logo

İyi bir sağlık varlıklı olmaktan değerlidir.

İÇİNDEKİLER

Çocuklarda rutin kontrol dönemleri

Çocukluk çağı olarak kabul edilen 0-18 yaş döneminde çocuklar her türlü gelişmeye açıktır ve bu süreç içerisinde birçok kritik dönem bulunur.

Çocuklar hangi sıklıkta doktora götürülmeli?

Her anne babanın arzusu, sağlıklı bir bebek dünyaya getirmektir. Sonrasında ise dilekleri, sağlıklı bir çocuk ve genç olması üzerinedir… Peki, onun sağlıklı bir şekilde büyümesi ve gelişmesinde nelere dikkat etmeli?  Bebeğiniz sağlıklı büyüsün, gelişsin diye hayal kuran anne babalar dikkat! Onun kocaman bir delikanlı ya da genç kız olmasında anne babaların bilinçli olması çok önemlidir. Zira genellikle anne babalar bebeğin yiyeceklerine ve boyunun uzamasına konsantre olurlar. Oysa büyüme ve gelişmenin çok başka kriterleri var ve çocuk doktorları kadar sizin dikkatiniz de bu süreci daha sağlıklı geçirmesine yol açar. Çocuğu erişkin bireyden ayıran özellikler arasında en önemlisi sürekli büyüyen ve gelişen bir süreç yaşamasıdır. Doğru beslenme, bilişsel destekler, gerekli aşı uygulamaları, duygusal tatminler, iyi bir motor beceri, sağlıklı yetişkin döneminin olmazsa olmazları arasında yer alır.

Büyüme, hücre sayı ve büyüklüğünün artmasına bağlı olarak, vücut hacim ve kütlesinin artışıdır. Boy uzamasında en önemli etken genlerdir. Boy büyümesine etki eden faktörlere kaliteli beslenme ve sporu da ekleyebiliriz. Bu üçü de tam olmasına rağmen araya giren önemli kronik bir hastalık boyun hedeflenen boy olmamasına neden olabilir. Gelişme ise hücre ve dokuların yapı ve içeriğinin değişimi ile motor, zihinsel, sosyal ve duygusal alanlardaki olgunlaşmadır. Ama büyüme ve gelişme yaş dönemlerine göre değişir.

Büyüme yalnız başına sağlık göstergesi değildir

Çocukluk çağı olarak kabul edilen 0-18 yaş döneminde çocuklar her türlü gelişmeye açıktır. Bu gelişimler; fiziksel, ahlaki, bilişsel, bireysel olarak cinsel, dil, duygusal, psikomotor ve sosyal gelişmelerdir. Bunların hepsi birbirini tamamlayabilir. Dikkat edilmesi gereken nokta, büyüme yalnız başına sağlık göstergesi değildir. Sağlıklı büyüme için her döneme o döneme özgü tetkik, aşılar ve takviyelerin yapılması gerekiyor. Anne babaların aklından çıkarmaması gereken cümle şudur: Büyüme farklı, gelişme farklı, sağlıklı olmak farklıdır.

Çocuğunuzu bu sıklıkta doktora götürün

Çocukların sağlığından emin olmak için rutin izlemlere sadık kalınması, çocuk doktoruna gidilmesinin ertelenmemesi çok önemli. Çocukların izlem aralıkları ise genel olarak şöyle sıralanıyor: Doğumda muayene, her şey normal gidiyorsa taburcu olurken muayene, taburculuktan 48-72 saat sonra, 7-14 arasında, 1. ay, 2. ay. 3. ay, 4. ay, 5. ay, 6. ay, 7. ay, 8. ay, 10. ay, 12. ay, 13-15. ay arası, 18. ay, 21. ay, 2 yaş. İki yaştan sonra 5 yaşa kadar 6 ayda bir. Beş yaştan 10 yaşa kadar yılda bir. 10-16 yaş arası 1-2 yılda bir.

Sağlıklıyken bile izleyin

Çocuklar sağlıklıyken bile izlenmeli. Böylece sağlığıyla ilgili tam fikir edinilebiliyor. Eksik ya da yanlış giden yönler konusunda erken dönemde müdahale imkanı doğuyor. Ancak sağlığında bir sorun görünmeyen çocukların anne babaları bazen, nasıl olsa sağlıklı diye çocuklarını rutin doktor muayenelerine götürmeyebiliyor. Özellikle aşı dönemi biten çocukların anne babalarında zaman zaman gözlemlenen bir davranış bu. Oysa bu durumda skolyoz (omurga eğrilikleri), anemiler, vitamin yetersizlikleri, erken ergenlik nedeniyle boy kısalıkları, çeşitli kalp hastalıklarının atlanması, sessiz gidebilen idrar yolu enfeksiyonları nedeniyle gelişen böbrek hastalıkları gibi durumlara maruz kalınabiliyor.

Büyümenin daha hızlı olduğu dönemlerde vücudun ihtiyaçları değişebiliyor. Her dönemin kendine özgü izlem paramatreleri ve sıklığı bulunuyor. Büyümenin en hızlı olduğu dönem 0-1 yaş arası. İkinci hızlanma dönemi ise ergenlik.

Peki, çocukluk döneminde hangi büyüme gelişimini izlemek için hangi dönemlerde, hangi tetkik ve incelemeler yapılıyor?

0-1 ay yenidoğan

Bir bebeğin prematüre veya zamanında doğmuş olması bile (yani 2-3 haftalık erken doğma) izlem sıklığını ve yapılan tetkikleri değiştirebiliyor. Aileden genetik geçişle gelen hastalıklara göre de izlem ve tetkikler bu önceliklere göre yapılabiliyor.

Hangi tetkik ve incelemeler yapılıyor?

Yeni doğmuş bir bebeğin görme, duyma, kalça çıkıklığı, yeni doğan tarama testleri, boy, kilo, baş çevresi, genel vücut ve nörolojik muayene gibi taramalardan geçmesi gerekiyor. Kan grubu, yeni doğan hepatit aşısı, K vitamini genelde dünya genelinde yapılan uygulamalardır. Doğum sonrası gelişebilen durumlarda da (sarılık) ek kan tetkikleri ve araştırmaları devreye giriyor.

1 ay- 12 ay süt çocuğu

0-1 yaş döneminde bir çocuğun en önemli 2 kriteri, kilo alması ve baş çevresinin büyümesi. Boy, son planda kalıyor. Baş çevresi beyinin gelişmesinin, kilo alması da beslendiğinin belirtisi olarak kabul ediliyor. Her annenin, bebeğine en az 6 ay anne sütü emzirmesi için teşvik edilmesi gerekiyor. Anne; bebek bakımı, emzirme, ek beslenmeye hazırlanmalı. Bebeklerin her ay değişen motor, zihinsel ve gelişimsel özelliklerini annenin bilmesi, olabilecek gecikmeleri önceden önlemek anlamına geliyor. Çocuk izleminde en önemli noktalardan biri annenin çocuk doktoruyla sağlıklı iletişim kurabilmesi, böylece çocuktaki tüm değişiklikler konusunda bilgi transferi oluyor.

Hangi tetkik ve incelemeler yapılıyor?

Özel bir durum olmasa dahi 6-12 ay arası genel bir kan tetkiki yapılması gerekiyor. Bundan sonraki kan tetkikleri her şey yolunda olsa bile en geç 3 yılda bir tekrar edilmeli. Bu tetkiklerin içeriği çocuğun büyüme ve gelişimi ile şekilleniyor. Her çocukta özellikle D vitamini, demir düzeylerine bakılmalıdır. Aşılar hakkında ailenin bilgilendirilmesi, nedenleri ve sonuçları hakkında gerekli açıklamaların yapılması gerekiyor.

1-4 yaş oyun çocuğu

Çocuk gelişiminde önemli bir dönem. Konuşma, hareketlenme, cinselliği bilme, bireyselliğe geçiş gibi önemli gelişmeleri kapsıyor. Ayrıca bu dönemde diş gelişimi tamamlanıyor. Çocukta; çizgi çizme, giyinme, düğme ilikleme gibi ince motor; bisiklete binme, takla atma, koşma gibi kaba motor hareketleri hızla gelişiyor. Bu dönem sosyalleşmenin de başladığı bir dönem olarak kabul ediliyor. 3 yaş cinselliğin farkındalığı başlıyor. Bütün bu gelişmeler çocuktan çocuğa farklılık gösterebiliyor. 3 yaşından sonra neden sonuç ilişkisi, soyut-somut arasındaki farklar anlaşılıyor.

Hangi tetkik ve incelemeler yapılıyor?

Büyüme gelişme değerlendirilmesi için mutlaka çeşitli parametreleri içeren kan sayımı, karaciğer enzimleri, böbrek fonksiyonları, alkalen fosfataz, kanda vitamin seviyeleri, çölyak testleri gibi kan tetkiklerinin yapılması gerekiyor. Ayrıca bu yaş grubunda, idrar, dışkı incelemeleri, batın ultrasonu, hormonlar, kemik yaşı, kalp ultrasonu, şüphe varsa büyüme geriliği yapan çeşitli genetik hastalıkları ekarte etmek için tetkiklerin yapılması gerekiyor.

4-6 yaş okul öncesi dönem

Bu yaş döneminde mantık gelişmeye başlıyor. Dil, algısal, bilişsel gelişme ve sosyalleşme belirgin olarak artıyor. Grup oyunlarını tercih ediyorlar. Bu dönemdeki eğilimler fark edilip çocuklar yeteneklerine göre yönlendirilmesi gerekiyor. Çocukların bu dönemde zihinsel, bedensel ve sosyal açıdan okul dönemine hazırlanması önemli.

Hangi tetkik ve incelemeler yapılıyor?

Bu dönemde daha önce normal giden büyümede gerileme varsa 1-4 yaş arası belirtilen tetkikler yapılmalıdır. Doğuştan gelen hastalıkların hafif seyretmesi bazen tanıyı geciktirebiliyor. Belirli bir hastalığa potansiyel yatkınlığı olan çocukların hastalığının ortaya çıkması beslenme şekilleri veya geçirdikleri hastalıklarla tetiklenebiliyor.

6-18 yaş okul ve ergenlik dönemi

Okul çağı çocuklarının nörolojik, zihinsel ve duygusal izleminde anne babalar kadar öğretmenlerin değerlendirmelerine dikkat edilmesi gerekiyor. Özellikle ergenlik döneminde çocukların duygusal gelişmeleri dikkatle izlenmesi, ortaya çıkan sıkıntılı durumlara karşı önlemler alınması önemli. Çocukların diş sağlığı konusunda da gerekli yönlendirmeler vurgulanmalıdır. Çocuk ağır spor yapıyorsa ekstra kardiyolojik muayene de yaptırılması önerilir. Çocukluk çağı aşılarının 14 yaşa kadar devam ettiği ve 10-16 yaş grubunun da sağlıklı olmalarına rağmen en geç 2 yılda bir doktor tarafından görülmesi gerekiyor.

Yetişkin olmaya çalışılan ergenlik döneminde hormonal değişik sadece seks hormonlarında değil, diğer hormonlarda da dalgalanmalar yapabiliyor. Bu bilginin çocuğa aktarılması kendindeki değişiklikleri anlaması açısından çok önemli.

Hangi dönem nasıl adlandırılıyor?

  • 0-1 ay yeni doğan
  • 1 ay- 12 ay süt çocuğu
  • 1-4 yaş oyun çocuğu
  • 4-6 yaş okul öncesi dönem
  • 6-18 yaş okul ve ergenlik dönemi olarak sınıflandırılıyor.

DrŞEYMA CÜNEYDİ

Tanı ve tedaviye yönelik tüm işlemlerinizi doktorunuza danışmadan uygulamayınız. İçeriklerde Acıbadem Sağlık Grubu’nun tedavi edici sağlık hizmetlerine yönelik bilgiler yer almamaktadır.

Lohusalık Dönemi için Önemli Uyarılar

Lohusalık Kaç Gün Sürer?

Doğumun gerçekleşmesiyle birlikte annenin ve bebeğin hayatında radikal değişiklikler olur. Lohusalık günlerinden itibaren bebek yeni hayatına adapte olmaya çalışırken aynı durum anne için de geçerlidir. Anne için yeni bir hayat başlamıştır ve bu yeni hayat, pek çok yeni sorumluluk anlamına gelir. Yeni sorumlulukların yanı sıra annenin lohusalık döneminde sağlığına dikkat etmesi de büyük önem taşır. Çünkü hem doğum, hem de doğum sonrasında anne, akciğerine pıhtı gitmesinden ciddi enfeksiyonlara karşı birçok riske karşı açık olur. Üstelik doğum sonrasında sütün tam olarak boşaltılamamasına bağlı sorunlar ya da emzirme hatalarına bağlı, meme ucunda yaralar ortaya çıkabilir. Bununla birlikte annenin enerjisinin bebek için de yeterli olması gerektiği gerçeği nedeniyle lohusalık döneminin üstesinden gelmek her zaman çok kolay olmayabilir. “Lohusalık nedir?” diye sorulduğunda aslında bu süre şu anlama gelir: Annenin vücudunun toparlanması, plasentanın çıktığı rahim içindeki yerin iyileşmesi, kanamanın giderek azalarak bitmesi ve annenin hamilelik öncesi haline daha çok yaklaşması. Bu nedenle gerek anne, gerekse bebeğin sağlığı için lohusalık döneminde dikkatli olmak gerekir. Peki lohusalık ne zaman biter? Lohusalık doğumdan sonraki 6 haftayı kapsayan dönemdir. Bu 6 haftalık lohusalık döneminde dikkat edilmesi gerekenler…

Lohusalıkta Dinlenmeyi İhmal Etmeyin

Günlük işler ve bebeğin bakımı sırasında kendinize dinlenme fırsatları yaratmaya çalışın. Bu dönemde aile büyükleri ya da yakınlarınızdan yardım isteyin. Bebeğiniz uyuduğunda siz de uyumaya çalışın.

Kalorisi Yüksek Değil, Sağlıklı Besinler Tüketin

Beslenmenin hem siz hem bebek için büyük önem taşıdığını unutmayın. Kalorisi yüksek besinler yerine sağlıklı ürünleri tercih edin. Yeterli protein aldığınızdan de emin olun. Ara öğünlerde sağlıklı atıştırmalıkları tüketin. Gebelikten kalan fazla kilolardan kurtulmak için acele etmeyin ve bu nedenle eksik beslenmeyin.

Lohusalık Döneminde Spor Yapın

Hareket etmenin kilo kontrolünden depresyondan korunmaya kadar birçok faydası bulunur. Ancak ağır kaldırmak, uzun süre ayakta durmak gibi zarar verecek hareketlerden ziyade, bebekle yürüyüşe çıkmak gibi hem bedeninize hem de ruhunuza iyi gelecek egzersizleri tercih edebilirsiniz.

Şerbetle Sütünüzü Artırmaya Çalışmayın

Lohusalık döneminde çevrenin baskısıyla şerbetli kalorisi yüksek ürünlerle sütün artırılmaya çalışılması hala yapılan en yanlış uygulamalardan birini oluşturur. Doğumun hemen sonrasında hem annenin deneyimsizliği hem de bebeğin tam olarak emme işlemini gerçekleştirememesi nedeniyle daha az süt gelebilir. Ancak zaman içinde üretim artar. Aslında sütün artırılması suyla ve yeterli protein alımıyla ilgili, özellikle çok kalorili beslenmenin faydası bulunmaz. Bu nedenle süt üretimi için aşırı miktarda kalori almak gerekmez. Günlük olarak önceki dönemlerdeki beslenme düzenine göre 500 kalorilik bir artış hem sizin hem de bebeğin sağlıklı kalmasında yeterli olur. Ayrıca bol miktarda sıvı tüketilmeli.

Sıcak Banyo Enfeksiyonlardan Korur

Normal doğum sonrası perine bölgesinin bakımı, oturma banyoları, hemoroid (basur) ve kabızlık gibi sık görülen problemlerin tedavisinin sağlanması ve ağrı kesici ihtiyacının ihmal edilmemesi de önem taşır. Bu nedenle antiseptikli oturma banyolarıyla enfeksiyonlardan korunabileceğiniz gibi rahatlama da sağlayabilirsiniz.

Emzirmeyi Öğrenin

Emzirmenin hem bebek hem de anne için vazgeçilmez olduğunu unutmayın. Ancak doğru emzirme için mutlaka gerekli eğitimi alın. Bu sayede meme başı yaraları ya da yanlış oturmaya bağlı postür bozukluklarının da önüne geçebilirsiniz.

Süt Ateşine Dikkat

Süt kanallarında genişleme ve ilk haftalarda fazla miktarda süt üretimine bağlı bazen annede süt ateşi görülebilir. Bu durumda gerekirse süt pompası ile göğüsler boşaltılarak rahatlamaya çalışın.

Sütü Memede Bırakmayın

Bebeğin sık emzirilmesine karşın bu dönem içinde hem süt miktarının fazla olması, hem de bebeğin tamamını boşaltamaması nedeniyle memede sertlikler olabilir. Bu duruma karşı önlem alınmazsa enfeksiyon gelişme riski bulunduğu için sütü elle veya pompa yardımı ile boşaltarak depolayabilir, emzirme ya da göğüsleri boşaltma öncesinde ılık duş alabilirsiniz.

Bu Süre Önemli!

Doğum sonrası 6-8 hafta kadar kanama devam edebilir ve bu süre boyunca vajinal ilaçların kullanımı ve cinsel ilişkiden kaçınmak gerekir. Ancak kanamanın aşırı olması ya da kokulu bir akıntı enfeksiyona işaret edebileceği için bu durumda mutlaka hekime bilgi vermek gerekir.

Lohusalık Üzüntüsü Depresyona Dönüşmesin

Aşırı yorgunluk ve tükenmeye bağlı ya da yaşanan hormonal değişime paralel olarak doğum sonrası depresyon (baby blues) yaşanabilir. İstatistiklere göre bu dönemde annelerin yüzde 70-80’inde lohusalık üzüntüsü denilen durum, yüzde 10-13’ünde ise lohusalık depresyonu görülür. Bu durumda anneler kendilerini çaresiz hissedebilir. Sorunun daha da ilerlemesinin ve depresyonun önüne geçmek için sosyal destek çok önem taşır. Özellikle bebeğin bakımı sırasında size destek olabilecek birilerinden yardım alın ve sorununuzu mutlaka uzman bir hekimle birlikte çözmeye çalışın.

Risk Grubundaysanız…

Yeni doğum yapmış tüm annelerin lohusalık dönemine özen göstermesi gerekirken, özellikle hamileliğinde fazla kilo almış olanların emboli riski arttığı ve doğum sonrası bakımı güçleştiği için daha fazla dikkat etmeleri gerekir. Ayrıca kiloya bağlı varisler gelişerek dolaşım problemleri yaşanabilir. Bir diğer özel grubu ise diyabetli kişiler oluşturur. Hamilelikte ortaya çıkan diyabet ya da önceden beri diyabetli olan kişilerin özel bakıma ihtiyacı olur. Sezaryen sonrasını da bazı kadınlar çok rahat atlatırken bazen de iki üç hafta boyunca ağrı yaşanabilir. Bu durumda da yardıma ihtiyacı olabilir.

Sık Emzirince Rahim Toparlanır

Previa ve dekolman gibi sorunlar nedeniyle erken doğum yapmış ya da zamanında ama zorlu, problemli doğum geçirmiş kişilerin kanama riski daha fazla olabilir. Çok iri ya da ikiz bebekler doğduktan sonra rahim hemen kendini toparlayamayabilir. Böyle riskli durumlarda kadınlar özel olarak takip edilir. Bunun için kadınlara sık emzirmeleri önerilir. Bu sayede rahim çok daha hızlı toparlanır. Kanamalar devam ettiği sürece de takiplerin devam etmesi gerekir. Bu sırada gerekli görülürse ekstra takviye gereken vitamin ya de mineraller yerine konur. Ayrıca özellikle kilolu anneler için de özel bir beslenme planı oluşturulur.

Tanı ve tedaviye yönelik tüm işlemlerinizi doktorunuza danışmadan uygulamayınız. 

ACIBADEM

Tüp bebek nedir? 
Gebelikte doğal yollarla başarı elde edemeyen çiftler için tercih edilen tedavi yöntemidir. Kadından alınan yumurta, erkekten alınan sperm ile laboratuvar ortamında uygun koşullarda döllenerek embriyo geliştirilir. Kadın tedavi çerçevesinde nakile hazırlanır ve uygun duruma erişildiğinde embriyo kadın rahmine yerleştirilerek doğal gebelik gibi gelişimi takip edilir. Tedavinin uzman hekimler tarafından laboratuvar ortamında gerçekleştirilmesi şarttır. 

Tüp bebek tedavisi tetkikleri 

Çiftlerin öyküsü, yapılan tetkikler ve muayene sonrası ilk aşamada tedavi yöntemine karar verilir. Erkek semen analizi, kadın ise jinekolojik muayene, Pap Smear testi ve ultrason incelemesi ile tetkik altına alınır. Genel hormon tetkikleri ile tedavi sürecine yumurtalıkların cevabı öngörülmeye çalışılır. Tüm filmi gibi diğer incelemelerin yanında gerek görülürse AIDS, sarılık, kızamıkçık testleri ve kan sayımı da doktor tarafından istenebilir. Tüm veriler ışığında tedavi yöntemi, ilaçlar ve protokol görüşülerek tedaviye başlanır. 

Tüp bebek tedavisinde dikkat edilmesi gerekenler 

Anne ve baba adayları sigara içiyorsa tedavi öncesinde bırakmalıdır. Folik asit ve multivitamin takviyesine başlanır. Düzenli uyku, stressiz hayat, protein açısından zengin beslenme tavsiye edilir. Hekimlerin uygun gördüğü ilaçların kullanımına başlanır. Bazı özel durumlarda tedavi öncesi doğum kontrol hapı kullanımı istenebilir. 

Tüp bebek protokolleri 

Kısa protokol kapsamında GnRHa uygulamasına adet periyodunun ilk gününde başlanır. Tedavi sonuna kadar uygulamaya devam edilir. Tedavi sonu ile kastedilen çatlatma iğnesinin yapıldığı tarihtir. Adet kanamasının üçüncü gününden itibaren hMG veya FSH ile tedavi süreci ilerler. 

Ultrakısa Protokol: Adet kanamasının ilk günü GnRHa başlanır ve üç gün sonra kesilir. HMG veya FSH ile tedavi sürer. Mikrodoz kısa protokol için GnRh dozu düşürülür. Alınan doz tüp bebek uzmanlarınca sulandırılarak düşük hale getirilir. Yumurtalıkları zayıf olan kadınlar için bu protokol önerilir.

Uzun protokolde GnRHa uygulaması için adet döneminin 21. günü beklenir. Takip eden kanamanın 3. gününde kan testi yapılır. Baskılama sağlanmışsa östrojen düzeyi artmış olmalıdır. Kan testinin ardından baskılama gerçekleşmişse hMG veya FSH tedavisine geçilir, bu sırada GnRHa da devam eder. Çatlatma iğnesine kadar bu işlem sürer. 

GnRh Antagonistleri: Adet kanamasının 2 veya 3. günü hMG, FSH veya rekombinant ilaç kullanımına başlanır. Yumurtalar 14 – 15 mm’ye ulaştığında günlük GnRh antagonistine başlanır. İlaç ve doz miktarı doktor tarafından belirlenerek hastaya iletilir. 

Yumurtaların uyarılması 

Tüp bebek tedavisi kapsamında yumurtalar uyarılarak tedaviye devam edilir. Östrojen düzeyine göre doz ayarlanarak hasta sürekli takip altında tutulur. Folliküller yeterli büyüklüğe eriştiğinde hastaya human chorionic gonadotropin (hCG) enjeksiyonu yapılır. Uyarı tedavisine başlandıktan sonra kontroller sıklaştırılır ve ultrason ile gözlem yapılır. 

Yumurtaların toplanması 

3. aşamada yumurtalar toplanır. İşlem öncesi çatlatma iğnesi (hCG hormonu) yapılır ve ortalama 32 – 36 saat beklenir. En iyi sonucu alabilme için işlemler belli saatlerde yapılır. Hastanın muayene pozisyonunda lokal anestezi ile iğne yardımıyla yumurtalarına ulaşılır. Alınan sıvıda yumurta olup olmadığı kontrol edilerek incelemeye alınır. İşlem 15 – 30 dakika arasında sürer. 

Döllenme aşaması 

Yumurta toplama esnasında erkekten de sperm alınır. Mastürbasyon veya gerekli hallerde cerrahi yolla spermlere ulaşılır. Dölleme için 1 yumurta hücresine ortalama 20.000 sperm verilir. İşlemin 16 ile 18. saatinde döllenme kontrol edilir. Döllenme gerçekleştiğinde embriyo transferi için hasta hazırlanır. 

Embriyo transferi 

Genellikle döllenmenin 2. veya 3. gününde transfer gerçekleşir. Bu süre 6 güne kadar çıkabilir. 2 – 4 embriyo transferi genellikle tercih edilir. İkiden fazla tansferde çoğul gebelik görülebilir. Hasta transfer esnasında muayene pozisyonundadır. Rahim ağzı temizlenir, embriyolar katater içinde getirilerek ultrason altında rahim içine gönderilir. Anestezi gerektirmeyen işlem; ağrı, sızı hissettirmez. İşlemi desteklemek için hormon ilaçları verilebilir. Embriyo ne zaman tutunur diye merak eden çiftler, ortalama 12 gün bekler. Transferin 12. gününde gebelik testi yapılır.  

Test aşaması 

İdrar ve kan üzerinden gebelik tespiti için test yapılır. Pozitif sonuçlar 2 gün sonra alınacak yeni test örneği ile kıyaslanır. Sağlıklı gebelik olup olmadığı görülür. 2 hafta sonra ilk ultrason alınarak gebeliğin çoğul olup olmadığı tespit edilir. Çoğul gebelikler zaman içinde tek fetuse kadar inebilir. 

Tüp bebek tedavisi ne kadar sürer? Tüp bebek tedavisi kişiye göre değişir ancak ortalama süre 10 – 15 gündür. 

Tüp bebek tedavisi uzman hekimler tarafından yürütülerek çiftlerin çocuk sahibi olmasına yardımcı olur. Tedavi kişiye özel olarak planlanır, süre değişiklik gösterir ve belli tüp bebek aşamaları takip edilerek tedavi yürütülür. Tedavi öncesi anne ve baba adaylarına tüp bebek hakkında bilgi verilir. 

ÖZEL ANADOLU HASTANESİ

İnfertilite, yani istenildiği halde çocuk sahibi olamama pek çok toplumda önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.

Tanım olarak, en az 1 yıl herhangi bir korunma yöntemi uygulanmaksızın haftada 2-3 kere girilen cinsel ilişkiye rağmen gebelik elde edilmemesi infertilite yani kısırlık olarak adlandırılmaktadır. İnfertilite görülme sıklığı toplumlar arasında büyük farklılıklar göstermez. Tüm dünyada çiftlerin yaklaşık yüzde onbeşi infertilite nedeni yardımla üreme tekniklerine başvurmak zorunda kalmaktadır. Bu çiftlerin büyük bir kısmında gebe kalamamanın nedenini açıklayacak sebepler bulunabilirken, yaklaşık yüzde 10-12sinde herhangi bir patoloji tespit edilemez. Bu çiftler açıklanamayan infertilite olarak adlandırılırlar. İnfertilitenin nedenlerini anlayabilmek ve tedavisini planlayabilmek için önce kadında ve erkekte üreme döngüsünün nasıl işlediğini ve gebeliğin oluş mekanizmasını anlamak gerekir.
“Ne zaman çocuk sahibi olmayı planlıyorsunuz ?” sorusu pek çok yeni evli çiftin en çok karşılaştığı sorudur. Aslında bu soru yeni evlenen çiftlerin kendi kendilerine de ilk sordukları soruların başında gelir. Özellikle kadının çalışmadığı, geleneksel aile yapısındaki çiftlerde balayında gebe kalma hayali kuran çok genç çift vardır. Çocuğun ailenin geçimi ve işleri için önemli olduğu, kırsal alanda ise sadece çocuk sahibi olmak için evlenen kadın ve erkekler azımsanamayacak kadar çoktur. Bizim toplumumuz gibi çocuk sahibi olmanın ayrıcalık ve prestij olarak görüldüğü toplumlarda ise infertilite neredeyse hayati öneme sahiptir. Bir başka grup ise, çalışma hayatının zorlukları içinde evlenmeye zaman bulamamış ancak yaşı ilerlediği için bir an önce evlenip çocuk sahibi olmayı düşünen bireylerden oluşur. Tüm bu bireylerin ortak yanılgısı istedikleri anda, hatta belki balayında gebe kalabileceklerini düşünmeleridir. Pek çok sinema filminde ve romanda kahraman tek bir ilişki ile ya da bebek istediği zamanda gebe kalabilirken gerçek hayatta durum bu değildir.
Hiçbir sağlık problemi olmayan tamamen normal bir çifti ele aldığımızda, kadının tek bir adet döneminde, her gün ilişkide bulunsalar bile, gebe kalma olasılığı sadece %25dir. Çiftin fertilite potansiyelini gösteren bu durum “fekundite” olarak adlandırılır. İnsan, organizma olarak üreme potansiyeli çok yüksek bir canlı değildir. Bunun pek çok nedeni vardır. Bazı yumurtalar döllenmez, bazıları da döllense bile embriyo döneminde gelişme gösteremez. Gebelik bir anlamda şans işidir. Bunu kabaca Rus ruletine benzetmek mümkündür. Hangi çiftin gebe kalabileceğini, yada hangisinin gebe kalamayacağını önceden tahmin etmek imkansızdır! Tek bir ilişkide %25 olan gebelik elde etme şansı bir yılın sonunda %85e çıkar. Yani bir yıl sonunda her 100 çiftten 85inde gebelik elde edilecektir. Geri kalan 15 çift ise infertilite ile karşı karşıya demektir. Bazı yazarlara göre ise birinci yılın sonunda gebelik olmaz ise, çifte infertil demek doğru değildir. Bunun için 2 yıl beklemek gerekmektedir. Gerçekten de ilk yılın sonunda %85 olan gebelik oranı ikinci yılın sonunda %92 civarında saptanır.

Tek bir adet siklusunda gebe kalma şansı pek çok faktörün etkisi altındadır. Bu faktörleri inceleyecek olursak:

Kadının yaşı: Biyolojik saat ilerledikçe kadının gebe kalma şansı giderek azalır. Bunun enönemli nedeni yaş ile birlikte yumurtalıklardaki yumurta sayısı ve kalitesinin azalmasıdır. 20 yaşında bir kadın ile 21 yaşındakinin gebe kalma olasılıkları arasındaki fark çok büyük değilken 30lu yaşlarda bu fark daha fazla anlam kazanır.
Cinsel ilişki sıklığı: Cinsel ilişki sıklığı açısından normal ya da anormal diye bir sınıflamayapmak doğru değildir. Önemli olan ilişki sayısının az ya da çokluğu değil yeterliliğidir. Bunun için optimum sayı haftada 3 ilişkidir.
Zamanlama : Cinsel ilişki sıklığının yanı sıra ilişkinin zamanlaması da önemlidir. Yumurtlamanın olduğu günlerde girilecek olan ilişki, gebelik olasılığını arttıracaktır.
Süre: Çiftin ne kadar zamandır çocuk istediği önemli bir noktadır. Gebe kalmaya uğraşan çiftlerde aradan geçen süre uzadıkça, tıbbi yardım almadan başarılı bir gebelik elde etme olasılığı da o ölçüde azalmaktadır.
Patoloji: İnfertiliteye neden olabilecek bir patolojinin varlığı da gebelik şansını azaltır. Bunlara en güzel örnek geçirilmiş ameliyatlar ya da endometriozisdir.

Eğer bir çiftte fertilite problemi varsa bu gebeliği nasıl etkiler?

Gebe kalma pek çok faktörün etkisi altındadır. Örneğin sperm sayısı olması gerekenin yarısı kadar olan birerkek ve normal bir kadından oluşan çiftte gebelik şansı yarı yarıya azalır. Gebeliği etkileyen her faktör için durum böyle değildir. Örneğin kadında her iki tüpün de tıkalı olduğu durumlarda gebelik şansı neredeyse yok gibidir. Benzer şekilde testislerinde sperm üretimi olmayan ya da spermleri testisten dış dünyaya taşıyan kanalların fonksiyon görmediği erkeklerin de doğal yollardan çocuk sahibi olmaları büyük sürpriz olur. Bu açıdan bakıldığında çocuk isteği ile hekime müracaat eden çiftlerde hem erkek hem de kadın detaylı olarak incelenmelidir. Çiftin her ikisinde de problem olduğunda gebelik şansı bunların toplamı ölçüsünde değil çarpımı ölçüsünde azalır. Eğer insan ömrü 300-400 yıla çıkarılabilse ve bu süre zarfında kadından yumurta, erkekten de sperm üretimi sağlanabilse, açıklanamayan infertilite vakalarının tamamına yakını gebe kalabilirdi. Bu durum infertilitede zamanın önemini açıkça ortaya koyan bir olgudur. Gebelik olasılığı arttırılmalıdır ve bu da ancak tıbbi tedavi ile mümkün olmaktadır.

Ne zaman endişelenmeli, ne zaman hekime gitmeli ?

Eğer bir yıldan uzun bir süredir ovülasyona denk gelen günlerde 2-3 günde bir düzenli olarak cinsel ilişkide bulunuyorsanız ve herhangi bir korunma yöntemi uygulamadığınız halde gebe kalamadıysanız infertil sınıfına giriyorsunuz demektir. Bu asla normal yollardan gebe kalamazsınız demek değildir ancak istatistiksel anlamdan bakıldığında şans azalmış olmaktadır. Artık tıbbi yardıma ihtiyacınız vardır. Bu yardım için belirli ve kesin bir zaman yoktur. Bebek sahibi olmamanız sizi endişelendirmeye başladığında bir jinekoloğa gitmelisiniz. Pek çok çift infertiliteyi çekinecek hatta utanacak bir durum olarak görür ve kendilerini yalnız hissederler. Oysa durum bu derece kötü değildir. Tüm dünyada pek çok çift aynı problemi yaşamaktadır ve bunları önemli bir kısmı çok basit tedavilerle gebe kalabilmektedir. Burada çiftleri kısıtlayan infertilitenin her zaman önemli bir problem olmasına rağmen acil olmamasında yatmaktadır. Genelde kişiler doktora gitmeyi herhangi bir bahanenin arkasına saklayarak ertelemekte ve sürekli gelecek ay demektedirler. Oysa hayatta zaman dışında her şeyin telafisi mümkündür.

