logo

Din güzel ahlaktır.

Yeniden Başlamak

Eşler Birbirlerine Olan Bağlılıklarını Nasıl Artırabilir?

Allah Bana Sormadan Beni Niçin Yarattı?

İnsanoğlu bildiğimiz canlı varlıklar içinde bilişsel, fiziksel ve duygusal yetenekleri nedeniyle tekâmüle en açık ve en yatkın tek varlıktır. Tekâmüle açık bu özelliklerinden dolayı da hem iç dünyasından hem dış dünyadan gelen uyarıcılar ve etkiler, insanı bir hayat boyu hiç rahat bırakmaz. Hâlbuki hayvanlar ve bitkiler, doğal koşulların zorlamasıyla birtakım tekâmül süreçleri yaşamazlar; milyon seneler öncesi ne ise bugün de aynı yaşam düzeylerini bozmadan devam ettirirler. Zira onlar iradeleriyle değişimi tercih edecek ve bunun için mücadele edecek yeteneklerden mahrumdurlar. Ama insanlar öyle değildir. İnsanı tekâmüle zorlayan sadece çevresindeki doğal koşullar değil, yukarıda da zikrettiğimiz yaratılışındaki iç dinamikleridir. Hayaller kurmak, hayallerini gerçekleştirmek için azimle çalışmak, bu hayallerinin gerçekleştiğini görmek, bununla gurur duymak, başarılarla sevinip mutlu olmak, başarısızlıklardan hüzün ve mutsuzluk yaşamak, sadece insana ait olan ve onu değişime zorlayan özelliklerdir.

İşte bu muhteşem varlığın tekâmülü; hayal etme, merak etme, soru sorma, araştırma, öğrenme vs. gibi yetenekleri ile direkt alakalıdır. Gelişmenin önemli bir ayağı olan öğrenme eylemini tahrik ve teşvik eden unsurlardan birisi “vesvese” veya “şüphe” adını verdiğimiz düşüncelerdir. Bu düşünceler normal seyrinde olursa zihnî ve fikrî anlamda insanı geliştirir ama dizginlenemezse kişileri boğacak kadar azgınlaşabilir. Dolayısıyla bizler vesveseyi tamamen susturur veya yok edersek aslında içimizdeki çok önemli bir dinamiği etkisiz hale getirmiş oluruz ki zaten bunu yapabilmek de insan doğası gereği mümkün değildir. Her faydalı şeyin bir noktadan sonra zararlı olduğu veya olabildiğine dair yaşamımızdan örnekler çoktur. Vesvese için de bu kural geçerlidir. Dolayısıyla vesvesenin susturulması değil, kontrol edilebilir olması içimizdeki öğrenme enerjisini ve zihnimizi diri tutacaktır. Aslında insanlar, yaşamlarında karşılaştıkları tüm güçlüklerle baş edebilecek şekilde yaratılmışlardır. Rabbimiz’in “Kimseye taşıyamayacağı yükü yüklemeyiz.” (Bakara, 2/286) demesi bundandır. İnsanları bunaltan bu kabilden sorunlar, daha çok olayın kendisinden değil, o meseleyi anlamaya çalışırken yapılan düşünme hatalarından kaynaklanır. Bu tespit, vesveselere yaklaşımımız için de geçerli olup vesveselerin tahribatından korunmak için önce doğru düşünmeyi öğrenmemiz gerekir.

Vesvese Nedir?

“Vesvese” denen düşüncelerin, insanlara verdiği ruhsal rahatsızlıklar her zaman ve devirde insanlığın çok önemli sorunları arasında yer almıştır; bugün de ciddi bir sorun olmaya devam etmektedir. Bu önemli sorunun çözümü için önce vesvesenin gerçek bir tanım ve tahlilinden işe başlamak gerekir. Vesvesenin türleri çoktur. Biz bu makalede dinî olanından yani imana, itikada ve ibadetlere yönelik olanından bahsedip vesveseyi anlamaya ve tanımaya çalışacağız. Öncelikle, “vesvese” tanım olarak, içimizden gelen gizli fısıltılara ve seslere denir. Bir bakıma insanın içinden harfsiz, sessiz kendiyle konuşmasıdır.

İnsanlar tarafından daha çok anlaşılan manasına göre de vesvese, nefsin veya şeytanın kalbe attığı inkârı ve kötülüğü çağrıştıran hatıra ve düşüncelerdir. Kur’ân’da da bu manaya işaret eden ayetleri çok görürüz. “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16) “Şeytan Adem’e vesvese verdi.” (A’raf, 7/20; Tâha, 20/120) gibi… Tabi ki kalbe gelen düşünceler ve olumsuz hatıralar sadece şeytan ve nefsin eseri değildir. Bu konuda toptancı yaklaşım, sağlıklı tahliller yapmamıza engel olur. İşte bu doğru yaklaşımı başarabilirsek vesveselerin zararlı olanlarından kolay sakınır, faydalı olanını ise bir sorun gibi algılamaktan kolay kurtuluruz.

Vesveselerin Geliş Nedenleri

Akla veya kalbe gelen olumlu veya olumsuz düşüncelerin, vesveselerin geliş nedenleri çoktur. Birincisi, Kur’ân’ın da açık uyarısıyla şeytandır. “Eğer şeytandan bir kışkırtma seni dürterse hemen Allah’a sığın. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (A’râf, 7/200)

Kalbe gelen hatıra ve düşüncelerin bir sebebi de meleklerdir. Şu hadis-i şerif de buna işaret eder: “İnsan kalbine iki yönden baskı ve telkin gelir. Birisi melektendir ki hayrı söyler, hakkı tasdik eder. Kalbinde bunu bulan kimse bilsin ki bu Allah’tandır. Ve Allahu Teâlâ’ya hamd etsin. Diğer telkin ise şeytandan gelir; şerri teşvik eder, hakkı yalanlar ve insanı hayırdan men eder. Kalbinde bunu bulan kimse, derhal şeytanın şerrinden Allah’a (c.c.) sığınsın.” (İbni Mesud)

Vesveselerin diğer sebebi insanın nefsidir. “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16)

Kalbe gelen düşüncelerin bir sebebi de insan aklının veya zihninin çalışma prensibidir, bu konu çok önemlidir. Şöyle ki; önümüze gelmiş yeni bir olay veya durumun nasılını, nedenini bilmeyi ve öğrenmeyi istemek ve bunun için şüpheci yaklaşmak, her türlü sorular sormak, olumlu olumsuz her cihetiyle meseleye vakıf olmaya çalışmak gayet normal bir durumdur. Tabiri caizse her insan doğru olanı, böyle beyin jimnastiği yaparak bulmaya çalışır. Nitekim yaratılışımızla bize verilmiş olan anlama, bilme, öğrenme sistemimizin çalışma şekli böyledir. Ama maalesef ki bu çok normal olan aklın sorgulamaları, birçok insan tarafından yanlış değerlendirilerek üzücü ve yıpratıcı şüphe ve vesveseler şeklinde algılanmaktadır. Bu önemli konuyu aşağıda inşallah açacağız.

Bizi rahatsız eden düşüncelerin bir kısmı da tedai veya çağırışım kanunu olarak ifade edilen birbiriyle ilgili veya zıt düşüncelerin birbirini çağrışımından dolayı gelebilir. Hayal ve vehmimiz de bu tür düşünceleri üretir, zira onların görevi budur; fikir ve düşünce dünyamıza katkıları böyle olur. Olumsuz düşüncelerin bir kısmı da psikolojide otomatik düşünceler olarak isimlendirilen düşünme hatalarımızdan veya bilişsel çarpıtmalarımızdan kaynaklanabilir. İşte bunların hepsine aynı düz mantıkla, yani amaçlanmış şüphe veya küfür mantığıyla yaklaşırsak bu durumda akıl ve kalpte, kaos ve bunalım kaçınılmaz olur.

Şeytandan Gelen Vesveseler

“Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları kuruntulara sokacağım …” (Nisa, 4/119) Bu ve benzeri ayetlerin tanımlamasıyla, şeytandan gelen vesveselerin belirgin özelliği, insanın kalbine, ona hissettirmeden şüphe, kuruntu, inkâr gibi kötü düşünceleri peş peşe sokmasıdır. “Vesvese” kelimesi de yapılan fiilin tekrarını ifade eder. İnsan, bir kere kışkırtmakla kandırılamaz, onu doğru yoldan çıkarmak için tekrar tekrar kışkırtmak gerekir. İşte bu çalışmaya “vesvese”, vesveseyi verene de “vesvâs” denir. Nâs suresi, şeytandan gelen vesveseyi güzel açıklar. Bu surede “min şerri-l vesvâsil hannâs” buyrularak, vesvese veren hannâs’ın şerrinden Allah’a sığınmamız emredilir. Vesvâs, vesvese verendir; hannâs ise açığa çıktıktan sonra saklanan ve sonra tekrar ortaya çıkandır. “Vesvâsi’l hannâs”: Vesveseyi veren ve geri çekilen, bunu maksadına ulaşana kadar tekrarlayan, anlamına gelir. Bu sıfat şeytanı çağrıştırır, o sebeple bu fiil şeytanın ismi olmuştur. Eğer vesvesenin sebepleri ve kurtulma yolları bilinmezse şeytanın değersiz kuruntuları insan üzerinde etkili olur ve kalpte kötülüğe istek meydana getirip son kertede onu şerli bir duyguya inandırıp kötü birçok ameli işletebilir.

Nefsin Vesveseleri

İnsan nefsi yaratılış itibariyle devamlı şehvet ve gazap duygularının etkisi altındadır. Bu duygular asıl itibariyle kötü olmayıp aksine insanı insan yapan duygulardır. Çünkü bu duygular sayesinde yer içeriz, bu duygular sayesinde evleniriz, hayattan zevk almamız bu duygulara bağlıdır. Cennette de bu duygular bize eşlik edecek ve cennetin zevki bu duygular sayesine alınacak. Ne var ki bu duygular kontrol isteyen, sınırları olması gereken duygulardır. Yani vahşi bir at gibidirler; ehil ve evcil hale getirilmezlerse binicisini üstünden atıp öldürebilirler. İşte nefsin bu vahşi haline Kur’ân’da “nefs-i emmare” ismi verilmiştir. Ki peygamber veya evliya olmayan insanların nefs mertebesi budur. Eğer terbiye ve tezkiye ile mutmain olmamışsa yapısı itibariyle kâfirdir; dünya sevgisi doludur, bencildir, egoisttir. Dünyadaki peşin zevklerini yasakladığı veya ertelediği için, ahiret düşüncesinden hiç hoşnut değildir. İşte bu haliyle de şeytanın her türlü telkin ve desiselerine karşı gayet açık ve alıcı durumundadır. Şeytan da bunu çok iyi kullanarak vesvese, evham ve kuruntularını bu kanaldan etkili bir şekilde insanlara ulaştırır. Bu sebepten, nefsten gelen olumsuz vesveseler de şeytandan gelenler hükmündedir, itibar edilmez.

Aklın Çalışma Prensibinden Kaynaklanan Vesveseler

Yukarıda da biraz bahsettiğimiz gibi insan zihni veya aklı, doğrulara; araştırma, sorgulama, kıyaslama, cedel, şüphe vs. yöntemleriyle ulaşır. Aklın veya zihnin şüpheleri, doğru bilgiye ulaşmak gibi olumlu bir amaca hizmet edince bu çabaları bir sorun ve hastalık alameti olarak değerlendirmek elbette ki çok yanlış olur. Araştırmak, doğru olanı bulmak ve akılda ve kalpte bir tatmin duygusuyla bir dine inanarak o dini yaşamak ve yaşamayı istemek her insanın en tabi hakkıdır. Zira akıllı her insan, hayatını, kuşkulu din ve ideolojilere tâbi olarak değil, aklen ve kalben belli ölçüde bir tatmin duygusu yaşadığı fikirlere, ideolojilere veya dinlere tâbi olarak yaşamak ister, bundan da daha doğal bir durum olamaz. Nitekim ibretlik hikâyelerini dinleyip çok etkilendiğimiz, Hristiyan veya gayri müslim birçok insanın, bu tür şüpheler, sorgulamalar ve araştırmalardan sonra İslam’a ulaşmaları böyle aklî ve zihni çabaların ürünü ve emeği değil midir? Aslında Rabbimiz’in de bizden bu tür çabalar istediğine ilişkin ayetler çoktur. “Bu Kur’ân, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (Sâd, 38/29) Bu nedenlerle insanların, inançlarını tahkik ederek taklitten kurtarma çabaları övülmüş ve istenmiştir. Taklitten kurtulmak için; Allah’ın (c.c.) varlığı, tekliği, isim ve sıfatları, Kur’ân’ın Allah (c.c.) kelamı olup olmadığı, yaratılış gerçeği gibi her dinî konu üzerinde, gerekirse olumsuz taraflarından da olayı değerlendirerek düşünülmesi insanlarda şüpheye benzeyen bir his oluşturup onu rahatsız etse de bu durum şer’an normal karşılanan ve günahı olmayan bir durumdur. Bir Müslüman’ın bu tür duygulara girerek düşünmesinin kelam âlimlerince hükmü, şüphe değil vesvesedir. Vesvese ise imanın zayıflığını değil, aksine imanın gücünü ve olgunluğunu gösterir.

Çağrışım Kanunu

Yer, zaman, neden, etki ve sonuç bakımından aralarında birlik, benzerlik ya da karşıtlık gibi ilişkiler bulunan düşüncelerin kendiliğinden birbirini hatırlatması, çağrıştırmasına tedai veya çağrışım kanunu denir. İnsan hafızasının çalışma şeklinden kaynaklanan bu yapı nedeniyle aralarında birlik, benzerlik ya da karşıtlık gibi ilişkiler bulunan nesne veya kavramlardan biri anılınca hemen diğeri insan iradesi olmadan akla hücum etmektedir. Limonu gören birinin hemen ağzının sulanması bir çağrışım olayıdır. Zıt şeylerin birbirini çağrıştırması da böyledir. Mesela birisine “gece” deseniz karşıdaki kişinin aklına ilk gelen kelime “gündüz” olur, “beyaz” deseniz hemen “siyah” diyesi gelir. İyi kötüyü, var yoku çağrıştırır. Aynı şekilde dinsel kavramlar da küfrü çağrıştırabilir. Bu münasebetle gelen hatırlamaya çağrışım denilir. Çağrışım ise, çok kere irademiz dışında olur ve mesuliyeti yoktur. İnsan bu gerçeğin farkında olmazsa; ne zaman “iman” dese hemen aklına gelen soru işaretlerinden rahatsız olup imanında bir problem olduğunu düşünebilir. Bu ve buna benzer hallere müptela olanların yapacağı iş, bunun normal olduğunu bilmek ve onun üzerinde durmamaktır. Çünkü ehemmiyet verdikçe böyle vesveseler kuvvetlenir ve bir hastalık haline dönüşür. Bunlar üzerinde endişeye mahal olmayan düşüncelerdir. Şunu iyice aklımıza yerleştirelim ki kalpte tasdik görmeyen düşüncelerin yeri hayaldir, vehimdir. Hayalin ise ne şer’î ve ne de mantıkî anlamda hiçbir değeri de günahı da sorumluluğu da yoktur.

Otomatik Düşünceler

Bilinçsizce yapılan düşünce hatalarına otomatik düşünceler denir. Çevremizde gelişen olaylarla bağlantılı olarak ortaya çıkarlar ve bir anlamda kendimizle ilgili ön yargılarımızı gösterirler. Bazı terapistlerin verdiği gözlük örneğiyle bu konuyu anlatırsak eminim daha anlaşılır olacaktır. Mesela, kırmızı gözlük takan bir insan her baktığı şeyi kırmızı görür ve onların kırmızı olduğuna inanır. Yeşil gözlük takan yeşil, mavi gözlük takan mavi, renksiz gözlük takan ise her şeyi doğal renginde görür. Bu renkli gözlükler, olaylara bakarken nasıl baktığımıza ve nasıl algıladığımıza ait benzetmelerdir. Kendi iç dünyasında “ben sevilmeyen birisiyim” diye inanan ve olaylara bu gözlükle bakan bir insan, her olaydan otomatikman sevilmediğine ilişkin kanıtlar çıkarır. Çocukluğundan itibaren yakınlarından darbe almış insanlar, güven duygularını yitirebilir, bir genelleme yaparak daha sonra bu halini bütün insanlara karşı bir güvensizliğe dönüştürebilirler. Kişilik olarak her şeye negatif yaklaşanlar da negatif gözlükle gezerler ve her olayı otomatik olarak negatif tarafından okurlar. Kendi aklına, bilgisine, becerisine karşı güven duygusunu yitiren birisi de kendisiyle ilgili her şeyinden hatta imanından bile kuşkuya düşebilir. Sosyal ilişkilerimizi, dinî hayatımızı hatta cinselliğimizi bile menfi yönde etkileyen bu “olumsuz otomatik düşünceler” toplumun kahir ekseriyetinde var olan ve boyutları ciddi olan bir hastalıktır. 

Bu hastalıkların ilacı İslamî bilgiler, fıkıh, hadis falan değil, ehil psikologlarla yapılacak bilişsel terapidir. Benim sohbetlerim terapi derken bunu kastederim ve tabiri caizse hiç hissettirmeden bunu hep yaparım. İşte “Arapçada, hadiste, fıkıhta üzerime yoktur diye asrın müceddidi edasında gezinen hoca efendilerin büyük çoğunluğunda ben bu düşünce hatalarını görüyorum. Şimdi hocalarımız önce kendilerini bu çarpıtmalardan kurtarmalılar ki başkalarına rehber kılavuz olsunlar. Buradan çıkarılması gereken ders; çağımızın âlimlerinin, hoca veya mürşitlerinin amaçları, Allah rızası için insanlara yardımsa sadece dinî bilgiler bilmekle onlara yardım edemeyeceklerini görmeleridir. Gerçek bir fayda için kendilerini, asrımızın tüm sorunları karşısında bilgili ve bilinçli hale getirmeleri gerekir. Yoksa da hadlerini bilmeli ve Allah’tan korkarak bana gelmeyen, bana biat etmeyen yandı havasında olmamalıdırlar. Konumuza dönersek işte gözlük camını renksiz takmamız, her şeyi doğal renginde görebilmemiz, yani olumsuz otomatik düşünce hatalarından kurtulmamız demektir. Psikolojide bu düşünce hataları: Seçici Algılama, Akıl Okuma, Abartma, Küçümseme, Aşırı Genelleme, Kişiselleştirme, Hep ya da Hiç Tarzı Düşünme, Kontrol Yanılsaması, Etiketleme, Olması Gerekenler (-meli, -malı ) gibi başlıkları altında kategorize edilir. İşte bu otomatik düşünceler hayatımızın her alanında bizi kendimiz hakkında olumsuz yönlendirebileceği gibi itikadî ve ahlakî konularda da yanlış inanış ve davranışlara sevk edebilirler.

Vesvese ile Şüphe Farkı

İnsanlarımızın büyük çoğunluğu, imana dair olan vesveseleri şüpheyle karıştırır, bu vesveselere şüphe muamelesi yaparlar. Bir kere şunu çok iyi bilmek lazım ki imanlı bir insana gelen şüpheler, vesvese hükmündedir. Ve bu tür şüphe veya vesveselerin dinen hiçbir günahı, vebali ve mahzuru yoktur. Sebebine gelince vesveseler, sadece akla veya hayale gelen fakat kalp tarafından tasdik edilmeyen, kabul görmeyen düşüncelerdir. Kalpte kabul görmeyen şeyler ise ancak vehim ve hayal hükmünde şeylerden sayılır. Vehim veya hayallerin ise gerek dinen gerek epistemolojik olarak ve de mantık ilmi kurallarınca hiçbir hükmü ve geçerliliği yoktur.

Şüphe Nedir, Amaçlanmış Şüphe Nedir?

Şüphe; bir şeyin doğruluğundan kuşkulanıp iki düşünce ortasında arada kalmaktır. Konu iman mevzuu olunca da iman ile inkâr arasında tam ortada kalmak şüphedir. Şüpheyi de iki kategoride değerlendirmek gerekir. Birincisi metodik şüphe, ikincisi amaçlanmış şüphe. Amaçlanmış şüphe; şüphelenmek işine gelen, bu halinden razı olup rahatsızlık duymayan kişinin şüphesidir. Amaçlanmış şüphede kalan kişi küfürdedir. Küfre razı değilse hemen tevbe edip çıkması gerekir. Metodik şüphe ise araştırmak, doğruyu bulmak isteyen kişinin yaşadığı şüphe hali ki buna müspet şüphe demek icap eder. Bu kuşku içindeki kişiler doğruya ulaşana kadar devamlı araştırma, sorgulama halindedirler. Bu nedenle de ciddi bir bunalım ve sıkıntı hali de yaşayabilir ve sık sık imanlarından endişe edebilirler. Genel olarak bu hal, dogmatik olmayı başaramayan kişilerdeki fikrî bir olgunlaşma sürecidir. Doğum gibi sancılı ve acıdır ama korkmasınlar, meyvesi güzeldir. Bu süreçte imanlarına da hiçbir şey olmaz. Çünkü bu fikrî olgunlaşmanın yaşandığı yer akıldır, kalp değil. İman ise son kertede yalnız aklın değil, ancak aklın ve duyguların danışmanlığında kalbin meyvesidir.

Metodik Şüphe Nedir?

Öğrenmek, araştırmak, doğruyu bulmak için çaba sarf edenlerin şüphesi metodik şüphedir. Bütün ilmî buluşlarda, icatlarda, teknolojideki gelişmelerde bu şüphenin emeği çoktur. Bu şüphe veya vesveselere eğer amaçlanmış şüphe muamelesi yaparsak kendimize haksız yere zulmetmiş ve şeytanın eline kendimizle oynama kozu vermiş oluruz. Dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz amaçlanmış şüphenin dışında insana gelen şüphe ve vesveseleri şerre yormak ve tedirgin olmak yersizdir. Çünkü bu tür şüphe ve vesveseler aklın veya zihnin normal işleyişini gösterir.

Kur’ân’da; “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.” (Hucurât, 49/6) buyrulur. Bu ayette açıkça “Fasığın getirdiği haberden şüphelenin.” diye uyarı vardır. Bu kuşku, insanı etraflıca araştırmaya sevk eder ve bu sayede bilmeden insanlara zarar vermekten ve günahtan korunmuş oluruz. Bilmediğiniz bir yerden veya tanımadığınız birisinden bir haber, bir bilgi geldiğinde eğer o bilgi sizin için bir önem arz ediyorsa, normal olarak o bilgiden önce şüphelenmeniz ve doğruluğunu araştırmanız gerekir. Aksine davranış yanlış bir tutumdur. Zira bir insan her duyduğu şeye, “bu kesin doğrudur” diye hemen inanıyorsa asıl o insan sorunlu bir tutum içindedir. Çünkü insanların doğruluk arayışları bilgiden şüphelenmeyle başlar. İmanının, malının, canının kıymetini bilen, kendine ve sevdiklerine değer veren her insan, bu kıymetli şeyleri riske atmadan önce düşünür ve bu konuda biraz olsun vesveseli olur. Sağlıklı olan da bu tutumdur.

Taklidî imandan tahkîkî imana bizi taşıyan da metodik kuşkudur. Mesela bizzat yüce Rabbimiz, kutsal kitabında tevhide ulaşmamız için bizi bu konuyu ilmen ve aklen değerlendirmeye, sorgulamaya sevk ediyor: “De ki: Eğer onların iddia ettiği gibi, Allah’la beraber (başka) ilâhlar olsaydı, o zaman o ilâhlar da Arş’ın sahibine ulaşmak için elbette bir yol ararlardı.” (İsrâ, 17/42)

“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki Arş’ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ, 21/22)

Bu ayetler açıkça diyor ki: “Farz edelim Allah birden fazla deyin ve öyle düşünün. O zaman ilahlar arasında kavgalar olabileceği ve yeryüzünde birlik ve nizamın olmayacağı gibi aklî bir sürü açmazla karşılaşırsınız.” Dolayısıyla, bu tür düşüncelerin ve akla gelen vesveselerin korkulacak bir şey olmadığını, aynı zamanda bu tür analizlerin akıllı bir insanı taklitten çıkarıp tahkîkî imana götürebileceğini de belirtmiş oluyor.

Hele Kur’ân’daki Hz. İbrahim’in kıssaları bu konuda çok ders vericidir: “Hani İbrahim, ‘Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster.’ demişti. (Allah ona) ‘İnanmıyor musun?’ deyince, ‘Hayır (inandım) ancak kalbimin tatmin olması için’ demişti.” (Bakara, 2/260) Demek ki kalbinde iman olan bir insanın, tatmin için sorular sorması ve sorgulaması onun imanı için bir sakınca teşkil etmiyor. Bu kıssa metodik şüpheyi anlamaya çok güzel örnektir.

Kur’ân bizi böyle birçok ayetle taklidî imandan ziyade tahkîkî imana yönlendirir. Evrende, çevremizde ve bizzat nefsimizde mevcut bir sürü yaratılış mucizelerini görmeye ve fark etmeye çağırır. Dogmatiklik yerine, imanımıza referans aldığımız aklî ve ilmî en azından birkaç küçük delil bulmamızı ve böylece tahkîkî iman sahibi olmamızı ister. Çünkü her dönemde olduğu gibi asrımızda da imana saldırı çok fazladır. Elhamdülillah bizim dinimizin, akıldan, bilimden kaçma gibi endişeleri, korkuları yoktur, aksine özellikle bunları teşvik eder. Bu nedenle İslam dini asla dogmatik dinler sınıfında değerlendirilemez. Şu hakikati de hatırlatalım ki yanlışa düşmeyelim. Tahkîkî iman, bütün küfür sorularına cevap vererek yapılan iman değildir. Ha bir güçlü delil, ha bin güçlü delil aynı sonuca çıktığı için böyle bir yola girmeye gerek yoktur. Ayrıca bu sorulara cevap vererek kimse bu soruları bitiremez, niçin bitmeyeceğini de açıklayacağız. Dolayısıyla akla gelen bütün soruları cevaplayarak imana yeltenmek, Allah korusun, vesveseyi en tehlikeli şekilde kâle almak olur ki kimse böyle şeye soyunmamalıdır. Zira bu yöntem gerçekten yanlıştır ve gereksizdir. Bu işle uğraşmak, iman etmek için değil, ancak şüphe hastalığına yakalanmış insanlara yardım için gerekebilir, onu da herkes değil ehli yapar. Nitekim bu konuda yetişmiş çok büyük kelam âlimlerimiz mevcuttur. Bir gerçeği de burada tekrar ifade edeyim ki ne dinimizin ne de kelam âlimlerinin hiçbir küfür sorusuyla ilgili korkuları yoktur. Hepsinin cevapları verilmiştir, verilir de. İşte ben de buradayım! Bütün dünyaya hodri meydan diyorum! Şüphesi ve sorusu olan varsa gelsin, Allah’ın izniyle cevapları bende hazırdır.

İnsanlara gelen vesveseleri:

1) Faydalı, müspet vesvese

2) Zararsız vesvese

3) Zararlı (takıntı) vesvese olarak üç kısımda mütalaa etmek gerekir.

Müspet, Faydalı Vesvese Nedir?

Metodik olan şüphe ve vesveselerin iman konusunda faydalı olduğundan bahsettik. Amel ve ibadetler üzerinde de vesvesenin kontrollü olmak kaydıyla olumlu katkıları vardır. Bir amel ve ibadetin sağlamlığından, doğruluğundan ihlâsından kuşkulanıp daha iyisini yapmak için bir arayış ve çabanın içine girmek, dozu yerinde olursa ibadetlerde müspet sonuçlar ve gelişmelere neden olur. Mesela aşırıya kaçmamak şartıyla temizlik vesvesesinin insanı daha temiz yapması ve hastalıklardan koruması gibi, şüpheli işlere düşmekten kaçma vesvesesi de insanı daha dikkatli ve takva yapar. İbadetlerim kabul olur mu olmaz mı vesvesesi daha gayretli ve çalışkan yapar. İmanlı gider miyim gitmez miyim vesvesesi daha mütevazı yapar. Şeytanın vesvesesinden kaçan Allah’a sığınır; Allah’a sığınan O’na yaklaşır. Nitekim şeytanın varlığı mümine terakki sebebidir, işin hikmet boyutu böyledir. Diğer bir yönüyle vesvese, insanı daima uyanık tutar. Mü’min kişi, her zaman yanı başında duran ve hatalara düşürmek için fırsat kollayan şeytana karşı hep tetikte olursa takva bir insan olur. Allah’a (c.c.) karşı yalvarış ve yakarışa geçerek, her vesvese emaresi karşısında Allah’a sığınmak da büyük ibadettir. “Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen Allah’a sığın. Çünkü O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Fussilet, 41/36) İşte vesvese bu yönüyle değerlendirilince vücudu koruyan sinirlere benzer ve insanın ibadet hayatına olumlu katkıları olur.

