logo

Din güzel ahlaktır.

Allah’ın tek dini ama iki din tarifi, insanın tek doğru ama iki yaşam şekli vardır. Tevhid veya şirk, mü’min veya kafir. İki din de, iki yaşam da aynı kalbe sığmaz. Hangi yaşam ve inancı seçersek gönüllerde ancak ona yer vardır. Dışarıda bıraktığımız şayet Tevhid ise bu takdirde kalbin kapıları Allah dilemedikçe bir daha güzele açılmaz. Yaratıcı kuvvet insanın yapısına, onu kendisi ile bağ kurmaya yöneltecek bir asli duygu yerleştirmiştir. Kuran kaynaklı düşüncenin fıtrat diye andığı bu asli duygu, genel adıyla kutsal ve kutsallık duygusudur. Fıtrat (kutsal duygusu) yaratanın sadece insana bahşettiği bir alıcı verici güçtür.

İnsanın zeka ve ruhunu insanlığın mükemmel hale gelişmesi yönünde oluşturan, başlangıçtan beri dindir, din olmaya devam edecektir. Din, hakim olduğu devirler kadar kenara itildiği devirlerin de en canlı ve aktüel konusudur.

Rönesans’tan sonra estetik sanatlar ve coğrafi keşiflerle gelen başarı, takiben ilmi atılımlar Batı’yı ‘dinin ilkel insanların avutucusu bir kurum’ olduğunu iddiaya ve ilmin hakimiyetiyle bu kurumun yaşatılmasına gerek olmadığını söyletmeye başlamıştır. Rönesans’ın tıpkı reformda olduğu gibi asli gayesi de başlatanlarca zaten buydu. Bu yanlış idrak üzerine kurulu felsefi ekoller pek çok eserin ana fikri olarak hayat buldu ve insanlık tarihine damga vurdu. 19 ncu yüzyıl sonlarında makineleşme atılımları ile komünizm gibi kitlesel düşünce ve aksiyonlar aynı paralelde buluşunca da bütün insanlığı din karşısındaki ilgisizlik, hatta düşmanlık esir aldı. Freud gibi maddecilerin de katkısıyla iş büyüdü. Nihayet mukaddesin yerini endüstri, dinin yerini sosyoloji, aldı. Modern ilimler bu sayede yaratılış ilmiyle (diniyle) köklerini kesmiş oldular.

Müslüman doğu veya Hristiyan batının pek çok düşünürü, bu talihsizliği Hristiyanların ortaçağda sergilediği tutuma bağlar. Bu görüştekilere göre insanlık dünyasının mukaddeslere karşı olumsuz tutumunda insan yaratılışına, akıl ve hür düşünceye zıt bir yığın doğmayı bünyesinde barındıran kilisenin payı, özellikle kilise düşüncesinin hakim kadrosu olan sınıfın payı çok büyüktür. Bu noktada düşünürler, engizisyon ve endüljans uygulamalarını asla unutmayacaklardır. Kilisenin varlığında bütün mukaddeslere karşı çıkan bir yığın deha, bir değeri layıkıyla temsil edemeyenlerin kişiliğinde, o değerin varlığına, özüne düşman olmak gibi bahtsız bir düşüncenin savunucusu oldular. Endüljans, Orta Çağ Avrupası’nda bir tür günah çıkarma ve ölümden sonra cennete gitmek için Papa’nın sattığı af belgesidir. Kilisenin halktan para alarak cennetten toprak satmasıdır.

Katolik Kilisesi Yeniçağ başlarında harcamalarının artması üzerine bir bildiri yayınladı. Bu bildiriye göre Hristiyanlar günahlarından arınabilmek için kiliselere bağışta bulunmalıydı. Bildiri üzerine yaşanan tartışmalar sonrası, özellikle Martin Luther’in 95 Tezi’nin etkisiyle, Katolik Kilisesi’ne karşı kitlesel eylemlerin ortaya çıktığı ve Reform hareketlerinin başladığı kabul edilir. Kutsal devlet ve kilisenin otoritesinin sorgulanması gündeme geldi. Bunlar temel olarak bir süre sonra halkın, kiliseye olan inancını yavaş yavaş yok etti ve bu da reform hareketlerine yol açtı. Kilisenin ilim ve alimlere karşı bakışı ne yazık ki şu doğmaya sebep oldu; vicdan ve din adına kutsanan, takdir edilen ne varsa ilim dışıdır, primitiftir (İlkeldir). Günümüz dünyasının hakim medeniyeti batı hala ‘dini olanın ilmi olmaz, ilim dini inkarla olur’ diyebilmektedir. Hristiyanlığı suçlayan düşünürler, Batı’yı ‘Medeniyetleri inkar’la da tenkit etmektedir. Oysa felsefi anlamda tüm medeniyetler çağdaştır.

Din ile ilmi aynı gemiye bindirmeyen Batıyı kopya sevdasındaki ülkeler, yoğun tahrip, ıstırap ve sorun yumağıyla boğuşmaktadır. (TC gibi.) Çağımız Türkiye’sinin Müslüman aydınına göre tarihi en büyük gaflet budur. Bu aydın kesime göre bu gaflette iki büyük kötülük vardır. İlki batının ilim için dini reddedişini kabullenmeden ilimde ilerleme olamayacağı kanısı, diğeri İslam’ın ilimle dostluğunu bilerek ilim – din kavgası çıkartan Batının pek çok yeniliklerini reddetmesidir. Ülke bu iki yaranın acısını yıllardır çekmektedir. Bir yandan ya din ya ilim diyen batı sempatizanı ‘Aydın tip’in yarattığı sorunlar, diğer yandan ‘Batılılaşma İsyan’a darbedir’ diyen inatçı yobazların yarattığı sıkıntılar, hem İslam’a hem bilime zarar vermiştir.

Türk insanı, Toynbee, Carrel, Garaudy’nin eserlerini sıkça okuyup, geleceğin biricik dünya dininin İslam olabileceği ifşaatını görmüş, İslam’la gurur duymuştur. Ancak bu gurur kuru bir halden öte gidememiş, örnek Kur’an’ın yanında örnek vaziyette yer alamayan Müslüman kitle, o biricik dünya dinini halen bile yaşayamadığını anlayamamıştır. İnsanlık dine duyarsızlığının bedelini çok uzun zamandır ödemektedir. Hizmet için üretilen makinenin efendi olmasıyla, insanlık dinin ulvi değerlerini de yitirdiğinden sahipsiz ve çaresiz vaziyette makine gürültüleri arasında uçuruma yuvarlanmaktadır. İnsanlık bu kaosta maalesef ahlaksızlık girdabında kıvranmaktadır.

Din kelimesi Arapçada sulta, kahır, tavır, ceza ve ödül, itaat ve isyan, hesap, görüş, örf, sakınma, itaat, köleleştirme, atama gibi anlamlara gelir. Din uyan ve uyulan arasındaki ilişkidir. Aslında din hayatın kendisidir. Kur’an mahşer gününe din günü (Fatiha 3) demektedir. Bu gün kimse başkasına yardım edemeyecek (İnfitar 17-19), iblisin de hesabı görülecektir. (Hicr 35)

İslam literatüründe din; ilahi buyruklar bütünüdür ki akıl sahiplerini serbest seçenekleriyle doğrudan hayra iletir. (Bir diğer yanıma göreyse; din, akıl sahiplerini Peygamberin tebliğini kabule çağıran ilahi buyruklar manzumesidir.)

Dinin koyucusu sadece Allah’tır. Vahiy kaynaklıdır, Vahiy Allah’a mahsustur. Dolayısıyla dinde reform olamaz. Din değişmezdir, değişen kulların zaman ve mekana bağlı idrakleridir. Şayet o din reform gerektiriyorsa zaten ilahi değil veya bozulmuş demektir. Diyanet ise; geniş kapsamlı, sadece dini değil, dine dair yorumları da içeren alandır. Günümüz dünyasında din, bütün kinlere horlamalara rağmen ruh heyecan ve umut vermeye devam etmektedir. Dini insanlığın geleceği açısından ele almak mutlu gelecek için olmazsa olmazdır. Çünkü din insan ırkının en ciddi meselesidir. Dinin gelecekte var olacağına inanç Türk aydınına umut ve gurur verir ki İslam’dan gayri dinlerin bu manevi boşluğu doldurması imkansızdır. Her ne kadar İslam bugün tanınmaz haldeyse de imansızlığı, inançsızlığı yeisi ancak kafirlere mal ederek yasaklamaktadır.

İslam geçmişte bir altın çağ yaşamıştır ve bir kez daha yaşaması önünde engel yoktur. Dahası bu din ilim ve bilimi, akıl ve idraki öven, teşvik eden olarak insanlığı doruğa çıkarmaya da müsaittir. İslam töhmetten uzak, asli kaynağı orijinal vaziyette korunan dindir. Diyanet alanındaysa aşırı yorumcu haliyle dinle diyanet birbirine gereğinden fazla yakınlaşmıştır.

Dinde kaçınılmaz olarak vahyi unsurların yanı sıra akli unsurlar da vardır. Mezheplerin çıkış noktası da budur. Lakin her mezhep yani yorum zamana, mekana hitap eder, evrensel değildir. Mezheplerin zararı, hem kendi yorumunu dinleştirmesinde hem de diğer yorumları din dışı saymasındadır. Akıl alanına giren yorumu vahiy alanına çekmek demek olan bu gaflet anlamsız ve tehlikelidir.

Türk insanının din hayatını kemiren iki büyük tehlike dinde reform çığlığı atan odaklar ve diğeri ilme düşman, asırlar öncesinden kalma ilmihalci odaklardır. Asıl tehlike de bu ikinci gruptur. Çünkü bu inancın savunucuları ibadette önderdir, Lakin mezheplerini üstün kılma hevesleri vardır. İlmihal tutkunları da kitleyi asırlar öncesine mecbur ederek zamanın şartlarıyla baş edemez bir boşluğa düşürmekte, İslam’ın güçsüzlüğü inancına sebep olmaktadır.

Din akıl dışı değildir, akıl üstüdür. Akli maluliyetler ve uyku-baygınlık halleri yükümlülüğü ortadan kaldırır. İslam akıl sahiplerini muhatap alır, kulun kudret sınırlarının dışına zorlamaz. Aklın da dinin de sahibi aynı kudrettir. Bu ikisi bu nedenle istese de çakışamaz. İnsanın aceleciliği akıl ve vahyi çakışır gösterir ki akıl vahyi hemen ve tam olarak anlamak ister. Oysa vahiy anlaşılmak için Dehr’e yayılıdır. Dahası vahiy bazı akıl ötesi keyfiyetlere dayanır ki bir kısmı aklen asla keşfedilemeyecek, bir kısmı da zamanla ve parça parça anlaşılır olacaktır.