Bazı durumlarda ise hekime müracaat etmeden önce 1 yıl beklemek gereksizdir.

Çok sık ya da seyrek adet görmek
Geçirilmiş pelvik enfeksiyon öyküsü
2’den fazla sayıda düşük
Kadın yaşının ileri olması
Erkekte testislerin küçük olması
Prostat enfeksiyonu öyküsü.
varsa vakit kaybetmeden profesyonel bir yardım ya da öneri almak için girişimde bulunmak akıllıca olacaktır.

Hekime başvurmadan önce bazı basit önlemler ile üreme potansiyelinizi arttırabileceğinizi aklınızdan çıkartmayın.

Bu önlemlerin en başında gelenlerden birisi vücut ağırlığı, diyet ve egzersiz arasındaki dengenin sağlanmasıdır. Uygun diyet ve egzersiz optimal üreme fonksiyonu için son derece önemlidir. Düşük kilolu ya da aşırı şişman kadınlar gebe kalmada güçlükler yaşayabilirler. Kadınlık hormonu olan östrojenin büyük kısmı yumurtalıklarda üretilir. Ancak yağ dokusu da küçümsenemeyecek bir östrojen kaynağıdır. Döllenme olayı hassas hormonal dengelerin rol aldığı karmaşık bir olaydır. Bu olayın başarı ile sonuçlanabilmesi için stabil bir hormonal durum gereklidir. Bu nedenle az ya da fazla kiloların infertiliteye neden olabilmesi şaşırtıcı bir durum değildir. Normalin %10-15 altında ya da üstünde olan vücut ağırlığı üreme sistemini kökten etkileyebilir. Bunun en güzel örneği beslenme bozukluğu olan aşırı zayıf kişilerde adet kanamalarının düzensiz oluşudur. Bu düzensiz kanamalar genelde anovülasyon yani yumurtlamanın olmaması ile bir arada seyreder. Maraton koşucuları, yüzücüler gibi ağır sporlar ile uğraşan kadınların pek çoğunda adet düzensizlikleri ve dolayısı ile infertilite sorunu mevcuttur.

Fertilite üzerinde etkili bir başka faktör de sigara ve alkoldür.

Sigara erkeklerde sperm sayısını azaltırken kadınlarda da yumurta kalitesini bozar. Benzer şekilde alkolde sperm sayısı üzerinde olumsuz rol oynadığı tespit edilen bir maddedir.

Değişik hastalıklar için kullanılan ilaçlar da fertiliteyi etkiler. Özellikle ülser ve tansiyon ilaçlarının sperm sayıları üzerine etkili olduğu bilinmektedir. Kafein alımının azaltılması ise konsepsiyon şansını arttırır.
Cinsel ilişki sıklığı üreme yeteneğini direk etkileyen en önemli faktörlerden birisidir. İlişki ne kadar sık olursa gebelik şansı o derece yüksek olur. Burada kastedilen her gün girilen ilişki değildir. Bu sperm sayı ve kalitesini azaltır. İdeal olan ovülasyona yakın günlerde gün aşırı ilişkiye girmektir. Günümüzde hem erkeğin hem de kadının çalışma hayatı içinde olması, mesleki stresler ve kaygılar nedeni ile cinsel güdülerde ve istekte azalma çoğu çiftin ortak yakınmasıdır. Bu nedenlerle ilişki daha ziyade hafta sonları olmaktadır. Doğal olarak bu çiftlerin gebelik elde etmesi gecikecek ve büyük olasılıkla çift infertilite nedeni ile hekime başvurmak zorunda kalacaktır.

İlişkinin sıklığı yanı sıra zamanlaması da son derece önemlidir. İnsan dışında hemen hemen bütün canlılar yumurtlama dönemini bilirler. Östrus ya da kızgınlık dönemi olarak adlandırılan bu devrede cinsel istekleri artar ve çiftleşirler. Hatta kedilerin bu özelliği pek çok espiriye de konu olmaktadır. Oysa insanlarda durum farklıdır. Kadında belirgin bir kızgınlık dönemi yoktur ve pek çok kadın yumurtlama dönemini fark edemez. Çeşitli yöntemler ile kadının adet düzeni saptanır ve ovülasyon dönemi tespit edilebilir. Fertil dönem denilen gebe kalma olasılığının yüksek olduğu dönemde bu nedenle gün aşırı ilişki önerilir.

Cinsel ilişki ve fertilite arasındaki bağ ile ilgili son nokta uygun şekilde ilişkide bulunmaktır. Doğada çok değişik hayvan türleri vardır ve bunların her biri soyunu devam ettirmek için farklı mekanizmalar geliştirmiştir. Örneğin domuzlar sperm açısından çok cimridirler. Erkeğin penisi spiral şeklindedir ve dişinin vajinasına adeta vidalanır. Bu sayede tek bir sperm bile boşa gitmez. İnsanlarda bu tarz mekanizmalar mevcut değildir. Gerçekte bu tür tekniklere gerek de yoktur. İlişki sonrası semenin vajina dışına kaçması son derece normaldir. Pek çok kadın bunu gebelik şansı açısından olumsuz bir faktör olarak yorumlamakla birlikte gerçek bu değildir. Semenin dışarı gelmesi ilişkinin uygun şekilde yapıldığının göstergesidir. Çocuk isteyen çiftlerde genelde önerilen erkeğin üstte olduğu pozisyonlardır. İlişki sonrası kadının en az 5 dakika sırt üstü yatması ve vajinal duştan kaçınması da diğer öneriler arasındadır. İlişki esnasında kayganlığı sağlamak amacı ile kullanılan yapay maddeler spermler üzerinde ölümcül etki yaratabileceğinden önerilmemektedir. Çok gerek duyuluyor ise petrol bazlı olanlar yerine sıvı parafin tercih edilmelidir.

İnfertiltenin geçmişe göre daha sık görülmesinin nedenlerinden biriside kadınların çalışma hayatı içinde daha fazla yer almalarıdır. 

Çoğu kadın çocuk sahibi olmak için işinde yükselmeyi beklemekte bu nedenle de yaşı ilerlemektedir. Yine pekçok işveren -ki buna çok büyük holdingler de dahildir- işe alacakları bayan personele belirli bir süre gebe kalmama kısıtlaması getirmektedir. Zaman geçtikçe kadının üreme potansiyeli azalmakta ve dolayısı ile infertilite daha sık karşımıza çıkmaktadır. Aslına bakılırsa bebek sahibi olmak için en uygun zaman diye birşey sözkonusu değildir. Kadının üreme potansiyeli 20-30 yaş arasında zirvededir. 30 yaştan sonra azalan bu potansiyel 35 yaşından sonra keskin ve hızlı bir düşüş gösterir. Bebek sahibi olmak için en uygun zaman oldukça kişisel bir karardır. Ancak çeşitli nedenler ile çocuk sahibi olmayı geciktiren ya da geciktirmeyi düşünen şiftlerin karşısında başka bir problem daha vardır: Sosyal baskılar. Hemen her toplumda özellikle aile büyükleri biran önce torun sahibi olmak için baskı kurma eğilimindedirler. Medyada yer alan ve çiftlerin biran önce bebek sahibi olmasını öneren yazılar da benzer şekilde baskı unsurudur. Tüm bu faktörlerin etkisi ile yeni evli ya da uzun süre etkili yöntemlerle korunmuş çiftler daha infertilite sınıfına girmedikleri halde sırf kadın 30 yaşına geldi diye doktor, doktor dolaşabilmektedirler.

Üreme potansiyeli azalıyor mu?
Bu soru hem konu ile ilgilenen hekimlerin hem de olayla direk ilgili olan çiftlerin cevabını aradığı sorulardan biridir. Cevap kesin değildir ancak muhtemelen önerme doğrudur. Kadının evlenme yaşının artması, cinsel özgürlük ile birlikte cinsel yolla bulaşan hastalık oranlarındaki yükselme, nedeni bilinmemekle birlikte erkekte sperm sayısındaki global azalma bu durumun nedeni olabilir. Sperm sayılarındaki azalma ilginç bir global gözlemdir. Gerçekten de son 15-20 yılda tüm dünyada yaygın olarak sperm sayılarında bir azalma eğilimi dikkati çekilmektedir. Bu durumun çevresel kirlenmeden mi yoksa modern yaşamın yüklediği stresten mi kaynaklandığı belli değildir. Sevindirici olan ise üreme potansiyeli üzerindeki bunca olumsuzluğa karşın, yardımla üreme tekniklerindeki gelişmeler ve buna bağlı olarak artan başarı oranlarıdır. Yine modern insanın infertiliteyi tabu olmaktan çıkarması ve tedavi alternatiflerini bilinçli bir şekilde değerlendirmesi de kayda değer bir ilerlemedir.

Bu site sağlık hizmeti vermemektedir, kişileri bilgilendirmek ve site sahibi hakkında bilgi vermek amacı ile hazırlanmıştır. Sitedeki bilgiler hastalıkların tanı veya tedavisinde kullanılmak üzere verilmemiştir. Tanı ve tedaviler mutlaka bir hekim tarafından yapılması gereken işlemlerdir.

Op Dr Ekin Fettahoğlu Ünlüer

Uzun zamandır hamile kalamıyorsanız, cinsel ilişki esnasında kasık ağrılarınız varsa bunun nedeni Hidrosalpinks olabilir.

Hidrosalpinks nedir?
Rahimin her iki tarafında bulunan, görevleri yumurtayı rahim boşluğuna iletmek olan fallop borularının birinin veya her ikisinin uçlarının tıkanması sonucu içlerinde sıvı birikmesi durumuna hidrosalpinks denir. Bu biriken sıvı fallop tüplerinin içerisini kaplayan doku tarafından üretilir. Hidrosalpinks yumurtalık ve fallop tüplerinin birinin veya her ikisinin iltihaplanması ve gerekli şekilde tedavi edilmemesi sonucu oluşur. Enfeksiyona bağlı olarak fallop tüplerinin ucu birbirine yapışır. Normal koşullarda içinde bulunan hücrelerden salgılanan ve karın boşluğuna akan sıvı tüpün içinde birikmeye başlar.

Hidrosalpinks belirtileri nelerdir?

Hidrosalpinks genellikle belirti vermez. Bazen kasık ağrısı, bası hissi gibi belirtiler olabilir. En sık görülen belirti cinsel ilişki esnasında kasık ağrısı oluşmasıdır. Bu kasık ağrısı vaginismustan farklı olarak vajina girişinde değildir. Bu ağrılar sürekli veya zaman zaman ortaya çıkabilir. Çoğu zaman doktora başvurma nedeni kısırlıktır.

Nasıl teşhis edilir?

Muayeneler esnasında tanı bazen ultrasonda sıvı birikmesinin gözlenmesi ile konulabilir. Ancak tanı koymanın en yaygın yolu histerosalpingografi (HSG) denilen rahim ve tüplerin ilaçlı filmi ile konulur. Bu test sonucunda tek tüpün veya her ikisinin tıkalı olduğu ve balon gibi şiştikleri gözlenir.

Genelde kimlerde daha sık görülür? Yaş önemli bir faktör müdür?

Hidrosalpinks fallop tüplerinin enfeksiyon sonrası tıkanmasına bağlı olarak geliştiği için cinsel yoldan bulaşan hastalıklara meyilli kadınlarda daha sık görülür. Bu enfeksiyon bazen kürtaj gibi tıbbi bir müdehalenin komplikasyonu olarak ta gözlenebilir. Bu nedenle cinsel yönden aktif olunan genç yaşlarda görülme sıklığı daha fazladır.

Genetik midir? Genetik bir hastalık değildir.

Gebeliğe engel olur mu?

Fallop tüpleri yumurtalık ile rahim arasında bağlantıyı sağlar. Yumurtlama sonrası karın boşluğuna atılan yumurta fallop tüplerinin uç kısımlarında bulunan parmakçık benzeri yapılar tarafından yakalanarak tüpün içine alınır. Tüplerin içi mikroskobik tüycüklerle kaplıdır. Bu tüycüklerin yönü bir buğday başağında olduğu gibi tek yönlüdür ve yumurtayı rahime doğru iterler. Bu dönemde eğer bir ilişki olmuşsa sperm hücreleri de fallop tüplerine girer ve yumurtayı burada döllerler. Döllenmiş yumurta aynı şekilde rahime doğru itilir. Döllenmiş yumurta embriyo olarak adlandırılır. Embriyo rahme ulaşmadan önce 3 – 4 gün kadar fallop tüplerinde kalır. Eğer tüplerin uçları tıkalıysa yukarıda bahsi geçen işlemlerin hiçbiri gerçekleşemeyeceğinden gebelik oluşmayacaktır.

Hidrosalpinks nasıl tedavi edilir? Tedavi süreci nasıl işler?

Tedavi tanı konulan kadının çocuk sahibi olmak istemesine göre değişir. Eğer çocuk sahibi olmak istenmiyorsa takip yeterli olacaktır. Bu durumda geçirilmiş olan enfeksiyonun alevlenme riski vardır. Çocuk istenilmesi durumunda ise yumurta ile spermin bir araya gelmesini sağlayacak tedavileri uygulamak gerekir. Öncelikle tıkalı olan tüplerin cerrahi yollardan açılma olasılığı laparoskopi ile değerlendirilmelidir. Laparoskopi genel anestezi altında yapılan ve göbek deliğinden ince bir teleskopun karın içine sokularak karın içi organlarının görüntülenmesi prensibine dayanan bir ameliyattır. Laparoskopide eğer mümkünse tüplerin ucu açılmaya çalışılır. Ancak bilinmelidir ki tek başına tüplerin uçlarının açılması yeterli olmayabilir. Tüplerin içinde biriken sıvı basınçla içeride bulunan tüycükleri harap etmiş olabilir. Aynı şekilde hidrosalpikse neden olan enfeksiyon tüplerin ucunda yapışıklık yaptığı gibi tüpün içerisinde de yapışıklıklara sebep olmuş olabilir. Yine tüpler uygun şekilde açılmalarına rağmen tekrardan bu kez cerrahi işleme bağlı olarak yapışabilir. Bu nedenle tedavi sonrasında eğer tüplerin açılabildiği düşünülüyorsa bir süre normal yollardan gebelik oluşması beklenir. Bu süre genellikle 6 ay kadardır. Bu süre içinde gebelik oluşmadığı taktirde tüpbebek uygulaması düşünülebilir.

Hidrosalpinks tüp bebek tedavisine engel bir durum mudur? Başarı şansını düşürür mü?

Fallop tüplerinin içinde biriken sıvının bir kısmı sürekli olarak rahim içine doğru akmaktadır. Bu sıvı tüpbebek tedavisinde embriyolar rahim içine yerleştirildiği zaman bu embriyoların tutunmasını engelleyebilerek gebelik şansını azaltmaktadır. Eğer ultrasonla tüplerde sıvı birikimi görülüyorsa bu tüplerin içindeki sıvının rahme doğru akması ya tüpleri cerrahi olarak alarak ya da rahim tarafıda tıkanarak engellenmelidir. Bu işlemlerin tüpbebek başarısı üzerinde olumlu etkisi olacaktır.

Dr. Senai Aksoy

Adet Düzensizliği

Adet düzensizliği, normal adet döngüsündeki bozulmalara verilen genel addır. Genellikle ilk adet kanamasından sonraki 1-2 yıl içinde adet olan kızlarda ve menopoz dönemine yakın kadınlarda görülmekle birlikte her yaş grubundaki kadında görülmektedir.
Adet Kanaması Ve Adet Döngüsü
Adet kanaması kadınlarda üreme sisteminin önemli bir parçasıdır. Kadınlarda yumurta rezervi anne karnında oluşmaktadır ve dünyaya geldiklerinde belli bir yumurta rezervleri olur. Ergenlikle beraber yumurtalar üreme için hazırlanır ve olgunlaşır.
Adet döngüsü; hipotalamus, hipofiz bezi, yumurtalıklar ve rahmin çalışmalarıyla meydana gelir. Öncelikle hipotalamus, bir endokrin bezi olan hipofiz bezini uyarır, uyarılan hipofiz bezi LH ve FSH hormonlarını salgılar. LH ve FSH, dolaşım sistemi aracılığıyla yumurtalıklara ulaşır ve buradaki yumurta rezervinde bulunan yumurta foliküllerini uyarırlar. Uyarılan yumurta folikülleri olgunlaşmaya başlar ve bu süreçte östrojen hormonu salınımı meydana gelir. Östrojen hormonu salınımı, endometrium tabakasının kalınlaşmasını sağlar. Kadın üreme sisteminde gebeliğe hazırlık amacı ile yumurtanın olgunlaşmasıyla beraber endometrium adı verilen rahim iç dokusu kalınlaşmaya başlar. Bu dokunun kalınlaşması kan damarları yönünden zenginleşmesine sebep olur. Gebelik, yumurta ile spermin döllenmesiyle gerçekleşir. Döllenme gerçekleşmez ise östrojen hormonu salınımı azalır, progesteron hormonu salınımı artar. Progesteron hormonu salınımı sonucu rahim iç dokusu yani endometrium parçalanmaya ve dökülmeye başlar. Endometriumun bir miktar kanla vajinal yoldan vücut dışına atılmasıyla adet kanaması gerçekleşir. Adet kanamasının 2-8 gün sürmesi normaldir ve yaklaşık 20-100 ml kan kaybı meydana gelir.

Adet kanaması, vajinal bir kanama olup aylık döngüler şeklinde gerçekleşir.  Döngü, 21-40 günde tekrar eden bir süreçtir. Adet döngüsünün sağlıklı bir şekilde çalışması için hipotalamus, hipofiz bezi, yumurtalıklar ve rahmin düzenli ve uyumlu çalışması gerekir. Bunların sağlıklı çalışması üreme sistemi açısından önemlidir. Adet döngüsü, ergenlikteki ilk adet kanamasıyla başlar, menopozla sona erer. Menopoz, Dünya Sağlık Örgütü’ne göre kısaca kadınlarda adet kanamasının kesilmesi durumudur. Bu durum adet düzensizliği olarak kabul edilmez. Menopoz, yumurta rezervinin bitmesiyle birlikte adet kanamasının durması durumudur. Bu aynı zamanda üremenin de sona ermesi demektir.

Adet Düzensizliği Nedir?

Adet döngüsünün 21 günden kısa veya 40 günden uzun olması durumları ile kanamanın 8 günden uzun sürmesi durumu normal kabul edilmez. Ayrıca adet kanamasının anormal şekilde kesilmesi de normal kabul edilmez. Bu durumlar adet düzensizliği olarak kabul edilir. Bu durum en sık adölesan kızlarda ve menopoza girmek üzere olan kadınlarda rastlanır. Adölesan kızlarda ilk adet kanamasından sonraki adet döngüsü normalde düzensizdir. Adet döngüsü 1-2 yıl sonra düzenli hale gelmektedir. Ayrıca menopoza yakın dönemde de hormonal değişikliklere bağlı olarak düzensizlikler görülebilir.

Adet düzensizliği, oluşumuna göre farklı adla adlandırılabilmektedir.

  • Amenore: Adet görmeme durumudur. Primer amenore ve sekonder amenore olmak üzere iki tip amenore vardır. Primer amenore 15 yaşına kadar adet kanaması görmemektir. Sekonder amenore ise adet gören kadında 6 aydan fazla adet görmemektir.
  • Oligomenore: Seyrek adet görme durumudur. İki adet döngüsü arasındaki sürenin 21 günden az olmasıdır.
  • Polimenore: Sık adet görme durumudur. İki adet döngüsü arasındaki sürenin 40 günden fazla olmasıdır.
  • Hipermenore: Adet kanamasının normalden çok olması durumudur. Aşırı kanamalı adet görmedir ayrıca pıhtılaşma da görülebilir.
  • Hipomenore: Adet kanamasının az olması durumudur. Kanama normalden az olur ve kısa sürer.
  • Metroraji: Düzensiz aralıklı kanamalardır. Adet sonrası ara kanamalar şeklinde görülür.
  • Menoraji: Uzun süren adet kanamalarıdır.
  • Menometroraji: Düzensiz aralıklı kanamaların olması ve kan miktarının artması durumudur. Menometroraji nedenleri arasında yumurtalık kistleri, rahim içinde gelişen miyomlar, rahim tümörleri, rahim içi araç kullanımı en sık görülen nedenlerdir.

Adet Düzensizliği Nedenleri

Adet düzensizliği basit fizyolojik değişiklikler sonucu oluşabileceği gibi herhangi bir hastalığın belirtisi de olabilir. Bu yüzden düzensizliğin nedeni dikkatle araştırılmalıdır. Risk faktörleri arasında sigara kullanımı, alkol tüketimi, obezite ve stres bulunmaktadır. Ayrıca fiziksel aktivite ve egzersizin adet düzensizliğiyle ilişkili olduğu bilinmektedir.

Yumurtalık kistleri

  • Miyom
  • Polip
  • Tümör
  • Rahim kanseri
  • Yumurtalık kanseri
  • Dış gebelik
  • Yumurta rezervinde yumurta bulunmaması
  • Endometrial hiperplazi (rahim duvarının fazla büyümesi)
  • Polikistik over sendromu
  • Hormonal bozukluklar
  • Hipotiroidi (tiroit hormonlarının yetersiz salgılanması)
  • Hipertiroidi (tiroit hormonunun fazla salgılanması)
  • Karaciğer ve böbrek hastalıkları
  • Cushing hastalığı
  • Enfeksiyonlar
  • Cinsel yolla bulaşan hastalıklar
  • Düzenli kullanılan bazı ilaçlar
  • Sigara kullanımı
  • Ani iklim ve çevre değişiklikleri
  • Diyabet
  • Dengesiz beslenme
  • Yeme bozuklukları
  • Düşük kilo ağırlığı
  • Hızlı kilo alıp verme
  • Ağır egzersiz
  • Psikolojik bozukluklar
  • Depresyon
  • Stres

 Belirtileri

Adet düzensizliğinin farklı çeşitlerine göre değişken belirtileri olabilmektedir. Genel olarak belirtileri aşağıda gösterilmiştir.

 Kansızlık

  • Baş dönmesi
  • Sürekli yorgunluk
  • Ağrı, kramp
  • Kusma
  • Sık adet görme
  • Çok seyrek adet görme
  • Adet kanamasının 2 günden az sürmesi
  • Adet kanamasının 7 günden fazla sürmesi
  • Aşırı kanama
  • Enfeksiyon kaynaklı adet düzensizliği belirtileri arasında ateş, kaşıntı ve vajinal akıntı bulunmaktadır.

Tanı Yöntemleri

Tanı için hekim öncelikle hastanın tıbbi öyküsünü sorgular. Bunun içinde adet kanamalarının hangi sıklıkla gerçekleştiği, kanamanın süresi, kanamanın miktarının yaklaşık ne kadar olduğu, günde kullanılan ped sayısı, adet sırasında ağrının varlığı sorgulanır. Ayrıca hastanın cinsel olarak aktif olup olmadığı eğer aktifse cinsel ilişki sırasında ağrı varlığı da sorgulanmalıdır. Bunlara ek olarak ateş de sorgulanabilir. Düzenli kullanılan ilaçların varlığı ve menopoz da sorgulanır. Tıbbi öykünün içinde aile öyküsü de bulunmaktadır.

Tıbbi öykünün alınmasının ardından hastanın genel görünümünü incelemek amacıyla fizik muayene başlar. Daha sonra jinekolojik muayene yapılır. Bu muayene sırasında rahim içi ve yumurtalıklar gözlenir. Bunu yapabilmek için ultrasonografik incelemelerden yararlanılır. Jinekolojik muayene sonrasında gerektiğinde FSH, AMH, LH, östrojen gibi bazı kan tetkikleri yapılabilir. Gebelik testi ve hormon testleri istenebilir. Altta yatan hastalığı bulmaya yönelik gerektiğinde MR veya benzeri görüntüleme teknikleri kullanılabilir. Adet düzensizliği sebebi olarak bir kitle veya rahim ağzı kanseri şüphesi varsa smear testi yapılabilir ve gerektiğinde incelenmek üzere rahimden biyopsi alınabilir. Yumurtlama olup olmadığını araştırmak amacıyla serum progesteron testi yapılır. Hormonal düzeyde olası anormalliklerin varlığı ve pıhtılaşmayla alakalı sorun olup olmadığı araştırılır. Sağlıklı adet döngüsünün kilit taşı olan hipotalamus, hipofiz, rahim ve yumurtalık detaylı bir şekilde kontrol edilir. Tüm bu yapılan muayene, tetkik ve laboratuvar testleri sonucunda adet düzensizliğinin nedeni olan sorun saptanır.

Adet Düzensizliği Tedavisi

Adet düzensizliğinin aynı yıl içinde 1-2 kez görülmesi normal kabul edilebilir. Bunun üzerindeki ciddiye alınmalıdır. Adet düzensizliğin tanı ve tedavisi için adet tarihlerinin düzenli olarak kaydedilmesinde fayda vardır. Adet kanamasının süresi ve kanamanın miktarı da kaydedilebilir. Adet düzensizliği tedavisi, sebebine göre ve kişiye özel uygulanır. Bu yüzden hasta, başka birinin bu konu için kullandığı ilaçları gittiği hekime danışmadan kullanmamalıdır. Tedavi, kimi zaman ilaç kimi zamansa cerrahi yöntem olabilmektedir. Adet düzensizliği şikayetinde bulunan kişiler evli olup olmadığına bakmaksızın, altta yatan neden tümör veya polip gibi ciddi bir sorun olabileceğinden, hekime gitmelidir. Tedavide asıl amaç, adet düzensizliğine neden olan sorunun saptanıp tedavi edilmesidir. Yapılan fizik ve jinekolojik muayeneye ek yapılan laboratuvar testleri ve tetkikler sonucunda tanıya uygun tedavi yöntemi hekim tarafından belirlenir. Bu tedavi yöntemi, ilaç tedavisi ya da cerrahi yöntem uygulamaları olabilmektedir.

Hormonal düzensizliğe bağlı gelişen vakalarda, hormon düzenleyici ilaçlar kullanılarak tedavi uygulanır. Amaç, hormonal düzensizliğin giderilmesi yani hormonal dengenin sağlanması ve adet düzensizliğinin giderilmesidir. Aşırı kanama rahatsızlığı olan adölesanlarda bu duruma neden olabilecek tüm durumlar incelendikten sonra kanamanın kontrol altına alınması amacıyla adet düzenleyici tedavi verilir. Adölesanlarda ilk adet kanamasının normalden erken veya geç görülmesi durumları dikkatle incelenmelidir. Duruma göre uygun tedavi uygulanmalıdır. Sadece ilaç tedavisinin başarılı olamadığı ileri endometriyozis gibi hastalıklarda cerrahi yöntem uygulamaları da gerekebilir. Adet düzensizliği nedeni yumurtalık kisti veya rahim ağzında ya da rahmin içinde yer alan polipten kaynaklanması gibi durumlarda hekim histereskopi adı verilen yöntemle rahim içini inceleyebilir. Gerekli olduğu durumlarda o bölge alınarak temizlenir ve tedavi sağlanır.

Miyom, rahim içinde bulunan iyi huylu ur demektir. Adet düzensizliğine neden olabilen miyomlar genellikle belirti vermemelerine rağmen kimi hastalarda kanamaya sebep olabilmektedir. Bu kanamaya miyomun rahim iç dokusuna baskı yapması neden olur. Kanama şiddetli boyutlara ulaşıyorsa tedavi, hastanın durumuna göre sadece miyomun alınması ya da çok ender de olsa tüm rahmin alınması şeklinde olabilir. Hastanın durumunu yaşı ve çocuk sahibi olup olmaması etkiler. Adet düzensizliği rahatsızlığı olanların, sağlıklı bir hayat için en yakın sağlık kuruluşuna başvurup kontrol yaptırmaları tavsiye edilmektedir.

Adet Düzensizliğinin Yaşam Kalitesi Üzerindeki Etkileri

Adet düzenliğinin kadınların hayatında fiziksel ve ruhsal etkilerinin olduğu hakkında bazı çalışmalar bulunmaktadır. Kadın üreme sistemindeki hormonlar adet döngüsünü düzenlemekle kalmayıp birçok fonksiyon üzerinde de etki göstermektedir. Bu fonksiyonlara uyku, sinir sistemi, vücut ısısı ve duygu durumu örnek gösterilebilir. Sonuç olarak adet döngüsündeki bozulmalar, yaşam kalitesine olumsuz yönde etki göstermektedir.

Adet döngüsü boyunca yaşanan hormonal değişiklikler uyku kalitesini değiştirebilmektedir.  Bunun sonucu olarak adet döngüsünün düzensizleştiği durumlarda uyku kalitesi de olumsuz etkilenmektedir. Adet düzensizliğine neden olan hastalıklar uyku düzenini de bozabilmektedir. Adet öncesi dönemde hormonal değişimle birlikte en fazla rastlanan problemler uyku kalitesinin azalması ve uykunun bölünmesidir. Adet düzensizliği olan kadınlar adet düzeni normal olan kadınlara göre daha az uyumaktadırlar. Adet öncesi dönemde progesteron hormonunun salınımıyla birlikte vücut iç ısısı artması ve duygu durumunda bozulmalar olması da uyku kalitesini etkileyen unsurlardandır. Ayrıca adet sancısı ile uyku düzeni bozukluğu arasında bir ilişki bulunmaktadır. Adet kanamasının olduğu dönemlerde uyku kalitesindeki düşüş olması ve uykunun daha sık bölünmesi yapılan çalışmalarla gösterilmiştir.

Yorgunluk açısından bakıldığında da durumun benzer olduğu görülür. Yapılan çalışmalar, adet döngüsü düzensiz olan kadınların adet döngüsü düzenli olan kadınlara göre kendilerini daha yorgun hissettiklerini göstermektedir. Adet düzensizliği sırasındaki hormonal değişiklikler duygu durumuna etki eder ve en sık karşılaşılan duygu durum bozukluğu depresyondur. Adet düzensizliğine neden olan birçok hastalıkta depresyon belirtilerinin de olduğu yapılan araştırmalarda belirtilmiştir. Polikistik over sendromu olup adet döngüsü de düzensiz olan kadınlar depresyon rahatsızlığı açısından risk taşımaktadırlar. Fiziksel aktivite adet döngüsünü olumlu ya da olumsuz anlamda etkileyebilmektedir. Aşırı fiziksel aktivite, amenore olarak adlandırılan adet kanamasının kesilmesine neden olabilmektedir.

Gebe Kalamamak ve Adet Düzenliği Arasında İlişki Var mıdır?

Adet düzensizliği gebe kalmaya engel oluşturmaz fakat adet düzensizliğinin altında bir hastalık varsa bu hastalık gebe kalmaya engel olabilir. Düzensizlik yaşayan kişinin en yakın sağlık kuruluşuna gitmesi, adet düzensizliğine sebep olan bir hastalık olup olmadığının belirlenmesi gerekir.

Adet Düzensizliğine İyi Gelen Şeyler

  • Spor veya egzersiz: Düzenli egzersiz veya yoga yapmak. Yoga, hormon seviyelerini düzeltmeye yardımcı olabilmektedir. Üstelik adet sırasında yaşanan ağrıyı azaltmaya faydası vardır. Yoga, kişiyi sakinleştirerek özellikle adet sırasındaki depresyon ve anksiyete gibi ruhsal sorunların yatışmasına yardım eder. Egzersiz yapmak sanılanın aksine adet sırasındaki ağrıları azaltmak konusunda yardımcı olmaktadır. Burada önemli olan uygun ağırlıkta ve sevilen egzersizleri yapmaktır. Ayrıca egzersiz yapmak uygun vücut ağırlığına gelmeye ve vücut ağırlığını korumaya yardımcı olacağı için adetin de düzenli olmasına olumlu etki eder.

Uygun vücut ağırlığında olmak: Vücut ağırlığı ideal sınırların dışında olması adet düzenliği durumuna neden olabilmektedir. Vücut ağırlığının ideal sınırlar dışında olması demek, yüksek vücut ağırlığı olacağı gibi düşük vücut ağırlığı da olabilir. Özetle aşırı şişman ya da aşırı zayıf olmaktan kaçınılmalıdır. Bu sağlıklı yaşamın da temel koşuludur.

Yeterli gün ışığı almak: D vitamin eksikliği adet düzensizliğine neden olabileceğinden eksikliği varsa giderilmesi önerilir. D vitamini, vücutta sentezlenebilen bir vitamindir. Fakat bunun için güneş ışığı gerekmektedir. Bu yüzden gün içinde yeterli süre açık havada güneş ışığı alınması tavsiye edilir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, D vitamini sentezi için direkt güneş ışığıyla temasının olmasıdır. Cam gibi yüzeylerin arkasından alınan güneş ışığı ile D vitamini sentezlenememektedir.

Adet düzensizliğine iyi gelebilecek yiyecekler: Zencefil, tarçın, ananas ve elma sirkesi bunların arasında sayılabilir. Bunların çoğunda yeterli çalışma olmamasıyla birlikte adet düzensizliğine iyi geldikleri belirtilir. Ananas, adet öncesi kramplara içindeki enzimler aracılığıyla iyi gelebilmektedir. Tarçın tüketmek polikistik over sendromu tedavisinde ve adet düzenlemede yardımcı olabilir. Elma suyu içmek, adet düzensizliği sorunu yaşayan kişilerde ve polikistik over sendromu hastası olan kişilerde etkili olabilmektedir. Bunun için her gün 15 gram elma sirkesi içmek yeterlidir.

Üreme sisteminin bir parçası olan adet döngüsündeki düzensizliklerdir. Önemsiz fizyolojik değişikliklerden kaynaklanabileceği gibi önemli bir hastalığın belirtisi de olabilir. Bu yüzden düzensizliğin ne zaman başladığı ve ne kadar süredir olduğu takip edilmelidir. 

Düzensizlik sadece adet gününün gecikmesi olarak algılanmamalıdır. Çok çeşitli sebeplerle düzensizlik meydana gelebilir. Ayrıca her adet düzensizliğinin belirtisi farklı olabilmektedir. Genel belirtiler olarak kansızlık, baş dönmesi, sürekli yorgunluk ve ağrı sayılabilir. Düzensizlik uyku düzenini, duygu durumunu ve gene olarak yaşam kalitesini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu düzensizlik, depresyon gibi önemli psikiyatrik hastalıklara sebep olabileceği için üzerinde durulması gereken bir konudur. Ayrıca uyku kalitesini düşürür ve uykunun daha sık bölünmesine sebep olur. Bu nedenle düzensizlik yaşayan kişilerin uyku düzenlerine daha çok dikkat etmesi gerekmektedir. Uyku düzenlemeye yardımcı olabilecek bitki çaylarından yararlanılabilir.

