin yanına C ve D kişilikler eklenmiştir. Öncelikle C tipi kişilikler de A tipi olanlara benzer şekilde işlerine bağlı, düzenli, güvenilir ve çalışkan kişiliklerdir. Onlar da kendileri ve başkalarının uyması için yüksek standartlara sahiptir. Bunlara uyulmadığı zaman ise hayal kırıklığı yaşamaktadırlar. C tipini A tipi kişiliklerden ayıran ise onların iş yapmada önem verdikleri kısımdır. A tipi kişilikler “yapılacaklar listesi” takip edip belli bir zaman kısıtlaması içerisinde bir şeyleri başarmayı amaçlarken, C tipi kişiler yapılan işlerin kalitesine odaklanmaktadır. İşi tamamlamak kadar önem verdikleri diğer durum işi olabilecek en iyi şekilde tamamlamaktır. D tipi kişilikler ise; normalden daha kaygılıdır ve önemsiz şeylerle ilgili de endişelenme eğilimindedir. Bu kişiler genellikle kendi öfkelerini ifade etmez. Bu kişiler stres yaşamaya meyillidir, kaygı ve depresyona yatkındır. Bir kişi “Ben kolayca öfkelenirim, stres yaşarım” gibi cümlelere “Evet” deme eğilimindeyse bu D tipi bir kişiliğin belirtisi olabilir. Yakın zamanlarda yapılmış çalışmalarda, psikologlar D tipi karaktere sahip kişilerde fiziksel ve ruhsal sağlığın sıkıntılı olduğunu ve bu kişilerin depresyon geçirme olasılıklarının yüksek olduğunu bulmuştur bunun sebebi olarak da onların kendi negatif duygularını dışarı aktarmak yerine içeri attıklarını ve başka semptomlar geliştirdiklerini göstermişlerdir.

Psikolojik Stres Nedir?

Psikolojik stres, bireyin karşılaştığı zorlayıcı durumlar veya olaylar nedeniyle ortaya çıkan bir tepkidir. Birey kendisinden talep edilenlerin baş edebileceğinden fazla olduğunu düşündüğünde verdiği duygusal ve fizyolojik tepkiye psikolojik stres denir. Stres genellikle çevresel, sosyal veya kişisel faktörlerden kaynaklanır ve kişinin duygusal, zihinsel ve fiziksel sağlığını etkileyebilir. Stres, günlük yaşamda karşılaşılan belirsizlikler, beklentiler, başarısızlık korkusu, ilişki sorunları, iş kaynaklı baskılar, mali sıkıntılar gibi birçok farklı nedenle ortaya çıkabilir.

Psikolojik Stresin Belirtileri

Stres deneyimi ve belirtileri kişiden kişiye farklılık gösterebilir ancak yaygın semptomları duygusal, zihinsel ve fiziksel belirtiler olarak 3 ana grupta toplanabilir:

  • Kaygı
  • Öfke
  • Depresyon
  • Dikkat eksikliği
  • Konsantrasyon güçlüğü
  • Unutkanlık
  • Karar verme zorluğu
  • Baş ağrısı
  • Kas gerginliği
  • Uyku sorunları
  • Yorgunluk
  • Sindirim sorunları
  • İştah değişiklikleri
  • Kalp çarpıntısı

Psikolojik Stres ve HPA Ekseni

Özellikle hipotalamus-hipofiz-adrenal (HPA) ekseni dahilindeki mekanizmalar stresi anlama konusunda önemli bir rol oynar. Aynı şekilde stresi anlamak da hipotalamus-hipofiz-adrenal (HPA) ekseni dahilindeki mekanizmaları anlamak için önemlidir. HPA ekseni, stres nedeniyle aktive olduğunda kortizol salınımı vücudu savaş ya da kaç tepkisi için hazırlar. Bu tepki, kalp atış hızındaki artma, yükselen kan basıncı ve enerji için glikoz kullanılabilirliğinin artması gibi fizyolojik değişiklikleri içerir. HPA ekseni, stres tepkisinin düzenlenmesinde rol oynayan karmaşık bir nöroendokrin sistemdir. Bu sistem, hipotalamus, hipofiz bezi ve adrenal bezler arasındaki etkileşimi içerir.

1. Hipotalamus

Hipotalamus, HPA ekseni için kontrol merkezi olarak görev yapan beyindeki küçük bir bölgedir. Stres veya algılanan tehditlere yanıt olarak kortikotropin salgılayan hormonu (CRH) salgılar. CRH daha sonra hipofiz bezine sinyal gönderir.

2. Hipofiz Bezi

Beynin tabanında bulunan hipofiz bezi, CRH sinyaline yanıt olarak adrenokortikotropik hormon (ACTH) salgılar ve bu hormon kan dolaşımına yayılır. ACTH, adrenal bezlere gider.

3. Adrenal Bezler

Böbreklerin üstünde bulunan adrenal bezler, başlıca stres hormonu olan kortizolü salgılar. Kortizol, enerjiyle başa çıkmak için vücudun kaynaklarını harekete geçirmede önemli bir rol oynayan bir glukokortikoid hormondur. Kortizol; metabolizma, bağışıklık fonksiyonu ve kardiyovasküler fonksiyon gibi çeşitli vücut sistemlerini etkiler.

Kronik Stres ve HPA Ekseni İlişkisi

Kronik veya uzun süreli stres, HPA ekseni düzensizliğine yol açarak kortizol düzeylerinin uzun süre boyunca artmasına neden olabilir. Bu durum, bellek, dikkat ve karar verme yetenekleri üzerinde olumsuz etkilere sahip olabilir. Kortizol düzeyinin aşırı yükselmesi, ruh hali bozuklukları gibi duygusal sağlık sorunlarına daha duyarlı olma ile bağlantısı bulunan HPA ekseni düzensizliğiyle ilişkilendirilir.

Glukokortikoidler

Kortizol gibi, vücutta doğal olarak üretilen steroid hormonlardır. Kortizol, stres durumlarında salgılanan bir glukokortikoiddir ve birçok fizyolojik süreci düzenlemekle görevlidir. Psikolojik stres, vücutta glukokortikoid seviyelerinde artışa neden olabilir ve bu da bir dizi nörobiyolojik etkiye yol açabilir.

Glukokortikoidlerin Stres Tepkisindeki Rolü

Hipotalamus-hipofiz-böbrek üstü bezi (HPA) aksı olarak bilinen bir dizi hormonal sinyalizasyon yoluna dayanır. Stres, hipotalamustaki kortikotropin salgılayan hormonun (CRH) salınımını uyarır.

CRH, hipofiz bezinde kortikotropin salgılayan hormonu (ACTH) serbest bırakır, bu da adrenal bezlerde kortizol salgılanmasını tetikler. Kortizol, vücudun birçok dokusunda etkisini gösterir. Özellikle glukokortikoid reseptörlerine (GR) bağlanarak hücresel yanıtları düzenler.

Kronik Stres ve Kortizol İlişkisi

Kronik kortizol salınımı, bağışıklık sistemini baskılayabilir ve enfeksiyonlara ve hastalıklara karşı daha duyarlı hale getirebilir. Kortizol enerji depolama ve kullanımını etkiler ve kortizolün uzun süre yüksek seviyede olması özellikle karın bölgesinde kilo artışına neden olabilir.

Psikolojik Stresin Nörobiyolojik Etkileri

Birçok mekanizmanın kombinasyonu, psikolojik stresin glukokortikoidler aracılığıyla beyindeki nörobiyolojik etkilerine katkıda bulunur. Bununla birlikte stres ve glukokortikoidlerin etkileşimi oldukça karmaşık bir konudur ve stresin beyin üzerindeki etkileri tam olarak anlaşılmamıştır. Bu alanda araştırmalar devam etmektedir ve gelecekte daha fazla bilgi elde edilmesi beklenmektedir.

1. Amigdala Aktivasyonu

Amigdala, duygusal tepkilerin düzenlendiği beyin yapısıdır. Stres durumunda amigdala hiperaktivasyonu gözlenir. Glukokortikoidler, amigdalada kortikosteroid reseptörleri (GR) ile etkileşime girerek amigdaladaki duygusal yanıtları düzenler.

2. Hippokampus Hasarı

Kronik stres, hipokampal bölgede yapısal ve fonksiyonel değişikliklere neden olabilir. Kortizolün hipokampüs üzerinde toksik etkileri olabilir ve bu, stresin bellek ve öğrenme yeteneklerini olumsuz etkileyebileceği anlamına gelir.

3. Prefrontal Korteks Baskılanması

Prefrontal korteks (PFC), düşünme, karar verme ve duygusal düzenleme gibi üst düzey bilişsel işlevlerden sorumludur. Stres, PFC’nin aktivitesini azaltabilir ve bu da bilişsel kontrolün bozulmasına ve duygusal tepkilerin düzenlenmesinde zorluklara yol açabilir.

4. Nöroplastisite Değişiklikleri

Stres, nöral bağlantılarda ve sinaptik plastisitede (nöroplastisite) değişime neden olabilir. Kortizol, sinaptik bağlantıların gücünü ve yapısını etkileyebilir ve bu da stresin beyin devrelerinde uzun süreli etkilerine katkıda bulunabilir.

Psikolojik Stresin Nörobiyolojisi ve Adrenalin

Adrenalin ve psikolojik stres arasındaki ilişkiyi nörobiyolojik açıdan incelemek için öncelikle adrenalinin nasıl üretildiğini ve nelere etki ettiğini anlamak önemlidir.

Adrenalin Nedir?

Adrenalin, böbrek üstü bezlerinde bulunan bir hormondur. Stres durumlarında veya bir tehdit algılandığında sempatik sinir sistemi aktive olur ve böbrek üstü bezlerine sinyaller gönderir. Bu sinyaller sonucunda böbrek üstü bezleri adrenalin ve norepinefrin (noradrenalin) gibi stres hormonlarını salgılar.

Adrenalin Salınımı Neye Sebep Olur

Adrenalin, “savaş ya da kaç” tepkisi olarak bilinen fizyolojik bir tepkiyi tetikler. Beyne ve vücuda yayılarak bir dizi etkiye neden olur. Öncelikle adrenalin kalp atış hızını artırır, kan basıncını yükseltir ve solunum hızını artırır. Bu, vücudun daha fazla oksijene ve enerjiye ihtiyaç duyduğu durumlarda hızlı bir tepki sağlar.

Adrenalin ve Psikolojik Stres İlişkisi

Adrenalinin psikolojik stres ile ilişkisi ise daha karmaşıktır. Adrenalin, beyindeki stres tepkisi ile ilgili birçok süreçte rol oynar. Stresin etkisiyle amigdala adı verilen yapı aktive olur ve hipotalamus ile iletişim halinde olan beyin bölgeleriyle etkileşime girer. Amigdala, çevresel tehditleri değerlendirir ve vücuttaki stres tepkisini başlatır. Adrenalinin etkisiyle amigdala daha fazla aktive olur ve stres yanıtı güçlenir.

Adrenalin ve Diğer Nörobiyolojik Unsurların İlişkisi

Adrenalin, kortizol gibi diğer stres hormonlarının salınımını da tetikleyebilir. Kortizol, uzun süreli stres durumlarında salgılanan bir hormondur ve vücutta birçok etkiye sahiptir. Kortizol, kan şekeri seviyelerini yükseltir, bağışıklık sistemini baskılar ve beyindeki stres tepkisini düzenleyen hipotalamus-hipofiz-böbrek üstü bezleri aksisini etkiler.

Psikolojik Stresin Nörobiyolojisi ve İmmünoglobulin A (IgA)

Vücudumuzun bağışıklık sistemi tarafından üretilen bir antikordur ve mukozalarda (örneğin burun, solunum yolları, sindirim sistemi, idrar yolları, genital bölgeler gibi) bulunan salgı bezlerinde yoğun olarak üretilir. IgA, enfeksiyonlara ve diğer zararlı maddelere karşı koruyucu bir rol oynar. Stres durumunda vücutta hormonal ve nörobiyolojik değişiklikler meydana gelir. İlgili stres tepkileri arasında sempatik sinir sisteminin aktive olması, kortizol ve diğer stres hormonlarının salınması ve bağışıklık sisteminin değişmesi bulunur. IgA ve psikolojik stres arasındaki nörobiyolojik ilişki karmaşıktır ve tam olarak anlaşılmamıştır. Bununla birlikte bazı araştırmalar, psikolojik stresin bağışıklık sistemi üzerinde etkileri olduğunu göstermektedir.

Stresin Bağışıklık Sistemi Üzerindeki Etkileri

Birincil olarak stresin kortizol hormonu salınımını artırmasıyla ilişkilendirilir. Kortizol, immünosupresif etkilere sahip olabilir, yani bağışıklık sistemini baskılayabilir. Bu, IgA’nın üretimini etkileyebilir ve böylece vücudun enfeksiyonlar karşısında savunma gücünü zayıflatabilir. Ayrıca stresin sinir sistemi üzerindeki etkileri de IgA üretimini etkileyebilir. Sempatik sinir sistemi aktivasyonu, IgA salınımını azaltabilecek ve bağışıklık sistemi tepkisini değiştirebilecek sinir sinyallerini etkileyebilir.

Psikolojik Stres ve İltihap (İnflamasyon)

Stres, inflamasyon (iltihap) süreçlerini etkileyebilmektedir. Kronik stres, inflamasyonu artırabilir ve bu da bağışıklık sistemi yanıtını değiştirebilir. Ancak IgA ve psikolojik stres arasındaki mekanizma ve etkileşimler hala tam olarak anlaşılamamıştır. IgA ve psikolojik stres arasındaki ilişkiyi daha iyi anlamak için bağışıklık sistemi, hormonal yanıtlar ve sinir sistemi arasındaki karmaşık etkileşimleri inceleyen daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.

Psikolojik Stres Nasıl Ölçülür?

Psikoloji ve tıp alanında birçok farklı yöntem kullanılarak gerçekleştirilebilir.

1. Anketler ve Ölçekler

Stres düzeyini değerlendirmek için yaygın olarak kullanılan yöntemlerden biri anketler ve ölçeklerdir. Stresle ilgili deneyimleri ve belirtileri değerlendirmek amacıyla tasarlanmış bir dizi soru içeren yapılandırılmış formlardır. Örneğin, Algılanan Stres Ölçeği (Perceived Stress Scale) ve Holmes ve Rahe Stres Ölçeği, sıklıkla kullanılan stres ölçeklerindendir.

2. Biyolojik Ölçümler

Stresin fizyolojik yanıtlarını değerlendirmek için biyolojik ölçümler kullanılabilir. Örneğin, kortizol düzeylerinin ölçümü, stres hormonu olarak bilinen kortizolün salınım düzeylerini değerlendirmek için kullanılır. Diğer biyolojik ölçümler arasında kalp atış hızı, kan basıncı, deri iletkenliği (elektrodermal aktivite) gibi parametreler yer alır.

3. Gözlem

Stresi değerlendirmenin bir başka yolu, stresli durumlarda kişinin davranışlarını ve tepkilerini gözlemlemektir. Gözlem, özellikle laboratuvar ortamında stresin tetiklendiği deneylerde kullanılabilir. Araştırmacılar, kişinin yüz ifadelerini, vücut dilini, jestlerini ve diğer davranışsal ipuçlarını dikkatlice gözlemleyerek stres düzeyini değerlendirebilir.

4. Subjektif Değerlendirme

Stresi ölçmek için kullanılan bir başka yöntem, bireyin subjektif deneyimlerini ele almaktır. Kişinin stres düzeyinin, stresli hissettiği durumların veya belirtilerinin sözlü veya yazılı ifadelerine dayanılarak değerlendirilmesidir.

5. Biyolojik İzleme

Teknolojik ilerlemeler sayesinde taşınabilir cihazlar ve sensörler aracılığıyla bireylerin günlük yaşamlarında stres seviyelerini izlemek mümkün hale gelmiştir. Bu cihazlar, kalp atış hızı, uyku düzeni ve fiziksel aktivite seviyeleri gibi verileri sürekli olarak toplayabilir ve kişinin stres düzeyini tahmin etmek için kullanılabilir.

Stresi İyi Yönetmek için 5 Öneri

Stresin yönetimi bireyden bireye değişebilir ancak belirli stratejilerin bu konuda yardımcı olacağı düşünülmektedir.1. Sağlıklı yaşam tarzıDüzenli egzersiz yapmak, sağlıklı beslenmek, yeterli uyku almak ve sigara, alkol gibi zararlı alışkanlıklardan kaçınmak stresle başa çıkmada yardımcı olabilir.2. Zaman yönetimiGörevleri önceliklendirme, planlama ve zamanı etkili bir şekilde kullanma stresi azaltabilir.3. Sosyal destekAile, arkadaşlar veya destek gruplarıyla duygusal yükü paylaşmak ve desteklenme hissi stresi hafifletebilir.4. Rahatlama teknikleriDerin nefes alma, meditasyon, yoga, kas gevşeme egzersizleri gibi rahatlama teknikleri stresi azaltmaya yardımcı olabilir.5. Sorun çözme becerileriSorunları tanımlama, analiz etme ve çözme becerilerini geliştirmek, stresli durumlarla daha etkili bir şekilde başa çıkmaya yardımcı olabilir.

Kapatırken

Psikolojik stres, zorlayıcı durumlarla ilişkili bir tepki olarak kortizol, glukokortikoidler ve adrenalin salınımına neden olur. Stresin nörobiyolojik etkilerinden biri IgA’nın azalmasıdır. Kortizol ve glukokortikoidler, bağışıklık sistemini baskılayarak IgA üretimini etkileyebilir. Ayrıca psikolojik stres adrenalin salınımını artırarak bağışıklık sisteminde değişikliklere neden olabilir. Bu etkileşimlerin mekanizması henüz tam olarak anlaşılmamıştır ve bu konuda daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır. Kortizol, hipotalamus-hipofiz-böbrek üstü bezi (HPA) aksının aktivasyonuyla salgılanır ve bağışıklık sistemini etkiler. Glukokortikoidler, stres yanıtındaki hormonların etkilerini düzenler ve bağışıklık sistemini inhibe eder. Adrenalin ise psikolojik stresle ilişkili olarak bağışıklık sistemi fonksiyonlarını etkileyebilir.

Bu nörobiyolojik etkileşimler, psikolojik stresin bağışıklık sistemi üzerindeki etkisini açıklamada önemli bir rol oynar. Ancak bu süreçlerin tam olarak anlaşılabilmesi için daha fazla araştırma gereklidir. Eğer stres uzun süre devam ediyor, günlük işlevselliği etkiliyorsa veya ciddi bir sıkıntıya neden oluyorsa bir uzmandan yardım almak önemlidir. Uzman psikologlarla terapi sürecinde, stresin yönetimi konusunda destek almak daha iyi hissetmenizi sağlayabilir.

İstismarcı bir ilişkiyi tanımlamak için tek bir parametre oluşturmak kolay değildir. Hatta, bir ilişkide istismar olarak nitelendirilen bir durum diğerinde farklılık gösterebilir. Ancak, eğer kişi zorlayıcı, agresif ya da öteki kişiyi tehdit ediyorsa o ilişki istismarcıdır.  Kişi kendi gücünü ve baskınlığını ihtiyaçlarını gidermek için diğer kişinin davranışlarını kontrol etmek için kullanıyorsa böyle bir ilişkide istismar söz konusudur aynı zamanda bir ilişkide kişi diğer kişinin duygusal ve fiziksel kırılganlık kendi yararları için kullanıyorsa aynı şekilde istismarcıdır. Yine, eğer bir kişi diğerine bağlıysa ve bağımlılık onlara zorla sağlanmışsa ya da özgürlüklerini kısıtlıyorsa o ilişki istismarcıdır.

“Bir şey tuhaf değilse, ilgincini bulun. Alışagelmişse, anlaşılmayanı bulun. Sıradansa, size hayrete düşürmesine izin verin. Normları istismar olarak görün, istismarı görürseniz düzeltin.”

– Bertolt Brecht


Bazen işin içinde bağırma ya da vurma yoksa istismar alenen değildir. Bazen kişinin rahat bir şekilde davranmasını, cevap vermesini ve karar vermesini engellemek için basit bir iptal, manipülasyon ve tehdit istismar sayılır ve eğer istismarcı, davranışlarının sebebinin o kişiyi sevmek ya da o kişinin ruh hali iyileştirmek için olduğunu itiraf etse de istismar istismardır. Gerek şu ki, istismar her durumda kalpte ve zihinde izler bırakır. Hayatı korku sarar. Bu yüzden istismarcı bir ilişkide olup olmadığınızı bilmek önemlidir.

1. Korku: istismarcı bir ilişkinin aşikar işareti

Korku, istismarcı bir ilişkinin belki de en belirgin özelliğidir. Bazen korku gerçek ve ortadadır. Bir kişinin varlığından rahatsız olursunuz, ve onlara karşı geldiğinizde karşılaşabileceklerinizin sonuçlarını düşünürsünüz. Diğer zamanlarda korkunun üstü kapalıdır. Aşırı ilgi ya da karşıdaki kişiyi memnun etmek çabası olarak ortaya çıkabilir. Onlara sinirlenmeleri için bir neden bırakmak istemezsiniz bu yüzden her zaman onları memnun etmek için ne yapabileceğinizi düşünürsünüz.

2. Yaptığınız şey üzerinde aşırı kontrolcülük

İstismarcı bir ilişkide istismar edilen kişi her zaman ne yaptığını hatta bazen ne düşündüğünü ya da hissettiğini söylemek zorundadır. Öncede danışmadan ya da haber vermeden özgür bir şekilde hareket edemediğinizi hissedersiniz. Bu kontrol ekonomik durumunuza, giyinme şeklinize ya da saçınızı nasıl topladığınıza kadar bile gidebilir. Kısaca, yaptığınız her şey için bir onay almalısınız ve eğer bu yapmazsanız, zor bir dönem sizi bekliyor.

3. Sürekli bir suçluluk duygu hissetmek

Her tür istismarcı ilişkide suçluluk her zaman vardır. Söylediğiniz ve yaptığınız şeyin geçerliliğini korumak için kendinizi yetersiz ve beceriksiz hissedersiniz. İstismar eden kişi sizi sürekli eleştirir ve suçlar. Bu durumların biri ya da ikisi gerçekleşebilir; ya diğer kişi her zaman haklıdır ve davranışlarınızın ya da düşüncelerinizin ne kadar iyi ya da kötü olduğunu kriterler belirler ya da haksız olduklarını düşünürsünüz ancak bunu dile getirmeye cesaretiniz yoktur. İki türlü de suçluluk hissedebilirsiniz. İlk durumda, onların beklentilerini yerine getirmediğiniz için ve ikinci durumda, sınırları çizemediğiniz için.

4. Sürekli bir tehdit ve zorlama

İstismarcı bir ilişkide, istismar eden sizi yapmak istemediğiniz şeyleri yapmaya zorlar ve bunu doğrudan saldırı yoluyla ya da tehdit ve zorlama ile yaparlar. Sonuç olarak, yapmak istemiyorsunuz, ancak yapmak zorunda hissediyorsunuz çünkü baskı altındasınız. İstismar eden kişi gücünü nereden aldığını çok iyi biliyor. Eğer ekonomik bağlılıksa, doğrudan ya da dolaylı tehditleri bunun üzerine yoğunlaşır. Eğer vurulma korkusuysa bunu kullancaktır. Eğer gücünü duygusal bağlılıktan alıyorsa, sizle terk edilme korkusunu kullanarak oynayacaktır.

Dedikodu Kötü Bir Davranış Olmayabilir

Dedikodu yapanları çoğumuz ayıplar ve kötü bir davranış olarak nitelendiririz fakat çoğu zaman da kendimizi dedikodu yapmaktan alıkoyamayız. Eğer dedikodular hakkındaki düşünceleriniz olumsuz ise sizlere iyi haberimiz var; yapılan yeni araştırmalar dedikodunun oldukça yaygın ve çoğu zaman da kötü niyetli olmadığını gösteriyor.

