logo

İnsanlığı anlamak, her insandan daha kolaydır.

İÇİNDEKİLER

Düşünmeyi durduramamak büyük bir derttir. Zihnimiz sürekli bir düşünce akışı içerisindedir; geçmişin pişmanlıkları geleceğin kaygıları ile dolar taşar, susmaz bir türlü. İşin tuhafı hemen herkes aynı derdi çektiğinden bunu normal bir durum olarak kabul ederiz. Dışarıda kendi kendine yüksek sesle konuşan birini görsek “Vah vah ne zorluklar yaşadı da böyle oldu” der, üzülürüz. Oysaki kendi zihnimizin içinde düşünceler halay halindedir.

Zihin doğru şekilde kullanıldığında üretkenliğinizi destekleyen, sizi özgürleştiren, hayatınızı kolaylaştıran bir yapı olarak harikalar yaratırken; kullanılamadığında bilişsel, duygusal ve bedensel yıkımlara sebep olabilir. Problem sizde sanırken asıl problemin ürettiğiniz düşünceler olduğunu fark etmezsiniz. Oysaki zihin geçmişinizle sizi bombardımana tutar. “Ne kadar aptalsın, yine geç kaldın!”, “Yine yanlış karar vereceksin!”, “Sen ne zaman doğru bir şey yaptın ki!” Yetmez bir de geleceğin kaygıları ile yorar; “Böyle gidersen beş parasız kalacaksın.”, “Asla başaramayacaksın.”, “Ömrün boyunca yalnız kalacaksın.”

Tüm bu olumsuz düşünceler, beraberinde olumsuz duyguları getirir. Gelen olumsuz duygular bedenimize yerleşir; baş ağrılarına, panik ataklara, nefes yetmezliklerine ve daha birçok rahatsızlığa dönüşür. Çünkü zihin gerçek ve düşünsel tehdidi birbirinden ayıramaz. Bu yüzden fiziksel saldırı karşısında da psikolojik saldırı karşısında da aynı tepkiyi verir. Zihin, bedeni gelen tehditle savaşmak için alarma geçirir. Hayati bir fonksiyon olan bu yapı, varlığımızı korumaya dönük bir özellik olsa da günümüz dünyasında artan stres durumları sebebi ile bedenimizi sürekli tetikler. Bu durum sinir sistemimizi ve hormon dengemizi bozar. Hem fiziksel hem psikolojik sağlığımızı tehlikeye sokar.

Derin bir nefes alın…

Bu düşüncelerin hiçbiri siz değilsiniz. Onlar sadece zihninizin ürettiği düşünceler. Eğer yaşıyorsak, iniş çıkışlar vardır hayatta; koşarız, yoruluruz, severiz, nefret ederiz, korkarız, cesaretleniriz. Ne zaman ki kalp durur işte o zaman hayat düz bir çizgi halini alır. Gelen düşüncelerin varlığını yargısızca kabul edin, savaşmayın çünkü savaştığınız şey kalıcı olur. Güneşli bir havada çimlerin üzerinde piknik yaparken ki halinizi hatırlayın. Doğa canlanmıştır, hafif esen rüzgar çiçeklerin kokusunu taşır her yana, güneş ısıtır teninizi, yeşilin ve mavinin tonları huzur salar ruhunuza. Ancak kahvaltınızda eşlik etmek isteyen arılar ve sinekler bir türlü yalnız bırakmaz sizi. Kovalamaya çalışırsınız, bir türlü gitmez, hatta gittikçe çoğalır sayıları. Zihnimizdeki düşünceler de böyledir. Düşünmemeye çalıştıkça istemediğimiz o düşünce zihnimize kök salar. Derin bir nefes alın ve gelen düşünceleri şefkatle karşılayın, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi hiçbir anlam yüklemeyin. Bırakın gelip gitsinler, siz dışarıdan bir izleyici gibi izleyin akıp giden düşünceleri yargısızca. Ardından tekrar derin bir nefes alın; şu an ne yaptığınıza, bedeninize ve nefesinize odaklanın. Böylece geçmişe ve geleceğe uçuşan zihninizi şimdiye getirmiş olacaksınız. Zihin şimdiye geldiğinde geçmişin ve geleceğin yorucu düşüncelerinden yavaşça sıyrılır.

Hayatımızdaki tek gerçeklik şu anda yaşanır. Şu an yaptıklarımız 1 sn. sonra geçmiş olurken, 1 sn. sonrası şu an yaptıklarımızda şekillenecektir. Geçmişi değiştiremeyiz, geleceği ise bizim dışımızda gelişen birçok şey varken kontrol edemeyiz. Ancak içinde olduğumuz an’ı yönetebiliriz.

Hiçbir zaman yüzde yüz şu anda olmayız ancak zihnimizin salındığını fark ettiğimizde dikkatimizi şu ana, yaptığımız eyleme (iş, oyun, egzersiz, dinlenme, nefes çalışması vb.) çekebiliriz. Elbette yıllardır düşünce üretmekte ustalaşmış zihin kolayca susmayacaktır. Büyük hedefler yerine küçük hedefler koyarak başlayın işe. Gün içinde bir an için nefesinize odaklanın, bedeninizde neler oluyor, zihninizden neler geçiyor, hangi duygudasınız yargılamadan bakın. Her tekrar farkındalığınızı ve dikkatinizi geliştirecektir. Tekrar ettiğimiz şeyler kalıcı olur, bir süre sonra alışkanlığa ardından hayat tarzına dönüşür.

Unutmayın, ya siz zihninizi kontrol edersiniz ya da o sizi!

Psikolojik Danışman/ Psikoterapist Zühre Korkmaz

Olumsuz düşüncelerden kurtulmak için danışanlarımız birçok yol deniyor. Kötü düşüncelerden kurtulmak için çok uğraşmalarına rağmen “Aklımdan kötü düşünceler geçiyor”, “Düşünmek istemediğim şeyleri düşünüyorum” şikayetleri devam ediyor. Sürekli aynı şeyleri düşünmekten kurtulmak aslında zor değil.

İlk önce, düşüncelerle ilgili yanlış inanışlar ele alınmalıdır.

DÜŞÜNCELERLE İLGİLİ YANLIŞ İNANIŞLAR

  • DÜŞÜNCELERİMİZİ KONTROL EDEBİLİRİZ: Hayır!
    Düşüncelerimizi kontrol edemeyiz ve onlardan sorumlu değiliz. Düşünceler birden bire ortaya çıkarlar, dolaşırlar ve bizi dinlemezler.
  • DÜŞÜNCELERİMİZ KARAKTERİMİZİ YANISITIR: Hayır!
    Karakterimizi sadece davranışlarımız yansıtır. Karakterimizi hayatımızda yaptığımız seçimler belirler, aklımıza gelenler değil.
  • DÜŞÜNCELERİMİZ İÇİMİZDE YATANLARI GÖSTERİR: Hayır!
    Düşüncelerimiz içimizde, derinde yer alan istekleri vs göstermez. Onlar kontrol edilemeyen ve kendiliğinden gelip giden şeylerdir.
  • BİRŞEYİ DÜŞÜNÜRSEM ONUN OLMA OLASILIĞI ARTAR: Hayır!
    Düşüncelerin gücü yoktur.
  • SADECE HASTA İNSANLARIN AKLINA İSTEMEDİKLERİ DÜŞÜNCELER GELİR: Hayır!
    İnsanların %90’ının aklına böyle düşünceler gelir.
  • HER DÜŞÜNCE DEĞERLİDİR: Hayır!
    Düşünceler aklımıza kendiliklerinden geldiği için bazıları “çöp” düşüncedir, üzerlerinde durmaya ve vakit harcamaya değmezler. Takıntılı/istenmeyen düşünceler de böyledir.
  • BİR DÜŞÜNCE TEKRARLIYORSA ÖNEMLİ DEMEKTİR: Hayır!
    Bir düşünceyi ne kadar kafamızdan atmaya çalışırsak o kadar çok tekrarlar.

NİÇİN YAPTIKLARIM İŞE YARAMIYOR?

3 temel hatadan ötürü yapılanlar işe yaramıyor.

  • Yapışkan zihin: Bazı insanların zihinleri sanki yapışkanlı gibidir; normalde uçup gidecek düşünceler bu zihinlerde yapışır. Bu, genetik bir özelliktir ve stres, yorgunluk gibi durumlar ile artar.
  • Paradoksal Çaba: Nasıl bataklıkta çırpınanlar çabucak batarsa, aklından bir düşünceyi atmaya çalışanlar o düşünceye daha da saplanır. Örnekler: uykunuz yokken uyumaya çalışmak; TV açıkken onu dinlemeden derse odaklanmaya çalışmak; kötü bir kokuyu fark etmemeye çalışmak gibi.
  • Bulaşma: Bulaşma, aklınıza gelen anlamsız düşünceler ile kurduğunuz iç konuşma demektir. Bu düşünceleri yargılamak, bunlarla tartışmak, kendini rahatlatmaya ve kendine güven vermeye çalışmak düşüncelere bulaşmak anlamına gelir. Şöyle düşünün: yolda arabanıza doğru giderken hiç tanımadığınız birisi size kötü bir şey söylüyor. Eğer ona karşılık verir, kavga ederseniz ona “bulaşmış” olursunuz ve muhtemelen işler büyür. Eğer görmezde gelir, duyduğunuzu belli bile etmezseniz olay geçip gider. Bunu, kişinin yaptığını/söylediğini doğru bulduğunuz için değil, sizi daha fazla rahatsız etmesin diye yapıyorsunuz. Aklınıza gelen düşünceleri bu örnekteki yabancı gibi düşünün; ona bulaşırsanız sizi daha fazla rahatsız eder.

Aklınıza kötü düşünceler geldiği zaman bu sizde kaygı yaratır. Bu İLK kaygıya yapabileceğiniz bir şey yoktur. Size düşen, düşünceye bulaşıp İKİNCİ/ÜÇÜNCÜ kaygıları ortaya çıkarmamaktır.

PEKİ, NE YAPMALI?

  • TANI: “Şu anda beni rahatsız eden bir düşüncem var. Bu düşünce dikkatimi çekiyor çünkü bende olumsuz bir duygu/kaygı oluşturuyor.” Kaygınız varken %99 bile emin olsanız bu size yetmez, bunu unutmayın.
  • “SADECE DÜŞÜNCE”: Kendi kendinize şunu söyleyin “Bunlar otomatik düşünceler, bunlara takılmamam gerek. Bunlar çöp düşünce, hiçbir şey yapmam gerekmiyor”. Unutmayın, düşünce ve bunu takip eden ilk korku otomatiktir ve kaçınılmazdır.
  • KABUL ET VE İZİN VER: Düşüncelerinizi uzaklaştırmaya çalışmayın. Dikkatinizi dağıtmayın, uğraşmayın, bulaşmayın, mantıklı açıklamalar yapmaya çalışmayın. Düşünceleri kendi haline bırakın; bırakın ne yapacaklarsa yapsınlar. Unutmayın, düşüncelerin gücü yoktur. Kabul etmek demek, düşünceler gitsin diye UĞRAŞMAMAK demektir. Çünkü, düşünceler otomatiktir, kontrol edilemez ve güçleri yoktur. Çöp düşünceler önemsizdir, herhangi bir tepki vermenizi gerektirmezler.

Yapılması gereken                 :  “Bu bir çöp düşünce”

Yapılmaması gereken           : “Bu yanlış bir düşünce”. Çünkü bu ikinci yaklaşım çöpe önem vermek anlamına gelir!

Yapılmaması gerekenler: Düşünceye bulaşma; düşüncelere yanıt vermeye çalışma; kafadan atmaya çalışma; düşüncelerin “anlamını” bulmaya çalışma; düşüncelerin doğru olup olmadığını bulmaya çalışma; düşüncenin neden o anda çıktığını bulmaya çalışma; kendini avutmaya/inandırmaya çalışma.

  • HİSSET: Şu andaki ortama ve duyularınıza odaklanın. Tabanınızı, etrafı, sesleri, kokuları, görüntüleri fark etmeye çalışın.
  • ZAMANIN GEÇMESİNE İZİN VER: Acele etmeyin. Kaygınızı dışarıdan bakan birisi gibi seyredin, yaptıklarınızın bir işe yarayıp yaramadığını kontrol etmeyin. Acele etmenize gerek yok, bunlar sadece düşünce, güçleri yok, kimseye zarar veremezler. Tehlikede değilsiniz. Bir şey yapmanız gerekmez. Bir şey yapma düşüncesi sadece beyninizin yanlış alarmı.
  • İLERLE: Düşünce geldiğinde ne yapıyorsanız ona devam edin. Ne iş yapıyorsanız devam edin, farklı bir şey yapmayın.

KABUL ETMEYİ ZORLAŞTIRANLAR

  • SUÇLULUK: İstenmeyen düşünceler kişide suçluluk hisleri uyandırabilir ve birey bu hislerden kurtulmak için diğerlerinden destek veya onay ister. Bu, kısa vadede rahatlama sağlasa bile düşünceler geri gelir. Aslında, kişinin suçluluk duyacağı bir şey yoktur, çünkü düşünceler değil davranışlar için sorumluluk duymamız gerekir. Davranışlarımızı seçebiliriz ve kontrol edebiliriz ancak düşünceler otomatiktir ve kontrolümüz dışındadır.
  • ŞÜPHE: Ya başıma bir şey gelirse? Ya kötü bir şey olursa? Hiçbir garanti kişiye yeterli gelmez. Yapılacak şey düşüncelerin gücü olmadığını hatırlamak ve hayatta hiçbir şeyin %100 garanti olmadığını unutmamaktır. Kişi, bu belirsizliğe dayanmak zorundadır.
  • ACELE: Rahatsız edici düşüncelerde dolayı bir aciliyet hissetmek. Çırpınma, bulaşmaya yol açar. Yapılacak şey, kabul etmek, beklemek ve o andaki hislere odaklanmaktır.

ProfDrÖzgür Öner / Tekrarlayıcı, Rahatsız Edici Düşüncelerle Nasıl Başa Çıkılır?

Stres, anksiyete, kronik yorgunluk, enerji eksikliği, pesimizm… Endişelenmek beyninizi zehirler. Bütün duygusal kaynaklarınızı, siz sürekli tehdit altındaymış gibi hissedene kadar kullanır.