Düzenli egzersiz yapmak düzensizliğe iyi gelirken aşırı egzersiz yapmak adet düzenine zarar verebilir. Burada önemli olan, kişinin kendisine uygun ve sevdiği egzersizi yapmasıdır. Adet düzensizliğinde diğer önemli husus tanı ve tedavinin hekime bırakılmasıdır. Adet düzensizliği şüphesi olan kişi en yakın sağlık kuruluşuna başvurmalı ve hekimine güvenmelidir. Hekime başvurulmadan yapılan yanlış tedavi denemeleri veya başka bir kişinin ilacını kullanmak çok daha kötü sonuçlara yol açabilir. Ayrıca düzensizliğin altında yatan bir hastalık varsa bu hastalığın tanı ve tedavisini geciktirebilir.

“Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır, tanı ve tedavi için mutlaka doktorunuza başvurunuz.”

KORU SAĞLIK GRUBU

Kadınlarda Cinsel İsteksizlik

Cinsel işlev ile ilgili problemler, sık görülen ancak nadiren tedaviye başvurulan sağlık sorunlarının başında gelir. Sağlıklı bir cinsel yaşam, ancak kişinin fiziksel ve duygusal yönden sağlıklı olmasıyla mümkün olabildiğinden, yaşanabilecek çeşitli sorunlar cinsel yaşamı da olumsuz etkileyebilir. Bu doğrultuda, kadınlarda çeşitli nedenlerle ortaya çıkan cinsel sorunlardan biri cinsel isteksizliktir.
Cinsel İsteksizlik Nedir?
Cinsellik, bireylerin başka bir kişi veya kişilerle cinsel olarak ilişki kurmasına verilen isimdir. Bir başka kişiyle cinsel anlamda ilişki kurmak için hissedilen istek ve dürtüye ise libido adı verilir. Kişi, kendi libido seviyesine göre cinsellikle ilgili aktivite, düşünce veya fantezilere ilgi duyar ve bu seviyede bir cinsel yaşama sahip olur. Çeşitli nedenlerle libido seviyesinde düşüş yaşanması sonrasında, kişinin cinselliğe olan isteği azalabilir. Bu ise sağlıklı bir cinsel yaşamın sürdürülebilmesine engel olur.
Kişinin günlük yaşamında deneyimlediği olaylar veya sorunlara bağlı olarak, libido seviyesi dönem dönem farklılık gösterebilir. Bu durum sağlıklı bireylerde normal olarak kabul edilir. Ancak, cinselliğe dair istek kaybının olağandan uzun sürmesi ve bu durumun kişide bedensel, duygusal veya sosyal yönden olumsuz etki yaratması durumunda, kronik ve tıbbi olarak incelenmesi gereken bir cinsel isteksizlik söz konusu olur.

Kadınlarda Cinsel Uyarılma Bozukluğu Nedir?

Cinsel uyarılma, cinsel tepki döngüsünün ikinci aşaması olarak kavramsallaştırılır. Cinsel aktivite için hem fiziksel hem de zihinsel olarak hazır olma anlamına gelir. Vücutta cinsel ilişkiye hazırlanmak için fizyolojik değişiklikler meydana gelir.

Cinsel uyarılma bozukluğu olan kadınların cinselliğe karşı ilgisi çok azdır ya da yoktur. Cinsel uyarıma fiziksel olarak yanıt vermezler. İlginin azalması ve cinsel olarak uyarılma yeteneğindeki azalma, kadının yaşına ve ilişki süresine bağlı olarak değişebilir. Cinsel ilgi eksikliği ve cinsel olarak uyarılamama, yalnızca kadınları rahatsız ediyorsa ve cinsel deneyim boyunca ilgi yoksa, bir bozukluk olduğu kabul edilir.

Azalmış cinsel uyarılma subjektif, genital ve kombine olarak kategorize edilebilir. Klinik temelli bu kategoriler şu şekilde ayırt edilir:

  • Subjektif: Kadınlar, fiziksel genital tepki meydana gelmesine rağmen, herhangi bir cinsel genital veya genital olmayan bir uyarıcıyla (öpüşme, dans etme, fiziksel uyarım gibi) uyarılma hissetmez.
  • Genital: Subjektif uyarılma, genital olmayan uyarıma yanıt olarak ortaya çıkar ancak genital uyarıma yanıt olarak oluşmaz. Bu bozukluk, tipik olarak menopoz sonrası kadınları etkiler. Bu durumda genital cinsel hassasiyet azalır.
  • Kombine: Herhangi bir cinsel uyarıma yanıt olarak öznel uyarılma yoktur veya düşük seviyededir. Kadınlarda fiziksel genital uyarılma meydana gelmez.

Kadınlarda Cinsel İsteksizlik Nedenleri Nelerdir?

Erkeklerde temel eşey hormonu testosteron ve türevleri iken, kadınlarda bu hormonlar östrojen ve progesterondur. Bu eşey hormonlarının yanında, her iki cinsiyette böbreküstü bezlerinden salgılanan, androjen türevi hormonlar da libido düzeyini etkiler. Testosteron hormonu da bir androjen türevi olduğundan, erkeklerdeki libido düzeyi kadınlardan farklılık gösterir. Belirli durumlar veya hastalıkların varlığında ise cinsellik isteğinde, yani libidoda, düşüş görülür. Erkeklerde cinsel isteksizlik olduğu gibi kadınlarda da meydana gelebilir. Kadınlarda cinsel isteksizliğin en sık görülen nedenleri aşağıdaki gibi özetlenebilir:

  • Cinsellikle ilgili sorunlar: Cinsel aktivite esnasında ağrı hissetme, kanama, orgazm olamama veya vajinismus, vajinal kuruluk gibi cinsel fonksiyon bozukluklarının varlığında kadınlarda libido düşüklüğü görülebilir.
  • Psikolojik problemler: Depresyon ve anksiyete gibi psikolojik rahatsızlıklara sahip kişilerde cinsel isteksizlik gözlemlenen semptomlar arasında olabilir.
  • Hormonal düzensizlikler: Düzensiz âdet döngüsü sebebiyle, gebelik ve emzirme dönemlerinde ya da çeşitli hastalıklar nedeniyle hormon seviyeleri değişen kişilerde cinsel istek problemleri meydana gelebilir.
  • İlişki sorunları: Partnerler arasında iletişim problemleri yaşanması veya güven tesis edilememesi gibi sorunlar nedeniyle cinsel isteksizlik baş gösterebilir.
  • Kronik hastalıklar: Şeker hastalığı, yüksek tansiyon, kalp damar hastalıkları, obezite, artrit, hipotiroidi, anemi, endometriozis gibi kronik hastalıklara sahip kişilerde cinsel fonksiyon bozukluklarıyla beraber libido düşüklüğü oluşabilir.
  • İlaç yan etkisi: Antidepresanlar, antipsikotikler veya narkotik ağrı kesiciler gibi ilaçların kullanımında yan etki olarak cinsel isteksizlik görülebilir.
  • Yaşam tarzı: Dengesiz beslenme, kötü uyku alışkanlığı, sigara ve alkol tüketimi, düzenli egzersiz yapmama gibi kötü alışkanlıklara sahip kişilerde cinsel isteksizlik sıklıkla izlenir.
  • Yaşlanma: Kadınlarda hormon dengesi yaşa bağlı olarak değişim gösterdiğinden, özellikle menopoz ve sonrası dönemde üreme organlarındaki değişimlerle birlikte cinsel isteksizlik ortaya çıkabilir.
  • Cerrahi tedavi: Başta kadın üreme sistemine yönelik olarak olmak üzere çeşitli nedenlerle operasyon geçiren hastalarda, tedavi sonrası cinsel isteksizlikle karşılaşılabilir.

Kadınlarda Cinsel İsteksizlik Belirtileri Nelerdir?

Cinsel isteksizlik şikâyeti sübjektif olarak değerlendirilse de belirli koşullara sahip hastalarda libido düşüklüğü klinik olarak ele alınması gereken derecede olabilir. Bu anlamda; aşağıdaki belirtileri 6 aydan fazla uzun süredir gözlemleyen hastalarda altta yatan nedenlerin belirlenmesine yönelik ayrıntılı değerlendirme yapılmalıdır:

  • Kişinin mastürbasyon dahil olmak üzere herhangi bir cinsel aktiviteye yönelik ilgi duymaması veya bu cinsel aktivitelerden zevk almaması,
  • Kişinin cinsel dürtü veya isteklerden tamamen yoksunluk duyması,
  • Kişinin alışkın olduğu cinsel aktivite sıklığında belirgin azalma olması,
  • Kişinin cinsel isteksizliğine yönelik rahatsızlık duyması veya bu nedenle fiziksel, duygusal veya sosyal sorunlar yaşaması.

Kadınlarda Cinsel İsteksizlik Hangi Yaşlarda Başlar?

Kadınların cinsel isteği; geçmiş cinsel deneyimlerden, dahil olunan ilişkinin türünden, kariyer ve aile talepleri gibi çok sayıda yaşam tarzı faktöründen etkilenir. Bu faktörlerin etkileri yaşla birlikte değişir. Cinsel istek kaybı, her yaştan kadında en sık görülen cinsel işlev bozuklukları arasında bulunur. Araştırmalar, 18 ila 59 yaşları arasındaki kadınların yaklaşık üçte birinin cinselliğe olan ilgisini kaybettiğini gösterir.

Birçok bedensel dürtü ve işlev gibi cinsel dürtüler de genellikle 20’li yaşlarda oldukça güçlüdür. Bu yaşlarda adet döngüsü sırasındaki hormonal değişiklikler de cinsel dürtüyü etkiler. Regl dönemindeyken östrojenin önce düşmesi, sonra yavaşça yükselmesi, libidonun artmasının nedenidir. Yaklaşık iki hafta sonra yumurtlama döneminde, testosteron ve östrojen en yüksek seviyededir. Yumurtlamadan sonra bu seviyeler düşer ve cinsel dürtü azaltabilir.

30’lu yaşlarda fiziksel yakınlık arzusunun azalmasının nedeni, testosteron seviyelerinin düşmesi olabilir. Ek olarak, kariyer geliştirme stresi ve artan yaşam sorumlulukları da cinsel dürtüyü azaltabilir. Stres, testosteronu baskılayabilir ve stres hormonu kortizolü yükseltebilir. Doğumdan ve emzirmeden sonra östrojen, vajinal kuruluğa da neden olabilir.

Kadınlar, 45 ila 55 yaşları arasında menopoza girerken önemli hormonal değişiklikler yaygın olarak görülür. Östrojen seviyesindeki düşüş vajinal dokuyu daha kuru hale getirebilir. Doğal vajinal kayganlığın kaybolması nedeniyle cinsel dürtü azalabilir.

Kadınlarda Menopoz Dönemi Cinsel İsteksizlik Normal midir?

Menopozdan sonra meydana gelen östrojen ve testosteron kaybı, bir kadının vücudunda ve cinsel dürtülerinde değişikliklere yol açabilir. Menopoz ve menopoz sonrası kadınlar, kolay uyarılmadıklarını fark edebilir ve daha az duyarlı olabilir. Bu da cinselliğe daha az ilgi gösterilmesine yol açabilir. Düşük östrojen seviyeleri vajinaya giden kan akışını da yavaşlatabilir. Bu, vajinal kayganlığı etkileyerek vajinanın çok kuru olmasına neden olabilir.

Menopoz sonrasında cinsel isteksizliğin nedenleri arasında aşağıdakiler de bulunur:

  • Mesane kontrol sorunları
  • Uyku bozuklukları
  • Depresyon veya kaygı
  • Stres
  • İlaçlar
  • Sağlık kaygıları

Menopozdan sonra çoğu kadında cinsel isteksizlik görülse de bazı kadınlarda cinsel dürtüler artış gösterebilir. Bunun nedeni, hamileliğin getirdiği stres ve kaygı düzeyinde düşüş meydana gelmesi olabilir. Bu da kadınların rahatlamasına olanak tanır.

Kadınlarda Cinsel İsteksizlik İçin Ne Yapmalı?

Cinsel uyarılma bozukluğunun yönetimi için multidisipliner bir yaklaşım benimsenebilir. Multidisipliner ekip; danışmanları, ağrı uzmanlarını, psikoterapistleri ve fizyoterapistleri içerebilir. Eğitim, psikolojik danışmanlık ve hormon tedavilerinden yararlanılabilir.

Cinsel anatomi ve fonksiyonla ilgili eğitimler kadınlara yardımcı olabilir. Partnerler arasında açık ve yargılayıcı olmayan iletişim esastır.

Etkili cinsel uyaranlar; fiziksel olmayan, fiziksel olmayan genital ve penetratif olmayan genital uyaranları içerebilir. Cinsel isteğin artması için daha yoğun uyaranlar kullanılabilir. Ayrıca dikkat dağıtıcı unsurları ortadan kaldırmak ve mahremiyeti ve güvenlik duygusunu geliştirmek için önlemler alınabilir.

Bilişsel-davranışçı terapi gibi terapi yöntemleri, psikolojik faktörlerin yönetilmesi için faydalı olabilir. Bununla birlikte psikolojik faktörlerin öneminin basit bir şekilde bilinmesi, kadınların düşünce ve davranış kalıplarını değiştirmesi için yeterli olabilir.

Cinsel isteksizliğe eşlik eden hormonal nedenler ise hedefe yönelik tedavi gerektirir. Menopozun genitoüriner sendromu için topikal östrojen veya hiperprolaktinemi için bromokriptin kullanılabilir. Semptomlara katkıda bulunabilecek stres gibi diğer bozukluklar da tedavi edilmelidir.

Kadınlarda Cinsel İsteksizlik Tedavisinde Neler Yapılır?

Kadınlarda düşük libidonun tedavisinde, öncelikli olarak bu rahatsızlığa sebep olan durumun doğru şekilde belirlenmesi gerekir. Cinsel isteksizlik belirli sağlık sorunlarından kaynaklandığı takdirde, nedene yönelik spesifik tedavi yöntemlerine başvurulması gerekir. Bunun dışında, kişinin cinsel isteksizliğini gidermek istemesi durumunda amaçlı aşağıdaki yaşam tarzı değişikliklerini benimsemesi faydalı olacaktır:

  • Partnerler arasında kaliteli iletişim ve güven tesis edilmelidir. Sağlıklı bir iletişimi gerçekleştirmek amacıyla cinsel sorun yaşayan çiftlere yönelik terapi yöntemleri de önerilebilir.
  • Partnerler cinsel aktivite süresince birbirleriyle açık ve dürüst olarak, istek ve hislerini paylaşmaya özen göstermelidir.
  • Yeterli ve dengeli beslenme alışkanlığı kazanılmalı, vitamin ve mineral yönünden zengin beslenilmelidir.
  • Yeterli düzeyde, kaliteli uyku alışkanlığı kazanılmalıdır.
  • Sigara ve alkol gibi zararlı maddelerin tüketimine son verilmelidir.
  • Kişiye uygun şartlarda, düzenli egzersiz yapılmalıdır.
  • Günlük yaşamda stresle etkili şekilde mücadele edilmeli, gereken durumlarda profesyonel sağlık çalışanlarından yardım alınmalıdır.

MEDICANA Op. Dr.Gizem Akça ŞensoyKadın Hastalıkları ve Doğum

Cinsel isteksizlik pek çok kişinin farklı dönemlerde karşılaştığı bir sorundur. 

Cinsel İsteksizlik Nedir?
Cinsel isteksizlik kişinin cinsel ilişkiye girme duyumunda ya da cinsel ilişkiye girme isteğinde azalma olması tablosudur. Halk arasında ‘’cinsel soğukluk’’ olarak da adlandırılan cinsel isteksizlik yeterli cinsel uyarı olmasına rağmen kadın ve erkekte cinsel herhangi bir isteğin duyulmaması anlamına gelir. Cinsel isteksizlik cinsel etkinlik isteğinin azalması ya da hiç olmaması şeklinde tanımlanabilir.

Cinsel İsteksizlik Belirtileri
Temel belirti cinsel isteğin olmamasıdır. Bunun sonucu olarak cinsel ilişki sıklığında azalma yaşanmaktadır. Diğer taraftan depresif duyguların gelişmesi, yorgunluk, halsizlik gibi belirtiler de izlenebilir.

Erkekte Cinsel İsteksizlik Nedenleri

Cinsel isteksizlik genel olarak psikolojik faktörlere bağlı olmanın yanı sıra erkeklik hormonu olan testosteron eksikliği neticesinde de karşımıza çıkabilmektedir. Testosteron erkeklerde cinsel dürtü yani libidonun düzenlenmesinde etkili temel faktördür.

Antidepresan İlaçları Cinsel İsteği Azaltır Mı?

Antidepresan ilaçlar uzun süreli kullanıldığında özellikle 6 aydan sonra santral etkili mekanizmalarda etki göstererek cinsel fonksiyonu ve isteği baskılamaktadır. Uzun süreli antidepresan kullanan hastalara bu etkilerinden dolayı sertleştirici ilaçların kullanımı önerilmektedir. 

B12 Eksikliği Cinsel İsteksizliğe Neden Olur Mu?

B 12 vitamini eksikliğinin cinsel istek ve cinsel fonksiyon üzerine etkili olabileceğine dair çeşitli yayınlar bulunmaktadır. Ancak, bu konu da henüz yeteri bilgi yoktur. Diğer taraftan, B 12 vitamini özellikle erkeğin gençleştirilmesi amacıyla destek tedavisi olarak kullanılmaktadır.

Tansiyon İlaçları Cinsel İsteksizliğe Neden Olur Mu?

Antidepresan ilaçları gibi bir kısım tansiyon ilaçları da benzer etki ile cinsel isteksizlik yapabilmektedir. Diğer taraftan, tansiyonun varlığı zaten cinsel fonksiyon için risk faktörleri arasında yer almaktadır. Dolayısı ile cinsel fonksiyon bozukluğuna bağlı ikincil kazanç olarak cinsel isteksizlik gelişebilir hipertansif kişilerde. 

Varikosel Cinsel İsteksizlik Yapar Mı?

Testisin iki temel fonksiyonu sperm üretimi ve testosteron hormonu sentezidir. Özellikle, ileri derece varikosel testis boyutlarında küçülme ve sonuçta testiküler fonksiyon bozukluğuna neden olabilir. Böylece, testosteron sentezini azaltarak cinsel isteksizliğe neden olabilmektedir.

Prostat Ve Şeker Hastalığı Cinsel İsteksizlik Nedeni Midir?

Her iki hastalık da yaşam kalitesini bozmaktadır. Özellikle, gece uyku düzenini etkileyecek şiddete varan prostat yakınması olan kişilerde yaşam kalitesinin bozulması sonucu cinsel isteksizlik gelişebilir. Diğer taraftan, prostat yakınması olan kişilerde cinsel fonksiyon bozukluğu da sık izlenen bir sorundur.

Şeker hastalığının direk olarak cinsel isteksizlikle bir ilgisi bulunmamaktadır. Ama yaşam kalitesini bozması ve kronik bir hastalık olması bu hastalarda da psikojenik faktörleri devreye sokarak dolaylı olarak cinsel isteksizliğe neden olabilmektedir. Diğer taraftan, şeker hastalığı organik olarak cinsel fonksiyon bozukluğuna neden olan en önemli sağlık sorunlarından biridir.

Cinsel İsteksizliğin Beslenmeyle İlgisi Var Mıdır?

Beslenme ve cinsel isteksizlik konusunda herhangi bir ilişki kurmak zordur. Afrodizyak etkili çilek, çikolata, ginseng, kakao yağı içeren gıdalar gibi bir takım besinler cinsel dürtüyü uyarıcı etkisi bulunmaktadır.

Cinsel İsteksizlik Ne Zaman Ortaya Çıkar?

Psikolojik nedenlere bağlı cinsel isteksizlik stres başta olmak üzere çeşitli etkili faktörlere bağlı olarak zaman zaman değişik tablolar gösterebilir. Cinsel istek tablosunda zaman zaman azalma yaşanabildiği gibi artışlar da olabilir. Ama organik faktörlere bağlı gelişen cinsel isteksizlik başlangıçta hafiftir ve zamanla ilerleyerek belirgin hale gelir.

Cinsel İsteksizliğin Başlama Yaşı Var Mıdır?

Erkeklerde cinsel isteksizlik için belirli bir yaş grubu bulunmamaktadır. Cinsel isteksizlik oldukça genç yaşlarda da ortaya çıkabilmektedir. İlk deneyimde başarısız olan, daha önce hiçbir cinsel deneyim yaşamayan veya evlilik öncesi tedirginliğe bağlı olarak ortaya çıkabileceği gibi yoğun ders ve sınav temposu yaşayan öğrenci hatta normal günlük aktivitesini sürdüren ancak aşırı stres altındaki işadamında bile görülebilmektedir. Sıklıkla psikolojik etkilerin erken yaşlarda izlenmesine rağmen erkekte cinsel isteksizliğe yol açan organik sorunlar da genç yaşlarda yaşanabilmektedir. Testosteron salınımını etkileyen beyindeki hipofiz ve hipotalamus bölgesi hastalıkları veya testislerdeki fonksiyonel bozukluklar her yaşta ortaya çıkabilmektedir. Ama genellikle halk arasında yanlış bir şekilde “andropoz” olarak adlandırılan bir testosteron eksikliği tablosu 50 yaşından sonra karşımıza çıkmaktadır. 

Andropoz kadınlardaki menopoz durumundan türetilen bir kelimedir. Menopoz, menarşın yani kadında adet görme ve üreme faaliyetinin durması anlamına gelen kelimedir. Halbuki sağlıklı bir erkekte androjenik aktivite yani cinsel fonksiyon ve sperm üretimi hiçbir zaman durmamaktadır. Kadın ve erkeğin temel üreme fonksiyonu arasındaki temel fark budur. Bu nedenle androjenik aktivitenin kesilmesi anlamına gelen “andropoz” terimi, özellikle ileri yaşlarda ortaya çıkan cinsel isteksizlik ve cinsel fonksiyon bozukluğunun adlandırılması için doğru bir ifade değildir. 

Cinsel İsteksizlik Ereksiyon Sorunlarının Yaşanmasına Neden Olur Mu?

Cinsel isteksizlik yaşayan kişide direk olarak ereksiyon problemi vardır denilmesi doğru bir yaklaşım değildir. Ereksiyonu sağlama mekanizmasında testosteron ve cinsel istek önemli rol oynamaktadır. Kişide cinsel istek olmadığı durumlarda zaten ereksiyon yaşanmamaktadır. Cinsel isteksizlik yaşayan kişide bu bağlamda ereksiyon sorunu ortaya çıkabilmektedir. Ancak burada sorunun temelinde cinsel isteksizlik yatmaktadır.

Diğer taraftan, tersi durumlarda yani ereksiyon sorununa bağlı olarak da cinsel isteksizlik yaşanabilmektedir. Ereksiyon sorunu yaşayan kişi ilişkiyi sağlayamadığı için; başarısızlık duygusu, bunun getirdiği tedirginlik ve korkudan dolayı ilişkiye girmek istememektedir. Bu durum da ikincil kazanç olarak cinsel isteksizlik gelişmesine neden olabilmektedir. Aynı problem erken boşalma problemleri yaşayan kişilerde de söz konusu olabilir. Erken boşalma sorunu olan erkekler devamlı aynı sonuçla karşılaşıp partnerini memnun edemeyeceği fikrine kapılarak ilişkiden kaçınmakta ve kronik dönemde cinsel isteksizlik yaşayabilmektedir. 

Cinsel İsteksizlik Teşhisi

Cinsel isteksizliğin belirlenmesinde detaylı bir değerlendirme gerekmektedir. Öncelikle detaylı bir öykü alınarak sorunun ne olduğu, cinsel isteksizliğin birincil tablo mu yoksa altta yatan diğer cinsel fonksiyon bozukluklarına bağlı olarak ikinci kazanç olarak mı geliştiği değerlendirilmelidir. Olaya neden olan olası psikolojik faktörler irdelenmelidir. Hastanın muayenesinde klinik yakınmalarının derecesini sorgulanmalıdır. Neden olabilecek organik bir hastalık varlığı veya ilaç kullanımı araştırılmalıdır.

Ardından tam bir sistemik muayene ve fiziki kontroller yapılmalıdır.  Sekonder seks karakterleri denilen;

  • Vücutta kıllanma oranı
  • Göğüslerde büyüme
  • Testis boyutları değerlendirilmelidir.

Bu değerlendirmelerin ardından laboratuvar testlerinin yapılması gereklidir. Bu amaçla  erkeklik hormonu testosteronun ve bunu etkileyen diğer hormonların değerlendirilmesi gerekir.

Erkekte Cinsel İsteksizlik Tedavisi

Cinsel isteksizliğin nedeni psikolojik nedenlere dayanıyorsa tedavisinde psikiyatri desteği gerekmektedir. Ancak cinsel isteksizlik organik sorunlara dayanıyorsa testosteron hormonu düşüklüğüne neden olan faktörler ortaya konulduktan sonra nedene yönelik tedavi gerçekleştirilmelidir.

Erkeklik Hormonu Nedir?

Erkeklik hormonu testisten salınan testosterondur. Testisten salınan testosteronun büyük bir kısmı vücutta proteine bağlı olarak bulunurken çok az bir kısmı serbesttir. Serbest olan testosteron vücut tarafından kullanılan testosteron formudur.

Erkeklik Hormonu Bozukluğunun Belirtileri Nelerdir?

Testosteronun cinsellik üzerindeki etkilerinin yanında vücutta farklı ve çok önemli görevleri de bulunmaktadır. Testosteron sekonder seks karakterleri olarak adlandırılan

  • Vücut kıllanması
  • Kas ve kemik yapısının gelişimi
  • Ses tellerinin gelişimi ve erkeğe özgü ses tonunun oluşumu
  • Saç yapısının şekillenmesi
  • Cinsel organların gelişimin tamamlanması ve işlevi

gibi cinsiyete özgü yapının gelişmesini sağlamanın yanı sıra;

  • Kan hücrelerinin yapımı
  • Kalp sağlığı
  • Hafıza kontrolü
  • Lipid proflinin kontrolü
  • Kemik ve kas erimesinin önlenmesi gibi önemli görevleri de bulunmaktadır

Testosteron hormonu eksikliğinde belirtilerin sadece cinsel isteksizlik olarak görülmesi gerekmemektedir. Testosteron eksikliğinde belirtiler kadınlardaki menopoz belirtilerine benzerlik göstermektedir.

  • Halsizlik
  • Aşırı sinirlenme
  • Depresyon
  • Duygu durum bozuklukları
  • Uykusuzluk
  • Terleme
  • Aşırı heyecanlanma ve aşırı sakinlik gibi belirtiler gözükebilmektedir.

Erkek Hormon Testi Nedir? Hangi Durumlarda Yapılır?

Testosteron eksikliğinde ortaya çıkan belirtilerde serum testosteron düzeyinin ölçülmesi gerekmektedir. Testosteron düzeyi sabah 08.00 – 10.00 saatleri arasında ölçülmelidir. Erkeklerde hormon düzeli bu saatler en yüksek seviyeye gelirken öğlene doğru azalmaya akşam saatlerinde ise en alt seviyeye inmektedir. Kanın alınmasıyla yapılan erkeklik hormon testinin aç ya da tok karna yapılmasının bir önemi bulunmamaktadır.

Erkeklik Testosteron Testini Bir Kez Yaptırmak Teşhis İçin Yeterli Midir?

Testosteron ölçümü etkili faktörlerle tek başına yeterli olmayabilmektedir. Testosteron ölçüm yönteminin standartize olmaması ve laboratuvarlar arası farklılıklar bulunması nedeniyle ölçümlerin en az 3 kez yapılıp bunların ortalaması alınarak testosteron seviyesi belirlenmelidir.   Bunun yanında vücutta bulunan tüm testosteron ile serbest olarak bulunan testosteron ölçümü de yapılmalıdır. Ayrıca özel bir matematiksel formülle ölçülen, vücudun kullandığı biyoyararlanılır testosteron seviyesi de hesaplanmalıdır.  Hem total testosteron hem serbest testosteron hem de biyo yararlanılır testosteron düzeyi ölçümlenerek her birinin durumu değerlendirilmelidir. Testosteron tedavisi önermeden önce 19 sorudan oluşan sorgulama formlarının da değerlendirilmesi gerekmektedir. Tanı sadece serum testosteron düzeyi düşüklüğü ile değil; klinik bulgular ve laboratuvar bulgusunun birlikte olması ile konulur.   

Erkeklik Hormonu Tedavisinde Hangi Yollar Kullanılmaktadır?

Hormon tedavisinde çeşitli alternatifler bulunmaktadır. Günlük testosteron salınımını yani sabahleyin yüksek öğleden sonra azalmaya başlayan ve akşam en alt seviyeye inen dengenin sağlanacağı bir tablonun temin edilmesi hedeflenmelidir.

Ağızdan alınan tabletler: Her gün kullanılması gerekmektedir. Karaciğere metabozile olarak karaciğer toksitesi yapması, emilimlerinin bağırsaklardan gerçekleşmesi, bir kısmının emilip bir kısmının emilememesi ve gıdalarla etkileşiminin olması gibi dezavantajları bulunmaktadır. Bu dezavantajlardan dolayı günlük testosteron salınım ritmini tam olarak gerçekleştirememektedir.

Jeller: Testosteron seviyesini düzenlemek için üretilen jeller vücudun kılsız bölgelerine sürülmektedir. Ten yoluyla emilim sağlayarak günlük testosteron salınımını düzenleyen jellerin her gün kullanılması gerekmektedir. Her gün kullanım dezavantajına karşın yan etkilerinin daha az olması ve fizyolojik düzeyi sağlaması nedeniyle en uygun tedavi yöntemidir. Diğer taraftan yan etki durumunda hemen kesilebilmesi de mümkündür.

Petler: Jellerin nikotin bandı gibi pet haline getirilmiş şeklidir. Petler de vücudun kılsız bölgelerine yapıştırılmaktadır ve her gün değiştirilmelidir. Jel formlar gibi kullanım ve etki avantajına sahiptir.

Enjeksiyon: Testosteron seviyesini düzenlemek için en yaygın kullanılan tedavi alternatifidir.  Üç haftalık ve 3 aylık kısa etkili enjeksiyonların yanında depo etkili enjeksiyon formları da mevcuttur. Üç haftalık formlarda kısa sürede yüksek testosteron düzeyi sağlanırken sonraki enjeksiyon döneminde tekrar düşük testosteron düzeyi gelişmektedir. Bu nedenle yüksek ve düşük testosteron düzeyleri arasında önemli dalgalanmalar vardır. Üç aylık formlarda ise bu dalgalanma izlenmez ve fizyolojik seviyede serum düzeyi elde edilebilir. Ancak, enjeksiyonların en önemli dezavantajı yan etki ortaya çıktığında vücuttan atılmaları uzun zaman almaktadır.

Erkeklerde Östrojen Hormonu Eksikliği Ya Da Fazlalığının Anlamı Nedir?

Erkeklerde testosteron kadınlarda ise östrojen hakim hormonlardır. Erkeklerde testisten salının testosteron hormonunun büyük bir kısmı yağ dokuda östrojene döner. Şişman erkeklerde yağ dokunun artmasına bağlı olarak testosteronun östrojene dönüşümü hızlanır. Dolayısıyla, şişman erkeklerde östrojen hormonu düzeyi daha fazladır. Erkeklerde östrojen hormonu seviyesinin artmasıyla göğüslerde büyüme, kas yapısı ve bel çevresi genişlemeler gibi bir takım yapısal değişikliklere neden olabileceği gibi; cinsel isteksizlik, sperm parametrelerinde bozulma vb. sorunlara da yol açabilir.  

Erkeklerde Östrojenin Artması Cinsel İsteksizliğe Neden Olur mu?

Erkeklerde östrojen hormonunun artması testosteron östrojen dengesi bozduğu için doğal olarak cinsel isteksizliğe neden olabilmektedir.

Erkeklerde Östrojen Hormonunun Artırılmasının Anlamı Var Mı?

Erkeklerde östrojen hormonunu arttırmanın bir anlamı yoktur. Tam tersi, erkeklerde östrojen hormonunun normal seviyelerde tutulması gerekmektedir.

Erkeklerde Östrojen Hormonu Nasıl Düşürülür?

Erkeklerde östrojen hormonunu düşürmenin en etkin yolu kilo vermektir. Kilo vermenin yeterli olmadığı durumlarda testosteron östrojen dönüşümünü engelleyen hormonal ilaçlar kullanılabilmektedir.

LH Hormonu Nedir?

Erkek üreme sistemi işleyişinde beynin alt tarafında yer alan hipofiz bezinden salınan; FSH hormonu sperm üretimini LH hormonu ise testosteron üretimini kontrol etmektedir.  Genelde sperm üretimi azaldıkça FSH oranı artar; testosteron üretimi azaldıkça da LH oranı artmaktadır. FSH ve LH hormonlarının yüksek olması, testisin yeterince çalışmadığının göstergesidir.

Prolaktin Hormonu Nasıl Düşürülür?

Prolaktin hipofizden salanın bir hormondur. Prolaktin hormonu seviyesini artması tümoral bir gelişimin varlığına işaret etmektedir. Bu durum diğer hormon salan hücreleri baskılayarak LH hormonu seviyesini azaltmaktadır. LH hormonunun azalması testosteron hormonu seviyesini de etkilemektedir. Prolaktin seviyesinin düşürülmesi cerrahi yöntemle yapılabilmektedir. Ancak hipofizin cerrahi yolla alınması testosteron üretiminin tamamıyla sıfırlanmasına neden olacaktır. Bunun yerine prolaktin salınımını engelleyen ilaçlar kullanılmaktadır. Bu hastaların izlemi Beyin Cerrahisi ve Endokrinoloji ile ortak olarak yürütülmelidir.  

Erkeklerde Prolaktin Hormonu Kaç Olmalıdır?

Prolaktin için 3 saatlik uyanıklık sonrası ölçüm yapılması önemlidir. Prolaktin düzeyi bu uyku düzeninden dolayı bazen sınırdan hafif yüksek olabilmektedir. Prolaktin seviyesi 50 ng/ml üzerinde olmadığı müddetçe klinik bulgu olarak anlam taşımamaktadır. Şüpheli olgularda makroprolaktin düzeyinin ölçümü veya hipofiz MR incelemesi yapılmalıdır.

Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.