Dedikodu yapan birilerini gördüğümüzde veya hakkımızda çıkan bir dedikoduyu duyduğumuzda çoğu zaman ayıplar, üzülür veya öfkeleniriz. Dedikodu yapan kişileri kötü niyetli olarak betimleriz. Kimi zaman da dedikodulara karşı kendimizi savunma durumuna geçeriz. Dedikodu gerçek olmasa bile hakkımızda çıkan dedikoduyu kendimiz bile gerçekmiş gibi kabul ederek öyle olmadığına dair herkesi inandırmaya çabalarız. Dedikodu yapanlara “nefret dolu”, “özgüvensiz”, “yalancı”, “kıskanç” gibi sıfatlar yükleriz. Dedikoduya inananlara da “aptal”, “beyinsiz” gibi ithamlarda bulunuruz. Oysa ki birçok araştırma dedikoduyu normal bir davranış olarak nitelendirmektedir. Yapılan bir araştırmaya göre dedikodular günlük konuşmalarımızın yaklaşık %14 ünü oluşturmaktadır. Her ne kadar dedikodu yapanları ayıplıyor da olsak hepimizin günlük konuşmalarının bir kısmını dedikodu kaplamaktadır. Özetle; dedikodu yapanlara fazla kızmayın çünkü hepimiz yapıyoruz.

Yapılan araştırmalar da dedikodu yapmanın arkadaşlar arasındaki ilişkiyi de güçlendirdiğine dair veriler bulunmaktadır. Peki nedir dedikodu sınıfına giren konuşmalar? Örneğin; bir arkadaşınızın ilişkisi hakkında konuşmaktan tutun, bir yakınınızın sağlık durumunu konuşmak, güncel politik konulardaki politikacılar hakkında konuşmaya kadar hepsi dedikodu kapsamına girmektedir. Bilimsel ve akademik olarak kısaca dedikoduyu tanımlarsak; “O anda orada bulunmayan birinin hakkında konuşmak” diyebiliriz.

Sanılanın aksine olumsuz, kötüleyici dedikodular o kadar da yaygın değil. Yapılan dedikoduların önemli bir kısmını pozitif yani olumlayıcı dedikodular oluşturmaktadır. “Biliyor musunuz onu dün kiminle gördüm?” cümlesi sağlam bir dedikoduyu başlatıcı cümle olabilir fakat devamında “helal olsun sonunda istediğini aldı” diye devam ederek hakkında konuşulan kişiyi olumlamaya götürebilir. Burada kıskançlık duygusunun yerini takdir etme hissi veya davranışı almıştır.

Dedikodu davranışından ziyade dedikoduyu yapan kişileri stigmatize etme yani etiketleme davranışı dedikodunun kendisinden daha kötü olabilir. Bu konuda en yaygın etiketleme şekli kadınların erkeklere göre çok daha fazla dedikodu yaptıkları hakkındaki yanlış inanıştır. Böyle bir etiketleme sonucunda kadın cinsiyete sahip olmak otomatik olarak “dedikodu yapabilir” etiketini de beraberinde getirmektedir. Bu etiket yüzünden belki de kadın cinsiyete sahip olmak bir iş bulmayı zorlaştırabilir, işten çıkarılmayı kolaylaştırabilir, yargılanmayı beraberinde getirebilir. Herhangi bir dedikodunun sorumlusu olarak öncelikle o ortamda bulunan kadınlar suçlanabilir. Bu açıdan baktığımızda dedikoduya olan önyargılarımız dedikodunun kendisinden çok daha zararlı bir hal alabilir. Kadınlar bu konuda öyle bir etiketlenmiş durumdadır ki çoğumuz, neredeyse alınlarında “dikkat dedikodu yapabilir” yazıyormuş gibi davranıyoruz. Şimdi söyleyin, dedikodu mu daha tehlikeli yoksa dedikoduya olan bakış açımız mı?

Bilimsel verilere göre konuşursam, araştırmalarda kadınların olumlu veya olumsuz olarak erkeklerden daha fazla dedikodu yaptığına dair sonuçlar bulunmamaktadır. Erkekler de en az kadınlar kadar dedikodu yapmaktadırlar.

Yapılan araştırmalar dedikoduların %10 unun tamamen olumlu olduğunu göstermektedir (“ne kadar güzel”, “ne kadar yakışıklı”, “ne kadar zeki”, “ne kadar çalışkan” vs). Dedikoduların çoğunu zarar vermeyen, nötr dedikodular olarak değerlendirebiliriz.

Bazen dedikodular bazı durumlar için önlem almamızı dahi sağlayabilirler. Örneğin; hakkında sahtekar veya güvenilmez olarak duyduğumuz biri ile bir iş yaparken temkinli davranmamızı sağlayabilir. Olumlu dedikodular bizi o insana daha sıkı bağlanmamızı sağlayabilir. Dedikodular zihnimizde önyargılar oluştururlar fakat o önyargıları nasıl kullanacağımız ise bizim elimizdedir. Zararlı olan dedikodunun kendisi değil bizlerin dedikodu malzemesine olan bakışımıza göre kendimizi yönlendiremeyişimizdir. Zihnini verimli ve farklı bakış açılarını görebilecek şekilde kullanan bir insan her tür dedikoduyu kendi lehine çevirmesini bilecektir.

Son olarak söylemek istediğim bir şey daha var. Dedikodu hepimizin günlük iletişim şeklimizin bir kısmını oluşturmaktadır. Dedikodu bir tür iletişim yoludur. Dedikodusuz bir hayat yerine önyargılarla yönetilmeyen bir hayat amacı güdebilirsek daha sağlıklı yaşayabiliriz. İnsan dedikodu yapan bir hayvandır. Düşünen insan ise dedikoduyu sağlıklı şekilde değerlendirebilen bir hayvandır.

Yrd. Doç. Dr. Onur Okan Demirci

İnsanın hakaret etme eyleminin altında derin psikolojik etkiler yatabilir. Bunun en önemli nedenleri arasında kişinin kendisinde eksik olarak hissettiği açıklarını kapatma çabası bulunmaktadır. Kişi kendisinde yetersizlik olarak yer edinmiş duygularını açığa vurmaktan veya fark edilmesinden endişe duyarak hakaret etme yoluna başvurabilir.

Söylenen bir yalanın ortaya çıkma endişesi ile kişi öfke kontrol sorunu yaşayarak karşısındakine hakaret etme yolu ile durumu geçiştirmeye ve baskın hale gelme çabası içine girebilir.

Hakaret eden kişi genellikle bunu yapacağı kişiyi seçerken kendisinden fiziksel ya da duygusal olarak daha zayıf veya statü olarak daha aşağıda birini seçer. Çünkü kendisinden daha zayıf olarak gördüğü karakterin karşı koyamayacağını düşündüğü için böylece kendi içinde yaşadığı yetersizlik hislerinin açığa çıkmayacağından emin olur ve kendini daha güçlü hisseder. İşte doğada güçlü olanın zayıf olanı ezme psikolojisinin altında yatan en basit, temel neden budur. Bir geyik aslana saldırmaz çünkü baş edemeyeceğini bilir fakat aslan da geyiğe saldırabilmek için onun en zayıf olduğu anını bekler. Hakaret eylemini kişi karşısındakini en zayıf hali ile yakaladığında gerçekleştirir. Hakarete karşılık verilemeyeceğinden emin olunan bir durumda hakaretler en güçlü halini alır. Bir de bu duruma seyirci olan bir insan grubu bulunması halinde hakaret şiddeti en üst seviyelere ulaşabilir.

Kendisini diğer insanlardan üstün gören kişinin içinde bulunan, toplum tarafından büyütülmüş aslanı besleyebilmesi için oldukça fazla sayıda geyik avlaması gerekecektir. Kişi kendisini ne kadar yüksekte görürse oradan düşmesi o kadar can yakacağından düşmemek için her türlü yola başvuracaktır. Psikolojide narsizm olarak adlandırılabilecek bu durumun asıl sorumlusu aslında hakaret eden kişi olmayabilir. Toplum, aile, sosyal çevre kişinin bu narsizminin beslenmesinde büyük rol oynar. Beklentiler büyüdükçe kişi bu beklentileri karşılayabilmek adına kendisini şişirecektir. Tıpkı bir balon gibi. Fakat bir balon ne kadar fazla şişerse patladığında da o kadar fazla ses çıkarır. Her insanın yaşamda kendisine bir rol bulabilmesi için bir miktar narsizme ihtiyacı vardır. Yeterli dozda narsizm kişiyi ve çevresindekileri iyi hissettirir fakat aşırı dozda olduğunda ise çevresinde oldukça rahatsızlık hisleri uyandıracaktır. Ormanlar kralı/kraliçesi olan narsist aslan kendisini ve ortamını korumak için öyle güçlü kükrer ki kim varsa etrafında kaçacak delik arar. Bir korku imparatorluğuna dönüşen dünyasında ise bir o kadar da yalnız kalmıştır. Yalnızlık empati yeteneğinden yoksun bırakır. Karşısındakinin duygularını ve hislerini anlayamaz ve karşısındakini ezerken de hiçbir şey hissetmez. Ona göre her zaman o haklıdır.

Narsistik bir dürtü ile gerçekleştirilen hakaret karşı tarafı sindirmeye yöneliktir. Galip geldiğini düşünen narsist kişi ise güçlü ve haklı olduğunu düşünerek hayatına yalnız bir şekilde devam eder. Ta ki yeniden kükreyerek iletişim kurabileceği bir geyik bulana dek…

Yrd. Doç. Dr. Onur Okan Demirci

İklim Değişiklikleri Akıl Hastalıklarını Etkiliyor

Yıllar boyu yapılan araştırmalar akıl hastalıklarının iklim değişikliklerini etkilediğini göstermiştir. ABD ve Meksika’ da yapılmış olan bir araştırma iklim değişikliklerinin intihar oranlarına ne derecede ciddi bir etki yaptığını göstermiştir. Araştırmaya göre sıcaklıkların artması ile birlikte intihar oranlarında da artış olduğu görülmektedir. Soğuk ilkelerde intihar oranları düşük iken sıcak ülkelerde bu oranın daha yüksek olduğu görülmektedir.

Hatta aynı ülkedeki sıcaklık değişimlerinin dahi ülkede mevsimsel intihar oranlarını etkilediği görülmektedir. Sonuçlara göre sıcaklık artışları intihar oranlarını da artırmaktadır. Bu açıdan baktığımızda kış mevsimleri sanılanın aksine intihar riski açısından yaz mevsimine göre daha güvenli görünmektedir. Fakat çarpıcı bir diğer sonuç ise, intihar oranları her geçen yıl artmaktadır. Kış mevsimi ne kadar güvenli görünse her geçen yıl bir önceki yıla göre kış intiharları artış göstermekte iken yaz intiharları daha yüksek oranda artış göstermektedir. Gelir artışının olduğu veya mevsimsel uyumun sağlandığı ülkelerde dahi intihar oranları azalma göstermemektedir. Bu da bize intihar eğiliminin ekonomik gelir ve mevsimsel uyum ile tahmin ettiğimiz kadar ilgili olmadığını göstermektedir. Şimdiye kadar intihar eden kişilerde ilk akla gelen maddi durumunun iyi olmadığı sonucu geçerli değildir. Araştırmalar, intihar eğiliminin mevsimsel değişiklikler ile birlikte kişilerarası etkileşim ve psikolojik şiddet ile daha yakın ilişkili olduğunu göstermektedir. Yine araştırma sonucuna göre yakın bir gelecekte mevsimsel değişikliğe bağlı intihar oranlarının işsizliğe bağlı intihar oranlarına kıyasla yaklaşık dört katı daha fazla olacağı öngörülmektedir.

Sıcaklık değişimlerinin insanın biyolojik yapısı üzerine olan etkileri bilinmektedir. Bu değişimler insanın zihinsel yapısında da değişime sebep olmaktadır. Sıcaklıktaki bir derece dahi yükselme psikolojik yapımızı etkilemektedir. İnsanların kendisini daha iyi hissedeceğine inanıldığı sıcaklıkların artışının olduğu dönemler aynı zamanda intihar oranlarının da arttığı dönemler olmaktadır. Şimdiye kadar intiharların altında yatan nedenler olarak toplumsal nedenlere odaklanılırken iklim değişikliklerinin bu derecede ciddi bir etkisinin olduğunu gözden kaçırmaktayız. Mutluluk oranlarının yüksek, intihar oranlarının düşük olduğu ülkelere baktığımızda soğuk iklime sahip ülkeleri görmekteyiz.

Özetle söylemek istediğim durum; intiharı tetikleyen nedenler arasında iklim değişikliklerinin oldukça önemli bir role sahip olduğu görülmektedir. Küresel ısınmaya karşı önlemler almak, aşırı sıcak mevsimlerde sıcaklara karşı kendimizi koruyucu önlemler almak gibi iklimsel önlemler intihar riskini azaltabilmeye karşı verdiğimiz mücadelede ciddi rol oynayabilir.

Yrd. Doç. Dr. Onur Okan Demirci

“Yazma” kavramı; tek bir mektubun yazıya dökülmesinden bir doktora tezinin kavramsallaştırılması, taslağının hazırlanması, gözden geçirilmesi ve düzenlenmesi gibi karmaşık süreçlere kadar uzanan geniş bir görev yelpazesini kapsar. Yazma, genel akademik başarı ile ilişkilendirilen önemli bir akademik beceridir. Ortalama olarak yazma görevleri, okul gününün yarısını kaplar ve yazmakta zorluk çeken öğrenciler genellikle bir öğrenme güçlüğüne sahip sahip oldukları kabul edilmek yerine özensiz veya tembel olarak yanlış etiketlenirler. Yetersiz el yazısı; daha düşük benlik algısı, daha düşük benlik saygısı ve daha zayıf sosyal işlevsellik ile ilişkilendirilmiştir.

Disgrafi, yazılı dil aracılığıyla açık ve doğru bir şekilde iletişim kurma zorluğu veya yetersizliği olarak tanımlanır. Sözdizimi hataları, uygun olmayan el yazısı, garip heceleme ve yanlış kelime üretimi yaygındır. Disgrafi farklı yaşlarda farklı belirtilerle ortaya çıkabilir. Disgrafinin mekanizmalarına ilişkin farklı teoriler öne sürülmüştür ancak yeterince anlaşılamamıştır ve genellikle tanı konulamamaktadır.

Disgrafinin diğer öğrenme ve psikiyatrik bozukluklarla birlikte görülme oranı yüksektir. Disgrafi gibi özgül öğrenme güçlüklerinin tanı ve tedavisi tipik olarak eğitim sistemine odaklanır; ancak doktorunuz eşlik eden hastalıkların gözlenmesi ve değerlendirilmesinin yanı sıra rehberlik ve destek sağlanmasında önemli bir rol oynayabilir.

Tanım ve Sınıflandırma

Disgrafinin kesin tanımı ve disgrafide görülen eksiklikler konusunda bu bozukluğa atfedilen teorik mekanizmalara dair çok sayıda tartışma mevcuttur. Tarihsel olarak, Disgrafi çoğunlukla kas koordinasyonu eksikliğine bağlı olarak yazılı metin üretiminde bir bozukluk olarak tanımlanmıştır. Disgrafinin bu kavramsallaştırılması “motor” ve “periferik” disgrafi olarak kategorize edilmiştir.

En geniş tanımıyla Disgrafi; harf oluşumu/okunaklılığı, harf aralıkları, heceleme, ince motor koordinasyonu, yazma hızı, dilbilgisi ve kompozisyonla ilgili sorunları içeren herhangi bir aşamadaki yazma becerisi bozukluğudur. Günümüzde Disgrafi, Edinilmiş Disgrafi ve Gelişimsel Disgrafi olmak üzere iki ana kategoride sınıflandırılabilir. Edinilmiş Disgrafi, mevcut beyin yolları bir olay nedeniyle bozulduğunda ortaya çıkar ve önceden edinilmiş becerilerin kaybıyla sonuçlanır. Buna karşılık Gelişimsel Disgrafi, yazma becerilerinin gelişimindeki zorluklardan kaynaklanır ve yeterli öğrenme fırsatı ve bilişsel potansiyele rağmen yazma becerisi edinmedeki zorluğu ifade eder. Gelişimsel Disgrafi çocukluk döneminde ortaya çıkar ve bir öğrenme güçlüğü olarak kabul edilir.

ki ana kategoride de Disgrafinin, her birinin kendine özgü semptomları olan çeşitli alt türleri bulunur. Bunlardan bazıları aşağıdakileri içerir:

  • Disleksik Disgrafi, kendiliğinden yazılan yazıların okunaksız olduğu durumlarda görülen türdür. Buna karşılık, kopyalanan (kâğıda geçirilen) çalışma oldukça iyi olabilir. Tipik olarak heceleme etkilenir. Genellikle, ince motor becerileri için hız ve el becerisi normal olma eğilimindedir.
  • Motor Disgrafi, yaygın olarak görülen bir disgrafi türüdür. Bu disgrafi türünde analiz edilmesi gereken sadece yazılan ürün değil aynı zamanda yazma sürecidir. Motor Disgrafi genellikle ince motor becerilerindeki eksiklikten kaynaklanır. Zayıf el becerisi, zayıf kas tonusu veya sadece belirtilmemiş motor sakarlıkları olabilir. Bu öğrenciler için (başka bir belgeden görerek kopyalanmış olsa bile) herhangi bir yazılı çalışma zayıf veya okunaksızdır. Bu nedenle spontane veya kopyalanan çalışmalar bu durumdan etkilenir. Harf düzeni/dizilimi çok kısa yazı örneklerinde kabul edilebilir olabilir ancak aşırı çaba veya ekstra zaman gerektiren yazılarda bozukluk rahatlıkla gözlemlenebilir. Bu öğrenciler genellikle zayıf bir kavrama yeteneğine sahiptir; kalemi yanlış tuttukları için yazıları eğri/yamuk olabilir veya kâğıda çok baskı uyguluyor olabilirler. Motor Disgrafide genellikle heceleme etkilenmez.
  • Uzamsal Disgrafi, genellikle görsel-uzamsal bir eksiklikten kaynaklanır. Bu öğrenciler okunaksız spontane yazılı çalışma ve okunaksız kopyalanmış çalışma ile kendilerini gösterirler. Bu öğrenciler tipik olarak normal heceleme ve normal ince motor becerilerine sahiptir ancak yazılarını satırın içinde tutmakta ve kelimeler arasında boşluk bırakmakta zorlanırlar. Bu durum çizim becerilerinde de görülebilir.
  • Fonolojik Disgrafi, aşina olunmayan kelimelerin ve fonetik olarak düzensiz kelimelerin yazımının bozulduğu yazma ve heceleme bozuklukları ile karakterize edilir. Fonolojik Disgrafisi olan bireyler ayrıca fonemleri hafızada tutamaz ve hedef kelimeyi üretmek için uygun sırayla harmanlayamazlar.
  • Leksikal Disgrafi, bir kişi heceleyebildiğinde ancak yazmak için ses ve harf kalıplarına güvendiğinde ortaya çıkar. Bu durum düzensiz kelimelerin yanlış yazılmasına neden olur. Leksikal Disgrafi çocuklarda nadir görülen bir durumdur. Daha az fonetik olan İngilizce ve Fransızca gibi dillerde daha yaygındır.
  • Okul Öncesi Dönemdeki Çocuklar
  • Yazarken garip bir tutuş veya vücut pozisyonu,
  • Yazarken kolayca yorulma,
  • Yazma ve çizme işlerinden kaçınma,
  • Kötü biçimlendirilmiş, ters çevrilmiş veya tutarsız aralıklarla yazılmış yazılı harfler,
  • Sınırlar (kenar boşlukları) içinde kalmada zorlanma.
  • Okul Çağındaki Çocuklar
  • Okunaksız el yazısı,
  • El yazısı ve baskı stili (düz yazı) geçiş yapma,
  • Kelime bulma, cümle tamamlama ve yazılı anlamada zorlanma.
  • Ergen ve Genç Yetişkinler
  • Düşüncenin yazılı organizasyonunda zorluk,
  • Sözlü görevlerde tekrarlanmayan yazılı sözdizimi ve yazılı dilbilgisi ile ilgili zorluklar.

Fark edileceği üzere Disgrafi semptomları küçük yaşlarda önce somut bozukluklar, daha ileri yaşlarda ise soyut bozukluklar olarak ortaya çıkmaktadır.

Hastalıkla İlişkili Genler, Etken Faktörler ve Risk Faktörleri

Disgrafi mekanizmalarına ilişkin teorilerin birçoğu, Edinilmiş Disgrafisi olan bireyler üzerinde yapılan çalışmalardan türetilmiştir. Yazmanın, işlevsel yazma sistemini oluşturmak için motor planlama ve yürütme ile koordine edilen üst düzey biliş (dil, sözel çalışma belleği ve organizasyon) gerektiren karmaşık bir süreç olduğu gösterilmiştir. Farklı yazma görevleri farklı bilişsel süreçler gerektirir ve disgrafisi olan bireylerde bir veya daha fazla alanda bozukluk olabilir. Örneğin, dikte edilen bir kelimeyi hecelemesi istendiğinde, dinleyicinin fonolojik uzun süreli belleğe ve ilişkili sözcüksel-anlamsal temsillere erişmek için fonolojik farkındalığı kullanması gerekir. Bu da yazma görevini yerine getirmek için motor planlama ve koordinasyon gerektiren soyut harf temsilleri oluşturmak üzere ortografik uzun süreli belleği harekete geçirir ve bunların tümü çalışma belleğinde tutulur.

Sözde bir kelimenin ya da yeni bir kelimenin hecelenmesi, doğru hecelemeyi tahmin etmek için bilinen fonem-grafen kurallarını uygulayan subleksikal heceleme sürecinin işlevini gerektirir. Yeni bir kelimenin kendiliğinden üretilmesi önce imla becerilerinin kullanılmasını, ardından da sözlüksel temsile erişilmesini gerektirecektir. Hızlı ve akıcı bir şekilde yazmak, beyinciğin aracılık ettiği motor planlama ve koordinasyon gerektirir. Yazma görevi boyunca görsel ve işitsel işleme ve dikkat, okunaklı yazı üretimi için çok önemlidir.

Yazma sürecinin tek bir yönündeki bozukluk bile bireyin yaşına uygun bir ürün ortaya koyma becerisini bozabilir. Araştırmacılar disgrafinin farklı alt türlerinin farklı mekanizmalarla ilişkili olabileceğini teorize etmiş olsalar da yeni çalışmalar otomatiklik, dil ve motor koordinasyondan sorumlu beyin alanları arasında karşılıklı ilişkiler olduğunu göstermiştir. Vaka çalışmaları, serebellar hasarın edinilmiş disgrafi semptomlarına neden olabileceğini göstermiştir; bu da yazmanın koordinasyonunda bir miktar rol oynadığını göstermektedir. Fonksiyonel görüntüleme çalışmaları da beynin bu bölgesinin dil ve otomatiklikte hayati bir rol oynadığını göstermiştir. Olası tutulum mekanizmaları arasında beyinciğin farklı şekillerde bozulabilen ve farklı işlevsel bozukluklarla sonuçlanabilen bir sinir sistemi veya çerçevesinin geliştirilmesinde gerekli olduğu hipotezi yer almaktadır.

Genler ve bunların öğrenme bozukluklarının olası etiyolojisi veya mekanizmalarındaki rolü gelişmekte olan bir alandır. Genetik kümelenme çalışmaları; sözel yürütme işlevi görevlerinin, otografik becerilerin ve heceleme yeteneğinin genetik bir temeli olabileceğini düşündürmektedir. Örneğin, kromozom 15 üzerindeki genler zayıf okuma ve heceleme ile kromozom 6 üzerindeki genler ise fonemik farkındalık ile ilişkilendirilmiştir. Öğrenme güçlüğü olan bireyler ve aile üyelerinin fonksiyonel manyetik rezonans görüntülemede farklı beyin aktivasyon modellerine sahip olduğu kaydedilmiştir, bu da genetik bir katkı olduğunu ancak nedensellik olmadığını düşündürmektedir. Genetik alanı gelişmeye devam ettikçe Disgrafi gibi öğrenme bozukluklarının genetiğine ilişkin daha fazla bilginin ortaya çıkması muhtemeldir.

Teşhis Yöntemleri

Disgrafi yalnızca bir el yazısı örneğine bakılarak teşhis edilemez. Nitelikli bir klinisyen, bireyi doğrudan test etmelidir. Özgül öğrenme güçlüğü tanısı tipik olarak bir eğitim ortamında genellikle mesleki terapistleri, konuşma terapistlerini, fizyoterapistleri, özel eğitim öğretmenlerini ve eğitim psikologlarını içeren bir ekip değerlendirmesi ile konur. Amerika Birleşik Devletleri’nde tanı çoğunlukla bireyselleştirilmiş bir eğitim planına uygunluğa yönelik bir değerlendirmenin ardından konur. Öğrenme güçlüğü veya Disgrafi tanısı, eğitim sistemi dışında psikoeğitimsel bir değerlendirme yoluyla da konulabilir.