Endişelenmek beyninizi nasıl etkiliyor, bunu bir kelimeyle iyi bir şekilde özetleyebiliriz: zehirli, bu bir tehdit algıladığınızda deneyimlediğiniz doğal bir duygu olmasına rağmen. Ancak, endişelerinizin çoğu temelsiz ve hatta obsesiftir. Dahası, sizi yüksek miktarlarda yorarlar ve enerjinizi, cesaretinizi ve motivasyonunuzun tüm kırıntılarını kaybedersiniz. Psikolojik bir bakış açısından hepimizin iyi bildiği bir şey vardır, çok fazla endişelenmenin üzerinizde yarattığı etkiler sizi endişelendiren şeyin kendisinden daha bile zararlı olabilir. Bu durum özellikle beyninizi etkiler. Bu bir kelime oyunu gibi görünüyor olabilir, ancak gerçekte bundan çok daha fazlasıdır. Stresin en küçük detayı bile yoğunlaştırdığı ve çarpıttığı o durumda kalmaya devam ettiğinizde her şey kontrolden çıkar. Böyle bir durumda kötü seçimler yaparsınız ve duygusal çatışmanız daha yoğun hale gelir.

Örneğin, uyku kalitenizin kötü olmasına ne kadar takılırsanız, o kadar fazla insomnia deneyimlersiniz. Aynı şekilde, işinizde mükemmel ve verimli olduğunuzu kanıtlamakla ilgili ne kadar endişelenirseniz, o kadar başarısız olursunuz. Dahası, eğer sevgilinizin sizi sevmediği ile ilgili çok endişelenirseniz diğer insanın baskı altında ve rahatsız hissedeceği durumlar yaratırsınız.

Endişelenmek Beyninizi Nasıl Etkiler?

Dolayısıyla, beyninize endişelenerek daha fazla baskı yaptıkça, bu durum beyninizi daha da kötü etkileyecektir. Bu şekilde kaynaklarınızı tüketirsiniz. Sonrasında, hafızanız sizi yarı yolda bırakmaya başlayacaktır ve daha da yorgun hissedeceksiniz. Aşırı derecede endişelenmeye bağlı olan etkiler stresin biyolojisi ile ilgilidir. Hadi bunun nasıl işlediğini öğrenelim. Endişelenmek beyninizi sizin düşündüğünüzden çok daha yoğun bir şekilde etkiler. New York Üniversitesinden Dr. Joseph LeDoux gibi nörobilimciler bizlere endişelenmenin etkisinin çok şiddetli olduğunu söyler. Bu temelde, ortalamaya vurulacak olursa, insanların bir şeylerle ilgili sağlıklı bir şekilde endişelenmeyi bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Biz insanlar panik yapmak ve her şeyi büyütmek gibi ilgi çekici bir eğilime sahibiz.

Ancak, Dr. LeDoux aynu zamanda bizleri belki de sorumluluğun en azından bir kısmından muaf hale getirecek başka bir faktöre de işaret eder. Beynimiz, ilk önce endişelenip sonra düşünmeye programlanmıştır. Diğer bir deyişle, duygusal sistemimiz ve özellikle serebral amigdalamız bir tehdidi ilk algılayan ve dolayısıyla bizde bir duyguyu aktif hale getiren ilk şeydir.

Dopamin gibi nörotransmitterler sürekli salgılanır ve anksiyete ve endişe yaratırlar. Sonrasında, limbik sistem serebral korteksi uyarır ve onun yüksek zihinsel yapılara haber vermesini sağlar. Bunun amacı nedir? Bu yapıların kontrolü ele almasını sağlamak. Ayrıca, bu korkuyu, bu alarm hissini düzenleyen mantıksal muhakeme yeteneğini de kullanmak. Dr. LeDoux bizlere iş duygulara geldiğinde insanların muhakemeden ziyade güçleri olduğunu hatırlatır. Böyle bir şey sadece ve sadece deneyimlediğiniz anksiyete ve endişenin beyninizin üzerinde daha fazla gücü olmasına yol açar. Bundan dolayı, endişelenmek beyninizi devasa boyutlarda etkiler ve aşağıdaki etkilere sebep olur:

Aşırı Endişelenmek Psikolojik Acı Yaşamanıza Yol Açar

Sürekli endişeler tarafından ele geçirilmiş gergin bir beyniniz varsa bu amigdalanız tarafından kontrol edildiğiniz anlamına gelir. Bu, sizin tehlike olmayan yerlerde tehlikeler görmenize sebep olur. Algıladığınız her şey bir tehdide dönüşür. Hiçbir şeye güvenmezsiniz ve her şey sizi korkutur. Bu hiperstimülasyon durumu serebral korteksinizi etkiler ve onun aktivitesini düşürür. Sonrasında, her şeyi kaotik ve dengesiz bir şekilde algılamaya başlarsınız.

Aynı şekilde, amigdala anterior singulat korteks gibi serebral acıya sebep olan kısımları da aktifleştirir. Bunun bir sonucu olarak rahatsızlık seviyeniz artar.

“Geri dönüp tüm bu endişelere baktığımda, ölüm döşeğinde hayatında bir sürü sıkıntı var olduğunu ama bunların çoğunun gerçekleşmediğini söyleyen yaşlı adamla ilgili hikayeyi hatırlıyorum.”

– Winston Churchill

Aşırı Endişelenmek Beyninizi Etkilediğinde Bilişsel Süreçleriniz Başarısız Olur

“Bilişsel süreçler” derken ne demeye çalışıyoruz? Yani, sürekli düşünerek geçen haftalarınız veya aylarınız olduğunda aşırı endişelenmek beyninizi etkiler ve aşağıdaki şeylerin olduğunu fark etmeye başlarsınız:

  • Hafızanızda problemler.
  • Konsantre olmada problemler.
  • Karar verirken zorlanma.
  • Mesajlar ve benzeri şeyleri anlamakta zorlanma vb.

Endişelenmeyi Nasıl Bırakırsınız

Aslında, endişelenmeyi bırakmamalısınız. Önemli olan düzgün bir şekilde endişelenmeyi öğrenmektir. Aksi takdirde, Dr. Ernest Paulesu tarafından Cambridge Üniversitesinde yapılan bir çalışmada da bahsedildiği gibi, bir genelleştirilmiş anksiyete bozukluğu geliştirme riski altındasınız. Daha düzgün bir şekilde endişelenmeyi öğrenmek için psikolog Albert Ellis’in tavsiyesini hatırlayın. Hadi bunun üzerine düşünelim:

  • İrrasyonel düşüncelerinizi analiz edin. İster inanın ister inanmayın, endişelerinizin ortalama %80 civarındaki kısmı oransız ve mantıksızdır.
  • Duygularınız hakkında konuşun. Onları adlandırın, serbest bırakın ve ışık altına getirin. Mesela, işiniz ile ilgili aşırı seviyede endişelenmenizin sebebi gerçekte işinizin sizi memnun etmemesi ve orada mutlu olmamanız olabilir.
  • Ruh halinize bağlı kararlar almayın. Bir karar verip bu doğrultuda hareket etmeden önce düşüncelerinizin hepsini sakin ve makul bir şekilde değerlendirin. Evet, duygular önemlidir, ancak eğer bilinçli ve odaklı bir muhakeme süreci ile bir araya gelirlerse başarı ihtimaliniz daha yüksek hale gelir.

Sonuç olarak, endişelenmenin beyninizi nasıl etkilediğini bildiğinizde daha proaktif olabilirsiniz. Bu acı verici döngülere girmekten kaçının ve sağlıklı ve makul yaklaşımlar kullanın. Eğer bunu kendi başınıza yapamıyorsanız o zaman profesyonel yardım alın.

PSİKOLOG VALERİA SABATER

Durumsal Depresyon ve Klinik Depresyon Arasındaki Farklar

Durumsal depresyon ile klinik depresyon arasındaki farkları bilmek, mümkün olan en kısa sürede harekete geçebilmemize yardımcı olacaktır.

Durumsal depresyon ve klinik depresyon birbirine benziyor ama aynı değiller. Her ikisi de yüksek duygusal ıstırap, umutsuzluk duyguları ve uyku bozuklukları sergilerken, klinik depresyon daha ciddi bir şekilde kendini gösterir. Aslında, majör depresif bozukluk olarak bildiğimiz şeyi yapılandırır. Gerçekten de, klinik depresyondan muzdarip olan kişinin yaşadığı psikososyal tükenmişlik çok fazladır.

Bununla birlikte, majör depresyon teşhisi konan tüm hastalar daha önce durumsal bir depresif durumdan muzdarip olacaktır. Ve hayatın stresli olaylarıyla yüzleşmek için yeterli başa çıkma mekanizmalarına sahip değillerse, bu çok daha şiddetli durumlara yol açar.

Herhangi bir travmatik deneyim, durumsal depresyonu tetikleyebilir.

Durumsal depresyon ve klinik depresyon arasındaki farklar

Durumsal depresyon ile klinik depresyon arasındaki temel fark, ilkinin olumsuz bir olaya doğrudan tepki olarak gelişmesidir. Sevilen birini kaybetmek en yaygın örnektir. Hepimizin bir noktada kendimizi bu tür öngörülemeyen duygusal acılardan geçerken bulabileceğimizi akılda tutmak önemlidir.

Hayat kolay değil. Zor durumlar ve kaderin cilvesi bizi aniden büyük bir duygusal kırılganlık durumuna sokabilir. Bu, daha hafif depresyonun substratlarının oluşabileceği zamandır. Ele alınmazlarsa, ciddi bir klinik tablo çizerler. Bu nedenle, durumsal depresyon ile klinik depresyon arasındaki farkları bilmek önemlidir. Bunlar aşağıdaki gibidir:

1. Tetikleyiciler: Durumsal depresyonun açık nedenleri vardır

Geriye dönüp baktığımızda, çoğumuz gerçekten zor zamanlardan geçtiğimizin farkındayızdır. Bazılarımız onlarla yeterince yüzleşmiş olacak. Ancak, diğerleri onları daha zor bulmuş olacak. Durumsal depresyon, travmatik veya oldukça stresli bir deneyimden sonra ortaya çıkar. Anlaşılabilir bir ıstırap durumuyla sonuçlanır.

Psikologlar bu özelliği uyum bozukluğu olarak tanımlar çünkü belirli ve tanımlanabilir bir psikososyal stres kaynağına bir tepki olarak ortaya çıkar. Bunlar, bireyin elindeki psikolojik kaynakları aşan, son derece sert ve beklenmedik deneyimlerdir.

Melbourne Üniversitesi (Avustralya) tarafından yürütülen araştırma, uyum bozukluğu için aşağıdaki tetikleyicilerden bahsetmiştir:

  • İş kaybı.
  • İlişkisel çatışmalar.
  • Sevilen birinin ölümü.
  • Finansal problemler.
  • Şiddet içeren bir eyleme tanık olmak.
  • Kendi hayatlarının bir saldırı tarafından tehdit edildiğini görmek.
  • Gerçekten stresli, ancak travmatik olmayan durumlar yaşamak.
  • Bir hastalıkla uğraşmak (kendisinin veya çok yakın birinin).

Öte yandan, klinik depresyon ile ilgili olarak, belirli bir kaynağı netleştirmek kolay değildir. Aslında, birikmiş birçok stresli olayın ve yeterince yönetilmeyen ıstırabın birleşimidir. Neuroscience Bulletin’de yayınlanan bir çalışma da biyolojik ve nörobiyolojik değişkenlerin dahil olduğunu iddia ediyor.

Klinik depresyona sıklıkla intihar düşüncesi eşlik eder. Durumsal depresyonda bu olmaz.

2. Şiddet: Klinik depresyon majör depresif bozuklukta kendini gösterir.

Bir kişi durumsal depresyonunu (uyum bozukluğu) ele almadan üç ila altı ay geçtiğinde, klinik depresyon gelişebilir. Bu durumlarda duygusal, zihinsel ve davranışsal tükenme son derece belirgindir. Ayrıca, hasta günlük işlerini yapmakta zorlanır.

Durumsal depresyon ile klinik depresyon arasındaki farkları daha iyi anlamak için nasıl ortaya çıktıklarına bakalım.

Durumsal depresyon

  • Endişe.
  • Ağlıyormuş gibi hissetmek.
  • Uyku bozuklukları,
  • Sürekli endişe.
  • İzolasyon ihtiyacı.
  • Yeme kalıplarındaki değişiklikler.
  • Karar verme sorunları.
  • Koşullar karşısında bunalmış hissetmek.
  • Belirli bir durum karşısında duygusal olarak mücadele eden kişi, bunaltıcı bulur.
  • Bir ila üç ay sonra düzelen geçici bir durum.
  • Üzüntü ve umutsuzluk duyguları sinirlilikle birleşir.

Klinik depresyon veya majör depresyon

  • Ağlama arzusu.
  • Enerji eksikliği.
  • Kalıcı umutsuzluk duyguları.
  • Sinirlilik ve kötü ruh hali.
  • Kas-iskelet ağrısı.
  • Yeme, uyku ve sindirim kalıplarında değişiklikler.
  • Bilişsel problemler. Örneğin, dikkat eksikliği, hafıza bozuklukları vb.
  • Apati ve anhedonia (olumlu duyguları hissetmekte zorluk).
  • Nedeni bilinmeyen genel bir halsizlik.
  • İntihar düşüncesi. Frontiers in Psychiatry’de yayınlanan bir çalışma, bu gerçeği ve klinik depresyonun erken teşhisi ihtiyacını doğrulamaktadır.

Durumsal depresyon, olumsuz bir yaşam olayına verilen normal bir tepkidir. Genellikle ilaç desteği olmaksızın kendiliğinden geçer.

3. Durumsal depresyon ve klinik depresyon için tedaviler

Durumsal depresyon ile klinik depresyon arasındaki temel farklardan biri, ilkinin profesyonel müdahale olmaksızın kendi kendine geçebilmesidir. Sonuçta, stresli yaşam olayları sık görülür ve bu tür durumlara tepki olarak uyum bozukluğunun gelişmesi normaldir. Kaderin beklenmedik cilvesini işlemek hepimiz için zor.

Bununla birlikte, daha az baş etme becerisine sahip, duygusal olarak en savunmasız kişiler, majör depresyon geliştirme riski altındadır. Aslında bu göz ardı edilemeyecek temel özelliktir. Bir kişi olumsuz bir olayla yüzleşemeyeceğini hissediyorsa, uzman yardımı talep etmelidir. Gelin bu iki farklı depresyon türü için en uygun tedavilere bir göz atalım.

Durumsal depresyon tedavisi

Durumsal depresyon her zaman terapi veya ilaç tedavisi gerektirmez. Aslında, acı çeken kişinin sadece acıyı yaşaması ve duygularını kabul etmesi gerekir.