Mutlu dünyanın ve aydınlığın şartı, akılların vahye teslim olması gereken noktada kalmasıdır. Aklın vahiy önünde teslimiyetinin, harekete dönüşmesi İMAN dediğimiz kabulle gerçekleşir. Bu aklın yenilmesi değil sınırlarını bilerek faaliyetine devam etmesidir. Kur’an aklı yüceltmekle kalmaz emreder. Ama aynı Kur’an mü’minleri gayba inananlar diye anar. Nedir gayb? Gayb, vahyin emri, aklın hiç veya geç fark edeceği sırlardır. Vahiy bu sırları açıklar, insanları inanmaya çağırır.

İslam akılcı din, akıl dinidir. Lakin bu din adına verilen fetvaların tamamının doğruluğu anlamında değildir. Sübjektivizmle dine uluorta yorumlar yapmak, vahyi akla mahkum etmektir ki ortada din kalmaz. Türkiye son elli yılını bu sözde akılcılığa boyun eğerek geçirmiştir. İslam bu süreçte herkesin akıl yürüttüğü bir din halini almıştır. Oysa İslam akılcıdır demek akılla çatışmayan din demektir. Fertlerin akıllarının dine hakimiyeti demek değildir. Yazık ki ülke ifrat ve tefritle (abartma ve az değer verme) aklı ilahlaştırıp dini hiçe saymış veya aklı büsbütün reddetmiştir. Bu reddediş de hurafeleri doğurmuştur.

Dinde ihtiyar (serbest seçim) esastır. Allah ile kul arasındaki din hürriyeti gerekli kılar. Burada hürriyet; baskı ve zorlama olmaksızın kulun içten istekle davranış sergilemesidir. İnsana şeref ve sorumluluğu getiren öz ilahidir. Kur’an buna ilahi nefha demektedir. İnsan benliği ile bu ilahi öz aynı şeyi diledikçe yaratanın değer verişi ortaya çıkar. Yani “Allah şekil ve mala değil, gönle ve davranışlara bakar.” (Müslim, iman, 18)

Dinde zorlama yoktur. Bu insan hayatında niyetin ve hür iradenin evrensel yerini ve değerini gösterir. Din insanın hem ruhi-vicdani, hem hukuki-maddi hayatını düzenler. Bu yüzden “kişi için sadece niyet ettiği davranışın karşılığı vardır.”(Buhari, İman, 41) İnsanı dine teslimiyet kaidesinden tamamen kopartmak da çıplak öğüt kılmak da, teslimiyete zorlamak da tehlikelidir. Türk insanının çoğu için hür iradeden söz etmek mümkündür. Cumhuriyet dönemi, hür seçim ve niyetin şekilciliğe galibiyetini mümkün kılmıştır.

Niyet ile davranış aynı olmalıdır. Mevlana’nın deyişiyle “olduğu gibi görünmek veya göründüğü gibi olmak”.

Din insanları mutlak hayra iletir. Sünnetullah (Allah’ın tavrı ve tarzı), Yaratan ve yaratılanın ortak kanun yani yaratılış (fıtrat) düzenidir. Yaratan ve yaratılanın izlediği ortak yol ise ayette “Rabbin de üzerinde bulunduğu dosdoğru yol” (Hud 56) şeklinde tarif edilir. Mutlak hayır bu yaratılış düzenine uymaktır.

Fıtrat düzeni olan din, genel ve değişmez fıtrat yasalarına göredir. İnsanın bunları güzel, uygun, akli, bulup bulmayışı önem taşımaz. Din sadece çağıran değil aynı zamanda ileten bir kurumdur.

Din şu beş şeyin korunmasını emreder; ruhsal yapıyı (Barış, iman ve ihlas), nefsi koruma (cinsellik, sağlık, nefsi müdafaa, temel ihtiyaçlar), nesli koruma (sorumluluk üstlenen gençlik), malı koruma (Haksız kazanç önleme, fakiri ezmeme) ve aklı koruma (akıl sağlığı).

Fatr veya fıtrat, Kur’an ve hadiste yaratılış, yaratış anlamında kullanılır. Yani fıtrat bir şeyi var etmek, onu bir hedefe doğru geliştirmek üzere dallandırıp budaklandırmaktır. ‘Doğmak, ölmek, yeniden dirilmek’ kelimeleri Kur’an’da fatır (fatr) köküyle kullanılır. Fıtrat bir oluştan başkasına geçmektir. Yıkılış ve çöküş bildiren İnfitar da bu köktendir. Yani bu bir sonken aslında yeni bir oluşun başlangıcıdır. Keza bu infitar’dan sonra ‘iade’ ya da ‘neş’et-el-ahire: ikinci doğuş’ gelmektedir.

Fatır, Allah’ın isim-sıfatlarındandır. Fıtratta her yaratış ise eskisinden mütekamil ve orijinaldir. Fıtrattaki hikmet ise Fatır olan Allah’a mahsustur.

Kur’an’da yoktan var etme diye bir fıtrattan bahsedilmez. Tüm fıtrat; şekillendirme, yapma, biçim verme, geliştirme, oluşturmadır. Fıtrat statik değil dinamiktir, sürekli bir oluş söz konusudur. Her bitiş, yeni bir oluşun habercisidir. Bidayette (başlangıçta) nihayet (son), nihayette bidayet vardır. Fıtratta tekerrür yok, gelişmekte olan yaratış vardır.
İnsan için yaşayış tarzı ne ise Yaratıcı kudret için fıtrat odur. Bu fıtrat sünnetullah’tır. Fıtratın sonu ise “son nokta varış Rabbinedir” (Necm 42) ile bildirilen Yüce Allah’a geri dönüştür. Bu fıtrat en çok tabiatta gözlenir ki tabiat ile Allah’ı yakınlaştırmaya çalışmak bir duadır. Aynı şey düşünce ve kavrayışlar için de geçerlidir. Kelam’ın ‘ ispatı vacip’ (Allah’ın varlığının ispatı) konusu, O’nun her an yeni bir iş ve oluşta olmasındadır.

Kur’an’ın fıtratı en güzel anlatan ayeti “Allah’ın yaratışında bir değiştirme söz konusu değildir” ayetidir. (Rum 30). Keza “Sen sünnetullah’ta bir değiştirme ve değişme göremezsin.” denir. (Fetih 23) Fıtrat ve Sünnetullah, Yaratıcı’nın varlık ve oluşa egemen kıldığı ilke ve prensiplerdir. Bu fıtrat düzeni (Sünnetullah) bir din olarak insanın çağrıldığı kurallar bütünüdür, Sırat-ı Müstakim (dosdoğru yol) diye adlandırılandır.

El-Meleu’l-A’la (En yüksek topluluk, en yüksek heyet) en yüksek tanrısal plandır. (37/8, 38/69). Bu yüce plan, tek ve mutlak kudretin irade ve tasarruflarını O’nun emri dahilinde çeşitli boyutlardan bir düzene bağlı olarak alt alemlere, o arada bizim üç boyutlu alemimize kadar ulaştırırlar. Bizim ‘tabiat kanunu’ dediğimiz bu düzene Kur’an ‘Sünnetullah’ demektedir. (Allah’ın tavrı ve tarzı) Sünnetullah’ta bozukluk, aksaklık, değişme olmaz. (35/43)

Haniflik; Rum suresi 30 ncu ayet fıtrat dini ile haniflik arasında yakın ilişkiden bahseder. Haniflik sözlükte yönelmek demektir. İslami literatürde ise haniflik; fıtrat düzenine aykırı gidişlerden yüz çevirip dosdoğru olana yönelmek demektir. “ Yüzünü hanif olarak Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrat dinine döndür.” (Rum 30, Rum 43) Bir kutsi hadiste ise “Ben kullarımı hanifler olarak yarattım” denmektedir. (Müslim, cennet, 63) Hanifliğin ilk eri Hz. İbrahim (Al-i İmran 67), son eri Hz. Muhammed (sav)’dir.(En’am 161) Hz. İbrahim tevhid dininin azim sahibi büyük peygamberi olmasının yanı sıra, hanifliğin aile çapında da (2 oğlu ve karısıyla) ilk temsilcisi olma şerefini de taşıyan ilk kişidir. O’nun torunları da aynı yolu izlediler.

İslam alimleri fıtratı Allah ile insan arasında ezeli mukavele anlamına gelen misakla aynı zamandan başlatırlar. Buna göre insanın fıtratı (ve doğal olarak dini İslam) ezel (başlangıcı olmayan zaman, bezm-i elest, elest günü, kaalü bela)’de kurulmuştur. O halde insan ruhuyla Allah arası tüm ilişkilerin dayanağı olan ezeli ahd veya misak fıtrat dininin kaynağıdır.

İnsanın varlık yapısı anlamında fıtrat her şeyden önce maddi ve manevi temizliktir. Fıtratın en asil temsilcisi ise iman’dır. Ezelden temiz olan insan sonradan değişmektedir. İnsanın kendisini unutturan (fıtri yapısını) unsurlara perde (hicap) denir. Bu perde üçtür; nefis, tabiat ve yanlış bilgi. İnsan ruh denen ilahi özle, beden denen toprak unsurlardan teşkil yapıdadır. Onun toprak unsurları, dikkat edilmezse ilahi öze musallat ve hakim olur. Böylece insan da kötü kuvvetler saltanat kurar. Buna da nefis denir.

İslam din tabiriyle; kainata hakim olan kanunların, fert ve toplum halinde insan hayatına ilişkin olanlarının toplamını kast eder. İslam ilahiyat ve mistisizminin bel kemiği prensiplerinden biri “bütün varlıkların Yaratıcı’ya ibadet halinde oluşlarıdır.” Bu ibadet tavrı ise teslimiyettir. İslam kelimesi de teslimiyetle aynı kökten gelir. Bu teslimiyetin sonucu insanın kainata hakimiyeti , barış ve huzurdur. Nitekim İslam’la aynı kökten gelen silm (barış) ve selamet (esenlik ve huzur) anlamıyla almak yanlış değildir.

Fıtrat dini İslam, geniş anlamıyla ‘yaratılanların, Yaratan karşısındaki tavırları’ olmaktadır. Kur’an bu tavra; tesbih, hamd ve dua tavrı demektedir. Bütün varlık alemi zerreden küreye bir ibadet içindedir. İnsanın varlık yapısına bu ibadet düzenine gönüllü olarak katılmasını sağlayacak bir eğilim (aşk) bizzat Yaratıcı tarafından konmuştur. Yaratan, kainattaki ibadet tavrına uymuş olarak benliğini, varlığın özüne çeviren ve yüzünü iyiye ve güzele yönelten insanı, evrenin gıpta edilecek en değerli varlığı olarak tanıtır. (Nisa 125)

Nübüvvet (peygamberlik) fıtrat dininin temel unsurlarındandır. Enbiya’dan müstağni yaşam ve din mümkün değildir. Kur’an tüm semavi dinleri İslam çatısı altında toplar. (Maide 13)

Tarih boyunca İslam’ın değişeni zaman ve mekana göre pratik (muamelat) yönüdür. Evrensel esaslar (iman esasları) bakımından ilk peygamberden son peygambere değin tebliğde hiçbir fark yoktur. Bu da demektir ki; İslam bir fıtrat dinidir, fıtrat dini İslam’ın en ideal kompozisyonu Kur’an bünyesinde gerçekleşmiştir. Yaratılış dini veya fıtrat düzeninin temel nitelikleri bu yüzden ; insan, İslam ve ihsandır. (İnanç, amel ve ahlak diye de tercüme etmek mümkündür.)