Zararlı Vesvese (Takıntı) Hali Nasıl Olur?

İmanlı bir kişiye bir sürü itikadî sorular veya rahatsız edici çirkin düşünceler gelebilir. İmanı korumak kaygısıyla bu sorulara cevap yetiştirmeye çalışmak veya bu çirkin düşünceleri reddetmeye çalışmak çözüm değil, gerekli de değildir. Çünkü iman kökü kalpte, dalları ve yaprakları akıl ve zihinde olan bir ağaca benzer. Akıl veya zihinde esen şüphe rüzgârları, ağacın yaprak ve dallarını sallasa da kökü kalpte olduğu için asla söküp atamaz. Bu sebeple paniklemek, heyecan ve telaşa kapılmamak gerekir. Ayrıca bu tür vesveseler, konuşarak ve kâle alınarak susturulup geçiştirilemez. Vesveseli insanlar hatayı genelde bu noktada yaparak, normal olan vesveseyi çok fazla ciddiye alınca, takıntı boyutuna taşırlar. Yani önemsiz vesveseler, üzerinde durulup merakla karıştırıldığı zaman sinek kadar küçükken, büyüyerek kişiyi yutacak bir canavara dönüşebilir. Özellikle bazı hassas ruhlar vesveseyi çok ciddiye alarak onu zararlı bir hastalık, bir huy haline getirebilirler. Bu ise şeytanın tam da yapmak istediği şeydir. İşte böyle vesveseyi kendine huy ve hastalık edinen insanlar, kalplerinde imanları dağ gibi olduğu halde kendini imansız sanabilir, bu sebeple depresyonlar yaşayabilir, hatta sırf bu sorulardan kaçmak için ibadetlerini terk edebilirler. Bu oyuna asla gelmemelidir. Bu şekil kuşku ve vesveselerden kurtulmanın en güzel ve kestirme yolu, bunların dinen bir günahı ve vebali olmadığını ve özellikle insanı kâfir yapmadığını bilmek ve bunlardan kurtulmak için de gelen sorulara cevap yetiştirmek yerine, mikrofonun sesini kapatır gibi içerden gelen seslerin düğmesini kapatıp onlarla asla meşgul ve muhatap olmamaktır. Hatta ortam değiştirmek, başka bir şeylerle meşgul olmak ve asla bu soruları dinlememek en kolay ve en güzel çözümdür.

Kalbin İmanı, Akla Gelen İnkâr Düşünceleriyle Bozulmaz

Önemli bir gerçeği tekrar hatırlatmak gerekirse, imanlı kişilerdeki şüphe benzeri vesveseler, hayal, vehim, zihin veya akılda gerçekleşen olaylardır. İman buralarda değil, kalpte olur. İslam âlimleri iman etme yeri ile düşünme yerinin farklı olduğunu çok güzel bir şekilde ortaya koymuşlar. Düşünme yeri akıl veya zihin, inanma yeri kalptir… İman kalple olur, akılla olmaz. İmanı, akıl ancak onaylar. Kalp, imanı tasdik ettikten sonra akıldaki şüphelerin hiçbir hükmü yoktur. Bu düşünceler, bu kuşkular vesvese hükmündendir. Ne kadar şüpheye benzer vesvese gelirse gelsin kalpte iman olduğu müddetçe bunların hepsi vesvesedir. Vesvese hadiste de ifade bulduğu gibi imanın ta kendisidir. Müslümanların en çok sıkıntı yaşadıkları vesvese türü budur. Kalpleri imanla dolu olduğu halde, aklın çalışma prensibinden kaynaklanan soru ve şüpheleri küfür sanarak üzülür, kendilerini harap ederler. Bunun nedeni bilgisizlik ve cahilliktir. Bu cahillikten bunalıma giren, akıl sağlığını kaybedenler bile vardır. Bir de iman konusundaki hassasiyetten kaynaklanabilir bu vesveseler. Mesela bir çocuk yetişirken, aklına gelen soruları anne ve babasıyla paylaşır. Bazen şöyle bir soru sorabilir: “Baba Allah nerede? O’nu niye göremiyoruz? Bizi O yarattı, peki O’nu kim yarattı?” Bu sorulara cahil ebeveynlerin tepkileri aşırı olur: “Sus! Hâşâ! Ne biçim soru bu? Böyle düşünme, böyle soru sorma, kâfir olursun!” İşte bu yanlış hassasiyetler ve aşırı tepkiler daha sonra böyle şeyleri düşünmekten korkma ve düşünceyi küfür sanma gibi hastalıklara dönüşebilir.

Aslında belki bu sorular bilgisiz ebeveynlerin de düşünmekten korktuğu ve kaçtığı sorulardır. Bunların cevaplarını yok sanırlar. Çünkü halkın geneli taklidî iman sahibidir. Taklidî iman sahibi insanlar soru sormadan inanır, böyle sorular sormaya ihtiyaç hissetmezler. Yanlarına böyle sorular soran birileri gelirse de afallar kalırlar. Çocuklarını da böyle sorular sormaktan men eder, böyle düşünmekten sakındırırlar. Ama akıl denen şey, sen ne kadar kaçarsan kaç, bu soruları sana doğal olarak soracaktır. Hele yapısal olarak olgusal zihniyetli, akılcı insanlar vardır ki onlar bu sorulara cevap bulmadan rahat edemezler. Daha sonra bu çocuklar büyüdüklerinde, ne zaman ibadete yönelseler, o kaçtıkları sorular zihinlerine hücum eder. Bu soruları küçükken attıkları gibi yine akıllarından atmak isterler ama başaramazlar. Şeytanın da tesiriyle bu sorular onların bir numaralı derdi olur, kendilerini çok kötü hisseder, hatta imansız bile sanabilirler. Hâlbuki bu küfür düşüncelerinin akla gelmesi günah olsaydı kelam âlimleri bunlarla uğraşmazdı deyip rahatlamak gerekir.

İman; Sevgi, Sezgi, Vicdan, Adalet vs. Gibi Duyguların Onayıyladır

İman, dil ile ikrar kalp ile tasdiktir. Kalp ile tasdik ise imanı akıldan başka; sevgi, sezgi, vicdan, adalet vs. gibi duyguların da onaylamasıdır. Bu duyguların onayı aklın onayından daha önemlidir. O yüzden bir insanı ruhunuz, kalbiniz onaylamış sevmişse, vicdanınız tasdiklemişse, o kişi hakkında size bir yerlerden gelen menfi bilgiler ve kuşku dolu vesveseler, olumlu kanaatinizi değiştiremez. Yani bizler Allah’a (c.c.) sadece aklımızla değil sezgilerimizle, sevgimizle, vicdan ve adalet duygumuzla daha bir sürü güzel duyguların eşliğinde inanır, iman ederiz. Rabbimiz’in sevgisini, şefkatini, merhametini içimizde hissederek O’nu severek iman ederiz. Şeytanın küfrünü yoksa nasıl açıklarız. Şeytanın inkârı Allah’ın (c.c.) varlığına inanmadığı için miydi? Nasıl öyle bir şey söylenebilir? Kur’ân’da Allah (c.c.) ile konuşmaları geçer ya… O’nun küfrü inattan, hasetten ve sevgisizlikten kaynaklandı. Buradan çıkan netice şu ki aklen tatmin olmak inanmak için yeterli değildir. O zaman demek ki akıl, iman yeri değilmiş; işte biz de bunu söylüyoruz. Kalbi imanlı insanların aklılarındaki şüphe ve kuruntular nedeniyle kendilerini imansız ve günahkâr hissetmeleri Rabbimiz’in istemediği ama şeytanın seni getirmek istediği yerdir. Bu gerçeği görür ve anlarsan senin üzerindeki hâkimiyetini şeytan kaybeder, iş bu kadar basittir. Nitekim Kur’ân’da, “Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisâ, 4/76) buyrularak, şeytanın tuzaklarının zayıflığına işaret edilir. Ne yazık ki oltaların ucuna takılan küçük sinek ve böcekler değil midir koca koca balıkları yakalatan. Evet, şeytanın oltasına takılmamak için biraz bilgi ve biraz bilinç yeterli olacaktır.

Vesvese Yok Edilemez Ama Kontrol Edilebilir / Şenel İlhan Beyefendi’nin Sohbetinden

Yeniden Başlamak

Gerçekten her şeye yeniden başlamak gerekir. Zira ataletten, monotonluktan, ümitsizlikten, mahkûmiyetten, köleleşmekten, esaretten kurtulmak için her şeye yeniden başlamak şarttır.

Yeniden başlamanın önündeki en büyük direnç de o kararı verenin bizzat kendisidir. İnsan hayatında değişiklik yapmaktan, yeni bir sayfa açmaktan korkar. Çünkü yeniden başladığında başarısız olacağı, hatta güçlü olduğu konularda dahi avantajlarını yitireceğini fısıldar şeytan. Böylelikle yeniden başlamanın gücü kesilir, şeytanın da fısıltılarıyla bir ümitsizlik girdabına düşer.

Yeniden başlamanın en büyük zorluğu eskiyi unutamamaktır. Zira eskilere, eski hatıralara, alışkanlıklara, hatalara, günahlara elveda demeden, yeni şeylere hoş geldin demek mümkün olmuyor.

İman da, aynı bunun gibi değil midir? Önce takva ile günahlardan sıyrılmak, yani tathir (temizlemek), sonra hasenat ile tezyin. Önce def-i şer, sonra celb-i nef’a. Bu örgü, bu sistem, aslında insanın hayatında, ruh hâlini muhafaza etmek için, öğrendiği hakikatleri yaşamak için,  imanın amele dönüşmesi için uygulanabilecek bir formüldür.

Zaten Allah da eskiyi unutmak formülünü kullarına “tövbe” kapısını açarak öğretmemiş midir? Tövbe ile temizlik, sonra amel-i saliha ve hasenat ile tezyin.

Temizlenmemiş bir kalp evine, yani tövbe edilmemiş, pişmanlık duyulmamış, içtinap edilmemiş bir yere tezyin yapmak, yani her şeye yeniden başlamak elbette zordur.

Eskileri temizlemek, unutmak hafızadan silmek demek değildir. Tam tersi yüzleşmek, gün yüzüne çıkarmak, gereksiz, menfaatsiz, elem veren taraflarını atmak, onarmak, kısaltmak, silmek, gereksiz üzüntüleri bir daha düşünerek “Madem geçmişte kaldılar, madem gelecek de daha gelmedi “ diyerek “Oh “ demek terapisiyle yeniden başlamak demektir.

Elbette yeniden başlamak bir cesaret, güç, şevk, ümit, irade işidir. İnsan bu gücü en güzel iki şekilde bulabilir. Yaşadıklarını inceden inceye tefekkür ederek, muhasebe yaparak, “nereden geliyorum, nereye gidiyorum, bu dünyada işim ne” sorularının cevaplarını arayarak bulabilir ki, ehl-i dünyanın, ehl-i gafletin, hatta gayr-i Müslimlerin ihtida yolculuğu, yani “her şeye yeniden başlama” serüveni bu şekilde gerçekleşir.

Ehl-i imanın yeniden başlamaya dair iradesinin, cesaretinin,  şevkinin kaynağı ise bizzat inancından kaynaklanır. Zira inandığı Allah, ona her gün yeni bir sayfa açmakta, her günün içerisinde onu beş vakitte muhasebeye çağırmakta ve aslında yenilenmeye, tazelenmeye, her şeye yeniden başlamaya davet etmektedir.

Dünün kirlerini, günahlarını bugünün sayfasına yazmayan, sabahın yanlışını ikindinin inkılâbına yerleştirmeyen merhametli bir zatın, kuluna muamelesi, “her şeye yeniden başlamanın” en büyük dinamiği olsa gerektir.

Yazar: Yasemin Yaşar

Değerlere Saldırı

Bu topraklarda bin yıldır İslam var. Diyarbakır’ın İslamla şereflendiği tarihi esas alırsak daha da eskidir. Ama Alparslan komutasındaki Malazgirt zaferi daha da belirleyici ve kalıcı olmuştur. Selçuklular ve sonrasında Osmanlı ile islam kaynaklı büyük vakıf medeniyeti ve toplumdaki huzur tüm dünya tarafından bilinen bir husustur. Yani dinimiz islam bu toprakların temel taşıdır.

Sonrasında yaşanılan süreç ve geldiğimiz güne kadar bu toprakların temel ve ortak değeri olan İslam ve İslam’ın hükümleri ile ilgili zaman zaman toplumu rahatsız eden tartışmalar ve uygulamalar olmuştur. Ama özellikle aydın ve sanatçıların İslam’ın temel değerleri ve müesseseler konusunda özensiz bil dil kullanması ve maalesef hakarete varan ifadeler kullanması anlaşılır bir husus değildir. Dünyanın hiçbir yerinde kişilerin özel hayatı ne olursa olsun toplumunun ortak değerlerine yönelik hakaret içeren (eleştiri değil) ifadeleri ulu orta kullanmaları mümkün değildir.

Eleştiri mi? Hakaret mi?

Eleştiri her insan ve her kurum için besleyici bir konudur. Ama hakaret ise kişinin karakterini ortaya koyan bir durumdur. Zaman zaman Başkanlığımızı ve çalışmalarını diline dolayanlar ne gariptir ki günlerdir süren İsrail’in zulmü karşısında tek kelime etmeyenler veya edemeyenlerdir. Kendileri için iyi veya kötü nedir? Bunların tanımları nelerdir acaba?

İnanç esasları ve buna bağlı yapılan fiil ve davranışlar o dinin mensuplarının sorumluluğudur. Sebebini anlamak veya neden karşı olduğunu ifade etmek için belli bir usul ve üslup içinde karşı görüşünü bildirebilir. Bir kimse örneğin namaz kılmıyor ise, kılanlara karşı kullanacağı dile dikkat etmek zorundadır. Bu sadece biz Müslümanlara yönelik değildir. Mesela Hindistan’da ineklere tapan insanlarla ilgili konuşan her insan dikkatli ve saygılı konuşmalıdır.

Neden Hakaret?

Bunun sebebini tek bir konu ile irtibatlandırmak elbette mümkün değildir. Sonra bir inancın mensuplarının yaptığı yanlışın o dine yüklenilmesi mümkün değildir. Bunun için ilim tahsil etmeye gerek yoktur. Her inanç ve her dünya görüşünden insanlar içinde yanlış yapan veya söylediklerine ve yaptıklarına onay vermediklerimiz olabilir.

Hakaretin altında yatan sebepler acaba şunlar olabilir mi?  

Cehalet: En masumu herhalde cehalettir. Kişi bilmediğinin düşmanıdır. Ama asla mazeret değildir. Cehalete bağlı yanlışlar giderilebilir.

Düşmanlık: Bu bilerek yapılan bir davranıştır. Yani tavır koymaktır. Bunun da sebepleri iyi araştırmak gerekir.

Maddi Çıkar: Toplumda huzursuzluk çıkarmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürmek için yapılan davranışlar bazen sonuç alabilir.

Taraftar toplamak: Kendi ideolojisini güçlendirmek ve taraftar sayısını artırmak için yapılmış olabilir.

İnançsızlığını ortaya koymak: Bunun da tedavisi zordur. Kişi inadi olarak dine karşı ise, yani bilgiye ve öğrenmeye açık değil ise O kişiye yapılacak fazla bir şey yoktur.

Başkaları adına çalışmak: Su uyur düşman uyamaz sözü anlamlıdır. Zaman zaman dünyanın değişik yerlerinde dini değerlere yönelik yapılan aleni hakaretlerin bir sebebi de İslam düşmanları adına çalışmaktır.

Kargaşa çıkarmak: Toplumun değerleri üzerinde oluşturulan tartışmalarda toplum haklı olarak tepki gösterir. Kitleler üzerinde bazen bunu kontrol etmek zorlaşabilir. Nitekim bunun olumsuz örnekleri vardır. Belli zamanlarda toplumun hassasiyeti daha yüksek olacağı için bu topraklara düşman olanlar inanç değerleri üzerinden veya kurumlar üzerinden toplumda kargaşa çıkarmak isteyebilir. Bilerek veya bilmeyerek birileri hesabına çalışıyor olabilir.  

Ne Yapmalıyız?

Bilgiye erişim ve doğru bilgiye ulaşmak ciddi bir problemdir. Doksanlı yıllarda yaygın olan bir tartışma proğramında dini konularda uzman olduğunu söyleyen bir gazeteciye bakanlıkta yapan bir ilahiyat hocamız şöyle bir soru sormuştu: “İslam konusunda yazılar yazan bu arkadaşımız islamın beş temel değerini bize söyleyebilir mi?” Bir süre cevap beklendi ama o gazeteci maalesef bir cevap verememişti. İslam konusunda kendi köşesinde yazı yazan böyle bir kişinin (konuştuğu sahadan hiç haberi olmayan ) topluma vereceği ne olabilir ki?

Her Müslümana ciddi bir sorumluluk düşüyor. O da iyi bir temsildir. Ama bununla beraber eğitimin her kademesinde çocuklarımıza ve gençlerimize sağlam ve sağlıklı bir din bilgisi vermek zorundayız. Kavramlar, kaynaklar ve ibadetler başta olmak üzere özellikle Kur’an-ı Kerim ve sünnetin bir usul dairesinde öğretilmesi son derece önemlidir. Ve Başkanlığımız özellikle 4-6 yaş grubu olmak üzere gençlere ve kadınlara yönelik çalışmalarında büyük bir gayret göstermektedir.

Esasında hakaret eden kendisine yazık ediyor. Söyleyecek sözü olmayan ve aciz olan kişiler hakaret eder. İslam ilim tarihinde en zor konularda âlimler tartışılmayan konu bırakmamıştır. Özellikle bir konunun tarihi seyrini, hikmetini ve kazanımlarını öğrenmek için sormak ve araştırmak işin tabiatındandır. Ama gözü kapalı ve kötü örnekleri esas alarak toptancı bir anlayış ile hakaret inancı ne olursa olsun-hiçbir insana yakışmaz.  Bir konu konuşulurken veya tartışılırken eleştiri başka hakaret başkadır. İlahi vaad: Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff,61/8)

ŞÜKRÜ KABUKÇU / Manisa İl Müftüsü

Güzelliğe hadd ü kenar olmaz. Her ayrıntı, her detay güzelliğin asli unsuru olabilir. Güzellik o meşhur ifadeyle “bölünmez bir bütünlüktür.” İnsanın ruh, beden ve melekelerine dair her incelik, her fizik ve metafizik unsur güzelliğe dâhildir. Güzel, bir metin bütünselliği içinde hasletlerini bozmadan onlar arasındaki insicamı ve irtibatı sağlama çabasındadır. Bu çaba, sürekli bir çabadır. Güzel, bir boyutuna değil bütün dikkatiyle iç bütünlüğüne özen gösterir. Suretini siretinden, bedenini ruhundan, aklını kalbinden bağımsız düşünürse parçalanacağını bilir.

Yalnızca gözün gördüğüyle sınırlı bir güzellik tanımı insan için eksik, hatta yanlıştır. İnsan yüzünde, sözünde, bakışında taşıdığı anlam ve derinlikle güzeldir. Hâl ve tavırlarında, davranışlarında, duyuşunda, sözünde zekâ pırıltısı taşıyandır “esas güzel.” Güzellik zıtlıklar içindeki uyum, benzerlikler içindeki başkalıktır. Bu yüzden güzellik, seyredilesi olmaktan daha çok düşünülesi, dikkat edilesi bir şeydir.

İnsanın insanlara iyi, güzel ve temiz görünmek istemesi tabiidir. Aksi hâl ise kendini ihmal etmektir. Ne var ki insanın kendi görünümüne ilgisi arttıkça kendiliğine dair asli/manevi ilgileri azalır. Güzellik dışta arandığında ve dış görünüşle sınırlandığında “görüntü” “içe”, “fotoğraf” “gönüle” galebe çalar. Dış güzelliği içeride besleyen safi bir güzellik yoksa o güzellik aldatıcı, donuk ve metalik bir güzelliktir. Bu güzellik, insanı hüsrana uğratabilir.

Dış güzelliğin iç kusurları görünmez kılması, dıştaki kusurun içteki güzelliği görünmez kılmasından fenadır. Hazin olan, insanın kendini aldatmasıdır. Güzelliğin sakladığı sahtelik aşikâr olduğunda muhabbet kesilir ve insan, kendi aldanışıyla yüzleşir. Güzellik bazen hileli olabilir, buna karşı daimî ihtiyat gerekir. İçinde “güzellik” olmayan ne kadar çok “güzel” var. Kendinden öte bir güzellik taşıyansa ne kadar nadidedir. Güzel, kendisini anlayana muttasıl tazelenen bir muhabbet verir.

Güzel, hariçten belirlenen güzellik ölçülerini aşarak kendi güzellik ölçütüne bağlı kalandır. Kendinin farkında olan, asaletine, vakarına, iç bütünlüğüne sahip çıkan kimse endüstrinin, tüketimin, modanın ruhunu rehin almasına izin vermez. Çünkü o hiçbir standarda tâbi tutulamaz. Güzelliğin göreceli olduğu her zaman söylenir ama ondan bir meta gibi söz edilemez. Bu bahiste son sözü göz değil, bakış söyler. Güzelliği algılamak onu gören gözün bakışına bağlıdır. Güzellik, bir kez bakılmakla güzelliğine kanaat edilen bir şey değildir. Güzellik sevilir. Sevilir, çünkü güzelliği keşfin sonu yoktur. İnsan güzele baktıkça oluşun/yaratılışın her an yenilendiğini, yeniden yaratıldığını hisseder.

Güzeller birbirine ruhça benzeyebilir ve birbirinin aynı davranışlar sergileyebilir. Fakat birinin diğerini taklit ettiği yerde yok olur güzellik. Estetik müdahale ile elde edilen güzellik, hakikatli ve sahici olmadığından ruhsuz ve içtenliksizdir. Estetik müdahalenin bu kadar sıradanlaşması güzele olan inancı zedeler. Öyle ki bugün hemen her doğal güzelliğin ardında “küçük dokunuşlar” diye masumlaştırılan hileler düşünülüyor. Güzelleşmek adına yapılan ve bir türlü sonu gelmeyen her dokunuş, güzelliğe inancı sarstığı gibi insanı estetik endüstrisinin kölesi hâline getirir. Estetik güzelliği tüketir.

Güzellik bahsi belki de daha ziyade ahlakın konusu olarak ele alınmalı. Ruhun sadeleşmesi ve arınması, olumsuz düşüncelerden kurtulması şüphesiz dinin, felsefenin, ahlakın en önemli meselesidir. Bu bahiste ilaveten söylenecek şey, arınmanın bir gereğinin de güzellik bilgisiyle mümkün olduğudur.

Güzelliği anlamayan, kendini/ruhunu güzelleştirmek için bir çabaya girmez. Hem kendine hem de güzel olarak gördüğüne hoyrat ve kaba davranır. İnsanın kumaşını güzele bakışı ele verir. Güzellik konusunda hususi tercihler yapmayı başaramamış insanların, ahlaki tercihlerinin de isabetli olamayacağını söylemişti İsmet Özel. Güzelin rengini merhametten aldığını düşünen şair, güzelliğe de elbette bu zaviyeden bakar.

İnsan düşünce ve davranışlarını sürekli terbiye ederek, kendini sürekli denetleyerek, bakışını sürekli incelterek güzellik anlayışını da ruhuyla birlikte geliştirir, olgunlaştırır. Güzellik bahsinde yoğunlaşmak insanın kendisi hakkında düşünmesini sağlar. Her insan, her varlık yaratılış/oluş itibariyle bizatihi güzeldir. Bazıları bunu fark eder, bazıları da kendinin dahi farkına varmaz.

Fatma Aliye’nin “Refet”i güzelliğin toplum içinde nasıl algılandığını daha çocukken anlar ve kendinde olmadığını düşündüğü güzellikle acımasızca yüzleşir. Toplum nezdinde saygı görmenin, kendini sevdirmenin, ilim öğrenmenin ve iş sahibi olarak toplum yararına emek ve değer üretmenin yüz güzelliğinden daha öte bir kıymet olduğunu ısrarla savunur hayatı boyunca. Dış güzellik vefasızdır, gelip geçicidir. Üstelik iyi ve mutlu olmanın, sevmenin ve sevilmenin garantisi de değildir.

“Har içinde biten gonca gül” misali, insan çektiği zorluklarla, biriktirdiği hikâyelerle güzelleşir. Kökünü suyun derinliklerine salarak suyun yüzeyine çıkmayı başaracak kadar güçlü ve dirençli bir nilüfer temsil eder güzelliği. Şule Gürbüz, güzelin güzel olmak ve güzel kalmak için ödediği bedeli ne güzel ifade eder: “Hangi taş ezdi seni, tadın böyle güzelleşmiş.” Biz de nadiren hayran kaldığımız güzellikler karşısında tam da bunu demek istemez miyiz?

Zorluk gördüğünde kaçmayan, elverdiğince güçlüklerle beraber yürüyen, küçük güzelliklerin kendini kıymetli bir yere taşıdığını kavrayan insanlar çabuk olgunlaşır. Onlar vakitsiz açan çiçekler gibi erkenden solmaz; bir kere açmışsa sonrası hep direnmektir onun için. Refet, diğer kabiliyetleriyle güzelliğin çok boyutlu ve çok sesli olduğunu kavramıştır. Biz de eğer içimizdeki Refet’e kulak verebilirsek bir insanı dünyada farklı (ve esasında güzel) kılan şeyin kendine özgü keyfiyeti olduğunu duyar ve görürüz.

Güzelliğe dair söz uzar gider. “Bu aşk bir bahri ummandır, buna hadd ü kenar olmaz” vesselam.

Hatice Ebrar Akbulut – Güzelin Serzenişi,syf:37-41 / İlim Cephesi

Güzellik Satın Alınamaz

İnsan güzelliği salt görme duyusuyla anlayamaz. Güzellik çok dilli bir sözlük. Belki de bu yüzden güzelliği bir bütünlük içerisinde kavramak için görme dışındaki duyularımıza daha çok özen göstermeliyiz. Güzel’in muhtevası; sesi, tavırları, sözleri, tebessümü, yürüyüşü, bakışı, huyu gibi ona güzellik veren birçok hususiyet ile birlikte okunur. Güzellik görülünce anlaşılan, idrak edilince bilinendir. Kimsenin fark etmemesi güzelliği anlamdan koparmaz, onu anlamsız kılmaz.

Güzel, bizatihi anlamlıdır. Fark edilmeyen güzellik, değerinden bir şey yitirmez. Şairin bakışıyla sorarsak, Leyla leylaktan yaratılmışsa, üstünden rüzgâr geçti diye leylağın rengi değişir mi? Kıymeti bilinmediğinde güzele de, güzelliği anlayana da acı verir güzellik. Nerede heba ve heder edilmiş bir güzellik görsek Yunus’un “Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın” deyişini hatırlamaz mıyız?

Güzellik, fiziğin konusu olmaktan çok metafiziğin konusudur. Fizik, güzelin özellikleri hakkında bir fikir verebilir. Güzel’in muhtevasını, asıl manasını, özünü anlamak içinse fizik çok yetersizdir. İnsana güzellik edasından gelir. ‘Güzel ama…’ diye başlayıp itici, soğuk, güven vermiyor, ısınamadım deyişimiz o güzellikte bize, kendimize dair bir ifade bulamayışımızdandır. Muhabbet duyduğumuz insanın her tavrı, bize bu yüzden güzeldir.

Güzel, görücüye çıkmaz, rekabetin konusu olmaz, kendini başkalarıyla yarıştırmaz. Güzel kendi mahiyetine tutunur ve onu sadakatle korumak için güzelliğini sakınır. Değil mi ki insan, güzelliğinin sahibi değil, emanetçisidir. Her Güzel’in kendi güzelliği şahsına münhasırdır; onu ispat etme, gösterme kaygısı taşımaz ve “gibi olma” isteği duymaz. Hem zaten hiç kimse aynı güzelliği aynı eda ile taşıyamaz. Sıcakkanlılık kimine sempati duymamızı sağlarken kimine de mesafe koymamıza sebep olur. Soğuk bir yüz ifadesi, kiminin duruşuna asalet katarken kimine sıkıcı bir kişilik havası verir.