MEMORIAL  Üroloji/ Androloji Bölümü’nden Prof. Dr. Murat Başar 

HPV veya tam açık adıyla Human Papilloma Virüs, insanlarda oldukça yaygın görülen ve çoğu zaman herhangi bir şikayete yol açmasa da bazı kişilerde genital siğil ve kansere zemin hazırlayabiliyor. Bu nedenle özellikle kadınlar için aşılama ve tarama testleri büyük önem taşıyor.

HPV (HÜMAN PAPİLLOMA VİRÜS) NEDİR?
HPV, Human Papilloma Virus, şimdiye kadar 200 den fazla tipi saptanan insan epiteline yerleşen bir virüs ailesidir. Sadece insanları enfekte edebildiği için isminde “Human” vardır. Birçok tipi ağız, boğaz ve genital bölgeyi etkiler. Elde, yüzde ya da vücudun başka bölgesinde bulunan HPV tipi farklı iken, genital bölgede görülen virüslerin tipi başkadır. HPV ile enfekte olmuş biri herhangi bir semptom göstermeyebilir, bu yüzden kişilerin HPV ile enfekte olup olmadığını belirlemek için bazı özel testler yapılmalıdır. HPV virüsü çoğu kişide herhangi bir sorun veya şikayete yol açmaz. HPV ile enfekte olan kişilerin %80-90‘nında enfeksiyon iki yıl içinde geriler. Ancak bazı HPV tipleri önemli sağlık sorunlarına yol açabilir.
HPV VİRÜSÜ NASIL BULAŞIR?
HPV virüsü insan cildinde canlı olarak bulunabildiği için en sık cilt teması ile bulaşmaktadır. Genital HPV’nin en sık bulaşma yolu ise cinsel temastır. HPV taşıyıcısı olan erkek veya kadınla gerçekleştirilen cinsel ilişki sonrasında virüs karşı taraftaki kişiye bulaşmış olur. Sıklıkla cilt teması ile bulaşsa da HPV, dış ortamda belirli bir süre canlı kalabilmektedir. Bununla birlikte HPV, sık kullanılan dezenfektanlara (Glutaraldehit, etanol, izopropil alkol gibi) karşı da canlı kalmayı başarabilmektedir.
Genellikle HPV ile temasın cinsel yolla olsa da bazen cinsel temas dışında da bulaşma söz konusudur. Nadiren de olsa sauna, hamam, umumi tuvaletler gibi ortak kullanım alanlarından da bulaşma olabilmektedir.
Ayrıca genital organlara temas eden eşyaların ve giysilerin ortak kullanımı sonucunda da bulaş olabilmektedir. Hatta küçük çocuk ve bebeklerde görülen genital HPV enfeksiyonunda en sık etken bakım veren ebeveynlerin elleri yoluyla oluşan virüs bulaşıdır. Diğer bir bulaşma yolu da gebelik sürecinde annede aktif genital HPV enfeksiyonu bulunmasıdır. HPV pozitif olan annelerin normal doğum gerçekleştirmesi, bebeğin ses tellerinde siğil oluşumuna neden olabilmektedir. Bu nedenle aktif genital HPV enfeksiyonu olan gebelerde sezaryen ile doğum tercih edilebilir.
Yapılan çalışmalarda genç kadınlarda HPV görülme sıklığı yaklaşık  %20 civarındadır. Yani ülkemizde yaklaşık her 5 kadından birinde HPV virüsü vardır. HPV ile karşılaştıktan sonra genital siğil gelişmesi genel olarak 3 hafta ile 8 ay arasındadır. Ancak siğil veya rahim ağzı hastalığı geliştirmeden önce bazı kişilerde HPV yıllarca sessiz kalabilir. Bu yüzden hastalığın ne zaman veya kimden bulaştığını bilmek mümkün olmayabilir.

HPV VİRÜSÜNÜN BULAŞMASINI CİNSEL İLİŞKİ SIRASINDA KONDOM KULLANILMASI ÖNLER Mİ?

HPV virüsünün cinsel yolla bulaşmasını engelleyen yöntemlerden biri de kondom (prezervatif) kullanımıdır. Cinsel ilişki sırasında kondom (prezervatif) kullanımı HPV’nin bir kişiden diğerine yayılma riskini azaltabilir. Enfekte bir bölgeyle herhangi bir cilt temasının olması virüsün yayılmasına neden olabileceğinden cinsel ilişkinin başlangıcından sonuna kadar kondom kullanılması önem taşır. Erkeklerin kullandığı prezervatifler korunmada en yaygın yöntem olurken, kadın prezervatifleri de başka bir seçenek olmaktadır. Ancak prezervatiflerin, genital bölgenin tamamını kapsamadığı için HPV bulaşmasını önlemede yüzde 100 etkili olmadığı unutulmamalıdır. 

HPV BELİRTİLERİ NELERDİR?

“Kadınlarda HPV virüsü ve belirtileri” ile “Erkeklerde HPV virüsü ve belirtileri” en çok merak edilen soruları oluşturmaktadır. HPV enfeksiyonu genellikle herhangi bir belirti vermez. HPV’nin siğil yapan tipleri genellikle genital siğil şeklinde belirti vermektedir. Diğer tipleri ise sadece Pap- smear testinde hücresel değişiklikler ve HPV testi ile saptanır. HPV, kadınlarda virüsün yerleştiği bölgelere göre farklılık gösterir. Cilt kısmında ise siğiller, karnabahara benzer, ağrısız kabarıklıklar görülür. Rahim ağzında ise hekim kontrolü sırasında kızarıklıklar görülebilir. Kişilerde hiçbir şikayet olmasa da düzenli jinekolojik kontrollerin aksatılmadan yapılması çok önem taşımaktadır.

HPV ENFEKSİYONUNUN KENDİLİĞİNDEN GERİLEMESİNİ ENGELLEYEN VE YAYILIMINA NEDEN OLAN FAKTÖRLER NELERDİR?

HPV enfeksiyonu sonrası hiçbir müdahale gerektirmeden 1 yıl içerisinde yüzde 80 hastada, 2 yıl içerisinde de yüzde 90 hastada enfeksiyon ortadan kalkmaktadır. Bu hastaların yüzde 8-9’unda enfeksiyon 2 yıldan uzun süre sebat etmektedir ve tüm hastaların yüzde 1’inden azında yıllar içerisinde invaziv rahim ağzı kanseri oluşmaktadır. HPV enfeksiyonundan rahim ağzı kanserine kadar geçen süre genellikle on yıllarla ifade edilir. Ancak çok nadir durumlarda daha kısa sürede de kanser gelişme ihtimali bulunmaktadır. HPV enfeksiyonunun kendiliğinden gerilemesini engelleyen ve yayılımına neden olan faktörler şunlardır:

  • Zayıf düşen bağışıklık sistemi
  • Sigara kullanımı
  • Kanser tedavileri
  • Steroid türü ilaçların uzun süre kullanılması
  • Hamilelik
  • Yorgunluk
  • HPV dışında kalan ve sık tekrarlayan genital hastalıklar

HPV’NİN RAHİM AĞZINDA KALICI OLMASINI ARTIRAN RİSK FAKTÖRLERİ NELERDİR?

HPV’nin rahim ağzında kalıcı olma riskini artıran faktörler genellikle değiştirilebilir risk faktörlerinden oluşmaktadır. Bunlar; yüksek riskli HPV ile enfekte olmak,  sigara kullanımı, bağışıklık sistemini zayıflatan durumlar, İmmunsupresan ilaç kullanımı (steroid vs.), organ nakli, edinilmiş immun yetmezlik (HIV, AIDS), ailesel immun yetmezlik sendromları, ileri yaş, çok partnerli yaşam, ilk cinsel ilişkinin 21’in altında olması, uyku düzensizliği ve stres ile dengesiz ve sağlıksız beslenme olarak sıralanabilir.

HPV İLE İLİŞKİLİ KANSERLER NELERDİR?

Yüksek riskli HPV tipleri sebebiyle ortaya çıkabilen ve HPV ile ilişkili olan kanserler rahim ağzı kanseri, Vajina kanseri, Dış genital bölge kanseri (vulva kanseri),anal kanserler, ağız, dudak ve dil kökü kanserleri, baş-boyun kanserleri ve erkeklerde penis kanseridir. .

HPV VİRÜSÜNÜN TANISI NASIL KONULUR?

HPV testi ile kesin tanı konulabilir. HPV testi rahim ağzı (cervix) kanseri tarama testinin bir parçasıdır. Gelişmiş ülkelerle birlikte bizim ülkemizde de rahim ağzı kanseri taramasında HPV testleri kullanılmaktadır. HPV testinin kullanılmasının esas amacı kişide rahim ağzı kanseri ile ilişkili yüksek riskli HPV tiplerinin varlığını belirlemektir.  Bu tarama HPV DNA- Pap smear test olarak bilinir. HPV testi için rahim ağzından özel bir çubuk ile örnek alınır. HPV tanısı için kan testi yoktur. Tarama 30-65 yaş arası tüm kadınlara 5 yılda bir yapılır. Taramanın amacı rahim ağzı kanseri olan kişilerin erken tanı ve tedavi almasını sağlamak ve rahim ağzı kanserinin yol açtığı mortalite ve morbiditeyi azaltmaktır. Alınan testlerden herhangi birisinde anormallik olması durumunda doktorunuz size uygun tedavi planını sunmalıdır.

HPV ENFEKSİYONUNDA TEDAVİ YÖNTEMLERİ NELERDİR? HPV TEDAVİSİ NASILDIR?

HPV enfeksiyonunun kendisi değil, neden olduğu lezyonların tedavisi yapılabilmektedir. HPV ile temas ettikten sonra sıklıkla bu virüs bağışıklık sistemi tarafından vücuttan atılır. Ancak genital siğil çıkması durumunda kimyasal koterizasyon ya da elektrokoterizasyon yöntemleri ve lokal ilaçlar uygulanabilmektedir. Riskli vakalarda kolposkopi yapılarak rahim ağzı daha ayrıntılı incelenir. CIN lezyonlarının tedavisi ise cerrahi yöntemler gerektirmektedir. Lezyonun yerleşimine ve ciddiyetine göre LEEP ya da soğuk konizasyon yöntemlerinden birisi ile rahim ağzının etkilenen bölgesi çıkarılmaktadır.

HPV ENFEKSİYONUNDAN KORUNMAK İÇİN NELERE DİKKAT EDİLMELİDİR?

  • Erkeklerde ve kadınlarda HPV virüsünden korunmak için yapılacak ilk önlem tek eşliliktir.
  • Cinsel ilişki sırasında kondom kullanmak, HPV riskini azaltabilir. Ancak kondomlar genital bölgeyi tam örtmedikleri için tam bir koruma sağlamadıkları unutulmamalıdır.
  • Bunun dışında özellikle kadınlara henüz cinsel hayat başlamadan önce yapılan HPV aşısı en etkili yöntemdir. Aşı en uygun dönem 9-12 yaş arasıdır.
  • Daha önce kişi HPV ile enfekte olmuşsa aşının koruyuculuğu daha az olur. Ayrıca aşı cevabı (antikor oluşumu) genç yaşlarda daha iyi olur.
  • Kuadrivalan aşı olarak bilinen HPV aşısı (4 HPV tipine karşı olan aşı) FDA tarafından onaylanmış olup hem kız hem de erkek çocuklara uygulanabilir. Bu aşı kız çocuklarına veya kadınlara virüsle karşılaşmadan önce yapıldığında serviks kanseri olgularının önemli bir kısmının önüne geçer. Ayrıca bu aşı, vajinal kanser ve vulva kanserine karşı da koruyucudur. Üstelik HPV aşısı hem erkek hem de kadınlarda genital siğilleri, anal kanserleri, ağız kanserlerini, baş ve boyun kanserlerini önler.
  • FDA, kuadrivalan aşının 9-45 yaş arasında uygulanabileceğini belirtmiştir. Ancak 27-45 yaş aralığında aşı olmadan doktor tavsiyesi alması önerilir.
  • HPV enfeksiyonunu tamamen önlemek mümkün olmasa da HPV enfeksiyonu nedeniyle meydana gelen CIN/SIL lezyonları ile rahim ağzı kanserini önlemek mümkündür. Bu amaçla düzenli smear ve HPV testlerinin alınarak anormal sonuç çıkması durumunda uygun tedavi yönteminin uygulanması ile rahim ağzı kanserinin önüne geçilebilir.

HPV AŞISI KİMLERE YAPILMAMALIDIR?

HPV aşısının gebelik veya gebelik şüphesi olan kadınlarda kullanılması önerilmemektedir. Ancak gebelik sırasında farkına varılmadan yapılan aşılarda herhangi bir anomali artışı da saptanmamıştır. HPV aşıları gebelikte kullanıldığında bebeğe ya da anneye zarar verdiğine dair kanıt yoktur. Gebe olduğunu bilmeden HPV aşısı yapılan kadınların gebelikleri ve bebekleri takip edildiğinde toplumdan farklı düzeyde olumsuz etkiler görülmemiştir. HPV aşılanmasına başladıktan sonra gebe kalındığında ise kalan aşı dozlarının doğumdan sonraya ertelenmesi önerilir.

HPV AŞISI SEKSÜEL OLARAK AKTİF OLANLARDA FAYDA SAĞLAR MI?

HPV aşısı ülkemizde ulusal aşı takvimine henüz girmemiştir. Tavsiye edilen uygulama yaşı 9-14 yaş arasındaki kız ve erkek çocuklardır. 9-14 yaş arasındaki çocuklarda 0 ve 6. ay olmak üzere 2 doz aşı yeterli bağışıklığı oluşturduğundan bu yaş grubunda iki doz aşı önerilmektedir. 15 yaş ve üzerindeki kişilerde ise 0, 1 ya da 2. ay ve 6. ay olmak üzere 3 doz aşılama önerilmektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda özellikle 26 yaşına kadar da 2 doz aşının yeterli olabileceği gösterilmiştir. Cinsel yaşamı aktif olan kişilerde HPV aşısı koruyucu olmasına rağmen, cinsel teması olmamış kişilere göre koruyuculuğu daha az olmaktadır.

HPV AŞISININ YAN ETKİLERİ NELERDİR?

HPV aşılarının yan etki profili, diğer çocukluk çağı aşılarından farklı değildir. Hatta canlı virus içermemesi nedeni ve viral enfeksiyona sebep olmaması nedeniyle canlı virus aşılarından daha güvenli olarak kabul edilebilir. Dünya Sağlık Örgütü HPV aşılarının fayda-zarar oranının kesinlikle fayda lehine olduğunu duyurmuştur. Mevcut olan HPV aşılarının tamamı tüm güvenlik ve güvenilirlik testlerinden başarı ile geçmiştir ve yaklaşık 15 yıldır kullanımdadır.

HPV AŞISI SONRASI RAHİM AĞZI KANSERİ OLUNABİLİR Mİ?

HPV aşısı olunduktan sonra da rahim ağzı kanseri olunma ihtimali bulunmaktadır. Çünkü aşılama sonrasında aşı içerisinde yer almayan nadir HPV tipleri rahim ağzı kanseri oluşturabilmektedir.

HPV’nin kansere dönüşme oranı nedir?

Rahim ağzı kanserlerinin yüzde 90’ından fazlası HPV enfeksiyonu ilişkilidir. En sık birlikte görülen HPV tipleri tip 16, 18, 31, 33, 45, 52 ve 58’dir. Sigara kullanımı, çoklu partnere sahip olmak, bağışıklığın bozulması gibi sebepler HPV enfeksiyonu ve HPV persistansını artırarak rahim ağzı kanseri için risk artışına neden olur.

Kolposkopi nedir? Kolposksopinin tanı konmadaki yeri nedir?

Rahim ağzı kanseri için yüksek risk taşıyan bireyler (smear anormallikleri, HPV testinin pozitif olması) belirlendikten sonra rahim ağzı kanserine neden olabilecek lezyonları saptamak ve bunların erken tedavisini yapabilmek amacı ile başvurulan tanısal yöntem kolposkopidir. Kolposkopi cihazı temel olarak rahim ağzını 8-20 kat büyütebilen mikroskop benzeri bir cihazdır. Rahim ağzı dokusunu daha detaylı incelemeye olanak verir. Ayrıca asetik asit ve lugol gibi özel solüsyonların rahim ağzı dokusunda sebep olduğu değişimlerin net bir şekilde gözlemlenerek ilgili yerden biyopsi alınması için hekimi yönlendirmektedir. Alınan biyopsinin sonucuna göre bir sonraki basamakta nasıl bir yol izleneceğine karar verilir.

HPV enfeksiyonunun risk faktörleri nelerdir?

HPV enfeksiyonu için risk faktörleri şu şekilde sıralanabilir:

  • İlk cinsel ilişki yaşının erken olması
  • Birden çok cinsel partnere sahip olmak
  • Cinsel partnerin birden çok partnere sahip olması
  • Sigara kullanımı

HPV hangi yaşlarda daha tehlikelidir?

HPV enfeksiyonu en sık 20-29 yaş arasında görülmektedir. Ancak erken yaşta görülen enfeksiyonların çok büyük bölümü iki yıl içerisinde vücuttan temizlenmektedir. 35 yaşından sonra görülen HPV enfeksiyonları ya da sebat eden HPV enfeksiyonları rahim ağzı kanseri açısından daha riskli kabul edilmektedir.

HPV aşısı etkin bir aşı mıdır?

HPV enfeksiyonundan sonra enfeksiyonun iyileştiği kişilerin ancak yarısında enfekte eden virus tipine karşı kalıcı bağışıklık oluşmaktadır. Bu da aynı virüs tipiyle tekrar enfekte olunabileceğini gösterir. Bunun yanında oluşan bağışıklık HPV tipine özgüdür ve diğer HPV tiplerine karşı koruma sağlamamaktadır. Bu durum HPV aşısının önemini bir kez daha göstermektedir. HPV aşısı sonucu oluşan antikorlar, aşının içerdiği HPV tiplerine karşı tam ve kalıcı koruma sağlamaktadır.

Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.

MEMORIAL

Cinsel yolla bulaşan hastalıklar nelerdir?

Cinsel temas yoluyla 30’dan fazla farklı bakteri, virüs ve parazitin bulaştığı bilinir. Bu etkenlerden 8 tanesi en yüksek oranda görülmekle birlikte, günümüzde bunlardan dördü tedavi edilebilmektedir. Tedavi edilebilen cinsel yolla bulaşan hastalıklar: Sifiliz, bel soğukluğu, klamidya ve trikomoniyazdır. En sık görülen seksüel geçişli 4 hastalık ise; hepatit B, herpes simplex, HIV (AIDS) ve HPV tam olarak tedavi edilemez.  

CYBE’ler (cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar) ağırlıklı olarak vajinal, anal ve oral seks de dahil olmak üzere cinsel temasla yayılır. Bazı CYBE’ler kan veya kan ürünleri gibi cinsel olmayan yollarla da yayılabilir. Frengi, hepatit B, HIV, klamidya, bel soğukluğu, uçuk ve HPV dahil olmak üzere birçok CYBE, hamilelik ve doğum sırasında anneden çocuğa da bulaşabilir.

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre her gün bir milyon cinsel yolla bulaşan hastalık ortaya çıkar. 500 milyondan fazla insanda herpes simpleks virüsü (HSV) ile genital enfeksiyon olduğu tahmin edilir. 290 milyondan fazla kadın insan papilloma virüsü (HPV) enfeksiyonuna sahiptir. 

Kadınlarda cinsel yolla bulaşan hastalıklar

Cinsel yolla bulaşan hastalıkların kadınlarda görülen başlıca belirtileri:

  • vajinal kaşıntı,
  • anormal akıntı,
  • cinsel ilişki esnasında ağrı,
  • genital bölgede veya deride döküntüler veya lezyonlardır.

Pek çok cinsel yolla bulaşan hastalık hiç belirti vermez. Tedavi edilmediği taktirde cinsel yolla bulaşan hastalıklar kısırlığa ve rahim ağzı kanserine yol açabilirler. Bu tip riskler güvenli seks konusunu daha önemli hale getirir. 

Cinsel yolla bulaşan hastalıklardan bazılarının hiç belirti vermemesi bulaşma riskini artırır. Bu durumda hasta tedavi alamamaktadır. 

Kadınlarda en sık görülen cinsel yolla bulaşan hastalıklar:

  • HPV (insan papilloma virüsü): Cinsel ilişki esnasında cilt teması yoluyla bulaşır. 100’den fazla türü vardır ancak bir kaç tanesi kanserojendir. HPV ağız ve boğazda da enfeksiyona yol açabilir. Genital bölgede veya boğazda siğiller yapar. HPV her zaman belirti vermez, kendiliğinden de düzelebilir. HPV rahim ağzı kanserinin en önemli nedenidir. Aşı ile önlenebilir.

Bel soğukluğu (gonore): Neisseria gonore bakterisi ile meydana gelen bir enfeksiyondur. Vücudun ılık, nemli bölgelerini enfekte etme eğilimindedir. Bunlar arasında: Üretra (idrarı mesaneden boşaltan tüp), gözler, boğaz, vajina, anüs, dişi üreme yolu (fallop tüpleri, serviks ve uterus) bulunur. Belsoğukluğu kişiden kişiye korunmasız oral, anal veya vajinal seks yoluyla geçer. Çok sayıda cinsel partneri olan veya prezervatif kullanmayan kişiler en büyük enfeksiyon riski altındadır. Hastalığın belirtileri bulaşmadan sonra 14 gün içinde ortaya çıkar. Hastalık hiç belirti vermeden seyredebilir. Hastalık kadınlarda en sık şu belirtileri verir:

vajinadan akıntı (sulu, kremsi veya hafif yeşil),

– idrar yaparken ağrı veya yanma  hissi,

– daha sık idrara çıkma ihtiyacı,

– adet kanamalarının uzun sürmesi veya ara lekelenmeler,

– boğaz ağrısı,

– cinsel ilişki esnasında ağrı,

– alt karın bölgesinde keskin ağrı,

– ateş. Hastalık tedavi edilmezse PID (Pelvik inflamatuvar hastalık) yapabilir. Bel soğukluğu kısırlık ve ektopik gebeliğe neden olabilir. Bel soğukluğu tedavisi antibiyotiklerle yapılır. 

  • Klamidya: Klamidya bakterisinin yol açtığı cinsel yolla bulaşan yaygın bir enfeksiyondur. Erken aşamalarda hiç belirti vermeyebilir. Genital bölgeye cilt teması, cinsel organa elle dokunmak bile hastalığın bulaşmasına yeter. Tam cinsel ilişkinin gerçekleşmesi gerekmez. Yenidoğan bebekler doğum esnasında annelerinden klamidya enfeksiyonu alabilirler. Klamidya gözde de enfeksiyon yapabilir. Kadınlarda klamidya enfeksiyonu belirtileri: Ağrılı cinsel ilişki, vajinal akıntı, idrar yaparken yanma hissi, alt karın bölgesinde ağrı, serviks iltihabı (servisit), adet dönemleri arasında kanamalar. Klamidya enfeksiyonu kadınlarda pelvik inflamatuvar hastalığa neden olabilir. Oral seks yapılırsa boğaza da bulaşabilir. Klamidya enfeksiyonu antibiyotiklerle tedavi edilebilir.
  • Genital herpes: Herpes virüs tip 2 tarafından yapılır. Genital bölgede ağrılı, içi su dolu kabarcıklar meydana gelir. Virüs deri çatlak ve çiziklerinden vücuda girer. Tükürük, meni ve vajinal sekresyonlarda virüs bulunabilir. Hastalığın belirtisi vajina, anüs ve kalçalarda içi su dolu lezyonların olmasıdır. Yakın bölgedeki lenf bezleri şişebilir ve ateş olabilir. Genital herpes normal doğum esnasında bebeğe bulaşabilir. Bebeklerde körlük,cbeyin hasarı ve ölüme yol açabilir. Tedavisinde antiviral ilaçlar kullanılır. 
  • Frengi (sfiliz) Sifiliz: Treponema pallidum bakterisi tarafından yapılır. Potansiyel olarak ciddi bir enfeksiyondur, kalıcı hasarı ve uzun süreli komplikasyonları önlemek için erken tedavi gereklidir. İlk aşamada genellikle cinsel organlar, anüs, rektum veya ağız çevresinde yuvarlak, sert bir yara hissedebilir. Bu 3-6 hafta devam edebilir. Ağrı olmayabilir. İkinci aşamada şu belirtiler görülür: Ellerin içinde veya ayak tabanlarında sert, kahverengimsi veya kırmızı kaşıntısız döküntü, ağız, vajina veya anüs gibi organlarda lezyonlar, şişmiş lenf düğümleri, saç kaybı, başağrısı, kilo kaybı, kas ağrıları, yorgunluk, ateş. Üçüncü aşamada, hayatı tehdit eden komplikasyonlar beyni, sinir sistemini, gözleri, kalbi ve diğer bazı organları etkileyebilir. Bu aşamadaki semptomlar, sifilizin vücudun hangi bölümünü etkilediğine bağlı olacaktır. Frengi antibiyotiklerle tedavi edilebilir.
  • Uyuz Vücudun herhangi bir yerinde sivilce benzeri kaşıntılı lezyonlar yapar. Cinsel yolla, cilde temasla, havlu ve nevresim gibi eşyalar yoluyla bulaşabilir. Uyuz tedavisi etkili kremler yoluyla yapılır.
  • Molluscum contagiosum: Molluscum contagiosum, genellikle iyi huylu olan bulaşıcı viral cilt enfeksiyonudur. Yetişkinleri ve çocukları etkileyebilir. Çocuklarda sık görülür. Erişkinlerde görülmesi cinsel yolla bulaşmayı düşündürür. Seks esnasında cilt teması ile bulaşır. Deride siğil benzeri küçük kabarıklıklar olur. 
  • HIV (AIDS): HIV bağışıklık sistemini çökerten bir virüstür. Bu nedenle HIV taşıyan kişi diğer enfeksiyonlara da yatkın olur. Bir kişi HIV geçirdiğinde, virüs meni, kan, anne sütü ve vajinal ve rektal sıvılar dahil olmak üzere vücut sıvılarında bulunur. Bu sıvılar başka bir kişinin vücuduna girerse, o kişi de HIV geliştirebilir. HIV doğum esnasında anneden bebeğe geçer. HIV emzirme, ortak iğne kullanma, kan ürünleri yoluyla da bulaşabilir. Cinsel yolla bulaşı önlemenin yolu prezervatif kullanmaktır.
  • Hepatit B: Hem cinsel yolla hemde kan ürünleri, ortak iğneler yoluyla bulaşabilir. Hepatit B anneden bebeğe geçebilir. Karaciğeri etkileyen kronik bir enfeksiyondur. Kesin tedavisi yoktur. Siroz ve karaciğer kanserine neden olabilir. 

Erkeklerde en sık görülen cinsel yolla bulaşan hastalıklar

Kadınlarda görülen cinsel yolla bulaşan hastalıklar erkeklerde de görülür. Bu enfeksiyonlarda erkeklerde görülen belirtiler şöyledir:

  • Klamidya: Semptomlar idrar yaparken ağrı, alt karın bölgesinde ağrı ve penis akıntısıdır.
  • Genital Hepes (uçuk): Semptomlar kaşıntı ve ağrı, küçük sıvı dolu veya kırmızı renkli yumrular ve ülserler. Bu ülserler sonunda kabuklaşır. 
  • HPV: Bulgular karnabahar şekilli siğiller ve penis çevresinde kaşıntı 
  • Bel soğukluğu: Belirtiler arasında idrara çıkma sırasında yanma, sarı veya yeşil akıntı ve testislerde ağrı bulunur.
  • HIV: Belirtiler  ateş, döküntü, boğaz ağrısı ve şişmiş lenf düğümleri şeklindedir. Hastalık ilerledikçe semptomlar kötüleşir. 
  • Trikomoniyaz: Semptomlar erkeklerde nadirdir, ancak peniste kaşıntı, ağrılı idrara çıkma ve peniste akıntı şeklindedir.

Cinsel yolla bulaşan hastalıklar nasıl önlenebilir?

Cinsel yolla bulaşan hastalıkların yayılmasını önlemenin yolu güvenli sekstir. Tek cinsel partner seçimi koruyucudur. Seks esnasında prezervatif kullanmak bazı enfeksiyonları önleyebilir. Hepatit B ve HPV aşı ile önlenebilir. 

Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

ERKEKLERDE KISIRLIK (İNFERTİLİTE) NEDİR?
Düzenli ve korunmasız en az bir yıl süreli cinsel ilişkiye rağmen çocuk sahibi olamama durumu İnfertilite yani kısırlık olarak tanımlanır. Bir yıl olarak belirlenen bu süre yaşam şartlarındaki değişiklikler, çalışma koşulları gibi farklı etkenler dikkate alınarak 2 yıl olarak da kabul edilebilir.
ERKEKLERDE KISIRLIK BELİRTİLERİ NELERDİR?
Kısırlığın özel bir belirtisi bulunmamaktadır. Düzenli korunmasız cinsel ilişkiye rağmen 1 ya da 2 yıllık süre içerisinde çocuk sahibi olamama durumu kısırlık (inferlite) belirtisi olarak kabul edilir. Ancak erkekte kısırlığa neden olabilecek altta yatan hastalığa bağlı olarak bir takım ek belirtiler ortaya çıkabilir. Bu belirtiler direkt olarak testislerde değil ise hastanın bunları kısırlık ile ilişkilendirmesi çok olası değildir. Ancak, testislerde olan ağrı, şişme; peniste akıntı gibi bulgular da kısırlık belirtisi olabileceği için hasta için uyarıcı olabilir. Erkeklerde kısırlık belirtileri şu şekilde sıralanabilir: 
Çocuk sahibi olamama
Testislerde ağrı
Şişme
Peniste akıntı

ERKEKLERDE KISIRLIK NEDENLERİ NELERDİR?

Kısırlık nedenlerinin üçte biri erkeğe, üçte biri kadına geri kalan üçte biri ise hem erkeğe hem de kadına ait nedenlerdir. Dolayısıyla nerdeyse %50’ – %60 oranında erkeğe ait faktörler rol oynamaktadır. Erkek üreme sistemi esasında beynin alt bölgesinde yer hipotalamus bölgesinden başlar; yine kafa içinde beynin alt tarafındaki hipofiz bezi ile devam eder ve testislerde sonlanır. Bu bölgelerin yani üreme sisteminin anatomik lokalizasyonuna göre bölümlere ayrılarak kısırlık nedenleri değerlendirilir:

  • Anatomik olarak testis öncesi nedenler genelde hipotalamus ve hipofizi etkileyerek karşımıza çıkar ve genelde endokrin/hormonal bozukluklara bağlı olarak gelişirler. Bunun yanında özellikle hipofizin infiltratif hastalıkları, tümörleri, kanlanma bozuklukları, radyoterapi/cerrahi sonrası hipofiz fonksiyon bozuklukları, cerrahi girişimler, bazı genetik hastalıklar neticesinde de testis öncesi nedeler ortaya çıkar. Bu durumlar hemen daima hormonal bozukluk şeklindedir.
  • Testis fonksiyonunu etkileyen ve testiste sperm yapımını bozan her türlü durum kısırlık nedenidir: Testis enfeksiyonları, testis travmaları, testise yönelik cerrahi girişimler, inmemiş testis, testise toksik maddeye maruz kalma (radyoterapi/kemoterapi/kurşun-akü-civa sanayii çalışanları vb.), yüksek ısı, böcek ilaçları, kimyasal maddeler; genetik bozukluklar, testosteron salınımında yetersizlik,
  • Testiste oluşan spermin erkek genital sisteminden dışarı atılmasını engelleyen her türlü durum testis sonrası kısırlık nedeni olarak kabul edilir: Sperm hareket bozukluğu; sperm kanallarının yokluğu, ameliyat veya cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar sonucu sperm kanallarının bağlanması/zedelenmesi sonucu bütünlüğün bozulması; cinsel fonksiyon bozukluğu ve peniste şekil bozukluğuna bağlı ilişkiye girememe; prostat ameliyatı ve/veya ilaç kullanımına bağlı ya da başka nedenler meni yokluğu vb nedenler kısırlık nedenidir.

ERKEKLERDE KISIRLIK TANISI NASIL KONUR?

Çocuk sahibi olamayarak kliniklere başvuran kişilerin öncelikle detaylı bir öyküsünün alınmasa gerekir. Fiziki muayenenin yapılmasından sonra erkek açısından yapılacak ilk şey semen analizidir. Kısırlık konusunda kadının değerlendirilmesi zor ve zahmetli olduğu için çiftlerden önce erkeğin değerlendirilmesi daha hızlı ilerlenmesi konusunda yardımcı olmaktadır. 3-5 günlük cinsel perhizin ardından önce erkeğin semen analizinin yapılması uygun tedavi yönteminin seçimi ve sonuca daha hızlı ulaşmak bakımından önemlidir.

ERKEK KISIRLIĞI TEDAVİSİ

Tedavi süreci kişinin infertilite nedenine ve menide sperm olup olmamasına göre değişmektedir. Eğer altta yatan ve tedavi edilebilir bir durum varsa öncelikle bu düzeltilmelidir.

Erkeklerde kısırlık yani infertilite sorununda şu tedaviler uygulanabilir;

  • Kısırlık ilaç tedavisi
  • Kısırlık iğne tedavisi
  • Kısırlık aşılama yöntemi
  • Yardımcı üreme teknikleri: Yardımcı üreme tekniklerinde halk arasında tüp bebek olarak bilinen In-Vitro Fertilizasyon ( IVF), Intrasitoplazmik Sperm İnjeksiyonu (ICSI), Yüksek Mikroskobik Büyütmeyle Seçilmiş Sperm Mikroenjeksiyon (IMSI), kısırlık (infertilite) Ameliyatı Olarak Bilinen Mikro TESE yöntemleri uygulanabilmektedir.

Erkek Kısırlığının İlaç Tedavisi

İlaç tedavisinin tek kullanılabileceği durum esas olarak hormonal bozukluklarıdır. Sperm yapımını kontrol eden hormonların azaldığı durumlarda, bu hormonlar yerine konulduğunda sperm yapımı rahatlıkla sağlanabilir. Hipogonadotropik hipogonadizm adı verilen bu tabloda iki yıla kadar uzayabilen bir ilaç tedavisi sorası menide sperm elde edilebilmekte ve normal yolla veya tüp bebek tedavisi ile çiftler çocuk sahibi olabilmektedirler

Erkek Kısırlığının İğne Tedavisi

Hormonal bozukluğu olan kişilerde eksik olan hormonların yerine koyma tedavisidir. İlaçla tedavi edilebilecek hasta gruplarına uygulanan bir yöntemdir. Bu hastalarda ilaç tedavisi ile rahatlıkla sorun ortadan kaldırılabilir. Tedavi süreci 1-2 yıl sürebildiğinden bu hastaların sabırlı olmaları gerekmektedir.