Hannover Tıp Okulu (Almanya) tarafından yürütülen bir araştırma, üstbilişsel terapinin uyum bozukluğu yaşayan hastalarda faydalı olduğunu iddia ediyor. İşlevsiz düşünceler üzerinde çalışmayı amaçlayan kısa bir yaklaşımdır. Aşağıdaki stratejiler de yararlı olabilir:

  • Sosyal bağlantı.
  • Yoga ve farkındalık.
  • Yeni hobiler geliştirmek.
  • Yeterli dinlenme süresi.
  • Stresi düzenleme teknikleri.
  • Duygu düzenleme yöntemleri.
  • İyi psikososyal destek.
  • Yeni projelere ve kişisel hedeflere dahil olmak.
  • Acının geçici olduğunu ve sonsuza kadar sürmeyeceğini anlamak.

Klinik depresyon tedavisi

  • Psikososyal destek.
  • Davranışsal aktivasyon.
  • Kişisel bakım teknikleri.
  • Bilişsel davranışçı terapi.
  • Psikoaktif ilaçlarla tedavi.
  • Kabul ve kararlılık terapisi.

Hepimiz zorluklarla aynı şekilde yüzleşmeyiz. Bazı insanlar stresle daha iyi başa çıkmak için nörobiyolojik bir yatkınlığa sahiptir. Diğerleri, iş kaybı veya ilişkinin sona ermesi gibi durumlardan bunalmış durumda. Durumsal ve klinik depresyon arasında ince bir çizgi vardır.

Risk faktörleri

Artık durumsal depresyon ile klinik depresyon arasındaki farkları bildiğinize göre, bir bireyin acı çeken uyum bozukluğundan majör depresyona geçmesine hangi faktörlerin katkıda bulunduğunu merak ediyor olabilirsiniz. Aslında, biri ile diğeri arasında oldukça ince bir çizgi vardır. Sonuç olarak, hem durumu önlemek hem de harekete geçmek için dikkate alınması gereken ince değişkenler vardır.

Olumsuz ve zor bir çocukluk geçiren insanlar, klinik depresyon veya majör depresyondan muzdarip olma riski daha yüksektir. Bu, herhangi bir stresli olayın onları bunaltmasına neden olacak ve bununla etkili bir şekilde başa çıkamayacaklar. Gerçekten de, Frontiers in Psychology’de yayınlanan bir makale, çocukluktaki zor deneyimlerin risk unsurları olduğunu öne sürüyor. Daha fazla risk faktörü aşağıdaki gibidir:

  • İyi bir destek ağına sahip olmamak.
  • Son derece katı, esnek olmayan ve olumsuz bir zihinsel yaklaşım.
  • Stres ve kaygıyı düzenlemede zorluk.
  • Nevrotik bir kişilik veya duygusal dengesizlik sergilemek.
  • Diğer psikolojik rahatsızlıklardan muzdarip. Örneğin, bipolar bozukluk, borderline kişilik bozukluğu vb.

Depresyonla başa çıkmada yardım

Sonuç olarak, bu risk bileşenlerini sunsak da göstermesek de, psikolojik tedavinin hem depresyonu önlemede hem de tedavi etmede ideal ve etkili bir kaynak olduğu gerçeğini göz ardı etmemeliyiz.

Son olarak, zorlu koşullarla uğraşırken yardım istemenin bizi zayıf kılmadığını hatırlamakta fayda var. Aksine, sağlığımızla ilgilenmek isteyen sorumlu insanlarız demektir.

Psikolog Valeria Sabater

Akla Dair Bir Bilmece

Beyin epifizi daima çok ilgi çekmiştir. Descartes, beynin tam merkezinde bulunan bu küçük epifizin “ruhun tahtı” ve tüm düşüncelerimizi yöneten merkez olduğunu söylemiştir. Ayrıca bu küçük yapıya “üçüncü gözümüz” diyen ve görme duyumuz ötesinde algılamamızı sağlayan bir enerji girdabı şeklinde tanımlayanlar da vardır. Bu mistik, spiritüel ve renkli bakış açılarını bir kenara koyarsak, beyin epifizi (epiphysis cerebri) ilginç ve esrarengiz bir yapıdır. Döngülerimizi, günlük ritmimizi, ergenlik döneminin başlangıcını ve hatta bir çok duygumuzu düzenler. Büyüleyici ve gizemli bir yapıdır bu.

Beyin epifizi, üçüncü gözden çok daha fazlasıdır. Gizlice döngülerimizi, rahatlama anlarımızı ve ergenliğin başlangıcını düzenleyen ve gün ışığının ilham verdiği bir orkestra şefidir.

Beyin epifizinin en ilginç yanlarından biri, çok küçük olmasına karşın (yaklaşık 8 mm), yoğun miktarda kan akışı almasıdır. Neredeyse böbreklerimize gerçekleşen kan akışı kadardır bu miktar. Şekli ağaca benzer. Ağacın gövdesi ve dalları, kalsiyum birikimi nedeniyle çok hızlı bir şekilde sertleşir. Henüz 12 ve 20 yaş arasında dahi biraz kalsifikasyon görmek mümkündür.

Yine de aşağıda açıkladığımız temel fonksiyonlarını yerine getirmeye devam eder.

Beyin epifizi: döngü düzenleyici ve gerideki göz

Beyin epifizi, ışığa duyarlı bir yapıdır. Bu nedenle, temel biyolojik görevlerinden biri melatonin salgılamaktır. Bu hormon, serotoninden kaynaklanır ve uyku düzenimizi (günlük ritmimizi) düzenler. Ayrıca ergenliğin başlangıcını düzenler.

İnce ayarlanmış bir biyolojik saat görevini görür. 7 – 8 yaşına dek çok aktiftir. Bu noktadan sonra melatonin üretimi azalmaya ve cinsel olgunluk mekanizmaları gelişmeye başlar. Bazı çalışmalar, bu yapının belli çevresel kimyasallara karşı çok hassas olduğunu ortaya koymaktadır. Birleşik Devletler gibi bazı ülkelerde kız çocukları, florür gibi bazı maddelere maruz kaldıkları için ergenlik dönemine daha erken yaşta girmektedir.

Beynin tam merkezinde yer almasına karşın beyin epifizi, çevreye son derece duyarlıdır. İnsanlarda küçük bir biyolojik fenerdir ve diğer bazı hayvanlarda ise geride kalan bir organdır. Yeni Zelanda’ya özgün bir sürüngen olan tuatara, başının tam ortasında “üçüncü bir göze” sahip olmasıyla ünlüdür. Bu gözün bir tür retinası ve lensi vardır, ayrıca hormonal işlevleri yerine getirir ve ısı düzenlemesine de yardımcı olur. Muhteşem değil mi?

Bu küçük iç düzenleyiciyi nasıl koruruz?

Nörologlar, mistik ve spiritüel olanı, bilimsel olandan ayırmayı amaçlar. Beyin epifizi, hala hakkında çok şey bilmediğimiz bir yapıdır. Bu yüzden “Journal of Pineal Research” gibi dergiler bu yapının işlevlerini ölçmeyi hedefleyen çalışmalar yayınlamaya devam etmektedir. Çoğu insan beyin epifizinin, iç salgı bezlerimizin büyük kısmını etkinleştiren bir tür ana anahtar olduğunu düşünmektedir.

Beyin epifizi, çevredeki sinyalleri endokrin cevaplara çeviren bir ana anahtardır.

Artık vücudumuzun günlük döngülerini gizlice düzenleyen bu “küçük iç göz” hakkında daha çok şey biliyorsunuz. Onu bir tür pusula, sizi vücudunuz ve çevrenizle uyum halinde tutan harika bir organ şeklinde düşünün.

Beyin epifizini korumak

Beyin epifizini korumak için işte birkaç ipucu:

  • Günlük döngü ve alışkanlıklarınız konusunda düzenli olun. Beyin epifizi, ışığa duyarlı bir endokrin düzenleyicisidir. Yani gün ışığı ritmleriyle uyumlu olması gerekir. İşte bu yüzden her gece aynı saatlerde yatmak önemlidir.
  • Elektromanyetik alanlardan kaçının. Tıpkı ışık gibi elektromanyetik dalgalar da melatonin salgısı sürecini bozar. Uyumadan önce cep telefonu ya da laptop kullanmak gibi basit bir şey, beyin epifizinde ciddi değişimlere neden olabilir. Bu da uykusuzluk, yorgunluk, stres ve işinizde düşük performansa neden olabilir.
  • Meditasyon yapmak ve sakinleşmek için kendinize zaman ayırın. Beyin epifizi, daha sakin ve rahat olmanıza yardımcı olabilir. Böylece kendinizle bağlantı kurmanız kolaylaşır. Mesela, meditasyon yapan insanlar güzel bir his yaşarlar çünkü beyin epifizi endorfin salgılayarak beden ve zihinlerinin uyum içinde olduğu o zenginleştirici anlar nedeniyle onları ödüllendirir.

Her geçen gün, beyin epifizi hakkında yeni bilgiler ediniliyor. Bu konuda daha çok şey öğrenmeye hazır olun!

Frontal Lob: Kişilik Yöneticisi

Beyin travmaya karşı oldukça duyarlı bir organdır. Beyinde oluşan herhangi bir hasar işlevlerimizde aksaklıklara neden olabilir. Burada oluşacak hasar, konuşma, görüş, hafıza gibi çeşitli fonksiyonlarımızı etkiler. Bunlar hasarın oluştuğu kısma göre farklılık gösterebilir. Beyindeki lobların kendi fonksiyonları vardır. Frontal lob özellikle yürütücü işlevler, zihinsel esneklik ve problem çözümü konusunda önemli görevlere sahip olmasının yanı sıra kişilik özelliklerimiz konusunda da belirleyicidir.

İlk başta kulağa garip gelse de, ister inanın ister inanmayın,  bir kaza kişiliğinizi değiştirebilir. Kişilik özellikleri hem genetiğimizden hem de çevresel faktörlerden ve deneyimlerden etkilenen değişkenlerdir. Kazadan sonra, bazı insanlar sahip oldukları bazı özelliklerin değiştiğini gözlemler.

Phineas Gage vakası

Fiziksel olarak tamamen iyileşmesine rağmen değişen bir şey vardı. Hayatındaki insanlar için unutulmaz bir yer edindi. İnsanların söylediklerine göre kazadan önce sorumluluk sahibi biriyken kazadan sonra sabırsız, küstah, agresif ve dengesiz bir insana dönüştü. Sosyal ilişkileri de iş ilişkileri kadar kötüye gitti.

Bu değişimin sonucunda, Gage müzelik bir parçaya dönüşünceye kadar iş değiştirmeye devam etti. Hem kafatası hem de demir blok Harvard Medical School’da sergileniyor. Bu olaydan sonra insanlar frontal lobu önemli bir karakter, duygu ve sosyal ilişki belirleyicisi olarak görmeye başladı.

Frontal lob ve kişilik

Geçmişte insanlar frontal lobun bi işlevi olmadığını düşünüyordu. Ancak Phineas Gage’in başına gelenlerden sonra frontal lobla ilgili araştırmalar yapılmaya başladı. Frontal lob kafatasında oldukça büyük yer kaplıyor ve hareket ve telaffuz (Broca bölgesi) gibi çeşitli işlevlere sahip.

Kişiliğimizi belirleyen ise prefrontal korteks isimli bölüm. Bu bölge, kişiliğimiz, duygusal durumumuz, yargılar ve eğilimler konusunda sorumlu. Aynı zamanda dikkat sürecinde de önemli bir role sahip. Genel olarak, prefrontal korteksin en önemli özelliği düşünceleri ve hareketleri kişisel hedeflerimize göre koordine ediyor olması.

Yürütme işlevi, zıt düşünceleri ayırt etme becerisini tanımlıyor; iyi ve kötüyü ayırt etmeyi, mevcut durumların gelecekteki sonuçlarını tahmin etmeyi sağlıyor. Daha önceden konulmuş hedefleri gerçekleştirmek için gerekli davranış yönetimini, sonuçları tahmin etmeyi, beklenti oluşturmayı ve sosyal durumlardaki davranışlarımızı kontrol etmeyi (uygunsuz davranışları kısıtlama) sağlıyor.

Prefrontal korteksin zarar görmesinden kişilik özelliklerini nasıl etkiler?

Prefrontal kortekse zarar verecek beyin hasarı, kişisel özelliklerimizde büyük değişikliklere yol açabilir. Bu hasar travmatik bir beyin yaralanmasından, trafik kazasından veya başka bir komplikasyondan kaynaklanabilir. Kişilikteki değişiklikler hasardan etkilenen bölgeye göre farklılık gösterir.

Örneğin hasta aşağıdakileri içeren bir ilgisizlik sendromu geçirebilir;

  • Motor ve sözlü kendiliğindeliğin azalması
  • Girişken olmama
  • Yavaşlayan motor ve sözlü kabiliyet
  • Duygusal Kayıtsızlık
  • Duyguların sınırlanması
  • Cinsel aktivitenin azalması

Şartlı refleks yitimi sendromu ise şunlara sebep olur;

  • Bazı davranışları baskılamada zorluk çekme
  • Öz – eleştiri yapamama
  • Uygun olmayan sosyal davranışlar
  • Başkalarına karşı kayıtsızlık
  • Cinsel refleks yitimi

Lobotomi

1935 yılında, psikiyatr ve nörolog Egas Moniz’in ilk kez kullandığı lobotomi beyindeki ön lobların uçlarındaki prefrontal korteks bağlantıların kesilmesi sonucu uygulanan cerrahi bir yöntemdir. Uzun yıllar boyunca depresyon ve diğer psikolojşk rahatsızlıkların tedavisinde kullanılmıştır.

Moniz müdahalelerinin başarılı olduğunu söylemişse de, yıkıcı yan etkileri olduğu da görülmüştür. Hastaların %6’sının yaşamını yitirmesinin yanı sıra hastaların çoğunda kişilik değişmesi ve sosyal ilişkilerde bozulma gözlenmiştir. Ardında bıraktığı sorulara rağmen bu çalışmasıyla Moniz Fizyoloji ve Tıp Nobel ödülünü kucaklamıştır.

Amerika’da bu yöntemi popüler yapansa Walter Freeman olmuştur. Çekice benzeyen bir buz kıracağı kullanarak hastaların prefrontal korteksinde ilgili rahatsızlığın duyulduğu bölümün beynin geri kalanıyla bağlantısı keserek tedavi etmiştir. Hastalar ameliyat süresi boyunca bilinçliyken Freeman’ın de frontal lob hakkında bilgisi bulunmuyordu.  Bu yöntem uzun yıllar boyunca bilinen tüm psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde kullanılmıştır. Bugün etik açıdan psikoloji tarihinde doğru bulunmayan bu yöntem, neyse ki 1967 yılında uygulamadan kalktı.