Gözün badem, kaşın keman, kirpiğin ok, burnun fındık gibi olması güzelliğe yeter mi? Yüzü güzele doyulur da huyu güzele doyulmaz niye demişlerdir? Neden bir de baht güzelliği istenmiştir? Fiziki açıdan çok güzel olanlar hep mutlu mudur? Dünyaya peşinen kabul edilmiş bir güzellikle gelmek her şeyin anahtarı mıdır? İnsanın güzelliği, duygu ve düşünceleriyle tazelenmez mi?

Güzellik sabit kalmaz, değişir, dönüşür. Nehir her zaman aynı dinginlik ve coşkuyla akmaz. İnsanın güzelliği de zamana, yaşa, ruhsal durumlara göre değişir. Çocukluktaki sevimli sima ve masumiyet, değişime uğramadan gelemez gençliğe. Gençliğin göz ışığı, yaşlılıkta tecrübe dolu bir yüze evrilir. Güzellik deforme olur, incinir, kırılır, belki bozulur. Her ne gelirse gelsin başına, yaşlılık çizgilerinde yine de gösterir kendini. Güzellik en çok da hüzündür.

Çiçekler solar, hayatın ışıltısı bir yerde söner ve hayat sona erer. Ancak güzellik, hiçbir zaman kayıplara karışmaz. Ölüm, ruhu çevreleyen güzelliğe kıyamaz. Ruhun güzelliği ebedidir.

İnsanın kapitalizmin vaat ettiği sahteliğe kanarak ölümsüzlük gibi güzelliği istemesi, ölümü unutuşundan ve yaşlanmayı kendi tabiatının bir gereği olarak kabul etmeyişindendir.

Güzellik bakışa sarhoşluk veren, aklı iptal eden değil; bakışı olgunlaştırandır. Sezai Karakoç’un Leyla ve Mecnun’unda Kays, Leyla’nın aşkıyla kendinden geçse de gözü ve gönlü kör olmaz. Leyla’nın aşkı ona güzelliği, güzel olanı sevmeyi, kıymet bilmeyi öğretir. Leyla, Kays’ı arındırır. Kays, Leyla’nın güzelliği karşısında daha iyi bir insan olmaya azmeder. Yaşadığı yerde bambaşka, umut dolu bir değişim başlatır. Güzellik, yüksek bir ruh olgunluğu bahşeder insana. Gözlere bakış inceliği ve insana davranış inceliği verir. Şairin dediği gibi güzellik, ruhtur ve ruhu ölçecek hiçbir ölçü yoktur.

Güzellik ruhtan gönülden bağımsız, tensel, maddi bir olgu değildir. Endüstri ya da kapitalizm teni cilalayarak, bedeni metalaştırarak insana özellikle kadına ruhunu boş ver, raf ömrünü uzat demektedir.

Kadını maddi ve manevi açıdan sömüren endüstri, özünde güzel olmayan fakat kendini dışarıya güzelmiş gibi gösteren bir kadın var eder. Sadece dışını süsleyen ne kendi ruhuna eğilir ne de başka bir kalbe nüfuz eder. İyi görünmek elbette ki en tabii arzusudur insanın. Endüstri iyi görünmek ve daha da güzelleşmek uğruna insanın kimyasını bozar.

Estetik operasyonlarla güzelleştiğini düşünen bir kadın, kendinden ne kadar kaçabilir, ne kadar kurtulabilir? Doğacak çocuk, annenin cerrahi estetik operasyon ile aldığı şekli kalıtsal miras edinemeyeceğine göre anne hem kendini hem herkesi kandırmış olmaz mı?

Endüstri, kadının “kadınlık kimliğini” alır odağına. Kadını kadın yapan duyguları, inceliği, zarafeti ve en önemlisi de anneliği ikincil önemde hedefler. Kadınlığı, anneliğin önüne geçirir. Kadın çocuk doğursa da üzerine bir türlü annelik gelmesin ister. Kadın anne olmanın sorumluluğundan daha çok mermer gibi bir cilde sahip olmakla meşgul olsun ister. Yaşını göstermesin, olduğundan daha genç görünsün ister. Kadınlar, kendilerine dayatılan yaş baskısını ve hep genç görünme dayatmasını önce kendileri reddetmelidir. Rilke, anne olmuş bir kadının güzelliğini, kendini çocuğunun hizmetine adamış olmasında görür. Yaradılışın gereği de budur.

Endüstri, her yıl kozmetik ürünlerinin, kremlerin içeriğini değiştirerek kadına güzellik pazarlar. Bu pazarda, güzellik sektörüne akıtılan servetler, uzman hesaplarına göre yeryüzünde açlığı tamamen ortadan kaldırabilir ama tüketim nesnesi olmaya rıza gösteren, ruhunu boş veren kimseye bunu anlatabilir misiniz?

“Boya desteğinde ne kadar yürünebilir ki?” diye sormuştu Edebiyat Kulesi’nde Nuri Pakdil. Sahi, esas yüzlerini, edalarını estetik cerrahi masalarına bırakan insanlarla nereye kadar? Kapitalizm, plastik güzellik satabilir ama güzelliğin kendisi asla satın alınamaz.

İlim Cephesi / Hatice Ebrar Akbulut – Güzelin Serzenişi,syf:42-46

Bu Âlemde Var Bir Güzellik

Gaston Bachelard, hayatının bir döneminde kuş yuvasını temaşa edebilmiş birinin felsefi düşünceyle tanışmış olduğunu söyler. Kuş yuvası karşısında yaşadığımız naif büyülenme ve bu büyülenmeyi tarif ederken söylediklerimiz, felsefî düşünüşün ilk ve temel adımlarıdır. İnsan, hayatının sonraki safhalarında çocukluğa, yetişkinliğe, yuvaya, tabiata, eve, duygu ve düşünceye “Kuş yuvası” imgesi üzerinden hayret, merhamet ve şefkat temelli bir bakış açısı geliştirebilir. Bakmasını bilirsek bir anneyi gözlemlemek, onu temaşa etmek de bize hayatın bilgisini, tılsımını verir. Annenin çocuğun gönlünü alması, evi düzene koyması, ev içindeki pürtelaşı, evin gönlüne ılık bir yağmur olması tarifsiz incelikler ve güzellikler içerir.

Kierkegaard, anneye her rastlayışında hayret duygusunun içini kapladığını hisseder. Küçük oğlunun elinden tutarak yürüyen genç bir annenin evladına müşfik bakışı, bütün ilgisini yavrusuna odaklaması ona çok manidar ve muhteşem görünür. Çocuğun kucak istemesi, olmadık sorular sorması, annesine zor hâller yaşatması buna mukabil annenin çocuğunu rahat ettirmek için verdiği uğraş görülmeye değerdir. Kierkegaard, tam da bu noktada mahcubiyete dikkat çeker. Annenin munis çehresinde neşe ile karışık, yapmacıksız bir mahcubiyet okunur. Bir anneyi böylesine izlemek, bir çocuğun kolay büyütülmeyişini de anlamaktır. Annelik hissi hem anneler için hem de anneliği anlamak isteyenler için muhtevası derinlikli bir metindir. Çünkü annelik biyolojik cinsiyeti aşan ulvi bir duygudur. Öyle olmasa Orhan Seyfi, ellerinden kayıp giden kızı için Veda Busesi’ni yazabilir miydi?

Kierkegaard’a göre evladını yitirmiş bir annenin kederi, dünyanın en şiirsel hâlidir. Dünyaya gelen bir çocuk için anne kadar sevinen ve ölüm gelip çocuğu aldığında da anne kadar üzülen kimse olamaz. Tevfik Fikret Vâlidelik isimli hikâyesinde, anneliğin zorluğunu ve güzelliğini içli sözlerle anlatır. Emine Hanım’ın bir kız evlâdı olur ama bu evlât doğumu, hastalığı ve ölümüyle anneyi hâlden hâle koyar. Annenin bu hisli hâli en taşkın nehirlere haber verilse o nehirler çağıldamaktan utanır. Tevfik Fikret “Ah vâlidelik, ne müthiş, ne mukaddes bir tutkusun” diyerek o tarifsiz ruh yüksekliğini dile getirir.

Yeryüzünde en çok şairane mukim annedir. Annenin/ kadının ne denli öğretici ve tesirli oluşunu en iyi şairler anlatır. Ellerinden, sözlerinden, bakışlarından belli olur anneler ve kadınlar. Karakoç’un şiirinde anneler, geleceğin aydınlık günlerini çağırır. Mecnun nasıl aşkıyla cihanı iyileştiren, sözüyle gönüllere sükûnet veren biriyse Leyla da başkasının acısını duyandır. Bilgin bir annedir Leyla, göğümüze kanat gerer. Bu anneler yalnızca kendi yaralarını sarmaz, başkalarının yaralarını da sağaltır. Mücadelecidirler, çöken sis ve karanlığı dağıtırlar. Bireyi de toplumu da kurtaracak olan bu bilgin annelerdir.

Modern bakışın unuttuğu, vicdanın ve aklın iflas ettiği nokta burasıdır, kimsenin kimse için bir kurtarıcı olamayacağıdır. Buradaki kurtarma, iyiliğin insandan insana tesiri ve nihayetinde kalplere yerleşmesidir. Kişinin kendi rahatından gönüllü olarak feragat etmesinin ne demek olduğunu yani olgunluğu kavramasıdır.

Anne, hayata dair ilk kelimeyi öğreten, şifahi kültürün taşıyıcısı ve geleneğin anlatıcısıdır. Bir gün gitse bile yokluğuyla evladını çaresiz bırakmayan, onun ruhunu zorluklara hazırlayandır. Her çocuğun annesi “Annem hiç ölmemiş gibi”dir. Çocuk annesiyle her köşe başında, her surette, her tecrübede karşılaşır. Küçük yaşta annesini kaybeden Ahmet Haşim, karşılaştığı her kadının yüzünde annesinden bir iz arar. Göl Saatleri, şairin bütün hayatına mühür vurur. Annesinin naaşını toprağa veren Yahya Kemal de onun gülümseyen gözlerini semavi, engin ufuklar olarak yâd eder. Şair için ufuklar bu yüzden elem yüklüdür. Anne, bir imge olarak bu şairlerin sanatında eşsiz bir kaynağa dönüşür.

Tabiatını yitirmeyen bir kadın, statüsü ne olursa olsun, hayat şartları onu nereye getirmiş olursa olsun anneliğini feda etmez, onu hiçbir şeye değişmez. Güzel, kendinde içkin olanı kendine zâit olanla takas etmez. Güzel olmak, güzelliği korumaya, onu teminat altına almaya yetmez. Marifet, güzelin sahip olduğu niteliklerin hakkını vermesi, ona yaraşır şekilde davranmasıdır. Kadın biyolojik olarak anne olmasa da annelik onda vardır. Modern ve feminist akıl, kadının anneliğini her bakımdan sorgularken kadının kadınlığını yüceltir, kutsar. “Anneysen her şeyi yapabilirsin” fikrine karşı çıkarken “Kadınsan her şeyi yapmaya muktedirsin” fikrini savunur.

Buna göre kadın, kadın olmak dışında her şeyi yapabilir. Feminist akıl anneliği kırılgan, kadınlığı ise sınırsız, hadsiz bir özgürlük olarak görür. Bir şey ne kadar kırılgansa bir o kadar dirençlidir. Had hudut tanımayan özgürlükse insanı dağıtır. Oysa güzel, her şeyi yapmaya kudretinin yetmeyeceğini bilendir. Hayal ettiğimiz her şeye erişemeyiz, her istediğimizi elde edemeyiz. İnsan, hayal ettiği ve dilediği her şeye kavuşsaydı bu onun için bir iyilik değil, felaket olurdu.

Güzel, tahayyül eder ama hayallerin ayartıcılığına kapılmaz. Sırf kendi arzusu için kendine yakışmayacak fiilleri meşrulaştırmaz. Modern ve feminist aklın kadın üzerinden yarattığı imaj, bir kadının bir şeyi yapması ve onu elde etmesi için istemesinin yeterli olduğudur. Feminist aklın kadına biçtiği rol metafiziksizdir. Kadını nesneleştirir, tenselliğe ve kapitalist hayat biçimine indirger.

Annelik, çocuğa kölelik olarak tanımlanamayacağı gibi çocuk da annenin kariyer planlamasında bir engel olarak görülemez. Bütün hizmeti anneye yıkan evlilikler, anneliği yaralar. Çalışma hayatının anneliği gözetmeden düzenlenmesi kadınlığı da insanlığı da değersizleştirir. Anneliği yaşamaya izin vermeyen sistemi sorgulamak, sözüm ona cesaretlendirme adına söylenen “kadının her şeyi yapabilme potansiyeli”nden çok daha hayati bir meseledir.

Bireysel ve toplumsal hayat düzeneği, kadının anneliğini gözetmeli, esas almalıdır. İnsanın ve toplumun ruhsal bütünlüğü, anneliğin itibarını en yüksekte tutmamızı icbar eder.

İlim Cephesi / Hatice Ebrar Akbulut – Güzelin Serzenişi,syf:52-56

Eşler Birbirlerine Olan Bağlılıklarını Nasıl Artırabilir?

Bir milletin ve toplumun temel taşı ailedir. Aile ana, baba ve evlenmemiş çocuklardan meydana gelir. Her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti aile yuvasıdır. Evlerimizi, yuvalarımızı İslami ölçülerle ve imanın ışığında kurduğumuz takdirde yuvalarımız bir cennet köşesi, saadet ve huzur bahçesi olur. Sağlam esaslar üzerine kurulan mesut yuvalardan meydana gelecek toplum da huzurlu olur.

Karı, koca ve diğer aile fertleri arasındaki münasebet, yakınlık, hürmet, şefkat ve muhabbet yalnız bu kısa dünya hayatı ölçüsüyle değil, ahirette, ebedi hayatta bu münasebetlerin devamı ölçüsüyle hareket edilmesi lazımdır. O zaman aralarındaki hürmet, şefkat ve sadakat samimî olur. Daimi, ebedi ve sonsuz bir arkadaşlığın hatırı için birbirlerine her fedakarlığı, karşılıklı hürmet ve merhameti yapabilirler.

Bu saadeti Allah’a ve ahirete ve diğer iman esaslarına olan hakiki iman temin eder. Hakiki imanın hakim olmadığı bir ailede her şey geçici ve menfaate dayalıdır. Temel çürük, merhamet mecazî, saygı ve sevgi yapmacıktır, hayvanidir. Menfaatlerin ve galip hislerin merhamet ve hürmeti mağlup ettiği bir ailede, o dünya cenneti cehenneme döner. Aile fertleri azap içinde kalır.

Aile yuvası bir binaya benzetilecek olursa, o binayı ayakta tutacak 4 temel direk vardır: Karşılıklı sevgi, müsamaha, itimat ve fedakarlık…

Bir ailenin mutluluk içinde yaşaması, birbirine güven, emniyet, sadakat, samimî hürmet ve muhabbetle devam eder. Bunların kaynağı da kuvvetli bir imandır. Bu hakikatlerle beraber, dikkat edilmesi gereken diğer konulara gelince:

İnsanlar büyük oranda severek, en azından, isteyerek evlenirler, zorla veya istemeden evlenenlerin sayısı son derece azdır. Ancak buna rağmen bazı evliliklerinin üzerinden henüz kısa bir zaman geçmeden eşler tartışmaya, kavga etmeye, birbirlerini suçlamaya, başlayabilir. Bu yıpratıcı sürecin önü güzel bir niyet, yapıcı bir iletişim, empati ve anlayışla kesilmezse eşlerin arasında duygusal kopuşlar başlar, duvarlar örülür ve belirli bir zaman sonra da birbirlerinden uzaklaşır, gönül bağları zayıflar.

Geçmiş olumsuzlukları affedin

Belirli bir zaman aralığında eşlerin birbirine karşı yıpratıcı söz ve davranışları süreklilik haline gelmişse, tekrar eski günlere dönülmesi oldukça zordur. Yaşananlar arakada büyük ve kirli tortular bıraktığı için, onları temizleyip hayat arkadaşı ile yeniden gönül bağı kurmak çok kolay olmaz. Çünkü çiftlerin nefis, hissiyat, şeytan, ene ve gururları birbirlerini affedip, geçmişi unutmalarına engel olur. Eşler birbirlerini affetmedikçe de yakınlaşma olmaz. Eğer yeniden yakınlık kurulması isteniyorsa bunun yolu, geçmişi affedip, eskinin yükünden tümüyle kurtulmak ve yeni bir sayfa açmaktan geçiyor. Nitekim Yüce Yaratıcımız da Kur’an-ı Kerim’de huzurun ve barışın sağlanması için insanları sık sık affetmeye davet ediyor:

“Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükafatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.”

(Şura, 40)

“…Affetmeniz takvaya daha uygundur. Aranızda iyilik ve ihsanı unutmayın. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla görür.”

(Bakara, 237)

Kendinizi, beklentilerinizi ve duygularınızı tanıyın

Eşinizle yeniden gönül bağı kurmanız için, bir diğer öncelikli adım ise kendinizi iyice tanımanızdır. Çünkü kendinizi tanımadan, nerde hangi yanlışları yaptığınızı veya hangi yanlış davranışı neden yaptığınızı gerçekten anlamadan ve eşinizden tam ne istediğinizi bilmeden ona yeniden bağlanamazsınız. Bağlansanız da kısa süre içinde yine eski haline dönersiniz.

Bunun için ikinci öncelik olarak kendi duygularınızı iyice analiz etmelisiniz. Örneğin eşinize neye ve neden kızdığınızı, öfkelendiğinizi iyi anlamanız gerekir. Verdiğiniz tepkiler, gerçekten eşinizin hatalarıyla orantılı mıdır yoksa gereğinden fazla veya gereğinden az mıdır? Çünkü eşimizin aslında zararlı olmayan veya çok az sıkıntı olan bazı davranışları veya sözleri bizim geçmişten getirdiğimiz korkularımızı, kaygılarımızı tetikler; bazen de onlara yanlış anlamlar yükleriz. Bundan dolayı da gereksiz tepkiler veririz. Bazen de insanın kendisiyle, geçmişiyle ilgili olumsuz duyguları, onun eşiyle yakınlaşmasını engeller. Örneğin ‘güvensiz bağlanma korkusu’ olanlar, eşlerine çok yakın olmaktan kaçınır. Bu durumda eşi ona yakın oldukça o bir şekilde bir bahane bularak öfkelenir, küser, sesini yükseltir. Sonunda karşısındakini kendisinden uzaklaştırır. Ama tüm bunları bilinçli değil, bilinçaltının yönlendirmesiyle yaptığı için fark etmez.

Eşinize karşı hissettiğiniz, daha doğrusu, sizin ona bağlanmanıza engel olan duygularınızı anlamaya çalışın. Gerçekten ona olan uzaklığınız, onun bir kusuru veya eksikliğinden mi kaynaklanıyor, yoksa sizin ruhunuzun derinliklerinden yatan başka bir şeyden midir? Örneğin bunun nedeni yalnızlık, terk edilme, sevilmeme şemanız mıdır? Çünkü terk edilme şemanız varsa, eşinizin yaptığı en küçük bir hareket karşısında, örneğin sizinle bir süre ilgilenmeme, yalnız bırakma gibi durumlar, sizi terk edeceğine bir işaret gibi algılarsınız ve bu davranışına aşırı tepki verirsiniz.

Tüm bunları aşmak için de uzun bir gözlem yoluyla kendinizi dinelmeniz, tanımanız ve iç görü kazanmanız gerekir. Daha da önemlisi bu olumsuz duygularla eşinizi suçlamadan yüzleşmeniz gerekir. Bunları yaparsanız eşinizle yakın bir iletişime geçmeniz çok daha kolay olacaktır.

Eşinizi, ailesini ve kültürünü iyi tanıyın

Evlilikte eşlerin arasının açılmasına, gönül bağlarının bozulmasına neden olan bir diğer önemli etken de, karşı tarafı erkek ya da kadın olarak ve de insan olarak iyi tanımamaktan kaynaklanan hatalar, yanlış yorumlar ve düşünce çarpıtmalarıdır. Nitekim bazı çiftler 20-30 yıl gibi uzun bir süre evli olmalarına karşın hala birbirlerinin duygularını, düşüncelerini, hassasiyetlerini tam olarak bilmezler.

Bu durum, iki şekilde evlilik ilişkisine zarar verir, gönül bağını zedeler:

Birincisi; eşinin duygularını, hassasiyetlerini bilmediği için onun ihtiyaçlarını ve beklentilerini karşılayamaz ve onda hayal kırıklığı doğurup kendisinden uzaklaşmasına neden olur. Karşı taraf da anlaşılmadığından ve duyguları incindiğinden ve doyurulmadığından dolayı ya ümitsizliğe kapılıp kendi kabuğuna çekilir veya bağları iyice koparır.

Yaratılışı gereği ailesini himaye etmekle görevli olan erkek, kendisine başarılı, güçlü ve yeterli duygularını veren kadının yanında kendisini iyi hisseder. Bunun tersi olan sürekli şikayet edilen, takdir edilmeyen, evi idare etmede yeterli görülmeyen, kendisine Kuran’ın tabiriyle kavvam gibi davranılmayan erkek kendisini kötü hisseder. Sonuçta ya annesine kaçar ya kendi içine sığınır veya ev dışında başka eylemlere başvurur. Örneğin işkolik olur, arkadaşlarına takılır, haram ve riskli olan bağımlılıklara yönelebilir. Bundan dolayı erkek; eşi ve diğer aile üyeleri için yaptığı şeylerden dolayı takdir edilmeli, iyi bir eş ve iyi bir baba olduğu vurgulanmalı. Bazı davranış ve sözlerini değiştirirse daha iyi olacağı sıklıkla dile gelmelidir. Akşam evine geldiğinde, eşi tarafından, güler yüzle, tatlı sözlerle karşılanmalı ve ona iş yoğunluğunu hafifletecek bir ortam sağlanmalıdır. Huzur içinde yemek yedikten sonra çay sohbetinde, ailenin sorunları tonu hafif olan bir sesle sohbet tarzında dile gelmelidir. Bu şekilde karı-koca arasında gönül bağı haliyle güçlenecektir.

Burada koca ile iletişimde, kadınlığa özgü nazik, latif davranış içinde olmak ve sözler sarf etmek çok önemlidir. Çünkü erkeği de kadını da ancak zıddı çeker, cazip gelir ve ruhunu tamamlar. Kadın, kocasıyla bir erkek gibi güç mücadelesine girerse, ona bir erkek gibi sert ve otoriter bir sesle konuşursa, giyim, kuşam ve davranışları erkeğe yakınsa kocası nazarında cazibesini kaybeder. Çünkü Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle “Kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü siretidir (güzel ahlakıdır). Ve en kıymettar ve en şirin cemâli ise, ulvî, ciddî, samimî, nuranî şefkatidir.” (Sözler, 32. Söz, 3. Mevkıf)

Görüldüğü gibi kadın, kendi cinsiyetinin, fıtratının ona verdiği güzellikle davranırsa kocasını mutlu eder, gönül bağını güçlendirir ve daha da önemlisi kendisi de mutlu olur.

Eşlerin birbiriyle gönül bağına zarar veren bir diğer etken de, kadının aşırı kıskançlığı ile kocasını güvensizlikle itham etmesi. Erkeğin eşine sadık olduğunu bildirmesine karşı güvensizlik ve kıskançlık devam ettiğinde erkek, kendisini değersiz, çaresiz, savunmasız ve boğulmak derecesinde kontrol altında hisseder. Bu durumda da maalesef eşinden adım adım uzaklaşır. Bunun için aşırı kıskançlık duygularından kaçınmak, eşine bu konuda güvendiğini ifade etmek, telefonlarını, hesaplarını kontrol etmekten vazgeçmek erkeği hanımına daha çok bağlayacaktır. Kocanızı, kontrol altında tutarak değil kadınlığınızla, sevginizle, güveninizle ve ona sağladığınız huzur ortamı ile kendinize daha çok bağlayacaksınız.

İkincisi; eşinizi iyice tanımanızın aranızdaki sevgi bağlarının güçlenmesine bir diğer katkısı da yanlış anlaşılmaların önüne geçmek olacaktır.

Karı-koca arasında yaşanan sorunların çok büyük bir kısmı karı-kocanın, bir diğerine kendi cinsiyetinin bakış açısıyla bakmasından kaynaklanır. Cinsiyetlerin olay ve olgulara bakışı arasında bazen dağlar kadar fark var. Bu durumda haliyle yanlış anlaşılmalar, kırılmalar, küsmeler de çok fazla olur.

Örneğin kadın üzüldüğünde, bir sorun yaşadığında bunu kocasıyla paylaşmak ister, konuşmak, içini dökmek ister ve daha da önemlisi kocasının yanı başında olmasını ister. Ancak birçok erkek, bir sorun yaşadığında içine kapanır, paylaşmak istemez, bir süre kendi mağarasına çekilir. Bu süre zarfında üzerine gelinmesini istemez, sorunu kendi içinde yaşamayı tercih eder.

Kadın, kocasının bu tavrını, “İlgisiz, beni sevmiyor, benden kaçıyor, değer vermiyor” şeklinde yorumlar ve eşini itham etmeye başlar.

Tüm bunların yanında kocanızın insan olarak da kişiliğini iyi tanırsanız aynı şekilde ilişkinizi yıpratmaktan kurtarırsınız. Çünkü kocanızın yaptığı ve sizi rahatsız eden birçok davranış belki de sizinle alakalı değil, onun geçmişiyle alakalıdır. O size tepki verirken, aslında derinde yatan duygu, kendi çocukluk acılarıdır.

Bunlar bilindiği zaman, kızmak ve küsmek tepkileri, yerine kadınlığa mahsus şefkate ve sevgiye bırakacaktır.

Eşinizin iyi yönlerine, sevilmeye değer özelliklerine odaklanın

Karı-koca, birbirilerinin küçük hata ve eksikliklerine odaklandıklarında bunları değiştirmek için bir diğerini zorlamaya başlarlar. Bir taraftan kişiliğe yönelik eleştiri geldiğinde, diğer taraf bunu gurur vesilesi yapıp başlar. Bazen de hızını almaz, karşı tarafın daha önce dile getirmediği kusurlarını ifade etmeye başlar. Konu zamanla tıpkı bir kartopu gibi her ikisini de altına alıp ezecek kadar büyür.

Eşinizle gönül bağınızı güçlendirmek için elinize bir kalem kağıt alın ve onun insan olarak, mümin olarak, eş olarak, anne ya da baba olarak tüm iyi taraflarını, güzelliklerini yazın. Tüm güzellikleri unutmadan yazmanız için kendinize bir hafta on gün zaman ayırır. İyice yazdıktan sonra göreceksiniz ki, eşinizin sevilmeye, takdir edilmeye değer özellikleri olumsuz özelliklerinden çok daha fazladır.

Yazdıklarınıza sık sık göz atın ve sizin için ne kadar değerli olduklarını düşünün. Örneğin sizi bir gün sabah namazına uyandırmış ise, bunun karşılığını dünyada hiçbir şeyle ödeyemeyeceğinizi, sırf bunun için bile olsa onu sevdiğinizi hayal edin. Size karşı söylediği güzel sözleri, iyilikleri, fedakarlıkları düşünün. O zaman bağınız daha çok artacaktır.

Unutmayın “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri)

Eşinize duygusal olarak da yakın durun

Fiziksel olarak yan yana durmak ama duygusal olarak mesafeli olmak evlilik bağlarının zayıflamasına neden olur. Bunun çözümü de eşlerin karşılıklı olarak duyguları, düşünceleri, sırlarını anlayıp karşılık vermek ve paylaşmaktan geçiyor. Bunun için eşiniz üzüldüğünde, acı duyduğunda, kederlendiğinde veya yorulduğunda, bir tarafı ağrıdığında, empati ile onun yanında olun ve ilgilenirseniz hem onun çok hoşuna gider hem de siz bağlarınızı daha da güçlendirirsiniz.