“Disgrafi” terimi Amerikan Psikoloji Derneği tarafından tanınmadığından, teşhis kriterleri konusunda profesyonel bir fikir birliği yoktur. Fakat temel faktör (diğer öğrenme bozukluklarında olduğu gibi) yazma bozukluğunun çocuğun genel eğitim müfredatına erişimine getirdiği zorluk derecesi olmalıdır. Kanıtlar; gözlem, anekdot raporu, tamamlanmış çalışmaların incelenmesi ve normatif veriler dahil olmak üzere birden fazla kaynak ve bağlamdan elde edilmelidir.

Disgrafi’nin tanısal değerlendirmesinde genel olarak aşağıdakilere dikkat edilir:

  • Yavaş yazma,
  • Okunaksız el yazısı,
  • Heceleme yeteneği ile sözel zekâ arasında tutarsızlık,
  • Grafomotor planlama, ortografik farkındalık ve/veya hızlı otomatik isimlendirmede işlem gecikmeleri.

Yukarıdakilere ek olarak, kalem tutuşunun ve yazı duruşunun değerlendirilmesi de önemlidir.

Standartlaştırılmış el yazısı değerlendirmeleri; öğrencilerin harfleri, kelimeleri, cümleleri ve/veya sözde kelimeleri kopyalarken hızlarını ve okunabilirliklerini ölçmek için kullanılabilir. Bunlardan bazıları şunlardır:

  • Minnesota El Yazısı Değerlendirmesi,
  • Çocukların El Yazılarını Değerlendirme Aracı,
  • El Yazısı Hızının Detaylı Değerlendirilmesi,
  • Beery Gelişimsel Görsel-Motor Entegrasyon Testi (VMI).

Disgrafi şüphesi olan çocuklar, disleksi ve diğer öğrenme bozuklukları ile birlikte görülme oranlarının yüksek olması nedeniyle diğer potansiyel öğrenme sorunları açısından değerlendirilmelidir.

Disgrafi teşhisi için gerekli veya mevcut bir tıbbi test yoktur. Bununla birlikte psikiyatrik ve nörogelişimsel bozukluklarla öğrenme bozuklukları arasında yüksek oranda komorbidite olduğu göz önüne alındığında, doktor olası ilişkili durumların semptomlarını araştırmalıdır. Doktor tarafından zayıf koordinasyon, disritmiler, ayna hareketleri ve taşma hareketleri gibi “hafif/zayıf” nörolojik bulgular da dahil olmak üzere kapsamlı bir nörolojik muayene yapılmalıdır.

Eşlik eden nöroçeşitlilikler (Örn. otizm spektrum bozukluğu, dikkat eksikliği/hiperaktivite bozukluğu) ve duygudurum bozuklukları (Örn. anksiyete, depresyon) yarı yapılandırılmış görüşmeler ve/veya doğrulanmış ebeveyn ve öğretmen rapor formları kullanılarak değerlendirilebilir. Tarama prosedürleri herhangi bir endişe alanına işaret ederse pratisyen hekim, çocuk nörolojisi, çocuk psikiyatrisi, gelişimsel-davranışsal pediatri veya diğer ruh sağlığı sağlayıcıları dahil olmak üzere ek teşhis kavramsallaştırması ve tedavi önerileri için uzman konsültasyonuna başvurmayı düşünmelidir.

Burak Albayrak / Evrim Ağacı

Sosyal Ağlar Beden İmajınızı Etkiler

Ünlüleri internetten takip ettiğinizde hem yaşam tarzlarına hem de bedenlerine sürekli maruz kalıyorsunuz. Bunun sizi etkilediğini düşünüyor musunuz? 

Dünyanın her yerinde milyonlarca insan her gün sosyal medyayı kullanıyor. En popüler platformlar Facebook ve Instagram’dır. Ortalama olarak, her kullanıcı sosyal medyada günde yaklaşık iki saat harcıyor. Sürekli görüntü bombardımanına tutulduğunuz ağlara maruz kalmanın çok büyük etkileri vardır. Bu nedenle en çok konuşulan konulardan biri de bu sosyal ağlar ve beden imajımızın nasıl etkileşime girdiğidir.

Instagram gibi sosyal ağlar harika bir eğlence kaynağıdır. Ancak, aynı zamanda kendinizi hem ifade ettiğiniz hem de temsil ettiğiniz alanlardır. Kendinizi temsil etmek, başkaları için kendinizle ilgili bir izlenim yaratmayı, değiştirmeyi veya sürdürmeyi amaçlayan herhangi bir davranış olarak tanımlanır. Örneğin, Instagram gibi bir uygulamada, kendi fotoğraflarınızla kendi sunumunuzu oluşturursunuz. Bu nedenle, fiziksel görünümünüz son derece önemli hale gelir.

Beden imajı

Beden imajı her insanın kendi bedeninin temsili olarak tanımlanır. Aynı zamanda, o temsile karşı sahip olduğunuz duygu ve tutumlara da dayanmaktadır. Aslında, gerçek imajınızı ideal imajınızla karşılaştırarak beden imajınızı “yaratıyorsunuz”. Kendiniz hakkında net ve gerçek bir algıya sahipseniz ve bundan memnunsanız, olumlu bir beden imajına sahipsiniz. Ayrıca, kişisel değerinizi fiziksel imajınızla ilişkilendirmezsiniz. Öte yandan, bedeninize çok önyargılı bir şekilde değer verdiğinizde ve algıladığınızda, olumsuz bir beden imajına sahip olursunuz. Aslında, kendi vücudunuzdan utanmış ve endişeli hissediyorsunuz. Ayrıca, sadece başkalarının çekici olduğunu düşünme eğilimindesiniz.

Yaşamınız boyunca beden imajınızı yaratma ve yansıtma şeklinizi değiştirirsiniz. Bununla birlikte, temelde ergenlik döneminde oluşma eğilimindedir. “İdeal benliğinizi” etkileyen iki temel unsur vardır: tarih ve şimdiki an. Tarihsel unsur, kültürünüzün güzelliği görme biçimiyle ilgilidir. Mevcut unsur, güzelliğin şu anda nasıl tanımlandığı ile ilgilidir. Gerçekten de, bugün güzel olduğunu düşündüğünüz şey, yıllar önce güzelliğin algılanma biçiminden çok farklı olacaktır.

Sosyal ağlar

Instagram kullanıcılarının çoğu 18-34 yaşları arasındadır. Ayrıca, 18 yaşın altındaki çocukların en sevdiği uygulamadır. Instagram’ın fikri, görsel içerik (fotoğraf veya hikaye) yüklemeniz ve insanların bunları beğenmesi veya takip etmesidir. Kendinizi tanıtmak için bir alan! Aslında başarınızı, fotoğraflarınızı beğenen veya sizi takip eden kişi sayısıyla ölçersiniz. Uzmanlar, Instagram’a günde yaklaşık bir milyon özçekim yüklendiğini tahmin ediyor. Bunların yüzde 14’ü bir tür dijital rötuş yapıyor. Gerçekte, aldığınız beğeniler, yansıttığınız imajı güçlendirme eğilimindedir. Bununla birlikte, beğeni eksikliği sizi değiştirmeye teşvik edebilir.

Yaptığınız bu ince ayarlar toplumsal klişelere dayanmaktadır. Aslında, bir çalışma Instagram’daki özçekimlerin dergi reklamlarından bile daha basmakalıp olduğunu öne sürdü. Bu, kendinizi genellikle olumsuz bir şekilde başkalarıyla karşılaştırdığınız anlamına gelir. Ayrıca, başkaları tarafından da aynı temelde değerlendirilirsiniz.

Sosyal ağlar vücut imajınızı etkiler

Birkaç teori, Instagram gibi sosyal ağların kullanımının vücut imajınızı nasıl etkilediğini açıklar.

Sosyal karşılaştırma teorisi

Leon Festinger, konumunuzu ve/veya öz değerlendirmenizi belirlemek için kendinizi yaşıtlarınızla karşılaştırmanızı önerir. Kendinizi daha yüksek bir konuma yerleştirirseniz (aşağıya doğru karşılaştırma), benlik saygınız artar. Ancak kendinizi daha düşük bir konuma yerleştirirseniz (yukarı karşılaştırma), benlik saygınız azalır. Sosyal medyada yaptığınız karşılaştırmaların vücut memnuniyetsizliği ile ilgili olma eğiliminde olduğunu keşfettiler. Bu, kendinizi ünlülerle veya yabancılarla karşılaştırmayı içerebilir.

Nesneleştirme teorisi

Fredrickson ve Roberts, ideal kadın bedeni imajının görülmek ve değerlendirilmek amacıyla sosyal olarak inşa edildiğini öne sürerler. Bu, kullanıcıların vücut imajlarını bir izleyicininkine dayandırma eğiliminde oldukları anlamına gelir. Başka bir deyişle, bedenleri hakkında kendi içsel değerlendirmelerine ve algılarına sahip olmak yerine, imajlarını diğer insanların düşünce ve beklentilerine göre inşa ederler.

Bu bakış açısı, önyargılı olmanın yanı sıra, vücudunuzu sürekli olarak izlemeniz gerektiği anlamına gelir. Kabul edilen güzellik standartlarına uymuyorsa utanabilir ve endişe duyabilirsiniz. Bu, bir dizi zihinsel sağlık sorununa neden olabilir.

Dikkate alınması gereken diğer hususlar

Bu gün ve çağda sosyal ağların etkisinden kaçınmak zor. Bununla birlikte, bazı faktörler sosyal medyanın vücut imajınız üzerindeki etkisini azaltabilir. Örneğin, Instagram’ın vücut şemanızı nasıl etkilediği ve başkalarıyla yaptığınız karşılaştırmalar, benlik saygınıza bağlıdır. Bu nedenle, özsaygınız iyiyse, olumsuz etkilere karşı daha az savunmasız olursunuz. Feminist ideoloji, bedenin nesneleştirilmesine yardımcı olabilir. Bunun nedeni, feminist fikirleri olan kadınların, paylaştıkları görüntülerin etkisine çok daha az dikkat etme eğiliminde olmalarıdır.

Psikolog María Vélez

Karar Vermek Neden Bu Kadar Zor? İyi Kararları Hızlı Bir Şekilde Almanın En Etkili Yolu Nedir?

Karar vermek genellikle zordur. Hızlı şekilde iyi karar vermek ise çok daha zordur. Bu yüzden birçok insan, hangi üniversiteye gideceği ya da hangi kariyer yolunu izleyeceği gibi hayatlarını değiştiren büyük kararları verirken zorlanır. Dahası bazı insanlar, hangi dizüstü bilgisayarı alacakları gibi birazcık önemli kararlardan tutun, öğle yemeğinde ne yiyecekleri gibi nispeten daha önemsiz kararlara kadar başka tür kararları verirken bile zorlanırlar.

Buna karşılık bazı insanlar kolayca karar verir; ama kendileri için iyi olan kararı vermekte ya da doğru kararı zamanında vermekte zorlanırlar. Bu durum, hem genel olarak onlar için bir sorun hem de mali durumları, hobileri veya ilişkileri gibi hayatın spesifik alanlarını zorlaştıran bir şey olabilir. Eğer kendinize daha önce “Neden karar vermek bu kadar zor?” ya da “Neden iyi kararlar vermekte zorlanıyorum?” veya “Neden bir karar vermem çok uzun sürüyor?” gibi sorular sorduysanız, soruların cevaplarını bu yazıda bulacaksınız. İlk olarak, genel karar verme sürecini öğreneceksiniz. Ardından karar vermenin neden bu kadar zor olduğunu anlayacaksınız. Böylece düşüncelerinizi daha iyi yorumlayıp karar verme kabiliyetinizi geliştirebileceksiniz.

Karar Vermek Neden Zordur?

Karar vermenin zor olmasının ana nedeni, her aldığımız karardan önce genellikle zor ve karmaşık olan bir “karar verme” sürecine girmemizdir. Bu sürecin herhangi bir adımında zorlanmak, tüm süreci etkileyebilir. Dolayısıyla insanlar karar verme sürecini tamamlarken zorlanırlar. Tamamlamayı başarsalar bile bu süreç, çoğunlukla ya çok yavaş ya da hatalıdır.

Spesifik olarak, iyi kararlar vermek için, farkında olsak da olmasak da genellikle aşağıdakileri yapmamız gerekir:

  1. Kararınızı tanımlayın. Bir karar vermemiz gerektiğini kabul edin ve o kararın neler gerektireceğini kabaca tanımlayın.
  2. Amacınızı belirleyin. O kararla neyi başarmayı umduğumuzu ve bu amacın sizin için ne kadar önemli olduğunu tanımlayın.
  3. Bilgi toplayın. Kararı verirken ihtiyacınız olacak bilgileri toplayın.
  4. Seçenekleri tanımlayın. Size hangi seçeneklerin uygun olduğunu belirleyin.
  5. Seçenekleri değerlendirin. Mevcut seçeneklerin eksilerini ve artılarını tanımlayın. Özellikle hedeflerinize uyanları.
  6. Tercih ettiğiniz seçeneği seçin. Farklı seçenekleri artıları ve eksilerine göre sıralayıp kendiniz için en iyi olanı seçin.

Buna ek olarak, çoğu durumda bu karar verme sürecinin farklı evreleri arasında gidip gelmemiz gerekir. Mesela, bilgi topladıktan sonra geri gidip hedeflerimizi daha gerçekçi yapmak için yeniden düzenlememiz gerekebilir. Aynı şekilde, eğer seçeneklerimizi değerlendirirken bir karar vermek için yeteri kadar bilgi sahibi olmadığımızı fark edersek ilerlemeden önce geri dönüp daha fazla bilgi toplamamız gerekebilir.

İyi bir karar vermek için yapmamız gereken çok fazla şey olduğundan insanların sıklıkla karar verme süreçlerini tamamlamada ya da bunu hızlı ve doğru bir şekilde yapmakta zorlanması şaşırtıcı değildir.

Ayrıca, karar verme süreci sıklıkla seçim kabiliyetimizi engelleyen ek faktörler içerir. Birkaç olası seçenekten sadece birini seçmemiz, yani bize cazip gelen birkaç alternatiften vazgeçmemiz gereken zamanlarda deneyimlediğimiz duygusal zorluk, bunun göze çarpan örneklerinden biridir.

Bu, birinin faydalı deneyimleri ya da seçenekleri kaçırma olasılığı karşısında endişeli hissettiği bir düşünce yapısı olan ve Türkçeye “Fırsatı Kaçırma Korkusu” olarak çevirebileceğimiz “FOMO” kavramıyla ilişkilidir. Bu, özellikle insanların gelecekte pişmanlık duymaktan korktukları ve imkânsız olsa bile bundan tamamen kaçınmalarına izin verecek bir karar vermek için çabalayıp durdukları durumlarda bir sorundur.

Doğal olarak karar verme süreci, bilişsel ve duygusal açılardan zahmetli bir durum olabilir. Buna ek olarak, karar verme eylemi kendi içinde yorucudur çünkü kendimizi kontrol etmek için kullandığımız bilişsel kaynakları tüketir. Karar yorgunluğu (İng: “decision fatigue”) olarak bilinen bu fenomen, başka kararlar vermemizi daha da zorlaştırır. En azından zihinsel olarak yeniden şarj olma imkânı bulana kadar… Yani son zamanlarda verdiğiniz kararların sayısı ve o kararları verirkenki zorluk, gelecekteki kararlarınızı daha da zorlaştırabilir. Diğer zorluklarla birlikte bu, karar verme eyleminin sıklıkla sevimsiz algılanmasına yol açar. Bu da kararı ertelememize veya karar vermekten tamamen vazgeçmemize neden olabilir.

Seçimi Zorlaştıran Faktörler

Barry Shcwartz, The Paradox of Choice kitabında şöyle anlatıyor:

Birden fazla alternatifin varlığı, var olmayan alternatiflerin (var olanların çekici özelliklerini kombine edilmiş halinin) hayal edilmesini kolaylaştırır. Hayal gücümüzü, bu aslında var olmayan alternatiflerle ne kadar meşgul edersek, işin sonunda seçtiğimiz alternatiften o kadar az tatmin oluruz. Yani önümüzde daha fazla seçeneğin, olması aslında bizi daha kötü hissettirir.

Genel olarak karar vermek zor olsa da bazı faktörler seçim yapmamızı daha da zorlaştırmaktadır. Bunlardan en önemlileri şunlardır:

  • Karmaşıklık: Genelde bir karar ne kadar karmaşıksa seçim yapmak o kadar zordur. Karar vermenin karmaşık olmasının yaygın nedeni, seçebileceğiniz çok fazla seçenek olmasıdır. Bu durum, “aşırı seçenek” olarak adlandırılan bir olgudur.
  • Belirsizlik: Genelde bir karar ne kadar belirsizse, seçim yapmak o kadar zordur. Karar verirkenki belirsizliğin yaygın formu, farklı seçeneklerinizin hangi sonuçlara neden olacağını bilememenizdir.
  • Sonuçlar: Genelde, bir karar ne kadar ciddi ise, seçim yapmak da o kadar zordur. Bir karar verdikten sonra genellikle katlanmanız gereken sonuç, alternatif bir yol izlemeyi seçip eşsiz bir fırsatı kaçırmış olmanızdır.

Bu faktörler söz konusu olduğunda, çok fazla varyasyon işin içine girer. Örnek vermek gerekirse, bazı insanlar diğerlerine oranla belirsizlikleri kabul etmeye daha yatkındır. Bu değişkenlik, kişinin özgüveni gibi şeyleri etkileyebilen “geçmiş önemli kararlar verme deneyimleri” gibi faktörlerin çeşitliliğine bağlıdır.

Ayrıca, bu değişkenlik bir bakıma insanların bu faktörleri nasıl algıladıklarına da dayandırılabilir. Mesela, iki insan aynı belirsizlik seviyesinde bir karar ile yüz yüze geldiğinde bir tanesi belirsizliğin ciddiyetini olduğundan fazla abartabilir, bu da karar vermesini zorlaştırabilir. Ancak, bu faktörlerden hiçbiri söz konusu olmadığında bile insanların kararsız kalabileceğini unutmayın. Örneğin biri, vereceği kararın sonuçlarının bir önemi olmasa bile iki mevcut tasarımdan birini seçerken kararsızlığa kapılabilir.

Doğuştan Kararsız İnsanlar

Birçok insan karar verirken zorlanmasına rağmen, bazı insanlar doğası gereği kararsız olmaya daha yatkındır. Kararsız insanlar en küçük kararları verirken bile hastalık derecesinde zorlanabilirler ve bu durum hayatlarının hem genelinde hem de spesifik bir alanında sorun teşkil edebilir. Kararsız bireylerin bazı karakteristik kişilik özellikleri vardır. Bunlardan en dikkat çekeni; tıpkı mükemmeliyetçilik gibi, kararsızlıkla güçlü bir şekilde ilişkili olan olumsuz duygulara ve psikolojik strese yatkın olma eğilimi, yani nevrotikliktir. Buna ek olarak, kararsızlık, belirsiz durumları tehdit edici olarak yorumlama ve sürekli en kötü olasılığı değerlendirme eğilimi ile ilişkilidir

Ayrıca, kararsızlık ertelemeyle de ilişkilidir; özellikle de söz konusu karar vermek olunca gereksizce geciktirme davranışı olan kararsal ertelemeyle ilişkilidir. Bu, kararsız bireylerin sık sık kararlarını, özellikle zorlandıklarını erteleme eğiliminde oldukları anlamına gelir.

İnsanlar Neden Kötü Kararlar Verirler?

Bazen insanların sorunu, zamanında karar vermekte zorlanmaları değil, kötü kararlar verme eğiliminde olmalarıdır. İnsanların kötü kararları vermesinin ana sebebi, düzgün bir karar verme süreci yönetmenin zor olabilmesi ve bu nedenle insanların çoğunlukla süreci kusurlu bir şekilde yönetmeleridir.

Sorunlar, karar verme sürecinin herhangi bir basamağında baş gösterebilir. Mesela, gidebileceğimiz birkaç üniversite arasında seçim yapmamız gerekirken bilgi toplama söz konusu olduğunda, her üniversite için ihtiyacınız olan tüm bilgileri düzgünce toplamakta başarısız olabilirsiniz; çünkü bunu yapmak çok çaba gerektirir. Ek olarak, karar vermemize karışan ve kötü kararlara sebep olan çeşitli şeyler vardır. Örneğin, duygularımız sık sık ya karar vermemize engel olur ya da bir hata yaptığımızı bile bile kötü seçim yapmamıza neden olur.

Benzer şekilde, yorgun ve uykusuz olmak bilgiyi işlememizi zorlaştırabilir ve iyi kararlar vermemize engel olan çeşitli bilişsel önyargılardan mustarip olmamızı daha olası hale getirebilir. Örnek vermek gerekirse, zaten var olan inançlarımızı doğrulayacak şekilde bilgiyi aramamıza, onaylamamıza, yorumlamamıza ve hatırlamamıza neden olan doğrulama önyargısı diye bir olgu vardır. Bu ön yargı, mesela potansiyel bir iş hakkında uyarı sinyallerini görmezden gelmemize neden olabilir; çünkü bunun bizim için iyi olacağına inanırız. Konuyla ilgili bir kitapta belirtildiği gibi:

Doğrulama ön yargısı büyük ihtimalle iş dünyasındaki en büyük sorundur, çünkü en komplike insan bile yanlış anlayabilir. İnsanlar gidip bilgi topluyor, ama tahrifat yaptıklarının farkında olmuyorlar.

Önsezi ve Karar Verme

Önsezi, karar verme sürecinde sıklıkla çok önemli bir rol oynar. Bizi kötü kararlara yönlendirebileceği gibi iyi kararlar vermemize de yardımcı olabilir. Mesela kötü kararlara yönlendirmeye gelince önseziye güvenmek, önemli olsalar bile, ilgili bilgileri dikkate almadığımız anlamına gelebilir. Öteki taraftan önsezi, büyük miktarda bilgi ile analitik muhakeme yeteneğimizi kullanarak başa çıkmamız gereken durumlarda aynı şeyi hızlıca yapmamıza yardımcı olabilir.

Aslında, karar vermek söz konusu olduğunda, önsezinizi kullanmak özünde iyi ya da kötü değildir. Onun yerine, size yardım edip etmemesi veya zarar verip vermemesi elinizdeki koşullar ve sezginizi kullanma şekliniz gibi çeşitli faktörlere bağlıdır. Bu, önsezinizi kullanmanız gerektiğini düşündüğünüz durumlarda, ilk önce durumu değerlendirip önsezinizi kullanmanın sizin için en iyi seçenek olduğundan emin olmanız gerektiği, yani önsezinizi kullanırken bunu uygun bir şekilde yapmanız gerektiği anlamına gelir.

Duygular ve Karar Verme

Duygularımız sıklıkla mantıksız bir şekilde davranmamıza ve kötü kararlar vermemize yol açabilir. Yine de bu, karar verirken duygularınızı tamamen görmezden gelmeniz gerektiği ya da o duyguların mutlaka kötü kararlar vermenize neden olacağı anlamına gelmez. Onun yerine, karar verirken, duygularınızı düzgün bir karar verme süreci yönetmenizi engellemelerine izin vermeden rasyonel bir şekilde hesaba katmanız gerektiği anlamına gelir.

Örneğin, romantik bir ilişkiyi bitirip bitirmemekle ilgili bir karar almak söz konusu olduğunda, kesinlikle karşınızdaki kişiye karşı nasıl hissettiğiniz gibi duyusal düşünceleri hesaba katmalısınız; çünkü bu, kararın çok önemli bir parçasıdır. Yine de o kişiye karşı duygularınızın, mesela o kişinin size karşı yaptığı olumsuz şeyleri görmenizi engelleyerek hatalı bir karar verme süreci yönetmenize izin vermemelisiniz.

Nasıl Daha İyi Kararlar Verirsiniz?