Toplumların davranış örüntülerinin hayali bir krokisi çıkartılsa önümüze; merkezde, gözlerin çevrildiği bir simge yer alacaktır. Bunu bir put olarak betimlemek mümkün olmasa da, bu ”aygıtın” etrafını çevreleyen bireyler vardır. Baktıkları bu aygıtın bütününü inanışlar, değerler, beğeniler, kabul görülenler olarak çeşitlendirmek mümkündür çünkü o, her ne ise soyut anlamda sürekli değişeni, yerine yenisi konulanı ifade etmektedir. Dolayısıyla merkezde yer alan şeyde, her birey kendinden bir şeylerin de parçası olduğuna inanmaktadır. Fakat birey bu değişimin içerisinde sandığı kadar etkin bir rolde midir?

Toplumu, o toplumu oluşturan bireylerin öteki ile olan ilişkisini makro düzeyde sosyoloji bilimi ele almakta, incelemektedir. Bu incelemeyi daraltan, özelleştiren yani mikro bir düzeyde anlamaya çalışan ise psikoloji bilimidir. Bireyin davranış biçimini, değer yargılarını, inanışlarını, duygularını yani bireyin heybesinde yer alan bu zenginlikleri oluşturan tek başına bireyin kendisi değildir; bu zenginliği kuvvetlendiren bir toplum olgusunu göz ardı etmek mümkün değildir. Bu sebeple, toplum ve birey devamlı bir etkileşim içerisindedir. Peki büyük bir etki alanına sahip olan toplum, toplum davranışlarını etkileyen kültür, aslında en derinde yer alan bireyin ona ait olduğunu düşündüğü arzularını da etkilemekte midir? Arzunun temelini ne oluşturmaktadır? Bu cevapları felsefe ve psikanalizin ortak bir paydada buluştuğu bir yerden aramak bize neleri getirecektir?

Mimesis Kavramının Doğuşu

Mimesis, kökünü Antik Yunan’ dan alan taklit sanatı, taklidin sanatı olarak ifade edilmektedir. Fakat özellikle dönemin önde gelen ressamları (Zeuxis ve Parrhasius) aracılığıyla mimesis kavramının neyi ifade ettiği hakkında görüş ayrılıkları da ortaya çıkmıştır. Zeuxis ve Parrhasius arasında yapılan kimin daha gerçeğe yakın bir tasvir yapacağı ile ilgili bir yarışma kapsamında gündeme gelen bu kavram; Zeuxis doğadan bir referans alarak (üzüm) çalışmasını resmederken Parrhasius ise sadece insan algısının etkilenebileceği bir düzlemde bir nesneyi (perde) referans alarak resmetmiştir. Yarışmanın sonucunda ise mimesis kavramının iki boyutu ortaya çıkmıştır: Mimesis, doğanın temsilinde bir tasvir olarak algılanırken, insani boyutta ise bir aldatma sanatı haline dönüşmüştür. Temelinde bu sanatı şekillendiren bir yapı pek tabii mevcuttur. Önce, taklidi gerçekleştirebilmek için bir referans nesnesine sahip olmak, daha sonra bu referansın tekrar üretimi için de bir araç kullanmak ve sonucunda ise alınan referans doğrultusunda bir taklit unsurunun ortaya çıkmasıdır. Yani ”gerçeği yeniden yaratmaktır” (İşcen, 2020: 119-120).

Mimesis’ in insani boyuttaki ifadesi günümüzde sanattan ayrışarak, bir bakıma gerçeğin ne olduğu, bireylere toplum tarafından ve/veya toplum bireylerinin bir yansıması olarak, sanal ortamda gösterilenler üzerinden yaratılan gerçeğin, kimin gerçeği olduğu yönünde sorgulamalara itmektedir. Bu, arzu boyutuna indirgendiğinde ise bireyin kendi iradesi kapsamında mı bir nesneyi/ötekiyi arzuladığı ve bu doğrultuda ona ulaşmaya çalıştığı, yoksa toplumun sahip olduklarını (maddi ve manevi tüm değerler) kendi içinde barındıran kültür olgusunun da destekleyerek yarattığı bir gerçeklik zemininde mi üretildiği soruları zihinde yankı bulmaktadır. Psikanaliz bunun ipuçlarını aslında çok önceden vermiştir.

Mimetik Arzu – Bakışlarım, Ötekinin İşaret Ettiği Yerdedir

Psikanaliz, bireyin ilgileri, beğenileri, değerleri gibi ona ait olduğunu düşündüğü bu özelliklerinin ötekinden yansıyan, ötekinin kırıntılarının bulunduğu bir kendilikten bahsedilebileceğini ifade eder. Yani bireyde, ötekinin izleri mutlaka varlık göstermektedir (Ahıska, 2013). Ben ve öteki karşılaşmasının ve etkileşiminin bir ayrılmazlığı ifade ettiği, ben diye adlandırılan, ben’ e ait olan her şeyin, ki buna derinde yer alan arzular dahil ötekinin radarından çıkamayan bir yapı olarak, filozof ve düşünür Rene Girard’ ın geliştirdiği arzu teorisinde de desteklenmektedir. Bostan (2019)’ a göre, Girard mimesis’ i bireyin temel davranışlarından biri olarak ifade ettiği öykünme davranışı ile ilişkilendirmiştir ve bireyin arzusunu da bu eksende ele almıştır. Dolayısıyla bireyin arzusunun  saf bir kendine ait arzu şeklinde değil, ötekinin arzuladığını arzulamak şeklinde tanımlamıştır. Yine mimetik arzuyu besleyenin ise kültür olduğunu, bu sebeple de aslında herkese hitap eden özelliği ile arzu nesnelerinin bireyin zihninde bilinçli olarak arzulanıp arzulanmadığı noktasında farkındalığın oluşmadığı yönündedir (Şiray, 2008).

Sanal ortam, özellikle sosyal medya mimetik arzunun ivme kazanmasında önemli bir araçtır. Herkes hem arzulayan ”ben”, hem de arzu duyulan ”ötekidir”. O halde, bireyin kendinden var ettiği arzusu onun arzusu mudur? Bunu düşünmek için güzel bir başlangıç.

Laçin Sevin

Kadınlar, romantik ilişkiler boyunca birçok duygusal veya fiziksel şiddete maruz bırakılabiliyor. Bu şiddetlerin boyutları ve belirtileri çok değişken olabiliyor bu nedenle kadınlar bazen şiddete uğradıklarının farkına bile varamayabiliyorlar. Özellikle duygusal şiddete maruz kalan kadınlar, bu şiddet türünün toplum tarafından neredeyse normalleştirilmiş olması nedeniyle şiddete uğradıklarını fark edemiyorlar veya bunu çevrelerine anlattıklarında aldıkları ‘sen abartıyorsun’, ‘her ilişkide olur böyle şeyler, büyütüyorsun’ gibi tepkiler nedeniyle bunun bir sorun olduğunu fark edemiyorlar. Bu nedenle öncelikle duygusal şiddetin tanımını ve nelerin duygusal şiddet kapsamına girdiğini bilmek çok önemli.

Duygusal şiddet, en temel tabirle ilişkideki kişilerden birinin diğer kişiyi duygusal ve psikolojik anlamda kontrolü altına alma durumu olarak tanımlanıyor. Romantik ilişki öncesinde, esnasında veya sonrasında birçok kadın çok farklı duygusal şiddet çeşitlerine maruz kalıyor. Bu şiddet türü çok yaygın olarak görülse de bu şiddetin çeşitlerinin adları bile çoğunlukla bilinmiyor. Duygusal şiddet, ilişkinin özelikle flört döneminde yaşanıyor. Kadınlar kendilerine uygulanan bu şiddetin o an farkına varamasalar da psikolojileri üzerindeki etkileriyle yaşadıklarının aslında bir şiddet olduğunun farkına sonradan varabiliyorlar.

Love bombing yani sevgi bombardımanı da etkisi sonradan anlaşılan duygusal şiddet türlerinden biri. Kısaca açıklayacak olursak love bombing, ilişkinin başında bunun harika bir ilişki olduğuna ve ileride her şeyin mükemmel olacağına inandırılıp bulutların üstüne çıkarılmak, ardından ani bir şekilde bu beklenenlerin tam tersinin yaşanması olarak nitelendirilebilir.

Kadınlar yaşadıkları durumun aslında bir love bombing olduğunu ilişkinin başında gösterilen aşırı ilgi ve sevgi, hediye yağmurları, sonu gelmeyen iltifatlar ve mutluluk vaatlerinin birdenbire önemsenmeme, değersiz görülme, küçük düşürülme gibi davranışlara dönüşmesiyle anlayabiliyorlar. İlişkinin başında kadına hayran ve aşık gibi davranan ve bunu aşırı hareketlerle hem kadına hem diğer insanlara gösteren erkek bir süre sonra bu davranışlarını keserek kadına duygusal olarak kötü davranmaya başlıyor. Bu kötü davranışlar genel olarak kadını toplum önünde küçük düşürmeye çalışma, önemsiz hissettirme, fikirlerini önemsememe, görmezden gelme gibi davranışları kapsıyor.

Love bombing, fiziksel şiddet gibi gözle görülür etkiler bırakmasa da kadınların iç dünyalarında kalıcı hasarlar bırakabiliyor. Kadınlar günlük hayatlarında bu şiddetin uzun süreli etkilerini güven problemleri, öz saygı problemleri, yetersiz hissetme, herhangi olumsuz bir durumda kendilerinin hatalı olduğunu düşünmek gibi farklı şekillerde yaşayabiliyorlar.

Tüm bu etkiler düşünülünce duygusal şiddetin en az fiziksel şiddet kadar tehlikeli ve kesinlikle önlenmesi gereken bir şiddet türü olduğu anlaşılıyor. Kadının duygularının manipüle edilmesi, değersiz hissettirilmesi ne kadınlar ne de toplumun geri kalanı tarafından kabul edilmemelidir. Bir seferlik olmuştur, böyle şeyler normaldir gibi cümlelerle bu şiddeti normalleştirmek kesinlikle yanlış bir yaklaşımdır. Kadınların kendilerini rahatsız, baskılanmış, değersizleştirilmiş olarak bulduğu hiçbir ilişki normal bir ilişki olarak tanımlanamaz ve hiçbir kadının bu tip bir ilişkiye katlanma yükümlülüğü yoktur.

Gönüllü Psikolog

Evlilik temel iki kaynaktan besleniyor: Etkileşim ve cinsellik. Bu kaynaklardan herhangi biri işlevini görememeye başladığında kısa bir süre sonra diğeri de işlevini yitirmeye başlıyor. Bir anda sevgilerimizi ve sevgililerimizi kaybetmeye başlıyoruz. Sevgilerin yerini hayal kırıklığı ve öfke alıyor. Önce kısa konuşmalar, evet-hayırlı yanıtlar, sonra uzun suskunluklar kaplıyor ilişkimizi. Yavaş yavaş uzaklaşıyoruz eşlerimizden. Eşlerimize ilgimizi kaybettikçe duygusal boşanmalar gerçekleşiyor, biz farkına varmasak bile.

Aşkla başlayan evlilikler en nadide, en nazlı ve en uzun ömürlü olmaya aday evlilikler. Aşk evliliği, ancak hayal kırıklıklarının da çok kolay yaşanabildiği dolayısı ile çok çabuk da tükenebilen evlilikler. Kaderci evlilikler ise uzun ömürlü, mutsuz ve sevgisiz evlilikler olmaya daha yakın evlilikler. Kaderci evlilikler daha uzun sürebiliyor, çünkü bu tür evliliklerde adından anlaşılacağı üzere yaşananlar alın yazısı (yazgı) olarak değerlendirilebiliyor. Hatta bu tür evliliklerde genellikle kadınlara kendi aileleri tarafından “otur oturduğun yerde, sakın geri dönmeyi düşünme” gibi baskılar da yapılabiliyor.  Görücü usulü evlikler ise, eğer kadın ve erkek tanıştırıldıktan sonra son kararı kendileri verebilmişlerse bazen aşk evlilikleri kadar bazen de ondan daha fazla güçlü ve sağlıklı olabiliyor.

Evlilikleri çekilmez hale getiren ve eşler arası ilişkiyi etkileyen bazı faktörler ise şunlar:

Çocukluk ve ergenlik döneminden kalan bitmemiş işler: Anne-çocuk ilişkisi, çocuğun gelecekte kuracağı ilişkilerin (bağlanmaların) türünü belirliyor. Sağlıklı ve güvene dayalı bir anne – çocuk ilişkisi ile büyüyen çocuklar ileriki yaşlarında sevgi ve güvenli bağlanmalar gerçekleştirebiliyorlar.  Bazen de ergenlik döneminin bastırılmış ihtiyaçları, çatışmaları evlilikte nüksediyor; çiftler evliliklerinde adeta hırçın ve uyumsuz bir ergen gibi davranıyorlar, eşleri ile güç savaşına girerek ilişkide var olmaya çalışıyorlar. Bağımsız olmak istiyorlar, özgürlük ihtiyaçlarına sık sık vurgu yapıyorlar. Ergenlik döneminin bitmemiş işleri genellikle, sert ve katı kuralların hakim olduğu aile ortamlarında yetişen çocukların evliliklerinde görülüyor. Bir anlamda kimlik krizi yaşanıyor; ben kimim? nasıl biriyim? Nasıl biri olmak istiyorum? Soruları gündeme geliyor.

Aile ile vedalaşamama: Çiftler evlenirken gerçekten ailelerine “hoşçakal anne – baba ben evleniyorum” diyememişlerse ve de aileler çocuklarına gerçekten “güle güle” diyememişlerse bu tür bir durumda evlilikler sıkıntıya giriyor. Çocukların aileleri tamamen “iyi niyetli” davranışlarla evliliğe katkıda bulunmaya çalışıyorlar. Çocukları aracılığı ile gelinlerinin ya da damatlarının davranışlarına, evin düzenine ve ritüellerine kadar birçok şeyi çekip çevirmek istiyorlar. Böylece yeni kurulan evliliğin sınırları bir türlü belirginleştirilemiyor. Sınırları (başka kişi ve ailelere karşı “evet ve hayır”lar ile belirlenen) belli olmayan evlilikler korunmasız, korunaksız ve müdahaleye açık velilikler olarak bir yerden bir başka yere savrulup duruyor.  Yani ailede çiftler bir başka ailenin çocukları gibi rol almak durumunda kalabiliyorlar, eş olamıyorlar.  Bazı durumlarda eşlerden biri evliliğin dışında bile kalabiliyor ve böyle hissedebiliyor.  Bu tür evliliklerde enerjinin büyük bir kısmı büyümüş olunan aileyi savunmakla harcanıyor.