Aynı şekilde sevincini de önemseyip onun yanında olursanız duygusal olarak ona daha yakın olduğunuzu hissedeceksiniz. Bunun yanında sizin de aynı şekilde kendi acı ve tatlı her duygularınızı, eşinize karşı hissettiklerinizi güzel sözlerle sık sık dile getirmeniz, ona duygusal ve sevgi ile bakmanız sizi birbirinize daha sıkı bağlayacaktır. Duygularınızla beraber düşüncelerinizi, sırlarınızı hatta hayretinizi paylaşmanız da sizi eşinize kalben daha da yakınlaştıracak. Çünkü;

“Bir işte mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalplerin en latifi, en şefiki, “kısm-ı sani” ile tabir edilen kadın kalbidir”

(İşaratü’l- İcaz, Bakara 25. ayetin tefsir)

Bağlanmak için ortak etkinlikler yapın

Bağlanma, aniden olacak bir durum değildir. Bunun için zamana ihtiyaç var. Ancak yukarıda sözünü ettiğimiz noktalar dikkat edildikten sonra belirli bir süreç içinde gelişecektir. Bu süreci hızlandırma adına size bir diğer tavsiyemiz, eşinizle birlikte ortak etkinlikler yapmanızdır. Bu fiziksel yakınlığı artıracağı gibi duygusal bağları da güçlendirir. Örneğin birlikte cemaat halinde namaz kılmak, birlikte Kuran ve tefsir okumak bunların başında gelir. Bunun dışında yürüyüşe çıkmak, uygun bir yerde baş başa oturup çay içmek, akraba ziyaretleri yapmak, evde birlikte spor yapmak, mutfakta yemek yapılırken veya sofra hazırlanırken yardım etmek, birlikte TV’den, internetten dünya ve ahiret saadetinize kuvvet verecek programlar izlemek ve onlar hakkında konuşmak gibi aktiviteler bağlarınızı güçlendirecektir.

Kaynak: Sorularla İslamiyet

Birbirine yabancı iki kişi, Allah adına söz vererek; sevgi, samimiyet ve sadâkat esasına dayalı bir yuva kurarlar. Aile olurlar. Böylece artık birbirlerine en yakın iki insan oluverirler. Peki bundan sonra eşlerin birbirlerine karşı görevleri nelerdir? Huzurlu bir aile hayatı için neler gereklidir?

Cenâb-ı Hak, âile müessesesinde birçok hikmetin gizli bulunduğunu şöyle beyân eder:

“O’nun (varlığının ve birliğinin) delillerinden biri de kendilerine meyledip ülfet edesiniz diye kendi cinsinizden size eşler yaratması ve aranızda bir muhabbet ve şefkat peydâ etmesidir. Şüphesiz ki bunda tefekkür eden bir topluluk için nice deliller vardır.”

(er-Rûm, 21)

Hakikaten, âile tesis edilirken, ilâhî kudret akışlarının bir tecellîsi olarak, birbirine yabancı iki kişi, Allah adına söz vererek; sevgi, samimiyet ve sadâkat esasına dayalı bir yuva kurarlar. Böylece artık birbirlerine en yakın iki insan oluverirler. Üstelik kurdukları yuva da kendilerine, ayrıldıkları baba evinden daha sıcak bir hâle gelir.

Lâkin bu sıcaklığın devamı için gelin ve damat beyin dikkat etmesi gereken bazı hususlar vardır. Bunlardan biri de, yeni evlenen gençlerin, kayınpeder ve kayınvâlidelerine karşı aynen kendi ebeveynlerine gösterdikleri hürmet ve muhabbet hissiyâtı içinde davranmalarıdır. Onları kendi annelerinden sonra bir anne, kendi babalarından sonra bir baba olarak görmeleri şarttır. Ayrıca bu şekilde davranmak, kayınvâlidenin kendi gelinini öz kızı gibi görmesine, diğer taraftan damat beyin de evin yeni bir oğlu gibi telâkkî edilmesine vesîle olur. Böylece damat ve gelin hanımın yeni evlerinde îtibarları daha da artar. Arada derin bir muhabbet oluşur. Bunun neticesinde de gönüllerde ayrı bir huzur, hânelerde de ayrı bir bereket meydana gelir.

Eşlerinize İyi Davranın

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;

“Kadınlarla iyi geçinmeyi ve onlara güzel davranmayı”

(en-Nisâ, 19.) emir buyurmuştur. Efendimiz de, eşler arasında herhangi bir ihtilaf mevzubahis olduğunda, münakaşaya mahal vermeyip gönüllerdeki muhabbetin sâfiyetine zarar gelmemesi açısından bir erkeğin yapması gerekeni şöyle bildirmektedir:

“Bir mü’min, hanımına buğzetmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.”

(Müslim, Radâ‘, 61)

Düşüncelerine Saygı Duyun

Her insanın farklı mizaç ve fıtratla yaratılmış olduğu, şüphe götürmez bir gerçektir. Nitekim Ashâb-ı Kirâmın Efendimiz’e aynı suâli tevcih etmelerine rağmen, farklı fıtratları îcâbı, farklı cevaplara muhatap olmaları, bunun bâriz bir misâlidir. Bir de her insanın, yetişmiş olduğu kültürden kaynaklanan farklı bakış açıları olabilir. Bunu bir misalle anlatmak îcâb ederse, meselâ bir odanın hem güneye hem de kuzeye bakan bir penceresi varsa, o pencerelerden görülen manzara aslâ bir olmayacaktır. Dolayısıyla kuzeye bakan bir kimse, güney penceresinden bakan kimseye “Niçin benim gördüklerimi görmüyorsun?” deme hakkına sahip değildir. Âile içerisindeki huzur ve saâdetin temini ve devamı için bu noktayı da göz ardı etmemek lâzımdır.

Yargılamadan Önce Kendinizi Eleştirin

Nefs, insanı dâimâ “Ben”le kandırır. Kişiye; “Ben bilirim!” “Ben daha iyi yaparım!” “Ben yanlış yapmam!” “Bu evde en çok ben hizmet ediyorum!” gibi sözler söyletir. Böylece kendini herkesten üstün görme hastalığına dûçâr eder. Gurur ve kibre sürüklenen insan ise, şeytana büyük bir fırsat verdiğinden her an hata yapmaya meyyaldir.

Unutmamak îcâb eder ki gönülleri; tevâzu, mahviyet, mahlûkâta şefkat ve merhamet duygularıyla tezyîn etmenin en müessir yolu, Allah rızâsı için hizmet etmektir.

Hizmet, gönülleri mânevî zirvelere ulaştıran müstesnâ ve ulvî bir basamaktır. Öyle bir basamak ki, ilâhî vuslat ve sonsuz mükâfâta mazhar olanların cümlesi; peygamberler ve evliyâ, ebrâr ve asfiyâ, hep bu basamağın üzerinde yücelmişlerdir.

Lâkin günümüzde nice insan, makam, mevkî veya maddî imkân bakımından üst seviyede olduğunda, kendini hizmetten müstağnî görebiliyor. Hâlbuki Efendimiz bizim her hususta en güzel rehberimiz olmalı, değil mi? Efendimiz:

“Bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir.”

(Beyhakî, Şuab, I, 334; VI, 334; Deylemî, Müsned, II, 324; Ali el-Müttakî, Kenz, no: 24834.) buyurmuyorlar mı?

Nitekim Efendimiz, hânelerinde bulunduğu vakti üçe bölerlerdi. Birini Allâh’a ibadete, diğer vaktini âilesine, üçüncüsünü de şahsına ayırırdı.

Kendisine ayırdığı zamanını, avâm-havâs insanların hepsine tahsis eder, onlardan kimseyi mahrum bırakmazdı, hepsinin gönlünü fethederdi.

Hattâ Âişe Vâlidemiz şöyle buyurmuşlardır:

Resûlullah evdeyken boş durduğu hiç görülmemiştir. Ya bir yoksulun ayakkabısını tâmir ederdi veya bir kimsesizin elbisesini dikerdi.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, I, 200)

Peki, Efendimiz’in ümmeti olmakla şereflenmiş olan bizler, neler yapıyoruz?

En Mesut Aile Yuvasının Formülü Ne?

Efendimiz, bütün insanlığa bir “üsve-i hasene”, yani emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak lûtfedilmiştir. Dolayısıyla dünyadaki en mesut âile yuvası da, Efendimiz’in yuvasıdır. Peki, o yuvada ne vardı?

Allah rızâsı vardı. Rûhâniyet vardı. Bunun getirdiği derin bir muhabbet vardı. Bu muhabbetin neticesinde, o mübarek yuvada bir lüks, gösteriş, kibir yoktu, tevâzû vardı. Bencillik yoktu, fedakârlık vardı. Cimrilik yoktu, cömertlik vardı. İsraf yoktu, kanaat vardı.

O yuvada dünyaya âit bir şey yoktu. Fakat o yuva mânen çok zengindi. Zira o yuva, fakir ve gariplerin müstefid olduğu bir âile vakfı gibiydi.

Bizim de kurduğumuz yuvalar israf ve lüksten uzak olmalı. Bir infak ocağı olmalı. Çünkü Cenâb-ı Hak, infâkı bol olan bir yuvaya, bahar yağmuru gibi bereket yağdırır. İşte bunun bâriz bir misali de Efendimiz’in yuvasıdır.

Nitekim Âişe Vâlidemiz şöyle anlatıyor:

Resûlullah’ın aile efrâdı; Medine’ye geldiği günden vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

Dilesek doyabilirdik. (Yani bu açlık, yokluktan değildi. Gazvelerden bize ganîmetler, hediyeler ve benzeri imkânlar gelirdi.) Fakat Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (mü’min kardeşlerini kendine tercih makamında) îsârda bulunurdu. (Böylece elimize geçeni bu şuur ve idrâk ile hemen Allâh’ın kullarına infâk ederdik.)” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, III/62 [1396])

Allah Resûlü’nün cömertlikten ve ikram etmekten aldığı mânevî lezzet, kendisine maddî açlığını unuttururdu.

Kusur Arama

Nefs, hep karşısındakinde kusur aramaya meyyaldir. Lâkin tasavvufun insana öğretmeye çalıştığı husus, dâimâ kendi hata ve kusurlarının farkına varmaktır. Bu idrâke varmış bir gönül, karşısında kim olursa olsun, ona tepeden bakamaz, onu hor ve hakir görmez. Diğer taraftan herkes kendi hatâlarının affedilmesini ve unutulmasını ister. Yanlışın verdiği mahcûbiyetin ıztırâbından kurtularak doğruluğun huzuruna varabilmenin yollarını arar. Kendisi için böyle düşünen bir insanın, başkalarını affetmeyip kusurlarını araştırması ne kadar insafsızca bir davranıştır!

Biz, Allâh’ın kullarını affedelim ki O da en fazla muhtaç olduğumuz bir günde bizi affeylesin. Yani affede affede ilâhî affa lâyık hâle gelelim.

Zira Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede kullarına soruyor:

“…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..”

(en-Nûr, 22)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi – İslam ve İhsan

Temim ed-Dârî’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v.) “Din samimi olmaktır.” deyince sahabeden bazıları “Kime karşı samimi olmaktır Ey Allah’ın Rasulü?” diye sordular. O da “Allah’a, Kitabı’na, Rasûlü’ne, Müslümanların önderlerine ve bütün Müslümanlara karşı.” buyurdular.

Hadisin bazı rivayetlerinde Rasûlullah’ın (s.a.v.) “Din samimi olmaktır.” sözünü tekitli ve üç defa tekrarladığı belirtilmiştir. Hadise göre Müslüman’ın temel özelliğinin samimiyet olduğu ve bunun da beş aşamada gerçekleşeceği bildirilmektedir. Âlimler bu hadisin dinin dörtte birini oluşturduğunu belirtmişlerdir. Hatta Nevevî diğer üçüne de gerek kalmadan bu hadisin İslam’ı özetlemeye yetebileceğini belirtmektedir.

Hadise göre Müslüman için samimiyetle bağlanılması gerekenler beş olarak sayılmasına rağmen belki bunları üç grupta toplamak mümkündür. Bunlardan birisi Allah’a, Kur’ân’a ve Rasûlü’ne karşı samimi olmaktır. İkincisi idarecilerine karşı samimi olmaktır. Üçüncüsü de bütün Müslümanlara karşı samimi olmaktır. 

Allah’a, Kur’ân’a ve Rasûlü’ne karşı samimi olmak bir yerde Allah’ın Kur’ân’daki emirlerine, Rasûlü’nün sünnetine de şeksiz şüphesiz sarılmakla olur. Çünkü Allah ve Rasûlü’nün karar verdiği bir konuda onların tercih hakkı yoktur: “Allah ve O’nun Rasûlü bir işe hükmettiklerinde, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadının o işlerinde kendileri için tercih-seçim hakkı yoktur. Kim Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne isyan ederse gerçekten apaçık bir dalaletle sapmıştır.” Ahzâb 33/36

Allah’ın (ve Rasûlü’nün) verdiği kararda inanmışların tercih hakkı olmamakla birlikte onlara daha içten davranmak belki kalitelerini ortaya koymaktadır. Allah’a karşı samimiyet aynı zamanda Cibril (a.s.) hadisinde de belirtildiği gibi ihsan seviyesinde yani her ne kadar biz onu görmesek de Allah’ın bizi her an gördüğünü bilerek hareket etmektir. Allah’ın bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu bilip ona göre hareket etmektir samimiyet. “Andolsun ki insanı biz yarattık; nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz, ona şah damarından daha yakınız.” Kâf, 50/16 İçimizle dışımızın bir olmasıdır samimiyet. Allah’ın utanan bir varlık8 olmadığını; fakat kendisinden utanmaya en layık olduğunu bilmektir samimiyet. “Allah, insanlardan daha çok kendisinden utanılmaya layık olandır.”

Samimiyet emredilen aşamalardan birisi de yöneticilerdir. Bunun karşılıklı olması gerektiği unutulmamalıdır. Birincisi yönetilenlerin yani halkın sorumluluğu, işi ehline vermek ve meşru otoriteye itaat etmektir: “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan yöneticilere de…”

Yöneticilerin sorumluluğu ise çalışıp halkına karşı samimi olmak ve işlerini danışarak yürütmektir: “Eğer bir idareci Müslümanların işini üzerine alır, sonra onlar için çalışıp samimiyet göstermezse onlarla birlikte cennete girmez.” “Onlar işlerini aralarında danışma ile karara bağlarlar.” “İş konusunda onlara danış.”

Müslüman bütün hal ve davranışlarında samimi olmalıdır. Samimiyetin zıddı olan riya, ikiyüzlülük, münafıklık, yalan, aldatma ve kandırma gibi niteliklerin samimiyetle bağdaşmayacağı bilinmelidir.  Allah Teâlâ, Mü’minûn suresinde kurtulan mü’minlerin özelliklerinden bahsederken ilk sırada namazları hususunda samimi/huşû içinde olanları saymaktadır. Namazlarda gösteriş yapanları ise kınamaktadır.

Müslüman, Allah’a, Kur’ân’a, Rasûlullah’a (s.a.v.) ve bütün inananlara karşı söz, fiil ve davranışlarında samimi olmalı ve yalnızca Allah’ın rızasını gözetmelidir. “Hâlbuki onların da yalnız hakka ve tevhide yönelerek, (Allah’ın dinini ve düzenini içtenlikle benimseyerek samimiyetle toplumlarında uygulayıp) Allah’a kulluk ve ibadet etmeleri, (O’nun şeriatına bağlanmaları, O’na boyun eğmeleri, namazı âdâbına riâyet ederek, aksatmadan âşikâre kılmaları, vicdanlarını, servetlerini, sosyal bünyelerini arındıran, berekete vesile olan) zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte (sağlıklı bir toplumun dini, insanlığı, insanî değerleri ayakta tutacak) hak din, (zamanla değişmeyen tabiî hukuk kurallarını içeren şeriat, düzen, medeniyet) budur.”

Müslüman’ın niyeti ve samimiyeti sayesinde evinde otursa dahi sevap kazanacağını Efendimiz belirtmektedir. O, Tebük Gazvesi’ne katılamayan bazı sahabeler hakkında şöyle demektedir: “Medine’de bizden geride kalan öyle kimseler vardır ki, bir dağ yoluna, bir vadiye girdiğimizde onlar da bizimle yürüyormuş gibi sevap kazanırlar. Çünkü onları birtakım mazeretleri alıkoymuştur.”

İslamiyet’te sayı önemli olmakla birlikte sayıdan daha çok içinde samimiyetin olduğu keyfiyetin daha önemli olduğu unutulmamalıdır. “Nice az topluluklar daha fazla topluluklara Allah’ın izniyle galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.”

Bir kudsî hadiste Allah’ın en sevdiği ibadet, “kulun Allah’a karşı samimi olması” olarak belirtilmiştir. “Allah buyuruyor ki: Kulumun en çok sevdiğim ibadeti bana karşı samimi olmasıdır.” Hatta samimiyetle yapılan az ibadetin kurtuluş için yeterli olabileceği belirtilmiştir. “Dininde samimi olursan az ibadet de sana yeter.”

Kendin için istediğini kardeşin için de istemektir samimiyet. Kardeşini aldatmaktansa aldanmaktır samimiyet. Mevlânâ’nın deyimiyle “olduğu gibi görünmektir veya göründüğü gibi olmaktır.” samimiyet. İlkeleri çiğnememe uğruna hapsi göze alabilmektir: “Ey Rabbim! Bu kadınların istedikleri şeyi yapmaktansa hapiste çürümeyi yeğlerim.” Samimiyet Cerîr b. Abdullah’ın yaptığı gibi Müslümanlara samimi davranacağımıza Rasûlullah’a (s.a.v.) söz verebilmektir: “Ben Rasûlullah’a, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek ve her bir Müslüman’ın samimiyetle hayrını istemek üzere bey’at ettim.”

Doğruluk ve samimiyet Müslüman’ın yirmi dört saatini kapsamalıdır. Hatta onun karakteri olmalıdır. O, Allah Rasûlü’nün öğrettiği şu duayı kendisine hayat düsturu edinmiş olmalıdır: “Ey Rabbim! (Girişeceğim her işe ve gireceğim her yere) doğruluk ve samimiyetle girmemi; (bırakacağım her işten ve çıkacağım her yerden) doğruluk ve samimiyetle çıkmamı bana nasip eyle.”

Yrd. Doç. Dr. Mustafa Karabacak

SELAM VE DUA İLE

Komşularımıza Karşı Sorumluluklarımız

Mukaddes dinimiz İslamiyet, adeta bir haklar manzumesidir. Haklar, önce ana hatlarıyla Hukûkullah=Allah’ın hakları ve Hukûkul-ıbâd= kulların hakları diye iki kısma ayrılır.

Kul hakları çok çeşitlidir: Karşılıklı olarak ebeveynin (ana-babanın) hakları-evlâdın hakları, hoca hakları-talebe hakları, eşlerin hakları (karı-koca hakları), komşu hakları, umumi olarak Müslümanların hakları, gayr-i müslimlerin hakları, hayvan hakları gibi muhtelif haklar vardır.

“Komşu komşunun külüne (ateşine) muhtaçtır.” atasözü, komşuların her zaman birbirlerine muhtaç olduklarını ve komşuluğun mühim fonksiyonunu ne kadar güzel ifade etmektedir.

“Güzel komşuluk et ki hakiki mümin olasın.” hadis-i şerifi, iyi komşuluğun imanla da ilgisinin olduğunu açıkça gösteriyor. Salih kimselerle komşuluk çok büyük nimettir. Bir hadis-i şerifte buyruldu ki: “Ev satın almadan önce, komşuların nasıl olduklarını araştırın! Yola çıkmadan önce de yol arkadaşınızı seçin!” (Şir’atü’l-İslam)

Komşuyu incitmek, başkalarını incitmekten daha kötüdür. Çünkü hadis-i şeriflerde buyruldu ki:

“Namaz kılan, oruç tutan, sadaka veren, fakat dili ile komşularını inciten nice kimseler vardır ki gidecekleri yer cehennemdir.” (Hâkim)

“Komşusuna eziyet eden, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden de Allah’a eziyet etmiş olur.” (Ebu’ş-şeyh) Bu hadisin diğer bir rivayeti de şöyledir: “Komşusuna eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden de Allah’a eziyet etmiş olur. Komşusu ile kavga eden benimle kavga etmiş olur. Benimle kavga eden de Allah’la kavga etmiş olur.”(Ebu Nuaym)

Her Müslüman, diğer Müslüman kardeşlerini en az kendisi kadar düşünmelidir. Müslüman, kendisine yapılmasını uygun görmediği şeylerin başkalarına da yapılmamasını istemelidir. 

Komşunun Hakları Çoktur

“Komşu senden yardım isterse yardım edersin. Borç isterse verirsin. Fakir düşerse gözetirsin. Hastalanınca ziyaret edersin. İyi şeylerini tebrik eder, felâketlerinde sabır dilersin. Ölünce cenazesine gidersin.” (Harâitî)

Huccetü’l-İslam ilmihalinde, komşuluk bahsinde:

Ey Oğul! Komşunu gördüğün zaman hâl ve hatırını sor. Hasta olunca ziyaretine git. Komşunun evine gidince izin almadan içeriye girme. Elinden gelirse komşunun ihtiyacına yardım eyle. Komşuların hakkı çok mühimdir. Zira Peygamberimiz buyurdu ki: Komşunun miras hakkı gibi hakkı vardır; o da komşuluk hakkıdır. Eğer Müslüman ise sende iki hakkı vardır: Biri komşuluk hakkı, biri de Müslümanlık hakkı.

Cebrail aleyhisselam, komşu hakkının öneminden o kadar çok bahsetti ki komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim. (Buhari)

Bir kimse, komşusundan ne bekliyorsa kendisi de ona aynı şeyleri yapmalıdır! Çünkü hadis-i şeriflerde buyruldu ki: Allah’a yemin ederim ki, bir kimse kendisi için sevdiği istediği şeyi, komşusu veya arkadaşı için de sevmedikçe istemedikçe (kâmil manada) iman etmiş olmaz. (Müslim)

Allah’a ve ahirete inanan, komşusunu incitmesin! (Buhari)

Komşusu, kötülüğünden emin olmayan kimse (kâmil) mümin değildir. (Buhari)

Allah ve Resulü’nü seven, onların da kendisini sevmelerini isteyen, konuşunca doğru söylesin, emanete riayet etsin ve komşusu ile iyi geçinsin! (Beyheki)

Kendisinin iyi mi kötü mü olduğunu anlamak isteyen kimse, salih komşularının kendisi hakkında ne dediklerini öğrensin! “İyi” diyorlarsa Allah indinde de iyi olduğunu anlasın! (İbn-i Mâce)

Evet, salih komşularımız bizim hakkımızda iyi birisi mi diyorlar, yoksa kötü birisi mi diyorlar? Bu çok önemli.

İyi Komşu Nasıl Olur?

Komşu hakları çok mühimdir. Hadis-i şeriflerde buyruldu ki:

Komşuna ihsanda bulun ki (kâmil) mümin olasın! (Tirmizi)

Komşusu aç iken tok olan (kâmil) mümin değildir. (Taberâni)

Allah indinde komşuların iyisi, komşularına faydalı olandır. (Hâkim)

Evinizde pişen yemekten komşunuzun hakkını verin. (Şir’atü’l-İslam)

Sıkıntıya düşen komşusuna yardım edene, sıkıntısını giderene, kıyamette en kıymetli elbiseler giydirilir. (Şir’atü’l-İslam)

Müslüman’ın, komşusuna herhangi bir zararı dokunmaz; hatta onun sıkıntılarına da katlanır. Hadis-i şerifte buyruldu ki:

Kötü komşunun eziyetlerine ölünceye kadar sabredeni Allah sever. (Hâkim)

İyi komşu, sadece komşularına zarar vermeyen kişi değil, onlardan gelecek zararlara ve sıkıntılara da katlanan kimsedir. Hadis-i şeriflerde buyruldu ki: Malına veya çoluk-çocuğuna zarar verir korkusu ile komşusuna kapısını kapatan, onunla görüşmeyi kesen, (hakiki) mümin değildir. (Harâitî)

Komşuya hürmet, onunla iyi geçinmektir. Onu incitecek söz ve hareketlerde bulunmamaktır. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurdu ki: Zimmî (gayr-i müslim) komşunun bir hakkı, Müslüman komşunun iki hakkı, akraba olan komşunun da üç hakkı vardır.) (Bezzâr)

“Borç istediğinde verirsin, yardım istediğinde yardım edersin, muhtaç ise verirsin, hasta ise ziyaret edersin, ölürse cenazesine gidersin, bir nimete kavuşursa sevinirsin ve onu kutlarsın, bir musibete uğrarsa üzülürsün ve ona taziyeye gidersin, tencerenin kokusuyla onu rahatsız etmezsin, ona pişirdiğinden verirsin, binanın üzerine çıkmazsın, onun izni olmadan ferahlatıcı rüzgârını kesmezsin, meyve aldığında ona da hediye edersin, hiç olmazsa evine getirirsin; çocuğun onun çocuğunun gıpta edeceği bir şeyle çıkmaz. Ne dediğimi anlıyor musunuz? Komşunun hakkını ancak Allah’ın çok az nasipli kulu gözetebilir.” Bir defasında Efendimiz, Aişe annemize hitaben şöyle buyurmuşlardır: “Kurban etini dağıtmaya önce komşumuz yahudiden başla.”  (Kurtubî, V/188)

Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet olunduğuna göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ey Müslüman hanımları komşu hanımlar birbirleriyle hediyeleşmeyi küçümsemesin; hediyeleri bir koyun paçası bile olsa.” (Buhari, Hibe 1, Müslim, Zekat 90)

Bir kimseye zarar vermek, kalbini kırmak kötüdür. Fakat komşuya zarar vermek, onu incitmek daha kötüdür. 

Komşu kötü de olsa ona elden gelen iyiliği yapmaya çalışmalıdır! Müslüman, komşunun sıkıntılarına da katlanır. Ona zararı dokunmaz.

Prof. Dr. Ramazan Ayvallı

Madem Bir Yaratıcı Var O Halde Neden Kötülüklere Müsaade Ediyor?

Soruda yer alan problemin bugün itibarıyla taşıdığı mana şudur: Madem her şeye gücü yeten, yaratmasında kusur bulunmayan bir Allah fş- var, o halde neden yarat­mış olduğu bu alemde depremler, seller, hastalıklar gibi bilumum kötülükler var. Sonuçta bunları da Allah ya­ratmış olmuyor mu? Bunların varlığı, yaratmasında ku­sur olmayan bir ilahın yokluğunu gerektirir. Dolayısıyla “Kötülük problemi” başlı başına Allah’ın varlığına dair delil olarak getirilen ‘Gaye ve Nizam’ delilini çökertmek­tedir. özetle ateistlerin iddiası budur. Yani onlara göre evrende kötülüklerin bulunması hem düzen olmadığının hem de sanatında kusur bulunmayan bir yaratıcının var olmadığının bir göstergesidir.

Bu iddiaya cevap vermeden önce şu noktayı hemen belirtelim: Esasen bu problem yeni bir problem değildir.

Zira tarihte Mecusiler de âlemi yöneten iki tanrının ol­duğunu, bunlardan iyilikleri yaratanın Yezdân, kötülük­leri yaratanın ise Ehrimen olduğunu iddia etmişlerdir. Mu’tezile ise, Allah-’ı kötülüklerden tenzih etme dü­şüncesiyle şerri yaratanın Allah olmadığı şeklindeki batıl görüşü ortaya atmıştır. önceleri bu düşüncelerle yarat­ma itibarıyla Allah-’a nispet edilmeyen kötülükler son­raları başka bir yanlış teorinin doğmasına da sebep oldu.

Öyle ki 18. Yy filozoflarından David Hume (Ö.1776) kötülük problemini yaratıcının var olmadığı yönünde bir delil olarak kullanmanın kapısını açtı. Nitekim o şöy­le demişti: “Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor? Öyleyse o güçsüzdür. Yoksa gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor? Öyleyse o iyi niyetli de­ğildir. Hem güçlü hem de iyi ise, bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?”

Günümüz ateistleri de David Hume’in geliştirdiği bu mantık üzerinden ‘Kötülük Problemi’ ni Allah’ın var­lığım inkâr konusunda bir delil olarak kullanmaktadırlar. Oysa bu delil getirme şekli birçok açıdan bakıldığında so­runludur. Ne tarz sorunlar taşıdığı ve kötülük problemi diye gündeme getirilen bu meselenin bir problem olup olmadığı konusunu belli başlıklar altında özetleyerek izah etmeye çalışalım.

Kötülük Nedir Tespit Edebildik Mi?

Bu mesele üzerinde konuşurken her şeyden önce şu sorunun cevabını aramalıyız: Kötülük nedir? Zira bu cevabı ararken göreceğiz ki bu mesele üzerinden yara­tıcıyı inkâra kalkışanların mantığı gereği kötülük denen bir şey olamaz. Çünkü onların mantığı Naturalist ve Ma­teryalisttir. Onlar bu evrene sadece maddeci bir gözle bakmaktadırlar. Kötülük olarak nitelenen şeyler ise me­tafizikse! boyutu olan şeylerdir. Şayet onlar kendi adları­na tutarlı olmak istiyorlarsa, kötü olan bir olaya sadece atomların yer değiştirmesi açısından bakabilirler. Çünkü onlara göre tüm evrene bu nazarla bakılmalıdır.