Dinlerin birliği fıtrat gerçeğinin zorunlu bir sonucudur. (Dini bölmek ile kast edilen mananın uzun soluklu anlamı da budur.) Düşünce sebepsiz zuhur etmez, Hakk’ın muradı dışında ortaya çıkmaz. Dinler birdir çünkü peygamberlerine bakan her insan sadece Allah’ı görür.

Asr-ı Saadet’teki dinsel hayatın fıkhi cephesinin yerini sonradan mezhepler, mistik cephesinin yerini tarikatlar almıştır. Bu kurumlar başlarda ana kurumun (din), geniş kitlelere yayılmasına aracılık ve yardım etmişlerse de sonradan orijinal hallerinden uzaklaşmışlardır.

Kilisenin cürümü nedeniyle Batı üzerine oturduğu Roma hukuk anlayışıyla, putperestlik önünde Hz. İsa’nın getirdiği tevhidi dik tutamamış ve O’nu iki başlı putçuluğa yenik düşürmüştür. Bu dinin yarattığı boşluk ve kinler ise Marksizm’den Freudizm’e kadar kemirgen ideolojiler yaratmıştır.

İnsan sadece kendisi için değil etrafında dönen hayat ve dünya için de sevinip, üzülen, haberdar olan, etkilenen benliktir. Hayat bir bütündür. İnsan tüm mahlukatla da temas halindedir. Ölüm tükeniş değildir. Tevhid ‘tükenişi kabule’ engeldir. Ruhla madde fıtrat ve oluşun iki ayağıdır. Birliğe ermek mistik anlamda birleşmek değil birleşmenin (birliğin) şuuruna varmaktır. Ruh ve şeytan için de iki ayrı alem yoktur. Rahman şeytan ayrımı da içimizdedir. Yaşayan tüm birlik, Bir’in kendisince düzenlenmiş hedefe doğru olmaktadır. Birliğin bu düzenleyicisi ve yönetici kudreti ‘Allah’tır. Bir’in bu düzenine de fıtrat denir.

Bir’liğin yapıtaşlarını zedeleyen insandır. Yaratan, zıtları barışık tutmuştur. Önemli olan akıl alanı ve vahiy alanı kıstasının korunmasıdır. Vahiy emretmediyse o şey akıl alanındadır demektir. Hakikat ve saadete giden yol ise tektir. İlahi – dünyevi ayrımı da yanlıştır. Çünkü varlık ve oluşta ilahi olmayan yoktur. Bu ayrım realiteyi kirletir. İlahi devlet, dünyevi devlet ayrımı da bu sebeple yanlıştır. Çünkü ‘Mülk ve saltanat sadece Allah’ındır.’ (Zümer 3, Mü’min 16) Buradan hareketle İslam, eşitlik ve laikliği esas alan teokrasidir.

İslam’da din ilmi, din dışı ilim ayrımı da olmaz, olamaz. (Teknik olarak din ilimleri – pozitif ilimler olabilir.) Bizzat insanı konu eden, onun iç kuvvetlerini geliştirmeyi esas alan bir ‘insan ilminin’ bütün ilimlerin önünde gitmesi beklenirdi. Bu insanın eğitimi için de şarttı. Ama yapılmadı. Teknik ilimlerin ölçülemeyen değerleri anlamsız sayması, üzüntü, sevgi, şefkat, nefret gibi duyguları devre dışı bırakması acı tecrübelerle sabittir ki en az fiziki değerler kadar reel ve gereklidir. O halde insanı geliştirecek ve tercümesini kolaylaştıracak ‘insan ilmine’ ihtiyaç vardır. İnsanlığın vahiy olmadan bunu yapabilmesi imkansızdır. Vahiy bu nedenle bahşedilmiştir. Mükemmel bir insan ve müreffeh insanlık inşası için ihtiyaç duyulan insanlık ilminde vahiy ve peygamberlik kurumu ilk rolü oynayacaktır.

İnsan, insanlığı tasvirde yetersizdir. Çünkü insanlık gelişimi tamamlanmamıştır. Bu yüzden bütünün parçaya dair sözleri isabetli ve erdiricidir, esastır. Bugün insan varlıklar aleminde kendisine emsalsiz yerini sağlayan değerlere ilişkin kafa ve gönül mesaisi verecek simaların, beklenenden az yetiştiği çorak bir dünya inşa etmiştir. Bu çoraklık endüstriyle, uzay silahlarıyla, yapay zeka ile giderilemez. İslam’da ilim mutlak olarak kutsal, alim mutlak olarak hürmete layıktır. İlmin konusu ne olursa olsun bu kaide değişmez. İslam tarihinde engizisyon yoktur. Aksine pozitif ilimlerin çoğunun kurucusu Müslümanların çoğu aynı zamanda din adamı olan fertleridir. Buna sebep Kur’an’ın bilimden tedirginliği değil, bilimle kuvvet ve enerji kazanmak olgusudur.

Allah’ın dilediğini yapması (Bakara 284) ise şudur; borçlu veya günahı olan kuldur. Allah alacaklıdır, hak sahibidir. Hakkından rahmetle vazgeçmesi veya geçmemesi O’nun takdiridir. Yani isterse ceza ve azap verir, isterse vermez, bağışlar.

Merhamet, Allah’a inanan ruhun, varlık alemi karşısındaki tavrıdır. Bu tavır hem insana hem diğer varlıklaradır. İslam hakları gasp edilenleri bu haklar için mücadeleye çağırır., hak yiyeni de zalim diye niteler. Hakkın sahibine iadesini merhamete bırakmak, İslam’la uyuşmaz. Merhamet hakkı gasp edileni susturma aracı değil, haklarını tamamen almış olan insanı sevip kucaklama yoludur. Ezilen kitlenin dertlerini merhametin tedavi edeceğini sanmak çıkar yol değildir. Bu dertleri kaldırma yolu cihaddır. Cihad gerektiren hak ihlal ve gasplarını merhamete bırakmak da zulümdür.

Bizim için yapılması gereken dinde reform değil, bilgisizlik ve ihanetin perdelediği üstünü örttüğü fıtri gerçekleri ortaya çıkarmaktır. Bu da İslam’ı bilmekle, Kur’an’dan öğrenmekle olur. Bu arayış ve sentez ise aslen ilimdir.
Kur’an, Allah’ı ‘ışığın ve karanlığın yaratıcısı’ olarak tanımlar. (En’am 1) Kur’an varlıktaki düel karakteri ışık-aydınlık ilişkisi ile açıklar. İnsan bir varlık olarak hem kendi içinde bir diyalektiğin sahnesi hem de bütün varlık karşısında verilen bir savaşın süjesi, daha doğrusu kahramanıdır.

Cihad, cehd kökünden gelir ve kararlı/şuurlu gayret anlamı taşır. Cihad dört türlüdür; İç dünyamızda nefise karşı cihad (nefsi doğru kavramak, kavranan doğruyla amel etmek, sabırla nefsi eğitmek), şeytan ile cihad (vesvese ve şüphelerle cihad, şehvet ve fısıltılarla cihad), inkarcı ikiyüzlülerle cihad (gönülden, dille, mal ve servetle, canla cihad) ve zalimler, insanlara kötülük edenler ve İslam’ı yozlaştıranlarla cihad (elle, dille, kalple).

Hayat binlerce cihad alanı ile doludur. İnsan sürekli yürümektedir. Bu yürüyüş binlerce cihadı gerekli kılmaktadır. Kılıç kadar kalemin, fırçanın, mızrabın, nefes ve kelimenin yaptıkları da cihaddır. Çünkü bunların hepsi insan yürüyüşünde rol alan gayretlerdir.

Kur’an bir yandan Peygamberliğin bittiğini duyurur, bir yandan tebliğde baskı ve zorla ısrara karşı durur, hoşgörü ve güzelliği öne çıkartır.

Kur’an insanın yüklendiği ‘kainatı ve kendisini fetih’ görevini emanet diye anmaktadır. Bu emanet başka varlıkların üstlenmeye cesaret edemediği görevler bütünüdür. Demek ki insan misak gününde bu emaneti yüklenmekle iki başlı bir zorluğu yenmeyi kabul etmiştir; emanetin gereğini yerine getirmek ve zalimlik/cehaleti yenmek. O halde insan bir yandan kendini kuşatan alemlerle mücadele ederken, bir yandan da kendi kuşattığı alemle yani iç dünyasıyla mücadele etmek zorundadır.

Anlaşılan odur ki Kur’an bütün insanlık tarihi boyunca insanın ilahi irade istikametinde istenen şuur ve olgunluk noktasına getirildiğini, bir başka deyişle ruhsal erginlik yaşına ulaştığını, bu yüzden artık ona baskının gereksiz olduğunu, her şeyin hür seçimle kabullenme devrinin geldiğini vurgulamaktadır.

Kur’an bütün kainatı o arada insanı ‘ilahi ayetler topluluğu’ olarak görür ve ayetlerin tümünün incelenmesini insana görev verir. Ayet; işaret, delil, belirti demektir. Bütün kainat Allah’a götürücü işarettir, ayettir.

Nureddin Topçu’ya göre muallim; İnsanoğlunu beşikten mezara kadar götürüp teslim eden, dünyanın en büyük mesuliyetine sahip insandır.

Tatbik (Fiili Olarak Gösterip Uygulama)
Eğitimde yaparak yaşayarak diye bildiğimiz bu metot, hem göze hem de kulağa hitap eder. Bu sebeple öğretilen akılda kalıcı hale gelir. Hz. Peygamber (sav) özellikle ibadetlerin nasıl yapılacağını göstermek için bizatihi göstererek güzel bir örneklik sunmuştur. Peygamberimiz (sav) yaşamında en önemli öğretim metodu olan bu yöntemde,  öğrettiği her bir ilâhî emri önce kendisi yapmış sonra öğretmiştir. Hz. Enes’in (ra) bildirdiğine göre, “Resullullah (sav) muhacirlerin ve ensarın (namaz erkanını) kendisinden yakinen görüp öğrenebilmeleri için hemen arkasında saf tutmasını isterdi. Koyun derisinin nasıl yüzüleceği, abdesttin nasıl alınacağı gibi konuları da uygulamalı olarak gösteren Hz. Peygamber (sav), hayatın her alanında birçok konuda model olma yoluyla öğretmenin örneklerini göstermiştir.