Farklılıkların vurgulanması: Evlilik iki farklı insanın eş olabilmek için gerçekleştirilen bir sözleşmedir. Aşkta insanlar birbirlerinin farklılıklarını görmezden gelip benzerlikleri görmeyi tercih ederken, evlilikte her nedense farklılıklar daha çok görülür hale geliyor. Oysa en renkli ve keyifli evlilikler biricikliğin önemsendiği ve korunduğu evlilikler oluyor. Evlilikte farklılıklar benzerliklere dönüştürülmeye çalışıldıkça (nafile değiştirme çabaları) ilişki zarar görüyor ve çiftler yavaş yavaş birbirlerinden uzaklaşmaya başlıyorlar. Çiftlerin birbirlerini (eşlerini) değiştirme çabaları ne denli güçlüyse birbirlerinin özdeğerlerine o denli zarar veriyorlar. Öyle ki 1+1=2 etmesi beklenen evlilik bazen 1+1= 1.15 filan ediyor. Yani bir araya gelince birbirlerinin değerlerini azaltıyorlar.

Ailede koalisyonlar: Koalisyon güç birliği yapmak anlamına geliyor. Güç birliği bir başka güce ya da güç birliğine karşı kurulmuş bir işbirliğidir. Bu nedenle ailede koalisyonları biz uzmanlar pek sıcak bakmıyoruz.  Çünkü ailede koalisyonların olması demek en az iki kişinin ailedeki bir başka kişi ya da kişilere karşı olmaları demek. Bazı ailelerde anne ve çocuklar genelde babaya karşı koalisyon içinde oluyorlar. Bu tür durumlarda aile bütünlüğünden söz etmemiz zorlaşıyor. Özellikle çocuk yetiştirme tutumları açısından zafiyetler ortaya çıkmaya başlıyor. Örneğin dört kişilik bir ailede 3 (anne ve çocuklar)+1 (baba) durumu ortaya çıkıyor. Ancak bunların toplamı maalesef dört etmiyor. Koalisyonlar feodal ve büyük ailelerde (büyük anne –babanın da yaşadığı) koalisyonlar çok sık karşılaşılan özelliklerden biridir. Uzman olarak beklentimiz ve önerimiz, eğer bir koalisyon olacaksa bu koalisyonun eşler arasında olmasıdır.

Aile dengesinin (sistemin) bozulması: Her ilişkinin, her sistemin kendine özgü bir dengesi bir ahengi vardır. Bu denge, aileye dışarıdan giren bir faktör tarafından bozulabilir;  çocuğun doğumu, kayıplar (yas), iş ve statü kayıpları, aldatma, yalan ve hastalıklar… Ailede dengenin bozulması eşler arası ilişkinin kalitesini olumsuz yönde etkiliyor. Özellikle aldatma ve yalan, ilişkide öfkenin, hayal kırıklığının ve öç alma isteğinin artmasına neden oluyor. Bu tür durumda evliliğin yeni bir dengeye oturması çok daha zor oluyor. Dengenin bozulması demek adeta suyun bulanıklaşması gibi bir şeydir; hiçbir şey görünmez, karmakarışık durumdadır. Bu durum aile yeni bir dengeye kavuşana kadar devam eder. Suyun berraklaşması, ailenin yeni duruma uyum sağlaması ile mümkün olur. Bu bazen terapi ile bazen de uyum ve uzlaşma ile gerçekleşebilir.

Ailedeki değer sistemleri: Eşlerin ailelerinden transfer ettikleri değerler, kurallar ve iletişim biçimleri, ilişkide belirleyici olan faktörlerdendir. Aile danışmanlığı almak üzere gelen ailelerle yaptığımız görüşmelerde, eşlerin kendi ailelerindeki değer sistemlerini araştırmayı ihmal etmeyiz. Görüşmelerde bu değerlerin ilişkiye nasıl yansıdığını, eşlerin ailelerindeki kuşakla boyu iletişim biçimlerinin nasıl çalıştığını, çocukluk dönemlerinden itibaren aileler tarafından ortaya konan kurallar ve özlemlerin ne olduğunu çıkarmaya çalışırız. Çünkü çocukken bize verilen özlemler, kurallar ve iletişim biçimleri bizim ilişkilerimizde nasıl davranacağımızı, ne arayacağımızı ve neyi önemseyeceğimizi belirliyor. Daha da ötesi iletişim duruşumuzu belirliyor.  

Diğer Faktörler: Hırçın ve mutsuz kişilikler, “mış” gibi evlilikler, tek taraflı olarak kariyer ve statüde farklılaşmalar, “tapusu bende” yanılgısı, ihtiyaçların değişmesi, yaşamın diğer alanlarında yeterince birlikte olamama (karı – koca olabilme ama eş olamama) gibi faktörler evliliğin çekilmez bir duruma gelmesine neden olabilir.

Herkese mutlu, eş olunabildiği, farklılıkların ve biricikliğin korunduğu evlilikler dileği ile.

Uzm. Klinik Psk. Süleyman HECEBİL

Hayatta Kalmanın Suçluluğu

Bazen hayatta kalmak daha çok acı verir insana.

Yaşanılan travmatik bir olay sonrasında, siz zarar görmeden kurtulduysanız eğer zihninizi şu sorular meşgul etmeye başlar. Neden ben?, Onlar orada acı çekerken ben nasıl rahat uyurum?, Nasıl yemek yiyebilirim? gibi düşüncelerle felakete uğramış kişilerin yerine kendinizi koyarak, içinde bulunduğunuz durumdan doğal olarak suçluluk duyarsınız. Bir şeyleri değiştirip değiştiremeyeceğinizi sorgulamaya başlarsınız. Hayatta kalmak hakkınız değilmiş gibi hissedebilirsiniz. Yaşanan tüm bu felaketin sanki tek sorumlusu kendinizmiş gibi davranabilirsiniz. İşte tüm bu hissettiğiniz duygular hayatta kalmanın suçluluğunu yansıtmaktadır. Tüm bu yaşananlar sizin hatanız değildir fakat bu hissettiğiniz duygular tamamen kontrolünüz dışındadır.

Literatürde ilk olarak 1960’lı yıllarda Holokost’tan kurtulanlar üzerinde yapılan araştırmalarda sağ kalma suçluluğu ya da hayatta kalmanın suçluluğu (survivor’s guilt) olarak tanımlanmıştır. Deprem, sel, yangın, terörizm ve salgın hastalıklar gibi yaşanan büyük felaketlerden sonra kişinin hayatta kaldığı için suçluluk duymasıdır. Kişinin kötü olaylardan kendini sorumlu tutmasıdır.

Hayatta kalmanın suçluluğunu belirleyici nedenler arasında daha önce bir travma yaşanmış olması, herhangi bir psikiyatrik rahatsızlığa sahip olunması, düşük benlik algısı ve sosyal destek yetersizliği yer alır. Bazı insanların kişilik yapıları suçu içselleştirmeye yatkındır. Bu nedenle dış etmenlere bağlı olan olayları kişisel özelliklere atfetme eğilimi vardır. Bu durum kişinin ruh sağlığını ciddi düzeyde etkilemekte ve yaşam kalitesini düşürmektedir.

Bir tür travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) belirtisi olarak tanımlanır. İnsanlar travma sonrası stres bozukluğu yaşamadan da hayatta kalmanın suçluluğunu hissedebilir. Ayrıca depresyon, kaygı bozuklukları, uykusuzluk ve stres başta olmak üzere birçok psikolojik problemler de bu suçluluk duygusuna eşlik edebilir. Hissedilen bu duygunun şiddeti ve düzeyi kişiden kişiye değişmektedir. En yaygın şekilde çaresizlik duyguları, odaklanma sorunları, tekrar tekrar travmatik olaya geri dönme, sinirlilik, öfke patlamaları, ruh halinde değişkenlik, takıntılı düşünceler, intihar, iştah düzensizliği, baş ağrısı ve mide problemleri gibi fizyolojik ve psikolojik belirtiler görülür. Bunun yanı sıra çevreye karşı çarpık ve olumsuz inançların oluşması, manevi inançların aşırı sorgulanması, çevreye karşı güvensizlik hissetme ve dünyayı adaletsiz, tehlikeli bir yer olarak algılama eğilimi oluşur.

Baş Edebilmek için Öneriler:

Her bireyin zorluklarla baş edebilme becerisi farklıdır. Hissettiğiniz bu suçluluk duygusu sadece zihinsel sağlığınızı etkilemekle kalmaz yaşam kalitenizi de düşürür. Aynı zamanda travma sonrası stres bozukluğu’nun belirtileri varsa psikolojik anlamda ciddi riskler oluşturabilir. Bu nedenle hayatta kalmanın suçluluğuyla baş edebilmeniz için olumlu ve olumsuz bütün duygularınızın varlığını kabul etmeniz önemlidir.

Yaşananları kimse değiştiremez. Ama o zamanki şartlarınızı dikkate alarak olanlardan nerede hata yaptığınızı, pişmanlıklarınızı bulmaya çalışın. Varsayımlarda bulunmak yerine yaşananlardan tecrübeler edinerek, hataların tekrarlanmasını engelleyebilmek için stratejiler oluşturarak kendinize ve çevrenize destek verebilirsiniz.

Suçluluk duygularınızı bastırmaya çalışarak ortadan kaldıramazsınız. Yasınızı yaşamak için kendinize zaman tanımaya çalışın. Kendinize göstereceğiniz anlayış ve şefkatle hissettiğiniz olumsuz düşüncelerinizi değiştirmeniz mümkündür. Öz şefkat uygulamaları, olumlu bir bakış açısı kazanmanıza yardımcı olacaktır.

Odak noktanızı kendiniz yerine, olaylara neden olan dış etkenlere yoğunlaştırmaya çalışın. Odak noktanızın değişimi, kendinizi suçlamayı bırakmanıza yardımcı olacaktır. Benzer duyguları diğer insanların da hissettiğini ve yalnız olmadığınızı kendinize hatırlatın.

Hayatta kalan diğer yakınlarınızla ilgilenmeye çalışın.

Günlük rutinlerinize devam edin. Bakımlarınızı yapmaya çalışın. Fiziksel ihtiyaçlarınızı ihmal etmeyin.
Yaşadıklarınızı, hissettiklerinizi güvendiğiniz birisiyle konuşarak paylaşabilirsiniz. Bol bol paylaşım yapmanız iyileşmenize yardımcı olacaktır. Konuşmakta zorlandığınız noktada günlük tutarak duygu ve düşüncelerinizi yazabilirsiniz.

Hissettikleriniz birçok kişinin başına gelebilecek duygusal bir durumdur. Bu duygularla baş edebilmek için yukarıda değinilen önerileri dikkate alarak bireysel adımlar atabilirsiniz. Fakat yukarıda bahsedilen fiziksel ve psikolojik belirtilerde artış yaşıyor, günlük yaşantınız ciddi düzeyde etkilenmeye devam ediyorsa bir uzmandan psikolojik destek almanız önerilir.

Psikolog Funda Buharalı

Mutlu olmak istemeyen insan yoktur. Acıdan kaçma ve hazza yönelme, en temel şekillenen insani yönelimlerden biridir. Freud’un bunu söylemesinin ardından yüz sene zaman geçtikten sonra biliyoruz ki, haz veren faaliyetler, beynimizdeki ödül sistemini harekete geçirir ve dopamin adlı beyin kimyasalının aracılık ettiği bir mekanizmayla tekrar edilmeleri ve pekiştirilerek öğrenilmeleri sağlanır. Ne var ki, keyifli faaliyetlerin hızlı bir şekilde öğrenilmesi ve tekrar edilmelerine yatkınlık oluşması, bağımlılığın da temel taşını oluşturur. Hazza olan meyilimiz, bizi bağımlılığa karşı savunmasız bırakır. Hazzı öğreniriz ve sonra da bırakamayız. Haz odaklı yaşamak, bununla ilgili sağlıklı bir çerçeve ve bilinç geliştiremeyen insanın kaderidir

Biyolojik anlamda baktığımızda mutluluğun tanımı gayet nettir ve basitçe, acı çekmiyor olmaktır. Acı çekme hali hem fiziksel hem psikolojik olabilir. Biz insanlar, gelişmiş zihinlere sahip, oldukça karmaşık yapıda varlıklarız. Bu nedenle, bir ameliyattan çıkmadıysanız veya ağrılı bir hastalıktan muzdarip değilseniz ya da sevdiklerinizden birini kaybetmediyseniz, sadece acı çekmiyor olmak çoğumuzu mutlu etmeye yetmez. Hepimiz, mutlu olma durumumuzu, hayat içinde yaşayıp giderken edindiğimiz farklı ve zor elde edilen şartlara bağlıyoruz. Böylece kendi kendimize bir tuzak oluşturuyoruz, o da mutluluğu yakalanınca tadı çıkarılan nadir bir keyif olarak değil, uğrunda devamlı uğraşılarak elde edilen ve daima hissedilmesi gereken bir duygu olarak görmeye başlamak.

Mutlu olmamız için gerekli olduğunu düşündüğümüz şeylerin çoğuna, hiç farkında olmadan şartlanıyoruz. Anne babalarımızın beklentilerini içselleştirmekle daha çocuk yaşlarda başlayan bu süreç, içinde yaşadığımız çevrede makbul sayılan koşullara ulaşmadan, ‘başarılı ve ön planda biri’ olmadan mutlu olamayacağımızı zihnimize kazıyor, reklamlarda gördüklerimize sahip olmamız gerektiği gibi sosyal dayatmalarla sürüp gidiyor.

Okuduğumuz kitaplarda, seyrettiğimiz filmlerde ve reklamlarda rastladığımız mutlu insan yaşantılarına gıpta ediyor, o yaşantılara ulaşmaya çabalıyoruz. Bazen, kapasitemizi o kadar zorladığımızdan, hedeflediğimiz ve bizi mutlu edeceğini düşündüğümüz şeylere ulaşmak öylesine yorucu ve meşakkatli olabiliyor ki, sonunda elde ettiğimizde, anlamını yitirip, değersizleşiyor. Ama, yine de yerlerine hemen yeni ‘mutluluk hedefleri’ koymakta gecikmiyoruz.