Kötü olarak niteledikleri hastalık olayını ele alalım mesela: Onlara göre hasta olan kişide odaklanmamız gereken gerçek, insanın biyolojik manada uğradığı de­ğişimdir. Hücrelerin yeni bir hal almasıdır. Organların dinamik halini, zayıf bir hale devretmesidir. Peki bunda kötü olan taraf nedir? Değişim mi? Mutlak manada bir değişim ne zamandan beri kötü sayılmaktadır? Eğer güç- lüden zayıfa intikal etmesidir denirse bu da maddeci bir kafayla düşündüğümüzde mutlak anlamda bir ‘kötülük’ değildir. Zira söndürmek istediğimiz bir ateşin alevinin güçlülüğünü kaybederek zayıflaması bizim maksadımız açısından iyi midir kötü mü? Elbette iyidir, öyleyse mut­lak manada zayıflığa intikal kötü sayılamaz.

Şayet hastalığın kötü olma nedeni, insanda meydana getirdiği bitkinlik, yorgunluk ve moralsizlik gibi neden­lerle açıklanmaya çalışılırsa o halde deriz ki, bütün bunlar deneylenebilen şeyler değildir. Çünkü bunların tamamı histir ve metafiziksel boyut taşımaktadır. Hani siz fizikten öte bir gerçek tanımıyordunuz? Size göre bir depre­min fay hatlarının kırılmasından başka ne gibi bir izahı olabilir? Benimsediğiniz ideoloji size sadece atomların hareketlerini takip etmeyi gerçek olarak sunmuyor mu? O halde bu evrende yaz mevsiminin yerini kışa bırakması ile, sıhhatin yerini hastalığa bırakması arasındaki fark ne olabilir? Sizin düşüncenize göre İkincisi kötü ise birincisi de kötü olmalı değil midir?

Kötülük Görecelidir

Ayrıca, kötülük göreceli de bir şeydir. Zira size göre kötü olan bir şey bir başkasına göre pekâlâ iyi hatta bir fırsat bile olabilir. Bu, kişilerin bulundukları konum ve meseleye bakış açılarına göre değişkenlik gösterecek bir durumdur. Mesela, hasta olan bir kişi için bu durum ken­di adına kötü bir durumdur. Fakat o hastalığı tedavi ede­cek bir doktor için bir iş fırsatıdır. Elbette bunu doktorlar için insanların hastalanması güzel bir şeydir, doktorlar insanların hastalanmasını ister manasında söylemiyoruz. Fakat hayatın böyle bir gerçeği yok mudur? Bizler hasta­lanırız ve doktorlar da işleri icabı bizlerin hastalanması­na karşın gösterdikleri reaksiyon üzerinden geçimlerini sağlarlar.

Veya arabanızın bozulması sizin için talihsiz ve kötü bir durum olabilir. Fakat bu durum bir araba tamircisi için fırsattır ve geçimini sağlayabilmesi adına iyi bir du­rumdur. Hayatın akışı içinde böyle nice gerçek vardır. Tam da buna uygun olarak ebedî hayata inanmayan bir kişi için hastalık, dertler, sıkıntılar bu hayattaki yaşamın tadını kaçırdığı için kötüdür. Oysa ahirete inanan bir kişi için başa gelen bir musibet, günahlarının affedilmesi ve ebedi hayatındaki derecelerinin yüksek olması için bir fırsattır ve son derece iyi bir durumdur. Nitekim Kur’an-ı Kerim başa gelen musibetlere sabreden müminlere müj­deler vadetmekte ve Allah Resulü de müminin başına gelen her can sıkıcı olayın mutlaka onun için günahlarını örten bir keffaret olduğunu beyan etmektedir. Bir ha­dislerinde ise Hz. Peygamber şöyle de buyurmuştur: “Müminin işine şaşılır, çünkü onun işinin tamamı kendi­si için bir hayırdır. Bu da sadece mümin için geçerli bir durumdur. Şayet ona bir hayır isabet etse o da şükretse bu onun için bir hayır olur. Başına şer bir iş gelse o da sabretse bu da onun için bir hayır olur.”

Bir Şeyin Kusurlu Olmasının Nasıl Anlarız?

Ateistler bu evrendeki bazı olayları kendilerince ku­sur sayarak evrende kötülüklerin var olduğunu ve bu kusurlu/kötülük barındıran evreni kusursuz bir yaratıcının yaratmış olamayacağını savunmaktadırlar. Oysa şu soru­nun cevabı da aranmalıdır: Bir şeyin kusurlu olduğu nasıl tespit edilir? Bunun cevabında göreceğiz ki bir şeyin ku­surlu olması amacına uygun kullanılmasıyla anlaşılabile­cek bir şeydir. Aksi takdirde yukarıda bahsini yaptığımız görecelilik burada da söz konusu olacaktır.

Mesela, ben şu anda yazı yazdığım bilgisayarla ilgili şöyle bir yorum yapsam: “Bu bilgisayar kötü bir bilgisayar çünkü camları silmeme yaramıyor.” Bu yorum tutarlı bir yorum olur mu? Camları silmemesi bilgisayar namına kötü bir şey sayılabilir mi? Sayılamaz. Çünkü bilgisayar ne üretim ne de kullanım amacı açısından camları silme işlevi için oluşturulmamıştır. Buna göre ateistler, bugün kusurlu olarak niteledikleri şeylerin ne kadar var oluş amaçlarına vakıf olduklarını test ettiler mi? Elbette hayat olarak sadece bu dünyaya inanan biri için hastalığın hiç­bir var oluş amacı olamaz. O, başlı başına bir kötülüktür.

Depremler, katliamlar vb. hadiseler de öyle.. Peki bun­ların var edilmesinin sadece Allah tarafından bilinen bazı hikmetlere bağlı olması durumunu niçin göz ardı ediyo­ruz? Gerçek şu ki, biz insanlar kusurlu bilgi ve algıları­mızla fotoğrafın sadece bir veya birkaç pikselini görebili­yoruz. Resmin tamamını bilen ise Allah tır. Bu durum bizzat rabbimiz tarafından şöyle ifade buyrulmaktadır: “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”

Ateistler, inançları icabı kötü olarak niteledikleri şey­lerin var oluş amaçlarına dair hiçbir şey söyleyemiyor­lar. Oysa var oluş amacını bilmediğiniz bir şeyi kusurlu olarak niteleyemezsiniz. Çünkü belki sizin kusur olarak gördüğünüz şey tam da onun var ediliş amacıdır. Öyleyse dünyada böyle olayların var olması yaratılıştaki kusura ve oradan da kusursuz bir yaratıcının yokluğuna delil ola­maz. Aynanın arkasının karanlık olması misali tam da bu duruma örnektir. Size göre kusur olan karanlık, aynanın varlık amacıdır. Zira ayna yansıtmak için vardır ve bu yansıtma için de o siyahlık olmazsa olmazdır. Demek ki kusur değil, lâzımdır.

Kötülük Problemi Yaratıcının Yokluğunun Delili Olamaz.

Bu mesele zımnında işlenen bir mantık hatası da, ev­rende ‘kötülük’lerin var olmasını Allah’ın yokluğuna delil getirmektir. Çünkü bu olsa olsa Allah merhameti başlığı altındaki bir soru olabilir. Yani sizin hastalık vb. insanların canlarını sıkan olayların varlığından hareket­le “Allah «M kullarına acımıyor mu, neden bu sıkıntılara uğramalarına mâni olmuyor” sorusunu sormanız ma­kul olabilir. Fakat “Madem Allah var o halde neden bu sıkıntılar var” sorusunu sormanız makul olmaz. Çün­kü var olan Allah sizin bu kötülük olarak nitelediğiniz şeylerin tamamını belli hikmetlere binaen yaratmıştır. O halde bunların varlığı yine O U’nun varlığını göster­mektedir, yokluğunu delil. Yani sizin Allah’ın yoklu­ğuna dair kullandığınız delil, kötülüklerin amacını bil­memenizden kaynaklanmakta ve iddianızı değil aksini ispat etmektedir.

Bu Hayatın Amacı Ne?

Kötülük problemi meselesini iyi anlayabilmemiz için bu hayatın niçin var edildiğine, bu hayatta bulunma ama­cımızın ne olduğu sorusuna sağlıklı bir cevap bulmamız gerekir. Ateistlere göre bu hayatın var ediliş amacı veya bizim burada bulunuyor oluşumuzun bir gayesi olmadı­ğından kötülük olarak niteledikleri tüm olayların hiçbir anlamı kalmamaktadır. Onlara göre bu olaylar sadece in­sanın yaşam düzenini bozmakta ve yerle bir etmektedir. Bu sebeple bu olaylar her yönüyle kötüdürler.

Oysa İslam bize bu dünyada bulunma amacımızın hangimizin daha güzel amel işleyeceğinin sınanması olduğunu, ahireti kazanmak için burada birtakım im­tihanlara tabi tutulacağımızı söylüyor. Nitekim konuyla ilgili bir ayet zikretmemiz yerinde olacaktır: “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürün­lerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygam­ber! ) Sabredenleri müjdele!” Öyleyse bu dünyada imti­han olunmak için varız. İmtihanda yanlışların olması ise kaçınılmazdır. İmtihanlardaki yanlış şıklar doğruyu bula­bilmemiz için bir fırsattır bir bakımdan. Bu durumda bir kimsenin çıkıp da “imtihanda niçin yanlış şıklar var” ta­rafına odaklanması ne derece yanlışsa ve imtihanın ama­cına zıtsa imtihan için gönderildiğimiz bu alemdeki sabır ve teslimiyetimizin ortaya çıkması içi var olan olaylara “kötülük” demesi ve bunları Allah’ın yokluğuna delil sayması o kadar yanlıştır.

Biz öyle bir tablo çiziyoruz ki sanki bizi bu dünyaya gönderen Allah yememiz, içmemiz, lezzetlenmemiz için göndermiş. Eğer böyle olsaydı o zaman bu dünyada niçin “hastalık, ölüm ve doğal afetler” in olduğunu sora­bilirdik. Fakat bu dünyaya gönderilişimiz imtihan oldu­ğuna göre burada bizim sabrımızı test edecek olayların olmaması amaca zıt olur? Şu hâlde, kusur ve kötülüğün tespiti bağlamında söylediğimiz şeyi tekrar hatırlayalım: Bir şey eğer amacına hizmet etmiyorsa kusurlu ve kötü sayılabilir. Ancak o şey, tam da var oluş amacına hizmet ediyorsa niçin kusurlu veya kötü olsun? Allah Teâlâ bu olayları bizlerin dünya ve ahirette temizlenmesi, merte­bemizin yüksek olması ve ebedi hayatımızda daha mü­reffeh bir hayat yaşayabilmemiz için yaratıyor. Malum, hiçbir şey karşılıksız değildir, olamaz. O nimetlere ula­şabilmek için belli bedellerin ödenmesi gerekiyor. Bu açı­dan bakacak olursak ateistlerin kötülük olarak gördükleri şey, bu hayatın var ediliş gayesine uygun olan fırsatlardır.

Doktor müşahedesiyle fizik tedavi gören bir hastanın yanına girdiğimizi düşünelim. Doktor ona birtakım eg­zersizler gösteriyor ve o da zar zor, kan ter içinde kalarak onları tatbik etmeye çalışıyor. Bu durumda bizim kalkıp doktora: “Sen niçin bu hastayı böyle zorluyorsun. Yazık değil mi? Bırak rahat rahat istirahat etsin” dememiz ma­kul olur mu? Veya hastaya: “Kardeşim, eve gidip ayakla­rını uzatıp kahveni yudumlamak varken ne diye burada böyle işkence çekiyorsun” dememiz mantıklı mıdır? De­ğildir. Çünkü orası istirahatgâh değildir. Orası hastalık tedavi merkezidir ve bu hastalıkların aşılabilmesi de yo­rucu bile olsa belli egzersizlerin düzenli şekilde yapılma­sına bağlıdır.

‘Kötülükler Olmasa İyilikler Bilinmez

“Eşya zıttı ile bilinir”” diye bir kural vardır. Dolayı­sıyla evrende ‘kötü’ olarak nitelenen olayların var olması iyi olanların da bilinmesine sebeptir. Yani kusur gibi gö­rünen şeyler ve kötülükler olmasa kusursuzluğu ve iyi­liği bilemeyiz, örneğin, hastalık olmasa sıhhatin, ölüm olmasa hayatın, depremler olmasa düzenli yerleşimin, zulümler olmasa adaletin kıymeti bilinemez. Zira tek­düze devam eden hâl zamanla alışık bir hal alır ve insan tarafindan kıymeti bilinmez. Hastalıklar, doğal afetler ve ölümler aslında bir ‘hoca’dırlar insanlar için, öğrenmek isteyene çok şeyler öğretirler.

Mesela hastalık insanlara aciz olduklarını, bedenleri­nin kendilerine ait olmadığını, her yönleriyle Allah S-’a muhtaç olduklarım, bedenlerinin kendilerine zevku sefa için değil yaratıcılarına teslim olmak ve ibadet etmek için verildiğini öğretir. Doğal afetler, bu kâinatın bir sahibinin olduğunu, insanın buranın âmiri olamayacağını öğretir. Ölüm ise bu hayattaki lezzetlerin fâni olduğunu, zengin­liğin, makam, mevki ve rütbe gibi şeylerin bile kaçınılmaz sondan insanı kurtaramayacağını, bu dünyanın ebedî ha­yat için sadece bir köprü olduğunu öğretir. Görüyor mu­yuz? Klasik bir ateistin tamamen kötülük gördüğü şeyler aslında ne denli anlamlar barındıran, bizleri bu hayatın var ediliş gayesiyle tanıştıran şeylermiş. Demek ki hiçbir şey boş değil, anlamsız değil. Amacına yönelik katkılar sağlayan hiçbir şey de kusurlu değil, kötü değil.

Olayın başka bir boyutu da şudur: Bizler bu hayattaki davranışlarımıza göre ya cennetle mükafatlandırılacak ya da cehennem ile cezalandırılacağız. Şayet bu alemde sıkıntı, dert, keder gibi şeylerle hiç karşılaşmamış olsak ne cennetin rahatlığını ne de cehennemin çetinliğini anlayabilmemiz mümkün olmaz. Her ne kadar oradaki nimet ve azaplar buradakilere göre çok daha zor olacak­sa da buradaki musibetler oradakilerin büyüklüğünü anlamamıza yardımcı olmaktadır. Bu da cennete daha çok rağbet edip cehennemden daha ziyade kaçınabil- memiz için de çok önemli bir husustur. Çünkü bunun sayesinde ebedi hayatımızı kendi ellerimizle şekillen­dirmiş olmaktayız.

Allah’ın İsimleri  Tecellî Ediyor

Ateistlerin “Kötülük problemi” başlığı altında zikret­tikleri şeyler aslında bir kulun Rabbi’nin isimlerini ve sı­fatlarını bilmesi için sebeplerdir. Mesela hastalıklar bize Rabbimizin ‘eş-Şâfî/Şifâ veren’ ismini bildirir. Hastalıklar olmasa bizler bu ism-i celili bilemezdik. Ölümler olma­sa Rabbimizin “el-Mümît/Öldüren” isminden nasıl haber dâr olacaktık? Aynı şekilde dünyada işlenen zulümlere karşılık bir ceza olarak ortaya çıkan bazı musibetler ol­masa Rabbimizin “el-Müntakim/İntikam alan” ism-i ceh­lini nasıl bilebilirdik?

Bunlar gibi daha nice örnekler bize dünyada olumsuz vaka olarak gördüğümüz şeylerin hiçbirinin amaçsız ol­madığını bilakis başlı başına bir muallim/ öğretici oldu­ğunu göstermektedir.

Iskalamayalım!

Son olarak şu noktayı da mutlaka belirtmeliyiz: Yaşa­dığımız hayatta sıhhate nispetle hastalıklara, yaşamaya nispetle ölümlere, düzenli yerleşimlere nispetle doğal afetlere baktığımızda hastalık, ölüm ve doğal afet gibi du­rumların çok çok az olduğunu göreceğiz. Belki de oran üzerinden bu olaylar %1’e bile karşılık gelmemektedir, öyleyse bu olumsuz vakaları hayatın merkezine koyan, birinci gündem maddesi haline getiren hatta ve hatta yaratıcıyı inkâra delil gibi gösteren Şeytan’dan başka ne olabilir? Şeytan insanı, kâinattaki böylesine muazzam bir düzen ve işleyişe baktırmaksızın böylesi detaylarda adeta boğmaktadır. Böylelikle de insan, kâinattaki bu müthiş sistem üzerinden Allah M’ın varlık ve kudretini tefekkür etmek yerine detayın bile detayı olamayacak böylesi na­dir vakalara odaklanarak küfrü/nankörlüğü tercih ede­bilmektedir. İşin bu yönünü de lütfen ıskalamayalım!

Ömer Faruk Korkmaz – Sorun Kalmasın,syf:125-136

Allah Bana Sormadan Beni Niçin Yarattı? Bana Sorulmadan Yaratılmış Olmam Zulüm Değil midir?

Bu soru yaratılış bilincine sahip olma yerine hayatı dilediğince, arzularının yönlendirdiği minvalde yaşa­mayı tercih edenlerin sorusudur. Onlar bu gibi sorularla yaşadıkları, her türlü nimetlerinden istifade ettikleri bu hayatın bir bedelinin olmasını istemedikleri ve istifade ettikleri her tür nimetin bir gün faturasıyla karşılaşmak­tan pek ziyade korktukları için bu gibi sorulara sığınmak­tadırlar. Kendilerince bu soruyla tüm sorumluluklarını üzerlerinden attıklarım düşünmekte, er ya da geç hesaba çekildiklerinde “ben istemediğim bir hayata gönderildim, bana bu hayatı yaşamak isteyip istemediğim yönünde bir tercih hakkı tanınmadı” mazeretiyle işin içinden çıkabi­leceklerini sanmaktadırlar.

Oysa sorumluluk kısmından bu gibi sorularla kur­tulabileceklerini sanan bu tür bazı kişiler, gönderilirken tercih hakkına sahip olmadıklarından dem vurdukları bu hayatta her türlü nimetten istifade etmekten de geri durmamaktadırlar. En güzel yemekleri yemekte, en nezih mekanları ziyaret etmekte, en lüks evlerde günlerini gün etmekte ve hayatlarını birçoklarının sadece hayal ede­bildikleri kalitede yaşamaktadırlar. Dünyevi imkânları bu seviyelerde olmayanların da en azından niyeti farklı değildir. Onlar da kendi imkânlarının el verdiği ölçüde hayatın her türlü nefse hitap eden zevklerinden istifade etmekten geri durmamaktadırlar. O halde sormalıyız: Her türlü güzelliğinden istifade ettiğiniz, asla ölmek is­temediğiniz bu hayatta sıra bazı sorumluluklara gelince mi “ben buraya kendi tercihimle gönderilmedim” diyor­sunuz? Bu ne kadar dürüstçe bir tavırdır?

Esasen anlattığımız bu noktada bir hikmet de vardır: O da şudur ki, yokluk mahza şerdir, varlık ise hayırdır. Dolayısıyla esmâsından biri “el-Bârî/yaratıcı” olan Allah-’ın niçin yarattığı, neden var ettiği sorulabilir mi? Her türlü nimetlerinden istifade ettiğimiz ve dünyaları ver­seler feda etmek istemeyeceğimiz “canımız/varlığımız” bunun en net delili değil mi? Doğum tarihimizden ön­ceki yılları düşünelim. Neydik? Bir hiç… Sonra merhale merhale bu hayata geldik. Peki, insanoğlu ben bir hiçtim, tercihsiz şekilde bu hayata gönderildim, olmasam da olur diyerek canını hiçe sayabiliyor mu? Büyük ölçüde hayır. Bu durum bize varlığımızın algıladığımız şekilde bir ‘kül­fet’ değil aksine bir ‘nimet’ olduğunu gösteriyor. O halde biz niçin tercihsiz şekilde bu hayata geldiğimizi sorgu­lamak yerine ‘bu hayata niçin gönderildiğimizi, burada bulunma gayemizin ne olduğunu’ araştırmalıyız. Zaten

Islâm da bu noktada insana yorulmayıp doğru olan yolu bulsun diye vardır. Dinin görevi budur.

Aksi takdirde zaten var olan bir şeyin varlığının sor­gulanması hem anlamsız hem de faydasızdır. Öyle ya, mecburi olarak bu dünyaya gönderildik. Ve gönderilip gönderilmememiz bizim tercihimize bağlı değil. Bizim elimizde bir şey yok bu konuda. O halde zaten varız. Bu noktayı artık sorgulamanın ne mantığı ne de faydası var. Bu aşamadan sonra sorgulamamız gereken esas nokta ‘varlık amacımızın ne olduğu’ dur.

Mantıksız Bir Soru

Zaten var olan bir insanın *ben bu dünyaya kendi is­teğimle gelmedim, bu hayata gönderilirken bana sorul­madı’ demesi kendi içinde tutarsız bir sorudur. Zira insa­nın ‘ben’ diyerek ifade ettiği şahsı sonradan yaratılmıştır. Yani ezeli değildir. O halde ona bir şeyin sorutabilmesi için önce var edilmesi gerekir. Var edildikten sonra ise ona “sen var olmak istiyor musun” diye nasıl sorulacak? Böyle anlamsız bir soru olabilir mi? Yani bu soruyu so­ran insan yüzeysel düşünceden kurtularak kendine şunu sorması gerekir: Eğer ben var olmak istemiyor olsaydım bile “var” olmam gerekirdi. Var olmadan tercih etmem söz konusu olamaz ki. O halde benim varlık sahasına çık­mam nasıl benim tercihime bağlı olacak ki?

Anlaşılan o ki bu soru kendi bünyesinde tutarsız ve anlamsız bir sorudur. Halbuki insan hiçbir emeği, mari­feti olmaksızın var olmak gibi şerefli bir mertebeye ulaş­tırılmıştır. Bugünlerde dinlediğim bir ateist aynen şunları söylüyordu: “ölüp gitmek, yok olup unutulmak istemiyo­rum. Yaşamanın tadı varken hayattan alabildiğimce fazla zevk almak istiyorum.” Bakınız, kendisi ölümden sonra bir hayatın olmayacağına, yokluğa gideceğine inanma­sına rağmen elindeki mevcut varlığa inandığı “yokluğu” tercih edemiyor. Neden? Çünkü varlık onların bile ikra­rıyla büyük bir nimettir. O halde şunu sormalı insan ken­dine: ben bu varlığı hak edecek ne yaptım ki Allah bana bu nimeti verdi? Asıl sorgulanması ve üzerinde kafa yo­rulması gereken nokta burasıdır. Fayda sağlayacak soru budur.

İnsan varlığını bir nimet bilip, bu nimeti elde edebil­mek için hiçbir şey yapmadığı halde kendisine bağışlanan bu lütuf karşılığında şükredecekken “ben var olmak iste­miyordum ki” gibi anlamsız şüphelere nasıl kapılır? İna­nın bu şüpheler nefsinin ve şeytanın ona yaşama amacım unutturmak için telkin ettiği şüphelerdir.

Benlik Vurgulu Cümleler

Soran kişi farkında olmasa bile bu soruda zımnen bir “benlik” vurgusu yatmaktadır. Yani varlık gibi büyük bir nimete layık kılınmış insanoğlu, ‘ben’ diyebilmesini borç­lu olduğu varlığını sorgulamaktadır. Oysa kendisi de bu sorgulamanın hiçbir fayda getirmeyeceğini, benliğini tat­min etmekten başka hiçbir şeye yaramayacağını pekâlâ bilmektedir. Esasen mecburi olan varlığını sorgulamak yerine insana lazım olan şey, varlığını anlamlandıracak şeylerin peşinde koşması ve ne için var edilmişse onu ye­rine getirmeye çalışmasıdır. İnsan bunu yapsa, çok daha büyük nimetlere gark edilecek ve bir imtihan icabı gön­derildiği bu âlemden başarıya ulaşarak göçecektir. Var olmayı bu kadar büyük bir kazançla taçlandırmak varken, varlık amacını saptırarak imtihanı kaybetmek niyedir? insan, kendisinden istenilen hayatı yaşamak ve talep edi­len vazifeleri yerine getirmek dururken neden hayatını zayi ettirecek taraflara yönelir? Ve sonunda cenneti ka­zandıran bir hayata; var edilmiş olmaya dair Allah şükretmek varken, hayatının sonunu cehennem edecek şekilde yaşayarak suçu var edilmiş olmaya bağlamaya ni­çin çalışır? Niçin sadece bu hayata cehenneme atılmak için gönderilmişiz ve iradelerimiz elimizden alınmış gibi bir tablo çizmeye gayret eder ve başlıktaki soruyu sorarak aslî vazifesinden sıyrılmaya çalışır? Bu soruların cevabı açıktır: Nefis ve Şeytan’ın ağma takıldığı için…

O halde insan bu ağdan çıkarak elinde olmayan şeylere merak sal­mayı bırakıp elinde olan şeylerle hayatını ebedi mutlulu­ğa çevirmeye çalışmalıdır. İnsanın yaşama gayesi budur, bu olmalıdır. Tıpkı bir ailenin çocuğu olarak dünya gelen bir insanın “neden benim babam şu kişi de bir başkası değil” diye hayıflanması yerine mutluluğu o babayla ya­kalamaya çalışmasının daha makul bir tavır olması gibi..

İnsan var olması da yok olması da mümkün olan bir varlıktır. Cenab-ı Hak, onun varlığını yokluğuna tercih ederek onu yaratmıştır. Yani insan Allah’a ait bir varlıktır. Dolayısıyla ne onu var etmesi ne de onu imtihan etmesi insana zulüm olmaz. Nitekim zulüm başkasına ait bir şeyde tasarruf yapmak­tır. Allah için başkasına ait bir şey olamayacağı için bu durum asla zulüm olmayacaktır. Aksine insan bunu -yukarıda da dikkat çektiğimiz üzere- lütuf bilip varlığını vesile kılarak daha büyük lütuflara ulaşmaya çalışmalıdır. Bu, tamamen insanın elindedir, öyleyse elinde olan im­kânı en güzel şekilde değerlendirmeye gayret etmelidir.

Sözün Özü

Meseleyi bitirirken şu noktaya da dikkat çekmemiz gerekmektedir: Başlıktaki soruyu soran kişi ya ateisttir ya da bir yaratıcının var olduğuna inanan biridir. Şayet ateist ise, var olmadığına inandığı bir yaratıcının onu var etmeden önce kendisine sormasını beklemesi mantıksızdır. öyleyse onun böyle bir soru sormasının hiçbir anla­mı yoktur.

Şayet inanan biri ise, ilah olarak itikat ettiği zatın ken­disinden daha iyi bildiğine, kendi bilgisinin sınırlı onun ise ilminin sonsuz olduğuna inanmalıdır. Buna inanan biri, hikmetini kendisinin kavrayamayacağı bu gibi nok­talar üzerinde değil de varlık amacının ne olduğu gibi aklının idrak edebileceği konular üzerine yoğunlaşmalıdır. Nitekim, insan dünya hayatındaki durumuna bile baktığında var olan her şeyi göremediğini, duyamadığım, anlayamadığım, kendisine ait duyuların sınırlı olduğunu görecektir. İnsanoğlu bu sınırlılıkla varlığının niçin yok­luğuna tercih edilmiş olduğunu nasıl anlasın? İnanan bir insana düşen kendi yeti ve yetkisini aşan bu tarz noktala­rı Allah’ın ilmine ısmarlaması ve teslimiyet göstererek kendisine bahşedilen hayatı ebedi kurtuluşuna vesile kıl­maya çalışmasıdır. Yoksa kendi içinde tutarsız ve anlam­sız bu türden sorularla vesvese deryasına dalması değil.

Ömer Faruk Korkmaz- Sorun Kalmasın,syf:109-115

Allah’ın tek dini ama iki din tarifi, insanın tek doğru ama iki yaşam şekli vardır. Tevhid veya şirk, mü’min veya kafir. İki din de, iki yaşam da aynı kalbe sığmaz. Hangi yaşam ve inancı seçersek gönüllerde ancak ona yer vardır. Dışarıda bıraktığımız şayet Tevhid ise bu takdirde kalbin kapıları Allah dilemedikçe bir daha güzele açılmaz. Yaratıcı kuvvet insanın yapısına, onu kendisi ile bağ kurmaya yöneltecek bir asli duygu yerleştirmiştir. Kuran kaynaklı düşüncenin fıtrat diye andığı bu asli duygu, genel adıyla kutsal ve kutsallık duygusudur. Fıtrat (kutsal duygusu) yaratanın sadece insana bahşettiği bir alıcı verici güçtür.