İdeal kararlar vermenin anahtarı, ilgili karar verme tekniklerini kullanarak ve yaygın gizli tuzaklarından kaçınarak düzgün bir karar verme süreci yönetmeyi öğrenmektir. Örnek vermek gerekirse:

  • Söz konusu iyi kararlar vermek olunca, bilişsel önyargının düşüncenizi etkileyebilmesi gibi sorunları hesaba katmalı, ardından o önyargıları azaltmak için bir arkadaşınıza tavsiye veriyormuş rolü yapmak gibi ön yargı azaltma teknikleri kullanmalısınız.
  • Söz konusu hızlı karar vermek olunca, uygun olduğunda önsezinize güvenmekte emin olabilir, topladığınız bilgi miktarını sınırlayabilir, “yeterince iyi” kavramını benimseyebilir ve oluşacak olan gecikmenin size olan maliyetini belirleyebilirsiniz.
  • Söz konusu zor kararlar vermek olunca; somut gerçeklere odaklanabilir, ikincil faktörleri göz önünde bulundurabilir ve farklı seçenekleri seçmenin gelecek çıktılarını kafanızda canlandırabilirsiniz.

Kararsızlığın Türleri

İnsanlar farklı şekillerde kararsız olabilirler. Konuyla ilgili bir çalışma göze çarpan iki kararsızlık türü arasındaki farkları şöyle belirliyor:

  • Araştırıcı kararsızlık: Tüm seçenekleri iyice araştırdıktan sonra bile karar vermek için uzun ve yorucu bir mücadeleyi içerir.
  • Aceleci kararsızlık: Hızlı kararlar vermeyi içerir, ancak aynı zamanda sürekli olarak kararları hakkındaki fikrini değiştirmeyi de içerir.

Kararsızlık mı, Tereddüt mü?

“Kararsızlık” ve “tereddüt” benzer terimler olmasına ve sıklıkla birbirinin yerine kullanılmasına rağmen, teknik olarak iki ayrı olguya işaret ederler. Spesifik olarak kararsızlık, çeşitli bağlamlarda karar verirkenki genel kronik zorluğu işaret ederken; tereddüt, belirli bir bağlamda karar verirkenki geçici zorluğu işaret eder.

Özellikle tereddüt “normal” kabul edilir ve hangi işi kabul edeceğiniz gibi belirli kararlar söz konusu olduğunda olağan da olsa yine de onunla nasıl baş edileceğini öğrenmek yararlı olabilir.

Karar Verme Stilleri

Karar verme tarzları insanların ortak karar verme yollarıdır. Karar verme stillerinin en yaygın ölçeği aşağıdaki gibidir:

  • Rasyonel: “Alternatiflerin kapsamlı bir şekilde araştırılması ve mantıklı bir şekilde değerlendirilmesi” ile karakterize edilir. Örneğin: “Mantıksal ve sistematik bir şekilde kararlar veririm.”
  • Sezgisel: “Önsezilere ve duyulara güvenmek” olarak karakterize edilebilir. Örneğin: “Karar verirken sezgilerime güvenme eğilimindeyim.”
  • Bağımlı: “Başkalarından bir tavsiye veya yönlendirme aramak” olarak karakterize edilir. Örneğin: “Başkalarına danışmadan nadiren önemli kararlar alırım.”
  • Kaçıngan: “Karar vermekten kaçınmaya çalışmak” ile karakterize edilir. Örneğin: “Baskı devam edene kadar önemli kararlar vermekten kaçınırım.”
  • Spontane-Anlık: “Dolaysızlık duygusu ve karar verme sürecini mümkün olan en kısa sürede tamamlama arzusu” ile karakterize edilir. Örneğin: “Genellikle ani kararlar veririm.”

Genelde, bazı karar verme tarzları uyumsal, pozitif çıktılara yol açma eğiliminde, görülmekteyken diğerleri uyumsuz, negatif çıktılara yol açma eğiliminde, görülmektedir. Farklı türdeki karar verme stilleri değişik psikolojik öncüllerle ilişkilidir. Bir makalenin belirttiği gibi:

(…) irrasyonel inanç (örnek olarak “doğru seçim için eşsiz bir olasılık olduğuna inanmak”, “bir karar verildikten sonra onun bir daha değişemeyeceğine inanmak”), kaygı, hassas benlik saygısı ve bilgi eksikliğinin üstünde durmak mümkün. Uyumlu karar verme stilleri problem çözme ve bilgi arama için daha iyi kapasiteye, yüksek benlik saygısına, olumlu benlik kavramına ve karar verme süreciyle bağlantılı duyguları yönetme konusunda yüksek yeteneğe sahip kişiler tarafından tercih edilir.

Özet ve Sonuçlar

  • Karar verirken tereddütte kalmak normaldir. Özellikle de hangi kariyer yolunu izleyeceğiniz gibi büyük kararlar verirken, ama bazı insanlar sürekli olarak bir yüksek seviyede kararsızlık içerisindedirler ve bu durum yaşamlarını önemli ölçüde etkiler.
  • Tam bir karar verme süreci (tüm adımların farkında olsak da olmasak da) genellikle kararın tanımlanması, hedeflerin belirlenmesi, bilgi toplanması, seçeneklerin tanımlanması, seçeneklerin değerlendirilmesi ve tercih edilen seçeneğin seçilmesidir.
  • Karar vermenin zor olmasının ana nedeni özellikle de hızlı bir şekilde karar vermek istiyorsak genellikle zor ve karmaşık bir karar verme sürecinden geçmemiz gerekmesi ve sürecin herhangi bir adımındaki zorlanmamızın tüm süreci etkilemesidir.
  • Belirsizlik, bilişsel ön yargılar, kaçırma korkusu ve gelecek pişmanlığını en aza indirme arzusu dahil başka şeyler de karar verme yeteneğimize müdahale edebilir.
  • Tereddüt ve duygular bazen kötü kararlar vermemize sebep olabilirler ama tamamıyla kötü değillerdir, hatta ikisi de belirli durumlarda iyi kararlar vermenize yardımcı olabilir.

EVRİM AĞACI

Düşünmeyi durduramamak büyük bir derttir. Zihnimiz sürekli bir düşünce akışı içerisindedir; geçmişin pişmanlıkları geleceğin kaygıları ile dolar taşar, susmaz bir türlü. İşin tuhafı hemen herkes aynı derdi çektiğinden bunu normal bir durum olarak kabul ederiz. Dışarıda kendi kendine yüksek sesle konuşan birini görsek “Vah vah ne zorluklar yaşadı da böyle oldu” der, üzülürüz. Oysaki kendi zihnimizin içinde düşünceler halay halindedir.

Zihin doğru şekilde kullanıldığında üretkenliğinizi destekleyen, sizi özgürleştiren, hayatınızı kolaylaştıran bir yapı olarak harikalar yaratırken; kullanılamadığında bilişsel, duygusal ve bedensel yıkımlara sebep olabilir. Problem sizde sanırken asıl problemin ürettiğiniz düşünceler olduğunu fark etmezsiniz. Oysaki zihin geçmişinizle sizi bombardımana tutar. “Ne kadar aptalsın, yine geç kaldın!”, “Yine yanlış karar vereceksin!”, “Sen ne zaman doğru bir şey yaptın ki!” Yetmez bir de geleceğin kaygıları ile yorar; “Böyle gidersen beş parasız kalacaksın.”, “Asla başaramayacaksın.”, “Ömrün boyunca yalnız kalacaksın.”

Tüm bu olumsuz düşünceler, beraberinde olumsuz duyguları getirir. Gelen olumsuz duygular bedenimize yerleşir; baş ağrılarına, panik ataklara, nefes yetmezliklerine ve daha birçok rahatsızlığa dönüşür. Çünkü zihin gerçek ve düşünsel tehdidi birbirinden ayıramaz. Bu yüzden fiziksel saldırı karşısında da psikolojik saldırı karşısında da aynı tepkiyi verir. Zihin, bedeni gelen tehditle savaşmak için alarma geçirir. Hayati bir fonksiyon olan bu yapı, varlığımızı korumaya dönük bir özellik olsa da günümüz dünyasında artan stres durumları sebebi ile bedenimizi sürekli tetikler. Bu durum sinir sistemimizi ve hormon dengemizi bozar. Hem fiziksel hem psikolojik sağlığımızı tehlikeye sokar.

Derin bir nefes alın…

Bu düşüncelerin hiçbiri siz değilsiniz. Onlar sadece zihninizin ürettiği düşünceler. Eğer yaşıyorsak, iniş çıkışlar vardır hayatta; koşarız, yoruluruz, severiz, nefret ederiz, korkarız, cesaretleniriz. Ne zaman ki kalp durur işte o zaman hayat düz bir çizgi halini alır. Gelen düşüncelerin varlığını yargısızca kabul edin, savaşmayın çünkü savaştığınız şey kalıcı olur. Güneşli bir havada çimlerin üzerinde piknik yaparken ki halinizi hatırlayın. Doğa canlanmıştır, hafif esen rüzgar çiçeklerin kokusunu taşır her yana, güneş ısıtır teninizi, yeşilin ve mavinin tonları huzur salar ruhunuza. Ancak kahvaltınızda eşlik etmek isteyen arılar ve sinekler bir türlü yalnız bırakmaz sizi. Kovalamaya çalışırsınız, bir türlü gitmez, hatta gittikçe çoğalır sayıları. Zihnimizdeki düşünceler de böyledir. Düşünmemeye çalıştıkça istemediğimiz o düşünce zihnimize kök salar. Derin bir nefes alın ve gelen düşünceleri şefkatle karşılayın, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi hiçbir anlam yüklemeyin. Bırakın gelip gitsinler, siz dışarıdan bir izleyici gibi izleyin akıp giden düşünceleri yargısızca. Ardından tekrar derin bir nefes alın; şu an ne yaptığınıza, bedeninize ve nefesinize odaklanın. Böylece geçmişe ve geleceğe uçuşan zihninizi şimdiye getirmiş olacaksınız. Zihin şimdiye geldiğinde geçmişin ve geleceğin yorucu düşüncelerinden yavaşça sıyrılır.

Hayatımızdaki tek gerçeklik şu anda yaşanır. Şu an yaptıklarımız 1 sn. sonra geçmiş olurken, 1 sn. sonrası şu an yaptıklarımızda şekillenecektir. Geçmişi değiştiremeyiz, geleceği ise bizim dışımızda gelişen birçok şey varken kontrol edemeyiz. Ancak içinde olduğumuz an’ı yönetebiliriz.

Hiçbir zaman yüzde yüz şu anda olmayız ancak zihnimizin salındığını fark ettiğimizde dikkatimizi şu ana, yaptığımız eyleme (iş, oyun, egzersiz, dinlenme, nefes çalışması vb.) çekebiliriz. Elbette yıllardır düşünce üretmekte ustalaşmış zihin kolayca susmayacaktır. Büyük hedefler yerine küçük hedefler koyarak başlayın işe. Gün içinde bir an için nefesinize odaklanın, bedeninizde neler oluyor, zihninizden neler geçiyor, hangi duygudasınız yargılamadan bakın. Her tekrar farkındalığınızı ve dikkatinizi geliştirecektir. Tekrar ettiğimiz şeyler kalıcı olur, bir süre sonra alışkanlığa ardından hayat tarzına dönüşür.

Unutmayın, ya siz zihninizi kontrol edersiniz ya da o sizi!

Psikolojik Danışman/ Psikoterapist Zühre Korkmaz

Olumsuz düşüncelerden kurtulmak için danışanlarımız birçok yol deniyor. Kötü düşüncelerden kurtulmak için çok uğraşmalarına rağmen “Aklımdan kötü düşünceler geçiyor”, “Düşünmek istemediğim şeyleri düşünüyorum” şikayetleri devam ediyor. Sürekli aynı şeyleri düşünmekten kurtulmak aslında zor değil.

İlk önce, düşüncelerle ilgili yanlış inanışlar ele alınmalıdır.

DÜŞÜNCELERLE İLGİLİ YANLIŞ İNANIŞLAR

  • DÜŞÜNCELERİMİZİ KONTROL EDEBİLİRİZ: Hayır!
    Düşüncelerimizi kontrol edemeyiz ve onlardan sorumlu değiliz. Düşünceler birden bire ortaya çıkarlar, dolaşırlar ve bizi dinlemezler.
  • DÜŞÜNCELERİMİZ KARAKTERİMİZİ YANISITIR: Hayır!
    Karakterimizi sadece davranışlarımız yansıtır. Karakterimizi hayatımızda yaptığımız seçimler belirler, aklımıza gelenler değil.
  • DÜŞÜNCELERİMİZ İÇİMİZDE YATANLARI GÖSTERİR: Hayır!
    Düşüncelerimiz içimizde, derinde yer alan istekleri vs göstermez. Onlar kontrol edilemeyen ve kendiliğinden gelip giden şeylerdir.
  • BİRŞEYİ DÜŞÜNÜRSEM ONUN OLMA OLASILIĞI ARTAR: Hayır!
    Düşüncelerin gücü yoktur.
  • SADECE HASTA İNSANLARIN AKLINA İSTEMEDİKLERİ DÜŞÜNCELER GELİR: Hayır!
    İnsanların %90’ının aklına böyle düşünceler gelir.
  • HER DÜŞÜNCE DEĞERLİDİR: Hayır!
    Düşünceler aklımıza kendiliklerinden geldiği için bazıları “çöp” düşüncedir, üzerlerinde durmaya ve vakit harcamaya değmezler. Takıntılı/istenmeyen düşünceler de böyledir.
  • BİR DÜŞÜNCE TEKRARLIYORSA ÖNEMLİ DEMEKTİR: Hayır!
    Bir düşünceyi ne kadar kafamızdan atmaya çalışırsak o kadar çok tekrarlar.

NİÇİN YAPTIKLARIM İŞE YARAMIYOR?

3 temel hatadan ötürü yapılanlar işe yaramıyor.

  • Yapışkan zihin: Bazı insanların zihinleri sanki yapışkanlı gibidir; normalde uçup gidecek düşünceler bu zihinlerde yapışır. Bu, genetik bir özelliktir ve stres, yorgunluk gibi durumlar ile artar.
  • Paradoksal Çaba: Nasıl bataklıkta çırpınanlar çabucak batarsa, aklından bir düşünceyi atmaya çalışanlar o düşünceye daha da saplanır. Örnekler: uykunuz yokken uyumaya çalışmak; TV açıkken onu dinlemeden derse odaklanmaya çalışmak; kötü bir kokuyu fark etmemeye çalışmak gibi.
  • Bulaşma: Bulaşma, aklınıza gelen anlamsız düşünceler ile kurduğunuz iç konuşma demektir. Bu düşünceleri yargılamak, bunlarla tartışmak, kendini rahatlatmaya ve kendine güven vermeye çalışmak düşüncelere bulaşmak anlamına gelir. Şöyle düşünün: yolda arabanıza doğru giderken hiç tanımadığınız birisi size kötü bir şey söylüyor. Eğer ona karşılık verir, kavga ederseniz ona “bulaşmış” olursunuz ve muhtemelen işler büyür. Eğer görmezde gelir, duyduğunuzu belli bile etmezseniz olay geçip gider. Bunu, kişinin yaptığını/söylediğini doğru bulduğunuz için değil, sizi daha fazla rahatsız etmesin diye yapıyorsunuz. Aklınıza gelen düşünceleri bu örnekteki yabancı gibi düşünün; ona bulaşırsanız sizi daha fazla rahatsız eder.

Aklınıza kötü düşünceler geldiği zaman bu sizde kaygı yaratır. Bu İLK kaygıya yapabileceğiniz bir şey yoktur. Size düşen, düşünceye bulaşıp İKİNCİ/ÜÇÜNCÜ kaygıları ortaya çıkarmamaktır.

PEKİ, NE YAPMALI?

  • TANI: “Şu anda beni rahatsız eden bir düşüncem var. Bu düşünce dikkatimi çekiyor çünkü bende olumsuz bir duygu/kaygı oluşturuyor.” Kaygınız varken %99 bile emin olsanız bu size yetmez, bunu unutmayın.
  • “SADECE DÜŞÜNCE”: Kendi kendinize şunu söyleyin “Bunlar otomatik düşünceler, bunlara takılmamam gerek. Bunlar çöp düşünce, hiçbir şey yapmam gerekmiyor”. Unutmayın, düşünce ve bunu takip eden ilk korku otomatiktir ve kaçınılmazdır.
  • KABUL ET VE İZİN VER: Düşüncelerinizi uzaklaştırmaya çalışmayın. Dikkatinizi dağıtmayın, uğraşmayın, bulaşmayın, mantıklı açıklamalar yapmaya çalışmayın. Düşünceleri kendi haline bırakın; bırakın ne yapacaklarsa yapsınlar. Unutmayın, düşüncelerin gücü yoktur. Kabul etmek demek, düşünceler gitsin diye UĞRAŞMAMAK demektir. Çünkü, düşünceler otomatiktir, kontrol edilemez ve güçleri yoktur. Çöp düşünceler önemsizdir, herhangi bir tepki vermenizi gerektirmezler.

Yapılması gereken                 :  “Bu bir çöp düşünce”

Yapılmaması gereken           : “Bu yanlış bir düşünce”. Çünkü bu ikinci yaklaşım çöpe önem vermek anlamına gelir!

Yapılmaması gerekenler: Düşünceye bulaşma; düşüncelere yanıt vermeye çalışma; kafadan atmaya çalışma; düşüncelerin “anlamını” bulmaya çalışma; düşüncelerin doğru olup olmadığını bulmaya çalışma; düşüncenin neden o anda çıktığını bulmaya çalışma; kendini avutmaya/inandırmaya çalışma.

  • HİSSET: Şu andaki ortama ve duyularınıza odaklanın. Tabanınızı, etrafı, sesleri, kokuları, görüntüleri fark etmeye çalışın.
  • ZAMANIN GEÇMESİNE İZİN VER: Acele etmeyin. Kaygınızı dışarıdan bakan birisi gibi seyredin, yaptıklarınızın bir işe yarayıp yaramadığını kontrol etmeyin. Acele etmenize gerek yok, bunlar sadece düşünce, güçleri yok, kimseye zarar veremezler. Tehlikede değilsiniz. Bir şey yapmanız gerekmez. Bir şey yapma düşüncesi sadece beyninizin yanlış alarmı.
  • İLERLE: Düşünce geldiğinde ne yapıyorsanız ona devam edin. Ne iş yapıyorsanız devam edin, farklı bir şey yapmayın.

KABUL ETMEYİ ZORLAŞTIRANLAR

  • SUÇLULUK: İstenmeyen düşünceler kişide suçluluk hisleri uyandırabilir ve birey bu hislerden kurtulmak için diğerlerinden destek veya onay ister. Bu, kısa vadede rahatlama sağlasa bile düşünceler geri gelir. Aslında, kişinin suçluluk duyacağı bir şey yoktur, çünkü düşünceler değil davranışlar için sorumluluk duymamız gerekir. Davranışlarımızı seçebiliriz ve kontrol edebiliriz ancak düşünceler otomatiktir ve kontrolümüz dışındadır.
  • ŞÜPHE: Ya başıma bir şey gelirse? Ya kötü bir şey olursa? Hiçbir garanti kişiye yeterli gelmez. Yapılacak şey düşüncelerin gücü olmadığını hatırlamak ve hayatta hiçbir şeyin %100 garanti olmadığını unutmamaktır. Kişi, bu belirsizliğe dayanmak zorundadır.
  • ACELE: Rahatsız edici düşüncelerde dolayı bir aciliyet hissetmek. Çırpınma, bulaşmaya yol açar. Yapılacak şey, kabul etmek, beklemek ve o andaki hislere odaklanmaktır.

ProfDrÖzgür Öner / Tekrarlayıcı, Rahatsız Edici Düşüncelerle Nasıl Başa Çıkılır?

Stres, anksiyete, kronik yorgunluk, enerji eksikliği, pesimizm… Endişelenmek beyninizi zehirler. Bütün duygusal kaynaklarınızı, siz sürekli tehdit altındaymış gibi hissedene kadar kullanır.

Endişelenmek beyninizi nasıl etkiliyor, bunu bir kelimeyle iyi bir şekilde özetleyebiliriz: zehirli, bu bir tehdit algıladığınızda deneyimlediğiniz doğal bir duygu olmasına rağmen. Ancak, endişelerinizin çoğu temelsiz ve hatta obsesiftir. Dahası, sizi yüksek miktarlarda yorarlar ve enerjinizi, cesaretinizi ve motivasyonunuzun tüm kırıntılarını kaybedersiniz. Psikolojik bir bakış açısından hepimizin iyi bildiği bir şey vardır, çok fazla endişelenmenin üzerinizde yarattığı etkiler sizi endişelendiren şeyin kendisinden daha bile zararlı olabilir. Bu durum özellikle beyninizi etkiler. Bu bir kelime oyunu gibi görünüyor olabilir, ancak gerçekte bundan çok daha fazlasıdır. Stresin en küçük detayı bile yoğunlaştırdığı ve çarpıttığı o durumda kalmaya devam ettiğinizde her şey kontrolden çıkar. Böyle bir durumda kötü seçimler yaparsınız ve duygusal çatışmanız daha yoğun hale gelir.

Örneğin, uyku kalitenizin kötü olmasına ne kadar takılırsanız, o kadar fazla insomnia deneyimlersiniz. Aynı şekilde, işinizde mükemmel ve verimli olduğunuzu kanıtlamakla ilgili ne kadar endişelenirseniz, o kadar başarısız olursunuz. Dahası, eğer sevgilinizin sizi sevmediği ile ilgili çok endişelenirseniz diğer insanın baskı altında ve rahatsız hissedeceği durumlar yaratırsınız.

Endişelenmek Beyninizi Nasıl Etkiler?

Dolayısıyla, beyninize endişelenerek daha fazla baskı yaptıkça, bu durum beyninizi daha da kötü etkileyecektir. Bu şekilde kaynaklarınızı tüketirsiniz. Sonrasında, hafızanız sizi yarı yolda bırakmaya başlayacaktır ve daha da yorgun hissedeceksiniz. Aşırı derecede endişelenmeye bağlı olan etkiler stresin biyolojisi ile ilgilidir. Hadi bunun nasıl işlediğini öğrenelim. Endişelenmek beyninizi sizin düşündüğünüzden çok daha yoğun bir şekilde etkiler. New York Üniversitesinden Dr. Joseph LeDoux gibi nörobilimciler bizlere endişelenmenin etkisinin çok şiddetli olduğunu söyler. Bu temelde, ortalamaya vurulacak olursa, insanların bir şeylerle ilgili sağlıklı bir şekilde endişelenmeyi bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Biz insanlar panik yapmak ve her şeyi büyütmek gibi ilgi çekici bir eğilime sahibiz.

Ancak, Dr. LeDoux aynu zamanda bizleri belki de sorumluluğun en azından bir kısmından muaf hale getirecek başka bir faktöre de işaret eder. Beynimiz, ilk önce endişelenip sonra düşünmeye programlanmıştır. Diğer bir deyişle, duygusal sistemimiz ve özellikle serebral amigdalamız bir tehdidi ilk algılayan ve dolayısıyla bizde bir duyguyu aktif hale getiren ilk şeydir.

Dopamin gibi nörotransmitterler sürekli salgılanır ve anksiyete ve endişe yaratırlar. Sonrasında, limbik sistem serebral korteksi uyarır ve onun yüksek zihinsel yapılara haber vermesini sağlar. Bunun amacı nedir? Bu yapıların kontrolü ele almasını sağlamak. Ayrıca, bu korkuyu, bu alarm hissini düzenleyen mantıksal muhakeme yeteneğini de kullanmak. Dr. LeDoux bizlere iş duygulara geldiğinde insanların muhakemeden ziyade güçleri olduğunu hatırlatır. Böyle bir şey sadece ve sadece deneyimlediğiniz anksiyete ve endişenin beyninizin üzerinde daha fazla gücü olmasına yol açar. Bundan dolayı, endişelenmek beyninizi devasa boyutlarda etkiler ve aşağıdaki etkilere sebep olur:

Aşırı Endişelenmek Psikolojik Acı Yaşamanıza Yol Açar

Sürekli endişeler tarafından ele geçirilmiş gergin bir beyniniz varsa bu amigdalanız tarafından kontrol edildiğiniz anlamına gelir. Bu, sizin tehlike olmayan yerlerde tehlikeler görmenize sebep olur. Algıladığınız her şey bir tehdide dönüşür. Hiçbir şeye güvenmezsiniz ve her şey sizi korkutur. Bu hiperstimülasyon durumu serebral korteksinizi etkiler ve onun aktivitesini düşürür. Sonrasında, her şeyi kaotik ve dengesiz bir şekilde algılamaya başlarsınız.