Peygamberimiz (sav) kendisine öğretilen her şeyi muhatabına aynı anda tebliğ etmedi. Basitten zora doğru, somuttan soyuta doğru bir sıra izleyerek muhatabının yaş ve gelişimine göre bilgiyi zaman içinde vererek bilginin muhatabının hafızasında yer etmesini sağladı. Böylece sahabe az bilgi üzerinde daha iyi tefekkür edip amellerine yansıttı. [Bayraktar, M. İslam Eğitiminde Öğretmen Öğrenci Münasebetleri] Bu minvalde Allah Resulünün (sav) hayatında birçok örnek bulmak mümkündür. Genç sahabilerden Cündeb b. Abdullah der ki: “Biz Resulullah’ın (sav) yanında yetişen bir grup gençtik. Çoğumuz onun yanında ergenliğe ulaştı. Biz ondan Kur’an’ı öğrenmeden önce imanı öğrendik. Daha sonra Kur’an’ı öğrendik de onun sayesinde imanımız arttı.” Bu çerçevede diğer örneğe de bakalım; Kur’an okutan bir sahabi şunu haber verdi: “Resulullah’tan (sav) on ayet alıp okuyorduk. Bu ayetlerdeki bilgileri ve amelleri öğrenmeden diğer on ayete geçmiyorduk.”

Ta’dîl (Düzeltme, Denkleştirme, Aşırılıklardan Arındırarak İtidal Üzere Kılmak)

Peygamberimiz (sav) “Din kolaylıktır. Dinde kim kendini zora sokar ise (mükemmel ve kusursuz olsun derken onun) altında kalır (ezilir ve büsbütün ibadetten kesilir). O halde itidalli davranın, orta yolu izleyin ve ümitvar olun. Günün sabahı, akşamı, biraz da gecesiyle destek ve yardım isteyin!” hadisiyle bizlere itidalli olmayı öğütler. Nitekim başka bir hadiste Efendimizin (sav) muhataplarını bile usandırmadığını, onların hallerini dikkate aldığını, söz ve amelin nerede fayda verecekse orada uygulandığını görüyoruz. Peygamberimizin (sav) ne hitabı ne muhatabı ne de hatibi zayi edecek hallere kapı açmadığını şu sözden anlayabiliyoruz: “İbni Mesud (ra) şöyle anlatır: Ashabı usanıp sıkılır düşüncesiyle Resul-i Ekrem (sav) bize her gün değil, arada bir vaaz ve nasihat ederdi.“ Tecrid, I,77.

Tashih (Yapılan Yanlışı Düzeltme, Giderme, Doğrusunu Gösterme)

Resul-i Ekrem’in (sav) yanındaki muhatapları insanlardı. Doğal olarak yanlış ve hatalı işler yapabiliyorlardı. O (sav) hatalı bir davranış gördüğünde “İnsanlara ne oluyor, niçin şöyle söylerler veya böyle yaparlar!” diye konuşur, yanlışı kişiselleştirmeden düzeltir ve yapanın yüzüne vurmazdı. Başka bir kıssada Hz. Peygamber’in (sav) mescide bevleden bir sahabiye karşı tavrını hatırlayalım. Bir gün Allah Resulü (sav) sahabe ile birlikte mescitte otururken bir bedevi içeriye girdi. İhtimal Efendimize (sav) bir şeyler sorup öğrenecekti. Bir müddet bekledikten sonra küçük abdestini bozmak için mescidin bir tarafına doğru gitti ve orada abdest bozdu. Oradakiler, “Dur, yapma!” diyerek müdahale etmek istediler. Allah Resulü, “Adamı rahat bırakın, adam işini bitirsin!” buyurdu. Sonra “Gidin bir kova su getirip idrarın üzerine dökün ve orayı temizleyin.” buyurdu. Denilen yapıldı. Efendimiz (sav) olaya şahit olan sahabeye dedi ki: “Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil!” Daha sonra Efendimiz (sav) o bedeviyi yanına çağırdı ve ona yaptığının yanlış olduğunu merhamet dolu bir üslup ile anlattı. Ona dedi ki: “Ey Falan! Mescitler Allah’ın evleridir. Burada Allah zikredilir, namaz kılınır, buraya bevl edilmez.” O bedevi bu nasihati aldıktan sonra gidip abdestini alıp geldi. Namaz kıldıktan sonra dua için ellerini kaldırdığında şöyle dua etti: “Allah’ım! Sadece bana ve Muhammed’e merhamet et! İkimizden başka kimseye merhamet etme!” Resullullah (sav) bedevinin bu duasını duyunca tebessüm etti ve dedi ki: “Ey Falan! Allah’ın geniş olan rahmetini daralttın.” Sadece bu örnek bile Hz. Peygamber’in (sav) yanlışları nasıl tashih ettiğini anlamamız açısından yeterlidir. Yıldırım, M. Emin. (2007) Hz. Peygamber’in (sav) Eğitim Metotlarından ‘Tâlim’ Kavramı Üzerine Bir Değerlendirme. Siyer Araştırmaları Dergisi, 1

Taltif (Gönül Alma, Mükâfatlandırma)

Taltif derken Hz. Peygamber’in (sav) muhataplarına değer vermesini, ihsan ve ikramda bulunmasını, sevgi ve şefkatle yaklaşmasını kastediyoruz. Gerçekten ideal bir eğitim modelinin en önemli ayağı sevgi ve şefkattir. Efendimizin (sav) taltif bahsinin anlaşılması için bir örnek verelim. Yıllarca Efendimizin (sav) hizmetinde olan Hz. Enes (ra) Resulullah’ın (sav) çok iyi tanıyan biri olarak bize şöyle anlatır: “Resulullah yolda biriyle karşılaştığında hemen onun yanına gider, onunla konuşurdu. O şahıs Resulullah’tan ayrılmadıkça Allah Resulü ondan ayrılmazdı. O yüzünü çevirip gitmedikçe Resulullah ona arkasını dönmezdi. Musafaha yaptıklarında karşı taraf elini çekmedikçe Resulullah elini çekmezdi. Bir yerde oturdukları zaman Resulullah da onlar gibi oturur; onların önüne dizlerini bile geçirmezdi.” Bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bütün bunlar Resulullah’ın (sav) karşısındaki insana verdiği değerden dolayı yaptıklarıydı.

Bireysel Farklılıklar

Hz. Peygamber’in (sav) “Her çocuk parmak izi kadar farklıdır.” düşüncesine sahip birisiydi. Bu bağlamda, Hz. Peygamber bireyleri tanımayı ve bireysel farklılıkları dikkate almayı önemsemiştir. Bir defasında Hz. Peygamber’in yanına farklı kabilelerden farklı seviyelerde insanlar gelmiş, din hakkında farklı sorular yöneltmişlerdi. [Demil, E. Hadisler Çerçevesinde Hz. Peygamber’in Eğitim Metodu] Resulullah (sav) onların anlayacağı dille, ihtiyaçlara göre cevap vermiştir. Bir başka misalde aynı soruya farklı cevaplar verdiğini görüyoruz. “Amellerin en faziletlisihangisidir?”  sorusuna, muhataba ve zamana göre Peygamberimiz (sav) “Allah’a iman, Allah yolunda cihat, zikrullah, Allah için sevmek, namaz, anne ve babaya hizmet” vb. şekilde farklı cevaplar vererek her birine, kendisi için en münasip olan ameli tavsiye etmiştir.

Kolaylaştırıcılık Metodu

Hz. Peygamber farklı zaman ve mekânlarda, “Allah beni zorlaştırıcı, sıkıntı verici, yanıltıcı ve şaşırtıcı olarak göndermedi; beni eğitici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi.” buyurmuştur. Ayrıca pek çok sahabi gibi Medineli gençlerden Muâviye b. Hakem de eğitim ve öğretim esnasında Resulullah’ın (sav) kendisini kesinlikle azarlamadığını söyleyerek “Peygamber’in yolunda canım feda olsun, ben ondan önce de ondan sonra da ondan daha güzel bir muallim görmedim.” diyerek onu yâd etmiştir. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in eğitimdeki en önemli prensibinin “Zorlaştırmamak, kolaylaştırmak; müjdelemek, nefret ettirmemek.” olduğunu belirtmek mümkündür.

Birleştirici Metodu 

Bu metot ayrım yapılmaksızın toplumun tüm bireylerine, yeteneklerini en uygun biçimde geliştirmede eğitim hizmetlerinden eşit ölçüde yararlanma şansının verilmesi şeklinde tanımlanabilir. Hz. Peygamber’in eğitimde eşitlik konusunda zengin-fakir, bedevî-medenî, asil-köle, engelli ve sağlıklı ayrımı yapmadığını ifade etmek mümkündür. Hz. Peygamber (sav) kadınların eğitimi için ayrı bir zaman ayırarak onların sorularına cevap vermiş, kadınların eğitiminde onların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmuştur. Hz. Peygamber’in âmâ olan sahabi İtbân’ın davetine icabet ederek evine kadar gitmesi, gösterdiği yerde namaz kıldırması onun engellilerin eğitimine verdiği ehemmiyeti göstermesi bakımından mühimdir.

“Allah’ım! Faydasız ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım.”

Fatıma Zehra Bayraktutar

Din Eğitiminde ‘Sen Daha Anlamazsın, Senin Aklın Ermez, Haşaaa…’ Şeklinde Erteleyici Cevaplar Vermek. Ebeveynler, Allah ile ilgili sorular karşısında kendilerini çaresiz hissedebilir. Bilgi eksikliklerinin üstünü örtmek için böyle erteleyici cevaplara sığınabilir. Önemli olan burada nasıl cevap vereceğimizi düşünmeden önce çocuğun sorularına, ilk dişini çıkarttığında verdiğimiz tepki kadar kıymet vermeli ve takdir etmeliyiz. Belki de bu sorular, Rabbimizin minicik çocukların elleriyle, akıl ve kalbimizin kapısına kadar bıraktığı Allah’ı bilme macerasının çıkış biletidir. Eğer bir çocuk bu çıkış biletiyle ilgili bir soru sorduğunda çocuğun yaş ve gelişim özelliklerine uygun bir cevap verirsek bu cevabı anlayabileceğini aklımızdan çıkarmayalım. Nitekim bu doğrultuda Peygamberimizin (s.a.v.) İnsanlara akıllarının alacağı kadar konuşulmasını ve herkese derecesine göre davranılmasını (Ebu Davut, Edeb, 22) konu eden hadislerini düstur ederek açık ve net cevaplar vermeliyiz. Hatice Kübra Tongar, Korkutarak Değil Sevdirerek Din Eğitimi,  s.108)

Herhangi Bir Kriz Durumundaki Sorulara Allah Kavramını Merkeze Alarak Cevap Vermek. Soru cevaplandırılmadan önce sorunun altında yatan sebepler araştırılmalı. Aksi takdirde hemen cevaplamak, çocuğu yanlış anlamaya sevk edeceğinden Allah (c.c.) ile arasındaki bağı güçlendirmek yerine onunla arasına set çekmiş oluruz. Örneğin; yeni kardeşi olan bir çocuk, biricik annesini paylaşamadığından dolayı kardeş kıskançlığı dönemine girer. Çocuğun bu kriz döneminde “Bu kardeş nerden geldi?” sorusuna karşılık “Bu bebeği Allah bize verdi.” diye cevaplandırmamız çocuğun zihninde, Allah’ın bu kardeşi göndermekle kendi mutluluğunu bozduğuna dair bir düşünce filizlendirecektir. Bunun yanı sıra, endişe ve huzursuzlukların kaynağını Allah olarak bilmesine yol açacaktır. Prof. Dr. M. Emin ay, Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Anlatalım? s. 107