İnsanın zeka ve ruhunu insanlığın mükemmel hale gelişmesi yönünde oluşturan, başlangıçtan beri dindir, din olmaya devam edecektir. Din, hakim olduğu devirler kadar kenara itildiği devirlerin de en canlı ve aktüel konusudur.

Rönesans’tan sonra estetik sanatlar ve coğrafi keşiflerle gelen başarı, takiben ilmi atılımlar Batı’yı ‘dinin ilkel insanların avutucusu bir kurum’ olduğunu iddiaya ve ilmin hakimiyetiyle bu kurumun yaşatılmasına gerek olmadığını söyletmeye başlamıştır. Rönesans’ın tıpkı reformda olduğu gibi asli gayesi de başlatanlarca zaten buydu. Bu yanlış idrak üzerine kurulu felsefi ekoller pek çok eserin ana fikri olarak hayat buldu ve insanlık tarihine damga vurdu. 19 ncu yüzyıl sonlarında makineleşme atılımları ile komünizm gibi kitlesel düşünce ve aksiyonlar aynı paralelde buluşunca da bütün insanlığı din karşısındaki ilgisizlik, hatta düşmanlık esir aldı. Freud gibi maddecilerin de katkısıyla iş büyüdü. Nihayet mukaddesin yerini endüstri, dinin yerini sosyoloji, aldı. Modern ilimler bu sayede yaratılış ilmiyle (diniyle) köklerini kesmiş oldular.

Müslüman doğu veya Hristiyan batının pek çok düşünürü, bu talihsizliği Hristiyanların ortaçağda sergilediği tutuma bağlar. Bu görüştekilere göre insanlık dünyasının mukaddeslere karşı olumsuz tutumunda insan yaratılışına, akıl ve hür düşünceye zıt bir yığın doğmayı bünyesinde barındıran kilisenin payı, özellikle kilise düşüncesinin hakim kadrosu olan sınıfın payı çok büyüktür. Bu noktada düşünürler, engizisyon ve endüljans uygulamalarını asla unutmayacaklardır. Kilisenin varlığında bütün mukaddeslere karşı çıkan bir yığın deha, bir değeri layıkıyla temsil edemeyenlerin kişiliğinde, o değerin varlığına, özüne düşman olmak gibi bahtsız bir düşüncenin savunucusu oldular. Endüljans, Orta Çağ Avrupası’nda bir tür günah çıkarma ve ölümden sonra cennete gitmek için Papa’nın sattığı af belgesidir. Kilisenin halktan para alarak cennetten toprak satmasıdır.

Katolik Kilisesi Yeniçağ başlarında harcamalarının artması üzerine bir bildiri yayınladı. Bu bildiriye göre Hristiyanlar günahlarından arınabilmek için kiliselere bağışta bulunmalıydı. Bildiri üzerine yaşanan tartışmalar sonrası, özellikle Martin Luther’in 95 Tezi’nin etkisiyle, Katolik Kilisesi’ne karşı kitlesel eylemlerin ortaya çıktığı ve Reform hareketlerinin başladığı kabul edilir. Kutsal devlet ve kilisenin otoritesinin sorgulanması gündeme geldi. Bunlar temel olarak bir süre sonra halkın, kiliseye olan inancını yavaş yavaş yok etti ve bu da reform hareketlerine yol açtı. Kilisenin ilim ve alimlere karşı bakışı ne yazık ki şu doğmaya sebep oldu; vicdan ve din adına kutsanan, takdir edilen ne varsa ilim dışıdır, primitiftir (İlkeldir). Günümüz dünyasının hakim medeniyeti batı hala ‘dini olanın ilmi olmaz, ilim dini inkarla olur’ diyebilmektedir. Hristiyanlığı suçlayan düşünürler, Batı’yı ‘Medeniyetleri inkar’la da tenkit etmektedir. Oysa felsefi anlamda tüm medeniyetler çağdaştır.

Din ile ilmi aynı gemiye bindirmeyen Batıyı kopya sevdasındaki ülkeler, yoğun tahrip, ıstırap ve sorun yumağıyla boğuşmaktadır. (TC gibi.) Çağımız Türkiye’sinin Müslüman aydınına göre tarihi en büyük gaflet budur. Bu aydın kesime göre bu gaflette iki büyük kötülük vardır. İlki batının ilim için dini reddedişini kabullenmeden ilimde ilerleme olamayacağı kanısı, diğeri İslam’ın ilimle dostluğunu bilerek ilim – din kavgası çıkartan Batının pek çok yeniliklerini reddetmesidir. Ülke bu iki yaranın acısını yıllardır çekmektedir. Bir yandan ya din ya ilim diyen batı sempatizanı ‘Aydın tip’in yarattığı sorunlar, diğer yandan ‘Batılılaşma İsyan’a darbedir’ diyen inatçı yobazların yarattığı sıkıntılar, hem İslam’a hem bilime zarar vermiştir.

Türk insanı, Toynbee, Carrel, Garaudy’nin eserlerini sıkça okuyup, geleceğin biricik dünya dininin İslam olabileceği ifşaatını görmüş, İslam’la gurur duymuştur. Ancak bu gurur kuru bir halden öte gidememiş, örnek Kur’an’ın yanında örnek vaziyette yer alamayan Müslüman kitle, o biricik dünya dinini halen bile yaşayamadığını anlayamamıştır. İnsanlık dine duyarsızlığının bedelini çok uzun zamandır ödemektedir. Hizmet için üretilen makinenin efendi olmasıyla, insanlık dinin ulvi değerlerini de yitirdiğinden sahipsiz ve çaresiz vaziyette makine gürültüleri arasında uçuruma yuvarlanmaktadır. İnsanlık bu kaosta maalesef ahlaksızlık girdabında kıvranmaktadır.

Din kelimesi Arapçada sulta, kahır, tavır, ceza ve ödül, itaat ve isyan, hesap, görüş, örf, sakınma, itaat, köleleştirme, atama gibi anlamlara gelir. Din uyan ve uyulan arasındaki ilişkidir. Aslında din hayatın kendisidir. Kur’an mahşer gününe din günü (Fatiha 3) demektedir. Bu gün kimse başkasına yardım edemeyecek (İnfitar 17-19), iblisin de hesabı görülecektir. (Hicr 35)

İslam literatüründe din; ilahi buyruklar bütünüdür ki akıl sahiplerini serbest seçenekleriyle doğrudan hayra iletir. (Bir diğer yanıma göreyse; din, akıl sahiplerini Peygamberin tebliğini kabule çağıran ilahi buyruklar manzumesidir.)

Dinin koyucusu sadece Allah’tır. Vahiy kaynaklıdır, Vahiy Allah’a mahsustur. Dolayısıyla dinde reform olamaz. Din değişmezdir, değişen kulların zaman ve mekana bağlı idrakleridir. Şayet o din reform gerektiriyorsa zaten ilahi değil veya bozulmuş demektir. Diyanet ise; geniş kapsamlı, sadece dini değil, dine dair yorumları da içeren alandır. Günümüz dünyasında din, bütün kinlere horlamalara rağmen ruh heyecan ve umut vermeye devam etmektedir. Dini insanlığın geleceği açısından ele almak mutlu gelecek için olmazsa olmazdır. Çünkü din insan ırkının en ciddi meselesidir. Dinin gelecekte var olacağına inanç Türk aydınına umut ve gurur verir ki İslam’dan gayri dinlerin bu manevi boşluğu doldurması imkansızdır. Her ne kadar İslam bugün tanınmaz haldeyse de imansızlığı, inançsızlığı yeisi ancak kafirlere mal ederek yasaklamaktadır.

İslam geçmişte bir altın çağ yaşamıştır ve bir kez daha yaşaması önünde engel yoktur. Dahası bu din ilim ve bilimi, akıl ve idraki öven, teşvik eden olarak insanlığı doruğa çıkarmaya da müsaittir. İslam töhmetten uzak, asli kaynağı orijinal vaziyette korunan dindir. Diyanet alanındaysa aşırı yorumcu haliyle dinle diyanet birbirine gereğinden fazla yakınlaşmıştır.

Dinde kaçınılmaz olarak vahyi unsurların yanı sıra akli unsurlar da vardır. Mezheplerin çıkış noktası da budur. Lakin her mezhep yani yorum zamana, mekana hitap eder, evrensel değildir. Mezheplerin zararı, hem kendi yorumunu dinleştirmesinde hem de diğer yorumları din dışı saymasındadır. Akıl alanına giren yorumu vahiy alanına çekmek demek olan bu gaflet anlamsız ve tehlikelidir.

Türk insanının din hayatını kemiren iki büyük tehlike dinde reform çığlığı atan odaklar ve diğeri ilme düşman, asırlar öncesinden kalma ilmihalci odaklardır. Asıl tehlike de bu ikinci gruptur. Çünkü bu inancın savunucuları ibadette önderdir, Lakin mezheplerini üstün kılma hevesleri vardır. İlmihal tutkunları da kitleyi asırlar öncesine mecbur ederek zamanın şartlarıyla baş edemez bir boşluğa düşürmekte, İslam’ın güçsüzlüğü inancına sebep olmaktadır.

Din akıl dışı değildir, akıl üstüdür. Akli maluliyetler ve uyku-baygınlık halleri yükümlülüğü ortadan kaldırır. İslam akıl sahiplerini muhatap alır, kulun kudret sınırlarının dışına zorlamaz. Aklın da dinin de sahibi aynı kudrettir. Bu ikisi bu nedenle istese de çakışamaz. İnsanın aceleciliği akıl ve vahyi çakışır gösterir ki akıl vahyi hemen ve tam olarak anlamak ister. Oysa vahiy anlaşılmak için Dehr’e yayılıdır. Dahası vahiy bazı akıl ötesi keyfiyetlere dayanır ki bir kısmı aklen asla keşfedilemeyecek, bir kısmı da zamanla ve parça parça anlaşılır olacaktır.

Mutlu dünyanın ve aydınlığın şartı, akılların vahye teslim olması gereken noktada kalmasıdır. Aklın vahiy önünde teslimiyetinin, harekete dönüşmesi İMAN dediğimiz kabulle gerçekleşir. Bu aklın yenilmesi değil sınırlarını bilerek faaliyetine devam etmesidir. Kur’an aklı yüceltmekle kalmaz emreder. Ama aynı Kur’an mü’minleri gayba inananlar diye anar. Nedir gayb? Gayb, vahyin emri, aklın hiç veya geç fark edeceği sırlardır. Vahiy bu sırları açıklar, insanları inanmaya çağırır.

İslam akılcı din, akıl dinidir. Lakin bu din adına verilen fetvaların tamamının doğruluğu anlamında değildir. Sübjektivizmle dine uluorta yorumlar yapmak, vahyi akla mahkum etmektir ki ortada din kalmaz. Türkiye son elli yılını bu sözde akılcılığa boyun eğerek geçirmiştir. İslam bu süreçte herkesin akıl yürüttüğü bir din halini almıştır. Oysa İslam akılcıdır demek akılla çatışmayan din demektir. Fertlerin akıllarının dine hakimiyeti demek değildir. Yazık ki ülke ifrat ve tefritle (abartma ve az değer verme) aklı ilahlaştırıp dini hiçe saymış veya aklı büsbütün reddetmiştir. Bu reddediş de hurafeleri doğurmuştur.

Dinde ihtiyar (serbest seçim) esastır. Allah ile kul arasındaki din hürriyeti gerekli kılar. Burada hürriyet; baskı ve zorlama olmaksızın kulun içten istekle davranış sergilemesidir. İnsana şeref ve sorumluluğu getiren öz ilahidir. Kur’an buna ilahi nefha demektedir. İnsan benliği ile bu ilahi öz aynı şeyi diledikçe yaratanın değer verişi ortaya çıkar. Yani “Allah şekil ve mala değil, gönle ve davranışlara bakar.” (Müslim, iman, 18)

Dinde zorlama yoktur. Bu insan hayatında niyetin ve hür iradenin evrensel yerini ve değerini gösterir. Din insanın hem ruhi-vicdani, hem hukuki-maddi hayatını düzenler. Bu yüzden “kişi için sadece niyet ettiği davranışın karşılığı vardır.”(Buhari, İman, 41) İnsanı dine teslimiyet kaidesinden tamamen kopartmak da çıplak öğüt kılmak da, teslimiyete zorlamak da tehlikelidir. Türk insanının çoğu için hür iradeden söz etmek mümkündür. Cumhuriyet dönemi, hür seçim ve niyetin şekilciliğe galibiyetini mümkün kılmıştır.

Niyet ile davranış aynı olmalıdır. Mevlana’nın deyişiyle “olduğu gibi görünmek veya göründüğü gibi olmak”.

Din insanları mutlak hayra iletir. Sünnetullah (Allah’ın tavrı ve tarzı), Yaratan ve yaratılanın ortak kanun yani yaratılış (fıtrat) düzenidir. Yaratan ve yaratılanın izlediği ortak yol ise ayette “Rabbin de üzerinde bulunduğu dosdoğru yol” (Hud 56) şeklinde tarif edilir. Mutlak hayır bu yaratılış düzenine uymaktır.

Fıtrat düzeni olan din, genel ve değişmez fıtrat yasalarına göredir. İnsanın bunları güzel, uygun, akli, bulup bulmayışı önem taşımaz. Din sadece çağıran değil aynı zamanda ileten bir kurumdur.

Din şu beş şeyin korunmasını emreder; ruhsal yapıyı (Barış, iman ve ihlas), nefsi koruma (cinsellik, sağlık, nefsi müdafaa, temel ihtiyaçlar), nesli koruma (sorumluluk üstlenen gençlik), malı koruma (Haksız kazanç önleme, fakiri ezmeme) ve aklı koruma (akıl sağlığı).

Fatr veya fıtrat, Kur’an ve hadiste yaratılış, yaratış anlamında kullanılır. Yani fıtrat bir şeyi var etmek, onu bir hedefe doğru geliştirmek üzere dallandırıp budaklandırmaktır. ‘Doğmak, ölmek, yeniden dirilmek’ kelimeleri Kur’an’da fatır (fatr) köküyle kullanılır. Fıtrat bir oluştan başkasına geçmektir. Yıkılış ve çöküş bildiren İnfitar da bu köktendir. Yani bu bir sonken aslında yeni bir oluşun başlangıcıdır. Keza bu infitar’dan sonra ‘iade’ ya da ‘neş’et-el-ahire: ikinci doğuş’ gelmektedir.

Fatır, Allah’ın isim-sıfatlarındandır. Fıtratta her yaratış ise eskisinden mütekamil ve orijinaldir. Fıtrattaki hikmet ise Fatır olan Allah’a mahsustur.

Kur’an’da yoktan var etme diye bir fıtrattan bahsedilmez. Tüm fıtrat; şekillendirme, yapma, biçim verme, geliştirme, oluşturmadır. Fıtrat statik değil dinamiktir, sürekli bir oluş söz konusudur. Her bitiş, yeni bir oluşun habercisidir. Bidayette (başlangıçta) nihayet (son), nihayette bidayet vardır. Fıtratta tekerrür yok, gelişmekte olan yaratış vardır.
İnsan için yaşayış tarzı ne ise Yaratıcı kudret için fıtrat odur. Bu fıtrat sünnetullah’tır. Fıtratın sonu ise “son nokta varış Rabbinedir” (Necm 42) ile bildirilen Yüce Allah’a geri dönüştür. Bu fıtrat en çok tabiatta gözlenir ki tabiat ile Allah’ı yakınlaştırmaya çalışmak bir duadır. Aynı şey düşünce ve kavrayışlar için de geçerlidir. Kelam’ın ‘ ispatı vacip’ (Allah’ın varlığının ispatı) konusu, O’nun her an yeni bir iş ve oluşta olmasındadır.

Kur’an’ın fıtratı en güzel anlatan ayeti “Allah’ın yaratışında bir değiştirme söz konusu değildir” ayetidir. (Rum 30). Keza “Sen sünnetullah’ta bir değiştirme ve değişme göremezsin.” denir. (Fetih 23) Fıtrat ve Sünnetullah, Yaratıcı’nın varlık ve oluşa egemen kıldığı ilke ve prensiplerdir. Bu fıtrat düzeni (Sünnetullah) bir din olarak insanın çağrıldığı kurallar bütünüdür, Sırat-ı Müstakim (dosdoğru yol) diye adlandırılandır.

El-Meleu’l-A’la (En yüksek topluluk, en yüksek heyet) en yüksek tanrısal plandır. (37/8, 38/69). Bu yüce plan, tek ve mutlak kudretin irade ve tasarruflarını O’nun emri dahilinde çeşitli boyutlardan bir düzene bağlı olarak alt alemlere, o arada bizim üç boyutlu alemimize kadar ulaştırırlar. Bizim ‘tabiat kanunu’ dediğimiz bu düzene Kur’an ‘Sünnetullah’ demektedir. (Allah’ın tavrı ve tarzı) Sünnetullah’ta bozukluk, aksaklık, değişme olmaz. (35/43)

Haniflik; Rum suresi 30 ncu ayet fıtrat dini ile haniflik arasında yakın ilişkiden bahseder. Haniflik sözlükte yönelmek demektir. İslami literatürde ise haniflik; fıtrat düzenine aykırı gidişlerden yüz çevirip dosdoğru olana yönelmek demektir. “ Yüzünü hanif olarak Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrat dinine döndür.” (Rum 30, Rum 43) Bir kutsi hadiste ise “Ben kullarımı hanifler olarak yarattım” denmektedir. (Müslim, cennet, 63) Hanifliğin ilk eri Hz. İbrahim (Al-i İmran 67), son eri Hz. Muhammed (sav)’dir.(En’am 161) Hz. İbrahim tevhid dininin azim sahibi büyük peygamberi olmasının yanı sıra, hanifliğin aile çapında da (2 oğlu ve karısıyla) ilk temsilcisi olma şerefini de taşıyan ilk kişidir. O’nun torunları da aynı yolu izlediler.

İslam alimleri fıtratı Allah ile insan arasında ezeli mukavele anlamına gelen misakla aynı zamandan başlatırlar. Buna göre insanın fıtratı (ve doğal olarak dini İslam) ezel (başlangıcı olmayan zaman, bezm-i elest, elest günü, kaalü bela)’de kurulmuştur. O halde insan ruhuyla Allah arası tüm ilişkilerin dayanağı olan ezeli ahd veya misak fıtrat dininin kaynağıdır.

İnsanın varlık yapısı anlamında fıtrat her şeyden önce maddi ve manevi temizliktir. Fıtratın en asil temsilcisi ise iman’dır. Ezelden temiz olan insan sonradan değişmektedir. İnsanın kendisini unutturan (fıtri yapısını) unsurlara perde (hicap) denir. Bu perde üçtür; nefis, tabiat ve yanlış bilgi. İnsan ruh denen ilahi özle, beden denen toprak unsurlardan teşkil yapıdadır. Onun toprak unsurları, dikkat edilmezse ilahi öze musallat ve hakim olur. Böylece insan da kötü kuvvetler saltanat kurar. Buna da nefis denir.

İslam din tabiriyle; kainata hakim olan kanunların, fert ve toplum halinde insan hayatına ilişkin olanlarının toplamını kast eder. İslam ilahiyat ve mistisizminin bel kemiği prensiplerinden biri “bütün varlıkların Yaratıcı’ya ibadet halinde oluşlarıdır.” Bu ibadet tavrı ise teslimiyettir. İslam kelimesi de teslimiyetle aynı kökten gelir. Bu teslimiyetin sonucu insanın kainata hakimiyeti , barış ve huzurdur. Nitekim İslam’la aynı kökten gelen silm (barış) ve selamet (esenlik ve huzur) anlamıyla almak yanlış değildir.

Fıtrat dini İslam, geniş anlamıyla ‘yaratılanların, Yaratan karşısındaki tavırları’ olmaktadır. Kur’an bu tavra; tesbih, hamd ve dua tavrı demektedir. Bütün varlık alemi zerreden küreye bir ibadet içindedir. İnsanın varlık yapısına bu ibadet düzenine gönüllü olarak katılmasını sağlayacak bir eğilim (aşk) bizzat Yaratıcı tarafından konmuştur. Yaratan, kainattaki ibadet tavrına uymuş olarak benliğini, varlığın özüne çeviren ve yüzünü iyiye ve güzele yönelten insanı, evrenin gıpta edilecek en değerli varlığı olarak tanıtır. (Nisa 125)

Nübüvvet (peygamberlik) fıtrat dininin temel unsurlarındandır. Enbiya’dan müstağni yaşam ve din mümkün değildir. Kur’an tüm semavi dinleri İslam çatısı altında toplar. (Maide 13)

Tarih boyunca İslam’ın değişeni zaman ve mekana göre pratik (muamelat) yönüdür. Evrensel esaslar (iman esasları) bakımından ilk peygamberden son peygambere değin tebliğde hiçbir fark yoktur. Bu da demektir ki; İslam bir fıtrat dinidir, fıtrat dini İslam’ın en ideal kompozisyonu Kur’an bünyesinde gerçekleşmiştir. Yaratılış dini veya fıtrat düzeninin temel nitelikleri bu yüzden ; insan, İslam ve ihsandır. (İnanç, amel ve ahlak diye de tercüme etmek mümkündür.)

Dinlerin birliği fıtrat gerçeğinin zorunlu bir sonucudur. (Dini bölmek ile kast edilen mananın uzun soluklu anlamı da budur.) Düşünce sebepsiz zuhur etmez, Hakk’ın muradı dışında ortaya çıkmaz. Dinler birdir çünkü peygamberlerine bakan her insan sadece Allah’ı görür.

Asr-ı Saadet’teki dinsel hayatın fıkhi cephesinin yerini sonradan mezhepler, mistik cephesinin yerini tarikatlar almıştır. Bu kurumlar başlarda ana kurumun (din), geniş kitlelere yayılmasına aracılık ve yardım etmişlerse de sonradan orijinal hallerinden uzaklaşmışlardır.

Kilisenin cürümü nedeniyle Batı üzerine oturduğu Roma hukuk anlayışıyla, putperestlik önünde Hz. İsa’nın getirdiği tevhidi dik tutamamış ve O’nu iki başlı putçuluğa yenik düşürmüştür. Bu dinin yarattığı boşluk ve kinler ise Marksizm’den Freudizm’e kadar kemirgen ideolojiler yaratmıştır.

İnsan sadece kendisi için değil etrafında dönen hayat ve dünya için de sevinip, üzülen, haberdar olan, etkilenen benliktir. Hayat bir bütündür. İnsan tüm mahlukatla da temas halindedir. Ölüm tükeniş değildir. Tevhid ‘tükenişi kabule’ engeldir. Ruhla madde fıtrat ve oluşun iki ayağıdır. Birliğe ermek mistik anlamda birleşmek değil birleşmenin (birliğin) şuuruna varmaktır. Ruh ve şeytan için de iki ayrı alem yoktur. Rahman şeytan ayrımı da içimizdedir. Yaşayan tüm birlik, Bir’in kendisince düzenlenmiş hedefe doğru olmaktadır. Birliğin bu düzenleyicisi ve yönetici kudreti ‘Allah’tır. Bir’in bu düzenine de fıtrat denir.

Bir’liğin yapıtaşlarını zedeleyen insandır. Yaratan, zıtları barışık tutmuştur. Önemli olan akıl alanı ve vahiy alanı kıstasının korunmasıdır. Vahiy emretmediyse o şey akıl alanındadır demektir. Hakikat ve saadete giden yol ise tektir. İlahi – dünyevi ayrımı da yanlıştır. Çünkü varlık ve oluşta ilahi olmayan yoktur. Bu ayrım realiteyi kirletir. İlahi devlet, dünyevi devlet ayrımı da bu sebeple yanlıştır. Çünkü ‘Mülk ve saltanat sadece Allah’ındır.’ (Zümer 3, Mü’min 16) Buradan hareketle İslam, eşitlik ve laikliği esas alan teokrasidir.

İslam’da din ilmi, din dışı ilim ayrımı da olmaz, olamaz. (Teknik olarak din ilimleri – pozitif ilimler olabilir.) Bizzat insanı konu eden, onun iç kuvvetlerini geliştirmeyi esas alan bir ‘insan ilminin’ bütün ilimlerin önünde gitmesi beklenirdi. Bu insanın eğitimi için de şarttı. Ama yapılmadı. Teknik ilimlerin ölçülemeyen değerleri anlamsız sayması, üzüntü, sevgi, şefkat, nefret gibi duyguları devre dışı bırakması acı tecrübelerle sabittir ki en az fiziki değerler kadar reel ve gereklidir. O halde insanı geliştirecek ve tercümesini kolaylaştıracak ‘insan ilmine’ ihtiyaç vardır. İnsanlığın vahiy olmadan bunu yapabilmesi imkansızdır. Vahiy bu nedenle bahşedilmiştir. Mükemmel bir insan ve müreffeh insanlık inşası için ihtiyaç duyulan insanlık ilminde vahiy ve peygamberlik kurumu ilk rolü oynayacaktır.

İnsan, insanlığı tasvirde yetersizdir. Çünkü insanlık gelişimi tamamlanmamıştır. Bu yüzden bütünün parçaya dair sözleri isabetli ve erdiricidir, esastır. Bugün insan varlıklar aleminde kendisine emsalsiz yerini sağlayan değerlere ilişkin kafa ve gönül mesaisi verecek simaların, beklenenden az yetiştiği çorak bir dünya inşa etmiştir. Bu çoraklık endüstriyle, uzay silahlarıyla, yapay zeka ile giderilemez. İslam’da ilim mutlak olarak kutsal, alim mutlak olarak hürmete layıktır. İlmin konusu ne olursa olsun bu kaide değişmez. İslam tarihinde engizisyon yoktur. Aksine pozitif ilimlerin çoğunun kurucusu Müslümanların çoğu aynı zamanda din adamı olan fertleridir. Buna sebep Kur’an’ın bilimden tedirginliği değil, bilimle kuvvet ve enerji kazanmak olgusudur.

Allah’ın dilediğini yapması (Bakara 284) ise şudur; borçlu veya günahı olan kuldur. Allah alacaklıdır, hak sahibidir. Hakkından rahmetle vazgeçmesi veya geçmemesi O’nun takdiridir. Yani isterse ceza ve azap verir, isterse vermez, bağışlar.

Merhamet, Allah’a inanan ruhun, varlık alemi karşısındaki tavrıdır. Bu tavır hem insana hem diğer varlıklaradır. İslam hakları gasp edilenleri bu haklar için mücadeleye çağırır., hak yiyeni de zalim diye niteler. Hakkın sahibine iadesini merhamete bırakmak, İslam’la uyuşmaz. Merhamet hakkı gasp edileni susturma aracı değil, haklarını tamamen almış olan insanı sevip kucaklama yoludur. Ezilen kitlenin dertlerini merhametin tedavi edeceğini sanmak çıkar yol değildir. Bu dertleri kaldırma yolu cihaddır. Cihad gerektiren hak ihlal ve gasplarını merhamete bırakmak da zulümdür.

Bizim için yapılması gereken dinde reform değil, bilgisizlik ve ihanetin perdelediği üstünü örttüğü fıtri gerçekleri ortaya çıkarmaktır. Bu da İslam’ı bilmekle, Kur’an’dan öğrenmekle olur. Bu arayış ve sentez ise aslen ilimdir.
Kur’an, Allah’ı ‘ışığın ve karanlığın yaratıcısı’ olarak tanımlar. (En’am 1) Kur’an varlıktaki düel karakteri ışık-aydınlık ilişkisi ile açıklar. İnsan bir varlık olarak hem kendi içinde bir diyalektiğin sahnesi hem de bütün varlık karşısında verilen bir savaşın süjesi, daha doğrusu kahramanıdır.

Cihad, cehd kökünden gelir ve kararlı/şuurlu gayret anlamı taşır. Cihad dört türlüdür; İç dünyamızda nefise karşı cihad (nefsi doğru kavramak, kavranan doğruyla amel etmek, sabırla nefsi eğitmek), şeytan ile cihad (vesvese ve şüphelerle cihad, şehvet ve fısıltılarla cihad), inkarcı ikiyüzlülerle cihad (gönülden, dille, mal ve servetle, canla cihad) ve zalimler, insanlara kötülük edenler ve İslam’ı yozlaştıranlarla cihad (elle, dille, kalple).

Hayat binlerce cihad alanı ile doludur. İnsan sürekli yürümektedir. Bu yürüyüş binlerce cihadı gerekli kılmaktadır. Kılıç kadar kalemin, fırçanın, mızrabın, nefes ve kelimenin yaptıkları da cihaddır. Çünkü bunların hepsi insan yürüyüşünde rol alan gayretlerdir.

Kur’an bir yandan Peygamberliğin bittiğini duyurur, bir yandan tebliğde baskı ve zorla ısrara karşı durur, hoşgörü ve güzelliği öne çıkartır.