Aynı şekilde, amigdala anterior singulat korteks gibi serebral acıya sebep olan kısımları da aktifleştirir. Bunun bir sonucu olarak rahatsızlık seviyeniz artar.

“Geri dönüp tüm bu endişelere baktığımda, ölüm döşeğinde hayatında bir sürü sıkıntı var olduğunu ama bunların çoğunun gerçekleşmediğini söyleyen yaşlı adamla ilgili hikayeyi hatırlıyorum.”

– Winston Churchill

Aşırı Endişelenmek Beyninizi Etkilediğinde Bilişsel Süreçleriniz Başarısız Olur

“Bilişsel süreçler” derken ne demeye çalışıyoruz? Yani, sürekli düşünerek geçen haftalarınız veya aylarınız olduğunda aşırı endişelenmek beyninizi etkiler ve aşağıdaki şeylerin olduğunu fark etmeye başlarsınız:

  • Hafızanızda problemler.
  • Konsantre olmada problemler.
  • Karar verirken zorlanma.
  • Mesajlar ve benzeri şeyleri anlamakta zorlanma vb.

Endişelenmeyi Nasıl Bırakırsınız

Aslında, endişelenmeyi bırakmamalısınız. Önemli olan düzgün bir şekilde endişelenmeyi öğrenmektir. Aksi takdirde, Dr. Ernest Paulesu tarafından Cambridge Üniversitesinde yapılan bir çalışmada da bahsedildiği gibi, bir genelleştirilmiş anksiyete bozukluğu geliştirme riski altındasınız. Daha düzgün bir şekilde endişelenmeyi öğrenmek için psikolog Albert Ellis’in tavsiyesini hatırlayın. Hadi bunun üzerine düşünelim:

  • İrrasyonel düşüncelerinizi analiz edin. İster inanın ister inanmayın, endişelerinizin ortalama %80 civarındaki kısmı oransız ve mantıksızdır.
  • Duygularınız hakkında konuşun. Onları adlandırın, serbest bırakın ve ışık altına getirin. Mesela, işiniz ile ilgili aşırı seviyede endişelenmenizin sebebi gerçekte işinizin sizi memnun etmemesi ve orada mutlu olmamanız olabilir.
  • Ruh halinize bağlı kararlar almayın. Bir karar verip bu doğrultuda hareket etmeden önce düşüncelerinizin hepsini sakin ve makul bir şekilde değerlendirin. Evet, duygular önemlidir, ancak eğer bilinçli ve odaklı bir muhakeme süreci ile bir araya gelirlerse başarı ihtimaliniz daha yüksek hale gelir.

Sonuç olarak, endişelenmenin beyninizi nasıl etkilediğini bildiğinizde daha proaktif olabilirsiniz. Bu acı verici döngülere girmekten kaçının ve sağlıklı ve makul yaklaşımlar kullanın. Eğer bunu kendi başınıza yapamıyorsanız o zaman profesyonel yardım alın.

PSİKOLOG VALERİA SABATER

Durumsal Depresyon ve Klinik Depresyon Arasındaki Farklar

Durumsal depresyon ile klinik depresyon arasındaki farkları bilmek, mümkün olan en kısa sürede harekete geçebilmemize yardımcı olacaktır.

Durumsal depresyon ve klinik depresyon birbirine benziyor ama aynı değiller. Her ikisi de yüksek duygusal ıstırap, umutsuzluk duyguları ve uyku bozuklukları sergilerken, klinik depresyon daha ciddi bir şekilde kendini gösterir. Aslında, majör depresif bozukluk olarak bildiğimiz şeyi yapılandırır. Gerçekten de, klinik depresyondan muzdarip olan kişinin yaşadığı psikososyal tükenmişlik çok fazladır.

Bununla birlikte, majör depresyon teşhisi konan tüm hastalar daha önce durumsal bir depresif durumdan muzdarip olacaktır. Ve hayatın stresli olaylarıyla yüzleşmek için yeterli başa çıkma mekanizmalarına sahip değillerse, bu çok daha şiddetli durumlara yol açar.

Herhangi bir travmatik deneyim, durumsal depresyonu tetikleyebilir.

Durumsal depresyon ve klinik depresyon arasındaki farklar

Durumsal depresyon ile klinik depresyon arasındaki temel fark, ilkinin olumsuz bir olaya doğrudan tepki olarak gelişmesidir. Sevilen birini kaybetmek en yaygın örnektir. Hepimizin bir noktada kendimizi bu tür öngörülemeyen duygusal acılardan geçerken bulabileceğimizi akılda tutmak önemlidir.

Hayat kolay değil. Zor durumlar ve kaderin cilvesi bizi aniden büyük bir duygusal kırılganlık durumuna sokabilir. Bu, daha hafif depresyonun substratlarının oluşabileceği zamandır. Ele alınmazlarsa, ciddi bir klinik tablo çizerler. Bu nedenle, durumsal depresyon ile klinik depresyon arasındaki farkları bilmek önemlidir. Bunlar aşağıdaki gibidir:

1. Tetikleyiciler: Durumsal depresyonun açık nedenleri vardır

Geriye dönüp baktığımızda, çoğumuz gerçekten zor zamanlardan geçtiğimizin farkındayızdır. Bazılarımız onlarla yeterince yüzleşmiş olacak. Ancak, diğerleri onları daha zor bulmuş olacak. Durumsal depresyon, travmatik veya oldukça stresli bir deneyimden sonra ortaya çıkar. Anlaşılabilir bir ıstırap durumuyla sonuçlanır.

Psikologlar bu özelliği uyum bozukluğu olarak tanımlar çünkü belirli ve tanımlanabilir bir psikososyal stres kaynağına bir tepki olarak ortaya çıkar. Bunlar, bireyin elindeki psikolojik kaynakları aşan, son derece sert ve beklenmedik deneyimlerdir.

Melbourne Üniversitesi (Avustralya) tarafından yürütülen araştırma, uyum bozukluğu için aşağıdaki tetikleyicilerden bahsetmiştir:

  • İş kaybı.
  • İlişkisel çatışmalar.
  • Sevilen birinin ölümü.
  • Finansal problemler.
  • Şiddet içeren bir eyleme tanık olmak.
  • Kendi hayatlarının bir saldırı tarafından tehdit edildiğini görmek.
  • Gerçekten stresli, ancak travmatik olmayan durumlar yaşamak.
  • Bir hastalıkla uğraşmak (kendisinin veya çok yakın birinin).

Öte yandan, klinik depresyon ile ilgili olarak, belirli bir kaynağı netleştirmek kolay değildir. Aslında, birikmiş birçok stresli olayın ve yeterince yönetilmeyen ıstırabın birleşimidir. Neuroscience Bulletin’de yayınlanan bir çalışma da biyolojik ve nörobiyolojik değişkenlerin dahil olduğunu iddia ediyor.

Klinik depresyona sıklıkla intihar düşüncesi eşlik eder. Durumsal depresyonda bu olmaz.

2. Şiddet: Klinik depresyon majör depresif bozuklukta kendini gösterir.

Bir kişi durumsal depresyonunu (uyum bozukluğu) ele almadan üç ila altı ay geçtiğinde, klinik depresyon gelişebilir. Bu durumlarda duygusal, zihinsel ve davranışsal tükenme son derece belirgindir. Ayrıca, hasta günlük işlerini yapmakta zorlanır.

Durumsal depresyon ile klinik depresyon arasındaki farkları daha iyi anlamak için nasıl ortaya çıktıklarına bakalım.

Durumsal depresyon

  • Endişe.
  • Ağlıyormuş gibi hissetmek.
  • Uyku bozuklukları,
  • Sürekli endişe.
  • İzolasyon ihtiyacı.
  • Yeme kalıplarındaki değişiklikler.
  • Karar verme sorunları.
  • Koşullar karşısında bunalmış hissetmek.
  • Belirli bir durum karşısında duygusal olarak mücadele eden kişi, bunaltıcı bulur.
  • Bir ila üç ay sonra düzelen geçici bir durum.
  • Üzüntü ve umutsuzluk duyguları sinirlilikle birleşir.

Klinik depresyon veya majör depresyon

  • Ağlama arzusu.
  • Enerji eksikliği.
  • Kalıcı umutsuzluk duyguları.
  • Sinirlilik ve kötü ruh hali.
  • Kas-iskelet ağrısı.
  • Yeme, uyku ve sindirim kalıplarında değişiklikler.
  • Bilişsel problemler. Örneğin, dikkat eksikliği, hafıza bozuklukları vb.
  • Apati ve anhedonia (olumlu duyguları hissetmekte zorluk).
  • Nedeni bilinmeyen genel bir halsizlik.
  • İntihar düşüncesi. Frontiers in Psychiatry’de yayınlanan bir çalışma, bu gerçeği ve klinik depresyonun erken teşhisi ihtiyacını doğrulamaktadır.

Durumsal depresyon, olumsuz bir yaşam olayına verilen normal bir tepkidir. Genellikle ilaç desteği olmaksızın kendiliğinden geçer.

3. Durumsal depresyon ve klinik depresyon için tedaviler

Durumsal depresyon ile klinik depresyon arasındaki temel farklardan biri, ilkinin profesyonel müdahale olmaksızın kendi kendine geçebilmesidir. Sonuçta, stresli yaşam olayları sık görülür ve bu tür durumlara tepki olarak uyum bozukluğunun gelişmesi normaldir. Kaderin beklenmedik cilvesini işlemek hepimiz için zor.

Bununla birlikte, daha az baş etme becerisine sahip, duygusal olarak en savunmasız kişiler, majör depresyon geliştirme riski altındadır. Aslında bu göz ardı edilemeyecek temel özelliktir. Bir kişi olumsuz bir olayla yüzleşemeyeceğini hissediyorsa, uzman yardımı talep etmelidir. Gelin bu iki farklı depresyon türü için en uygun tedavilere bir göz atalım.

Durumsal depresyon tedavisi

Durumsal depresyon her zaman terapi veya ilaç tedavisi gerektirmez. Aslında, acı çeken kişinin sadece acıyı yaşaması ve duygularını kabul etmesi gerekir.

Hannover Tıp Okulu (Almanya) tarafından yürütülen bir araştırma, üstbilişsel terapinin uyum bozukluğu yaşayan hastalarda faydalı olduğunu iddia ediyor. İşlevsiz düşünceler üzerinde çalışmayı amaçlayan kısa bir yaklaşımdır. Aşağıdaki stratejiler de yararlı olabilir:

  • Sosyal bağlantı.
  • Yoga ve farkındalık.
  • Yeni hobiler geliştirmek.
  • Yeterli dinlenme süresi.
  • Stresi düzenleme teknikleri.
  • Duygu düzenleme yöntemleri.
  • İyi psikososyal destek.
  • Yeni projelere ve kişisel hedeflere dahil olmak.
  • Acının geçici olduğunu ve sonsuza kadar sürmeyeceğini anlamak.

Klinik depresyon tedavisi

  • Psikososyal destek.
  • Davranışsal aktivasyon.
  • Kişisel bakım teknikleri.
  • Bilişsel davranışçı terapi.
  • Psikoaktif ilaçlarla tedavi.
  • Kabul ve kararlılık terapisi.

Hepimiz zorluklarla aynı şekilde yüzleşmeyiz. Bazı insanlar stresle daha iyi başa çıkmak için nörobiyolojik bir yatkınlığa sahiptir. Diğerleri, iş kaybı veya ilişkinin sona ermesi gibi durumlardan bunalmış durumda. Durumsal ve klinik depresyon arasında ince bir çizgi vardır.

Risk faktörleri

Artık durumsal depresyon ile klinik depresyon arasındaki farkları bildiğinize göre, bir bireyin acı çeken uyum bozukluğundan majör depresyona geçmesine hangi faktörlerin katkıda bulunduğunu merak ediyor olabilirsiniz. Aslında, biri ile diğeri arasında oldukça ince bir çizgi vardır. Sonuç olarak, hem durumu önlemek hem de harekete geçmek için dikkate alınması gereken ince değişkenler vardır.

Olumsuz ve zor bir çocukluk geçiren insanlar, klinik depresyon veya majör depresyondan muzdarip olma riski daha yüksektir. Bu, herhangi bir stresli olayın onları bunaltmasına neden olacak ve bununla etkili bir şekilde başa çıkamayacaklar. Gerçekten de, Frontiers in Psychology’de yayınlanan bir makale, çocukluktaki zor deneyimlerin risk unsurları olduğunu öne sürüyor. Daha fazla risk faktörü aşağıdaki gibidir:

  • İyi bir destek ağına sahip olmamak.
  • Son derece katı, esnek olmayan ve olumsuz bir zihinsel yaklaşım.
  • Stres ve kaygıyı düzenlemede zorluk.
  • Nevrotik bir kişilik veya duygusal dengesizlik sergilemek.
  • Diğer psikolojik rahatsızlıklardan muzdarip. Örneğin, bipolar bozukluk, borderline kişilik bozukluğu vb.

Depresyonla başa çıkmada yardım

Sonuç olarak, bu risk bileşenlerini sunsak da göstermesek de, psikolojik tedavinin hem depresyonu önlemede hem de tedavi etmede ideal ve etkili bir kaynak olduğu gerçeğini göz ardı etmemeliyiz.

Son olarak, zorlu koşullarla uğraşırken yardım istemenin bizi zayıf kılmadığını hatırlamakta fayda var. Aksine, sağlığımızla ilgilenmek isteyen sorumlu insanlarız demektir.

Psikolog Valeria Sabater

Akla Dair Bir Bilmece

Beyin epifizi daima çok ilgi çekmiştir. Descartes, beynin tam merkezinde bulunan bu küçük epifizin “ruhun tahtı” ve tüm düşüncelerimizi yöneten merkez olduğunu söylemiştir. Ayrıca bu küçük yapıya “üçüncü gözümüz” diyen ve görme duyumuz ötesinde algılamamızı sağlayan bir enerji girdabı şeklinde tanımlayanlar da vardır. Bu mistik, spiritüel ve renkli bakış açılarını bir kenara koyarsak, beyin epifizi (epiphysis cerebri) ilginç ve esrarengiz bir yapıdır. Döngülerimizi, günlük ritmimizi, ergenlik döneminin başlangıcını ve hatta bir çok duygumuzu düzenler. Büyüleyici ve gizemli bir yapıdır bu.

Beyin epifizi, üçüncü gözden çok daha fazlasıdır. Gizlice döngülerimizi, rahatlama anlarımızı ve ergenliğin başlangıcını düzenleyen ve gün ışığının ilham verdiği bir orkestra şefidir.

Beyin epifizinin en ilginç yanlarından biri, çok küçük olmasına karşın (yaklaşık 8 mm), yoğun miktarda kan akışı almasıdır. Neredeyse böbreklerimize gerçekleşen kan akışı kadardır bu miktar. Şekli ağaca benzer. Ağacın gövdesi ve dalları, kalsiyum birikimi nedeniyle çok hızlı bir şekilde sertleşir. Henüz 12 ve 20 yaş arasında dahi biraz kalsifikasyon görmek mümkündür.

Yine de aşağıda açıkladığımız temel fonksiyonlarını yerine getirmeye devam eder.

Beyin epifizi: döngü düzenleyici ve gerideki göz

Beyin epifizi, ışığa duyarlı bir yapıdır. Bu nedenle, temel biyolojik görevlerinden biri melatonin salgılamaktır. Bu hormon, serotoninden kaynaklanır ve uyku düzenimizi (günlük ritmimizi) düzenler. Ayrıca ergenliğin başlangıcını düzenler.

İnce ayarlanmış bir biyolojik saat görevini görür. 7 – 8 yaşına dek çok aktiftir. Bu noktadan sonra melatonin üretimi azalmaya ve cinsel olgunluk mekanizmaları gelişmeye başlar. Bazı çalışmalar, bu yapının belli çevresel kimyasallara karşı çok hassas olduğunu ortaya koymaktadır. Birleşik Devletler gibi bazı ülkelerde kız çocukları, florür gibi bazı maddelere maruz kaldıkları için ergenlik dönemine daha erken yaşta girmektedir.

Beynin tam merkezinde yer almasına karşın beyin epifizi, çevreye son derece duyarlıdır. İnsanlarda küçük bir biyolojik fenerdir ve diğer bazı hayvanlarda ise geride kalan bir organdır. Yeni Zelanda’ya özgün bir sürüngen olan tuatara, başının tam ortasında “üçüncü bir göze” sahip olmasıyla ünlüdür. Bu gözün bir tür retinası ve lensi vardır, ayrıca hormonal işlevleri yerine getirir ve ısı düzenlemesine de yardımcı olur. Muhteşem değil mi?

Bu küçük iç düzenleyiciyi nasıl koruruz?

Nörologlar, mistik ve spiritüel olanı, bilimsel olandan ayırmayı amaçlar. Beyin epifizi, hala hakkında çok şey bilmediğimiz bir yapıdır. Bu yüzden “Journal of Pineal Research” gibi dergiler bu yapının işlevlerini ölçmeyi hedefleyen çalışmalar yayınlamaya devam etmektedir. Çoğu insan beyin epifizinin, iç salgı bezlerimizin büyük kısmını etkinleştiren bir tür ana anahtar olduğunu düşünmektedir.

Beyin epifizi, çevredeki sinyalleri endokrin cevaplara çeviren bir ana anahtardır.

Artık vücudumuzun günlük döngülerini gizlice düzenleyen bu “küçük iç göz” hakkında daha çok şey biliyorsunuz. Onu bir tür pusula, sizi vücudunuz ve çevrenizle uyum halinde tutan harika bir organ şeklinde düşünün.

Beyin epifizini korumak

Beyin epifizini korumak için işte birkaç ipucu:

  • Günlük döngü ve alışkanlıklarınız konusunda düzenli olun. Beyin epifizi, ışığa duyarlı bir endokrin düzenleyicisidir. Yani gün ışığı ritmleriyle uyumlu olması gerekir. İşte bu yüzden her gece aynı saatlerde yatmak önemlidir.
  • Elektromanyetik alanlardan kaçının. Tıpkı ışık gibi elektromanyetik dalgalar da melatonin salgısı sürecini bozar. Uyumadan önce cep telefonu ya da laptop kullanmak gibi basit bir şey, beyin epifizinde ciddi değişimlere neden olabilir. Bu da uykusuzluk, yorgunluk, stres ve işinizde düşük performansa neden olabilir.
  • Meditasyon yapmak ve sakinleşmek için kendinize zaman ayırın. Beyin epifizi, daha sakin ve rahat olmanıza yardımcı olabilir. Böylece kendinizle bağlantı kurmanız kolaylaşır. Mesela, meditasyon yapan insanlar güzel bir his yaşarlar çünkü beyin epifizi endorfin salgılayarak beden ve zihinlerinin uyum içinde olduğu o zenginleştirici anlar nedeniyle onları ödüllendirir.

Her geçen gün, beyin epifizi hakkında yeni bilgiler ediniliyor. Bu konuda daha çok şey öğrenmeye hazır olun!

Frontal Lob: Kişilik Yöneticisi

Beyin travmaya karşı oldukça duyarlı bir organdır. Beyinde oluşan herhangi bir hasar işlevlerimizde aksaklıklara neden olabilir. Burada oluşacak hasar, konuşma, görüş, hafıza gibi çeşitli fonksiyonlarımızı etkiler. Bunlar hasarın oluştuğu kısma göre farklılık gösterebilir. Beyindeki lobların kendi fonksiyonları vardır. Frontal lob özellikle yürütücü işlevler, zihinsel esneklik ve problem çözümü konusunda önemli görevlere sahip olmasının yanı sıra kişilik özelliklerimiz konusunda da belirleyicidir.

İlk başta kulağa garip gelse de, ister inanın ister inanmayın,  bir kaza kişiliğinizi değiştirebilir. Kişilik özellikleri hem genetiğimizden hem de çevresel faktörlerden ve deneyimlerden etkilenen değişkenlerdir. Kazadan sonra, bazı insanlar sahip oldukları bazı özelliklerin değiştiğini gözlemler.

Phineas Gage vakası

Fiziksel olarak tamamen iyileşmesine rağmen değişen bir şey vardı. Hayatındaki insanlar için unutulmaz bir yer edindi. İnsanların söylediklerine göre kazadan önce sorumluluk sahibi biriyken kazadan sonra sabırsız, küstah, agresif ve dengesiz bir insana dönüştü. Sosyal ilişkileri de iş ilişkileri kadar kötüye gitti.

Bu değişimin sonucunda, Gage müzelik bir parçaya dönüşünceye kadar iş değiştirmeye devam etti. Hem kafatası hem de demir blok Harvard Medical School’da sergileniyor. Bu olaydan sonra insanlar frontal lobu önemli bir karakter, duygu ve sosyal ilişki belirleyicisi olarak görmeye başladı.

Frontal lob ve kişilik

Geçmişte insanlar frontal lobun bi işlevi olmadığını düşünüyordu. Ancak Phineas Gage’in başına gelenlerden sonra frontal lobla ilgili araştırmalar yapılmaya başladı. Frontal lob kafatasında oldukça büyük yer kaplıyor ve hareket ve telaffuz (Broca bölgesi) gibi çeşitli işlevlere sahip.

Kişiliğimizi belirleyen ise prefrontal korteks isimli bölüm. Bu bölge, kişiliğimiz, duygusal durumumuz, yargılar ve eğilimler konusunda sorumlu. Aynı zamanda dikkat sürecinde de önemli bir role sahip. Genel olarak, prefrontal korteksin en önemli özelliği düşünceleri ve hareketleri kişisel hedeflerimize göre koordine ediyor olması.

Yürütme işlevi, zıt düşünceleri ayırt etme becerisini tanımlıyor; iyi ve kötüyü ayırt etmeyi, mevcut durumların gelecekteki sonuçlarını tahmin etmeyi sağlıyor. Daha önceden konulmuş hedefleri gerçekleştirmek için gerekli davranış yönetimini, sonuçları tahmin etmeyi, beklenti oluşturmayı ve sosyal durumlardaki davranışlarımızı kontrol etmeyi (uygunsuz davranışları kısıtlama) sağlıyor.

Prefrontal korteksin zarar görmesinden kişilik özelliklerini nasıl etkiler?

Prefrontal kortekse zarar verecek beyin hasarı, kişisel özelliklerimizde büyük değişikliklere yol açabilir. Bu hasar travmatik bir beyin yaralanmasından, trafik kazasından veya başka bir komplikasyondan kaynaklanabilir. Kişilikteki değişiklikler hasardan etkilenen bölgeye göre farklılık gösterir.

Örneğin hasta aşağıdakileri içeren bir ilgisizlik sendromu geçirebilir;

  • Motor ve sözlü kendiliğindeliğin azalması
  • Girişken olmama
  • Yavaşlayan motor ve sözlü kabiliyet
  • Duygusal Kayıtsızlık
  • Duyguların sınırlanması
  • Cinsel aktivitenin azalması

Şartlı refleks yitimi sendromu ise şunlara sebep olur;

  • Bazı davranışları baskılamada zorluk çekme
  • Öz – eleştiri yapamama
  • Uygun olmayan sosyal davranışlar
  • Başkalarına karşı kayıtsızlık
  • Cinsel refleks yitimi

Lobotomi

1935 yılında, psikiyatr ve nörolog Egas Moniz’in ilk kez kullandığı lobotomi beyindeki ön lobların uçlarındaki prefrontal korteks bağlantıların kesilmesi sonucu uygulanan cerrahi bir yöntemdir. Uzun yıllar boyunca depresyon ve diğer psikolojşk rahatsızlıkların tedavisinde kullanılmıştır.

Moniz müdahalelerinin başarılı olduğunu söylemişse de, yıkıcı yan etkileri olduğu da görülmüştür. Hastaların %6’sının yaşamını yitirmesinin yanı sıra hastaların çoğunda kişilik değişmesi ve sosyal ilişkilerde bozulma gözlenmiştir. Ardında bıraktığı sorulara rağmen bu çalışmasıyla Moniz Fizyoloji ve Tıp Nobel ödülünü kucaklamıştır.