Erkek Kısırlığının Aşılama Tedavisi

Menideki sperm sayısı 10 milyonun üzerindeyse ve morfolojik olarak şiddetli bir sperm defekti yoksa aşılma yöntemi uygulanabilir. Erkekten alınan sperm yıkanarak ölü hücreler ve toksik atıklar ortamdan uzaklaştırılır. Hareketli, kaliteli sperm oranı arttırılır ve bu sperm kadının rahim ağzından içeriye özel kateter vasıtasıyla verilir. Spermler kendileri hareket ederek yumurtaya ulaşırlar. Bu yöntemin uygulanabilmesi için;

  • Morfolojik olarak normal, hareketli spermin olması
  • Kadında herhangi bir tıkanıklık faktörünün olmaması
  • Kadında yumurtalamanın ve yumurta kalitesinin normal olması gereklidir.

Sadece sınırda sorunu olan olgular için önerilen bir yöntemdir. En kolay yöntemdir fakat başarı ihtimali düşüktür. Gebelik başarı şansı %10-15 arası değişmektedir.

Erkek Kısırlığının Yardımcı Üreme Teknikleriyle Tedavisi

In-Vitro Fertilizasyon ( IVF):Halk arasında klasik tüp bebek olarak adlandırılan yöntemdir. Aşılamadan farklı olarak; kadından alınan yumurta, erkekten alınan ve yıkanma sonrası ölü ve atık hücrelerden temizlenen sperm ile bir tüp içerisinde birleştirilmektedir. Bu sefer sperm yumurtaya daha yakın bir mesafeden ulaşmaktadır. Ancak, sperm yine kendi hareketi ile yumurtaya ulaşmakta ve kendi kapasitesi ile dölleme işlemi olmaktadır.

Intrasitoplazmik Sperm İnjeksiyonu (ICSI): Mikroenjeksiyon olarak adlandırılan bu yöntemde erkekten alınan spermler mikroskop altında incelenerek, mümkün olan en normal şekildeki spermler seçilir. Sonrasında bu spermler, mikroskop altında kadından alınan yumurtaya tek tek yerleştirilmektedir. Son 25 yıldır erkek infertilitesinde genelde uygulanan yöntem budur.

Yüksek Mikroskobik Büyütmeyle Seçilmiş Sperm Mikroenjeksiyon (IMSI):Klasik tüp bebek tedavisinde spermler mikroskopta yaklaşık 400 kat büyütülerek seçilirken, IMSI denilen yöntemde özel mikroskoplarda spermler 7200 kat büyütülerek daha ayrıntılı incelenerek seçilebilmektedir. Bu yolla özellikle spermin baş yapısında daha küçük büyütmelerde gözden kaçabilecek yapısal anormallikler tespit edilebilmekte ve yapısal ve genetik olarak daha sağlıklı spermlerin seçilmesi sağlanmaktadır. IMSI yöntemi;

  • Ciddi sperm problemi olan ve beraberinde sınırlı sayıda yumurtası elde edilebilen hastalarda
  • Daha önce tekrarlayan tüp bebek başarısızlığı yaşamış çiftlerde
  • Özellikle sperme bağlı bir problem tespit edildiğinde tedavideki şansı ve başarıyı arttırabilmek için kullanılabilecek önemli bir araçtır.

Kısırlık (infertilite) Ameliyatı Olarak Bilinen Mikro TESE Tedavisi

Mikro TESE, ejakülatında yani menide hiç sperm hücresi bulunmayan (tıkayıcı olamayan azospermi) hastaların, mikroskobik operasyon ile testislerinden alınan dokudan sperm elde edilmesidir. Mikro TESE işlemi genel anestezi altında yapılan bir işlemdir. Testis açılarak, sperm kanalları gözlemlenir ve genişlemiş dolgun sperm kanalları görüntülenerek içerisinden sperm elde edilmeye çalışılır. Bu yöntem ile altta yatan neden bağlı olarak azospermik hastaların %40-60’ın sperm elde edilebilmektedir. Ameliyat sperm bulana kadar yaklaşık 2 saat kadar devam eder. Genital bölgeye dayalı bir ameliyat olduğu için ameliyat sonrası kişi de kanama riski, enfeksiyon riski gibi sorunlar ortaya çıkabilir. Bu gibi durumlara yönelik doktor önerilerine uyulması.

ERKEKLERDE KISIRLIK HAKKINDA SIK SORULAN SORULAR 

Erkeklerde Kısırlığa Neden Olan Hastalıklar Nelerdir?

Ergenlik öncesi geçirilmiş kabakulak infertilite yani kısırlık bakımından genellikle herhangi bir sıkıntı oluşturmaz. Ergenlik sonrasında geçirilmiş kabakulak eğer erken tanı konulup, önlem alınırsa yine sorun oluşturmayabilir. Ergenlik sonrası geçirilen ve testisleri tutan enfeksiyon ciddi sorunlara neden olabilir. Burada kabakulak aşısının yaptırılması son derece önemlidir. Suçiçeği ateşli hastalıklar grubunda değerlendirilir. Özellikle, yine ergenlik sonrasında geçirilen yüksek ateşli enfeksiyonlar kısırlık nedeni olabilirler. Suçiçeği, kızamık, kızamıkçık gibi yüksek ateşli enfeksiyonlar testiste değişik derecede sperm yapı bozukluğuna neden olabilir ve sperm kalitesini bozabilir.

Çocukluk Çağı Kanserleri ve Kısırlık

Çocukluk çağında sık görülen lenfoma ve lösemi gibi kanserlerin tedavisinde kullanılan kemoterapi ilaçları ileri yaşlarda sperm elde edilmesinde ciddi sorunlara neden olmaktadır. Yetişkinlerde kemoterapi tedavisi öncesi sperm dondurmak mümkünken çocukluk döneminde bu önlemin alınması mümkün değildir. Çünkü, ergenlik öncesi testis dokusunda sadece erken evre sperm hücreleri vardır. Olgun dölleyebilir sperm hücresi gelişimi ergenlik ile tamamlanmaktadır. Yine aynı nedenle, çocuklarda henüz olgun sperm hücresi oluşmadığı için testis dokusunun alınıp saklanması ve ileride sperm elde etmek üzere dondurulması da mümkün değildir.

Radyoterapi tedavisinde de alınan doz ve süreyle orantılı olarak kısırlık görülebilmektedir. Diğer kanser türlerinde ise tedaviden 2-5 yıl sonra sperm üretimi tekrar başlayabilmektedir. Üreme çağındaki yetişkin kanser hastalarında kanser cerrahisi ve tedavisi öncesinde mutlaka sperm dondurmanın önerilmesi gereklidir.

Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklar ve Kısırlık

Tedavi edilmeyen cinsel yolla bulaşan hastalıklar zamanla kısırlık nedeni olabilmektedir. Özellikle bel soğukluğu tedavi edilmezse, sperm kanallarında tıkanıklığa neden olarak tıkayıcı tipte azospermiye yol açabilmektedir. Ayrıca cinsel yolla bulaşan hastalıklar sperm kanallarında devamlı iltihap hücrelerinin bulunmasına ve böylece spermler üzerinde toksik maddelerin oluşmasına neden olarak sperm kalitesinin bozulmasına ve sperm DNA hasarının artmasına neden olmaktadırlar.

Cinsel Fonksiyon Bozuklukları Kısırlığa Neden Olur Mu?

Cinsel fonksiyon bozuklukları da kısırlık sebebidir. Çünkü başarılı bir cinsel birliktelik yok ise bu durumda başarılı bir işlem gerçekleşmeyecektir. Dolayısı ile ilişkiye giremeyen bir erkeğin çocuk sahibi olması ve üremesi beklenemez. Bu amaçla kullanılan ilaçların sperm fonksiyonu üzerine olan etkileri hakkında farklı görüşler vardır. Bu nedenle sperm sayısı sınırda olan kişilerde ilaç kullanılmadan önce doktor önerisi alınmalıdır.

Obezitenin Infertilite İle Bağlantısı

Obezite ile kısırlık arasında direk bir ilişki olmasa da dolaylı yollardan etkileşim mümkündür. Hormonal dengeyi bozan obezite sperm yapımını etkileyebilir. Ayrıca, aşırı obez kişilerde testis ısısının ve testis kanlanmasının bozulması sperm parametrelerinde bozulmaya neden olabilir.

Kısırlığın Beslenme İle İlişkisi

Sigara ve alkol sperm üzerine toksik etki yaratmaktadır. Alkol hormonal dengeyi bozarken sigara da sperm DNA hasarına neden olmaktadır.

Bunların dışında bazı antioksidan içeren gıdaların sperm kalitesini arttırdığına yönelik çeşitli çalışmalar bulunmaktadır. Keçiboynuzu, fındık, fıstık, leblebi, arı sütü gibi gıdaların tüketimi önerilmektedir. Ancak, bunlar bilimsel dayanağı olan çalışmalar değildir. Sperm yapımında C ve E vitamini önemli bir rol oynar. C vitamini spermin fonksiyonel yapısı için de önemlidir.

İlaç Kullanımı Kısırlığa Neden Olur Mu?

Günlük hayatta kullanılan ilaçların kısırlık üzerinde çok fazla bir etkisi yoktur. Fakat; böbrek nakli sonrasında kullanılan ilaçlar, kemoterapi ilaçları, epilepsi ve romatizma tedavisinde kullanılan ilaçların bazıları kısırlığa sebep olabilir. Bunun dışında özellik gerektiren her türlü tedavi öncesinde (örneğin radyoaktif iyod, hepatit tedavisi vb) üreme çağındaki erkeğin durumunu doktoru ile değerlendirmesi uygundur.

Erkeklerde Kısırlığa Neden Olabilecek Meslekler Nelerdir?

Birçok kimyasal malzeme (böcek ilaçları, tarım sanayisinde kullanılan ilaçlar, matbaa sanayi, akü ve pil sanayisinde kullanılan malzemeler) sperm üretimi üzerinde etki göstermektedir. Bu alanlarda çalışan kişilerde kısırlık meydana gelebilir. Demir çelik üretim sektörü, fırın, hamam gibi sıcak ortamlarda çalışmak zorunda olan kişiler riskli gruptadır. Sık sıcak suyla duş alma, sauna veya hamama çok gitmek gibi kişisel alışkanlıklar da kısırlık nedeni olabilir. Öğretmen, kuaför gibi ayakta kalmayı gerektirecek meslekler varikosel gelişimine neden olabileceği için bu hastalık açısından risk oluşturabilir. Sürekli dar pantolon giymek ile kısırlık arasında direk bir ilişki kurmak zor olsa da testis kanlanması ve ısısının bozulması mümkündür.

Kısırlık Muayenesinde Nelere Dikkat edilir?

Muayenede tam bir sistemik muayene olarak yapılmalıdır. Hastanın genel görüntüsü dahi altta yatan hastalık hakkında önemli bilgiler verebilir. Alın saç çizgisinin olmaması, erkeklere ait alın girintisinin izlenmemesi, yüz kıllarının çok az veya hiç olmaması hormonal nedenleri düşündürmektedir.

Muayene bu bulgulara ilave olarak;

•Göğüslerde büyüme olup olmadığı (Jinekomasti)

•Göğüsler, koltuk altı, cinsel organlar ve bacak kıllarının durumu

•Penis ve testislerin görüntüsü

•Testislerin torbada olup olmaması

•Varikosel varlığı

•Sperm kanallarının varlığı yokluğunu

•Obezite varlığı da değerlendirilmelidir.

Semen Analiz Sonuçları Olumsuzsa Hangi Yollar İzlenir?

Semen analizi ve öyküdeki bulgulara göre hormon tetkikleri yapılabilir. Eğer azospermi denilen durum varsa yani menide hiç sperm yoksa bu durumda genetik incelemelerin de yapılması gerekir. Bunlar esas olarak periferik kromozom ve Y kromozomu incelenmesidir. Ancak, tıkayıcı tipte azoospermiden şüphe ediliyorsa sperm kanallarını değerlendirmek için transrektal ultrasonografi ve bazı özel genetik testler yapılmalıdır.

Tanı aşamasında yapılan testlerdir. Erkek üreme sistemi işleyişi ile ilişkili olan ve sperm yapımında rol oynayan hormonların (FSH, LH ve total testosteron) temel olarak bakılması gereken hormonlardır. Bunların dışında kişideki fiziki muayene ve öyküdeki bulgulara göre prolaktin, östrojen, tiroid hormonlarına da bakılabilir. Tıkayıcı olmayan azoospermi durumlarında İnhibin B düzeyi de ölçülebilir.

Sperm Şekil Bozukluğu Nedir?

Sperm; baş, orta bölge ve kuyruk olmak üzere 3 ana bölümden oluşur. Sperm şekil bozukluğu; baş, boyun, kuyruk yapısında normalde olması gerekenin dışındaki farklıları ifade eder. Günümüzde meni örneği değerlendirmesinde boyalı preparat üzerinde değerlendirme yapılır. Dünya sağlık örgütüne göre normal morfolojideki spermin %4’ün üzerinde olması gerekir.

Sperm Hareket Bozukluğu Nedir?

Spermin şekil bozukluğunun sonucunda ortaya çıkan hareket bozukluğudur. Hareketi sağlayan spermin kuyruğu olduğu için kuyruktaki yapısal bozukluk hareketi etkilemektedir. Ayrıca spermin orta bölgesi enerji üreten mitokondriyi içerir. Yine orta bölge bozuklukları da hareket bozukluğuna neden olmaktadır. Normal bir semen analizinde hareketli sperm oranı %32 ve üzerinde olmalıdır.

Şekil Bozukluğu Olan Bir Spermden Doğan Çocukta Sorun Olur Mu?

Sperm şekil bozukluğu sperm DNA hasarı neticesinde meydana gelmekte veya sperm gelişimi sağlayan genlerdeki defekt sonucu oluşmaktadır. Hasarlı bir spermin sonuca ulaşarak bir dölleme yapması mümkün değildir.

Kimlere DNA Hasarı Testi Yapılmalıdır?

Şiddetli morfolojik bozukluğu olan ve daha önce tekrarlayan başarısız yardımcı üreme yöntemi uygulaması olan çiftlere DNA hasarı testi uygulanır.

DNA Hasarı Testi Nasıl Yapılır?

DNA hasarı testi için menideki sperm kullanılarak hasarlı sperm yüzdesi hesaplanmaktadır. . 4-5 günlük cinsel perhiz sonrası alınan sperm incelemesi sonucunda değerlendirip hasarlı DNA’ya sahip sperm oranı sayılmaktadır. Bu testin yapılması için belirli bir sayının üzerinde sperm hücresi bulunması gerekir %15’in altında hasar normal kabul edilir. %16-30 arası ara değerlerdir. %30’un üzeri ise şiddetli DNA hasarı olarak kabul edilmektedir.

DNA Hasarı Olmasına Rağmen Gebe Kalınabilir Mi?

DNA hasarı yüksek olan çiftlerde aşılama ve standart tüp bebek yöntemi (IVF) yerine mikroenjeksiyon yöntemi (ICSI/IMSI) ile normal morfolojide sperm seçimi yapılarak yardımcı üreme yöntemi uygulanması önerilmektedir. Ayrıca, bazı olgularda meni spermi yerine testisten sperm alınması da tercih edilen bir yöntemdir. Bu uygulama ile gebelik ve canlı doğum oranları daha yüksek izlenmektedir.

DNA Hasarı Tedavi Edilebilir Mi?

İlaçla tedavide yaygın olarak antioksidan ajanlar, E ve C vitamini kullanılmaktadır. Ancak, bilimsel kanıtlar henüz yeterli değildir. Varikosel, sperm DNA hasarını artıran bir diğer nedendir ve uygun vakalarda operasyon önerilir. Sigara, kimyasal toksik ajanlardan uzak durma gibi konservatif yaklaşımlar da öneriler arasında yer almaktadır.

Erkek Kısırlığının Dereceleri

Semen analizi bulgularına göre bir takım tanılar konulabilir. Sperm sayısının azalması “oligozoospremi”, hareket bozukluğu “astenozoospermi” olarak adlandırılır. Sperm sayısının 5 milyon altında olması ‘’şiddetli oligozoospermi’’, meni de hiç sperm bulunmaması ‘’azospermi’’ olarak adlandırılır. Azosperminin iki formu vardır.

•Testiste sperm yapım yokluğuna bağlı azospermi

•Sperm kanallarındaki tıkanıklığa bağlı azospermi

Tıkayıcı Olan Azospermi Durumlarında Hangi Yöntemler Kullanılır?

Tıkayıcı tipteki hastalarda sperm üretimi vardır. Ancak, sperm kanallarındaki sorun nedeniyle spermler dışarıya çıkamamaktadır. Bu durumlarda aspirasyon denilen yöntemler kullanılmaktadır. Kesi gerektirmeden özellikle PESA ve TESA denilen yöntemlerde sperm kanalları ve testisten aspirasyon yöntemi ile sperm elde edilmektedir. MESA olarak adlandırılan uygulama ise aynı işlemin ameliyat mikroskopu altında cerrahi olarak yapılmasıdır. Bu yöntemlerin hepsinde tıkayıcı tipteki azoospermi olgularında sperm elde etme olasılığı %100’dür.Günümüzde bu üç yöntemde sadece TESA kullanılmaktadır

Kök Hücre Tedavisiyle Kısırlık Tedavi Edilebilir Mi?

Kök hücre tedavisi ile ilgili çalışmalar deneysel olarak devam etmektedir. Bu konuda laboratuvar düzeyinde olumlu sonuçlar olsa da klinik olarak bir ilerleme bulunmamaktadır.

İnfertilite Cinsel Yaşamı Etkiler Mi?

Erkeklerde ve kadınlarda kısırlık belirtileri gösteren çiftlerde cinsel fonksiyon bozuklukları görülebilmektedir. Cinsel hayatın çocuk sahibi olmaya endekslenmesi bir süre sonra psikolojik sorunlara yol açabilmektedir. Bu tarz hastalarda özellikle erken boşalma sorunu en sık yaşanan cinsel fonksiyon bozukluğu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.

Ülkemizdeki tüm üreme çağındaki kadınların yüzde 5-10’unda, hamile kalamayan kadınların ise yüzde 25-30’unda görülen endometriozis, tedavi edilmemesi durumunda olumsuz tablolara neden olabiliyor. Şiddetli adet ağrılarıyla kendini belli eden endometriozis, kısırlığın da en önemli sebepleri arasında yer alıyor. 

ENDOMETRİOZİS NEDİR?  
Endometriozis, normalde rahmin iç kısmını oluşturan endometrium tabakasının rahim dışında bulunması olarak tanımlanır. Bu hastalık genellikle pelvis dediğimiz karnın alt bölgelerinde görülmektedir. Ancak vücudun her yerinde daha az olarak görülebilir. Üreme çağındaki kadınların yaklaşık yüzde 5-10’unda görüldüğü tahmin edilen endometriozis, kısırlığın en önemli sebepleri arasında yer almaktadır.

ENDOMETRİOZİS BELİRTİLERİ NELERDİR? 

Endometriozis belirtileri şu şekilde sıralanabilir:

  • En önemli bulguları adet döneminde ağrı
  • Karnın alt bölgesinde sürekli şiddetli ağrı
  • Cinsel ilişki sırasında şiddetli ağrı
  • Büyük tuvalete çıkarken zorlanma ve ağrı, bazen ishal
  • Sık idrara çıkma ve idrarda kan görülmesi
  • Yan ağrısı, sırt ağrısı

ENDOMETRİOZİS NEDEN OLUR? 

Endometriozisin kesin bir nedeni net olarak bilinmemektedir. Birkaç teori olmakla birlikte bu teorilerden hiçbiri tek başına tüm endometriozis vakalarını açıklayamamaktadır. Özellikle zayıf, uzun boylu, kızıl saçlı, renkli gözlü kadınlarda daha fazla görülmektedir. Endometriozisi açıklamaya çalışan teorilerden bazıları şunlardır:

  1. Kadınlarda adet başladığında rahim iç tabakası olan endometriumun yüzeyel kısmı dışarı atılırken aynı tabaka tüplerden karın boşluğuna dökülebilmektedir. Bağışıklık sistemi sağlıklı olan kadınlarda karın boşluğuna dökülen bu kan ve endometrial dokular temizlenirken, bazı kadınlarda temizlenemez ve tüplere, yumurtalıklara, bağırsağa, idrar torbasına veya karın boşluğundaki diğer organlara yerleşir. Bu bölgelerde inflamasyon dediğimiz savunma hücrelerinin göçüne neden olur. Hastalığın ilerleyen döneminde kanamalar, doku iyileşmeleri ve karın içinde yapışıklıklar ortaya çıkabilir. Yumurtalıkların içinde oluşan endometriozis odakları her adet döneminde hormonların etkisi ile yumurtalıkların içine de kanar, endometrioma olarak bilinen lezyonlara neden olur. Yumurtalık içinde biriken kan zamanla kahverengine dönüşür ve çikolataya benzediği için de halk arasında bu kistler çikolata kisti olarak adlandırılır.
  2. Diğer bir teori de rahim iç tabakasındaki hücrelerin kan damarları yoluyla vücudun diğer organlarına ulaşmasıdır. Nadiren de olsa literatürde hastanın gözünde her adet döneminde kanamaya neden olan ya da göğüs boşluğunda yine her adet döneminde kan birikmesine neden olan endometriozis odakları bildirilmiştir. Bu odaklar bu teoriyle açıklanabilmektedir.

Bir de endometriozisi engelleyen bazı durumlar bilinmektedir. Bunlar arasında gebelik, birden fazla doğum yapmak ve emzirmek yer alır. Yine yüksek vücut kitle indeksi ve özellikle bel-kalça oranı yüksek olan kilolu kadınlarda endometriozis daha az görülmektedir.

ENDOMETRİOZİS TEŞHİSİ NASIL KONULUR? 

Endometriozisin kesin tanısı, normalde sadece rahim iç tabakasında bulunması gereken endometrial dokunun; bez ve fonksiyon gören kısmının vücudun diğer kısımlarında görülmesi, bu dokuların cerrahi olarak çıkarılması ve patoloji uzmanları tarafından mikroskobik olarak görülmesi ile konulmaktadır.

Ön tanı için hastanın detaylı öyküsü, belirtileri oldukça önemlidir. Hasta öyküsünden elde edilen, sonradan başlayan adet ağrıları, karın alt bölgelerinde ağrı, cinsel ilişki sırasında ağrı, kendiliğinden çocuk sahibi olamama, büyük tuvaletin yapılması sırasında ağrı, kanlı idrar ya da kanlı dışkılama gibi bulgular hastalığın belirlenebilmesi için önem taşımaktadır.

Muayenede varsa vajende yerleşimli endometriotik nodüller görülebilir. Çikolata kistleri palpe edilebilir. Muaye ile birlikte yapılan jinekolojik ultrasonda çikolata kistleri tanısı daha net konulabilir. Kalın barsağın son kısmı olan rektum üzerindeki endometriotik nodüller görülebilir. Jinekolojik muayene ile şiddetli endometriozis vakalarının yüzde 70’ine ön tanı konulabilmektedir.

Bazen ek tetkikler de gerekebilmektedir. Kanlı idrar şikayeti olan hastalarda idrar torbası ya da idrar yollarındaki endometriotik lezyonlar sistoüreteroskopi adını verdiğimiz işlemle ince bir kamera yardımıyla görülebilir. Kanlı dışkılaması olan hastalarda kolonoskopi ile yine endometriotik nodüller görülebilir. Ayrıca derin infiltratif endometriozisin tanısında ve cerrahi planlamasında manyetik rezonans görüntüleme yani MR değerli bir yöntemidir. Ancak tekrar belirtmekte fayda görüyorum. Endometriozisin kesin tanısı laparoskopi ile çıkarılan lezyonların mikroskobik incelemesi ile konulmaktadır.

ENDOMETRİOZİS TEDAVİSİ NASIL OLUR? 

Endometriozis tedavi edilebilir bir sorundur. Tedavi hastanın hangi şikayet ya da şikayetlerinin ön planda olduğuna, çocuk istemi olup olmamasına ve muayene bulgularına göre bireyselleştirilmelidir. Bekleme-gözlem tedavisinden, ilaç tedavisine, yardımcı üreme tekniklerinden cerrahiye kadar geniş bir yelpazede tedavi uygulanabilmektedir.

Ağrısı ön planda olan endometriozisli kadınlar medikal tedaviden fayda görebilirken, ilerlemiş vakalarda, üremeye yardımcı tekniklerin başarısız olduğu çocuk istemi olan kadınlarda cerrahi tedavi gündeme gelebilmektedir.

Eğer kişi belirli bir süredir gebe kalamama şikayeti ile başvuruyorsa ilk aşamada aşılama ve tüp bebek gibi yardımcı üreme tekniklerinden yararlanılmaktadır. Tüp bebek tedavisi gibi üremeye yardımcı yöntemler uygulanan hastaların bir kısmı gebe kalabilmektedir. Bu tedavilerden yanıt alınamaması halinde ise cerrahi olarak hastalığın temizlenmesi yoluna gidilebilmektedir. Cerrahi yöntemde; laparoskopik cerrahiyle çikolata kistlerinin çıkartılması, yapışıklıkların açılması, tüplerin normal anatomisine getirilmesi ya da tedaviye rağmen şiddetli ağrıları olan derin infiltratif endometriozis vakalarında nodüllerin çıkarılması gündeme gelmektedir. Özellikle 40 yaş üzerindeki hastalarda çikolata kistleri daha dikkatli izlenmelidir. Çünki çikolata kisti zemininde yumurtalık kanseri gelişme riski bulunmaktadır. Ultrason ya da MR’da şüpheli görünüm saptanması durumunda o yumurtalık ve tüpün alınması gündeme gelebilmektedir. Ancak bir kez daha vurgulamak istiyorum. Bu hastalarda standart bir yaklaşım olmayıp tedavi her hasta için bireyselleştirilmelidir.

ENDOMETRİOZİS İLE İLGİLİ SIK SORULAN SORULAR 

Endometrioziste risk faktörleri nelerdir?

Erken yaşta adet başlaması, 21 günden sık adet olmak, hiç doğum yapmamış olmak, adet kanama miktarının çok olması, uzun boy- kızıl saç- mavi-yeşil göz rengi- çilli olmak gibi olguların yanı sıra endometriozis hastalığı için belirlenen risk faktörlerinden bazıları şunlardır:

  • Kısırlık
  • Doğumsal olarak kadın üreme organlarının yapısal bozukluğu
  • Alkol, kafein
  • Yağ ve kırmızı etten zengin diyet
  • Düşük vücut kitle indeksi
  • Birinci derece akrabada endometriozis olması
  • Herhangi bir şikayete neden olmayan endometriozis beyaz ırka göre siyahilerde daha az ama Asyalılarda daha fazla görülmektedir.

Endometriozis gebe kalmayı engelliyor mu?

Ülkemizdeki tüm üreme çağındaki kadınların yüzde 5-10’unda endometriozis görülmektedir. Ancak gebe kalma problemi yaşayan kadınlarda bu oran yüzde 25-30’lara kadar çıkabilmektedir. Endometriozis farklı nedenlerle gebe kalmayı engelleyebilmektedir. Endometriozis; üreme organlarında yapışıklıklar oluşturarak, yumurtanın tüplerin içine ulaşmasını engelleyebilmektedir. Bazen de tüplerin ucunu tıkayarak yani ‘tubal tıkanıklığa’ yol açarak gebeliği önleyebilmektedir. Endometriozisin, endometrioma  denilen çikolata kisti oluşturma ihtimali de bulunmaktadır. Bu kistler yumurtalıklara yerleşerek, sağlıklı bir yumurtlama olmasını engelleyebildiği gibi yumurta rezervini azaltarak gebelik şansını da düşürebilmektedir. Endometriozis odaklarından salgılanan sitokinler ile humoral faktörler ise embriyo gelişimini ve tutunmasını olumsuz etkileyebilmektedir. Tedavi sonrası, iki yıllık beklemenin ardından gebelik yüzde 40 oranında artmaktadır. Ancak kişi yine normal yollarla gebe kalamazsa, tüp bebek denenebilmektedir.

Derin endometriozis nedir?

Üreme çağındaki kadınlarda sık görülen endometriozis hastalığının özel bir tipi olan “derin infiltratif endometriozis”, bazen şiddetli ağrıyla kendini gösteriyor bazense hiç belirti vermeden sessizce ilerleyebilmektedir. Belirti göstermeyen hastalar genellikle gebe kalamama şikayetiyle doktora başvurmaktadır. Endometriozisin, vajen ile rektum arasındaki rahmin bağları, bağırsak, idrar torbası, idrar kanalları ve karın zarının derinlerine yayılması olarak tanımlanan “derin infiltratif endometriozis” sorunu sadece kadın hastalıkları alanını değil, genel cerrahi, üroloji, gastroenteroloji gibi alanları da ilgilendiren, multidisipliner yaklaşım gerektiren bir hastalıktır.

İleri evrelere kadar hiçbir bulgu vermeyebilen bu dokular, çok büyük boyutlara ulaştığında bağırsak bölgesinde kanalları tıkayabilmektedir. “Derin infiltratif endometriozis” adı verilen bu durumda cerrahinin tecrübeli ellerde, deneyim sahibi kişiler tarafından yapılması önem taşımaktadır. Çünkü ameliyat esnasında rahim ve bağırsak arasındaki bölgeyi ve idrar borucukları olan üreterleri çok iyi serbestleştirmek gerekir. Cerrahide çoğu kez tutulmuş olan bağırsak kısmının çıkartılması ve geriye kalan kısımların bir araya getirilmesi oldukça önemlidir. Hastaların sosyal yaşantısını ciddi anlamda etkileyen derin endometriozis tanısının doğru konulabilmesi, endometriozisin dokular arasında ciddi yapışıklıklara yol açmasının önlenebilmesi için tanı ve tedavinin, deneyimli ellerde ve gerekli donanıma sahip merkezlerde yapılması önem taşımaktadır.

Endometriozis bitkisel tedavisi olan bir hastalık mıdır?

Endometriozis bitkisel tedavi ile çözülemez. İnternette yer alan “Endometriozis için şifalı bitkiler” adı altında satılan ürünler yarardan çok zarar getirebilir. Endometriozis için uzman bir kadın hastalıkları ve doğum doktoru ile tedavi planlanmalıdır.

Endometriozis tanısı en çok ne zaman konulur?

Endometriozis tanısı ortalama 25-35 yaş arasında konulmaktadır. Hastalığın başlangıcı ile tanısı arasında yaklaşık 7 senelik bir gecikme periyodu görülmektedir.

Menopoz sonrasında endometriozis görülür mü?

Endometriozis hormon bağımlı bir hastalıktır. Menopozda yumurtalıklardan üretilen östrojen ve progesteron hormonları kesildiğinden endometriozis hastalığının da gerilemesi beklenmektedir. Menopoz sonrası dönemde endometriozis görülme oranı yüzde 5’in altındadır ve genelde bu kadınların hikayesinde menopoz semptomlarını geriletmek için kullanılan hormon yerine koyma tedavisi yer almaktadır.

Endometriozisin kilolu olmakla ilgisi var mı?

Endometriozisin oluşmasına neden olan risk faktörlerinin yanı sıra bu hastalıktan korunmayı sağlayan faktörler de bulunmaktadır. Gebelik, birden fazla doğum yapmak ve emzirmek başlıca koruyucu etkenler arasında yer alırken; yüksek vücut kitle indeksi ve özellikle bel-kalça oranı yüksek olan obez kadınlarda endometriozis hastalığı daha az görülmektedir.

Adet ağrısı endometriozis belirtisi mi?

Evet, şiddetli adet ağrıları endometriozis belirtisi olabilir. Ancak adet sancıları ilk adetten itibaren değil daha sonraki herhangi bir dönemde başlamaktadır. İlk adetten itibaren olan adet sancıları primer dismenore olarak adlandırılır ve nedenleri genellikle daha farklıdır. Ne yazık ki pek çok kadın adet ağrılarını doğal karşılayıp, bu ağrılarla yaşamak zorunda gibi hissedebilmektedir. Çoğu kadın bir doktora gitmek yerine bu ağrıların normal olduğunu düşünebilmektedir. Oysa bu sorun kadınların hayat kalitesini düşürmekte, ilerleyen safhalarda üremeyi de olumsuz etkileyebilmektedir.

Çikolata kisti nedir?

Çikolata kisti kadınların yumurtalıklarında, tüplerinde ve rahiminde yer alan her adet kanamasında kendi içine kanayarak büyüyen bir kist türüdür. Çikolata kistlerinin bu ismi almasının sebebi içinde biriken adet kanının bir süre sonra gerçekten çikolata gibi, biraz daha akışkan hale gelmesi ve renginin kahverengine dönmesidir. Bu kistlerin gerçek adı endometriomadır. Tanısı çok büyük oranda ultrasonla konulur. Kanda ca125 düzeyi genelde bakılmaktadır ancak yumurtalık tümörü ile ayrımında bize çok yardımcı olamamaktadır.

Çikolata kisti tedavisi kişiye göre değişmektedir. Genç, çocuk istemi olmayan kadınlarda çikolata kistlerinin büyümesi doğum kontrol haplarıyla baskılanabilir. Çocuk istemi olan kadınlarda kendiliğinden gebe kalınamıyorsa aşılama, tüp bebek gibi üremeye yardımcı teknikler uygulanması gerekebilir. Bu tedavilere rağmen gebe kalamayan kadınlarda, büyük kistleri olan ve bu nedenle torsiyon veya rüptür riski artmış kadınlarda ameliyat gerekebilir. Bu hastalarda altın standart tedavi laparoskopik cerrahi ile kistin duvarının tamamen çıkarılmasıdır. Tamamen çıkarılamadığı takdirde tekrarlama ihtimali artmaktadır.  Özellikle 40 yaşın üzerinde endometrioma zemininde kanser gelişim riski arttığından daha ayrıntılı değerlendirme ve gerektiğinde MR gibi görüntüleme yöntemlerine başvurmak gerekebilmektedir. Şüpheli bir lezyon varlığında o yumurtalık ve tüpün alınması gerekebilmektedir.

Endometriozis ve kısırlık arasında bağlantı var mı?

Hamile kalamayan kadınlarda nedenlerden biri de endometriozis hastalığı olabilir. Bu kadınların bir kısmında endometriozisin neden olduğu yara dokusu kadının tüplerinde tıkanıklığa yol açmaktadır. Ancak, çoğu kadında endometriozisin doğurganlığı etkileme nedenleri henüz net olarak bilinmemektedir.