Kur’an insanın yüklendiği ‘kainatı ve kendisini fetih’ görevini emanet diye anmaktadır. Bu emanet başka varlıkların üstlenmeye cesaret edemediği görevler bütünüdür. Demek ki insan misak gününde bu emaneti yüklenmekle iki başlı bir zorluğu yenmeyi kabul etmiştir; emanetin gereğini yerine getirmek ve zalimlik/cehaleti yenmek. O halde insan bir yandan kendini kuşatan alemlerle mücadele ederken, bir yandan da kendi kuşattığı alemle yani iç dünyasıyla mücadele etmek zorundadır.

Anlaşılan odur ki Kur’an bütün insanlık tarihi boyunca insanın ilahi irade istikametinde istenen şuur ve olgunluk noktasına getirildiğini, bir başka deyişle ruhsal erginlik yaşına ulaştığını, bu yüzden artık ona baskının gereksiz olduğunu, her şeyin hür seçimle kabullenme devrinin geldiğini vurgulamaktadır.

Kur’an bütün kainatı o arada insanı ‘ilahi ayetler topluluğu’ olarak görür ve ayetlerin tümünün incelenmesini insana görev verir. Ayet; işaret, delil, belirti demektir. Bütün kainat Allah’a götürücü işarettir, ayettir.

Nureddin Topçu’ya göre muallim; İnsanoğlunu beşikten mezara kadar götürüp teslim eden, dünyanın en büyük mesuliyetine sahip insandır.

Tatbik (Fiili Olarak Gösterip Uygulama)
Eğitimde yaparak yaşayarak diye bildiğimiz bu metot, hem göze hem de kulağa hitap eder. Bu sebeple öğretilen akılda kalıcı hale gelir. Hz. Peygamber (sav) özellikle ibadetlerin nasıl yapılacağını göstermek için bizatihi göstererek güzel bir örneklik sunmuştur. Peygamberimiz (sav) yaşamında en önemli öğretim metodu olan bu yöntemde,  öğrettiği her bir ilâhî emri önce kendisi yapmış sonra öğretmiştir. Hz. Enes’in (ra) bildirdiğine göre, “Resullullah (sav) muhacirlerin ve ensarın (namaz erkanını) kendisinden yakinen görüp öğrenebilmeleri için hemen arkasında saf tutmasını isterdi. Koyun derisinin nasıl yüzüleceği, abdesttin nasıl alınacağı gibi konuları da uygulamalı olarak gösteren Hz. Peygamber (sav), hayatın her alanında birçok konuda model olma yoluyla öğretmenin örneklerini göstermiştir.

Peygamberimiz (sav) kendisine öğretilen her şeyi muhatabına aynı anda tebliğ etmedi. Basitten zora doğru, somuttan soyuta doğru bir sıra izleyerek muhatabının yaş ve gelişimine göre bilgiyi zaman içinde vererek bilginin muhatabının hafızasında yer etmesini sağladı. Böylece sahabe az bilgi üzerinde daha iyi tefekkür edip amellerine yansıttı. [Bayraktar, M. İslam Eğitiminde Öğretmen Öğrenci Münasebetleri] Bu minvalde Allah Resulünün (sav) hayatında birçok örnek bulmak mümkündür. Genç sahabilerden Cündeb b. Abdullah der ki: “Biz Resulullah’ın (sav) yanında yetişen bir grup gençtik. Çoğumuz onun yanında ergenliğe ulaştı. Biz ondan Kur’an’ı öğrenmeden önce imanı öğrendik. Daha sonra Kur’an’ı öğrendik de onun sayesinde imanımız arttı.” Bu çerçevede diğer örneğe de bakalım; Kur’an okutan bir sahabi şunu haber verdi: “Resulullah’tan (sav) on ayet alıp okuyorduk. Bu ayetlerdeki bilgileri ve amelleri öğrenmeden diğer on ayete geçmiyorduk.”

Ta’dîl (Düzeltme, Denkleştirme, Aşırılıklardan Arındırarak İtidal Üzere Kılmak)

Peygamberimiz (sav) “Din kolaylıktır. Dinde kim kendini zora sokar ise (mükemmel ve kusursuz olsun derken onun) altında kalır (ezilir ve büsbütün ibadetten kesilir). O halde itidalli davranın, orta yolu izleyin ve ümitvar olun. Günün sabahı, akşamı, biraz da gecesiyle destek ve yardım isteyin!” hadisiyle bizlere itidalli olmayı öğütler. Nitekim başka bir hadiste Efendimizin (sav) muhataplarını bile usandırmadığını, onların hallerini dikkate aldığını, söz ve amelin nerede fayda verecekse orada uygulandığını görüyoruz. Peygamberimizin (sav) ne hitabı ne muhatabı ne de hatibi zayi edecek hallere kapı açmadığını şu sözden anlayabiliyoruz: “İbni Mesud (ra) şöyle anlatır: Ashabı usanıp sıkılır düşüncesiyle Resul-i Ekrem (sav) bize her gün değil, arada bir vaaz ve nasihat ederdi.“ Tecrid, I,77.

Tashih (Yapılan Yanlışı Düzeltme, Giderme, Doğrusunu Gösterme)

Resul-i Ekrem’in (sav) yanındaki muhatapları insanlardı. Doğal olarak yanlış ve hatalı işler yapabiliyorlardı. O (sav) hatalı bir davranış gördüğünde “İnsanlara ne oluyor, niçin şöyle söylerler veya böyle yaparlar!” diye konuşur, yanlışı kişiselleştirmeden düzeltir ve yapanın yüzüne vurmazdı. Başka bir kıssada Hz. Peygamber’in (sav) mescide bevleden bir sahabiye karşı tavrını hatırlayalım. Bir gün Allah Resulü (sav) sahabe ile birlikte mescitte otururken bir bedevi içeriye girdi. İhtimal Efendimize (sav) bir şeyler sorup öğrenecekti. Bir müddet bekledikten sonra küçük abdestini bozmak için mescidin bir tarafına doğru gitti ve orada abdest bozdu. Oradakiler, “Dur, yapma!” diyerek müdahale etmek istediler. Allah Resulü, “Adamı rahat bırakın, adam işini bitirsin!” buyurdu. Sonra “Gidin bir kova su getirip idrarın üzerine dökün ve orayı temizleyin.” buyurdu. Denilen yapıldı. Efendimiz (sav) olaya şahit olan sahabeye dedi ki: “Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil!” Daha sonra Efendimiz (sav) o bedeviyi yanına çağırdı ve ona yaptığının yanlış olduğunu merhamet dolu bir üslup ile anlattı. Ona dedi ki: “Ey Falan! Mescitler Allah’ın evleridir. Burada Allah zikredilir, namaz kılınır, buraya bevl edilmez.” O bedevi bu nasihati aldıktan sonra gidip abdestini alıp geldi. Namaz kıldıktan sonra dua için ellerini kaldırdığında şöyle dua etti: “Allah’ım! Sadece bana ve Muhammed’e merhamet et! İkimizden başka kimseye merhamet etme!” Resullullah (sav) bedevinin bu duasını duyunca tebessüm etti ve dedi ki: “Ey Falan! Allah’ın geniş olan rahmetini daralttın.” Sadece bu örnek bile Hz. Peygamber’in (sav) yanlışları nasıl tashih ettiğini anlamamız açısından yeterlidir. Yıldırım, M. Emin. (2007) Hz. Peygamber’in (sav) Eğitim Metotlarından ‘Tâlim’ Kavramı Üzerine Bir Değerlendirme. Siyer Araştırmaları Dergisi, 1

Taltif (Gönül Alma, Mükâfatlandırma)

Taltif derken Hz. Peygamber’in (sav) muhataplarına değer vermesini, ihsan ve ikramda bulunmasını, sevgi ve şefkatle yaklaşmasını kastediyoruz. Gerçekten ideal bir eğitim modelinin en önemli ayağı sevgi ve şefkattir. Efendimizin (sav) taltif bahsinin anlaşılması için bir örnek verelim. Yıllarca Efendimizin (sav) hizmetinde olan Hz. Enes (ra) Resulullah’ın (sav) çok iyi tanıyan biri olarak bize şöyle anlatır: “Resulullah yolda biriyle karşılaştığında hemen onun yanına gider, onunla konuşurdu. O şahıs Resulullah’tan ayrılmadıkça Allah Resulü ondan ayrılmazdı. O yüzünü çevirip gitmedikçe Resulullah ona arkasını dönmezdi. Musafaha yaptıklarında karşı taraf elini çekmedikçe Resulullah elini çekmezdi. Bir yerde oturdukları zaman Resulullah da onlar gibi oturur; onların önüne dizlerini bile geçirmezdi.” Bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bütün bunlar Resulullah’ın (sav) karşısındaki insana verdiği değerden dolayı yaptıklarıydı.

Bireysel Farklılıklar

Hz. Peygamber’in (sav) “Her çocuk parmak izi kadar farklıdır.” düşüncesine sahip birisiydi. Bu bağlamda, Hz. Peygamber bireyleri tanımayı ve bireysel farklılıkları dikkate almayı önemsemiştir. Bir defasında Hz. Peygamber’in yanına farklı kabilelerden farklı seviyelerde insanlar gelmiş, din hakkında farklı sorular yöneltmişlerdi. [Demil, E. Hadisler Çerçevesinde Hz. Peygamber’in Eğitim Metodu] Resulullah (sav) onların anlayacağı dille, ihtiyaçlara göre cevap vermiştir. Bir başka misalde aynı soruya farklı cevaplar verdiğini görüyoruz. “Amellerin en faziletlisihangisidir?”  sorusuna, muhataba ve zamana göre Peygamberimiz (sav) “Allah’a iman, Allah yolunda cihat, zikrullah, Allah için sevmek, namaz, anne ve babaya hizmet” vb. şekilde farklı cevaplar vererek her birine, kendisi için en münasip olan ameli tavsiye etmiştir.

Kolaylaştırıcılık Metodu

Hz. Peygamber farklı zaman ve mekânlarda, “Allah beni zorlaştırıcı, sıkıntı verici, yanıltıcı ve şaşırtıcı olarak göndermedi; beni eğitici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi.” buyurmuştur. Ayrıca pek çok sahabi gibi Medineli gençlerden Muâviye b. Hakem de eğitim ve öğretim esnasında Resulullah’ın (sav) kendisini kesinlikle azarlamadığını söyleyerek “Peygamber’in yolunda canım feda olsun, ben ondan önce de ondan sonra da ondan daha güzel bir muallim görmedim.” diyerek onu yâd etmiştir. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in eğitimdeki en önemli prensibinin “Zorlaştırmamak, kolaylaştırmak; müjdelemek, nefret ettirmemek.” olduğunu belirtmek mümkündür.

Birleştirici Metodu 

Bu metot ayrım yapılmaksızın toplumun tüm bireylerine, yeteneklerini en uygun biçimde geliştirmede eğitim hizmetlerinden eşit ölçüde yararlanma şansının verilmesi şeklinde tanımlanabilir. Hz. Peygamber’in eğitimde eşitlik konusunda zengin-fakir, bedevî-medenî, asil-köle, engelli ve sağlıklı ayrımı yapmadığını ifade etmek mümkündür. Hz. Peygamber (sav) kadınların eğitimi için ayrı bir zaman ayırarak onların sorularına cevap vermiş, kadınların eğitiminde onların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmuştur. Hz. Peygamber’in âmâ olan sahabi İtbân’ın davetine icabet ederek evine kadar gitmesi, gösterdiği yerde namaz kıldırması onun engellilerin eğitimine verdiği ehemmiyeti göstermesi bakımından mühimdir.

“Allah’ım! Faydasız ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım.”

Fatıma Zehra Bayraktutar

Din Eğitiminde ‘Sen Daha Anlamazsın, Senin Aklın Ermez, Haşaaa…’ Şeklinde Erteleyici Cevaplar Vermek. Ebeveynler, Allah ile ilgili sorular karşısında kendilerini çaresiz hissedebilir. Bilgi eksikliklerinin üstünü örtmek için böyle erteleyici cevaplara sığınabilir. Önemli olan burada nasıl cevap vereceğimizi düşünmeden önce çocuğun sorularına, ilk dişini çıkarttığında verdiğimiz tepki kadar kıymet vermeli ve takdir etmeliyiz. Belki de bu sorular, Rabbimizin minicik çocukların elleriyle, akıl ve kalbimizin kapısına kadar bıraktığı Allah’ı bilme macerasının çıkış biletidir. Eğer bir çocuk bu çıkış biletiyle ilgili bir soru sorduğunda çocuğun yaş ve gelişim özelliklerine uygun bir cevap verirsek bu cevabı anlayabileceğini aklımızdan çıkarmayalım. Nitekim bu doğrultuda Peygamberimizin (s.a.v.) İnsanlara akıllarının alacağı kadar konuşulmasını ve herkese derecesine göre davranılmasını (Ebu Davut, Edeb, 22) konu eden hadislerini düstur ederek açık ve net cevaplar vermeliyiz. Hatice Kübra Tongar, Korkutarak Değil Sevdirerek Din Eğitimi,  s.108)

Herhangi Bir Kriz Durumundaki Sorulara Allah Kavramını Merkeze Alarak Cevap Vermek. Soru cevaplandırılmadan önce sorunun altında yatan sebepler araştırılmalı. Aksi takdirde hemen cevaplamak, çocuğu yanlış anlamaya sevk edeceğinden Allah (c.c.) ile arasındaki bağı güçlendirmek yerine onunla arasına set çekmiş oluruz. Örneğin; yeni kardeşi olan bir çocuk, biricik annesini paylaşamadığından dolayı kardeş kıskançlığı dönemine girer. Çocuğun bu kriz döneminde “Bu kardeş nerden geldi?” sorusuna karşılık “Bu bebeği Allah bize verdi.” diye cevaplandırmamız çocuğun zihninde, Allah’ın bu kardeşi göndermekle kendi mutluluğunu bozduğuna dair bir düşünce filizlendirecektir. Bunun yanı sıra, endişe ve huzursuzlukların kaynağını Allah olarak bilmesine yol açacaktır. Prof. Dr. M. Emin ay, Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Anlatalım? s. 107

“Anneni Üzersen Allah Seni Sevmez, Babanın Sözünü Dinlemezsen Allah Seni Taş Yapar” Gibi Söylemlerle Din Eğitiminde Allah’ı Disiplin Aracı Olarak Kullanmak. Çocuk üzerinde otorite kuramamış ebeveynler, kestirme yol diye düşündükleri bir o kadar da dikenli ve taşlı bir yolu seçerler. Bugün Allah’tan (c.c.) korkutmak hatasına düştüğümüz bu çocuklar, o korktukları ve (haşa) zalim gördükleri Allah’ın (c.c.) olmadığı bir yere kaçacaklardır. Hâlbuki bunalıp dara düştüğünde; O’ndan kaçacakları delik aramak yerine, O’na sığınacakları şefkat ve merhamet yurdu olan Allah’ı (c.c.) sevdirmeliyiz. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim’in yapraklarını çevirdiğimizde Allah’ın (c.c.) hiçbir mecburiyeti yokken besmeleyi 114 yerde zikrettiğini görürüz. Kendi kuluna sonsuz merhametini defalarca hatırlatırken bizler neden yavrularımıza kötücül düşüncelerin barınağı olan bir Allah’ı (c.c.) hatırlatalım? Hatice Kübra Tongar, Korkutarak Değil Sevdirerek Din Eğitimi, s. 45, 13

Din Eğitiminde “Allah Cehennemine Atar, Taş Yapar, Çarpar…” Gibi Korkutucu Öğelere Yer Vermek. Yapılan araştırmalarda çocuklarda rastlanılan korkuların %90’ı hatalı ya da yanlış eğitimden kaynaklanmaktadır. Çocuk, bu hatalı telkinler ile herhangi bir şeyi sevebilir ya da korkabilir. Her şeyden önce çocuğun kalbini kazanarak ondaki güven, ümit ve bağlanma duygularını geliştirecek bir anlayışta din eğitimi olmalı. Nitekim bu hususta “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buhari, İlim, 11) hadisi şerifi yolumuzun aydınlatıcısı olmalı. Şu da unutulmamalı ki Peygamberimiz (s.a.v.) “Üç kişiden kalem kaldırılmıştır (hesap, ceza yoktur); uyanana kadar uyuyandan, aklı yerine gelene kadar deliden, ergenliğe erene kadar çocuktan.” (Ebu Davut: 16; Tirmizi: 1) bu hadisten yola çıkarak, rahmet nazarıyla bakan Allah (c.c.), -korkutucu öğelere boğduğumuz- çocukları mesul tutmaz, cehennemine atmaz vesselam. Mehmet emin ay, Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Anlatalım? s. 54, 104

Din Eğitimini, Ortaokul Din Kültürü Dersini Alana Kadar Ertelemek. Yaş bir ağacın şekil alması kolaydır. Ancak kuruduktan sonra ağaca yaklaşıp şekil vermek şöyle dursun, ufak bir dokunuşta elimizde kırılabilir. Bundan dolayı ağaç yaşken eğilir düsturuyla erken verilen eğitimin öneminden bahsedebiliriz. Bu bağlamda hatırlarsak küçükken ezberlediğimiz sureler, öğrendiğimiz adaplar; ruhumuzda öyle sağlam ve derin etkiler bırakır ki onları beynimizden söküp atmak zorlaşır. Aynı zamanda bu verilen erken eğitim; her çocuğun ilgi, istek, merak ve yaş gelişim özellikleri farklı olacağından çocukların hazır bulunuşluğuna göre yol almalıyız. Aksi takdirde hazır bulunuşluk gözlenmeden verilen eğitim; çocuktaki ilgi ve kabiliyeti köreltebilir.

“Kızını Dövmeyen Dizini Döver, Dayak Cennetten Çıktı.” Gibi Cezaya Dayalı İnanışlar. Bizim kültürümüze de sızmış olan İsrailiyat kökenli bu inanışın temelinde, çocuk dünyaya günahkâr olarak geldiği için –masum- çocuğun bedel ödemesi gerektiğine inanılır. Bu bedel ise eli sopalı bir eğitimden geçer. Bu noktada hayatı boyunca bırakın bir çocuğu dövmeyi, kaşlarını bile çatmadan merhamet merkezli eğitimiyle doğru model olan Allah Resulünün (s.a.v.) bir hadisinde ‘çocukları dövmek’ şeklinde anlaşılan ifade aslında çeşitli metot ve usuller kullanarak namazın kılınmasıdır. Hatice Kübra Tongar, Korkutarak Değil Sevdirerek Din Eğitimi, s. 61-62

Camide İstenmeyen Hareketlerde Bulunan Çocukları Azarlamak Ve Kötü Söylemlerde Bulunmak. Din eğitiminde şekli önceleyen ebeveynler; çocuk namazda kolunu doğru yere koymadı diye, en ufak gürültü yaptı diye çocukların gülen suratını düşürecek olumsuz hareketlerde bulunarak çocuğun camiden uzaklaşmasına hatta dinden soğumasına yol açabilir. Bu bağlamda yaşanmış bir örneğe yönümüzü çevirelim. Cem Karaca 7 yaşlarındayken bir gün camiye gitmiş ve dizinde problem olduğu için ayağını yere uzatmış. Birden yaşlı bir adamın ayağıyla, ayağına vurmasıyla irkilmiş. ‘Utanmıyor musun Allah’ın (c.c.) evinde ayağını uzatmaya, kalk!’ diye sözlere muhatap olan Cem Karaca, oturduğu yerden kalkmış ve ancak 70 yıl sonra camiye dönebilmiş. Şekli önceleyen Müslümanlar olarak şuuru ve manayı perdelediğimiz müddetçe çocukların gönlüne camiyi sokmadan çocuklara camiyi asla sevdiremeyiz. Hatice Kübra Tongar, Korkutarak Değil Sevdirerek Din Eğitimi, s. 31

“Orucunu tutarsan akşam sana pasta yaparım” şeklinde önceden ödüller vaat etmek yerine bu sözü söylemeden çocukları gün boyunca desteklemek ve akşama bir sürpriz yapmak çocuğu doğru yönde teşvik eder. Başka bir örnekte ise her namaz kıldığında çikolata\para verme durumu ödülün rüşvete dönüşme riskini taşır. Ebeveynin parası kalmadığında çocuğa namaz kılmama hakkını vermiş olur. Bu ödülün davranışın sonrasında her defa verilmesi yerine belirsiz zaman ve aralıklarda verilmesi çok daha uygun olur. Hatice Kübra Tongar, Korkutarak Değil Sevdirerek Din Eğitimi, s. 65

Peygamberlerin Yaşamlarını Doğumdan Ölüme Kadar Ayrıntılarıyla Anlatmak. Öncelikle kronolojik olarak her şeyi bir bütün halinde anlatmak zorunda değiliz. Nitekim Peygamberimiz’in  (s.a.v.) buluğ çağına erinceye kadar çocuk olanlardan kalem kaldırdığına dair bir hadisini göz önünde bulundurduğumuzda, çocuk mükellef olmazken neden peygamber kıssalarının tümünü anlatalım? Mesela; Hz. Yusuf (a.s.) kıssasını anlatırken kuyuya atılma ve Züleyha hadisesini bilmek; 6 yaşındaki bir çocuğa ne katacak? Aksine çocuğun kaldıramayacağı fazladan soyut kavramlar yüklediğimizden çocuk zihninde “Demek ki benim kardeşlerimi kıskanmam çok normal. Öyleyse ben de kıskançlıktan dolayı kuyuya atılabilirim. Ama kuyu yoksa fırın, dolap var oraya tıkılaabilirim” diye tahayyül edebilir. Bunun yerine “Hz. Yusuf’un (a.s.) başından geçen bir olayı anlatayım mı?” diye başlanabilir. Yani yapboz yaparken nasıl ki sıraya takılmadan kolayımıza gelen yerden başlıyorsak, bizler de kıssaları anlatırken çocuğun hazırbulunuşluğunu dikkate alarak yapbozları zaman içerisinde bitireceğimiz düşüncesiyle kıssaların o an yalnızca bir kesitini anlatabiliriz. Merve Gülcemal, Peygamber Kıssaları Atölyesi

Fatıma Zehra Bayraktutar

Ramazan ayı merhametin doruklara çıkması gereken, sevgi ve hoşgörünün hayata egemen olması gereken bir aydır. Küslüklerin bittiği, muhtaçların mağduriyetlerinin giderildiği, uzak akrabaların ziyaret edildiği, sevilenlerin sevildiğinin hatırlandığı, borçların ödendiği, meselelerin halledildiği, sevgi bağlarının kurulduğu, komşuların anlaştığı, barış ve huzur çiçeklerinin açtığı, kardeşliklerin hatırlandığı bu ay, kutsaldır, nimettir, mübarektir.

Ramazan ayı, infakın, fedakarlıkların, paylaşmanın, el uzatmanın, dert dinlemenin, yardım etmenin, barışmanın, affetmenin ayıdır.

Ramazan; nefse dur demenin, zalimle aramıza mesafe koymanın, şirke savaş açmanın, küfüre cihad etmenin ayıdır.

Ramazan; sevgisizliğin, merhametsizliğin, kibir ve hırsın öldürücü zehirlerine panzehirdir.

Ramazan, kalpleri yumuşatan, vicdanı körükleyen, insan olduğumuzu hatırlatan mübarek bir aydır.

Ramazan ayı merhamet ayıdır

Merhamet; yürek yumuşaklığı, acıma hissi, vicdan sesi, rahmet simgesi, acıma ve yardım etme isteği, sevgi sunma yöntemi ve katı kalplerin kilidini açma nimetidir.

Merhamet susuz bozkırlarda açan nadide bir çiçek, karanlık gecelerde ufukları aydınlatan bir güneş, baştan sona bir ihsan ve kalp çırpınışıdır.
Merhamet, insanı insan yapan, kalbi bir organ olmaktan çıkarıp gönülleştiren, bahtları aydınlatan, sevgi ve iman bağlarını güçlendiren yüce bir duygudur. Merhamet, mazlumun, mağdurun, muhtacın yanında olmak, nefsi zincirlemek, eldekini paylaşmak, fedakarlık etmektir.

Merhamet, yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmektir.

Merhamet bahsi, içerisinde zorlama olmayan dinin, sevgi ve muhabbetle şekillendiği nadide bir ortamdır ki bu hissin ardında devasa bir sevgi ve bir o kadar da korku vardır. Bu ses, sahibine hem iyilik yapmayı emreder, hem kötülükten kaçınmayı, hem de karşısındakinin acısını paylaşmayı. Merhametin en yücesi muhakkak Allah’ın rahmetidir ve bu kelime-i şehadette ilk iki sırada sayılacak ve her adımda hatırlanacak bir lutuftur. “..Şüphesiz Allah, insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir.” (Bakara 2/143)

İnsan ise çoğu zaman zalim, cahil ve nankördür.

Eğer insana tarafımızdan bir rahmet tattırır da sonra bunu ondan çekip geri alırsak, tamamen ümitsiz ve nankör olur. Hud 9

İşler iyi giderken, nimetler akıp gelirken şükreden insan nimetler azaldığında korkmaya, kesildiğinde inkar ve isyana başlar. Nankörlük bu sınavı görmemekte ve bencilliktedir. Oysa yoklukta sabrın sevabı, varlıkta şükrün sevabından daha yücedir. Çünkü yokluk kulu noksanlığa, muhtaçlığa, merhamete muhtaçlığa getirir ki bu gurura, kibre, egoya ciddi bir tehlike oluşturur. Nefis bu durumda alarmları çalar ve bedene bu durumdan kurtulması için her yolu denemeyi emreder ki buna ahlaksızlık ve günah kapıları da dahildir. İşte bu durumda dik durabilenler asıl rahmete mazhar insanlardır. Varlıkta şükretmek şart ve güzeldir lakin rahat ve nefsin zorlanmadığı bir ortamda, geliri tehlikeye atmayacak kadar infak etmek ve yokluğu tatmış olmamanın bilgisizliğiyle ağız ucuyla şükretmek mümkündür. Sevabı da vardır lakin hakkını vermek ve zorluk derecesi bakımından açlıkta sabır, varlıkta şükürden daha zordur. Konuyu merhametle birleştirirsek ise kul zor anlarda Allah’ın rahmetinden bile ümit kesecek ve şüphe duyacak kadar nankördür, zalim ve cahildir.

“O, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür.” (İbrahim 14/34)

Rahmetin en yücesine sahip Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarını kendi ahlakına uydurmak mecburiyetindeki mü’min merhametli olmak ve acımak mecburiyetindedir ki acınası hali yaratan Allah çare vermeye de muktedirdir. Lakin o ister ki bu yardım mü’minlerin istekleri ve elleriyle gerçekleşsin. Mü’minlerin rahmet uzantısı merhametleri devreye girsin ve çare insanların eliyle gelsin. Merhamet edebilecek ihsana ulaşan mü’min, merhamete de bir gün gelir muhtaç olur ve o an inşallah karşılığını da bulur. Lakin kul merhamet etmeyi zayıflık ve küçüklük olarak görüyorsa muhtaç olduğu bir anda o merhameti ne Allah’tan ne de kuldan göremeyecektir.

Dünyada bu kadar kötü ve kötülük varken hala hayatın devam ediyor olması ve hala bu kadar güzelliğin yaşanabiliyor olması ilahi rahmet ve insani merhamet iledir.

İlahi boyutta adı rahmet, kul seviyesinde merhamet olan bu duygu sorunları barış yoluyla çözmenin, affın, kardeşliğin, paylaşmanın tek ilacıdır. Tevazu ve ihsan gereği her kul muhtaca el uzatmak, derde derman olmaya çalışmakla mükelleftir.

Merhamet kötülüğü emreden terbiye olmamış nefislerin iyiliğe yöneltilebilmesi için vicdani bir yüklenmedir ve merhamet gösteremeyenler nefsin tutsaklarıdır.

Merhamet Allah emriyken, hala büyüklenme ve şımarma ile muhtaçları aşağılayanlar ise dinden nasibini alamamış zavallılardır.

Merhamet, yaşlılara, muhtaca, yolcuya, mazluma gösterilmeli, anne-baba ve akrabalar belki de ilk sıraya konmalıdır. Çünkü tüm iyilik çemberleri yakın daireden başlar ve merhamette önce anne ve babayadır.