Aynı, doğumu, neşeyle ve çoşkuyla kabul edip, ölümü, sanki hayatın dışında ve hiç gerçekleşemeyecek bir olay gibi görerek yadsıdığımız gibi, mutsuz olma halini de kendimizden uzak tutmak için aşırı derecede enerji sarf ediyoruz. Çocuksu bir iyimserlikle, mutluluğun istisnai bir durum değil de daimi bir hal olmasını istiyoruz. En ufak sıkıntı ve gerginlikte, komşudan, eşimizden dostumuzdan duyduğumuz antidepresanlara elimiz gidiveriyor. Gerçekten ihtiyacı olan için mucizevi birer iyileşme aracı olan depresyon ilaçlarının en büyük müşteri kitlesini, aslında depresyonda olmayan, mutsuzluk fobisi olan hayat tatminsizleri oluşturuyor Oysa kabul etmemiz gereken gerçek, mutsuzluğun da hayatın içinde, kaçınılamayacak, özgün ve zenginleştirici bir duygu olduğu..

Acı ve sıkıntıya tahammül edebilme gücünün insanı geliştirdiğini, yaratıcılık, sanatsal üretim, mizah ile zor durumların üstesinden gelebilme gibi özel bazı yeteneklerin, insanın acı ve sıkıntıyla imtihanından çıktığını görmezden gelmemeliyiz. Aşı olmaktan kaçan ufak çocuklar gibi, mutsuzluktan kaçmaya çalışmak, mutlu olmaya çalışıp, aslında o kadar da mutlu olunamayınca, yerini bir çaresizlik hissine ve depresyona bırakabiliyor çünkü… Ardından, bu varoluşsal depresyonu aşabilmek için, kolay ve hızlı haz veren kokain, eroin gibi maddelere saran insan, kendini birden mutlu olma çabası- başarısızlık- mutsuzluk- madde kullanımı- mutluluk- daha fazla mutluluk için daha fazla madde kullanımı gibi bir kısır döngünün içinde bulabiliyor.

Mutluluk ver mutsuzluk birbirini tamamlayan iki temel duygu. Birisi olmadan diğerinin hiçbir anlamı yok. İkisinin de insana kattığı değerler var, Sadece mutluluk arzusu içinde yaşayıp, çabalamak ise hem nafile, hem de paradoksal şekilde tatminsizliğe, depresyona ve bağımlılığa yol açıyor. Mutluluğu sevdiğimiz gibi, ‘acıyı da bal eylemenin’ yolunu bulmak, daha derinlikli ve tatmin edici bir tamamlanmışlık hissine ulaşmanın yegane yolu aslında.

Prof. Dr. Özgür Öztürk

Melankoli eski çağlardan beri bilinen ve üzerinde düşünülen,çalışılan ve tanımlanmak istenen bir kavram olmuştur. İnsanların dikkatini ve ilgisini çeken bu kavram, değişik disiplinler tarafından o disiplinin kendi öznelliği içinde değerlendirilmek istenmiştir. Sanırım bunun nedeni de melankolinin kendisine ait bir öznelliğinin bulunmasıdır.Bu öznellik geçmiş çağlardan günümüze kadar değişik disiplinler tarafından yan anlamlar katılarak nesnelleştirilmeye çalışılmış ve her çağın kendi özellikleri doğrultusunda el alınmıştır.Örneğin Antik Yunan’da tıp alanı içerisinde değerlendirilmiş ve Hippokrat’ın da etkisi ile hastalık tanımı çerçevesi içinde ele alınmıştır (Teber S.2002) Theophrast ve Aristotales’in tanımlamalarıyla birlikte daha çok edebiyat ve sanatla ilişkili olarak kulanılmaya başlanmış, ortaçağ döneminde ise bu kavramın kavramsallaştırma çabası bir kenara bırakılmış, miskinlik ve tembellikten öte bir şey olmadığı söylenmiştir. Modern dönemlerde ise melankoli tekrar ele alınıp anlaşılmaya çalışılmış, psikoloji ,sosyoloji ve edebiyat gibi birbiriyle bağlantılı disiplinlerin ortak inceleme konusu olmuştur. Düşünürlerin yazarların dikkatini çeken meklankoli için Aristoteles’in ‘filozof olsun, devlet adamı, şair ya da sanatçı olsun neden bütün üstün nitelikli adamlar belirgin bir şekilde melankoliktir’ şeklindeki sorusu melankolinin hem depresyondan farklı bir durumu olduğunu hem de yaratıcılıkla, düşünürlükle bağlantısının araştırılmasını ve nihayetinde de melankolinin daha sonraki dönemlerde anlaşılmasına dair yeni bir kapıyı açmıştır. Her ne kadar melankoli içerisinde kaygı, korku, çöküntü, keder gibi duyugulanımları barındırsa da melankoliyi anlamak ancak kendi öznelliği içinde mümkündür.

Melankolik insan karakteri yazılı kültürde ilk olarak Homeros destanlarında yer almaktadır(Teber S. 2002). Homeros destanlarında “melankoli” sözcüğü kullanılmamakla birlikte bazı kahramanların mizacı ve melankolik davranışları çok belirgin bir anlatımla sunulabilmiştir. Bunlar arasında keskin bir biçimde öne çıkanlar ilk olarak Bellerophontes ve Aias’tır; onlar kadar olmasa da Agamemnon’un da melankoliye özgü ruhsal davranışlar sergilediği görülmektedir. İlyada Destanında geçen şekliyle Bellerophontes tanrılar tarafından yapayalnız bir yaşama mahkum edilerek cezalandırılmıştır. Bu şekilde cezalandırılmasının nedeni bilinmemekle birlikte İlyada Destanında Bellerophontes’in çekmiş olduğu acılara, sıkıntılara değinilmektedir(Homneros, İlyada). “Bellerophontes, yazılı din dışı tarihin tespit ettiği ilk melankolik kişilik, ilk arketiptir ve Antikçağ’ın ünlü hekimi Kapadokyalı Aretaus’un mani-melankoli yaklaşımını geliştirmesinde ona kaynaklık etmiştir. (Teber S. 2002) Aretaus, öfkeli ve saldırgan davranışların ardında üzüntü ve korku duygularının varlığını öne sürmüş, melankoliyi öfke nedeniyle ortaya çıkan bir tür ruh ve iç organ kararması olarak tanımlamıştır.

Homeros döneminde melankoli ciddi bir tanımlamalar silsilesiyle açıklanmaya çalışılmıştır (Homeros, İlyada) Bu, melankoliye verilen önemi göstermektedir. Melankolinin çeşitli varyasyonları üzerine geliştirilen kavramsallaştırmalar sadece beden ya da ruh kaynaklı olmayıp bir tür ruh beden ilişkisini/birliğini yansıtmaktadır. Bunlardan bazıları kararma, öfkelenme, göğüs bölgesi, bedenin orta bölgesi sözcükleridir. Bedenin orta bölgesi, göğüs ve üst karın bölgesini kapsamaktadır. Burası soluğun kaynağı ve yedinci duyunun da bulunduğu yer olarak tanımlanmakta ve akciğerler, mide ve kalp gibi organları içine alan bir bölge olarak belirmektedir. Salt bedensel bir açıklama gibi görünse de aslında bu bölgeye yapılan vurgu beden/ruh bütünlüğüne işaret etmektedir. Bunun nedeni ise buranın kararmasının bedensel bir bozukluk olarak değil ruhsal kaynaklı bir etki sonucu oluştuğuna inanılmasıdır. Yine aynı görüşe göre gündelik kimi yaşantılar bu bölgenin durumunu da değiştirebilmekte, hatta vücudun anatomisinde farklılaşmalara yol açabilmektedir. Kararma sözcüğü de bedenin orta bölgesiyle ilgili görüşe paralel bir bicimde iç organların kararmasına işaret etmektedir. Buna göre öfkelenme sonucunda bedenin görünmeyen iç kesimleri kararmakta ve şişmektedir. Bu durum daha çok dışarıya yansıtılmayan duyguların yoğunlaşması sonucunda ortaya çıkmaktadır. Korkular, heyecanlar, hüzün, kaygı bedenin iç bölgelerinde birikerek buraları karartmaktadır. “Kararma’, hem göğüs ve karnın üst bölgelerinde, kanın ve safranın toplanmasıyla ortaya çıkar hem de heyecan, öfke vb. diğer gibi duygu birikimleri sonucu, kararma görülür. Bu Anatomik, fizyolojik, psişik bir kararmadır. “Orta bölgenin kararması” organ bozukluklarından çok, yaşanan olaylar sonucu ortaya çıkmaktadır.

Melankoli hakkında klasik psikanaliz çerçevesi içinde oluşturulan metinlerde ilk göze çarpan yaklaşımın narsisizmle kurulan ilişki olduğu görülmektedir. “Klasik psikanaliz yönelimli araştırmacılar melankoliyi, insanların narsistik yaralanmalara karsı gösterdikleri tepki olarak açıklamaktadır.

Freud’a göre, yasta ve melankolide sevilen birinin, bir idealin ya da bir nesnenin kaybından söz edilmektedir. Ancak melankolide yastan farklı olarak bu kayıp duygusunun yol açmıs olduğu “kendini önemsemede yaşanan bir bozukluk’ mevcuttur. Freud’un bu tespiti melankolinin en özgün yanlarından biridir. Melankolinin göstermiş olduğu belirtileri “derinlemesine acı veren bir hüzün, dış dünyaya yönelik ilginin kesilmesi, sevme yeteneğinin kaybı, tüm etkinliklere ket vurulması ve kendini önemseme duygularının, kendini suçlama ve sanrısal bir cezalandırılma beklentisiyle sonuçlanması” olarak tarif eder.(Freud 1915) Yas durumunda ise kişinin kendi egosunun değersizleşmesinin ve önemsenmemesinin söz konusu olmadığını, egonun değersizleşmesi ve benlik duygusunun zayıflaması ile özgüvenin yitirilmesinin yas ile melankoli arasındaki en önemli fark olduğunu ortaya koyar. Freud yas durumunda gerçek bir nesne kaybı olduğunu, melankolide ise gerçek bir kaybın olduğu ve olmadığı durumlarda dahi kişinin bir sevgi nesnesini kaybetmiş gibi davrandığını belirtir. Melankolinin üç ön şartı olarak nesne kaybını, ambivalansı ve ego içindeki libidoya regresyonu gösterir. (Freud 1917)

Freud’un ortaya koyduğu mekanizma aslında melankoliğin kendisiyle ilgili belirtmiş olduğu aşağılama ve değersizleştirmenin tamamen objeye yönelik olduğunu ortaya koymaktadır. Bu konuda freud şöyle der: ‘Eğer kişi bir melankoliğin çok sayıdaki ve çeşitlilik gösteren, kendine yönelik suçlamalarını sabırla dinlerse sonunda bunların en şiddetlisinin hastanın kendisine hiç uymadığını ama küçük düzeltmelerle başka birisine, hastanın sevdiği ya da sevmiş olduğu, sevmesi gereken birine uyduğu izleniminden kurtulamaz’. Freud’a göre yastaki histerik biçimde cezalandırılma isteği, melankolide söz konusu değildir. Yani yas ve melankolide gerek obje seçimleri ve objeye yatırımlar ve gerekse bu yatırımların niyeti ve kalitesi Ödipal ve pre-Ödipal düzeyler olarak farklılaşırlar. Abraham , objenin ‘ben’ tarafından kendine mal edilmek istenmesi ve bunun oral yamyamsı bir tutumla yapılmak istenmesinin göstergesi olarak yemeden içmeden kesilmeyi göstermiştir. Melankolide içeri alınmak istenen tek şeyin obje olduğunu, objenin içeri alınarak, onu Ben’in bir parçası kılmaya çalışmanın, objeye yönelik cezalandırma istemi ve çabası ile ilgili olduğunu ifade etmiştir. Melankolideki bu durum yastaki yalın mekanizmaya göre oldukça tahripkar ve yıkıcıdır.(Abraham K.1908) Nitekim Freud da ‘Ben’in nesne ile bütünleşme isteğini, içinde bulunduğu libidinal gelişimin oral ya da yamyamsı evresine uygun olarak, objeyi yiyip yutmak suretiyle gerçekleştirmek istediğini belirterek oral evrenin melankolideki ağırlıklı rolünü 1914’te yayımladığı ünlü ‘Kurt Adam’ adlı olgu öyküsünde de tartışmıştır. Freud melankolide objenin, Ben tarafından oral ve yamyamsı fantazilerde yutulmak istendiğini, objeye yönelik libidinal bağlanmanın, regresyonla narsisizme dönüşerek Ben’in objeyi kendine mal etmeye çalıştığını ortaya koymuştur. (Freud 1914).

Melankoliğin narsistik regresyonları, yani objeyi içselleştirip onu kendi benliğinde işlemesi, benliğin bölünmesine ve objenin benliğin bir parçası haline gelmesine neden olur. Ben’in bir parçası vicdan, bir parçası obje haline gelir. Yani melankolide dışarıdaymış ya da dışsal gerçekliğin içindeymiş gibi görünen sorunsal, tamamen benliğin içinde gerçekleşir. Fakat bu süreç içinde de içsel olan dışsal olandan ayrılır bir başka deyişle kapılar dış gerçekliğe kapanır. Benlik içinde gelişen bu karmaşık olaylar, bazen objenin değersizleştirilerek, Ben’in objeye üstün gelmesi hazzını yaşaması , bazen de bu hazzın, büyüklenmeci tutumu da kapsayan manik reaksiyonlarla sonuçlanmasına neden olur. Maninin ortaya çıkışının diğer bir yolu da benliğin bir parçası olan vicdanın, benliğin diğer parçalarını sorgulaması ve sonunda üstün gelerek ‘ben suçlu değilim’ düşüncesine ulaşması ile gerçekleşir. Melankolide benliğin bir parçası olan vicdan, zaman zaman Ben’in diğer bölünmüş parçasının objeye sadistik tutumunu eleştirir, zaman zaman da benliğin bir parçası haline gelen objeye karşı kazanılan zaferin hazzını yaşarken, diğer taraftan da vicdanın etkisi ile suçluluk duyguları ağır basıp Ben’in bir parçası narsisistik regresyona maruz kalır. Görüldüğü gibi melankoli yastaki gibi yalın bir dışavurumdan öte karmaşık ve çeşitli cepheleri olan bir savaşım, konfüzyonel bir durumdur. Dikkat edilirse melankolik kişi zaman zaman manik savunmalara başvurmakta, çoğunlukla depresyonu ve bazen de mani ve depresyonu bir arada yaşamaktadır ( Rank.O. 1923)