Endometriozis kısaca şunlara neden olabilmektedir:

  • Over rezervi dediğimiz yumurtalıklarda bulunan yumurta sayısını azaltmaktadır.
  • Yumurtlama fonksiyonunu bozmaktadır.
  • Tüplerde tıkanıklığa yol açarak sperm ve yumurtanın birleşmesini engelleyebilmektedir.
  • Spermleri öldüren doğal toksinler üretmektedir.
  • Embriyonun rahim içerisine tutunmasını engellemektedir.
  • Embriyo gelişimi üzerine zararlı etkisi vardır.

Tüp bebek yöntemiyle endometriozis hastaları hamile kalabilir mi?

Tüp bebek tedavisiyle endometriozis hastalığı olan kadınlarda yaşlarıyla orantılı olarak tek bir denemede % 60’a varan oranlarda gebelik sağlanabilmektedir. İlk denemede gebe kalamayan kadınlarda elbette tüp bebek tedavisini tekrarlamak gerekmektedir. Tekrarlayan denemeler ile gebelik şansı büyük oranda yakalanabilmektedir.

Bağışıklık sistemi endometriozis üzerinde etkili mi?

Endometriozisin kesin nedeni halen bilinmemektedir. Bu konuda en yaygın kabul gören teori, adet kanamaları sırasında rahim içindeki dokuların kadının tüplerinden geçerek karın boşluğuna yerleşmesi ve burada gelişimini sürdürmesidir. Bağışıklık sisteminin de buna izin verecek şekilde normalden farklılık gösterdiği düşünülmektedir.

Rektumda endometriozis bulunur mu?

Endometriozis hastalığı oldukça yaygın bir sağlık sorunudur. Bu doku karın içindeki organlarda (yumurtalık, rahim kanalı, karın iç zarı, bağırsaklar, rektum, idrar kesesi) bulunabildiği gibi karın dışında (vajina, göbek, göz, plevra) da bulunabilir. Belirtilerin şiddetine ve endometriotik nodüllerin rektum iç kanalına ulaşma oranına göre bazı hastalarda nodülün bulunduğu kalın barsağın son kısmı olan rektumun çıkarılması ve kalan kısımlarının tekrar birleştirilmesi,  bazı hastalarda ise nodülün rektum üzerinden makas yardımıyla sıyrılması gerekebilmektedir. 

Çikolata kisti ve endometriozis ameliyatında neler önemlidir?


Bu ameliyatlarda Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanları şu noktalara dikkat etmektedir:

  • Yumurtalık rezervine zarar vermemek: Bu ameliyatlarda kist duvarı dışında bulunan yumurtalık dokusuna zarar verilmemesi gerekir. Çünkü yumurtalık dokusu zarar görürse burada bulunan yumurtalar zarar görebilir ve hasta ileride erken menopoz ve kısırlık sorunuyla karşı karşıya kalabilir. Yumurtalıklara, tüplere ve rahim dokusuna zarar vermemek, çikolata kisti cerrahisinde en önemli noktalardır.
  • Yapışıklıkların açılması: Çikolata kisti diğer yumurtalık kistlerine göre yoğun yapışıklıklara neden olabilir. Ameliyat esnasında bu yapışıklıkların açılması ve düzeltilmesi ağrı şikayetini azaltırken gebelik tedavisi için başarı oranını da artırabilmektedir. 
  • Derin yerleşimli endometriozis nodüllerinin çıkartılması:  Endometriozis ve çikolata kisti şiddetli kasık ve karın ağrısı ile de ilişkili olabilmektedir. Özellikle derin infiltratif endometriozis denilen ve şiddetli ağrıya yol açan endometriozis nodüllerinin ameliyat öncesi saptanması büyük önem taşımaktadır. Bu nodüllerin varlığında, ameliyatta sadece çikolata kistinin çıkartılması ağrıları tamamen geçirmez. Mutlaka yumurtalık kisti ile birlikte derin infiltatif endometriozis nodullerinin de çıkartılması gerekmektedir. Bu bölge cerrahi açıdan oldukça önemlidir. Çünkü, kalın bağırsağın rahim ve yumurtalıkların arkasındaki kısmı olan rektum ve her iki böbrekten idrar torbasına idrarın geçişini sağlayan üreter dediğimiz boru şeklindeki yapılara yakın komşuluğu vardır. Ameliyat sırasında bu dokuların korunması büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle bu cerrahiler konusunda tecrübeli hekimler tarafından yapılmaktadır.

Çikolata kisti kaç cm olursa ameliyat gerekir?

Çikolata kisti ameliyatı için belirli bir büyüklük sınırı yoktur. Ameliyat için hastanın yaşı, infertilitesi, rüptür ve torsiyon riskleri hasta ile konuşularak birlikte karar verilmelidir. Rüptür, yumurtalığın endometrioma olan kısımlarının yırtılması ve endometrioma içeriğinin karın boşluğuna dökülmesidir. Torsiyon ise endometriomayı da içeren yumurtalık ve tüpün kendi etrafında dönmesi ile kan akımının bozulması ve kangren olmasıdır. Bu durumda yumurtalık ve tüp tekrar döndürülerek eski haline getirilir. Ancak maalesef bazı hastalarda yumurtalık kurtarılamamaktadır.

Çikolata kisti kendiliğinden geçer mi?

Çikolata kisti kendiliğinden geçmez. Tedavisi cerrahidir. Bazı ilaçlar kistlerin büyümesini önlese de yok edememektedir. Kist patlarsa içeriği karın boşluğuna dökülebilir ancak kistin duvarı çıkarılmadığı için kistin tekrarlama riski oldukça yüksektir.

Çikolata kisti ağrısı nasıl olur?

Çikolata kisti olanlar adet sancısı çektiklerini söylerler. Ağrılarının da adetten hemen önce başlayıp, adet dönemi boyunca devam ettiğini dile getirirler. Hastalar, özellikle kasıklarında, bacaklarına ve bellerine vuran ağrı olduğunu ifade edebilirler. Bunun yanında çikolata kisti cinsel ilişki sırasında da ağrıya sebep olabilir. Bazen bağırsaklarda ve idrar torbasında da bir ağrıya rastlanabilir.

Çikolata kisti rüptürü (patlaması) nasıl anlaşılır?

Endometriomaları rüptüre olan hastalar kasıklarına bıçak saplanır tarzda bir ağrı hissettiklerini, bu ağrının sonrasında tüm karınlarına yayıldığını ifade eder. Çikolata kistinin rüptüre olduğu ultrasonla anlaşılabilmektedir. Bazen hastalarda ağrıyla birlikte bulantı, kusma, halsizlik de görülebilir.

Çikolata kistinde CA 125 değeri nedir?

Ca125 değeri aslında yumurtalıklarında kitle saptanan hastalarda kitlenin kötü huylu yani kanser olup olmadığı ayrımı için kullandığımız bir kan tetkikidir. Kanser dışında birçok durumda da Ca125 düzeyleri yükselebilmektedir. Bu durumlardan biri de çikolata kistleridir. Özellikle rüptüre yani patlamış çikolata kistlerinde Ca125 değerleri oldukça yüksek değerlere ulaşabilmekte, karın içine dökülen çikolata kisti içeriği ile birlikte ileri evre yumurtalık kanserlerini taklit edebilmektedir.

Çikolata kisti akıntı yapar mı?

Çikolata kistleri karın içerisinde yerleşmiş bulunan yumurtalıklarda görüldüğünden ve vajen ile doğrudan bağlantılı olmadığından akıntıya neden olmamaktadır.

Bekarlarda çikolata kisti olur mu?

Bekarlarda çikolata kisti olabilmektedir.

Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.

MEMORIAL Jinekolojik Onkoloji Uzmanı Doç. Dr. Gökhan Demirayak

Ailevi Akdeniz Ateşi Hastalığı

Kısaca FMF olarak bilinen Ailevi Akdeniz Ateşi; otozomal resesif geçişli, inflamatuar bir hastalıktır. Hastalık MEFV geninde mutasyon sonucu oluşarak nesilden nesile aktarılmaktadır. MEFV geni; beyaz kan hücrelerinde bulunan ve bir protein çeşidi olan pyrinin denetlenmesinde görev almaktadır. Bu protein vücutta iltihabı (inflamasyonu) kontrol altında tutmaktadır.
Ailevi Akdeniz ateşinde MEFV geni mutasyona uğradığı için Pyrin proteini düzgün çalışamaz ve vücuttaki inflamasyonu kontrol edemez. Bunun sonucunda, vücudun belli bölgelerinde oluşan inflamasyona ağrı ve ateş veya kızarıklık eşlik edebilmektedir.

Akdeniz Ateşi Görülme Sıklığı

FMF; Yahudi, Ermeni, Türk, Arap ve diğer Akdeniz kökenli etnik gruplarda sık görülen bir hastalıktır. Türk Akdeniz Ateşi çalışma grubunun verilerine göre hastalık prevelansına bakıldığında 1/1000 gibi bir oranla karşılaşılmaktadır. Hastalığın taşıyıcılık oranı ise 1/5 gibi yüksek değerde olduğu gösterilmiştir.

Akdeniz Ateşi Hastalığı Nasıl İlerler? Bulguları Nelerdir?

Hastalığın belirli atak dönemleri vardır. Bu atak dönemlerinde kişilerde; yüksek ateş, karında ağrı, göğüste batma hissi, dizlerde ve bileklerde artirit olarak bilinen inflamasyon gözlenmektedir. Bulgular kişiden kişiye göre değişiklik gösterebilmektedir.

FMF tanısının geç konulması ve tedaviye başlanmaması durumlarında ataklar kronikleşebilir. Kronikleşen ataklar amiloidosiz denilen ciddi bir komplikasyona neden olabilmektedir. Anormal amiloid protein birikimi olan amiloidosiz; çeşitli organlarda hasara yol açabilmekte ve böbreklerde birikim sonucu böbrek yetmezliği oluşturabilmektedir. Tanının erken konulması ve tedaviye biran önce başlanması bu noktada önem arz etmektedir. Hastalığın tedavisinde atak sıklığının azalmasını sağlayan ve amiloidosiz gelişimini önleyen kolşisin isimli ilaç tedavisi uygulanmaktadır.

Akdeniz Ateşi Hastalığında Beslenme Tedavisi

Bir kez daha söyleyecek olursak, pyrin proteini vücutta inflamasyonu baskılmaktadır. Ancak bu hastalıkta mutasyon pryinin görevini yapmasına engel olmakta ve vücudun bağışıklık sistemi zayıf düşmesiyle birlikte ateş ve iltihabi bazı durumlar oluşmaktadır. Bu bağlama göre düşünüldüğünde, anahtar kelimeler inflamasyon ve bağışıklık sistemi olabilir. Bu hastalıkta bağışıklık sistemini güçlendirecek yeterli ve dengeli bir beslenme yaklaşımı ve uygun fiziksel aktivite, ilaç tedavisine ek destek sağlayabilmektedir.

Bağışıklık Sistemini Güçlendir
Vücudun savunma sistemi bağışıklık sistemidir. Yeterli ve dengeli beslenme, güçlü bağışıklık sisteminin temelinde yer almaktadır. Bağışıklık sistemini güçlendirecek besinler düşünüldüğünde; vitamin ve minerallerin, antioksidanların temel kaynağı olan sebze ve meyve grubu ilk akla gelendir. Yalnızca vitamin ve mineralden zengin beslenmek bağışıklık sistemi için yeterli değildir. Bu sistemin güçlü olabilmesi için, yeterli karbonhidrat ve protein tüketimi, esansiyel yağ asitleri alımı da oldukça önemlidir.

Vitaminler ve Mineraller
Dengeli beslenmenin bir parçası olan vitamin ve mineraller, bağışıklık sisteminin etkili birer oyuncularıdır. Antioksidan vitamin ailesinin başında C, A ve E vitamini yer almaktadır. Son zamanlarda yapılan araştırmalar, D vitamininin de bağışıklık sisteminde etkin bi rolü olduğunu ortaya çıkarmaktadır.

Ülkemizde D vitamini eksikliği oldukça yaygındır. Buna ek olarak FMF’ye sahip çocuklarda yapılan bir araştırmada; serum D vitamininin, diğer çocuklara nazaran daha düşük olduğu bulunmuştur. Bu araştırma göz önüne alınarak, FMF’li çocuklarda D vitamini takip edilmeli ve D vitamininden zengin olan süt, yoğurt, yumurta, balık, FMF’li hastaların beslenme listesinde yer almalıdır.

Kolşisin tedavisi alan hastalarda üzerinde durulması gereken bir başka vitamin B12’dir.Kolşisin, B12 vitamini eksikliğine neden olabilmektedir. Kolşisin kullanan hastaların B12 replasman kullanma gerekliliği günümüzde net olmayan bir konudur. Bu konu ile ilgili araştırmalar sınırlı olup, ülkemizde yapılan bir araştırmada; düzenli kolşisin kullanan 95 FMF hastasının B12 vitamin düzeyi ölçülmüş ve 90 kişilik kontrol grubuyla kıyaslama yapılmıştır. B12 vitamin eksikliği açısından bireylerin değerlendirildirildiği bu çalışmada, hasta bireylerin %12,6’sında, kontrol grubunda ise %3,3’lük bir eksiklik saptanmıştır. Sonuç olarak, düzenli kolşisin kullanan hastalarda kontrol grubu ile kıyaslanıldığında anlamlı düzeyde fazla kişide B12 vitamin eksikliği saptanmıştır. Çalışmanın sonuçları doğrultusunda uzun süreli düzenli kolşisin alan hastalarda klinik olarak asemptomatik B12 vitamin eksikliği gelişebileceğinden, bu eksikliğin tedavi edilmemesi durumunda vitamin eksikliğine bağlı ciddi sorunlar ortaya çıkabileceğinden, hastaların düzenli aralıklarla B12 düzeylerini ölçtürmesi önerilmektedir.

Proteinler
Proteinler, bağışıklık sisteminde görev alan antikorların yapımında önemli rol almaktadır. Glutamin ve arginin, bu yapılarda rol alan önemli aminoasitlerdendir. Bu aminoasitler genel olarak hayvansal besinlerin içerisinde yer almaktadır. Et, tavuk, balık, yumurta ve kurubaklagiller önemli protein kaynaklarıdır ve yeterli miktarlarda tüketilmelidir.

Esansiyel Yağ Asitleri
Esansiyel yağ asitleri grubunda yer alan omega 3 yağ asitleri, kroner kalp hastalığından inflamasyona kadar birçok hastalığın önlenmesinde gerekli olan önemli yağ asitidir. FMF beslenmesinde; balık yağı, ceviz yağı, , avokado yağı, fındık vb. kuruyemişlerin yağları gibi enfeksiyonu önleyen omega 3 yağ asiti bakımından zengin olan bu yağlar diyetlerde yer almalıdır.

  • Stres ve Ağır Fiziksel Aktivite

FMF hastalığında beslenme dışında dikkat edilmesi gereken başka dış faktörler de vardır. Birçok hastalıkta olduğu gibi FMF hastalığında da stres önemli bir tetikleyicidir. Bu konu ile ilgili yapılan bir çalışmada bireylerde stresli etkinliklerin artmasının atak sıklığını arttırdığı belirtilmiştir. Yine aynı çalışmada, ağır fiziksel aktivite ile FMF atakları arasında pozitif ilişki görülmüştür.

Öneriler

  • Taze sebze ve meyveler bolca tüketilmelidir.
  • Protein, yeterli miktarda tüketilmelidir.
  • Beslenmede antiinflamatuar besinlere (balık, ceviz, vb.) yer verilmelidir.
  • Yağlı yiyeceklerden, kızartmalardan uzak durulmalıdır.
  • Sağlığa zararlı olan şeker, hazır gıdalar, gazlı içecekler ve abur cuburlardan uzak durulmalıdır.

Stresten olabildiğince uzak bir yaşam, bağışıklık sistemini destekleyecek yeterli ve dengeli bir beslenme ve kararında yapılan fiziksel aktivite, FMF hastalarında kişinin yaşam kalitesini arttıracak, sağlık zincirine bağlı görünmez önemli halkalardır.

Dyt. Büşra Altıntaş

B12 vitamini nedir? Eksikliğinin belirtileri nelerdir?

İnsan sağlığı için çok önemli bir rolü bulunan, yaşamsal fonksiyonlar için mutlaka gerekli olan vitaminler, suda ve yağda çözünmelerine göre iki grupta sınıflandırılır.  B12 ısıya duyarlı ve suda çözünen bir vitamindir. Bağışıklık sistemini güçlendiren, sinir sisteminin doğru ve hızlı çalışmasında görev yapan vitamin özellikle et, yumurta, balık, yumurta ve sütte bol miktarda bulunur.

B12 vitamini nedir?
C vitamini, B vitamini çeşitlerinden Riboflavin (B2) ve Niasin (B3) ,Nikotinik asit ,vitamin pp ve Folik Asit ile birlikte suda eriyen vitaminler arasında yer alan B12, insan sağlığı için önemli bir yere sahiptir. Nitekim vücut tarafından üretilmeyen B12 vitamini sinir dokusunun sağlığı ve kırmızı kan hücresi üretimini sağlar.
Vücutta depolanma miktarı da düşük olan B12 vitamini içeren besinlerin çok bekletilmemesi, pişirme süresine dikkat edilmesi tavsiye edilir. Besinleri pişirme süresinin uzaması ve derecesinin yükselmesi, B12 vitamininin kaybını artırmasına yol açabilmektedir.

B12 vitamini ne işe yarar? B12 vitamini faydaları nelerdir?

B12 vitamininin vücut çalışmasında birçok önemli görevi vardır. Bağışıklık sistemini güçlendiren B12 protein metabolizmasında görev alır. Ayrıca sinir sisteminin doğru ve hızlı çalışmasına yardımcı olur. B12, kemik iliğinde kan hücrelerinin yapımında da görevlidir.  

B12 vitamini faydaları oldukça fazladır. Sinir tahribatını önler, doğurganlığı sağlar, vücut hücrelerinin oluşumunu kendini yenilemesini ve uzun yaşamasını sağlar, sinir uçlarının normal gelişimini kolaylaştıran vitaminler arasında yer alır. Öte yandan vücuda yeterli miktarda alınan B12 vitamini hafızanın güçlenmesine ve öğrenmeye  de yardımcı olabilmektedir.

B12 vitamini eksikliğinin belirtileri neler?

‘B12 eksikliği belirtileri nedir?’ sorusu en çok merak edilenler arasındadır. DNA metabolizmasının temel vitamini olarak nitelendirilen B12, vücutta yeterince bulunmadığı ve önlem alınmadığında ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir. B12 vitamini eksikliğine neden olan faktörler arasında B12 vitamini içeren besinlerin yeterli miktarda tüketilmemesi,  bazı durumlarda bol miktarda tüketilmesine rağmen bağırsakta yeterli derecede emilememesi ve bazı ilaçların uzun süreli kullanımı bulunur.

B12 vitamin eksikliği belirtileri, vücut rezervleri tamamen tükeninceye kadar kendini belli etmeyebilir. B12 eksikliğinde belirtiler şöyle görülebilir:

  • El kol ve bacaklarda uyuşukluk hissi
  • Özellikle bebeklerde ve çocuklarda gelişmede gerilik
  • B12 eksikliğinde kansızlık görülebilir
  • Sinir sisteminde bozulma
  • Yürümede zorlanma, dengesizlik gözlenebiliyor
  • Dilin şişmesi
  • İshal şikayeti
  • Kulakta çınlama
  • Ciltte sararma
  • Çarpıntı
  • Ağrı ve hassaslaşma
  • Yine b12 eksikliğinde uzun süreli zihinsel yorgunluk gözlenebilir

B12 vitamini eksikliğinin neden olabileceği zihinsel yorgunluk zamanla entelektüel becerilerin de yavaşlamasına yol açabilir. Eğer kişide uzun süreli olarak unutkanlık, hafıza kaybı, konsantre olamama gibi problemler varsa mutlaka B12 vitamini açısından incelenmesi için doktora başvurulması önerilir.

B12 vitamini içeren besinler-gıdalar nelerdir?

Vücut tarafından üretilemeyen B12 vitamini nelerde bulunur sorusuna yanıt olarak aşağıdaki besinler sıralanabilir:

  • Kırmızı et
  • Tavuk
  • Balık
  • Karaciğer sakatatı
  • Böbrek sakatatı
  • Çeşitli deniz ürünleri (karides, midye)
  • Süt
  • Yoğurt
  • Peynir
  • Yumurta

B12 vitamini hayvansal gıdalarda süt ve süt ürünlerinde oldukça fazla olmasıyla birlikte mayalı soya ürünlerinde de bulunur. Omega-3 kaynağı kuruyemişlersebze ve meyve grupları iseB12 vitamini içermez.

Pişirme süresinin uzaması B12 kaybını artırır

Besinleri pişirme süresinin uzaması ve derecesinin yükselmesi B12 vitamini eksikliğine yani B12 vitamini kaybının artmasına neden olabilir. Ayrıca B12 vitaminini bol miktarda içeren balık ya da karaciğerin suda haşlandıktan sonra suyunun dökülmesi de B12 vitaminin kaybını artıran sebepler arasında yer alır. Araştırmalara göre etler ızgara yapılırken, sıcaklık ve damlayan suyla B12 vitamininin yüzde 30’u, nemli sıcaklıktaysa yüzde 10-20’sinin kaybolduğu saptanmıştır. Öte yandan UHT yani uzun raf ömürlü sütlerdeki B12 kaybı yüzde 7- 10 civarında iken, vitaminin yaklaşık yüzde 30’u da kaynamayla kaybolabilir.

B12 değeri kaç olmalı?

İnsan sağlığı için büyük önem teşkil eden B12 vitamininin eksikliği ciddi sağlık problemlerine yol açabilir. Vücudun B12 vitamini ihtiyacı günlük 2-3 mcg’dir. Hamilelerde ve emzirenlerde günlük B12 vitamini ihtiyacı miktarı daha fazladır. B12 vitamininin miktarı testlerde 200 pg/mL ile 800 pg/mL arasında olması beklenmektedir. 200 pg/mL altındaki B12 vitamini düşük kabul edilmektedir.

B12 eksikliği nelere sebep olur?

B12 eksikliği sağlık problemlerine neden olabilir. B12 vitamini alyuvarların kemik iliğinden üretilmesi için elzemdir. Vitaminin yeterli alınmaması kansızlığa yol açabilir. Yaşlılarda oldukça yaygın olan B12 vitamini eksikliği bu kişilerde depresyonun temel nedenlerinden biri olarak da görülebilmektedir. B12 vitamini eksikliği özetle şunlara sebep olabilir:

Ellerde veya ayaklarda karıncalanma

B12 vitamini eksikliği ellerde veya ayaklarda “karıncalanma” ya neden olabilir.  B12 eksikliğinde oluşan ‘Karıncalanma’ vitaminin sinir sisteminde çok önemli bir rol oynaması ve yokluğunun insanların sinir iletim problemleri veya sinir hasarı geliştirmesine neden olmasından kaynaklanır. Sinir sisteminde, B-12 vitamini miyelin adı verilen bir maddenin üretilmesine yardımcı olur. Miyelin, sinirleri koruyan ve hisleri iletmelerine yardımcı olan koruyucu bir kaplamadır. B12 vitamini eksikliği olan kişiler sinirlerini kaplayacak kadar miyelin üretmeyebilir. Bu kaplama olmadan da sinirler zarar görebilir.

Yürüme güçlüğü

B12 vitamini eksikliğinden kaynaklanan periferik sinir hasarı zamanla hareket sorunlarına yol açabilir. Ayaklarda ve uzuvlarda uyuşma, kişinin desteksiz yürümesini zorlaştırabilir. Ayrıca B12 eksikliği olan kişiler kas güçsüzlüğü ve azalmış refleksler de yaşayabilirler.

Soluk ten

B12 vitamini eksikliğinde soluk veya sarı cilt de görünebilir. Deri altında dolaşan kırmızı kan hücreleri cilde normal rengini verir. Kırmızı kan hücrelerinin yeterli olmadığı durumlarda cilt soluk görünebilir. B12 Vitamini, kırmızı kan hücrelerinin üretiminde rol oynar. Nitekim B12 vitamini eksikliği, kırmızı kan hücrelerinin eksikliğine veya megaloblastik anemiye neden olabilir .

Yorgunluk hissi

B12 vitamini eksikliğine bağlı megaloblastik anemi, kişinin kendini yorgun hissetmesine neden olabilir. Vücutta oksijen taşıyacak kadar kırmızı kan hücresi olmadığında, kişi aşırı derecede yorgun hissedebilir.

Kalp çarpıntısı

B12 vitamin eksikliği kalp çarpıntısının dolaylı sebepleri arasında yer alabilir.

Nefes darlığı

B12 vitamini eksikliğine bağlı anemi, kişinin nefes darlığı hissetmesine neden olabilir. Nefes almakta gerçekten güçlük çeken herkes vakit kaybetmeden bir doktora görünmelidir.

Ağız sağlığı

B12 vitamini ağız sağlığını da etkiler. B12 vitamini eksikliği, aşağıdaki ağız sorunlarına neden olabilir:

  • Şiş, kırmızı bir dile neden olan glossit
  • Ağız ülseri
  • Ağızda yanma hissi

Bu semptomlar, B-12 vitamini eksikliğinin kırmızı kan hücresi üretiminde azalmaya neden olması ve bu durumun da dile daha az oksijen ulaşmasıyla sonuçlanması nedeniyle ortaya çıkar.

Düşünme veya muhakeme sorunları

B12 vitamini eksikliği, doktorların bilişsel bozukluk olarak adlandırdığı düşünme ile ilgili sorunlara neden olabilir. Bu sorunlar, düşünme veya muhakeme güçlüğü ve hafıza kaybını içerir.

Sinirlilik

B12 vitamini eksikliği, bir kişinin ruh halini etkileyerek potansiyel olarak sinirlilik veya depresyona neden olabilir.

Mide bulantısı, kusma ve ishal

B-12 vitamini eksikliği sindirim sistemini de etkileyebilir.

İştah azalması ve kilo kaybı

Mide bulantısı gibi sindirim problemleri sonucunda B12 vitamini eksikliği olan kişiler iştahlarını kaybedebilirler. İştah azalması uzun vadede kilo kaybına neden olabilir.

Öte yandan Alzheimer ve demans gibi nöropsikiyatrik hastalıkların hem nedeni hem de sonucu olabilen unutkanlık vücuttaki hormon yetersizlikleri ve vitamin eksikliklerinin bir sonucu olarak da ortaya çıkabilmektedir. Tiroit hormonu yetersizliği, B12 ve D vitamini eksikliği de yaşam kalitesini olumsuz etkileyebilen unutkanlığa yol açabilir.

B12 vitamininin demans üzerinde etkisi nedir?

B12 vitamini eksikliği, bunama ve düşük bilişsel işlevle ilişkilidir; ancak B-12 vitamini takviyelerinin demansı önlemeye veya tedavi etmeye yardımcı olup olamayacağı açık değildir. Nitekim B12 vitamininin Demans, Alzheimer hastalığının gelişmesini önleyebileceğine ilişkin kesin bir kanıt yoktur.

B12 vitamin eksikliği en çok kimlerde görülür?

50 yaş ve sonrasında B12 vitaminin vücut tarafından emilmesi zorlaşmaya başlamasıyla B12 vitamini eksikliği ileri yaştakiler (65 yaş üstü) arasında sık görülmektedir. 65 yaş üstünde B12 eksikliği oranı % 3-42 arasında saptanmıştır. Veganlar da beslenmelerinde hayvan kaynaklı gıda ürünlerini içermediğinden, B12 vitamini eksikliği riski ile karşı karşıyadır. Pernisiyöz anemisi olan kişilerde de B-12 vitamini eksikliği olabilir. Pernisiyöz anemi, kanı etkileyen otoimmün bir hastalıktır. Bu bozukluğa sahip hastalar, midede vücudun B12 vitaminini emmesine izin veren bir protein olan yeterli intrinsik faktöre (IF) sahip değildir. Diğer riskli gruplar arasında ince bağırsak problemleri olan kişiler yer alır. Örneğin ince bağırsağı cerrahi olarak kısaltılmış bireyler kobalamini  yani B12 vitaminini düzgün şekilde ememeyebilirler. Bunlarla birlikte gastrit, çölyak hastalığı ve iltihaplı bağırsak hastalığı B12 vitamini eksikliğine neden olabilir çünkü bu koşullar besinlerin emiliminin azalmasına neden olur .

B12 eksiliği riskiyle karşı karşıya kalabilecekler şöyle sıralanabilir:

  • Vejetaryen ve sürekli diyet yapanlar
  • Zayıflama amaçlı mide-bağırsak ameliyatı olanlar
  • Alkol alışkanlığı bulunan ve aşırı alkol kullanan kişiler
  • Yetersiz beslenen küçük çocuklar veya hamileler
  • Antibiyotik sonrası bağırsakta aşırı bakteri çoğalması yaşayanlar
  • Mide ilacı kullananlar
  • AIDS hastası veya HIV pozitif kişiler

B12 eksikliği hamilelerde düşük ve erken doğum nedeni olabilir

B12 eksikliğinin nedenlerinden biri olan kansızlık hamilelerde erken doğum, bebeğin düşük kilolu doğması ve ölü doğumlara neden olabilmektedir. B12 eksikliğinde çocuklarda büyümede gerilik, sık hastalanma, dikkat dağılması, öğrenme ve algılama fonksiyonlarında azalma ortaya çıkabilmektedir.

B12 vitamini eksikliği yaşlılarda neden yaygın şekilde görünür?

İnsanlar yaşlandıkça, B12 vitamini emilimi azalır. Bunun nedeni yaşlı kişilerde vitamini işlemek için gereken asitler ve mide enzimleri ile ilgili problemler gelişmesidir.  B12 vitamini eksikliğinin yaygın belirtilerinden bazıları şunlardır: 
•    Sürekli yorgun ve/veya enerjisiz hissetmek
•    Kas zayıflığı
•    Hafıza sorunları, kafa karışıklığı veya hafif depresyon
•    Görme problemleri (Bulanık görme, çift görme…)
Yaşlı bireylerde düşük B12 vitamini düzeyleri için yaygın risk faktörleri şunları içerir:
•    Düşük mide asidi seviyeleri: Bu durum mide astarının zayıflamasına veya mide asidini azaltan ilaçlara bağlı gelişebilir.
•    B12 vitamini emilimini engelleyen metformin (diyabet için kullanılır) gibi ilaçlar.
•    Mideyi tahriş eden ve bazen kötü beslenmeyle bağlantılı olan alkolizm.
•    Mide veya ince bağırsağın bir kısmını (veya tamamını) çıkarmak için yapılan ameliyatlar.
•    Crohn hastalığı gibi mide veya ince bağırsakta zayıf emilime neden olan herhangi bir sorun.

B12 vitamini yüksekliği nedir?

Bilimsel çalışmalar ışığında sinir sisteminde önemli fonksiyonları olduğu bilinen B12 vitamininin 800 pg/mL ve üzeri gelmesi bu vitaminin vücutta fazla olduğunu göstermektedir.

B12 fazlalığı zararlı mıdır?

İçeriğindeki kobalt minerali nedeniyle kobalamin olarak da bilinen B12 vitaminini insan vücudu 5 yıllık depolayabilir. Vücutta 5 yıl için depolanan B12 vitamini fazlalığının insan sağlığına bir zararı yoktur. Bilimsel çalışmalar ışığında sinir sisteminde önemli fonksiyonları olduğu bilinen B12 vitamininin fazlası idrarla zararsız şekilde vücuttan atılmaktadır.

B12 vitamininin yan etkileri var mıdır?

B12 vitamini alımında herhangi bir üst limit yoktur. Zira B12 vitamininde toksisite veya aşırı doz riski oldukça düşüktür. B12 vitamini almanın yan etkileri çok sınırlıdır. Örneğin B12 vitamini alımıyla akne vakaları oluşabilir.

B12 vitamini eksikliği tedavisi nasıl olur?

Zamanında önlem alınmazsa nörölojik ve zihinsel problemlere neden olabilen B12 vitamin eksikliğinin nedenlerinin araştırılmasının ihmal edilmemesi gerekir. Eksikliğinde halsizlik, yorgunluk, kas kasılmaları, depresyon gibi bulgular ortaya çıkabilen B12’nin insan sağlığı için yadsınamaz bir önemi vardır. B12 vitamin eksikliği ilerleyen aşamalarda daha ciddi sağlık sorunlarına zemin hazırlayabileceği için vakit kaybetmeden doktora başvurmak ve gerekli önlemleri almak önemlidir. Kandaki seviyesine göre en uygun destek dozu doktora danışılmalıdır.

B12 eksikliği tedavisi, güçlü B12 hapları ya da B12 vitamin iğnesi ile kısa sürede tedavi edilebilir. Kolayca tedavi edilebilir olan B12 eksikliğinin giderilmesi insanların yaşam kalitesini yükseltmektedir. B12 vitamin eksikliği tedavi edilerek giderilmediği takdirde geri dönüşü olmayan nörolojik hastalıklar ortaya çıkabilir.   Yetişkinlerde olduğu gibi bebeklerde görülen B12 eksikliği de en kısa sürede önlem alınması gereken önemli bir durumdur.

Bağırsak hastalığı olanlar 50 yaşın üzerindeki kişilerin vejetaryenlerin gebe kalmayı planlayan kadınların B12 vitaminini multivitamin ilaçolarak, günde 6-30 mikrogram almaları önerilir. B12 yetersizliğinin nedeninin tespit edilmesi zaruridir. Vitamin yetersizliğinin nedeni eğer diyet ile alınan B12 eksikliği ise (vejetaryenlerde bu durum yaygındır) B12 vitamin hapı ya da dilaltı tabletleri önerilir.

B12 vitamini emiliminin olması için pankreas, mide ve ince bağırsağın fonksiyonlarının normal olması gerekmektedir. B12 vitamininin emilim problemlerine bağlı olarak gelişen yetersizliklerde de vakit kaybedilmeden doktora gidilmesi gerekir.

Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.

MEMORIAL

B12 Vitamini Eksikliği Depresyon Nedeni

“İştahsızım, yorgunum, zayıflıyorum, unutkanlıklarım başladı, ellerimde ve ayaklarımda uyuşma var…” Bu sözler genellikle et tüketimi az olan kişiler tarafından sıkça dile getirilen ifadeler arasında yer alıyor. Zamanında önlem alınmadığı takdirde nörolojik ve zihinsel problemlere neden olabilen B12 vitamin eksikliğine karşı önlem almak önem taşıyor. 