Amerika’da bu yöntemi popüler yapansa Walter Freeman olmuştur. Çekice benzeyen bir buz kıracağı kullanarak hastaların prefrontal korteksinde ilgili rahatsızlığın duyulduğu bölümün beynin geri kalanıyla bağlantısı keserek tedavi etmiştir. Hastalar ameliyat süresi boyunca bilinçliyken Freeman’ın de frontal lob hakkında bilgisi bulunmuyordu.  Bu yöntem uzun yıllar boyunca bilinen tüm psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde kullanılmıştır. Bugün etik açıdan psikoloji tarihinde doğru bulunmayan bu yöntem, neyse ki 1967 yılında uygulamadan kalktı.

Toplumların davranış örüntülerinin hayali bir krokisi çıkartılsa önümüze; merkezde, gözlerin çevrildiği bir simge yer alacaktır. Bunu bir put olarak betimlemek mümkün olmasa da, bu ”aygıtın” etrafını çevreleyen bireyler vardır. Baktıkları bu aygıtın bütününü inanışlar, değerler, beğeniler, kabul görülenler olarak çeşitlendirmek mümkündür çünkü o, her ne ise soyut anlamda sürekli değişeni, yerine yenisi konulanı ifade etmektedir. Dolayısıyla merkezde yer alan şeyde, her birey kendinden bir şeylerin de parçası olduğuna inanmaktadır. Fakat birey bu değişimin içerisinde sandığı kadar etkin bir rolde midir?

Toplumu, o toplumu oluşturan bireylerin öteki ile olan ilişkisini makro düzeyde sosyoloji bilimi ele almakta, incelemektedir. Bu incelemeyi daraltan, özelleştiren yani mikro bir düzeyde anlamaya çalışan ise psikoloji bilimidir. Bireyin davranış biçimini, değer yargılarını, inanışlarını, duygularını yani bireyin heybesinde yer alan bu zenginlikleri oluşturan tek başına bireyin kendisi değildir; bu zenginliği kuvvetlendiren bir toplum olgusunu göz ardı etmek mümkün değildir. Bu sebeple, toplum ve birey devamlı bir etkileşim içerisindedir. Peki büyük bir etki alanına sahip olan toplum, toplum davranışlarını etkileyen kültür, aslında en derinde yer alan bireyin ona ait olduğunu düşündüğü arzularını da etkilemekte midir? Arzunun temelini ne oluşturmaktadır? Bu cevapları felsefe ve psikanalizin ortak bir paydada buluştuğu bir yerden aramak bize neleri getirecektir?

Mimesis Kavramının Doğuşu

Mimesis, kökünü Antik Yunan’ dan alan taklit sanatı, taklidin sanatı olarak ifade edilmektedir. Fakat özellikle dönemin önde gelen ressamları (Zeuxis ve Parrhasius) aracılığıyla mimesis kavramının neyi ifade ettiği hakkında görüş ayrılıkları da ortaya çıkmıştır. Zeuxis ve Parrhasius arasında yapılan kimin daha gerçeğe yakın bir tasvir yapacağı ile ilgili bir yarışma kapsamında gündeme gelen bu kavram; Zeuxis doğadan bir referans alarak (üzüm) çalışmasını resmederken Parrhasius ise sadece insan algısının etkilenebileceği bir düzlemde bir nesneyi (perde) referans alarak resmetmiştir. Yarışmanın sonucunda ise mimesis kavramının iki boyutu ortaya çıkmıştır: Mimesis, doğanın temsilinde bir tasvir olarak algılanırken, insani boyutta ise bir aldatma sanatı haline dönüşmüştür. Temelinde bu sanatı şekillendiren bir yapı pek tabii mevcuttur. Önce, taklidi gerçekleştirebilmek için bir referans nesnesine sahip olmak, daha sonra bu referansın tekrar üretimi için de bir araç kullanmak ve sonucunda ise alınan referans doğrultusunda bir taklit unsurunun ortaya çıkmasıdır. Yani ”gerçeği yeniden yaratmaktır” (İşcen, 2020: 119-120).

Mimesis’ in insani boyuttaki ifadesi günümüzde sanattan ayrışarak, bir bakıma gerçeğin ne olduğu, bireylere toplum tarafından ve/veya toplum bireylerinin bir yansıması olarak, sanal ortamda gösterilenler üzerinden yaratılan gerçeğin, kimin gerçeği olduğu yönünde sorgulamalara itmektedir. Bu, arzu boyutuna indirgendiğinde ise bireyin kendi iradesi kapsamında mı bir nesneyi/ötekiyi arzuladığı ve bu doğrultuda ona ulaşmaya çalıştığı, yoksa toplumun sahip olduklarını (maddi ve manevi tüm değerler) kendi içinde barındıran kültür olgusunun da destekleyerek yarattığı bir gerçeklik zemininde mi üretildiği soruları zihinde yankı bulmaktadır. Psikanaliz bunun ipuçlarını aslında çok önceden vermiştir.

Mimetik Arzu – Bakışlarım, Ötekinin İşaret Ettiği Yerdedir

Psikanaliz, bireyin ilgileri, beğenileri, değerleri gibi ona ait olduğunu düşündüğü bu özelliklerinin ötekinden yansıyan, ötekinin kırıntılarının bulunduğu bir kendilikten bahsedilebileceğini ifade eder. Yani bireyde, ötekinin izleri mutlaka varlık göstermektedir (Ahıska, 2013). Ben ve öteki karşılaşmasının ve etkileşiminin bir ayrılmazlığı ifade ettiği, ben diye adlandırılan, ben’ e ait olan her şeyin, ki buna derinde yer alan arzular dahil ötekinin radarından çıkamayan bir yapı olarak, filozof ve düşünür Rene Girard’ ın geliştirdiği arzu teorisinde de desteklenmektedir. Bostan (2019)’ a göre, Girard mimesis’ i bireyin temel davranışlarından biri olarak ifade ettiği öykünme davranışı ile ilişkilendirmiştir ve bireyin arzusunu da bu eksende ele almıştır. Dolayısıyla bireyin arzusunun  saf bir kendine ait arzu şeklinde değil, ötekinin arzuladığını arzulamak şeklinde tanımlamıştır. Yine mimetik arzuyu besleyenin ise kültür olduğunu, bu sebeple de aslında herkese hitap eden özelliği ile arzu nesnelerinin bireyin zihninde bilinçli olarak arzulanıp arzulanmadığı noktasında farkındalığın oluşmadığı yönündedir (Şiray, 2008).

Sanal ortam, özellikle sosyal medya mimetik arzunun ivme kazanmasında önemli bir araçtır. Herkes hem arzulayan ”ben”, hem de arzu duyulan ”ötekidir”. O halde, bireyin kendinden var ettiği arzusu onun arzusu mudur? Bunu düşünmek için güzel bir başlangıç.

Laçin Sevin

Kadınlar, romantik ilişkiler boyunca birçok duygusal veya fiziksel şiddete maruz bırakılabiliyor. Bu şiddetlerin boyutları ve belirtileri çok değişken olabiliyor bu nedenle kadınlar bazen şiddete uğradıklarının farkına bile varamayabiliyorlar. Özellikle duygusal şiddete maruz kalan kadınlar, bu şiddet türünün toplum tarafından neredeyse normalleştirilmiş olması nedeniyle şiddete uğradıklarını fark edemiyorlar veya bunu çevrelerine anlattıklarında aldıkları ‘sen abartıyorsun’, ‘her ilişkide olur böyle şeyler, büyütüyorsun’ gibi tepkiler nedeniyle bunun bir sorun olduğunu fark edemiyorlar. Bu nedenle öncelikle duygusal şiddetin tanımını ve nelerin duygusal şiddet kapsamına girdiğini bilmek çok önemli.

Duygusal şiddet, en temel tabirle ilişkideki kişilerden birinin diğer kişiyi duygusal ve psikolojik anlamda kontrolü altına alma durumu olarak tanımlanıyor. Romantik ilişki öncesinde, esnasında veya sonrasında birçok kadın çok farklı duygusal şiddet çeşitlerine maruz kalıyor. Bu şiddet türü çok yaygın olarak görülse de bu şiddetin çeşitlerinin adları bile çoğunlukla bilinmiyor. Duygusal şiddet, ilişkinin özelikle flört döneminde yaşanıyor. Kadınlar kendilerine uygulanan bu şiddetin o an farkına varamasalar da psikolojileri üzerindeki etkileriyle yaşadıklarının aslında bir şiddet olduğunun farkına sonradan varabiliyorlar.

Love bombing yani sevgi bombardımanı da etkisi sonradan anlaşılan duygusal şiddet türlerinden biri. Kısaca açıklayacak olursak love bombing, ilişkinin başında bunun harika bir ilişki olduğuna ve ileride her şeyin mükemmel olacağına inandırılıp bulutların üstüne çıkarılmak, ardından ani bir şekilde bu beklenenlerin tam tersinin yaşanması olarak nitelendirilebilir.

Kadınlar yaşadıkları durumun aslında bir love bombing olduğunu ilişkinin başında gösterilen aşırı ilgi ve sevgi, hediye yağmurları, sonu gelmeyen iltifatlar ve mutluluk vaatlerinin birdenbire önemsenmeme, değersiz görülme, küçük düşürülme gibi davranışlara dönüşmesiyle anlayabiliyorlar. İlişkinin başında kadına hayran ve aşık gibi davranan ve bunu aşırı hareketlerle hem kadına hem diğer insanlara gösteren erkek bir süre sonra bu davranışlarını keserek kadına duygusal olarak kötü davranmaya başlıyor. Bu kötü davranışlar genel olarak kadını toplum önünde küçük düşürmeye çalışma, önemsiz hissettirme, fikirlerini önemsememe, görmezden gelme gibi davranışları kapsıyor.

Love bombing, fiziksel şiddet gibi gözle görülür etkiler bırakmasa da kadınların iç dünyalarında kalıcı hasarlar bırakabiliyor. Kadınlar günlük hayatlarında bu şiddetin uzun süreli etkilerini güven problemleri, öz saygı problemleri, yetersiz hissetme, herhangi olumsuz bir durumda kendilerinin hatalı olduğunu düşünmek gibi farklı şekillerde yaşayabiliyorlar.

Tüm bu etkiler düşünülünce duygusal şiddetin en az fiziksel şiddet kadar tehlikeli ve kesinlikle önlenmesi gereken bir şiddet türü olduğu anlaşılıyor. Kadının duygularının manipüle edilmesi, değersiz hissettirilmesi ne kadınlar ne de toplumun geri kalanı tarafından kabul edilmemelidir. Bir seferlik olmuştur, böyle şeyler normaldir gibi cümlelerle bu şiddeti normalleştirmek kesinlikle yanlış bir yaklaşımdır. Kadınların kendilerini rahatsız, baskılanmış, değersizleştirilmiş olarak bulduğu hiçbir ilişki normal bir ilişki olarak tanımlanamaz ve hiçbir kadının bu tip bir ilişkiye katlanma yükümlülüğü yoktur.

Gönüllü Psikolog

Evlilik temel iki kaynaktan besleniyor: Etkileşim ve cinsellik. Bu kaynaklardan herhangi biri işlevini görememeye başladığında kısa bir süre sonra diğeri de işlevini yitirmeye başlıyor. Bir anda sevgilerimizi ve sevgililerimizi kaybetmeye başlıyoruz. Sevgilerin yerini hayal kırıklığı ve öfke alıyor. Önce kısa konuşmalar, evet-hayırlı yanıtlar, sonra uzun suskunluklar kaplıyor ilişkimizi. Yavaş yavaş uzaklaşıyoruz eşlerimizden. Eşlerimize ilgimizi kaybettikçe duygusal boşanmalar gerçekleşiyor, biz farkına varmasak bile.

Aşkla başlayan evlilikler en nadide, en nazlı ve en uzun ömürlü olmaya aday evlilikler. Aşk evliliği, ancak hayal kırıklıklarının da çok kolay yaşanabildiği dolayısı ile çok çabuk da tükenebilen evlilikler. Kaderci evlilikler ise uzun ömürlü, mutsuz ve sevgisiz evlilikler olmaya daha yakın evlilikler. Kaderci evlilikler daha uzun sürebiliyor, çünkü bu tür evliliklerde adından anlaşılacağı üzere yaşananlar alın yazısı (yazgı) olarak değerlendirilebiliyor. Hatta bu tür evliliklerde genellikle kadınlara kendi aileleri tarafından “otur oturduğun yerde, sakın geri dönmeyi düşünme” gibi baskılar da yapılabiliyor.  Görücü usulü evlikler ise, eğer kadın ve erkek tanıştırıldıktan sonra son kararı kendileri verebilmişlerse bazen aşk evlilikleri kadar bazen de ondan daha fazla güçlü ve sağlıklı olabiliyor.

Evlilikleri çekilmez hale getiren ve eşler arası ilişkiyi etkileyen bazı faktörler ise şunlar:

Çocukluk ve ergenlik döneminden kalan bitmemiş işler: Anne-çocuk ilişkisi, çocuğun gelecekte kuracağı ilişkilerin (bağlanmaların) türünü belirliyor. Sağlıklı ve güvene dayalı bir anne – çocuk ilişkisi ile büyüyen çocuklar ileriki yaşlarında sevgi ve güvenli bağlanmalar gerçekleştirebiliyorlar.  Bazen de ergenlik döneminin bastırılmış ihtiyaçları, çatışmaları evlilikte nüksediyor; çiftler evliliklerinde adeta hırçın ve uyumsuz bir ergen gibi davranıyorlar, eşleri ile güç savaşına girerek ilişkide var olmaya çalışıyorlar. Bağımsız olmak istiyorlar, özgürlük ihtiyaçlarına sık sık vurgu yapıyorlar. Ergenlik döneminin bitmemiş işleri genellikle, sert ve katı kuralların hakim olduğu aile ortamlarında yetişen çocukların evliliklerinde görülüyor. Bir anlamda kimlik krizi yaşanıyor; ben kimim? nasıl biriyim? Nasıl biri olmak istiyorum? Soruları gündeme geliyor.

Aile ile vedalaşamama: Çiftler evlenirken gerçekten ailelerine “hoşçakal anne – baba ben evleniyorum” diyememişlerse ve de aileler çocuklarına gerçekten “güle güle” diyememişlerse bu tür bir durumda evlilikler sıkıntıya giriyor. Çocukların aileleri tamamen “iyi niyetli” davranışlarla evliliğe katkıda bulunmaya çalışıyorlar. Çocukları aracılığı ile gelinlerinin ya da damatlarının davranışlarına, evin düzenine ve ritüellerine kadar birçok şeyi çekip çevirmek istiyorlar. Böylece yeni kurulan evliliğin sınırları bir türlü belirginleştirilemiyor. Sınırları (başka kişi ve ailelere karşı “evet ve hayır”lar ile belirlenen) belli olmayan evlilikler korunmasız, korunaksız ve müdahaleye açık velilikler olarak bir yerden bir başka yere savrulup duruyor.  Yani ailede çiftler bir başka ailenin çocukları gibi rol almak durumunda kalabiliyorlar, eş olamıyorlar.  Bazı durumlarda eşlerden biri evliliğin dışında bile kalabiliyor ve böyle hissedebiliyor.  Bu tür evliliklerde enerjinin büyük bir kısmı büyümüş olunan aileyi savunmakla harcanıyor.

Farklılıkların vurgulanması: Evlilik iki farklı insanın eş olabilmek için gerçekleştirilen bir sözleşmedir. Aşkta insanlar birbirlerinin farklılıklarını görmezden gelip benzerlikleri görmeyi tercih ederken, evlilikte her nedense farklılıklar daha çok görülür hale geliyor. Oysa en renkli ve keyifli evlilikler biricikliğin önemsendiği ve korunduğu evlilikler oluyor. Evlilikte farklılıklar benzerliklere dönüştürülmeye çalışıldıkça (nafile değiştirme çabaları) ilişki zarar görüyor ve çiftler yavaş yavaş birbirlerinden uzaklaşmaya başlıyorlar. Çiftlerin birbirlerini (eşlerini) değiştirme çabaları ne denli güçlüyse birbirlerinin özdeğerlerine o denli zarar veriyorlar. Öyle ki 1+1=2 etmesi beklenen evlilik bazen 1+1= 1.15 filan ediyor. Yani bir araya gelince birbirlerinin değerlerini azaltıyorlar.

Ailede koalisyonlar: Koalisyon güç birliği yapmak anlamına geliyor. Güç birliği bir başka güce ya da güç birliğine karşı kurulmuş bir işbirliğidir. Bu nedenle ailede koalisyonları biz uzmanlar pek sıcak bakmıyoruz.  Çünkü ailede koalisyonların olması demek en az iki kişinin ailedeki bir başka kişi ya da kişilere karşı olmaları demek. Bazı ailelerde anne ve çocuklar genelde babaya karşı koalisyon içinde oluyorlar. Bu tür durumlarda aile bütünlüğünden söz etmemiz zorlaşıyor. Özellikle çocuk yetiştirme tutumları açısından zafiyetler ortaya çıkmaya başlıyor. Örneğin dört kişilik bir ailede 3 (anne ve çocuklar)+1 (baba) durumu ortaya çıkıyor. Ancak bunların toplamı maalesef dört etmiyor. Koalisyonlar feodal ve büyük ailelerde (büyük anne –babanın da yaşadığı) koalisyonlar çok sık karşılaşılan özelliklerden biridir. Uzman olarak beklentimiz ve önerimiz, eğer bir koalisyon olacaksa bu koalisyonun eşler arasında olmasıdır.

Aile dengesinin (sistemin) bozulması: Her ilişkinin, her sistemin kendine özgü bir dengesi bir ahengi vardır. Bu denge, aileye dışarıdan giren bir faktör tarafından bozulabilir;  çocuğun doğumu, kayıplar (yas), iş ve statü kayıpları, aldatma, yalan ve hastalıklar… Ailede dengenin bozulması eşler arası ilişkinin kalitesini olumsuz yönde etkiliyor. Özellikle aldatma ve yalan, ilişkide öfkenin, hayal kırıklığının ve öç alma isteğinin artmasına neden oluyor. Bu tür durumda evliliğin yeni bir dengeye oturması çok daha zor oluyor. Dengenin bozulması demek adeta suyun bulanıklaşması gibi bir şeydir; hiçbir şey görünmez, karmakarışık durumdadır. Bu durum aile yeni bir dengeye kavuşana kadar devam eder. Suyun berraklaşması, ailenin yeni duruma uyum sağlaması ile mümkün olur. Bu bazen terapi ile bazen de uyum ve uzlaşma ile gerçekleşebilir.

Ailedeki değer sistemleri: Eşlerin ailelerinden transfer ettikleri değerler, kurallar ve iletişim biçimleri, ilişkide belirleyici olan faktörlerdendir. Aile danışmanlığı almak üzere gelen ailelerle yaptığımız görüşmelerde, eşlerin kendi ailelerindeki değer sistemlerini araştırmayı ihmal etmeyiz. Görüşmelerde bu değerlerin ilişkiye nasıl yansıdığını, eşlerin ailelerindeki kuşakla boyu iletişim biçimlerinin nasıl çalıştığını, çocukluk dönemlerinden itibaren aileler tarafından ortaya konan kurallar ve özlemlerin ne olduğunu çıkarmaya çalışırız. Çünkü çocukken bize verilen özlemler, kurallar ve iletişim biçimleri bizim ilişkilerimizde nasıl davranacağımızı, ne arayacağımızı ve neyi önemseyeceğimizi belirliyor. Daha da ötesi iletişim duruşumuzu belirliyor.  

Diğer Faktörler: Hırçın ve mutsuz kişilikler, “mış” gibi evlilikler, tek taraflı olarak kariyer ve statüde farklılaşmalar, “tapusu bende” yanılgısı, ihtiyaçların değişmesi, yaşamın diğer alanlarında yeterince birlikte olamama (karı – koca olabilme ama eş olamama) gibi faktörler evliliğin çekilmez bir duruma gelmesine neden olabilir.

Herkese mutlu, eş olunabildiği, farklılıkların ve biricikliğin korunduğu evlilikler dileği ile.

Uzm. Klinik Psk. Süleyman HECEBİL

Hayatta Kalmanın Suçluluğu

Bazen hayatta kalmak daha çok acı verir insana.

Yaşanılan travmatik bir olay sonrasında, siz zarar görmeden kurtulduysanız eğer zihninizi şu sorular meşgul etmeye başlar. Neden ben?, Onlar orada acı çekerken ben nasıl rahat uyurum?, Nasıl yemek yiyebilirim? gibi düşüncelerle felakete uğramış kişilerin yerine kendinizi koyarak, içinde bulunduğunuz durumdan doğal olarak suçluluk duyarsınız. Bir şeyleri değiştirip değiştiremeyeceğinizi sorgulamaya başlarsınız. Hayatta kalmak hakkınız değilmiş gibi hissedebilirsiniz. Yaşanan tüm bu felaketin sanki tek sorumlusu kendinizmiş gibi davranabilirsiniz. İşte tüm bu hissettiğiniz duygular hayatta kalmanın suçluluğunu yansıtmaktadır. Tüm bu yaşananlar sizin hatanız değildir fakat bu hissettiğiniz duygular tamamen kontrolünüz dışındadır.

Literatürde ilk olarak 1960’lı yıllarda Holokost’tan kurtulanlar üzerinde yapılan araştırmalarda sağ kalma suçluluğu ya da hayatta kalmanın suçluluğu (survivor’s guilt) olarak tanımlanmıştır. Deprem, sel, yangın, terörizm ve salgın hastalıklar gibi yaşanan büyük felaketlerden sonra kişinin hayatta kaldığı için suçluluk duymasıdır. Kişinin kötü olaylardan kendini sorumlu tutmasıdır.

Hayatta kalmanın suçluluğunu belirleyici nedenler arasında daha önce bir travma yaşanmış olması, herhangi bir psikiyatrik rahatsızlığa sahip olunması, düşük benlik algısı ve sosyal destek yetersizliği yer alır. Bazı insanların kişilik yapıları suçu içselleştirmeye yatkındır. Bu nedenle dış etmenlere bağlı olan olayları kişisel özelliklere atfetme eğilimi vardır. Bu durum kişinin ruh sağlığını ciddi düzeyde etkilemekte ve yaşam kalitesini düşürmektedir.

Bir tür travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) belirtisi olarak tanımlanır. İnsanlar travma sonrası stres bozukluğu yaşamadan da hayatta kalmanın suçluluğunu hissedebilir. Ayrıca depresyon, kaygı bozuklukları, uykusuzluk ve stres başta olmak üzere birçok psikolojik problemler de bu suçluluk duygusuna eşlik edebilir. Hissedilen bu duygunun şiddeti ve düzeyi kişiden kişiye değişmektedir. En yaygın şekilde çaresizlik duyguları, odaklanma sorunları, tekrar tekrar travmatik olaya geri dönme, sinirlilik, öfke patlamaları, ruh halinde değişkenlik, takıntılı düşünceler, intihar, iştah düzensizliği, baş ağrısı ve mide problemleri gibi fizyolojik ve psikolojik belirtiler görülür. Bunun yanı sıra çevreye karşı çarpık ve olumsuz inançların oluşması, manevi inançların aşırı sorgulanması, çevreye karşı güvensizlik hissetme ve dünyayı adaletsiz, tehlikeli bir yer olarak algılama eğilimi oluşur.

Baş Edebilmek için Öneriler:

Her bireyin zorluklarla baş edebilme becerisi farklıdır. Hissettiğiniz bu suçluluk duygusu sadece zihinsel sağlığınızı etkilemekle kalmaz yaşam kalitenizi de düşürür. Aynı zamanda travma sonrası stres bozukluğu’nun belirtileri varsa psikolojik anlamda ciddi riskler oluşturabilir. Bu nedenle hayatta kalmanın suçluluğuyla baş edebilmeniz için olumlu ve olumsuz bütün duygularınızın varlığını kabul etmeniz önemlidir.

Yaşananları kimse değiştiremez. Ama o zamanki şartlarınızı dikkate alarak olanlardan nerede hata yaptığınızı, pişmanlıklarınızı bulmaya çalışın. Varsayımlarda bulunmak yerine yaşananlardan tecrübeler edinerek, hataların tekrarlanmasını engelleyebilmek için stratejiler oluşturarak kendinize ve çevrenize destek verebilirsiniz.

Suçluluk duygularınızı bastırmaya çalışarak ortadan kaldıramazsınız. Yasınızı yaşamak için kendinize zaman tanımaya çalışın. Kendinize göstereceğiniz anlayış ve şefkatle hissettiğiniz olumsuz düşüncelerinizi değiştirmeniz mümkündür. Öz şefkat uygulamaları, olumlu bir bakış açısı kazanmanıza yardımcı olacaktır.