“Anneni Üzersen Allah Seni Sevmez, Babanın Sözünü Dinlemezsen Allah Seni Taş Yapar” Gibi Söylemlerle Din Eğitiminde Allah’ı Disiplin Aracı Olarak Kullanmak. Çocuk üzerinde otorite kuramamış ebeveynler, kestirme yol diye düşündükleri bir o kadar da dikenli ve taşlı bir yolu seçerler. Bugün Allah’tan (c.c.) korkutmak hatasına düştüğümüz bu çocuklar, o korktukları ve (haşa) zalim gördükleri Allah’ın (c.c.) olmadığı bir yere kaçacaklardır. Hâlbuki bunalıp dara düştüğünde; O’ndan kaçacakları delik aramak yerine, O’na sığınacakları şefkat ve merhamet yurdu olan Allah’ı (c.c.) sevdirmeliyiz. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim’in yapraklarını çevirdiğimizde Allah’ın (c.c.) hiçbir mecburiyeti yokken besmeleyi 114 yerde zikrettiğini görürüz. Kendi kuluna sonsuz merhametini defalarca hatırlatırken bizler neden yavrularımıza kötücül düşüncelerin barınağı olan bir Allah’ı (c.c.) hatırlatalım? Hatice Kübra Tongar, Korkutarak Değil Sevdirerek Din Eğitimi, s. 45, 13

Din Eğitiminde “Allah Cehennemine Atar, Taş Yapar, Çarpar…” Gibi Korkutucu Öğelere Yer Vermek. Yapılan araştırmalarda çocuklarda rastlanılan korkuların %90’ı hatalı ya da yanlış eğitimden kaynaklanmaktadır. Çocuk, bu hatalı telkinler ile herhangi bir şeyi sevebilir ya da korkabilir. Her şeyden önce çocuğun kalbini kazanarak ondaki güven, ümit ve bağlanma duygularını geliştirecek bir anlayışta din eğitimi olmalı. Nitekim bu hususta “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buhari, İlim, 11) hadisi şerifi yolumuzun aydınlatıcısı olmalı. Şu da unutulmamalı ki Peygamberimiz (s.a.v.) “Üç kişiden kalem kaldırılmıştır (hesap, ceza yoktur); uyanana kadar uyuyandan, aklı yerine gelene kadar deliden, ergenliğe erene kadar çocuktan.” (Ebu Davut: 16; Tirmizi: 1) bu hadisten yola çıkarak, rahmet nazarıyla bakan Allah (c.c.), -korkutucu öğelere boğduğumuz- çocukları mesul tutmaz, cehennemine atmaz vesselam. Mehmet emin ay, Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Anlatalım? s. 54, 104

Din Eğitimini, Ortaokul Din Kültürü Dersini Alana Kadar Ertelemek. Yaş bir ağacın şekil alması kolaydır. Ancak kuruduktan sonra ağaca yaklaşıp şekil vermek şöyle dursun, ufak bir dokunuşta elimizde kırılabilir. Bundan dolayı ağaç yaşken eğilir düsturuyla erken verilen eğitimin öneminden bahsedebiliriz. Bu bağlamda hatırlarsak küçükken ezberlediğimiz sureler, öğrendiğimiz adaplar; ruhumuzda öyle sağlam ve derin etkiler bırakır ki onları beynimizden söküp atmak zorlaşır. Aynı zamanda bu verilen erken eğitim; her çocuğun ilgi, istek, merak ve yaş gelişim özellikleri farklı olacağından çocukların hazır bulunuşluğuna göre yol almalıyız. Aksi takdirde hazır bulunuşluk gözlenmeden verilen eğitim; çocuktaki ilgi ve kabiliyeti köreltebilir.

“Kızını Dövmeyen Dizini Döver, Dayak Cennetten Çıktı.” Gibi Cezaya Dayalı İnanışlar. Bizim kültürümüze de sızmış olan İsrailiyat kökenli bu inanışın temelinde, çocuk dünyaya günahkâr olarak geldiği için –masum- çocuğun bedel ödemesi gerektiğine inanılır. Bu bedel ise eli sopalı bir eğitimden geçer. Bu noktada hayatı boyunca bırakın bir çocuğu dövmeyi, kaşlarını bile çatmadan merhamet merkezli eğitimiyle doğru model olan Allah Resulünün (s.a.v.) bir hadisinde ‘çocukları dövmek’ şeklinde anlaşılan ifade aslında çeşitli metot ve usuller kullanarak namazın kılınmasıdır. Hatice Kübra Tongar, Korkutarak Değil Sevdirerek Din Eğitimi, s. 61-62

Camide İstenmeyen Hareketlerde Bulunan Çocukları Azarlamak Ve Kötü Söylemlerde Bulunmak. Din eğitiminde şekli önceleyen ebeveynler; çocuk namazda kolunu doğru yere koymadı diye, en ufak gürültü yaptı diye çocukların gülen suratını düşürecek olumsuz hareketlerde bulunarak çocuğun camiden uzaklaşmasına hatta dinden soğumasına yol açabilir. Bu bağlamda yaşanmış bir örneğe yönümüzü çevirelim. Cem Karaca 7 yaşlarındayken bir gün camiye gitmiş ve dizinde problem olduğu için ayağını yere uzatmış. Birden yaşlı bir adamın ayağıyla, ayağına vurmasıyla irkilmiş. ‘Utanmıyor musun Allah’ın (c.c.) evinde ayağını uzatmaya, kalk!’ diye sözlere muhatap olan Cem Karaca, oturduğu yerden kalkmış ve ancak 70 yıl sonra camiye dönebilmiş. Şekli önceleyen Müslümanlar olarak şuuru ve manayı perdelediğimiz müddetçe çocukların gönlüne camiyi sokmadan çocuklara camiyi asla sevdiremeyiz. Hatice Kübra Tongar, Korkutarak Değil Sevdirerek Din Eğitimi, s. 31

“Orucunu tutarsan akşam sana pasta yaparım” şeklinde önceden ödüller vaat etmek yerine bu sözü söylemeden çocukları gün boyunca desteklemek ve akşama bir sürpriz yapmak çocuğu doğru yönde teşvik eder. Başka bir örnekte ise her namaz kıldığında çikolata\para verme durumu ödülün rüşvete dönüşme riskini taşır. Ebeveynin parası kalmadığında çocuğa namaz kılmama hakkını vermiş olur. Bu ödülün davranışın sonrasında her defa verilmesi yerine belirsiz zaman ve aralıklarda verilmesi çok daha uygun olur. Hatice Kübra Tongar, Korkutarak Değil Sevdirerek Din Eğitimi, s. 65

Peygamberlerin Yaşamlarını Doğumdan Ölüme Kadar Ayrıntılarıyla Anlatmak. Öncelikle kronolojik olarak her şeyi bir bütün halinde anlatmak zorunda değiliz. Nitekim Peygamberimiz’in  (s.a.v.) buluğ çağına erinceye kadar çocuk olanlardan kalem kaldırdığına dair bir hadisini göz önünde bulundurduğumuzda, çocuk mükellef olmazken neden peygamber kıssalarının tümünü anlatalım? Mesela; Hz. Yusuf (a.s.) kıssasını anlatırken kuyuya atılma ve Züleyha hadisesini bilmek; 6 yaşındaki bir çocuğa ne katacak? Aksine çocuğun kaldıramayacağı fazladan soyut kavramlar yüklediğimizden çocuk zihninde “Demek ki benim kardeşlerimi kıskanmam çok normal. Öyleyse ben de kıskançlıktan dolayı kuyuya atılabilirim. Ama kuyu yoksa fırın, dolap var oraya tıkılaabilirim” diye tahayyül edebilir. Bunun yerine “Hz. Yusuf’un (a.s.) başından geçen bir olayı anlatayım mı?” diye başlanabilir. Yani yapboz yaparken nasıl ki sıraya takılmadan kolayımıza gelen yerden başlıyorsak, bizler de kıssaları anlatırken çocuğun hazırbulunuşluğunu dikkate alarak yapbozları zaman içerisinde bitireceğimiz düşüncesiyle kıssaların o an yalnızca bir kesitini anlatabiliriz. Merve Gülcemal, Peygamber Kıssaları Atölyesi

Fatıma Zehra Bayraktutar

Ramazan ayı merhametin doruklara çıkması gereken, sevgi ve hoşgörünün hayata egemen olması gereken bir aydır. Küslüklerin bittiği, muhtaçların mağduriyetlerinin giderildiği, uzak akrabaların ziyaret edildiği, sevilenlerin sevildiğinin hatırlandığı, borçların ödendiği, meselelerin halledildiği, sevgi bağlarının kurulduğu, komşuların anlaştığı, barış ve huzur çiçeklerinin açtığı, kardeşliklerin hatırlandığı bu ay, kutsaldır, nimettir, mübarektir.

Ramazan ayı, infakın, fedakarlıkların, paylaşmanın, el uzatmanın, dert dinlemenin, yardım etmenin, barışmanın, affetmenin ayıdır.

Ramazan; nefse dur demenin, zalimle aramıza mesafe koymanın, şirke savaş açmanın, küfüre cihad etmenin ayıdır.

Ramazan; sevgisizliğin, merhametsizliğin, kibir ve hırsın öldürücü zehirlerine panzehirdir.

Ramazan, kalpleri yumuşatan, vicdanı körükleyen, insan olduğumuzu hatırlatan mübarek bir aydır.

Ramazan ayı merhamet ayıdır

Merhamet; yürek yumuşaklığı, acıma hissi, vicdan sesi, rahmet simgesi, acıma ve yardım etme isteği, sevgi sunma yöntemi ve katı kalplerin kilidini açma nimetidir.

Merhamet susuz bozkırlarda açan nadide bir çiçek, karanlık gecelerde ufukları aydınlatan bir güneş, baştan sona bir ihsan ve kalp çırpınışıdır.
Merhamet, insanı insan yapan, kalbi bir organ olmaktan çıkarıp gönülleştiren, bahtları aydınlatan, sevgi ve iman bağlarını güçlendiren yüce bir duygudur. Merhamet, mazlumun, mağdurun, muhtacın yanında olmak, nefsi zincirlemek, eldekini paylaşmak, fedakarlık etmektir.

Merhamet, yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmektir.

Merhamet bahsi, içerisinde zorlama olmayan dinin, sevgi ve muhabbetle şekillendiği nadide bir ortamdır ki bu hissin ardında devasa bir sevgi ve bir o kadar da korku vardır. Bu ses, sahibine hem iyilik yapmayı emreder, hem kötülükten kaçınmayı, hem de karşısındakinin acısını paylaşmayı. Merhametin en yücesi muhakkak Allah’ın rahmetidir ve bu kelime-i şehadette ilk iki sırada sayılacak ve her adımda hatırlanacak bir lutuftur. “..Şüphesiz Allah, insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir.” (Bakara 2/143)

İnsan ise çoğu zaman zalim, cahil ve nankördür.