Vejetaryen beslenenler B12 vitamin eksikliğine dikkat etmeli

B12 vitamin eksikliği, son yıllarda yaygın görülen bir sağlık sorunudur. Sinir dokusunun sağlığı ve kırmızı kan hücresi üretimi için gerekli olan B12, vücut tarafından üretilmez. Kırmızı et, tavuk, balık, karaciğer, deniz ürünleri, süt, yumurta, yoğurt ve peynirde bolca bulunan B12, sebze ve meyve grubunda bulunmamaktadır.  Özellikle vejetaryen beslenme tarzını benimseyenlerin çok dikkat etmesi gereken bir vitamindir. B12 ile zenginleştirilmiş yiyeceklerle takviye yapılabilir.

B12 yönünden zengin besinlerin tüketimine dikkat edilmeli
Besinleri pişirme süresinin uzaması ve derecesinin yükselmesi, B12 vitamininin kaybını artırır. Örneğin balık ya da karaciğerin suda haşlandıktan sonra suyunun dökülmesi B12 vitaminin kaybını artıran sebepler arasındadır. Etler ızgara yapılırken, sıcaklık ve damlayan suyla B12 vitamininin yüzde 30’u, nemli sıcaklıktaysa yüzde 10-20’sinin kaybolduğu bilinmektedir. UHT yani uzun raf ömürlü sütlerdeki kayıp yüzde 7- 10 civarında iken, yüzde 30 kadarı da kaynamayla kaybolmaktadır.

B12 vitamin eksikliği kimlerde görülür?

50 yaş ve sonrası, B12 vitaminin vücut tarafından emilmesi zorlaşır. Vejetaryenlerin B12 ile güçlendirilmiş yiyeceklere yönelmesi veya B12 desteği için doktora danışmaları gerekir. Zayıflama amaçlı mide-bağırsak ameliyatı olanlar, alkol alışkanlığı bulunan ve aşırı alkol kullanan kişiler, yetersiz beslenen küçük çocuklar veya hamileler, antibiyotik sonrası bağırsakta aşırı bakteri çoğalması, uzun süre şeker hastalığı ve mide ilacı kullananlar ayrıca AIDS hastası veya HIV pozitif kişiler B12 vitamin eksikliği açısından risk altındadır.

B12 eksikliğinin etkileri Alzheimer ile karıştırılabiliyor

B12 eksikliğinden ilk olarak beyin ve sinir dokusu etkilenir. Denge kaybı, yürümede zorluk, dilin şişmesi, uyuşma, karıncalanma, halsizlik, iştahsızlık, hafıza kaybı, dikkat dağınıklığı, ishal ve kulakta çınlama gibi şikayetler ortaya çıkar. Ayrıca, zihinsel fonksiyonlarda bozulmaya neden olduğu için yaşlı hastalarda alzheimer ile karıştırılabilir. B12 eksikliği yaşlılarda oldukça yaygındır ve bu yaş grubunda depresyonun temel nedenlerinden biridir.  65 yaş üstünde B12 eksikliği oranı % 3-42 arasında saptanmıştır. Yaşlılarda B12 eksikliğine erkenden tanı konmalıdır. Çünkü kolayca tedavi edilebilir ve eğer tedavi edilmezse geri dönüşü olmayan nörolojik hastalıklara neden olabilir. B12 eksikliğinin giderilmesi, mental fonksiyonları ve hastaların yaşam kalitesini yükseltmektedir.

Bebekte görülen B12 eksikliği vakit kaybedilmeden tedavi edilmeli

B12 vitamin eksikliği özellikle bebekler için risk oluşturmaktadır. Büyüme geriliği, hareket ile ilgili sorunlar ve gelişimsel sorunlar en önemli belirtileridir. Yetişkinlerde olduğu gibi bebeklerde görülen B12 eksikliği en kısa sürede önlem alınması gereken önemli bir durumdur. Bağırsak hastalığı olanlar 50 yaşın üzerindeki kişiler, vejetaryenler, gebe kalmayı planlayan kadınlar B12 vitaminini multivitamin ilaç olarak, günde 6-30 mikrogram almalıdır.

Doktora danışarak tedavinizi planlayın

B12 vitamin eksikliği belirtileri, vücut rezervleri tamamen tükeninceye kadar kendini belli etmeyebilir. Bu nedenle B12 vitamin takviyesi çok önemlidir. Bu süreçte hayvansal ürünlerin tüketimi artırılabilir. Ancak kandaki seviyesine göre en uygun destek dozu doktora danışılmalıdır. B12 eksikliği tedavisi, güçlü B12 hapları ya da iğneleri ile kısa sürede tedavi edilebilir.

B12 vitaminin fazla olması vücuda zarar vermez

İnsan bedeni 5 yıllık B12 vitamini depolayabilir. B12 vitamini fazlalığı zararlı değildir. Alınan B12 vitamininin fazlası idrarla zararsız şekilde vücuttan atılmaktadır. B12 vitamini sinir tahribatını önler, doğurganlığı sağlar, hücre oluşumunu ve uzun yaşamasını sağlar, sinir uçlarının normal gelişimini kolaylaştırır, hafızanın güçlenmesine ve öğrenmeye yardım eder ayrıca enerji metabolizmasında ve sinir sisteminde önemli fonksiyonları vardır.

Sağlığınızla ilgili tüm sorularınız, endişeleriniz, teşhis veya tedavi için mutlaka doktorunuza veya sağlık kuruluşuna başvurunuz.

Memorial Tıbbi Yayın Kurulu tarafından hazırlanmıştır.

Vitamin Takviyeleri Sağlıklı mıdır?

Vitaminler doğal olarak gıda ürünlerinden alınabilen, vücudun yenilenmesi ve gelişmesinde önemli rol oynayan organik bileşiklerdir. Bu organik bileşiklerin günlük olarak alınması hayati bir önem taşır. Yaşam devam ettiği sürece farklı dönemlerde değişen seviyelerde vitaminlere ihtiyaç duyulur. İnsanların günlük yaşamda ihtiyaç duydukları çok sayıda vitamin türü mevcuttur. Her vitamin çeşidinin sağlık açısından farklı bir önemi ve görevi vardır. Yeterli miktarda vitamin alınmaması durumunda bazı rahatsızlıklar meydana gelebilir. İhtiyaç duyulan vitaminin doğal gıdalarla ya da takviye olarak hazırlanan ürünlerle karşılanması durumunda bu rahatsızlıklar önlenebilir. Vitaminlerin öncelikli olarak doğal kaynaklardan alınması önerilir. Düzenli sebze ve meyve tüketimiyle, ihtiyaç duyulan vitamin değerleri normal seviyede tutulabilir. Fakat yeterli ve düzenli beslenmenin sağlanamadığı durumlarda takviye olarak hazırlanan ürünler kullanılabilir.
Vücudun düzenli olarak faaliyetlerini sürdürmesi için bir kısmı yağda, bir kısmı suda çözünen vitaminlerin belirli bir düzeyde tutulması şarttır. Doğada bulunan gıda maddelerinin her birinde değişen miktarlarda vitaminler mevcuttur. Bunlardan en iyi şekilde faydalanmak için doğru zamanda doğru gıdayı tüketmek gerekir. Bazı kişiler ise bu ihtiyacı gidermek için takviye gıdalardan faydalanabilir. Vitamin ve gıda takviyelerini önerilen miktarda kullanmak koşuluyla yetersiz beslenme, emilim bozukluğu, ileri yaş gibi farklı durumlara sahip olan kişiler için oldukça etkilidir. Sağlık açısından vücudu dengede tutmaya yarayan ve yenilenmeyi destekleyen takviye ürünler, büyük oranda fayda sağlar. Gıdalar yoluyla alınan vitamin değerleri, genel anlamda herhangi bir zarar teşkil etmez.

Vitamin Takviyesi Kullanımı Hakkında Bilinmesi Gerekenler

Takviye olarak üretilen vitaminler, kapsül ve tablet gibi formlarda hazırlanır. Bu ürünler vitaminlerin konsantre halini içerir. Uzun dönemde yüksek dozda takviye vitaminlerin kullanılması sağlık açısından olumsuz sonuçlar meydana getirebilir. Bu olumsuz durumlar genel olarak tüm vitamin takviyeleri için geçerli olsa vitaminlerin yağda ve suda çözünen çeşitlerine göre bazı farklar mevcuttur. Bu konuda yağda çözünen vitamin türlerinin aşırı miktarda kullanımı suda çözünen türlere göre daha fazla olumsuz etki oluşturma potansiyeline sahiptir. Çünkü yağda çözünen vitaminler, vücudun belirli bölgelerinde depolanırken suda çözünen vitaminler vücutta depolanmaz. Yağda çözünen vitaminler A, D, E ve K vitaminleri olarak belirlenir. Bunlar arasından K vitamin takviyesi, diğerlerine göre daha düşük toksisiteye sahiptir. Belirli dozlarda ve sürelerde alındığı sürece herhangi bir yan etkinin gözlenmediği bu vitaminler, kontrol altında kullanılmalıdır.

Vitaminler her yaştan insanın günlük olarak ihtiyaç duyduğu önemli bileşiklerdir. Vitamin eksikliğinin giderilmemesi, istenmeyen durumlara yol açabilir. Bu ihtiyacı karşılamanın en doğru şekli, doğal besinler tüketmektir. Bazı tıbbi durumlar, genetik özellikler, yaş gibi faktörlerden dolayı yeteri kadar alınamayan vitaminler, takviye ürünlerden karşılanabilir. Vitamin takviyeleri kontrol altında ve bilinçli bir şekilde kullanıldıkları süre boyunca fayda sağlar. Bu ürünlerden en iyi şekilde verim almak için var olan eksiklik tespit edilmeli ve ona yönelik vitamin kullanımı gerçekleştirilmelidir. Vitamin takviyeleri, uygun dozda kullanıldığında vücutta eksik olan vitamin ve minerallerin doğru bir şekilde alınmasını sağlar. Vitamin takviyelerinden verimli bir sonuç elde etmek için kullanımdan önce kişilerin yaş ve genel sağlık durumlarının göz önünde bulundurulması gerekir. Vitamin takviyelerinin kullanımı hakkında bilinmesi gereken noktalardan bazıları şunlardır:

  • Günlük olarak alınması oldukça önemli olan C vitamini, bağışık sistemini ve sinir iletimini destekleyici özelliklerinin yanı sıra güçlü bir antioksidandır. Bu vitaminin takviye yoluyla alınması, sebze meyve tüketiminde olduğu gibi önemli bir fayda sağlar. C vitamininin yüksek dozda alınması ishal, kramp, mide bulantısı ve kusma gibi gastrointestinal rahatsızlıklara neden olabilir.
  • C vitamini takviyesi kullanımı, günün herhangi bir saatinde gerçekleştirilebilir. Bu takviyenin özel olarak açken veya tokken kullanma zorunluluğu yoktur. Mide hassasiyeti bulunan kişilerin bu takviyeyi yemeklerle birlikte almaları, vitaminin asidik yapısından dolayı oluşabilecek bazı yan etkileri en aza indirir.
  • Bir diğer suda çözünen vitamin türü olan B vitamininin birden fazla çeşidi mevcuttur. Her bir çeşidin kendine özel görevleri ve yapısı vardır. B vitamini takviyeleri de günün herhangi bir saatinde kullanılabilir fakat genelde sabah saatlerinde alınması önerilir. B vitamininin enerji üretimi ve besin metabolizması üzerinde etkileri bulunur.
  • Yağda çözünen vitaminler için suda çözünen vitaminlerden farklı bir tüketim tarzı önerilir. Bu takviyelerin başka bir çeşit yağ içeren gıdalarla birlikte alınması ile maksimum verim elde edilebilir.
  • Vitamin takviyelerinin aynı anda alınmaması gereken bazı durumlar da vardır. Alınan farklı vitamin türleri birbirinin etkilerini olumsuz etkileyebilir. Buna örnek olarak A ve E vitaminlerinin K vitamininden ayrı olarak alınmasının gerekli olduğu gösterilebilir.
  • Bunun dışında D ve K vitamin takviyelerinin bir arada kullanılması kalsiyum seviyesini destekleyerek kemik sağlığını korumak adına önem taşır.
  • Bazı vitaminlerin etkileri, birlikte alınan diğer gıdalara bağlı olarak düşebilir. Fakat D vitamini gibi bazı vitamin çeşitleri aynı anda tüketilen herhangi bir gıdadan etkilenmez.
  • Tüm vitamin takviyelerinin kullanımı sırasında dikkat edilmesi gereken durumlara ek olarak saklanma koşullarına özen gösterilmesi önem taşır.

Hangi Durumlarda Vitamin Takviyesi Kullanımı Gerekir?

Belirli besin maddelerinin düzenli olarak tüketilmemesinden kaynaklanan vitamin eksiklikleri, sağlık için istenmeyen durumlara yol açabilir. Bu durumlara engel olmak için besin yoluyla alınamayan vitaminler takviye yoluyla alınabilir. Vitamin takviyesinin alınmasını gerektiren nedenlerden biride sindirim sisteminde bulunan rahatsızlıklardır. Bazı kişiler sindirim sisteminde bulunan bir rahatsızlıktan dolayı besin maddelerinden alması gereken vitamini yeteri kadar alamaz. Bu olay genelde emilim bozukluklarında görülen bir durumdur. Uzun bir süre boyunca yetersiz beslenen veya herhangi bir emilim bozukluğundan kaynaklanan vitamin eksiklikleri için takviye ürünlerin kullanımı tavsiye edilebilir.

Hamilelik gibi bazı özel durumlar da vitamin takviyeleri kullanımını gerektirebilir. Aynı şekilde hamilelik sonrası dönemde ve emzirme dönemi boyunca annelerin almaları önerilen bazı vitaminler mevcuttur. Bu vitaminleri takviye yoluyla almak; vitamin ihtiyacının yüksek olduğu bu dönemi sağlıklı bir şekilde geçirebilmek adına fayda sağlar.

İlerleyen yaşlarda özellikle kadınlarda yağda çözünen vitaminlerin ve B vitamini çeşitlerinin eksikliği görülebilir. Menopoz sonrası kadınlarda görülen bu durum, vitamin takviyeleri ile desteklenebilir. İlerleyen yaş nedeniyle sindirim sisteminde yetersiz emilim gözlenen kişilerin takviye ürünleri kullanması önerilir. Doğru miktarda ve doğru zamanda alınan takviye ürünler, sağlıklı bir yaşam sürdürülmesini destekler.

Sigara ve alkol kullanan kişilerde vitamin emiliminin yetersiz olduğu gözlenir. Kısıtlı bir diyet programı uygulayan bireylerin veya beslenme bozukluğu rahatsızlığına sahip olan kişilerin takviye vitaminlerle vücutta oluşan eksikliği gidermesi önem taşır. Ayrıca obezite, tip 2 diyabet ve bazı otoimmün hastalıklar nedeniyle vitamin eksiklikleri meydana gelebilir. Bunun sonucunda vitamin eksikliğinin özellikle gıdalar yoluyla karşılanamaması halinde vitamin takviyelerinin kullanımı kaçınılmaz bir hale gelebilir.

D vitamini oluşumu için yeterli miktarda güneş ışığı almayan bölgelerde yaşayan insanların takviye ürünlerle bu eksikliği gidermeleri önerilebilir. Sağlıklı bir yaşamın olmazsa olmazı olan vücuttaki vitamin seviyelerini dengede tutmak için doğru şekilde vitamin takviyesi kullanmak için hekiminize danışmayı ihmal etmeyin.

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

Omega 3 Nedir?

Vücut fonksiyonlarının sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için çok sayıda farklı bileşiğe ihtiyaç duyulur. Bu bileşiklerin bir kısmı vücutta üretilirken bir kısmının düzenli olarak dışarıdan alınması önemlidir. Gıdalardan veya takviye olarak üretilen ürünlerle dışarıdan alınan çoğu bileşik, vücutta büyümeden gelişmeye kadar çok sayıda işlevin düzenli olarak sürdürülmesine yardımcı olur. Her yaştan insan için farklı miktarlarda alınması gereken gıda maddeleri arasında bulunan omega 3, olmazsa olmaz bileşiklerden biridir.

satır arası



Omega 3 Nedir?
Yapı olarak doymamış yağ asitlerinden oluşan omega 3, beslenme yoluyla bazı gıdalardan alınabilir. Balık yağı omega 3’ün beslenmedeki kaynağını oluşturur. Temel olarak balık yağında bulunan bu yağ asidi, hücre gelişimi ve kas aktivitesi üzerinde oldukça etkilidir. Vücutta üretilemeyen bu yağ asidi türünün gıda yoluyla alınması gerekir. Farklı balık çeşitlerinin düzenli olarak tüketilmesiyle vücudun ihtiyaç duyduğu omega 3 miktarı temin edilebilir. Bunun için başta gelen balık türleri arasında somon, alabalık, uskumru gibi yağlı balıklar yer alır. Ayrıca bazı kabuklu deniz canlılarında da omega 3 belirli miktarlarda bulunur. 

Belirtilen gıda ürünlerinin yanı sıra bitkisel tohumlar ve yağlarla birlikte bazı kabuklu yemişlerde de omega 3’ e rastlanır. Sağlıklı bir diyet uygulanarak ihtiyaç duyulan bu temel yağ asidinin vücuda alınması sağlanabilir. Böylece günlük olarak tüketilen enerjinin karşılanması için vücutta temel bir görevi olan bu yağ asidinin seviyesi sabit tutulabilir. Yeterli miktarda bahsedilen gıdalarla beslenmeyen kişilerin bu yağ asidini, doktor tavsiyesi ile takviye ürünlerle alması önerilir. Yapılan araştırmalar sonucunda omega 3’ün yalnızca kas ve hücresel faaliyetleri düzenlemediği bunun yanı sıra toplumda sık görülen birçok rahatsızlığında önlenmesine katkıda bulunduğu bilinir. Bu rahatsızlıklardan bazıları, kalp hastalıkları, yüksek kolesterol ve trigliserit seviyeleri, romatoid artrit (romatizmal eklem iltihabı) ya da yüksek kan basıncı gibi farklı sebeplerden ortaya çıkabilen hastalıklardır. 

Ayrıca bu yağ asidi, anti inflamatuar etki olarak adlandırılan ve çeşitli nedenlerden kaynaklı olarak gelişen yangı durumunun ortadan kaldırılması için de kullanılan maddelerden biridir. Kan basıncının azaltılmasını sağlayan omega 3’ün yüksek tansiyon hastalarına iyi geldiği yönünde çalışmalar mevcuttur. Omega 3’ün romatizmal rahatsızlıklara karşı kullanımında ise eklemlerde oluşan tutulmaları ve hassasiyeti azaltarak iltihap giderici ilaçlara destek sağlar.

Omega 3 Yağ Asidi Çeşitleri Nelerdir?

Gıdalardan alınması gereken omega 3, vücut için büyük bir önem taşıyan doymamış yağ asitlerinden oluşur. Beyin ve vücut fonksiyonları için olumlu yönde etkisi bulunan bileşik, vücut tarafından yeterince üretilemez. Sağlıklı beslenme yoluyla alınması gereken bu grubun farklı çeşitleri bulunur. Yapısında çift bağ bulunduran yağ asitleri, doymamış yağ asitleri olarak adlandırılır ve sağlığa önemli faydaları bulunur.

Omega 3 yağ asidinin farklı çeşitleri mevcuttur. Bu çeşitler arasında ön plana çıkan üç farklı form bulunur. Bahsedilen formlar, DHA (Dokosaheksaenoik asit), ALA (Alfa – linoleik asit), EPA (Eikosapentaenoik asit) olarak adlandırılır. Her bir türün vücut fonksiyonları üzerinde farklı bir etkisi mevcuttur. Genel olarak her türün deniz ürünlerinde ve kabuklu yemişlerde bulunduğu bilinir. Bazı durumlarda vücutta Omega 3’ün alfa – linoleik asit formu, eikosapentaenoik asit ve dokosaheksaenoik aside dönüşebilir. Belirli aralıklarla yağlı balık türlerini tüketmeyen kişilerin bitkisel kaynaklı gıdalarla beslenmesi önerilir.

Özel bazı durumları bulunan kişilerin kontrollü olarak daha yüksek miktarlarda bu yağ asitlerini alması gerekebilir. Bu formlar arasında bulunan EPA, deniz ürünleri ve balık yağında bol miktarda bulunur. Enflamasyon durumlarında oldukça etkili olan EPA, pek çok farklı rahatsızlığı henüz oluşmadan önleyebilir. Ayrıca beyin faaliyetleri ve zihinsel fonksiyonlar üzerinde olumlu etkileri mevcut olan EPA, bu yönüyle de büyük bir öneme sahiptir.

Aynı zamanda bu yağ asidinin depresyona karşı faydaları da bulunur. Bir diğer Omega 3 türü olan DHA’da aynı şekilde balık yağları ve alglerde bulunur. DHA, öncelikli olarak beyin ve göz sinirlerinin yapısal bileşenini oluşturur. Hücre zarının yapısal olarak gelişmesini ve yenilenmesini sağlayan bu formun, hücresel faaliyetlerin devamı için pek çok farklı etkileri mevcuttur. Hamilelik ve emzirme döneminde bebeğin sağlıklı gelişimi üzerine olumlu bir katkısı olan DHA, özellikle sinir sistemine etki eder. Annenin gıdalar yoluyla alımına bağlı olarak anne sütünde farklı miktarlarda DHA bulunur. ALA ise özellikle bitkisel kaynaklı olan yağlı tohumlarda büyük oranda bulunur. Vücudun ihtiyaç duyduğu enerji miktarının sağlanmasına destek olan bu tür, ceviz, chia tohumu ve keten tohumunun düzenli miktarda tüketilmesi ile alınabilir. Vücuda alınan ALA’nın yaklaşık %5’i EPA’ya dönüşürken, ortalama %0,5’i DHA’ya dönüşür.

Omega 3’ün Faydaları Nelerdir?

Beyin gelişiminden kalp rahatsızlıklarına kadar çok sayıda yaşamsal fonksiyona olumlu etkileri bulunan omega 3, hastalıkların önlenmesinde de pay sahibidir. Omega 3, kanda yüksek oranda bulunan trigliserid ve kolesterol düzeylerinin kontrol altına alınmasını sağlar. Beyinde bol miktarda bulunan sinir hücrelerinin yenilenmesinde ve gelişmesinde önemli rol oynayan omega 3’ün farklı formları yağlı balık türlerinde yoğun olarak bulunur. 

Ayrıca kabuklu yemişlerin ve bitkisel tohumların tüketilmesiyle de yüksek miktarda alınabilen bu yağ asidinin, gıdalar yoluyla düzenli olarak alınması önerilir. Hayvansal ürünler tüketmeyen vejetaryan veya vegan kişilerin omega 3 yağ asitlerinin bol olduğu bitkisel kaynaklı gıda maddelerini tüketmesi son derece önemlidir. Bitkisel kaynaklı gıdalardan biri olan chia tohumu, omega 3’ün yanı sıra yoğun protein ve lif içeriğiyle de dikkat çeker. Kadın, erkek ve çocuklar için önerilen tüketim miktarına uygun olacak şekilde beslenme düzeni oluşturulduğunda vücudun ihtiyaç duyduğu omega 3 miktarı, kolayca karşılanabilir. Bunun dışında Brüksel lahanası omega 3 yağ asitleri açısından zengin bir besin kaynağıdır. 

Oluşabilecek kalp rahatsızlıklarının önlenmesinde etkili olan Brüksel lahanası, sağlıklı ve dengeli bir diyette olması gereken ürünlerdendir. Kenevir tohumunda bulunan omega 3 miktarı da kalp rahatsızlıklarına karşı etkilidir. Riskli durumlara neden olan kan pıhtılaşmasının önüne geçmeye yardımcı olan bu bitkisel gıda maddesi içerdiği omega 3 sayesinde bu yönüyle sağlık açısından önemli bir etki oluşturur. Yüksek tansiyon rahatsızlığı bulunan kişiler için önemli olan omega 3’ün kaynaklarından bir diğeri ise keten tohumudur. Hayvansal gıdaları tüketemeyen kişilerin omega 3 açısından zengin olan bitkisel ürünlerin kullanımına özen gösterilmesi tavsiye edilir.

Hamilelik ve emzirme döneminde bu yağ asitlerinin alınması büyük bir önem taşır. Hamilelik döneminde alınan omega 3 miktarının zeka üzerindeki olumlu etkileri, çocukluk döneminde yapılan bazı testler aracılığıyla gözlemlenebilir. Ek olarak omega 3, depresyon gibi çeşitli duygu durum değişikliklerinde meydana gelen semptomların azaltılarak giderilmesinde etkili olabilir. Bununla birlikte, tıp camiasının kesin tavsiyelerde bulunabilmesi için daha yüksek kaliteli araştırmalara ihtiyaç vardır. Ayrıca omega 3, anne karnında bulunan bebeğin beyninin normal fonksiyonlarının gelişimine de katkı sağlar.

Bu yağ asitleri, yaşam boyunca normal beyin fonksiyonunun korunması için de hayati öneme sahiptir. Beyin hücrelerinin hücre zarlarında bol miktarda bulunur, hücre zarı sağlığını korur ve beyin hücreleri arasındaki iletişimi kolaylaştırır. Vücuttaki omega 3 seviyesinin düşmesi, beyin fonksiyonlarının azalması gibi pek çok farklı olumsuzluğa neden olabilir. Sağlıklı bir yaşam için büyük önem taşıyan omega 3 seviyelerinizi kontrol altında tutmak için düzenli beslenmenize dikkat edin. Sağlıklı günler dileriz.

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

Kış ayları enfeksiyon dönemi olarak biliniyor. Peki kış bittikten sonra hastalıklar peşimizi bırakıyor mu? Bazılarımız için cevap maalesef hayır.

Baharda da hastalıklar kapınızı çalabilir

Mevsimsel dönemlerinde hastalıklar kapımızı çalabiliyor. Kış aylarından bahara geçerken de özellikle bazı hastalıkların görülme sıklığında artış yaşanıyor. Havalar ısınsa da bir yandan ani ısı düşüşleri ve yükselişleri, yağmur, rüzgar, polenler rahat bırakmıyor. Önemli olansa hastalık kapıyı çalmadan önlem almak. 
Alerjik astım öksürükle geliyor

İlkbaharda alerjik astımı olanları zor bir süreç bekliyor. Hava yollarının daralmasıyla kendini gösteren, ataklarla seyreden bir hastalık olan alerjik astımda alerjik nedenlerle iltihaplanma görülür. Burada etkilenen yer hava yolları (bronşlar) oluyor. Bu iltihap nedeniyle hava yollarının mukozası şişerek ödem oluşuyor. Kişi dış ortamdaki etkilere daha hassas hale geliyor. Öksürük, nefes darlığı, hırıltılı nefes alerjik astımın belirtileri arasında yer alırken, ateş ve koyu renk balgamlı öksürüğün eklenmesi enfeksiyon eklendiğini düşündürüyor. Tedavinin aksatılmaması ve alerjenlerden korunmak çok önemli.

Üst solunum yolu hastalıklarından korunun

İlkbaharda ani ısı değişimi, yağmur rüzgar ve bu gibi durumlara tedbirli davranmayıp kendimizi koruyacak basit ama etkili önlemleri ihmal etmek, üst solunum yolu hastalıklarında artışa neden oluyor. Bu hastalıklar karşımıza bademcik iltihaplanması, farenjit, larenjit, sinüzit ve orta kulak enfeksiyonları olarak çıkıyor. Kişide çoğunlukla ateş, boğaz ağrısı, öksürük, hapşırık, ses kısılması, kulak ağrısı ve geniz akıntısı gibi şikayetlere yol açan üst solunum yolu hastalıklarına karşı önceden önlem alarak korunmak mümkün. Bu tedbirler arasında ısı değişimlerini dikkate alarak giysi seçmek, düzenli ve dengeli beslenmek, yeterince sebze ve meyve tüketmek, günde yaklaşık 2 litre su içmek, uykusuz kalmamak ve sigaradan kaçınmak başı çekiyor.

Alerjik rinit polenleri seviyor

‘Saman nezlesi’ olarak da adlandırılan alerjik rinit, burun mukozasının alerjik nedenlerle iltihaplanması anlamına geliyor. Ev tozu ve küf mantarları derken yıl boyunca da görülebilen alerjik rinit ilkbaharda havada uçuşan polenler nedeniyle artış gösteriyor. Hapşırık, burun akıntısı, burun tıkanıklığı, burun kaşıntısı, öksürük, geniz akıntısı, koku almada güçlük, gözlerde kaşıntı, sulanma ve kızarıklık alerjik rinitin belirtileri arasında yer alıyor. Alerjik riniti olanların yüzde 30’unda alerjik astım da görülebiliyor. Bu nedenle ‘bahar alerjisi’ deyip geçmemek düzenli tedaviye başlamak şart. Alerjenlerden korunmak ve polenlerin yoğun olduğu yerlerden uzak durmak, gerektiğinde maske kullanmak da önemli.

Reflü olabilir misiniz?

İlkbahar aylarında nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte reflü, gastrit, peptik ülser gibi hastalıklarda da artış yaşanıyor. Daha önceden hafif şikayetleri olanlarda alevlenmeler olabilirken, hiç şikayeti olmayanlarda da yakınmalar başlayabiliyor. Karnın üst kısmında ağrı ve yanma, şişkinlik, geğirme, ağza ekşi su gelmesi, bulantı, kusma ve gece uykudan uyandırabilecek kadar şiddetli ağrı belirtiler arasında yer alıyor. Bu hastalıktan korunmak için kızartma, yağlı ve baharatlı yiyecek, kahve ve gazlı içecek, alkol ve sigaradan kaçınmak gerekirken, az ama sık yemek ve kilo kontrolüne dikkat etmek önem taşıyor.

Kurdeşen dökebilisiniz

Ürtiker, halk arasında ‘kurdeşen’ olarak bilinen ciltte kızarıklık kabarma kaşıntı ile seyreden bir hastalıktır. Pek çok neden ürtikere yol açmakla birlikte polen maruziyetinin arttığı ilkbahar aylarında hastalığın görülme sıklığı yaygınlaşıyor. Korunmada diğer alerjik hastalıklarda olduğu gibi alerjenlerden kaçınmak gerekiyor.

Bahar yorgunu musunuz?

Metabolizmadaki değişiklikler bazı kişilerde bahar yorgunluğuna yol açabiliyor. Bu durum kişinin iş ve aile yaşamı ile genel yaşam kalitesini olumsuz etkileyebiliyor. Bahar yorgunluğunun belirtileri arasında halsizlik ve yorgunluktan eklem ve baş ağrılarına hatta sürekli uyuma isteğine dek birçok faktör bulunuyor. Ancak bu belirtilerin bahar yorgunluğuna bağlanması için önce gerekirse tetkikler yapılması ve olası fiziksel rahatsızlıkların saptanması gerekiyor. Bahar yorgunluğundan korunmak için; düzenli spor yapmak, düzenli beslenmek, vitamin ve mineral eksikliklerini gidermek, alkol ve sigaradan uzak durmak, bol su tüketmek ve uyku düzenine dikkat etmek önemli.

Tanı ve tedaviye yönelik tüm işlemlerinizi doktorunuza danışmadan uygulamayınız.

ACIBADEM SAĞLIK GRUBU

Baharın gelmesiyle birlikte alerjik hastalıkların görülme sıklığında büyük bir artış olur. Bunun nedeni havada yayılan ağaç, çiçek ve çimenlerin oluşturdukları polenlerdir. Kişi alerjik bir bünyeye sahipse, vücuda giren polenler bazı maddelerin salgılanmasına neden olur. Bu da gözlerdeki ve burun zarlarındaki kılcal damarların genişleyerek dokuların şişmesine yol açar. Bunun sonucunda bahar alerjisine ait bulgular oluşur. Bahar alerjisine halk arasında ”saman nezlesi” denir.
Bahar alerjisi nedir?
Alerji normalde zararlı olmayan maddelere karşı vücudun verdiği abartılı cevaptır. Bu abartılı cevap bazen tüm vücutta, bazen vücudun bir kısmında olabilir. Gözde olursa alerjik konjoktivit, üst solunum yollarında olursa alerjik rinit ( saman nezlesi ), akciğerlerde olursa astım, ciltte olursa ürtiker, egzama ya da kontak dermatit denir.
Bahar alerjisi neden olur?
Alerji çok sık görülen bir hastalıktır. Genetik yatkınlık ve çevresel faktörler ortaya çıkışında önemli rol oynar. İmmün sistem normal olarak vücudumuzu bakteri, virüs gibi mikroplara ve zararlı maddelere karşı korur. Ancak normalde zararlı olmayan maddelere karşı immün sistem abartılı cevaplar vermeye başlar ise buna alerji denir. Alerjik hastaların immün sistemleri bazı maddelere karşı aşırı hassastır. Bu maddelerle karşılaşınca immün sistem kontrolden çıkar ve kaşıntı, kızarıklık, şişme, spazm, göz yaşarması, burun akıntısı gibi alerjik şikayetler ortaya çıkar. Alerjiyi başlatan maddeye alerjen denir. Polen, küf, hayvan tüyü, ev tozu, ilaçlar ve gıdalar en sık karşılaşılan alerjenlerdir. Özellikle bahar mevsiminde ortaya çıkan, burun akıntısı, burunda tıkanıklık, gözlerde yaşarma ve hapşurma belirtileri ile seyreden tablo bahar alerjisi ya da mevsimsel alerjik rinit olarak adlandırılır. Bahar alerjisinin nedenleri ağaçlar ve çimenlerden yayılan polenlerdir.  Polenler havadan burun, göz ve boğazımıza yapışarak birikirler. Daha sonra alerjik reaksiyon ve buna bağlı belirtiler ortaya çıkar. 

Bahar alerjisi belirtileri nelerdir?

Bahar alerjisinin belirtileri arasında;

  • Burun tıkanıklığı,
  • Hapşırma nöbetleri,
  • Sulu burun akıntısı,
  • Burun ve gözlerde kaşıntı (aynı zamanda konjuktivit),
  • Sinüslerde baskı ve yüzde ağrı,
  • Gözaltlarının şişmesi ve mavimsi bir renk alması,
  • Koku ve tat duyularında azalma,
  • Çocuk hastalarda sık sık ellerini buruna sürtme ve kaşıma hareketi,
  • Yorgunluk,
  • Algılama güçlüğü,
  • Uyku bozukluğu ,
  • Damakta ve gırtlakta kaşıntı,
  • Öksürük ve baş ağrısı görülebilir.