Tabiattaki diğer varlıkların da bu merhametten nasibini alması insanın boynuna borçtur çünkü ister ehil olsun ister yabani olsun canlılar ve tüm varlıklar insanın egemenliğine boyun eğmiş haldedir ve insan bunları kendi çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda kullanır. Yaşlanan atı açlığa mahkum ederek kırlara salmak nasıl uygun değil ise, yabani hayvanları da susuzluğa mahkum etmek öyledir. Hele evlere alınan evcil hayvanların ihtiyaçlarını karşılamak farz ayarındadır. Peygamberimizin dedesinin açlık ve susuzluk dönemlerinde, daha İslam ortada yokken, haniflik gereği dağlara yabani hayvanlar için parçalanmış etler bırakması bu yüce merhamet duygusunun mükemmel bir örneğidir.

Acıma hissi ile yumuşamayan kalpler, nefis ve şeytan oyunlarıyla katılaşacak ve kararacaktır. Bu ise telafisi sadece Allah’ın elinde olan dermansız bir hastalıktır. Buradan hareketle şu denebilir ki merhamet göstermek şeytana teslim olmamak gayretidir aynı zamanda. Kibir ve hırsın körüklediği aç nefislerin kötüyü emreden hallerinin ilacı durumundaki merhamet affetmeyi, anlayışı, iyi zanda bulunmayı, tevazuyu ve iman kardeşliğini yüceltmeyi emreder ve bunu yapabilenler takva sahipleridir. Merhamet toplumsal yaşamın da vazgeçilmezidir ki gün boyu yaşanan aksilik, anlaşmazlık ve çıkar çatışmalarının çözümü barışçı yollardır. Toplumda sayısı hızla çoğalan yardıma muhtaç, engelli, fakir ve zayıf kimselerin topluma kazandırılmasının, kalkındırılmasının, maruzatının giderilmesinin yolu da merhamettir.

Fani dünya hayatında tüm mülkün, nimetin, hükmün sahibi sadece Allah’tır. Ve dünya hayatı fanidir. Bizlere bahşedilen ne varsa hepsi birer emanettir ve emanetin gerçek sahibi sadece Allah’tır. O halde bunları fani saymak ve paylaşmadan muhafazaya çalışmak ahmaklıktır, nankörlüktür. Oysa ahiret yurduna götürülebilecekler sadece niyet ve amellerdir. Emanete saygı ile sahip çıkmak, ahde vefaya sadık kalmak, ana babaya saygıda kusur etmemek için merhametli olmak şarttır. Merhamet için yapmak yetmez, o yapılanı içten, severek yapmak gerekir. Birisine verdiğiniz bir fıtır sadakasını başa kakmak gibi örneklenecek bu hal zorunlu olarak yapılanı sevgi ile süslemek ve içten gelerek yapmayı gerektirir. Yoksa hükmü kaybolacak veya sevabı azalacaktır.

İşte tüm iyilik ve sevaplarda olduğu gibi yapılan iyilik ve merhamet gösterileri kalp ile desteklenmiyorsa sevap katsayısı düşük kalacak, kalp ile destekleniyorsa buğday başak tanesi gibi sevabı misliyle artacaktır. Elde olmayan nedenlerle yardım edilemeyen haller de ise sözle, kalple o işe niyet etmek ve mazlumun yanında olmak tıpkı iman bahsindeki gibi merhametin göstergesidir ve inşallah mükafatı da olacaktır. Çünkü Allah kullarını taşıyamayacağı yüklerle sınamaz. İslam; huzur, barış, esenlik ve sadece Allah’a teslimiyettir. Bu gayeye hizmet eden ne varsa merhameti gerektirir ve bunlara aksi olanlara merhamet farz değil bilakis yasaktır.

Merhametin temeli Allah rızasına oturmak zorundadır. Oturmuyorsa onda bir bozukluk ve yanlışlık var demektir. Merhamette riya şirktir. Başkaları görsün diye merhamet gösterilerinde bulunmak sadece Allah’ı küstürmektir ve alacağınız ödülde o yaranmak istediklerinizin verebileceği kadardır. Merhamet ettiklerinize şayet maddi yardım yapıyor iseniz de bunun şartı o paranın helal olmasıdır. Haram para ile efelenmek mü’minin harcı ve huyu değildir.

Merhamet, şefkat gibi yürekte doğuveren nadide bir filizdir. Sevgi ve merhamet, Rahmet sahibi Rahman’ın yeryüzündeki gölgesi, insanlar lutfudur. Sadaka nasıl ömrü uzatır, kötülükleri azaltır, belaları def ederse, merhamet te dünyayı güzelleştirecek, kulun bilemeyeceği tarzda hayatını kolaylaştıracak ve güzelleştirecek huylardandır. Merhametli insanlardan teşkil toplumlar ise refahı yakalayacak ve barışı temin edecektir.

Burada bir husus önemlidir ki cihad yani savaşta dine, cana, mala ve hayata kast edenlere, şirk, küfür ve riya şebekesine üye olanlara, zalimlere ve şer odaklarına merhamet Allah emri değildir. Bunlara acımak, desteklemek, kanmak akla ihanettir ve aklı kullanamayanlar üzerine Allah pislik atar. Çünkü zalimlere yapılacak her yardım ve gösterilecek merhamet bir terör kurşunu olarak o topluma geri dönecektir. Bunun için merhamet sadece iyi kullara gösterilecektir. Buna rağmen en temel hak olan yaşam hakkı bahsinde, zalimlere bile sınırlı seviyede af Allah emri, insanlık borcudur. Bunu örnekleyecek olursak yaralı ele geçmiş teröristi yaşatmak için ilk yardım yapmak sayılabilir.

Allah’ın yüce rahmeti ile yağdırdığı yağmur ile dolup taşan derelere, denizlere, kırlara, otlara, havaya, toprağa merhamet göstermek te insanın vefa borcudur. Küresel afetlere yol açan, tabiata zarar veren, yeşili çıkar uğruna kesen, doğayı katleden zalimlerin yeri zaten cehennemdir ve imanlı kullar tabiata ve tüm insanlığın ortak nimetlerine karşı merhametlidir, saygılıdır. Mü’min tüm o tabiattaki varlık ve cisimlerin birer kul olduğunu bilen, hepsinin tesbih ettiğini görendir. Dahası tüm insanlığa ait hayati ihtiyaçların bazılarınca kirletilmesi kabul edilir değildir ve böylelerine merhamet gösterilmez.

İslam’ın egemen olduğu toplumlarda yaptırımı olan yasalar ve dini kuruluşlarca verilen fetvalar zalim ve nankörlere karşı tedbir almakla mükelleftir. Bu görev aynı zamanda toplumu aydınlatmak ve kötüleri tanıtmayı da kapsar. Bunda ihmal ise o kuruluşları da vebale ortak eder.

Kur’an mü’minleri ise bilir ki o ağaçlar birer canlıdır, gün boyu tesbih ederler. Mü’minler bilir ki orman yangınları ile yanan sadece ağaçlar değil milyarlarca hayvancıktır. Mü’min kullar bilir ki zeytin ağacı ağaçların en şereflisi, nur üstüne nurdur.

Fabrika, maden adı altında tabiata kast edenler zalimdir ve bunlara merhamet göstermeye de asla izin yoktur.

Özetleyecek olursak; hayatın sonunda yaşanacak ahiret yurdunun esası rahmet ve şefaattir. Yüce Allah mü’min kulları için affedicidir. O bizim acizliğimizi, cehaletimizi inşallah bağışlayacaktır. Bizim bu dünyada yaşarken göstereceğimiz hal de işte tam olarak budur. Nihayetinde herkes ahiret yurdunda merhamete muhtaçtır, şefaate muhtaçtır.

İnsanın içgüdülerinde zalimliğe yönelik meyiller olduğu gibi merhamete yönelik meyillerde vardır. İnsan her ikisinden birine göre duygularını yönlendirir. İnsana nispet edilen merhamet kulların fiilleri ile alakalı olduğu için akidevi değil şer’i açıdan değerlendirilir, ele alınır. İnsanlar arasındaki ilişkilerde merhamet ancak Allahu Teala’nın koymuş olduğu merhamet ilkeleri hatırlandığında yerini bulur. Yani bu yönde ruhi yönü hatırlamak ve bu doğrultuda Yaratıcının emrine tabi olmakla gerçekleşir

İnsanlardaki merhamet, Allahu Teala’nın rahmet ve merhametinin bir tecellisidir. İnsanlar bunu ancak Allahu Teâlâ’nın gönderdiklerine tabi olurlarsa erişebilir. Katılaşan kalpler ancak Allah Subhanehu Teâlâ’nın gönderdiklerine bağlanmakla yumuşayacaktır. Allahu Teala ancak gönderdiği dine uyanların kalplerine merhamet koymuştur. Bir yerde merhamet Allahu Teâlâ’nın gönderdiklerine tabi olmaktır. Bunu Allahu Teala şöyle açıkladı:

Sonra bunların izinden art arda elçilerimizi göndermiştik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından göndermiş, ona İncil’i vermiştik. Ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirmiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu onlara biz yazmamıştık. Fakat kendileri, Allah rızasını kazanmak için yapmış, (ancak) buna da gerektiği gibi uymamışlardı. Biz de onlardan iman edenlere ödüllerini vermiştik. İçlerinden çoğu yoldan çıkmıştı. Hadid 27

Bu, Allah’ın kullarının kalplerine yerleştirdiği merhamettir ve Allah, ancak merhametli kullarına rahmet eder.” (Müslim, Buhârî)

Kurtuluşun nişanesi olan merhameti Allahu Teala Kitabı ile değerli kılmıştır. Allahu Teala şöyle buyurdu:

Kim Ben’im zikrimden yüz çevirirse, bilmelidir ki onun için bunalımlı bir yaşam vardır. Kıyamet Günü de onu kör olarak haşrederiz. Taha 124

Yani Allahu Teala ile ruhi bağ koptuğunda merhamet bağları da kopar. Yoksa Allahu Teâlâ insan fıtratının özelliklerinden olan zalimlik veya merhamet özelliğini fıtratından söküp almaz. Haram işlemekle insan kendi nefsine zulmeder. Haramı terk etmekle de insan kendi nefsine merhamet eder.

Günümüz zaman diliminde merhametsizliğin bütün insanlığı sardığı aşikardır. Merhametsizleştirilen bir dünyada yaşıyoruz. Zulmün içerisinde merhamet aramak veya zalimlerin verdiği imkânlar dâhilinde cılız merhametlerle (!) yetinmek nimetten sayılmaktadır. Bunun yanında insanların merhamet duyguları ile oynanmakta ve merhamet duyguları gerçek mecrasının dışında başka işlerle oyalanmaktadır. Bundan dolayı da yukarıdaki ayeti kerimede belirtildiği gibi merhamet husussunda da dar bir alana hapsolunulmuş, merhamete kör kalınılmıştır.

Bu kadar merhametsizleşmenin kökünde kapitalizm sisteminin insanlık üzerindeki tesiri vardır. Kapitalizm kendi toplumunu bireysel özgürlükler çerçevesinde “ben” içerikli bir yaşama teşvik etmektedir. Kibir içerikli bu anlayış insanı acımasız kıldığı gibi maddi sunumlar içerisinde yok edip eritir. Onun için kapitalizmde insanların merhamet anlayışı maddi takanaklıdır. Daha doğrusu kapitalizm merhameti insanın fıtri özelliklerini görmez. Maddeyi fıtri özelliklerin yerine koyar ve onun doyumuna ulaşması için nizamlar ortaya koyar. Bu doğrultuda kapitalizmin merhamet diye bir kavramı yoktur. Bireyden topluma, toplumdan dünyaya bakışı zalimcedir. Merhametsizliğin en çok görüldüğü toplum kapitalist toplumlardır. Dünyada en fazla sosyolog ve psikoloğun faaliyet gösterdiği yer kapitalist ülkelerdir. Yine dünyada en fazla depresyon hapının tüketildiği ülkeler kapitalist ülkelerdir. Elbette insan fıtratını paramparça eden bir sistemde merhamet olmaz.

Allahu Teala bunu ayeti kerimede açıkça beyan etmiştir;

 “İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna gider.  Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah’ı da şahit gösterir. Halbuki gerçekte o, düşmanların en yamanıdır. Senin yanından ayrılınca, ülkede fesat çıkarmaya çalışır,  ürünleri ve nesilleri mahvetmek için uğraşır. Allah, elbette fesadı (bozgunculuğu) sevmez.” (Bakara, 2/204-205)

Kapitalizmi özümseyen, nefsinde yaşayan bireylerde merhamet olmaz. Yönetimlerde ise merhametin izine rastlanmaz. Onda bozgunculuk ve zulüm vardır. Mesela; Kapitalizmin halkına sunduğu barınak olanakları, iş imkanları, su, elektrik, doğalgaz gibi günlük ihtiyaçlar sömürgecilerin sofralarından dökülen kırıntılardır. Hatta insanlar kutu gibi küçük küçük mekânlarda yaşamak durumunda, köleler gibi çalıştırılmakta ve tabii hakları için yüklü faturalar ödetilerek sömürülmektedirler. Kapitalist devletler ise bunu halka götürülen hizmet ve devletin merhameti olarak lanse etmektedirler.  Halka, çok üretip/çalışıp böylelikle çok tüketerek/kazanarak mutluluğu elde edebileceklerini söyleyip hayal tacirliği yapmaktadırlar. Halkta bunu nimetten saymaktadır. Bunun neticesinde batı insanı ruhen hastadır ve zalimdir. Zira maddi şekilcilik ve pırıltılar altında merhamet değil çılgınca bireylerin nefislerini tatmin etme vardır.

Dünyada insanlara dayatılan materyalist düşünceler insanlar arasındaki ilişkileri daha da karmaşık hale getirdi. Merhamet kaba gücün, maddi değerlerin etkisine/etki alanına teslim edildi.  “Güçlü olmazsan ezilirsin, sana merhamet eden olmaz” düşüncesi bütün beyinleri işgal etti. İnsanlardaki fıtri dengenin bozulmasına etki eden kapitalizmden dolayı insan ve insani dengeler de alt-üst olmuştur. Bu yapı ve öngörüler içerisinde merhamet dengeleri inşa edilemez.

Günümüzün süper gücü veya kapitalist ülkeler insanlığa merhamet etmez, BM de merhamet üretemez. Kapitalist vakıfların sözde acıma duyguları ile yardıma koşuştukları göstermelik yardım ve gözyaşları merhamet kaynaklı değil sömürgelerini pekiştirmek, nizamlarına hizmet ve gösteriş amaçlıdır.

İslam âleminde sorunların artması merhametsizliğin yaygınlaşması da küfür sistemlerine, fikirlerine yönelinmesi ve çözümün orada aranılmasından kaynaklanmaktadır. Bu noktada İslam âlemi batı âlemi ile eşitleşiyor. Çünkü batıya olan özenti hayatın her sahasına sirayet ediyor. Bu gün batıda ne varsa İslam âleminde de o var. “Vahşi batının” tesirinde kalan İslam âlemi vahşi cinayetler işleyen, körleşen, menfaat ilkeleri üzerine toplumsal ilişkiler kuran veya özgürlükler çerçevesinde bireyselleşip herhangi bir sosyal ilişki kuramayan, birbirine duyarsız kalan bir topluma dönüştü. Oysa Allahu Teala şöyle buyurdu:

Muhakkak ki iman edenler kardeştirler! O halde iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korunun ki rahmete eresiniz.

Merhamet öğretisini bizlere İslam kazandırmıştır. Kapitalizme ve onun ilkelerine bağlanmak veya yanaşmakla da bu öğretiden uzaklaşılmıştır. İslami yönetimin olmayışı bu merhametsizliği daha da arttırmıştır. Ki bu devletten bireye, aileden toplumun her kesimine  kadar sirayet etmiştir.

İnsanların ortaya koyduğu sistemlere uymak merhamet kaynaklarını kurutmak demektir. Sistem içerisinde merhamet edecek veya ettirecek fikir olmadığı gibi hiçbir kurum da yoktur. Aile yapısını daha da parçalayan, anne-babayı huzur evlerine teslim eden bir düşünce anlayışı katılaşmış kalplerin, şahsiyetlerin merhametsizleştiğinin açık örneklerindendir. Kapitalizm merhamet düşüncesini insan aklına bırakmış ve insanın egosuna teslim etmiştir. Egosunu tatmin etmekse nefsi acıma duygusuna bırakılmıştır. Onun için Kapitalizmde merhamet göstermek -menfaat dışında- karlı bir iş değildir.

Merhametten soyutlanan her şey vahşileşmeye mahkûmdur. Onun için kapitalizmden doğan her şey vahşi ve zalimdir. Özünde merhameti barındırmadığı için de ona “vahşi batı” tabiri çok uygun düşmüştür. Oysa merhamet insan aklına bırakılacak bir konu değildir. Merhamet konusu insan fıtratına uygun, sağlam akidevi değerler üzerine kurulur. Bu doğrultuda insan merhamet duygularını doğru olan düşünce ve fikirlerle donatmak zorundadır. Böylesi bir değerse sadece İslam nizamında vardır.

Allah’a ve Resul’e itaat edin ki size merhamet edilsin. Ali İmran 132

Ama Allah’a inanıp ona sımsıkı tutunanlara gelince, onları, yakında Kendi lütfundan, rahmetinin içine koyacak ve onları kendisine giden dosdoğru yola iletecektir. Nisa 175

Sonra iman edenlerden, birbirine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmaktır. İşte bunlar sağdakilerdir. Beled 17/18

İnsan aklına göre merhametin ölçüsünü tespit etmekte acizdir. Onun için merhametin sınırlarını Allahu Teala belirlemiştir. İtaat etmek emirlere bağlılığı,  emirlere bağlılık da rahmeti getirir. Bunula alakalı delillerde Allahu Teala itaat veya yapılması istenen hususu beyan ettikten sonra merhamet edileceğini açıklıyor:

“Allah’ın âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenler -işte onlar- benim rahmetimden ümitlerini kesmişlerdir ve onlar için acıklı bir azap vardır.” (Ankebut 23)

Ey oğullarım! Gidin Yusuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin; çünkü gerçeği yalanlayan nankör bir halktan başkası O’nun rahmetinden umudunu kesmez. Yusuf 87

Onlar İslam’a inanmadıkları için merhamet düşüncesine sahip değillerdir ve de reddederler. İnanmayanlarda bulunan acıma hissi “vicdanın sesini” dinleme şeklinde tezahür eder. Yani onlarda merhametin karşılığı vicdandır. Dinde vicdanidir. Vicdanları çerçevesinde dinin bir kısmına inanırlar veya kendilerini tatmin edecek dinden kısmi işlere yönelirler. Maalesef bu çürük düşünce günümüzde Müslümanım diyen bazı şahısların beyinlerine örümcek ağı örmüş, bu sözlerine ve fiillerine/amellerine aksetmeye başlamıştır. Bundan dolayı da İslam’daki merhameti hatırlattığınızda veya hükümlerden bir hükmü zikrettiğinizde “ben rahatım, benim vicdanım böyle kabul ediyor” diyerek dinin değil de vicdanının belirlediği hayat tarzını benimsediklerini ima ediyorlar. Bu tamamen batıdan etkilenmedir. Bundan dolayı da merhameti vicdanına havale ettiği için Müslümanların bir kesimi İslam âleminin derdiyle dertlenmeyi öteliyor, üzerine almıyor veya uzak duruyor.

Oysa merhamet yukarıda da belirttiğimiz gibi Allahu Teâlâ’nın vahyine kulak vermektir, teslim olmaktır. Allahu Teâlâ’nın istemiş olduğu merhamet düşüncesi ile donanmak demektir. Ki bu İslami şahsiyettir. İslami şahsiyetin dışında kalanlarda -kâfirlerde ve onlara meyledenlerde- bunu göremeyiz. Bundan dolayı da kâfirlerdeki zulüm ve düşmanlık -hidayete kavuşmadıkları müddetçe- süreklidir. Ya bu düşmanlıklarını alenen yaparlar veyahut ta fırsatını bulana kadar içlerinde saklarlar. Nitekim Allahu Tela bu durumu şöyle bildirdi: Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin! Onlar size kötülük etmekten asla geri durmaz, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları ağızlarından (sözlerinden) elbette belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Akıl ediyorsanız, ayetlerimizi elbette size açıkladık. Ali İmran 118

Allah’a inananlarda bazen merhametin duraksaması veya geçici düşmesi mümkündür. Allahu Teala bu hali “günahkar” olarak adlandırmıştır. Günahkârların tövbe ettiği takdirde merhamet kapsamına gireceğini şu ayeti kerimede açıkladı:

“De ki; “Ey kendi aleyhlerine haddi aşmış kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Zümer 53)

“O (Allâh)’dır ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmet eder, melekleri de (size acıyıp mağfiret dilerler. Allâh) mü’minlere karşı çok merhametlidir.” (Ahzab 43)

İnsani vasıflarından dolayı iman edenler arasında da zalimlik ve zulüm ortaya çıkabilir. Bu bir anlık olduğu gibi belki uzun sürelide tezahür edebilir. Bu onları kâfir yapmasa da Allahu Teâlâ’nın cezasından kurtulamazlar. Allahu Teala şöyle buyurdu: “Eğer seni yalanladılarsa, de ki: “Rabbiniz bol rahmet sâhibidir. Fakat O’nun azâbı da suçlu toplumdan geri çevrilmez (gazabı suçluların üzerine bir indi mi, onu kimse geri çeviremez).” (En’am 147)

Bireylerdeki merhamet düşüklüğü toplumu pek tesiri altına almaz. Asıl yöneticilerdeki merhamet düşüklüğü bütün toplumu etkisi altına alır. İslam’ın hayatta olmadığı yerde yöneticilerin Müslüman olması bir şey ifade etmez. Çünkü tabi oldukları yabancı düşünceler onları merhametli olmaktan mutlaka alıkoyar.

Müslüman olmak merhametli olmanın garantisi değildir. Ancak merhamet ölçüsünü yakalamış demektir. Eğer Allahu Teala’nın rızasını sürekli gözetirse o zaman merhamet ondan ayrılmaz bir parça olur. Hz. Ömer gibi. Müslüman olup ta zâlim olan idareciler de halkına zulmeder, ezer, her fenalığı reva görebilirler. Her kim olursa olsun ahirette bu yaptıklarının hesabını vermeleri çok kolay olmayacaktır. Yapılan zulmün karşılığını ateşle öderler!

“Halka merhamet etmeyene, Hak merhamet etmez.” (Taberani)

Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi: Benim şu evimde, Resûlullah (sav)’in şöyle buyurduğunu işittim: “Allah’ım! Ümmetimin yönetimini üstlenip de onlara zorluk çıkaran kimseye sen de zorluk çıkar. Ümmetimin yönetimini üstlenip de onlara yumuşak davrananlara sen de yumuşaklık göster.” (Müslim)

İdarecinin en başta gelen özelliklerinden biri, İslam ümmetini canı gönülden sevmesi, onları merhamet kanatları altına alıp bütün işlerinde elinden gelen kolaylığı sağlamasıdır. Hiçbir idareci zulme uğrayan herhangi bir Müslümanı görmezlikten gelemez. İslam ümmetine zorluk çıkartan onların arkasından entrika çeviren idareci asla iflah olmaz. Bu dünyanın süsüne, makamına, şöhretine kapılıp sömürgecilerin işlerini yürüterek belki dünyasını mamur edebilir. Fakat bu merhametsizliğin hesabını vermek çok zordur ve de veremez. Ümmeti öncelemeyip nefsini önceleyen idarecide nasıl merhamet olabilir ki?!.

-Merhamet mü’minlerin temel özelliklerindendir. Bu özelliğini kolay kolay çıkartıp atamaz. Attığında (ki gündüzdeki durum gibi) İslam toplumunda gedikler açılır, genelleşir ve İslam toplumu olmaktan çıkar. Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem şöyle buyurdu:

“Mü’minlerin, birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte bir vücut gibi olduklarını görürsün. Bu vücudun herhangi bir uzvu muzdarip olduğu takdirde, diğer kısımlarının da uykuları kaçar, ateşler içinde onun ıztırâbını duyarlar.” (Buhârî, Müslim)

İdarecileri de içine alarak Müslümanların genelinde merhametin etkisinin kalmadığını, merhametin dokuduğu kardeşlik duygularının yok olduğunu, zulme maruz kalan kardeşini sapıklık olan kavmiyetçilik ve vatancılık düşüncesine kapılarak merhametle muamele etmekten uzaklaşıldığına şahidlik ediyoruz. Küfür nizamlarının merhamet yerine insanları canavarlaştırdığını toplumun geldiği seviyeye bakarak anlamak mümkündür.

Topluma mâl edilmeyen merhamet bireylerin kalplerinde çakılıp kalır. Var zannederiz fakat hayatta hiçbir tesirini göremeyiz. Aynen günümüzde Müslümanlar arsında kardeşlik ruhunun kaybolması gibi; zalim yöneticilerden kaçan Suriyelilerin uğradığı baskılar, Çin zulmünden kaçan Uygur Müslümanlarının Çin’e geri teslim edilmesi, Filistinli Müslümanların Yahudi zulmü karşısında yalınız bırakılmaları ve daha niceleri Müslümanlar arasında merhametin dokuduğu kardeşliğin hayatta tesirinin kalmadığının birer örneğidir. Oysa Müslümana Müslümandan başkası merhamet besleyemez. Bu nedenle Kur’an mü’minlerin birbirlerine karşı merhametli olduklarını belirtir: “Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar kafirlere karşı zorlu, kendi aralarında merhametlidirler…” (Fetih 29)

Hadis şerifte de;

“Merhamet edene Rahman olan Allah da merhamet eder. Siz yerdeki bütün mahlûkata merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin.” (Ebû Dâvûd)  buyuruluyor.

Müslümanlarda merhametin hayatta tesirinin kalmaması sevinilecek bir şey değildir. Merhamet hayatımızdan silinip gidiyorsa bu bütün Müslümanları ilgilendirir. Çünkü merhametten doğan farzlar uygulanmıyor demektir. Onu geri hayata döndürmekse bütün Müslümanların üzerine farz olur.

“Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” (Hakim) buyurmuşlardır.

Her ne kadar yaşadığımız çağ modernlikle adlandırılırsa adlandırılsın merhametin olmadığı yerde zulüm vardır. Bu zulmü kişi dünyaya teslim olmakla nefsine karşı işler, topluma karşı adaletsizlikle işler, dünyaya karşı sömürge ile işler. Bu sistemler altında, bu ilkeler doğrultusunda, çocuğumu okutacağım derken demokratikleşerek, laikleşerek,  özgürleşerek, hareket etmek ellerinin arasından kayıp giden evlatların cehenneme ne kadar yaklaştığına kör olmak demektir. Böyleleri ancak okutamadığında, bu gidişat içerisinde yer alamadığında vicdan azabı çeker durur.

Aile fertleri, çevresi geçimini sağlasın, problemini çözsün diye banka kapılarında bekleyerek, aldığı kredilerle yaşamayı kendisine reva görenler Allah’a karşı savaş açtığını, ateşe ne kadar yaklaştığını göremez. Böyleleri ancak Kapitalizmdeki refah seviyesini yakalayamadığı için vicdan azabı çeker dururlar. İslam beldelerindeki sömürgecilerin istilalarına, işgallerine, sömürgelerine karşı durmayıp, onları oralardan uzaklaştırmayıp sadece fakirliği çözmek düşüncesi ile su kuyuları açmakla, kurulan çadırlarla, dağıtılan yiyeceklerle İslam’dan kaynaklanan merhamet duygularının üzeri bastırılıp/değişik alanlara yönlendirilip ancak vicdanlar rahatlatılır. İslam’ın hakim olmadığı yerde merhamet değil vicdan dağıtılır. Onlar oralardan kovulmadığı müddetçe de merhamet yakalanamaz.

İslam hayattan kaldırıldı kaldırılalı bu gibi her husus zulmün artışını engelleyememiştir. Hatta boyutu o kadar ileri gitmiştir ki dünyanın her bir köşesinde zulme mağdur kalan kardeşlerimizi sayamaz, düşünemez, derdiyle dertleşemez, yetişemez hale geldik. Görüntüler, gözümüzün önünde yaşananlar, duyduklarımız bizleri zulme o kadar alıştırdı ki merhamet duygularımız köreldi, basit basit şeylerle üzerimizden atmaya, duymamaya acımamaya, bölgeselleştirmeye, bireyselleştirmeye birilerinin üzerine yıkmaya başladık. Bunun adı merhamet değil merhametsizliktir!

Müslümanlarda merhamet olmaz ise dünyada merhamet olmaz. Kardeşler arasında olmayan merhamet her yanı ateş topuna döndürür. Nitekim de ateşle kavrulan bir dünya ve İslam âlemi görüyoruz. Peygamberimizin Sallallahu Aleyhi Ve Sellem; “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” (Buhari) diye buyurmuştur.

Tahir Şanlı

Adem Sevgi – Sevgi İçin

Comments are closed.