Eğer insana tarafımızdan bir rahmet tattırır da sonra bunu ondan çekip geri alırsak, tamamen ümitsiz ve nankör olur. Hud 9

İşler iyi giderken, nimetler akıp gelirken şükreden insan nimetler azaldığında korkmaya, kesildiğinde inkar ve isyana başlar. Nankörlük bu sınavı görmemekte ve bencilliktedir. Oysa yoklukta sabrın sevabı, varlıkta şükrün sevabından daha yücedir. Çünkü yokluk kulu noksanlığa, muhtaçlığa, merhamete muhtaçlığa getirir ki bu gurura, kibre, egoya ciddi bir tehlike oluşturur. Nefis bu durumda alarmları çalar ve bedene bu durumdan kurtulması için her yolu denemeyi emreder ki buna ahlaksızlık ve günah kapıları da dahildir. İşte bu durumda dik durabilenler asıl rahmete mazhar insanlardır. Varlıkta şükretmek şart ve güzeldir lakin rahat ve nefsin zorlanmadığı bir ortamda, geliri tehlikeye atmayacak kadar infak etmek ve yokluğu tatmış olmamanın bilgisizliğiyle ağız ucuyla şükretmek mümkündür. Sevabı da vardır lakin hakkını vermek ve zorluk derecesi bakımından açlıkta sabır, varlıkta şükürden daha zordur. Konuyu merhametle birleştirirsek ise kul zor anlarda Allah’ın rahmetinden bile ümit kesecek ve şüphe duyacak kadar nankördür, zalim ve cahildir.

“O, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür.” (İbrahim 14/34)

Rahmetin en yücesine sahip Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarını kendi ahlakına uydurmak mecburiyetindeki mü’min merhametli olmak ve acımak mecburiyetindedir ki acınası hali yaratan Allah çare vermeye de muktedirdir. Lakin o ister ki bu yardım mü’minlerin istekleri ve elleriyle gerçekleşsin. Mü’minlerin rahmet uzantısı merhametleri devreye girsin ve çare insanların eliyle gelsin. Merhamet edebilecek ihsana ulaşan mü’min, merhamete de bir gün gelir muhtaç olur ve o an inşallah karşılığını da bulur. Lakin kul merhamet etmeyi zayıflık ve küçüklük olarak görüyorsa muhtaç olduğu bir anda o merhameti ne Allah’tan ne de kuldan göremeyecektir.

Dünyada bu kadar kötü ve kötülük varken hala hayatın devam ediyor olması ve hala bu kadar güzelliğin yaşanabiliyor olması ilahi rahmet ve insani merhamet iledir.

İlahi boyutta adı rahmet, kul seviyesinde merhamet olan bu duygu sorunları barış yoluyla çözmenin, affın, kardeşliğin, paylaşmanın tek ilacıdır. Tevazu ve ihsan gereği her kul muhtaca el uzatmak, derde derman olmaya çalışmakla mükelleftir.

Merhamet kötülüğü emreden terbiye olmamış nefislerin iyiliğe yöneltilebilmesi için vicdani bir yüklenmedir ve merhamet gösteremeyenler nefsin tutsaklarıdır.

Merhamet Allah emriyken, hala büyüklenme ve şımarma ile muhtaçları aşağılayanlar ise dinden nasibini alamamış zavallılardır.

Merhamet, yaşlılara, muhtaca, yolcuya, mazluma gösterilmeli, anne-baba ve akrabalar belki de ilk sıraya konmalıdır. Çünkü tüm iyilik çemberleri yakın daireden başlar ve merhamette önce anne ve babayadır.

Tabiattaki diğer varlıkların da bu merhametten nasibini alması insanın boynuna borçtur çünkü ister ehil olsun ister yabani olsun canlılar ve tüm varlıklar insanın egemenliğine boyun eğmiş haldedir ve insan bunları kendi çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda kullanır. Yaşlanan atı açlığa mahkum ederek kırlara salmak nasıl uygun değil ise, yabani hayvanları da susuzluğa mahkum etmek öyledir. Hele evlere alınan evcil hayvanların ihtiyaçlarını karşılamak farz ayarındadır. Peygamberimizin dedesinin açlık ve susuzluk dönemlerinde, daha İslam ortada yokken, haniflik gereği dağlara yabani hayvanlar için parçalanmış etler bırakması bu yüce merhamet duygusunun mükemmel bir örneğidir.

Acıma hissi ile yumuşamayan kalpler, nefis ve şeytan oyunlarıyla katılaşacak ve kararacaktır. Bu ise telafisi sadece Allah’ın elinde olan dermansız bir hastalıktır. Buradan hareketle şu denebilir ki merhamet göstermek şeytana teslim olmamak gayretidir aynı zamanda. Kibir ve hırsın körüklediği aç nefislerin kötüyü emreden hallerinin ilacı durumundaki merhamet affetmeyi, anlayışı, iyi zanda bulunmayı, tevazuyu ve iman kardeşliğini yüceltmeyi emreder ve bunu yapabilenler takva sahipleridir. Merhamet toplumsal yaşamın da vazgeçilmezidir ki gün boyu yaşanan aksilik, anlaşmazlık ve çıkar çatışmalarının çözümü barışçı yollardır. Toplumda sayısı hızla çoğalan yardıma muhtaç, engelli, fakir ve zayıf kimselerin topluma kazandırılmasının, kalkındırılmasının, maruzatının giderilmesinin yolu da merhamettir.

Fani dünya hayatında tüm mülkün, nimetin, hükmün sahibi sadece Allah’tır. Ve dünya hayatı fanidir. Bizlere bahşedilen ne varsa hepsi birer emanettir ve emanetin gerçek sahibi sadece Allah’tır. O halde bunları fani saymak ve paylaşmadan muhafazaya çalışmak ahmaklıktır, nankörlüktür. Oysa ahiret yurduna götürülebilecekler sadece niyet ve amellerdir. Emanete saygı ile sahip çıkmak, ahde vefaya sadık kalmak, ana babaya saygıda kusur etmemek için merhametli olmak şarttır. Merhamet için yapmak yetmez, o yapılanı içten, severek yapmak gerekir. Birisine verdiğiniz bir fıtır sadakasını başa kakmak gibi örneklenecek bu hal zorunlu olarak yapılanı sevgi ile süslemek ve içten gelerek yapmayı gerektirir. Yoksa hükmü kaybolacak veya sevabı azalacaktır.

İşte tüm iyilik ve sevaplarda olduğu gibi yapılan iyilik ve merhamet gösterileri kalp ile desteklenmiyorsa sevap katsayısı düşük kalacak, kalp ile destekleniyorsa buğday başak tanesi gibi sevabı misliyle artacaktır. Elde olmayan nedenlerle yardım edilemeyen haller de ise sözle, kalple o işe niyet etmek ve mazlumun yanında olmak tıpkı iman bahsindeki gibi merhametin göstergesidir ve inşallah mükafatı da olacaktır. Çünkü Allah kullarını taşıyamayacağı yüklerle sınamaz. İslam; huzur, barış, esenlik ve sadece Allah’a teslimiyettir. Bu gayeye hizmet eden ne varsa merhameti gerektirir ve bunlara aksi olanlara merhamet farz değil bilakis yasaktır.

Merhametin temeli Allah rızasına oturmak zorundadır. Oturmuyorsa onda bir bozukluk ve yanlışlık var demektir. Merhamette riya şirktir. Başkaları görsün diye merhamet gösterilerinde bulunmak sadece Allah’ı küstürmektir ve alacağınız ödülde o yaranmak istediklerinizin verebileceği kadardır. Merhamet ettiklerinize şayet maddi yardım yapıyor iseniz de bunun şartı o paranın helal olmasıdır. Haram para ile efelenmek mü’minin harcı ve huyu değildir.

Merhamet, şefkat gibi yürekte doğuveren nadide bir filizdir. Sevgi ve merhamet, Rahmet sahibi Rahman’ın yeryüzündeki gölgesi, insanlar lutfudur. Sadaka nasıl ömrü uzatır, kötülükleri azaltır, belaları def ederse, merhamet te dünyayı güzelleştirecek, kulun bilemeyeceği tarzda hayatını kolaylaştıracak ve güzelleştirecek huylardandır. Merhametli insanlardan teşkil toplumlar ise refahı yakalayacak ve barışı temin edecektir.

Burada bir husus önemlidir ki cihad yani savaşta dine, cana, mala ve hayata kast edenlere, şirk, küfür ve riya şebekesine üye olanlara, zalimlere ve şer odaklarına merhamet Allah emri değildir. Bunlara acımak, desteklemek, kanmak akla ihanettir ve aklı kullanamayanlar üzerine Allah pislik atar. Çünkü zalimlere yapılacak her yardım ve gösterilecek merhamet bir terör kurşunu olarak o topluma geri dönecektir. Bunun için merhamet sadece iyi kullara gösterilecektir. Buna rağmen en temel hak olan yaşam hakkı bahsinde, zalimlere bile sınırlı seviyede af Allah emri, insanlık borcudur. Bunu örnekleyecek olursak yaralı ele geçmiş teröristi yaşatmak için ilk yardım yapmak sayılabilir.

Allah’ın yüce rahmeti ile yağdırdığı yağmur ile dolup taşan derelere, denizlere, kırlara, otlara, havaya, toprağa merhamet göstermek te insanın vefa borcudur. Küresel afetlere yol açan, tabiata zarar veren, yeşili çıkar uğruna kesen, doğayı katleden zalimlerin yeri zaten cehennemdir ve imanlı kullar tabiata ve tüm insanlığın ortak nimetlerine karşı merhametlidir, saygılıdır. Mü’min tüm o tabiattaki varlık ve cisimlerin birer kul olduğunu bilen, hepsinin tesbih ettiğini görendir. Dahası tüm insanlığa ait hayati ihtiyaçların bazılarınca kirletilmesi kabul edilir değildir ve böylelerine merhamet gösterilmez.

İslam’ın egemen olduğu toplumlarda yaptırımı olan yasalar ve dini kuruluşlarca verilen fetvalar zalim ve nankörlere karşı tedbir almakla mükelleftir. Bu görev aynı zamanda toplumu aydınlatmak ve kötüleri tanıtmayı da kapsar. Bunda ihmal ise o kuruluşları da vebale ortak eder.

Kur’an mü’minleri ise bilir ki o ağaçlar birer canlıdır, gün boyu tesbih ederler. Mü’minler bilir ki orman yangınları ile yanan sadece ağaçlar değil milyarlarca hayvancıktır. Mü’min kullar bilir ki zeytin ağacı ağaçların en şereflisi, nur üstüne nurdur.

Fabrika, maden adı altında tabiata kast edenler zalimdir ve bunlara merhamet göstermeye de asla izin yoktur.