Melankolideki obje seçiminin narsisistik bir zeminde gerçekleşmesinin melankolik için hayati bir değeri vardır. Bu zeminin bir ucunda ‘ben’ diğer ucunda obje bulunmaktadır. Her iki geçişi mümkün kılan bu zemin sayesinde, bir tehlike ya da düşünsel bir kayıp durumunda libido ‘Ben’e kayarak, melankoliği obje ve/ veya objenin bir özelliğinin kaybına karşı korumaktadır. Görüldüğü üzere melankolide tutulan bir yas reaksiyonundan ziyade, düşünsel düzeyde de olsa bir kayıp tehlikesi ve bu tehlikenin yaratmış olduğu korku, endişeye karşı kendiliği korumaya yönelik bir durum söz konusudur. Kaybedilenin ne olduğu net olarak anlaşılamaz. Melankolide özdeşleşilen ve içe alınan obje ile birlikte bir bütünlük oluşur. Aslında yitirilen sevgi nesnesine karşı beslenen nefretin gerçekleşmesi ve nefretin sadistik bir şekilde uygulanışı melankoli ile mümkündür. Bu bize melankolinin sado-mazoşistik yönünü göstermektedir. Bu konuda Gabbard şöyle demektedir; “Bu tür hastaların nesne ilişkileri sado-mazoşistiktir; ya kendisini berbat, değersiz hisseder ya da persekütörle özdeşim yaparak etrafındakilere çile çektirir. İntihar da bunun doruk noktasıdır” (Gabbard 1994). İçe alınan objeye kısmen duyulan ve gerçekleştirilen sadistik duygular aslında melankoliğin mazoşistik arzularının dolaylı tatminidir. Melankoliğin benliğinden tümüyle değersiz, ahlaksal yönden aşağılanacak bir nesne gibi söz etmesi ve sözde kendini aşağılaması aslında ambivalans yaşadığı sevgi nesnesine yönelik duygularını ifade eder. Bu duruma, görünüşte mazoşistik bir tutum ancak gerçekçi bir sadistik arzu diyebiliriz. Melankolide mazoşizmin türevlerine objenin içe alımının yanı sıra dış gerçeklikten çekilmeyi ve narsisistik kapanmayı da ekleyebiliriz.( Melankoliğin gerçekle bağdaşmayan kendisine yönelik aşağılama, değersizleştirme çabaları negatif narsistik tutuma karşılık gelebilir. Bu mekanizmanın işleyişine baktığımızda melankolide pek çok kavramın ve bir çok ruhsal gelişim döneminin hem iç içe geçmişliğinden hem de bu dönemlere ait ruhsal çatışmaların ne kadar arkaik ve regresif olduğundan söz edilebilir. Melankolikteki dış çevrenin fakirleşmemesinin tam tersine benlikteki zayıflığı ve fakirleşmeyi içeride birkaç cephedeki savaşıma ve libidinal yatırımın bu savaşımda harcanmasına bağlayabiliriz.(Freud 1917). Görüldüğü gibi melankolide dıştan görülmeyen ama içerde oldukça yoğun ve enerji gerektiren çetin bir mücadelenin varlığı söz konusudur. 

İçsel nesneleri tarafından “terkedilmiş hissetme” deneyimi evrensel olmasına rağmen yeterli içsel ya da dışsal baskı altında herkes bu terk edilme deneyimini yaşayabilir ve bu durum fazla sürmeden düzelir. Ancak bazıları bu korkunç içsel tehdit karşısında kendilerini kurban konumunda hisseder ve bu ruh durumunun varlığını inkâr etmek için tasarlanmış psikolojik düzenekler inşa ederler. İşte melankoli bu tip inşaalardan biridir. Freud, kendiliğin hayatta kalabilmek için içsel nesneleri tarafından seviliyor hissetmesi gerektiğini söyler ve “Ego için yaşamak, Süper Ego tarafından sevilmekle aynı anlama gelir” diye devam eder. Melankoliğin dehşeti, içindeki herhangi bir şey tarafından sevilme hissini kaybetmesi ile ilgilidir. (Freud 1915)

Dr. Psk. Fatih Sönmez

İçinde kendini bulma umuduyla kocaman bir anlam denizine dalmaya hazır mısın? Ya da anlam denizine hiç dalmadan,”başkalarını suçlamak” adlı patikalara dalıp kaçamaya devam mı edeceksin? Donmuş duygularının buzları çözüldüğünde aynı tazeliğini koruyan duygularının çoğu zaman acı tatlarını tatmaya hazır mısın?

Herkesin bir anlam tarifi, herkesin bir varoluş açıklaması, herkesin bir hedefi, tutmuş olduğu bir yol, çevrildiği ve takip ettiği bir yön vardır. Bazen başkalarının yolundan gider, başkalarının yönlerine ihtiyaç duyar ya da başkalarının hayatını onların sorumluluğunda ama risk almadan yaşarız. Başkalarının arzularının kahyalığını yapar, kendi arzularımızı arzulamaktan korkarız. İstemek bir bedel, arzulamanın sonunun ölüm olduğunu düşünürüz. Yasaklardan hoşlanmadığımız için istemekten vaz geçer sadece ihtiyaçlar dünyasında, güvenli bir çizgi film havasında yaşar ve hayallerimizde herşeyi mümkün kılar, otizm balonunda yaşarız. Olgunlaşmama pahasına çiğ ve tatasız bir hayatı yaşar, günlük hayatımızın hengamesi içine karışmış mutsuzluğu soluruz.

Daha sonrada havasızlıktan ,rutinden, alışkanlıklardan söz eder, kederleniriz. Kimi zaman depresyon kıyısında gezinir, kimi zaman içine girer, çıkarız. Anlamın derinliğinden korkar, anlamsızlığın sığ sularında güvenli ama farkındalıksız dolaşırız. Evet sonunda ‘dolaşır’, ’düşünceler birbirine karışır’ arap saçı olan düşünceler yumağında, tarifi ve tasarımı zor duygular karşısında karışırız. Sonra da bu karmaşayı kabullenir, kanıksar ”zaten hayat dediğin nedir ki’ gibi yasal bir zemine koyar, benliği onun üzerine inşa eder, anlık rahatlama ve rahatlatmalara demir atarız

Çoğu insan kendisiyle karşılaşmamak için türlü oyunlar icat eder yada icat edilmiş oyunları oynar,bir saklambaç misali kendisinden kaçarak, kendi kendisinin karşısına çıkamama cesaretsizliği içinde yaşayarak hayatını bitirir. Bir çok insanda zaten bunları bildiğini söyleyerek farkındalık kapılarını kapatır, gelişimlerini duraksatır. Anlamak; yorulmak,var olanı yıkmak,yeniyi inşa etmek ve bunları yapabilme cesareti gösterebilmektir. Cesaret,yürek diyorum evet ‘anlamak’,’anlaşılmak’,’anlatmak ‘ zordur, Anlama giden yol ‘söz’ dür’sözcük’ tür,’ kelimeler’ dir. Kelimelerin gücünde ve kelimelerin ardındaki duyguyu hissedebilmektir. Bizler olayları, yaşarken,birşeylere maruz kalırken, olaylar yaşanırken ve yaşarken yaşananların tazeliğinde hissederiz. Olanlar bitince unutulduğunu, geçtiğini düşünür ve ” his şalterleri”ni kapatırız.

Bazen rüyalarda o hisleri, bütün çıplaklığında hisseder, o hisleri en şiddetli, en yoğun, en canlı haliyle iliklerimize kadar yaşarız. Uyandığımızda ise o hislerin etkisinden çıkmamızda o kadar güç olur ki his bütün çıplaklığıyla bizi sarmış, sarmalamış olur bize düşense bilincin kurtarcılığınızda bir o kadar hızlı, uzağa kaçmak olur. Kurtulmak isteriz, çünkü hissetmemek kurtuluştur. Ve bilinçte o hisleri en etkisiz, savunmasız bırakacak hale getirir onları bize bulaşmayacak zırha sararız. Hissizleşmek kurtuluştur, çaresizliğe karşı çaredir. Hissizleşmek parmaklıkların ardında yaşamak gibi korunaklı ama izole, gidilebilecek alanı azaltan, dolaşılacak yeri daraltan ve içsel yolculuğu imakansız kılandır. Bildik, tanıdık yerlerde yaşar, aynı manzarayı ezberler, kısır bir hayal gücünü yapılandırır ve bıkmaya kapıyı açarsınız.

Nihayetinde anlamı sorgulamak, anlama ihtiyacı hastalıkların bünyesinde kendilerini göstermek zorunda kalırlar. Sormak, sorgulamak, soruşturmak hastalığın pençesinde büyük bir yorgunluk ve acı içerisinde gerçekleşmeye başlar ama devam edemez. Farkındalık kazanmak, farkındalıktan kaçmak, kendinden kaçmak insana özgüdür. Bazen ülke değiştirmek bazen şehir ve iş dekor üzerinde yapılan değişiklerden başka bir şey değildir. Dekor değişir ,dekorun ardındaki kalır.

Son yıllarda çoğu insan aslında kaçtığını ne kadar çok telaffuz eder. Sanki bir itiraftır. Ama bu sadece gerçek içgörüye karşı oluşturulmuş yalancı iç görüden başka bir şey değildir .Mesela uykunun bir kaçış olduğundan, yaşamlarındaki değişiklerin bir kaçış olduklarından söz edip dururlar .Farkında olmanın farkındalığını yaşamadan kaçmaya devam ederler. Hem kaçarlar hem söylerler. Bazıları alkole kaçar, bazıları uyuşturucuya, çoğu insanda bunların dışında uyuşacak ve kendilerini uyuşturacak bir şeyler bulurlar kendilerine.. Ve söze kendimi uyuşturduğumun farkınayım diye başlayıp aynı cümleyle bitirirler..Bu noktada ne yapacağını bilememenin çaresizliği, farkında olmanın sağlayacağı bilgeliğin bilgisini reddererek klişe ve kısır döngü düşüncelerin tutsaklığında ya da benzer ve yasal duyguların boyunduruğunda yaşıyormuş gibi yaparak yol alırlar…

Bizi hayvandan ayıranın bilincinde olduğunun bilincinde olmanın dışında farkında olmanın farkındalığını yaşayabilme özelliği ve özerkliğidir .Burada bilgili olmaktan ya da bilgi edinmekten söz etmiyorum ,insanın kendisini düşünceleriyle, duygularıyla ve duygulanımlarıyla harmanlanmış kavrayabilme yetisinden söz ediyorum. Kendilerini rüyalarda, ilişkilerde, söylemek isteyipte sansürleyip söyleyemediklerinde, yapmak isteyipte yapamadıklarında, söyleyecekken susmak, susacakken söylemek zorunda kalışlarında ,geçmişinde, geçmiş çatışmalarında ,geçmişten bugüne yansımalarda, ötekine yansıttıklarında, ötekinden kendisine ‘mal’ ettiklerinde ,isteklerinde, arzularında ,ihtiyaçlarında, bilmek istemediklerinde, cesaret edemediklerine ve gözü kara kahramanlıklarında ,bağımlılıklarında yada bağımsız olduğunu söylediği nara’larında bulabilirler.

İnsanların kendilerini bulabilecekleri bakacak yerler o kadar çeşitlidir ki, bakacağın yerler cesaret silahıyla bulacakları, kaybedeceklerinden daha fazladır. Buraya kadar söylediklerim insanın kendi içsel yolculuğuna çıkmaya karar verdiğinde görebileceği manzaralardır.

Yolculuklar heyecanlı, eğlenceli ,sürprizlerle dolu, bazen beklenmedik olaylar, beklenmedik gelişmeler, kontrol dışı yaşantılar, korkular, heyecanlar, iliklerinize kadar hissedebileceğiniz duygular, karışık ve karmaşık düşünceler, yaratıcı düşünceler, keşfin tadı, yeni yerleri görmenin bilgeliği, zamanı değerlendirmenin ve yaşamı renklendirmenin zenginliği.

Kimlik onarımı, kendiliği inşa etmek, kendi kişisel tarihi yeniden yazmak yaşadıklarını ve yaşamış olduklarını anlayabilmekle mümkündür. Yaşamış olduklarını anlayabilmek, geçmişi dinlemekle mümkündür çünkü geçmiş dinlendikçe dinlenir ve bu günün yakasını bırakır. Geçmişi inkar etmek temeli yok saymak demektir. Burada çocukluğa inmekten ziyade günlük hayatımız içerisinde yaşadığımız ilişkilerde geçmişin esintileriyle hatta bazen şiddetli fırtınalarıyla karşılaşabilmemiz muhtemeldir. Esintiyi fırtınaya dönüşmeden engellemek kolaydır ama fırtınayı esinti değil çoğu zaman yıkım yaratır. Bizler inkar ederek, yok sayarak, geçiştirerek, görmezden gelerek çoğu şeylerin üstesinden geldiğimizi düşünür, baş ettiğimizi zannederiz baş ettiğimiz çatışmalarımız değil, anlık susturduğumuz kaygılarımızdır. Susturulan kaygılar, görmezlikten gelip anlaşılmayan istekler çığlık atakları şeklinde karşımıza gelirler ve çığlıklar karşısında çocuk çaresizliği içinde kalır, çaresizliğin dizgininde yolumuza yokluklarla, tatsız bir şeklide devam ederiz.

Dr. Psk. Fatih Sönmez

Annenin varlığına rağmen yokluğu, çocukta bir karmaşa yaratır. Annenin öncelikle kendisini görememesi ve kendi varlığından tereddütü otomatik olarak çocuğun kendi varlığını algılayışına yansır. Çünkü anne aynadır, yansıyandır, yansıtandır. Çocuğun ruhsallığı da bu yansımalardan, yansıtılanlardan oluşur. Aynada ilk başlarda ne görürseniz ‘’o’’ sunuzdur. Anne tarafından görülmeyen ve varlığı kabul edilemeyen ve dolayısıyla sevilmeyen çocuk için annenin varlığının yerini boşluk hissi alır. Boşluk aslında ihmalin bıraktığı ”iz” dir. Daha önceki yazımda da boşluk ile ilgili tanımlamalar ve örneklerle anlatmaya çalıştığım gibi boşluktan söz etmek demek çok erken dönem ihmal ve istismarın ürünüdür. Gerek kötü annelik görmüş olmak, gerek aynalanmamış olmanın yaratmış olduğu eksiklik , tanımsızlık , ilgi ve sevgiden yoksun büyümüş olmak bireylerin yetişkin yaşamlarında yakalarını bırakmayan ve onlarda bir yapı bozukluğuna neden olan gerçek olduğunu hissetmemekten doğan boşluk hissi ile birey kendi gerçekliğini tam yaşamadığı gibi bir yere ait olmak , bir ilişkiyi sürdürebilmek ve istikrarlı olan her türlü durum ve tutumlardan uzak kalmak zorunda kalır ve bunun farkında olmaz. Bu bireyler hem yaklaşmayı isterler hem de fazla yakınlaşmanın yaratmış olduğu korku ile uzaklaşma yoluna giderler ve ne bir ilişkiyi sonuna kadar sürdürüp yaşayabilirler ne de ayrılabilirler.