Odak noktanızı kendiniz yerine, olaylara neden olan dış etkenlere yoğunlaştırmaya çalışın. Odak noktanızın değişimi, kendinizi suçlamayı bırakmanıza yardımcı olacaktır. Benzer duyguları diğer insanların da hissettiğini ve yalnız olmadığınızı kendinize hatırlatın.

Hayatta kalan diğer yakınlarınızla ilgilenmeye çalışın.

Günlük rutinlerinize devam edin. Bakımlarınızı yapmaya çalışın. Fiziksel ihtiyaçlarınızı ihmal etmeyin.
Yaşadıklarınızı, hissettiklerinizi güvendiğiniz birisiyle konuşarak paylaşabilirsiniz. Bol bol paylaşım yapmanız iyileşmenize yardımcı olacaktır. Konuşmakta zorlandığınız noktada günlük tutarak duygu ve düşüncelerinizi yazabilirsiniz.

Hissettikleriniz birçok kişinin başına gelebilecek duygusal bir durumdur. Bu duygularla baş edebilmek için yukarıda değinilen önerileri dikkate alarak bireysel adımlar atabilirsiniz. Fakat yukarıda bahsedilen fiziksel ve psikolojik belirtilerde artış yaşıyor, günlük yaşantınız ciddi düzeyde etkilenmeye devam ediyorsa bir uzmandan psikolojik destek almanız önerilir.

Psikolog Funda Buharalı

Mutlu olmak istemeyen insan yoktur. Acıdan kaçma ve hazza yönelme, en temel şekillenen insani yönelimlerden biridir. Freud’un bunu söylemesinin ardından yüz sene zaman geçtikten sonra biliyoruz ki, haz veren faaliyetler, beynimizdeki ödül sistemini harekete geçirir ve dopamin adlı beyin kimyasalının aracılık ettiği bir mekanizmayla tekrar edilmeleri ve pekiştirilerek öğrenilmeleri sağlanır. Ne var ki, keyifli faaliyetlerin hızlı bir şekilde öğrenilmesi ve tekrar edilmelerine yatkınlık oluşması, bağımlılığın da temel taşını oluşturur. Hazza olan meyilimiz, bizi bağımlılığa karşı savunmasız bırakır. Hazzı öğreniriz ve sonra da bırakamayız. Haz odaklı yaşamak, bununla ilgili sağlıklı bir çerçeve ve bilinç geliştiremeyen insanın kaderidir

Biyolojik anlamda baktığımızda mutluluğun tanımı gayet nettir ve basitçe, acı çekmiyor olmaktır. Acı çekme hali hem fiziksel hem psikolojik olabilir. Biz insanlar, gelişmiş zihinlere sahip, oldukça karmaşık yapıda varlıklarız. Bu nedenle, bir ameliyattan çıkmadıysanız veya ağrılı bir hastalıktan muzdarip değilseniz ya da sevdiklerinizden birini kaybetmediyseniz, sadece acı çekmiyor olmak çoğumuzu mutlu etmeye yetmez. Hepimiz, mutlu olma durumumuzu, hayat içinde yaşayıp giderken edindiğimiz farklı ve zor elde edilen şartlara bağlıyoruz. Böylece kendi kendimize bir tuzak oluşturuyoruz, o da mutluluğu yakalanınca tadı çıkarılan nadir bir keyif olarak değil, uğrunda devamlı uğraşılarak elde edilen ve daima hissedilmesi gereken bir duygu olarak görmeye başlamak.

Mutlu olmamız için gerekli olduğunu düşündüğümüz şeylerin çoğuna, hiç farkında olmadan şartlanıyoruz. Anne babalarımızın beklentilerini içselleştirmekle daha çocuk yaşlarda başlayan bu süreç, içinde yaşadığımız çevrede makbul sayılan koşullara ulaşmadan, ‘başarılı ve ön planda biri’ olmadan mutlu olamayacağımızı zihnimize kazıyor, reklamlarda gördüklerimize sahip olmamız gerektiği gibi sosyal dayatmalarla sürüp gidiyor.

Okuduğumuz kitaplarda, seyrettiğimiz filmlerde ve reklamlarda rastladığımız mutlu insan yaşantılarına gıpta ediyor, o yaşantılara ulaşmaya çabalıyoruz. Bazen, kapasitemizi o kadar zorladığımızdan, hedeflediğimiz ve bizi mutlu edeceğini düşündüğümüz şeylere ulaşmak öylesine yorucu ve meşakkatli olabiliyor ki, sonunda elde ettiğimizde, anlamını yitirip, değersizleşiyor. Ama, yine de yerlerine hemen yeni ‘mutluluk hedefleri’ koymakta gecikmiyoruz.

Aynı, doğumu, neşeyle ve çoşkuyla kabul edip, ölümü, sanki hayatın dışında ve hiç gerçekleşemeyecek bir olay gibi görerek yadsıdığımız gibi, mutsuz olma halini de kendimizden uzak tutmak için aşırı derecede enerji sarf ediyoruz. Çocuksu bir iyimserlikle, mutluluğun istisnai bir durum değil de daimi bir hal olmasını istiyoruz. En ufak sıkıntı ve gerginlikte, komşudan, eşimizden dostumuzdan duyduğumuz antidepresanlara elimiz gidiveriyor. Gerçekten ihtiyacı olan için mucizevi birer iyileşme aracı olan depresyon ilaçlarının en büyük müşteri kitlesini, aslında depresyonda olmayan, mutsuzluk fobisi olan hayat tatminsizleri oluşturuyor Oysa kabul etmemiz gereken gerçek, mutsuzluğun da hayatın içinde, kaçınılamayacak, özgün ve zenginleştirici bir duygu olduğu..

Acı ve sıkıntıya tahammül edebilme gücünün insanı geliştirdiğini, yaratıcılık, sanatsal üretim, mizah ile zor durumların üstesinden gelebilme gibi özel bazı yeteneklerin, insanın acı ve sıkıntıyla imtihanından çıktığını görmezden gelmemeliyiz. Aşı olmaktan kaçan ufak çocuklar gibi, mutsuzluktan kaçmaya çalışmak, mutlu olmaya çalışıp, aslında o kadar da mutlu olunamayınca, yerini bir çaresizlik hissine ve depresyona bırakabiliyor çünkü… Ardından, bu varoluşsal depresyonu aşabilmek için, kolay ve hızlı haz veren kokain, eroin gibi maddelere saran insan, kendini birden mutlu olma çabası- başarısızlık- mutsuzluk- madde kullanımı- mutluluk- daha fazla mutluluk için daha fazla madde kullanımı gibi bir kısır döngünün içinde bulabiliyor.

Mutluluk ver mutsuzluk birbirini tamamlayan iki temel duygu. Birisi olmadan diğerinin hiçbir anlamı yok. İkisinin de insana kattığı değerler var, Sadece mutluluk arzusu içinde yaşayıp, çabalamak ise hem nafile, hem de paradoksal şekilde tatminsizliğe, depresyona ve bağımlılığa yol açıyor. Mutluluğu sevdiğimiz gibi, ‘acıyı da bal eylemenin’ yolunu bulmak, daha derinlikli ve tatmin edici bir tamamlanmışlık hissine ulaşmanın yegane yolu aslında.

Prof. Dr. Özgür Öztürk

Melankoli eski çağlardan beri bilinen ve üzerinde düşünülen,çalışılan ve tanımlanmak istenen bir kavram olmuştur. İnsanların dikkatini ve ilgisini çeken bu kavram, değişik disiplinler tarafından o disiplinin kendi öznelliği içinde değerlendirilmek istenmiştir. Sanırım bunun nedeni de melankolinin kendisine ait bir öznelliğinin bulunmasıdır.Bu öznellik geçmiş çağlardan günümüze kadar değişik disiplinler tarafından yan anlamlar katılarak nesnelleştirilmeye çalışılmış ve her çağın kendi özellikleri doğrultusunda el alınmıştır.Örneğin Antik Yunan’da tıp alanı içerisinde değerlendirilmiş ve Hippokrat’ın da etkisi ile hastalık tanımı çerçevesi içinde ele alınmıştır (Teber S.2002) Theophrast ve Aristotales’in tanımlamalarıyla birlikte daha çok edebiyat ve sanatla ilişkili olarak kulanılmaya başlanmış, ortaçağ döneminde ise bu kavramın kavramsallaştırma çabası bir kenara bırakılmış, miskinlik ve tembellikten öte bir şey olmadığı söylenmiştir. Modern dönemlerde ise melankoli tekrar ele alınıp anlaşılmaya çalışılmış, psikoloji ,sosyoloji ve edebiyat gibi birbiriyle bağlantılı disiplinlerin ortak inceleme konusu olmuştur. Düşünürlerin yazarların dikkatini çeken meklankoli için Aristoteles’in ‘filozof olsun, devlet adamı, şair ya da sanatçı olsun neden bütün üstün nitelikli adamlar belirgin bir şekilde melankoliktir’ şeklindeki sorusu melankolinin hem depresyondan farklı bir durumu olduğunu hem de yaratıcılıkla, düşünürlükle bağlantısının araştırılmasını ve nihayetinde de melankolinin daha sonraki dönemlerde anlaşılmasına dair yeni bir kapıyı açmıştır. Her ne kadar melankoli içerisinde kaygı, korku, çöküntü, keder gibi duyugulanımları barındırsa da melankoliyi anlamak ancak kendi öznelliği içinde mümkündür.

Melankolik insan karakteri yazılı kültürde ilk olarak Homeros destanlarında yer almaktadır(Teber S. 2002). Homeros destanlarında “melankoli” sözcüğü kullanılmamakla birlikte bazı kahramanların mizacı ve melankolik davranışları çok belirgin bir anlatımla sunulabilmiştir. Bunlar arasında keskin bir biçimde öne çıkanlar ilk olarak Bellerophontes ve Aias’tır; onlar kadar olmasa da Agamemnon’un da melankoliye özgü ruhsal davranışlar sergilediği görülmektedir. İlyada Destanında geçen şekliyle Bellerophontes tanrılar tarafından yapayalnız bir yaşama mahkum edilerek cezalandırılmıştır. Bu şekilde cezalandırılmasının nedeni bilinmemekle birlikte İlyada Destanında Bellerophontes’in çekmiş olduğu acılara, sıkıntılara değinilmektedir(Homneros, İlyada). “Bellerophontes, yazılı din dışı tarihin tespit ettiği ilk melankolik kişilik, ilk arketiptir ve Antikçağ’ın ünlü hekimi Kapadokyalı Aretaus’un mani-melankoli yaklaşımını geliştirmesinde ona kaynaklık etmiştir. (Teber S. 2002) Aretaus, öfkeli ve saldırgan davranışların ardında üzüntü ve korku duygularının varlığını öne sürmüş, melankoliyi öfke nedeniyle ortaya çıkan bir tür ruh ve iç organ kararması olarak tanımlamıştır.

Homeros döneminde melankoli ciddi bir tanımlamalar silsilesiyle açıklanmaya çalışılmıştır (Homeros, İlyada) Bu, melankoliye verilen önemi göstermektedir. Melankolinin çeşitli varyasyonları üzerine geliştirilen kavramsallaştırmalar sadece beden ya da ruh kaynaklı olmayıp bir tür ruh beden ilişkisini/birliğini yansıtmaktadır. Bunlardan bazıları kararma, öfkelenme, göğüs bölgesi, bedenin orta bölgesi sözcükleridir. Bedenin orta bölgesi, göğüs ve üst karın bölgesini kapsamaktadır. Burası soluğun kaynağı ve yedinci duyunun da bulunduğu yer olarak tanımlanmakta ve akciğerler, mide ve kalp gibi organları içine alan bir bölge olarak belirmektedir. Salt bedensel bir açıklama gibi görünse de aslında bu bölgeye yapılan vurgu beden/ruh bütünlüğüne işaret etmektedir. Bunun nedeni ise buranın kararmasının bedensel bir bozukluk olarak değil ruhsal kaynaklı bir etki sonucu oluştuğuna inanılmasıdır. Yine aynı görüşe göre gündelik kimi yaşantılar bu bölgenin durumunu da değiştirebilmekte, hatta vücudun anatomisinde farklılaşmalara yol açabilmektedir. Kararma sözcüğü de bedenin orta bölgesiyle ilgili görüşe paralel bir bicimde iç organların kararmasına işaret etmektedir. Buna göre öfkelenme sonucunda bedenin görünmeyen iç kesimleri kararmakta ve şişmektedir. Bu durum daha çok dışarıya yansıtılmayan duyguların yoğunlaşması sonucunda ortaya çıkmaktadır. Korkular, heyecanlar, hüzün, kaygı bedenin iç bölgelerinde birikerek buraları karartmaktadır. “Kararma’, hem göğüs ve karnın üst bölgelerinde, kanın ve safranın toplanmasıyla ortaya çıkar hem de heyecan, öfke vb. diğer gibi duygu birikimleri sonucu, kararma görülür. Bu Anatomik, fizyolojik, psişik bir kararmadır. “Orta bölgenin kararması” organ bozukluklarından çok, yaşanan olaylar sonucu ortaya çıkmaktadır.

Melankoli hakkında klasik psikanaliz çerçevesi içinde oluşturulan metinlerde ilk göze çarpan yaklaşımın narsisizmle kurulan ilişki olduğu görülmektedir. “Klasik psikanaliz yönelimli araştırmacılar melankoliyi, insanların narsistik yaralanmalara karsı gösterdikleri tepki olarak açıklamaktadır.

Freud’a göre, yasta ve melankolide sevilen birinin, bir idealin ya da bir nesnenin kaybından söz edilmektedir. Ancak melankolide yastan farklı olarak bu kayıp duygusunun yol açmıs olduğu “kendini önemsemede yaşanan bir bozukluk’ mevcuttur. Freud’un bu tespiti melankolinin en özgün yanlarından biridir. Melankolinin göstermiş olduğu belirtileri “derinlemesine acı veren bir hüzün, dış dünyaya yönelik ilginin kesilmesi, sevme yeteneğinin kaybı, tüm etkinliklere ket vurulması ve kendini önemseme duygularının, kendini suçlama ve sanrısal bir cezalandırılma beklentisiyle sonuçlanması” olarak tarif eder.(Freud 1915) Yas durumunda ise kişinin kendi egosunun değersizleşmesinin ve önemsenmemesinin söz konusu olmadığını, egonun değersizleşmesi ve benlik duygusunun zayıflaması ile özgüvenin yitirilmesinin yas ile melankoli arasındaki en önemli fark olduğunu ortaya koyar. Freud yas durumunda gerçek bir nesne kaybı olduğunu, melankolide ise gerçek bir kaybın olduğu ve olmadığı durumlarda dahi kişinin bir sevgi nesnesini kaybetmiş gibi davrandığını belirtir. Melankolinin üç ön şartı olarak nesne kaybını, ambivalansı ve ego içindeki libidoya regresyonu gösterir. (Freud 1917)

Freud’un ortaya koyduğu mekanizma aslında melankoliğin kendisiyle ilgili belirtmiş olduğu aşağılama ve değersizleştirmenin tamamen objeye yönelik olduğunu ortaya koymaktadır. Bu konuda freud şöyle der: ‘Eğer kişi bir melankoliğin çok sayıdaki ve çeşitlilik gösteren, kendine yönelik suçlamalarını sabırla dinlerse sonunda bunların en şiddetlisinin hastanın kendisine hiç uymadığını ama küçük düzeltmelerle başka birisine, hastanın sevdiği ya da sevmiş olduğu, sevmesi gereken birine uyduğu izleniminden kurtulamaz’. Freud’a göre yastaki histerik biçimde cezalandırılma isteği, melankolide söz konusu değildir. Yani yas ve melankolide gerek obje seçimleri ve objeye yatırımlar ve gerekse bu yatırımların niyeti ve kalitesi Ödipal ve pre-Ödipal düzeyler olarak farklılaşırlar. Abraham , objenin ‘ben’ tarafından kendine mal edilmek istenmesi ve bunun oral yamyamsı bir tutumla yapılmak istenmesinin göstergesi olarak yemeden içmeden kesilmeyi göstermiştir. Melankolide içeri alınmak istenen tek şeyin obje olduğunu, objenin içeri alınarak, onu Ben’in bir parçası kılmaya çalışmanın, objeye yönelik cezalandırma istemi ve çabası ile ilgili olduğunu ifade etmiştir. Melankolideki bu durum yastaki yalın mekanizmaya göre oldukça tahripkar ve yıkıcıdır.(Abraham K.1908) Nitekim Freud da ‘Ben’in nesne ile bütünleşme isteğini, içinde bulunduğu libidinal gelişimin oral ya da yamyamsı evresine uygun olarak, objeyi yiyip yutmak suretiyle gerçekleştirmek istediğini belirterek oral evrenin melankolideki ağırlıklı rolünü 1914’te yayımladığı ünlü ‘Kurt Adam’ adlı olgu öyküsünde de tartışmıştır. Freud melankolide objenin, Ben tarafından oral ve yamyamsı fantazilerde yutulmak istendiğini, objeye yönelik libidinal bağlanmanın, regresyonla narsisizme dönüşerek Ben’in objeyi kendine mal etmeye çalıştığını ortaya koymuştur. (Freud 1914).

Melankoliğin narsistik regresyonları, yani objeyi içselleştirip onu kendi benliğinde işlemesi, benliğin bölünmesine ve objenin benliğin bir parçası haline gelmesine neden olur. Ben’in bir parçası vicdan, bir parçası obje haline gelir. Yani melankolide dışarıdaymış ya da dışsal gerçekliğin içindeymiş gibi görünen sorunsal, tamamen benliğin içinde gerçekleşir. Fakat bu süreç içinde de içsel olan dışsal olandan ayrılır bir başka deyişle kapılar dış gerçekliğe kapanır. Benlik içinde gelişen bu karmaşık olaylar, bazen objenin değersizleştirilerek, Ben’in objeye üstün gelmesi hazzını yaşaması , bazen de bu hazzın, büyüklenmeci tutumu da kapsayan manik reaksiyonlarla sonuçlanmasına neden olur. Maninin ortaya çıkışının diğer bir yolu da benliğin bir parçası olan vicdanın, benliğin diğer parçalarını sorgulaması ve sonunda üstün gelerek ‘ben suçlu değilim’ düşüncesine ulaşması ile gerçekleşir. Melankolide benliğin bir parçası olan vicdan, zaman zaman Ben’in diğer bölünmüş parçasının objeye sadistik tutumunu eleştirir, zaman zaman da benliğin bir parçası haline gelen objeye karşı kazanılan zaferin hazzını yaşarken, diğer taraftan da vicdanın etkisi ile suçluluk duyguları ağır basıp Ben’in bir parçası narsisistik regresyona maruz kalır. Görüldüğü gibi melankoli yastaki gibi yalın bir dışavurumdan öte karmaşık ve çeşitli cepheleri olan bir savaşım, konfüzyonel bir durumdur. Dikkat edilirse melankolik kişi zaman zaman manik savunmalara başvurmakta, çoğunlukla depresyonu ve bazen de mani ve depresyonu bir arada yaşamaktadır ( Rank.O. 1923)

Melankolideki obje seçiminin narsisistik bir zeminde gerçekleşmesinin melankolik için hayati bir değeri vardır. Bu zeminin bir ucunda ‘ben’ diğer ucunda obje bulunmaktadır. Her iki geçişi mümkün kılan bu zemin sayesinde, bir tehlike ya da düşünsel bir kayıp durumunda libido ‘Ben’e kayarak, melankoliği obje ve/ veya objenin bir özelliğinin kaybına karşı korumaktadır. Görüldüğü üzere melankolide tutulan bir yas reaksiyonundan ziyade, düşünsel düzeyde de olsa bir kayıp tehlikesi ve bu tehlikenin yaratmış olduğu korku, endişeye karşı kendiliği korumaya yönelik bir durum söz konusudur. Kaybedilenin ne olduğu net olarak anlaşılamaz. Melankolide özdeşleşilen ve içe alınan obje ile birlikte bir bütünlük oluşur. Aslında yitirilen sevgi nesnesine karşı beslenen nefretin gerçekleşmesi ve nefretin sadistik bir şekilde uygulanışı melankoli ile mümkündür. Bu bize melankolinin sado-mazoşistik yönünü göstermektedir. Bu konuda Gabbard şöyle demektedir; “Bu tür hastaların nesne ilişkileri sado-mazoşistiktir; ya kendisini berbat, değersiz hisseder ya da persekütörle özdeşim yaparak etrafındakilere çile çektirir. İntihar da bunun doruk noktasıdır” (Gabbard 1994). İçe alınan objeye kısmen duyulan ve gerçekleştirilen sadistik duygular aslında melankoliğin mazoşistik arzularının dolaylı tatminidir. Melankoliğin benliğinden tümüyle değersiz, ahlaksal yönden aşağılanacak bir nesne gibi söz etmesi ve sözde kendini aşağılaması aslında ambivalans yaşadığı sevgi nesnesine yönelik duygularını ifade eder. Bu duruma, görünüşte mazoşistik bir tutum ancak gerçekçi bir sadistik arzu diyebiliriz. Melankolide mazoşizmin türevlerine objenin içe alımının yanı sıra dış gerçeklikten çekilmeyi ve narsisistik kapanmayı da ekleyebiliriz.( Melankoliğin gerçekle bağdaşmayan kendisine yönelik aşağılama, değersizleştirme çabaları negatif narsistik tutuma karşılık gelebilir. Bu mekanizmanın işleyişine baktığımızda melankolide pek çok kavramın ve bir çok ruhsal gelişim döneminin hem iç içe geçmişliğinden hem de bu dönemlere ait ruhsal çatışmaların ne kadar arkaik ve regresif olduğundan söz edilebilir. Melankolikteki dış çevrenin fakirleşmemesinin tam tersine benlikteki zayıflığı ve fakirleşmeyi içeride birkaç cephedeki savaşıma ve libidinal yatırımın bu savaşımda harcanmasına bağlayabiliriz.(Freud 1917). Görüldüğü gibi melankolide dıştan görülmeyen ama içerde oldukça yoğun ve enerji gerektiren çetin bir mücadelenin varlığı söz konusudur. 

İçsel nesneleri tarafından “terkedilmiş hissetme” deneyimi evrensel olmasına rağmen yeterli içsel ya da dışsal baskı altında herkes bu terk edilme deneyimini yaşayabilir ve bu durum fazla sürmeden düzelir. Ancak bazıları bu korkunç içsel tehdit karşısında kendilerini kurban konumunda hisseder ve bu ruh durumunun varlığını inkâr etmek için tasarlanmış psikolojik düzenekler inşa ederler. İşte melankoli bu tip inşaalardan biridir. Freud, kendiliğin hayatta kalabilmek için içsel nesneleri tarafından seviliyor hissetmesi gerektiğini söyler ve “Ego için yaşamak, Süper Ego tarafından sevilmekle aynı anlama gelir” diye devam eder. Melankoliğin dehşeti, içindeki herhangi bir şey tarafından sevilme hissini kaybetmesi ile ilgilidir. (Freud 1915)

Dr. Psk. Fatih Sönmez

İçinde kendini bulma umuduyla kocaman bir anlam denizine dalmaya hazır mısın? Ya da anlam denizine hiç dalmadan,”başkalarını suçlamak” adlı patikalara dalıp kaçamaya devam mı edeceksin? Donmuş duygularının buzları çözüldüğünde aynı tazeliğini koruyan duygularının çoğu zaman acı tatlarını tatmaya hazır mısın?

Herkesin bir anlam tarifi, herkesin bir varoluş açıklaması, herkesin bir hedefi, tutmuş olduğu bir yol, çevrildiği ve takip ettiği bir yön vardır. Bazen başkalarının yolundan gider, başkalarının yönlerine ihtiyaç duyar ya da başkalarının hayatını onların sorumluluğunda ama risk almadan yaşarız. Başkalarının arzularının kahyalığını yapar, kendi arzularımızı arzulamaktan korkarız. İstemek bir bedel, arzulamanın sonunun ölüm olduğunu düşünürüz. Yasaklardan hoşlanmadığımız için istemekten vaz geçer sadece ihtiyaçlar dünyasında, güvenli bir çizgi film havasında yaşar ve hayallerimizde herşeyi mümkün kılar, otizm balonunda yaşarız. Olgunlaşmama pahasına çiğ ve tatasız bir hayatı yaşar, günlük hayatımızın hengamesi içine karışmış mutsuzluğu soluruz.