Özetleyecek olursak; hayatın sonunda yaşanacak ahiret yurdunun esası rahmet ve şefaattir. Yüce Allah mü’min kulları için affedicidir. O bizim acizliğimizi, cehaletimizi inşallah bağışlayacaktır. Bizim bu dünyada yaşarken göstereceğimiz hal de işte tam olarak budur. Nihayetinde herkes ahiret yurdunda merhamete muhtaçtır, şefaate muhtaçtır.

İnsanın içgüdülerinde zalimliğe yönelik meyiller olduğu gibi merhamete yönelik meyillerde vardır. İnsan her ikisinden birine göre duygularını yönlendirir. İnsana nispet edilen merhamet kulların fiilleri ile alakalı olduğu için akidevi değil şer’i açıdan değerlendirilir, ele alınır. İnsanlar arasındaki ilişkilerde merhamet ancak Allahu Teala’nın koymuş olduğu merhamet ilkeleri hatırlandığında yerini bulur. Yani bu yönde ruhi yönü hatırlamak ve bu doğrultuda Yaratıcının emrine tabi olmakla gerçekleşir

İnsanlardaki merhamet, Allahu Teala’nın rahmet ve merhametinin bir tecellisidir. İnsanlar bunu ancak Allahu Teâlâ’nın gönderdiklerine tabi olurlarsa erişebilir. Katılaşan kalpler ancak Allah Subhanehu Teâlâ’nın gönderdiklerine bağlanmakla yumuşayacaktır. Allahu Teala ancak gönderdiği dine uyanların kalplerine merhamet koymuştur. Bir yerde merhamet Allahu Teâlâ’nın gönderdiklerine tabi olmaktır. Bunu Allahu Teala şöyle açıkladı:

Sonra bunların izinden art arda elçilerimizi göndermiştik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından göndermiş, ona İncil’i vermiştik. Ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirmiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu onlara biz yazmamıştık. Fakat kendileri, Allah rızasını kazanmak için yapmış, (ancak) buna da gerektiği gibi uymamışlardı. Biz de onlardan iman edenlere ödüllerini vermiştik. İçlerinden çoğu yoldan çıkmıştı. Hadid 27

Bu, Allah’ın kullarının kalplerine yerleştirdiği merhamettir ve Allah, ancak merhametli kullarına rahmet eder.” (Müslim, Buhârî)

Kurtuluşun nişanesi olan merhameti Allahu Teala Kitabı ile değerli kılmıştır. Allahu Teala şöyle buyurdu:

Kim Ben’im zikrimden yüz çevirirse, bilmelidir ki onun için bunalımlı bir yaşam vardır. Kıyamet Günü de onu kör olarak haşrederiz. Taha 124

Yani Allahu Teala ile ruhi bağ koptuğunda merhamet bağları da kopar. Yoksa Allahu Teâlâ insan fıtratının özelliklerinden olan zalimlik veya merhamet özelliğini fıtratından söküp almaz. Haram işlemekle insan kendi nefsine zulmeder. Haramı terk etmekle de insan kendi nefsine merhamet eder.

Günümüz zaman diliminde merhametsizliğin bütün insanlığı sardığı aşikardır. Merhametsizleştirilen bir dünyada yaşıyoruz. Zulmün içerisinde merhamet aramak veya zalimlerin verdiği imkânlar dâhilinde cılız merhametlerle (!) yetinmek nimetten sayılmaktadır. Bunun yanında insanların merhamet duyguları ile oynanmakta ve merhamet duyguları gerçek mecrasının dışında başka işlerle oyalanmaktadır. Bundan dolayı da yukarıdaki ayeti kerimede belirtildiği gibi merhamet husussunda da dar bir alana hapsolunulmuş, merhamete kör kalınılmıştır.

Bu kadar merhametsizleşmenin kökünde kapitalizm sisteminin insanlık üzerindeki tesiri vardır. Kapitalizm kendi toplumunu bireysel özgürlükler çerçevesinde “ben” içerikli bir yaşama teşvik etmektedir. Kibir içerikli bu anlayış insanı acımasız kıldığı gibi maddi sunumlar içerisinde yok edip eritir. Onun için kapitalizmde insanların merhamet anlayışı maddi takanaklıdır. Daha doğrusu kapitalizm merhameti insanın fıtri özelliklerini görmez. Maddeyi fıtri özelliklerin yerine koyar ve onun doyumuna ulaşması için nizamlar ortaya koyar. Bu doğrultuda kapitalizmin merhamet diye bir kavramı yoktur. Bireyden topluma, toplumdan dünyaya bakışı zalimcedir. Merhametsizliğin en çok görüldüğü toplum kapitalist toplumlardır. Dünyada en fazla sosyolog ve psikoloğun faaliyet gösterdiği yer kapitalist ülkelerdir. Yine dünyada en fazla depresyon hapının tüketildiği ülkeler kapitalist ülkelerdir. Elbette insan fıtratını paramparça eden bir sistemde merhamet olmaz.

Allahu Teala bunu ayeti kerimede açıkça beyan etmiştir;

 “İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna gider.  Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah’ı da şahit gösterir. Halbuki gerçekte o, düşmanların en yamanıdır. Senin yanından ayrılınca, ülkede fesat çıkarmaya çalışır,  ürünleri ve nesilleri mahvetmek için uğraşır. Allah, elbette fesadı (bozgunculuğu) sevmez.” (Bakara, 2/204-205)

Kapitalizmi özümseyen, nefsinde yaşayan bireylerde merhamet olmaz. Yönetimlerde ise merhametin izine rastlanmaz. Onda bozgunculuk ve zulüm vardır. Mesela; Kapitalizmin halkına sunduğu barınak olanakları, iş imkanları, su, elektrik, doğalgaz gibi günlük ihtiyaçlar sömürgecilerin sofralarından dökülen kırıntılardır. Hatta insanlar kutu gibi küçük küçük mekânlarda yaşamak durumunda, köleler gibi çalıştırılmakta ve tabii hakları için yüklü faturalar ödetilerek sömürülmektedirler. Kapitalist devletler ise bunu halka götürülen hizmet ve devletin merhameti olarak lanse etmektedirler.  Halka, çok üretip/çalışıp böylelikle çok tüketerek/kazanarak mutluluğu elde edebileceklerini söyleyip hayal tacirliği yapmaktadırlar. Halkta bunu nimetten saymaktadır. Bunun neticesinde batı insanı ruhen hastadır ve zalimdir. Zira maddi şekilcilik ve pırıltılar altında merhamet değil çılgınca bireylerin nefislerini tatmin etme vardır.

Dünyada insanlara dayatılan materyalist düşünceler insanlar arasındaki ilişkileri daha da karmaşık hale getirdi. Merhamet kaba gücün, maddi değerlerin etkisine/etki alanına teslim edildi.  “Güçlü olmazsan ezilirsin, sana merhamet eden olmaz” düşüncesi bütün beyinleri işgal etti. İnsanlardaki fıtri dengenin bozulmasına etki eden kapitalizmden dolayı insan ve insani dengeler de alt-üst olmuştur. Bu yapı ve öngörüler içerisinde merhamet dengeleri inşa edilemez.

Günümüzün süper gücü veya kapitalist ülkeler insanlığa merhamet etmez, BM de merhamet üretemez. Kapitalist vakıfların sözde acıma duyguları ile yardıma koşuştukları göstermelik yardım ve gözyaşları merhamet kaynaklı değil sömürgelerini pekiştirmek, nizamlarına hizmet ve gösteriş amaçlıdır.

İslam âleminde sorunların artması merhametsizliğin yaygınlaşması da küfür sistemlerine, fikirlerine yönelinmesi ve çözümün orada aranılmasından kaynaklanmaktadır. Bu noktada İslam âlemi batı âlemi ile eşitleşiyor. Çünkü batıya olan özenti hayatın her sahasına sirayet ediyor. Bu gün batıda ne varsa İslam âleminde de o var. “Vahşi batının” tesirinde kalan İslam âlemi vahşi cinayetler işleyen, körleşen, menfaat ilkeleri üzerine toplumsal ilişkiler kuran veya özgürlükler çerçevesinde bireyselleşip herhangi bir sosyal ilişki kuramayan, birbirine duyarsız kalan bir topluma dönüştü. Oysa Allahu Teala şöyle buyurdu:

Muhakkak ki iman edenler kardeştirler! O halde iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korunun ki rahmete eresiniz.

Merhamet öğretisini bizlere İslam kazandırmıştır. Kapitalizme ve onun ilkelerine bağlanmak veya yanaşmakla da bu öğretiden uzaklaşılmıştır. İslami yönetimin olmayışı bu merhametsizliği daha da arttırmıştır. Ki bu devletten bireye, aileden toplumun her kesimine  kadar sirayet etmiştir.

İnsanların ortaya koyduğu sistemlere uymak merhamet kaynaklarını kurutmak demektir. Sistem içerisinde merhamet edecek veya ettirecek fikir olmadığı gibi hiçbir kurum da yoktur. Aile yapısını daha da parçalayan, anne-babayı huzur evlerine teslim eden bir düşünce anlayışı katılaşmış kalplerin, şahsiyetlerin merhametsizleştiğinin açık örneklerindendir. Kapitalizm merhamet düşüncesini insan aklına bırakmış ve insanın egosuna teslim etmiştir. Egosunu tatmin etmekse nefsi acıma duygusuna bırakılmıştır. Onun için Kapitalizmde merhamet göstermek -menfaat dışında- karlı bir iş değildir.

Merhametten soyutlanan her şey vahşileşmeye mahkûmdur. Onun için kapitalizmden doğan her şey vahşi ve zalimdir. Özünde merhameti barındırmadığı için de ona “vahşi batı” tabiri çok uygun düşmüştür. Oysa merhamet insan aklına bırakılacak bir konu değildir. Merhamet konusu insan fıtratına uygun, sağlam akidevi değerler üzerine kurulur. Bu doğrultuda insan merhamet duygularını doğru olan düşünce ve fikirlerle donatmak zorundadır. Böylesi bir değerse sadece İslam nizamında vardır.