Bu bireyler, bağlanma, sorunları içinde yer alan ayrışamama, bireyselleşmeme, bütünleşememe ve karşı tarafla-öteki ile gerçek manada birleşememe gibi durumları çok acı bir şekilde yaşayıp acı dan hem kıvranırlar hem de acıyı davet ederler. Bu bir nevi ‘’tekrarlama takıntısı’’ ile benzer ve sağlıksız ilişki tarzlarını sürdürürler. Boşluk hissi bazen yalnızlık duygusu ile birlikte yaşanmaya başladığı noktada derin bir anlamsızlık ve amaçsızlık yaşanır. Bu duygulanımın yoğunlaşması ile bireyler bir şekilde boşluk ve boşluk hissinin yaşandığı hasarlı ve eksik benliklerini hem telafi edebilmek hem de yaşadıklarını ve canlılıklarını hissetmek için tekrar tekrar kendilerini değişik yollarla dürtme yoluna giderler. Bu yollar kendilerine zarar verme, intihar teşebbüsleri, alkol ve madde kötüye kulanımları, riskli davranışlar, seks bağımlılığı gibi sayılabilir. Amaç bütünleşmemiş olanı bütünleştirmek, kendiliği hissetmek ,var olduğunu görmek ve göstermek gibi. Fakat bu uygulanan yöntemlerin hiçbirisi de düşünmeyi, düşünceyi barındırmaz ve tıpkı bu hasarın neden olduğu ,gerçekleştiği ve yaşandığı dönemdeki gibi ilkel ve çocuksudur.

Çok erken dönemdeki çocuklar dış dünyayı kendilerince yorumladıkları için bu ihmal ve istismar süreçlerini kendi hataları olarak yorumlayabilirler. Ve kendilerinin yanlış ve kötü bir şeyler yaptıkları hissini yaşarlar ve bu ihmal ve istismarı da hatalarının bir kefareti gibi algılarlar. Her ne kadar yetişkinlik döneminde öfke ve nefreti yaşadıklarını söyleseler de bu nefret ve öfke çocuklukta bir nevi kodlanan ” benim hatam ”, ‘’benim suçum’’ düşüncesiyle bu nefret ve öfke kişinin kendisine yönelir ve bu cezalandırmayı kendi bedenini kullanarak uygulamaya geçerler. Tabi ki bu olanların hepsi bilinçdışı süreçlerin etkisi ile gerçekleşir ve kişi bunun farkında olmadığı gibi acıdan zevk aldığını söylemeye devam eder. Kendilikteki bu soyut izler daha sonra somut yaralara dönüşür ve bu izler geçmişin şahitleri olurlar. İlk dönem zedelenmeleri olan çoğu birey kollarındaki ya da vücutlarındaki kesikleri göstererek ” iz bıraktım o dönemi işaretledim” diyerek hem unutmamak ,hem şahit göstermek hem de o dönemde açılan ”benlik” yaralarının yerlerini işaretlemek adına bunu yaparlar.

Yetişkinlikte sürekli yinelenen korku ve dehşet duyguları ile son derece uç durumlara giden bu bireyler yaşamak için acı çekmek zorunda olduklarını düşünürler.Derinlerden gelen suçluluk duygusu bu acıyı sürekli besler. Suçluluk hissini durdurmanın yolu(geçici de olsa) acı çekmekten geçer. Suçluluk o kadar şiddetli ve yoğundur ki acı artık acı değildir. Acı, haz veren olmuştur. Acının varlığı bireyin hissedemediği varlığının göstergesi olmuştur. Var oluş ‘’acı’’nın üzerine temellenmiştir. Kişi zaman ilerledikçe bir acı kabuğu içine gömülmeye başlar ve bu acı onu hem suçluluk duygusuna karşı korur hem de bireyin varlığının ispatıdır. Yani acı nın ve acı çekmenin işlevi hayati bir önem kazanmıştır. Ayrıca bu ”acı kabuk” bir kalkan görevi görmekte tıpkı çok erken dönemdeki yaşanan ve algılanan acımasızlığa karşı geliştirilen ve yaygınlaştırılan ” hayat acımasız ve çok tehlikeli” algısına karşı koruyucu bir duvar oluşturulmuştur.

Özellikle sıkıntı hislerinden çok söz eden bu bireyler (sıkılmak başka ,sıkıntı başka) kendi eksikliklerini(sanki eksiğim ve eksik bir şeyler var içimde) ,sevilmedikleri ve yeterince değer görmedikleri duygusu, uyum sorunlarını, çocuksu yalnızlıklarını bu acının varlığı ve temsilciliğiyle baş etme yoluna giderler. Yani acı bir gerçeklik güvencesi, kendilikle bir ilkel ilişki biçimidir. Acı, içseli dışarıya vuran yeni bir dil, lisan olmuştur. Acı tehdit altındaki ve güvensiz bir hem iç hem dış gerçekliği dengede tutan bir dengeleyici olmuştur.

Aslında bu dengeyi sağlayan ilk dönemlerde annedir. İlk önce bebek sonra çocuk annenin bütün duygulanımlarını ,dilini ,düşünce sistemini ve toplamda da benliğini ödünç alır kendi benliği oluşana kadar. Annenin yokluğu ile ödünç alınamayan bir benliğin yerini bebeğin içi doldurulamamış boş bir benlik alır işte bu da tam da boşluk hissine eşittir. Araştırmacı Davıd Le breton buna ” acı çekiyorum o halde varım ” diye adlandırmıştır. Annenin regüle etmesi gereken zamanda regüle edemediği duygulanımlar artık acının varlığıyla dengelenir. Bu kişilerin lisanı acı olduğuna göre keserek ve kendilerini yaralayarak konuşmaktadırlar. Nasıl ki henüz konuşamayan bir çocuğunun kendisine ait bir dili varsa ve biz bunu anlamakta güçlük çekiyorsak bu kişilerinde acı dilini kullananları karşısında hem çaresizlik yaşarız hem de anlamakta güçlük çekeriz. Anlamakta güçlük çekmemizin bir diğer nedeni ise yaşana o içsel boşluk ve anlamsızlık duygusu ve çaresizlik o kadar yoğun ve acı vericidir ki dinlemeye ve hissetmeye katlanamayız.

Dr. Psk. Fatih Sönmez

‘Bir insanı anlamak’ ifadesi herkes tarafından aynı anlamda kullanılmayan ya da anlaşılmayan bir ifadedir. Esas olarak bir insanın belli bir zamandaki davranışının ya da ruh halinin neden ve nasıl oluştuğunu görmeyi ifade eder. Ancak çoğu zaman bu ifadenin içinde  ‘görme’nin yanında ‘anlayışla karşılama’, ‘hoş görme’, ‘ona hak verme’, ‘onu haklı görme’ ya da ‘affetme’nin de olduğu düşünülür. Bu da günlük yaşamda ‘insanı anlama’ becerisinin kullanılmamasına yol açar. Yaşanan bir çatışmada insanı anlama becerisi yanlış biçimde  kullanıldığında ‘onu haklı, kendisini haksız görme’ ya da ‘öyle görüleceğini düşünme’ ile ilgili duygu ve düşünceler ortaya çıkar. Oysa bir insanın hem neden öyle davrandığını görüp hem de onun davranışının yanlış olduğunu düşünebiliriz.

Birçok kişi başkalarını yüzeysel ve öznel bir yaklaşımla değerlendirir. Bir insanı hiçbir yanılgı taşımayacak şekilde anlamak mümkün değildir. İnsanlar bazen kendilerinin bile kendilerinden beklemediği şekilde davranabilirler.  İnsan davranışının oluşumunun karmaşık olması anlamayı zorlaştırır. Bir insanı ya da bir davranışı anlamak için resmin bütününe bakmak (daha doğrusu bakabilmek) gerekir.

Psikoloji ve insan davranışının oluşum düzenekleri konusunda yeterince bilgi sahibi olmadan insanları en doğru biçimde anlamak mümkün değildir. İnsanları daha iyi anlamak isteğinde olanların ilk yapmaları gereken insan davranışının oluşum düzeneklerini öğrenmektir.

Bir insan ya da bir konu hakkında hızlı bir şekilde kesin karara varılmamalıdır. Her değerlendirmenin yanlış olabileceği, yeni verilerle değerlendirmenin değişebileceği unutulmamalıdır. Bazen bazı insanları çok yanlış anladığımızı fark eder ve çok şaşırırız. Bazen de yanlış anlaşılmaktan yakınırız. Öyle insanlar da vardır ki her şeyi yanlış anlarlar. Bir insanı nasıl anlayacağımızı etkileyen etmenleri şu şekilde sıralayabiliriz:

  • Bir insanı anlamaktan söz edildiğinde eş anlamlı gibi düşünülse de ‘bir insanı tanımak’, ‘bir insanı hoş görmek’ ya da ‘bir insana anlayışla yaklaşmak’ daha farklı anlamlar da içerir. Bir insanı ne kadar iyi tanıyorsak, onun hakkında ne kadar çok bilgimiz varsa onu daha iyi anlama şansımız o kadar artar. Bir insanın belli bir davranışını ya da ruh halini ne kadar iyi anlıyorsak ona hoş görüyle ve anlayışla yaklaşma, ona tahammül etme olasılığımız o kadar artar.
  • Kendini tanımak: Bir insan kendini ne kadar iyi tanıyorsa aklından geçenlerin, yaşadığı duyguların ve davranışlarının ne kadarının kendisi ile ilgili ne kadarının karşısındaki ile ilişkili olduğunu daha iyi sezer.
  • Bilgi sahibi olmak: Bir kişi hakkında ne kadar çok bilgi sahibi olunursa onu doğru anlama olasılığı o kadar artar.
  • Önyargılar: Önyargılar bir insanın diğer insanları olduğu gibi görmesini engelleyen değerlendirmelerdir.
  • Eşduyum (empati): Bir insanı anlamada can alıcı önem taşıyan becerilerden birisi eşduyum kurma becerisidir. Eşduyum kurmadan başka bir insanı anlamak eksik bir anlamak (kuru ve duygusuz bilgi) olacaktır
  • Kişilik yapısı: Kişilik yapıları ve bu yapının insan davranışını nasıl etkilediği bilgisi kişilik yapısını bildiğiniz bir insanın neden öyle davrandığını ya da nasıl davranabileceğini görmenizi sağlar.
  • Güncel duygular: İster olumlu ister olumsuz olarak nitelenen duygu olsun, duygular ne kadar etkinleştiyse bir insanı anlamayı etkileme olasılığı o kadar artacaktır.
  • Karşıdakinin ifade ediş şekli / tarzı: Karşımızdaki insanı değerlendirirken onun görünüşü, söyledikleri ve beden dili doğal olarak değerlendirmemizi etkiler. Karşımızdaki kişi başarılı bir tiyatro sanatçısı gibi rol yapabiliyor ise bizleri yanıltabilir fakat bir kişinin insanı tanıma becerisi ne kadar geliştiyse kanma olasılığı da o kadar azalır.
  • İletişimin sözel olmayan ipuçları: Bir insanı anlamada yalnız söyledikleri dikkate alınırsa yanlış yorumlarda bulunulma olasılığı artar. Bir insanı anlamada iletişimin dil dışındaki diğer ögeleri de dikkate alınmalıdır.
  • Günlük dilde bir başka insanın bir davranışının altında yatanları belirlemek için ‘anlamak’ sözcüğünü kullanırız. Örneğin ‘neden öyle davrandığını anlamaya çalış’ deriz. Fakat böyle bir söyleyiş bazen yanlış anlamalara yol açar. Bunun en önemli nedeni birçok insanın ne olursa olsun haklı görülme isteği (ya da haksız görülebileceği endişesi) taşıyor olmasıdır. Ancak ‘anlamak’ sözcüğünün aynı zamanda ‘anlayışla karşılamak’ anlamına geliyor olması da bu yaklaşımı pekiştirmektedir. Bu nedenle belki de ‘anlamak’ sözcüğü yerine ‘görmek’ (‘neden öyle davrandığını görmeye çalış‘) sözcüğünü kullanmak daha yararlı olabilir.

  • Kendisini anlamayan insanların çoğu başkalarının da kendisini anlamayacağını düşünür. Oysa kişi kendisini anlayamıyor bile olsa başkası onu anlayabilir.
  • Psikolojik zihinliliği olmayan, davranışlarının altta yatan nedenlerini göremeyen kişilerin başka insanları doğru anlama olasılığı daha düşüktür.
  • ‘Haklı olduğunu düşünmek’ ile ‘bir insanı anlamak’ birbirine karşıt etki yapan kavramlardır. Hele kişi haklılığının karşısındaki insan tarafından görülmesi gereksinimi içindeyse onu anlaması mümkün değildir. Diğer yandan bir insanı anlamak onun haklı olduğu anlamına gelmez. Bir çatışmada hem kendinin haklı olduğunu düşünmek hem de karşıdakini anlamak mümkündür. Kişilerarası ilişkilerde başarılı olmak için çatışmalarda çatışma yaşanan insanı anlamak ile kimin haklı olduğu sorularını ayırabilmek gerekir.
  • Anlaşıldığını hissetmek hoş bir duygudur. İnsanı rahatlatır, sırtındaki ruhsal bir yükü alır. Ancak bazı insanlar anlaşıldığını hissetme özürlüdürler. Bir türlü yaşayamazlar o duyguyu. Bir başka insan tarafından kendisine değer verilebileceğini düşünemezler. Değer görmeyi hak etmiyormuş hissi içindedirler.
  • Sevme bir insanı anlamayı kolaylaştırabilir fakat garantilemez. Hatta bazen ‘aşkın gözü kördür’ atasözünde ifade edildiği gibi bir insanı doğru anlamayı engelleyebilir. Diğer yandan bir insanı sevmemek onu anlamayı olanaksızlaştırmaz.
  • Kendisini gizleyen bir insanı anlamak daha zordur fakat olanaksız değildir. Bir insan kendisini ne kadar saklarsa saklasın yüz ifadesi, konuşmasının içeriği, konuşmasındaki tonlamalar ve vurgular onun ruhsal durumu hakkında ip uçları verir.
  • Yalnız akıl yürüterek, kişinin gözlenebilen davranışlarına bakarak ya da söylediklerinin sözlük anlamlarını dikkate alarak bir insanı anlamak mümkün değildir.
  • Bazı atasözlerimiz bir insanı anlamak açısından çok anlamlıdır. ‘Bekâra karı boşamak kolaydır’ atasözü bekarın evli insanı anlayamayacağına işret eder.

Prof. Dr. Erol Özmen

Comments are closed.