Daha sonrada havasızlıktan ,rutinden, alışkanlıklardan söz eder, kederleniriz. Kimi zaman depresyon kıyısında gezinir, kimi zaman içine girer, çıkarız. Anlamın derinliğinden korkar, anlamsızlığın sığ sularında güvenli ama farkındalıksız dolaşırız. Evet sonunda ‘dolaşır’, ’düşünceler birbirine karışır’ arap saçı olan düşünceler yumağında, tarifi ve tasarımı zor duygular karşısında karışırız. Sonra da bu karmaşayı kabullenir, kanıksar ”zaten hayat dediğin nedir ki’ gibi yasal bir zemine koyar, benliği onun üzerine inşa eder, anlık rahatlama ve rahatlatmalara demir atarız

Çoğu insan kendisiyle karşılaşmamak için türlü oyunlar icat eder yada icat edilmiş oyunları oynar,bir saklambaç misali kendisinden kaçarak, kendi kendisinin karşısına çıkamama cesaretsizliği içinde yaşayarak hayatını bitirir. Bir çok insanda zaten bunları bildiğini söyleyerek farkındalık kapılarını kapatır, gelişimlerini duraksatır. Anlamak; yorulmak,var olanı yıkmak,yeniyi inşa etmek ve bunları yapabilme cesareti gösterebilmektir. Cesaret,yürek diyorum evet ‘anlamak’,’anlaşılmak’,’anlatmak ‘ zordur, Anlama giden yol ‘söz’ dür’sözcük’ tür,’ kelimeler’ dir. Kelimelerin gücünde ve kelimelerin ardındaki duyguyu hissedebilmektir. Bizler olayları, yaşarken,birşeylere maruz kalırken, olaylar yaşanırken ve yaşarken yaşananların tazeliğinde hissederiz. Olanlar bitince unutulduğunu, geçtiğini düşünür ve ” his şalterleri”ni kapatırız.

Bazen rüyalarda o hisleri, bütün çıplaklığında hisseder, o hisleri en şiddetli, en yoğun, en canlı haliyle iliklerimize kadar yaşarız. Uyandığımızda ise o hislerin etkisinden çıkmamızda o kadar güç olur ki his bütün çıplaklığıyla bizi sarmış, sarmalamış olur bize düşense bilincin kurtarcılığınızda bir o kadar hızlı, uzağa kaçmak olur. Kurtulmak isteriz, çünkü hissetmemek kurtuluştur. Ve bilinçte o hisleri en etkisiz, savunmasız bırakacak hale getirir onları bize bulaşmayacak zırha sararız. Hissizleşmek kurtuluştur, çaresizliğe karşı çaredir. Hissizleşmek parmaklıkların ardında yaşamak gibi korunaklı ama izole, gidilebilecek alanı azaltan, dolaşılacak yeri daraltan ve içsel yolculuğu imakansız kılandır. Bildik, tanıdık yerlerde yaşar, aynı manzarayı ezberler, kısır bir hayal gücünü yapılandırır ve bıkmaya kapıyı açarsınız.

Nihayetinde anlamı sorgulamak, anlama ihtiyacı hastalıkların bünyesinde kendilerini göstermek zorunda kalırlar. Sormak, sorgulamak, soruşturmak hastalığın pençesinde büyük bir yorgunluk ve acı içerisinde gerçekleşmeye başlar ama devam edemez. Farkındalık kazanmak, farkındalıktan kaçmak, kendinden kaçmak insana özgüdür. Bazen ülke değiştirmek bazen şehir ve iş dekor üzerinde yapılan değişiklerden başka bir şey değildir. Dekor değişir ,dekorun ardındaki kalır.

Son yıllarda çoğu insan aslında kaçtığını ne kadar çok telaffuz eder. Sanki bir itiraftır. Ama bu sadece gerçek içgörüye karşı oluşturulmuş yalancı iç görüden başka bir şey değildir .Mesela uykunun bir kaçış olduğundan, yaşamlarındaki değişiklerin bir kaçış olduklarından söz edip dururlar .Farkında olmanın farkındalığını yaşamadan kaçmaya devam ederler. Hem kaçarlar hem söylerler. Bazıları alkole kaçar, bazıları uyuşturucuya, çoğu insanda bunların dışında uyuşacak ve kendilerini uyuşturacak bir şeyler bulurlar kendilerine.. Ve söze kendimi uyuşturduğumun farkınayım diye başlayıp aynı cümleyle bitirirler..Bu noktada ne yapacağını bilememenin çaresizliği, farkında olmanın sağlayacağı bilgeliğin bilgisini reddererek klişe ve kısır döngü düşüncelerin tutsaklığında ya da benzer ve yasal duyguların boyunduruğunda yaşıyormuş gibi yaparak yol alırlar…

Bizi hayvandan ayıranın bilincinde olduğunun bilincinde olmanın dışında farkında olmanın farkındalığını yaşayabilme özelliği ve özerkliğidir .Burada bilgili olmaktan ya da bilgi edinmekten söz etmiyorum ,insanın kendisini düşünceleriyle, duygularıyla ve duygulanımlarıyla harmanlanmış kavrayabilme yetisinden söz ediyorum. Kendilerini rüyalarda, ilişkilerde, söylemek isteyipte sansürleyip söyleyemediklerinde, yapmak isteyipte yapamadıklarında, söyleyecekken susmak, susacakken söylemek zorunda kalışlarında ,geçmişinde, geçmiş çatışmalarında ,geçmişten bugüne yansımalarda, ötekine yansıttıklarında, ötekinden kendisine ‘mal’ ettiklerinde ,isteklerinde, arzularında ,ihtiyaçlarında, bilmek istemediklerinde, cesaret edemediklerine ve gözü kara kahramanlıklarında ,bağımlılıklarında yada bağımsız olduğunu söylediği nara’larında bulabilirler.

İnsanların kendilerini bulabilecekleri bakacak yerler o kadar çeşitlidir ki, bakacağın yerler cesaret silahıyla bulacakları, kaybedeceklerinden daha fazladır. Buraya kadar söylediklerim insanın kendi içsel yolculuğuna çıkmaya karar verdiğinde görebileceği manzaralardır.

Yolculuklar heyecanlı, eğlenceli ,sürprizlerle dolu, bazen beklenmedik olaylar, beklenmedik gelişmeler, kontrol dışı yaşantılar, korkular, heyecanlar, iliklerinize kadar hissedebileceğiniz duygular, karışık ve karmaşık düşünceler, yaratıcı düşünceler, keşfin tadı, yeni yerleri görmenin bilgeliği, zamanı değerlendirmenin ve yaşamı renklendirmenin zenginliği.

Kimlik onarımı, kendiliği inşa etmek, kendi kişisel tarihi yeniden yazmak yaşadıklarını ve yaşamış olduklarını anlayabilmekle mümkündür. Yaşamış olduklarını anlayabilmek, geçmişi dinlemekle mümkündür çünkü geçmiş dinlendikçe dinlenir ve bu günün yakasını bırakır. Geçmişi inkar etmek temeli yok saymak demektir. Burada çocukluğa inmekten ziyade günlük hayatımız içerisinde yaşadığımız ilişkilerde geçmişin esintileriyle hatta bazen şiddetli fırtınalarıyla karşılaşabilmemiz muhtemeldir. Esintiyi fırtınaya dönüşmeden engellemek kolaydır ama fırtınayı esinti değil çoğu zaman yıkım yaratır. Bizler inkar ederek, yok sayarak, geçiştirerek, görmezden gelerek çoğu şeylerin üstesinden geldiğimizi düşünür, baş ettiğimizi zannederiz baş ettiğimiz çatışmalarımız değil, anlık susturduğumuz kaygılarımızdır. Susturulan kaygılar, görmezlikten gelip anlaşılmayan istekler çığlık atakları şeklinde karşımıza gelirler ve çığlıklar karşısında çocuk çaresizliği içinde kalır, çaresizliğin dizgininde yolumuza yokluklarla, tatsız bir şeklide devam ederiz.

Dr. Psk. Fatih Sönmez

Annenin varlığına rağmen yokluğu, çocukta bir karmaşa yaratır. Annenin öncelikle kendisini görememesi ve kendi varlığından tereddütü otomatik olarak çocuğun kendi varlığını algılayışına yansır. Çünkü anne aynadır, yansıyandır, yansıtandır. Çocuğun ruhsallığı da bu yansımalardan, yansıtılanlardan oluşur. Aynada ilk başlarda ne görürseniz ‘’o’’ sunuzdur. Anne tarafından görülmeyen ve varlığı kabul edilemeyen ve dolayısıyla sevilmeyen çocuk için annenin varlığının yerini boşluk hissi alır. Boşluk aslında ihmalin bıraktığı ”iz” dir. Daha önceki yazımda da boşluk ile ilgili tanımlamalar ve örneklerle anlatmaya çalıştığım gibi boşluktan söz etmek demek çok erken dönem ihmal ve istismarın ürünüdür. Gerek kötü annelik görmüş olmak, gerek aynalanmamış olmanın yaratmış olduğu eksiklik , tanımsızlık , ilgi ve sevgiden yoksun büyümüş olmak bireylerin yetişkin yaşamlarında yakalarını bırakmayan ve onlarda bir yapı bozukluğuna neden olan gerçek olduğunu hissetmemekten doğan boşluk hissi ile birey kendi gerçekliğini tam yaşamadığı gibi bir yere ait olmak , bir ilişkiyi sürdürebilmek ve istikrarlı olan her türlü durum ve tutumlardan uzak kalmak zorunda kalır ve bunun farkında olmaz. Bu bireyler hem yaklaşmayı isterler hem de fazla yakınlaşmanın yaratmış olduğu korku ile uzaklaşma yoluna giderler ve ne bir ilişkiyi sonuna kadar sürdürüp yaşayabilirler ne de ayrılabilirler.

Bu bireyler, bağlanma, sorunları içinde yer alan ayrışamama, bireyselleşmeme, bütünleşememe ve karşı tarafla-öteki ile gerçek manada birleşememe gibi durumları çok acı bir şekilde yaşayıp acı dan hem kıvranırlar hem de acıyı davet ederler. Bu bir nevi ‘’tekrarlama takıntısı’’ ile benzer ve sağlıksız ilişki tarzlarını sürdürürler. Boşluk hissi bazen yalnızlık duygusu ile birlikte yaşanmaya başladığı noktada derin bir anlamsızlık ve amaçsızlık yaşanır. Bu duygulanımın yoğunlaşması ile bireyler bir şekilde boşluk ve boşluk hissinin yaşandığı hasarlı ve eksik benliklerini hem telafi edebilmek hem de yaşadıklarını ve canlılıklarını hissetmek için tekrar tekrar kendilerini değişik yollarla dürtme yoluna giderler. Bu yollar kendilerine zarar verme, intihar teşebbüsleri, alkol ve madde kötüye kulanımları, riskli davranışlar, seks bağımlılığı gibi sayılabilir. Amaç bütünleşmemiş olanı bütünleştirmek, kendiliği hissetmek ,var olduğunu görmek ve göstermek gibi. Fakat bu uygulanan yöntemlerin hiçbirisi de düşünmeyi, düşünceyi barındırmaz ve tıpkı bu hasarın neden olduğu ,gerçekleştiği ve yaşandığı dönemdeki gibi ilkel ve çocuksudur.

Çok erken dönemdeki çocuklar dış dünyayı kendilerince yorumladıkları için bu ihmal ve istismar süreçlerini kendi hataları olarak yorumlayabilirler. Ve kendilerinin yanlış ve kötü bir şeyler yaptıkları hissini yaşarlar ve bu ihmal ve istismarı da hatalarının bir kefareti gibi algılarlar. Her ne kadar yetişkinlik döneminde öfke ve nefreti yaşadıklarını söyleseler de bu nefret ve öfke çocuklukta bir nevi kodlanan ” benim hatam ”, ‘’benim suçum’’ düşüncesiyle bu nefret ve öfke kişinin kendisine yönelir ve bu cezalandırmayı kendi bedenini kullanarak uygulamaya geçerler. Tabi ki bu olanların hepsi bilinçdışı süreçlerin etkisi ile gerçekleşir ve kişi bunun farkında olmadığı gibi acıdan zevk aldığını söylemeye devam eder. Kendilikteki bu soyut izler daha sonra somut yaralara dönüşür ve bu izler geçmişin şahitleri olurlar. İlk dönem zedelenmeleri olan çoğu birey kollarındaki ya da vücutlarındaki kesikleri göstererek ” iz bıraktım o dönemi işaretledim” diyerek hem unutmamak ,hem şahit göstermek hem de o dönemde açılan ”benlik” yaralarının yerlerini işaretlemek adına bunu yaparlar.

Yetişkinlikte sürekli yinelenen korku ve dehşet duyguları ile son derece uç durumlara giden bu bireyler yaşamak için acı çekmek zorunda olduklarını düşünürler.Derinlerden gelen suçluluk duygusu bu acıyı sürekli besler. Suçluluk hissini durdurmanın yolu(geçici de olsa) acı çekmekten geçer. Suçluluk o kadar şiddetli ve yoğundur ki acı artık acı değildir. Acı, haz veren olmuştur. Acının varlığı bireyin hissedemediği varlığının göstergesi olmuştur. Var oluş ‘’acı’’nın üzerine temellenmiştir. Kişi zaman ilerledikçe bir acı kabuğu içine gömülmeye başlar ve bu acı onu hem suçluluk duygusuna karşı korur hem de bireyin varlığının ispatıdır. Yani acı nın ve acı çekmenin işlevi hayati bir önem kazanmıştır. Ayrıca bu ”acı kabuk” bir kalkan görevi görmekte tıpkı çok erken dönemdeki yaşanan ve algılanan acımasızlığa karşı geliştirilen ve yaygınlaştırılan ” hayat acımasız ve çok tehlikeli” algısına karşı koruyucu bir duvar oluşturulmuştur.

Özellikle sıkıntı hislerinden çok söz eden bu bireyler (sıkılmak başka ,sıkıntı başka) kendi eksikliklerini(sanki eksiğim ve eksik bir şeyler var içimde) ,sevilmedikleri ve yeterince değer görmedikleri duygusu, uyum sorunlarını, çocuksu yalnızlıklarını bu acının varlığı ve temsilciliğiyle baş etme yoluna giderler. Yani acı bir gerçeklik güvencesi, kendilikle bir ilkel ilişki biçimidir. Acı, içseli dışarıya vuran yeni bir dil, lisan olmuştur. Acı tehdit altındaki ve güvensiz bir hem iç hem dış gerçekliği dengede tutan bir dengeleyici olmuştur.

Aslında bu dengeyi sağlayan ilk dönemlerde annedir. İlk önce bebek sonra çocuk annenin bütün duygulanımlarını ,dilini ,düşünce sistemini ve toplamda da benliğini ödünç alır kendi benliği oluşana kadar. Annenin yokluğu ile ödünç alınamayan bir benliğin yerini bebeğin içi doldurulamamış boş bir benlik alır işte bu da tam da boşluk hissine eşittir. Araştırmacı Davıd Le breton buna ” acı çekiyorum o halde varım ” diye adlandırmıştır. Annenin regüle etmesi gereken zamanda regüle edemediği duygulanımlar artık acının varlığıyla dengelenir. Bu kişilerin lisanı acı olduğuna göre keserek ve kendilerini yaralayarak konuşmaktadırlar. Nasıl ki henüz konuşamayan bir çocuğunun kendisine ait bir dili varsa ve biz bunu anlamakta güçlük çekiyorsak bu kişilerinde acı dilini kullananları karşısında hem çaresizlik yaşarız hem de anlamakta güçlük çekeriz. Anlamakta güçlük çekmemizin bir diğer nedeni ise yaşana o içsel boşluk ve anlamsızlık duygusu ve çaresizlik o kadar yoğun ve acı vericidir ki dinlemeye ve hissetmeye katlanamayız.

Dr. Psk. Fatih Sönmez

‘Bir insanı anlamak’ ifadesi herkes tarafından aynı anlamda kullanılmayan ya da anlaşılmayan bir ifadedir. Esas olarak bir insanın belli bir zamandaki davranışının ya da ruh halinin neden ve nasıl oluştuğunu görmeyi ifade eder. Ancak çoğu zaman bu ifadenin içinde  ‘görme’nin yanında ‘anlayışla karşılama’, ‘hoş görme’, ‘ona hak verme’, ‘onu haklı görme’ ya da ‘affetme’nin de olduğu düşünülür. Bu da günlük yaşamda ‘insanı anlama’ becerisinin kullanılmamasına yol açar. Yaşanan bir çatışmada insanı anlama becerisi yanlış biçimde  kullanıldığında ‘onu haklı, kendisini haksız görme’ ya da ‘öyle görüleceğini düşünme’ ile ilgili duygu ve düşünceler ortaya çıkar. Oysa bir insanın hem neden öyle davrandığını görüp hem de onun davranışının yanlış olduğunu düşünebiliriz.

Birçok kişi başkalarını yüzeysel ve öznel bir yaklaşımla değerlendirir. Bir insanı hiçbir yanılgı taşımayacak şekilde anlamak mümkün değildir. İnsanlar bazen kendilerinin bile kendilerinden beklemediği şekilde davranabilirler.  İnsan davranışının oluşumunun karmaşık olması anlamayı zorlaştırır. Bir insanı ya da bir davranışı anlamak için resmin bütününe bakmak (daha doğrusu bakabilmek) gerekir.

Psikoloji ve insan davranışının oluşum düzenekleri konusunda yeterince bilgi sahibi olmadan insanları en doğru biçimde anlamak mümkün değildir. İnsanları daha iyi anlamak isteğinde olanların ilk yapmaları gereken insan davranışının oluşum düzeneklerini öğrenmektir.

Bir insan ya da bir konu hakkında hızlı bir şekilde kesin karara varılmamalıdır. Her değerlendirmenin yanlış olabileceği, yeni verilerle değerlendirmenin değişebileceği unutulmamalıdır. Bazen bazı insanları çok yanlış anladığımızı fark eder ve çok şaşırırız. Bazen de yanlış anlaşılmaktan yakınırız. Öyle insanlar da vardır ki her şeyi yanlış anlarlar. Bir insanı nasıl anlayacağımızı etkileyen etmenleri şu şekilde sıralayabiliriz:

  • Bir insanı anlamaktan söz edildiğinde eş anlamlı gibi düşünülse de ‘bir insanı tanımak’, ‘bir insanı hoş görmek’ ya da ‘bir insana anlayışla yaklaşmak’ daha farklı anlamlar da içerir. Bir insanı ne kadar iyi tanıyorsak, onun hakkında ne kadar çok bilgimiz varsa onu daha iyi anlama şansımız o kadar artar. Bir insanın belli bir davranışını ya da ruh halini ne kadar iyi anlıyorsak ona hoş görüyle ve anlayışla yaklaşma, ona tahammül etme olasılığımız o kadar artar.
  • Kendini tanımak: Bir insan kendini ne kadar iyi tanıyorsa aklından geçenlerin, yaşadığı duyguların ve davranışlarının ne kadarının kendisi ile ilgili ne kadarının karşısındaki ile ilişkili olduğunu daha iyi sezer.
  • Bilgi sahibi olmak: Bir kişi hakkında ne kadar çok bilgi sahibi olunursa onu doğru anlama olasılığı o kadar artar.
  • Önyargılar: Önyargılar bir insanın diğer insanları olduğu gibi görmesini engelleyen değerlendirmelerdir.
  • Eşduyum (empati): Bir insanı anlamada can alıcı önem taşıyan becerilerden birisi eşduyum kurma becerisidir. Eşduyum kurmadan başka bir insanı anlamak eksik bir anlamak (kuru ve duygusuz bilgi) olacaktır
  • Kişilik yapısı: Kişilik yapıları ve bu yapının insan davranışını nasıl etkilediği bilgisi kişilik yapısını bildiğiniz bir insanın neden öyle davrandığını ya da nasıl davranabileceğini görmenizi sağlar.
  • Güncel duygular: İster olumlu ister olumsuz olarak nitelenen duygu olsun, duygular ne kadar etkinleştiyse bir insanı anlamayı etkileme olasılığı o kadar artacaktır.
  • Karşıdakinin ifade ediş şekli / tarzı: Karşımızdaki insanı değerlendirirken onun görünüşü, söyledikleri ve beden dili doğal olarak değerlendirmemizi etkiler. Karşımızdaki kişi başarılı bir tiyatro sanatçısı gibi rol yapabiliyor ise bizleri yanıltabilir fakat bir kişinin insanı tanıma becerisi ne kadar geliştiyse kanma olasılığı da o kadar azalır.
  • İletişimin sözel olmayan ipuçları: Bir insanı anlamada yalnız söyledikleri dikkate alınırsa yanlış yorumlarda bulunulma olasılığı artar. Bir insanı anlamada iletişimin dil dışındaki diğer ögeleri de dikkate alınmalıdır.
  • Günlük dilde bir başka insanın bir davranışının altında yatanları belirlemek için ‘anlamak’ sözcüğünü kullanırız. Örneğin ‘neden öyle davrandığını anlamaya çalış’ deriz. Fakat böyle bir söyleyiş bazen yanlış anlamalara yol açar. Bunun en önemli nedeni birçok insanın ne olursa olsun haklı görülme isteği (ya da haksız görülebileceği endişesi) taşıyor olmasıdır. Ancak ‘anlamak’ sözcüğünün aynı zamanda ‘anlayışla karşılamak’ anlamına geliyor olması da bu yaklaşımı pekiştirmektedir. Bu nedenle belki de ‘anlamak’ sözcüğü yerine ‘görmek’ (‘neden öyle davrandığını görmeye çalış‘) sözcüğünü kullanmak daha yararlı olabilir.

  • Kendisini anlamayan insanların çoğu başkalarının da kendisini anlamayacağını düşünür. Oysa kişi kendisini anlayamıyor bile olsa başkası onu anlayabilir.
  • Psikolojik zihinliliği olmayan, davranışlarının altta yatan nedenlerini göremeyen kişilerin başka insanları doğru anlama olasılığı daha düşüktür.
  • ‘Haklı olduğunu düşünmek’ ile ‘bir insanı anlamak’ birbirine karşıt etki yapan kavramlardır. Hele kişi haklılığının karşısındaki insan tarafından görülmesi gereksinimi içindeyse onu anlaması mümkün değildir. Diğer yandan bir insanı anlamak onun haklı olduğu anlamına gelmez. Bir çatışmada hem kendinin haklı olduğunu düşünmek hem de karşıdakini anlamak mümkündür. Kişilerarası ilişkilerde başarılı olmak için çatışmalarda çatışma yaşanan insanı anlamak ile kimin haklı olduğu sorularını ayırabilmek gerekir.
  • Anlaşıldığını hissetmek hoş bir duygudur. İnsanı rahatlatır, sırtındaki ruhsal bir yükü alır. Ancak bazı insanlar anlaşıldığını hissetme özürlüdürler. Bir türlü yaşayamazlar o duyguyu. Bir başka insan tarafından kendisine değer verilebileceğini düşünemezler. Değer görmeyi hak etmiyormuş hissi içindedirler.
  • Sevme bir insanı anlamayı kolaylaştırabilir fakat garantilemez. Hatta bazen ‘aşkın gözü kördür’ atasözünde ifade edildiği gibi bir insanı doğru anlamayı engelleyebilir. Diğer yandan bir insanı sevmemek onu anlamayı olanaksızlaştırmaz.
  • Kendisini gizleyen bir insanı anlamak daha zordur fakat olanaksız değildir. Bir insan kendisini ne kadar saklarsa saklasın yüz ifadesi, konuşmasının içeriği, konuşmasındaki tonlamalar ve vurgular onun ruhsal durumu hakkında ip uçları verir.
  • Yalnız akıl yürüterek, kişinin gözlenebilen davranışlarına bakarak ya da söylediklerinin sözlük anlamlarını dikkate alarak bir insanı anlamak mümkün değildir.
  • Bazı atasözlerimiz bir insanı anlamak açısından çok anlamlıdır. ‘Bekâra karı boşamak kolaydır’ atasözü bekarın evli insanı anlayamayacağına işret eder.

Prof. Dr. Erol Özmen

Comments are closed.