Allah’a ve Resul’e itaat edin ki size merhamet edilsin. Ali İmran 132

Ama Allah’a inanıp ona sımsıkı tutunanlara gelince, onları, yakında Kendi lütfundan, rahmetinin içine koyacak ve onları kendisine giden dosdoğru yola iletecektir. Nisa 175

Sonra iman edenlerden, birbirine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmaktır. İşte bunlar sağdakilerdir. Beled 17/18

İnsan aklına göre merhametin ölçüsünü tespit etmekte acizdir. Onun için merhametin sınırlarını Allahu Teala belirlemiştir. İtaat etmek emirlere bağlılığı,  emirlere bağlılık da rahmeti getirir. Bunula alakalı delillerde Allahu Teala itaat veya yapılması istenen hususu beyan ettikten sonra merhamet edileceğini açıklıyor:

“Allah’ın âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenler -işte onlar- benim rahmetimden ümitlerini kesmişlerdir ve onlar için acıklı bir azap vardır.” (Ankebut 23)

Ey oğullarım! Gidin Yusuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin; çünkü gerçeği yalanlayan nankör bir halktan başkası O’nun rahmetinden umudunu kesmez. Yusuf 87

Onlar İslam’a inanmadıkları için merhamet düşüncesine sahip değillerdir ve de reddederler. İnanmayanlarda bulunan acıma hissi “vicdanın sesini” dinleme şeklinde tezahür eder. Yani onlarda merhametin karşılığı vicdandır. Dinde vicdanidir. Vicdanları çerçevesinde dinin bir kısmına inanırlar veya kendilerini tatmin edecek dinden kısmi işlere yönelirler. Maalesef bu çürük düşünce günümüzde Müslümanım diyen bazı şahısların beyinlerine örümcek ağı örmüş, bu sözlerine ve fiillerine/amellerine aksetmeye başlamıştır. Bundan dolayı da İslam’daki merhameti hatırlattığınızda veya hükümlerden bir hükmü zikrettiğinizde “ben rahatım, benim vicdanım böyle kabul ediyor” diyerek dinin değil de vicdanının belirlediği hayat tarzını benimsediklerini ima ediyorlar. Bu tamamen batıdan etkilenmedir. Bundan dolayı da merhameti vicdanına havale ettiği için Müslümanların bir kesimi İslam âleminin derdiyle dertlenmeyi öteliyor, üzerine almıyor veya uzak duruyor.

Oysa merhamet yukarıda da belirttiğimiz gibi Allahu Teâlâ’nın vahyine kulak vermektir, teslim olmaktır. Allahu Teâlâ’nın istemiş olduğu merhamet düşüncesi ile donanmak demektir. Ki bu İslami şahsiyettir. İslami şahsiyetin dışında kalanlarda -kâfirlerde ve onlara meyledenlerde- bunu göremeyiz. Bundan dolayı da kâfirlerdeki zulüm ve düşmanlık -hidayete kavuşmadıkları müddetçe- süreklidir. Ya bu düşmanlıklarını alenen yaparlar veyahut ta fırsatını bulana kadar içlerinde saklarlar. Nitekim Allahu Tela bu durumu şöyle bildirdi: Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin! Onlar size kötülük etmekten asla geri durmaz, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları ağızlarından (sözlerinden) elbette belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Akıl ediyorsanız, ayetlerimizi elbette size açıkladık. Ali İmran 118

Allah’a inananlarda bazen merhametin duraksaması veya geçici düşmesi mümkündür. Allahu Teala bu hali “günahkar” olarak adlandırmıştır. Günahkârların tövbe ettiği takdirde merhamet kapsamına gireceğini şu ayeti kerimede açıkladı:

“De ki; “Ey kendi aleyhlerine haddi aşmış kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Zümer 53)

“O (Allâh)’dır ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmet eder, melekleri de (size acıyıp mağfiret dilerler. Allâh) mü’minlere karşı çok merhametlidir.” (Ahzab 43)

İnsani vasıflarından dolayı iman edenler arasında da zalimlik ve zulüm ortaya çıkabilir. Bu bir anlık olduğu gibi belki uzun sürelide tezahür edebilir. Bu onları kâfir yapmasa da Allahu Teâlâ’nın cezasından kurtulamazlar. Allahu Teala şöyle buyurdu: “Eğer seni yalanladılarsa, de ki: “Rabbiniz bol rahmet sâhibidir. Fakat O’nun azâbı da suçlu toplumdan geri çevrilmez (gazabı suçluların üzerine bir indi mi, onu kimse geri çeviremez).” (En’am 147)

Bireylerdeki merhamet düşüklüğü toplumu pek tesiri altına almaz. Asıl yöneticilerdeki merhamet düşüklüğü bütün toplumu etkisi altına alır. İslam’ın hayatta olmadığı yerde yöneticilerin Müslüman olması bir şey ifade etmez. Çünkü tabi oldukları yabancı düşünceler onları merhametli olmaktan mutlaka alıkoyar.

Müslüman olmak merhametli olmanın garantisi değildir. Ancak merhamet ölçüsünü yakalamış demektir. Eğer Allahu Teala’nın rızasını sürekli gözetirse o zaman merhamet ondan ayrılmaz bir parça olur. Hz. Ömer gibi. Müslüman olup ta zâlim olan idareciler de halkına zulmeder, ezer, her fenalığı reva görebilirler. Her kim olursa olsun ahirette bu yaptıklarının hesabını vermeleri çok kolay olmayacaktır. Yapılan zulmün karşılığını ateşle öderler!

“Halka merhamet etmeyene, Hak merhamet etmez.” (Taberani)

Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi: Benim şu evimde, Resûlullah (sav)’in şöyle buyurduğunu işittim: “Allah’ım! Ümmetimin yönetimini üstlenip de onlara zorluk çıkaran kimseye sen de zorluk çıkar. Ümmetimin yönetimini üstlenip de onlara yumuşak davrananlara sen de yumuşaklık göster.” (Müslim)

İdarecinin en başta gelen özelliklerinden biri, İslam ümmetini canı gönülden sevmesi, onları merhamet kanatları altına alıp bütün işlerinde elinden gelen kolaylığı sağlamasıdır. Hiçbir idareci zulme uğrayan herhangi bir Müslümanı görmezlikten gelemez. İslam ümmetine zorluk çıkartan onların arkasından entrika çeviren idareci asla iflah olmaz. Bu dünyanın süsüne, makamına, şöhretine kapılıp sömürgecilerin işlerini yürüterek belki dünyasını mamur edebilir. Fakat bu merhametsizliğin hesabını vermek çok zordur ve de veremez. Ümmeti öncelemeyip nefsini önceleyen idarecide nasıl merhamet olabilir ki?!.

-Merhamet mü’minlerin temel özelliklerindendir. Bu özelliğini kolay kolay çıkartıp atamaz. Attığında (ki gündüzdeki durum gibi) İslam toplumunda gedikler açılır, genelleşir ve İslam toplumu olmaktan çıkar. Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem şöyle buyurdu:

“Mü’minlerin, birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte bir vücut gibi olduklarını görürsün. Bu vücudun herhangi bir uzvu muzdarip olduğu takdirde, diğer kısımlarının da uykuları kaçar, ateşler içinde onun ıztırâbını duyarlar.” (Buhârî, Müslim)

İdarecileri de içine alarak Müslümanların genelinde merhametin etkisinin kalmadığını, merhametin dokuduğu kardeşlik duygularının yok olduğunu, zulme maruz kalan kardeşini sapıklık olan kavmiyetçilik ve vatancılık düşüncesine kapılarak merhametle muamele etmekten uzaklaşıldığına şahidlik ediyoruz. Küfür nizamlarının merhamet yerine insanları canavarlaştırdığını toplumun geldiği seviyeye bakarak anlamak mümkündür.

Topluma mâl edilmeyen merhamet bireylerin kalplerinde çakılıp kalır. Var zannederiz fakat hayatta hiçbir tesirini göremeyiz. Aynen günümüzde Müslümanlar arsında kardeşlik ruhunun kaybolması gibi; zalim yöneticilerden kaçan Suriyelilerin uğradığı baskılar, Çin zulmünden kaçan Uygur Müslümanlarının Çin’e geri teslim edilmesi, Filistinli Müslümanların Yahudi zulmü karşısında yalınız bırakılmaları ve daha niceleri Müslümanlar arasında merhametin dokuduğu kardeşliğin hayatta tesirinin kalmadığının birer örneğidir. Oysa Müslümana Müslümandan başkası merhamet besleyemez. Bu nedenle Kur’an mü’minlerin birbirlerine karşı merhametli olduklarını belirtir: “Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar kafirlere karşı zorlu, kendi aralarında merhametlidirler…” (Fetih 29)

Hadis şerifte de;

“Merhamet edene Rahman olan Allah da merhamet eder. Siz yerdeki bütün mahlûkata merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin.” (Ebû Dâvûd)  buyuruluyor.

Müslümanlarda merhametin hayatta tesirinin kalmaması sevinilecek bir şey değildir. Merhamet hayatımızdan silinip gidiyorsa bu bütün Müslümanları ilgilendirir. Çünkü merhametten doğan farzlar uygulanmıyor demektir. Onu geri hayata döndürmekse bütün Müslümanların üzerine farz olur.

“Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” (Hakim) buyurmuşlardır.

Her ne kadar yaşadığımız çağ modernlikle adlandırılırsa adlandırılsın merhametin olmadığı yerde zulüm vardır. Bu zulmü kişi dünyaya teslim olmakla nefsine karşı işler, topluma karşı adaletsizlikle işler, dünyaya karşı sömürge ile işler. Bu sistemler altında, bu ilkeler doğrultusunda, çocuğumu okutacağım derken demokratikleşerek, laikleşerek,  özgürleşerek, hareket etmek ellerinin arasından kayıp giden evlatların cehenneme ne kadar yaklaştığına kör olmak demektir. Böyleleri ancak okutamadığında, bu gidişat içerisinde yer alamadığında vicdan azabı çeker durur.

Aile fertleri, çevresi geçimini sağlasın, problemini çözsün diye banka kapılarında bekleyerek, aldığı kredilerle yaşamayı kendisine reva görenler Allah’a karşı savaş açtığını, ateşe ne kadar yaklaştığını göremez. Böyleleri ancak Kapitalizmdeki refah seviyesini yakalayamadığı için vicdan azabı çeker dururlar. İslam beldelerindeki sömürgecilerin istilalarına, işgallerine, sömürgelerine karşı durmayıp, onları oralardan uzaklaştırmayıp sadece fakirliği çözmek düşüncesi ile su kuyuları açmakla, kurulan çadırlarla, dağıtılan yiyeceklerle İslam’dan kaynaklanan merhamet duygularının üzeri bastırılıp/değişik alanlara yönlendirilip ancak vicdanlar rahatlatılır. İslam’ın hakim olmadığı yerde merhamet değil vicdan dağıtılır. Onlar oralardan kovulmadığı müddetçe de merhamet yakalanamaz.

İslam hayattan kaldırıldı kaldırılalı bu gibi her husus zulmün artışını engelleyememiştir. Hatta boyutu o kadar ileri gitmiştir ki dünyanın her bir köşesinde zulme mağdur kalan kardeşlerimizi sayamaz, düşünemez, derdiyle dertleşemez, yetişemez hale geldik. Görüntüler, gözümüzün önünde yaşananlar, duyduklarımız bizleri zulme o kadar alıştırdı ki merhamet duygularımız köreldi, basit basit şeylerle üzerimizden atmaya, duymamaya acımamaya, bölgeselleştirmeye, bireyselleştirmeye birilerinin üzerine yıkmaya başladık. Bunun adı merhamet değil merhametsizliktir!

Müslümanlarda merhamet olmaz ise dünyada merhamet olmaz. Kardeşler arasında olmayan merhamet her yanı ateş topuna döndürür. Nitekim de ateşle kavrulan bir dünya ve İslam âlemi görüyoruz. Peygamberimizin Sallallahu Aleyhi Ve Sellem; “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” (Buhari) diye buyurmuştur.

Tahir Şanlı

Adem Sevgi – Sevgi İçin

Comments are closed.