Haftada 4 günden az ya da 4 haftadan daha kısa süren alerjik rinit semptomlarının olması aralıklı alerjik rinit olarak, haftada 4 günden daha fazla veya 4 haftadan daha fazla süren alerik rinit semptomlarının olması kalıcı alerjik rinit olarak tanımlanır. 

Alerjik rinit her yaşta görülebilmekle birlikte en sık başlangıç yaşı çocukluktan erişkin döneme geçildiği yıllar olarak görülmektedir. Alerjik rinitli hastalarda yaklaşık %50 pozitif aile hikayesi vardır. Hem anne hem de babada alerjik rinit olan çocukların %68’i 10 yaşından önce, %85’i de 20 yaşından önce ilk alerji bulgularını vermişlerdir. Alerji bulgularının kaybolması olasılığı %10 civarında olup sadece hastalığın hafif formlarında görülür. 

Alerjik rinit (bahar alerjisi) için risk faktörleri nelerdir?

Alerjik rinitin ortaya çıkmasını artıran faktörler şu şekilde sıralanabilir;

  • Ailede alerji veya atopi öyküsünün olması,
  • Sosyoekonomik düzeyin yüksek olması,
  • Siyah ırk,
  • Hava kirliliği,
  • Ailenin ilk çocuğu olma,
  • Ev içinde hayvan beslenmesi,
  • Evde sigara içilmesi,
  • Bebeğin bir yaşından önce yapay mamalarla beslenmesi

Bahar alerjisi tanısı nasıl konur?

Burun akıntısı, burun tıkanıklığı ve hapşurma şikayetleri ile gelen hastada detaylı öykü alımı tanının ana unsurudur. Bulguların haftada kaç gün ortaya çıktığı ve ne kadar süredir devam ettiği öğrenilir. Alerjik rinitte bulgular bazı ortamlarda ortaya çıkar, bazı ortamlarda kaybolur. Soğuk algınlığında bulgular ortam ile değişmez. Hekim hastanın burnunu muayene ettiğinde burunda ödem gözlenir. Burun mukozası soluktur. Alerjik hastalarda göz altlarında mavi mor halkalar olur. Küçük çocuklarda burnun sürekli yukarı kaldırılması ile burun sırtında buruşma meydana gelir buna ”alerjik selam” denir. Alerjik rinitte sıklıkla eşlik edebilen diğer hastalıklar orta kulakta sıvı birikimi, sinüzit ve uyku bozukluklarıdır. Bu nedenle alerjik rinit yakınması ile gelen hastada ayrıntılı kulak burun boğaz muayenesinin yapılması ve gerektiğinde bu hastalıkların da araştırılması önemlidir.

Fizik muayene bulguları ve ayrıntılı bir hikaye alınması ile genellikle alerjik rinit tanısı konulabilir. Ancak rinit tanısını kesinleştirmek veya ayırıcı tanı yapabilmek için bazı laboratuar testlerine gereksinim duyulabilir. 

ALERJİ TESTLERİ;

  • Deri testleri: Hastanı ön kolu çizilerek veya delinerek alerjen damlatılır. Ürtiker meydana gelirse pozitif kabul edilir.
  • Serum IgE düzeyi
  • Spesifik immünglobulinler
  • Burundan sürüntü alınması
  • Kanda euzinofil düzeyi şeklinde sıralanabilir.

Bahar alerjisi tedavisi nasıl yapılır?

Alerjik rinit (bahar alerjisi) uzun süren hasta hekim ilişkisi ve sabır gerektiren bir tedavidir. Tedavide alerjenlerden korunma yanında burundan kortizonlu spreyler ve antialerjik ilaçlar kullanılır. Bağışıklık sistemini güçlendirmek amacıyla dengeli beslenilmeli, istirahat edilmeli ve bol su içilmelidir. A, B, C ve E vitaminli besinler tüketilmelidir. Alerjenlerden uzak kalınmalı, mutlak surette korunulmalıdır. Stresten uzak yaşamalı, alkol, sigara tüketilmemelidir. Bazı hastalarda immünoterapi yani aşı uygulaması yapılmaktadır. İmmünoterapi için seçilecek hastalar genellikle alerjisi ilaçlarla kontrol edilemeyen veya ilaç yan etkilerinden rahatsız olan hastalardır. Hastada en az iki mevsim veya 6 ay alerji bulguları varsa aşı düşünülebilir.

Bahar alerjisi tedavi edilmezse ciddi sorunlara sebep olur mu?

Bahar alerjisinde polenler buruna girer ve göze yapışır. Gözde sulanma, kızarma, kaşınma, burunda kaşınma, burun akıntısı, burunda tıkanma, boğazda yanma, hapşırma gibi belirtiler olur. Gece uyku düzeni bozulur, gündüz konsantrasyon eksikliği ve baş ağrısı olabilir. Hastalık göz kaşıntısı ve hapşırmaktan ibaret basit bir hastalık değildir. Tedavi edilmezse ve önlem alınmazsa tekrarlar. Sinüzit, otit ve astıma neden teşkil edebilir.

Bahar alerjisinden korunma yolları nelerdir?

Bahar alerjisinden korunabilmek için önce hangi polenin alerji yaptığının bilinmesi gereklidir. Bunun için alerji testi gereklidir. Polenler coğrafi bölgelere göre değişkenlik gösterir. Sabahtan öğlene kadar polenler en yüksek seviyede bulunur. Yağmur yağdıktan sonra ve akşam saatlerinde polen yoğunluğu azalır. Bu nedenle :

  • Polenlerin yoğun olduğu sabah saatlerinde, kuru ve rüzgarlı havalarda zorunlu değilse dışarı çıkmayın. 
  • Polen mevsiminde spor için kapalı alanları tercih edin.
  • Siperli şapka kullanın.
  • Göz nezleniz varsa güneş gözlüğü faydalı olabilir. 
  • Eve geldiğinizde giysilerinizi değiştirin
  • Uzun kollu elbiseler ve pantolon giyin.
  • Eve geldiğinizde duş alın ve bol su ile yüzünüzü yıkayın.
  • Çok şiddetli bulgularınız varsa evinizde ve aracınızda polen filtresi kullanın.
  • Polen mevsiminde çamaşırlarınızı evde kurutmaya özen gösterin.
  • Polenlerin yoğun olduğu saatlerde kapı, pencere açmayın.
  • Doktorunuz tarafından reçete edilen ilaçlarınızı düzenli kullanın.
  • Düzenli doktor kontrollerini ihmal etmeyin.
  • Rüzgarlı havalarda dışarıda bulunmamaya çalışın.
  • Toplu taşıma araçlarında açık kapı ve pencere önlerinde durmayın.
  • Çimlerin biçildiği ortamlardan uzak durun.
  • Polenlerin yüksek olduğu mevsimlerde uygun bir maske kullanabilirsiniz.
  • Sigara içmek şikayetleri çok artırır. Kendiniz sigara içmeyin ve sigara içilen ortamlardan uzak durun
  • Çimenli çiçekli ortamlarda yerde uzanmayın.

MEDICALPARK

Bahar yorgunluğuna karşı bunları yapın

Baharın başladığı günlerde kendinizi bitkin, enerjisiz, isteksiz ve yorgun mu hissediyorsunuz? Bunun nedeni bahar yorgunluğu olabilir.

Dikkat edin, bahar yorgunu olmayın

Kış aylarının yağmurlu, soğuk günleri yavaş yavaş yerini güneşli, ılık bahar günlerine bırakıyor. Böylelikle doğa da kendini yenilemeye başlıyor. Artık neşeli ve mutlu olmamanız için hiçbir sebep yok gibi! Ancak, bu güzel günlerde birçok insan kendini bitkin ve yorgun hissediyor.

Bahar yorgunluğu özellikle bahar mevsiminin başladığı günlerde birçok kişide görülebilen, genel bir bitkinlik, güçsüzlük ve enerji noksanlığı, isteksizlik, uykusuzluk, vücutta karıncalanma gibi belirtilerle seyreden bir rahatsızlık halidir.

Elektrik yüküne dikkat!

Kışın soğuk ve güneşsiz günleri yavaş yavaş yerini baharın neşesine ve sıcaklığına terk ediyor. İşte bu hava ve mevsim değişikliği insan biyoritmini olumsuz etkiliyor. Bahar mevsiminde havadaki elektrik yükü artıyor. Bu yük havada bulunan pozitif ve negatif yüklü iyonlar aracılığıyla taşınıyor. İşte bu taşıma dengesi bozuklukları iklim değişikliği dönemlerinde sıkça karşımıza çıkıyor. İnsanlarda yorgunluk belirtilerine ve hatta ruhsal sıkıntılara yol açıyor. Havadaki elektrik yükü özellikle büyük şehirlerde daha fazladır. Bu duruma bir de hava kirliliği, sanayi atıkları ve trafik yoğunluğu eklenirse, kişilerdeki bahar yorgunluğu belirtileri daha da yoğun olarak yaşanır. Bahar ayının ve güneşin getirdiği rehavet duygusuna, stres ve gerginlik duygusu da eklenince insanda mevcut olan birçok hastalık da negatif olarak etkilenmektedir.
Her yorgunluk “bahar yorgunluğu” değil!

Bu aylarda yorgun yaşayan birçok kimse bunu bahar yorgunluğuna bağlıyor. Ancak yaşanan yorgunluk çeşitleri kronik yorgunluk sendromu, mutsuzluk yorgunluğu ve bahar yorgunluğu olarak üç grupta inceleniyor. Hastalık belirtilerini birbirinden ayırmak gerekir. Bir kişi fiziksel olarak yorgunluktan, tüm eklem ağrılarından ve yataktan yorgun kalkmaktan ya da gün içerisinde çabuk yorulduğundan bahsederken, bir başkası ruhsal ya da psikolojik yorgunluktan bahsedebilir. Eğer bir yorgunluk aylarca sürüyorsa, hatta yatak istirahatı ile de geçmiyorsa müzminleşmiş (kronik) bir yorgunluk hastalığından bahsedilebilir.

Bahar yorgunluğunun nedenleri

  • Beslenme alışkanlığı bozuklukları
  • Besinlerle yeterli miktarda vitamin, mineral alınmaması
  • Tembel bir yaşam biçimi
  • Tiroid bezinin çalışma düzensizlikleri. Özellikle bu bezin az çalışması yorgunluk belirtilerini artırıyor. Bu durumlarda hafıza zayıflaması, uyku eğilimi, adale ağrıları normalden fazla görülüyor.
  • Birçok enfeksiyon hastalığı yorgunluk belirtilerini artırıyor.
  • Tansiyon, kalp hastalığı, alerji, nezle ve bazı ağrı kesici ilaçların kullanımı
  • Tansiyonda sık sık inip çıkmalar, kan şekeri düşmeleri, gürültülü ortamlar, fazla sıcak ya da soğuk ortamlar, stresli iş ortamı, kirli hava gibi durumlar da yorgunluğa yol açıyor.
  • Fazla kafein, yoğun sigara kullanımı, aşırı alkol ve madde alışkanlıkları da yorgunluk tetikleyen durumlar arasında yer alıyor.

Bahar yorgunluğunun yarattığı etkiler


Bahar yorgunluğunu çok da hafife almamak gerekiyor. Bu durumun yarattığı bazı hastalıklar mevcut. Bunlar;

  • Kas ağrıları, omuz, sırt ve boyun ağrıları.
  • Yorgunlukla birlikte konsantrasyon bozukluğu, neşesizlik, aşırı sinirlilik, hafıza zayıflaması ve uyku bozuklukları.
  • Uyku ritmi bozukluğu uykuya dalma güçlüğü bazen de aşırı uyuklama hali
  • Baş ağrıları.
  • Stres ve ruhsal gerginliğe bağlı olarak bağırsak ve mide rahatsızlıkları. Bahar mevsiminde mide ve oniki parmak ülseri olanlarda hastalık nüksleri daha çok görülüyor. Bağırsaklarda gaz, kabızlık ve ishal gibi düzensiz bağırsak hareketlerini beraberinde taşıyan, hassas bağırsak sendromu diye adlandırılan duruma rastlanıyor.

Bahar yorgunluğuna karşı alınacak önlemler

Bahar yorgunluğuna karşı esas sebepleri belirleyip ona karşı önlem almak gerekiyor. Yorgunluk yaşayan kişilerde, durumu tetikleyici hastalıklar tespit edilirse onları önleyici tedaviye başvuruluyor. Yorgunluk sorunu olanlar B ve C vitaminlerinden, magnezyum, potasyum ve çinko desteğinden faydalanabilir. Gevşeme egzersizlerinden yararlanılabilir. Meyve, sebze ve ağırlıklı beslenmeye ağırlık verilmeli, günlük içilen su miktarını 3 litre civarında tutulmalı, iyi ve kaliteli bir uyku düzenini sağlamak için stres azaltılmalıdır. Sigara, alkol ve kafeinden mümkün olduğunca uzak durulmalıdır. Yorgunluğu giderir ve rahatlatır düşüncesiyle aşırı alkole başvurmak yanlış olur. Yatarken alınan depresyon azaltan, uyku düzenleyen ve kas gevşeten ilaçlardan yararlanılabilir.

Tanı ve tedaviye yönelik tüm işlemlerinizi doktorunuza danışmadan uygulamayınız. 

ACIBADEM HAYAT

Güneş yazları olduğu gibi ısıtmıyor olsa da, bu kadar tehlikeli olmadığını düşünmeyin. Özellikle buz ve kar gibi yüzeylerden yansıyan güneş ışınlarının da zarar verebileceğini ve dışarıya çıkmadan yarım saat önce güneş koruyucusunu uygulamayı unutmayın.

Saçınızın doğal sebumunu uzaklaştırmamak adına hafta iki-üç defa yıkamanız daha doğru oluyor. Ayrıca kış aylarında daha da artan çevre kirliliği saçları olumsuz yönde etkileyebiliyor. Bu tür durumlarda saçları güçlendiren biotin, çinko ve demir içeren bakım ürünlerinin kullanılması gerekiyor. Saçınızı Her Gün Yıkamayın

Kış aylarında cildi rüzgar, yağmur ve kardan korumak için vücudu tamamen kapatacak mont, kaban gibi giysiler, elleri korumak için eldiven, boynu ve göğsü koruyup, kapatacak atkı veya şal kullanılması, saçların da bere ya da şapka kullanılarak korunması gerekiyor. Kış aylarında havanın soğumasıyla bağıl neminin azalması, soğuk ve rüzgar gibi faktörler egzama gibi hastalıklara yatkınlığı attırabileceği için uygun kıyafetlerle cilt korunabiliyor.

Nem oranının düştüğü, rüzgar, yağmur ve karla birlikte kötüleşen hava koşullarına karşı cildinizi korumasız bırakmayın. Kış aylarında cilt bakımı sandığınızdan daha önemli. Kış aylarında soğuyan havalarla birlikte cildimizi korumak oldukça önemli ama bir o kadar zor. Soğuk ve kuru hava ciltte kurumalara ardından başta egzama olmak üzere birçok hastalığa da yol açabiliyor. 

Maske ve peeling derinin doğal lipid bariyeri uzaklaştıracağından özellikle kuru deriye sahip kişilerin kış aylarında maske ve peeling uygulamalarından kaçınması uygun oluyor. Ayrıca kışın yüzün günde iki defa yıkanması da yeterli geliyor. Soğuk Havalarda Maske ve Peeling Yapmayın. Cildin Kurumasını Önlemek İçin Sabun Olmayan Bir Cilt Temizleyicisi Tercih Edin. Özellikle duştan sonra ve dışarıya çıkmadan önce derinin lipid bariyerini onaran ve besleyen ürünler tercih ederseniz cildinizi daha iyi korursunuz.

Kurutucu yan etkileri  nedeniyle  kese- lif işlemlerinden ve vücut jellerinden uzak durmaya özen gösterin. Vücut jeli yerine nemlendirici özelliği yüksek olan, hassas ciltlere yönelik bir krem temizleyici tercih etmeli ve cildinize çıplak elle sürün. Haftada iki-üç kez ve 36-40 derecelik ılık suyla duş almaya özen gösterin. Her gün yıkanmak, sıcak suyla yıkanmak veya yıkanma süresini uzun süre tutmak deriyi kurutuyor. Bundan dolayı duş süresini 5-10 dakikayla sınırlandırın.

Soğuk kış günlerinde sentetik, polyester veya yünlü giysiler yerine cildin kurumasını ve kaşınmasını önleyen pamuklu ya da pazen giysiler kullanın. Aynı nedenden dolayı dar giysiler yerine bol giysiler tercih etmeniz de yararlı oluyor. Ayrıca yağmur ve kar sonrası ıslak kıyafetlerle uzun süre kalmadan üstünüzü değiştirmeniz gerekiyor.

Evin içindeki nem oranını yüzde 30-50 civarında tutmaya gayret edin. Oda ısısını da 20-26 derece arasında sabitleyin. Evinizde nemli ortam yaratmak üzere evde hava nemlendiren bir cihaz kullanabilir veya kalorifer üzerine su dolu kap yerleştirebilirsiniz. Son olarak, tüm bu önlemlere rağmen cilt problemleri yaşıyorsanız ya da profesyonel cilt bakımı ve kimyasal işlemler yaptırmayı düşünüyorsanız mutlaka uzman hekiminizi ziyaret etmeniz faydalı olacaktır.

Dermotoloji Uzmanı Dr. öğr. Üyesi Özlem Akın

Soğuk Havalara Dikkat Edilmesi Gerekir

Ağır kış şartlarının kapımızı çaldığı şu günlerde sağlığımızı korumak için çok daha fazla özen göstermek gerekiyor. Özellikle yaşlılar, kalp, akciğer hastalan, kanser tedavisi görenler, karaciğer yetersizliği, böbrek yetersizliği olanlar ve küçük çocuklar bağışıklık sistemleri zayıf olduğundan soğuk, karlı, rüzgarlı sert havalarda daha kolay hastalanıyorlar.

1.Dışarıda Geçirilecek Süreye Dikkat Edin

Öncelikle ne kadar hazırlıklı olarak soğuk havaya çıkıyor olsak da dışarıda kalacağımız süreyi mümkün olduğunca kısa tutmayı planlamalıyız. Aslmda soğuk hava bağışıklık hücrelerinin sayısını arttırarak mikroplara karşı savunma sistemimizi güçlendiriyor. Fakat soğukta kaldığımız süre uzadıkça vücudumuzun mücadele gücü giderek tükeniyor ve hastalanmaya yatkın hale geliyoruz

2.Kat Kat Lahana Gibi Giyinip Vücudunuzu Isıtın

Bir veya iki kalın kazak yerine kat kat giyilen kıyafetler gereğinde gün içerisinde girdiğimiz sıcak ortamlarda terlemeyi engellemek, ortama uymak için inceltilebiliyor. Aksi taktirde üzerimizde biriken ter dışarıya çıktığımızda üşütmemize ve kas tutulmalarına neden olabiliyor. Naylon esaslı hava geçirmeyen kumaşlar yerine terlemeyi engelleyen ve ıslanmaya karşı koruyucu özellikte kıyafetler giyilmeli

3.Vücudunuzun Dayanıksız Bölgelerine Dikkat

Burun, kulak, baş, eller, ayaklar ve parmaklar yani soğuğa en dayanıksız bölgelerimizi çift kat eldiven çorap ve başlıkla çok daha iyi korumamız gerekli. Başı korumamak, soğuk çarpması sonucu sinüzit, orta kulak ve bademcik iltihabına neden oluyor.

4.Yüksek Tansiyon Hastaları İlaçlarınızı Yanınıza Alın

Yüksek tansiyonu olanların burun, kulak, baş, eller, ayaklar ve parmaklardaki kılcal damarların soğuktan büzüşmesi sonucu tansiyonlarının daha da yükselebileceğini bilerek doktorlarına danışarak yanlarına acil durumda kullanacak ilaçlarını almaları tavsiye ediliyor.

5.Akciğer ve Kalp Hastaları Sağlığınıza Özen Gösterin

Özellikle akciğer ve kalp hastalığı olanların mümkünse soğuk havalarda dışarı çıkmamaları, çıkarken bu tedbirlere çok daha dikkat etmeleri gerekiyor. Akciğer sorunu olanların burun ve ağızdan soğuk havayı ciğerlerine çekmeleri başta soğuk algınlığı, nezle, grip ve daha da önemlisi zatürre riskini arttırıyor. Bu nedenle kalın atkı, kar maskesi benzeri kıyafetler ve kalın başlıklar kullanmalı. Kalp damar hastalarının, soğuğun vücutta yarattığı stres hormon artışı nedeniyle ani damar daralması sonucu kalp krizi ve inme riski nedeniyle çok daha dikkatli olmaları gerektiğini bilmeleri gerekiyor. Birkaç kat çorap giyerken özellikle şeker hastalarının ayakkabı vurması sorunu yaşamamak için sıkı ayakkabı giymemeleri öneriliyor.

6.Damar Sağlığınız İçin Sıvı Alımı Çok Önemli

Yeterli sıvı alımı olmadan uzun süre soğukta kalmak vücudun uç noktalarında susuzluğa bağlı olarak kılcal damarlarda daralmaya neden oluyor, bu durum hem soğuk yanığı denen donmalara hem de mikropların dışarı atılması için gereken burun akıntısı ve balgamın koyulaşmasma yol açıyor. Kahve ve çay gibi idrar söktürücü özelliği olan içecekler aslında burun ve boğaz salgılarını kuruttuğundan, bunun yerine ıhlamur, kuşburnu, nane-limon çayı tüketimi öneriliyor.

7.Kışın Alkol Alımına Daha Fazla Dikkat Edin

Alkol ise kılcal damarlarda burun ve yanaklarda sıcaklık hissi, kızarmaya neden olarak vücut ısısının arttığı hissini verse de tam tersine ısı kaybına neden olarak soğuk çarpması ve donma riskini arttırıyor. Ayrıca idrarla su kaybına da neden oluyor.

8.Solunum Yollarınız İçin Sigara İçmeyin

Burun, boğaz ve akciğerlerin hava yolları birçok toz ve mikrobun içeriye girmesini engelleyen onları dışarı süpüren ince tüycüklere sahip. Onlara en çok ihtiyacımız olduğu rüzgarlı ve soğuk havalarda sigara içmeye devam etmek solunum yolu hastalıklarına davetiye çıkarıyor.

9.Egzersizi İhmal Etmeyin, Spor Salonuna Gidin

Düzenli yapılan egzersizin birçok faydası yanında soğuk havalara bağlı soğuk algınlığı ve gribal hastalıklara karşı dayanıklılığı arttırdığı biliniyor. Düzenli egzersiz yapanlar bu hastalıklara hem yüzde 50 daha seyrek yakalanıyor hem de yakalandığında kendini yorgun hissetmiyorsa, egzersize devam etmekle yüzde 30 çok daha çabuk iyileşiyor. Soğukta yapılan egzersiz bu açıdan daha da faydalı görülüyor. Yine de alışık olmayanların spor salonlarında yapması öneriliyor.

10.Uzun Yol İçin Su ve Yiyeceklerinizi Depolayın

Araç içerisinde en az 2 gün yetecek miktarda su ve gıda, kalın battaniye, acil yadım çantası bulundurulması soğukta donmayı engellemek için hareketsiz kalınmaması özellikle el ve ayak parmaklarının çalıştırılması faydalı görülüyor

11.Kayma ve Düşmeye Dikkat Edin! Eller Cepte Olmasın

Kar, buz, yağmur özellikle yaşlılara düşmeye bağlı çok kolaylıkla kırıklara neden olabiliyor. Dışarı çıkmak zorunda olanların tabanı kaymayan ayakkabı giymeleri, baston taşımaları, küçük adımlarla yürümeleri mümkünse yanlarında birisinin bulunması öneriliyor. Düşerken kendinizi koruyabilmeniz için ellerinizin cebinizde olmaması gerekiyor.

12.Her Şeyin Başı İyi Beslenmekten Geçiyor

C vitamininden zengin portakal greyfurt kırmızı biber kuşburnu, boza, kefir, yoğurt, sirke, turşu gibi fermente edilmiş faydalı bakterilerden zengin gıdalar, bağışıklık sisteminin hammaddesi olan hayvansal proteinler için balık, et ve süt ürünlerinin tüketilmesi mikroplara, soğuğa karşı dayanıklılığı arttırıyor. Şekerli gıdalar ise bağışıklık sisteminin mikroplarla mücadelesini zorlaştırıyor, pirinç, patates, hamurişi yemekler, tatlılar, şerbetler, meşrubatlar bu açıdan zararlı görülüyor

13.D Vitamini ile Vücudunuzu Dinç ve Sağlıklı Tutun

Herşeyden önemlisi güneş göremediğimiz için kışın en çok eksilen ve hastalıklara karşı korucu olan D vitaminimizi, kan düzeyini ölçtürmek ve doktorumuza danışarak takviye etmelisiniz.

14.Gözlerinize Kar Gözlüğü Takmayı Unutmayın

Ayrıca mutlaka yanınızda bulunması gereken malzemeden birisi de kar gözlüğü; göz kuruması ve kızarıklığını engelliyor.

15.Düzenli Uyku, Bağışıklık Olmazsa Olmazı

7-8 saatlik kaliteli uyku bağışıklık sistemini güçlendiriyor, hastalıklara karşı direncimizi arttırıyor. Gece uykusunun yerini gündüz uykusu tutmuyor.

Bu içerik, Grup Florence Nightingale Hastaneleri Sağlıklı Yaşam Merkezi Direktörü, Dr. Özgür Şamilgil tarafından hazırlanmıştır.

Sonbahar-kış aylarında vücudun direncinin düşmesi sonucu gribal salgınlara daha sık rastlanır. Grip virüsleri birçok insanı etkilemesinin yanı sıra özellikle kronik hastalığı olan kişiler için daha fazla risk oluşturur. Grip virüsü; kalp hastalığı, hipertansiyon ve şeker gibi kronik hastalık grubunda çok daha hızlı ilerleyerek zatürreye dönüşebilir. Hatta zatürre ilerleyen zaman içerisinde ağırlaşarak, ölüme sebep olabilir. Bu nedenle kronik hastalığı olan kişilerin mevsim değişikliklerine çok dikkat etmeleri gerekir.

İnsan vücudunu ve sağlığını etkileyen en önemli nedenlerden biri de sıcak-soğuk değişimleridir. Ani değişen hava şartları ve kısa süreli ısı farklılıkları vücudun bu duruma alışmasını zorlaştırır. Bu durumda vücudun strese girmesine yol açarak savunma sistemini zayıflatabilir. Özellikle mevsim geçişlerinde bazı hastalıklar ilerleyebilir.

İnsan vücudunun ihtiyaç duyduğu normal ısı seviyesi 37,5 derecedir. Beynimizin ortasındaki merkezde, vücut sıcaklığını ayarlayan ısı düzenleyiciler bulunur. Bu merkez, dışarıdaki ısıyı kontrol altına alarak, vücudun sıcaklığını artırır veya azaltır.  Ancak ani hava değişimlerinde bu merkez zorlanabilir.

Dışarıdaki sıcaklığı hissetmek ve algılamak her insanda farklılık gösterir. Fizyolojik nedenlere psikolojik etkenler eklendiğinde, hissedilen sıcaklık kişiden kişiye göre değişebilir. Ani değişen sıcaklık ve nem oranı yüzünden kişilerde uykusuzluk, halsizlik, yorgunluk ve depresyon görülebilir. Ayrıca psikolojik ve hormonal dengeler de bozulabilir.

Mevsim geçişlerinde sıcaklık normalin üzerinde olduğunda öncelikle deri, böbrekler ve akciğerler tepki gösterir. Deri sıcaklık seviyesi arttığında terleyerek vücut ısısını dengede tutmaya çalışırken, böbrekler vücuttaki su oranını korumak için idrar üretmez. Akciğerler de vücuttaki suyu buharlaştırarak dışarıya atar. Aniden soğuyan havalarda ise vücut dengesinin korunabilmesi için ısı düzenleyici merkezin enerjiye ihtiyacı vardır. Bu nedenle mevsim geçişlerinde sağlıklı ve düzenli beslenmek, mevsime uygun kıyafetler giymek oldukça önem taşır. Ayrıca kronik hastalığı olan kişilerin de beslenme ve uyku düzenine, vitamin takviyelerine daha fazla önem vermesi gerekir.

Mevsim değişiklikleri her insanda farklı etkiler yaratır. Günlük yaşamın akışı kadar vücudun bu duruma uyum sağlaması da mevsimlere bağlıdır. Bazı insanlar bu durumdan etkilenmezken bazıları ise psikolojik ve fizyolojik sorunlar yaşayabilir. Aşırı stresli, heyecanlı ve sinirli kişiler mevsim geçişlerinde kendilerini fiziksel olarak daha güçsüz hisseder. Bunun sonucunda da vücutları daha çabuk tepki gösterir ve hastalanmaya daha müsait olurlar.

Mevsim geçişlerinde bazı hormonal değişimler de yaşanabilir. Bu değişimlerle beraber iştahta artış da görülür. Bu sebeple değişen hava şartları ve günlerin uzamasına bağlı olarak beslenme alışkanlıklarının tekrar gözden geçirilmesi gerekir. Aşırı kilolu insanlar özellikle bu dönemlerde daha özenli davranmalıdırlar. Mevsim değişimleri ayrıca tiroid hastalarını da olumsuz yönde etkiler. Sıcak-soğuk hava geçişleri yüzünden yaşanan rehavet, yorgunluk, stres ve gerginlik sonucu tiroid bezinde çalışma düzensizlikleri görülebilir.

Ofis ortamında veya fiziksel aktivite gerektiren işlerde çalışan insanlar için de aynı durum geçerlidir. Bu kişiler genellikle sonbahar ve kış aylarında yataktan yorgun ve bitkin kalkarlar. Mevsim değişimi yüzünden yaşanılan iç sıkıntısı ve mutsuzluk iş hayatlarında adaptasyon güçlüğü, enerji azalması ve dikkat dağınıklığına sebep olur. Hızlı ve stresli yaşam koşulları da bu durumu tetikler.

Kronik hastalığı olan kişilerin mevsim geçişlerinde bağışıklık sistemi daha zayıf olur. Bu nedenle diğer insanlara göre hava değişimlerinden daha çabuk etkilenirler. Aynı durum yaşlılar, hamileler ve çocuklar için de geçerlidir. Kronik hastalarda ısı kontrol merkezi oldukça zorlanır ve ısı değişimine karşı daha fazla hassas olurlar. Tansiyon, kalp ve böbrek hastalarının beslenmelerine özellikle dikkat etmeleri gerekir. Bol su tüketmeleri ve ilaçlarını düzenli almaları şarttır. Sıcaklık nedeniyle aşırı terlemek sodyum ve potasyum kaybına yol açacağından kalp hastalarında el uyuşukluğu olabilir. Bu yüzden kalp hastalarının düzenli olarak elektrolit ölçümlerini yaptırmaları önerilir.

Kronik hastalar sürekli kontrol altında olmalıdır. Özellikle yaz aylarına girerken ve yaz sonunda uzman bir hekime başvurarak kan kontrolleri, keratin ve üre testlerini yaptırmaları gerekir.

Mevsim geçişleri ruhsal dengemizde de değişimlere neden olur. Güneşi etkisini yitirmesi ve günlerin kısalarak erkenden kararması daha fazla duygulanmalara neden olur. Böylelikle kişi depresyona daha kolay girer. Mevsimsel değişime bağlı yaşanan depresyon insandan insana farklılık gösterir. Bazı kişilerde daha hafif seyrederken bazılarında ise bu durum depresif bir hal alabilir. Özellikle iş ve özel hayatlarında sıkıntı yaratacak durumlara bile yol açabilir.

Mevsim geçişlerini rahat atlatabilmek için bazı önlemler alınabilir. Öncelikle beslenme ve uyku düzenine çok dikkat edilmelidir. Vitamin ve mineral yönünden zengin yiyecekler tüketilmelidir. Bol su içilmeli, sigara ve alkolden uzak durulmalıdır. Eğer kapalı bir mekanda bulunulacaksa ortamın temiz olduğundan ve iyi havalandırıldığından emin olunmalıdır. Strese sebep olan durumlardan kaçınılmalıdır. Düzenli spor yapmak da bağışıklık sistemini güçlendirir.

Mevsim geçişleri, kronik hastalıkları tetikleyebildiği gibi belli yaş gruplarındaki insanlarda da olumsuz etkiler yaratabilir. Özellikle çocukların ve 65 yaş üzeri kişilerin daha dikkatli olmaları gerekir. Çocukların ve yaşlıların bağışıklık sistemi mevsimsel ısı değişimlerinde daha zayıftır. Bu sebeple bakteri ve virüs hastalıklarına yakalanma oranları yüksektir. Mevsime uygun korunma önlemleri alınmazsa uzun süren ve tekrar eden solunum yolu hastalıklarına yakalanma riski artabilir. 

UzmDr. Salim BEREKET

Sonbahar geldi. Hava, şimdi daha serin. Güneş daha geç yükselip, erken batıyor. Bu mevsim geçişlerinde bedenimizin bazı hastalıklara daha kolay yakalandığı ortadadır. Kısa bir zaman sonra soğuk hava kendini iyiden iyiye hissettirecek. Hastalıklardan korunmak için tüm organlarımız bize hizmet etmeye hazır bulunmaktadır. Yeter ki bedenimize güvenip, onunla işbirliği yapalım.
Sonbahar, yaz ve kış arasındaki mevsimlerin değişmesidir. Bu nedenle hava da sıcaklıklar da değişiyor. Bu değişiklik, grip ve diğer virüsler için elverişli bir ortam yaratıyor, bu nedenle tıp pratisyenlerine göre insanlar sonbaharda daha fazla hastalanıyor. Bu mevsimde oluşabilecek hastalıkları önlemek için iyi bir hijyen rutini oluşturmalısınız. Metabolizmanızı hızlandırmak için sağlıklı beslenmeyi unutmayın.
Sonbaharda bağışıklık sistemimizin en güçlü kalması gereken mevsimdeyiz. Beslenmemizin organlarımızı yormayan ancak onları güçlü tutacak besinlerden oluşmasına dikkat etmeliyiz. Karbonhidrat, protein, yağ, meyve ve sebzeleri dengeli olarak tüketmeliyiz. Tükettiğimiz besinlerin doğal, temiz, katkısız olmasına özen göstermeliyiz. Antioksidan içeren gıdalar, bağışıklık sisteminize enfeksiyonlarla savaşabilmek için gereken gücü verir. Antioksidan oranı yüksek olan ıspanak, lahana, brokoli, yaban mersini, nar ve ahududu gibi besinleri artırmak yararımıza olacaktır. Bugünlerde antioksidan içeren besin takviyelerine her zamankinden daha fazla gereksinim vardır. 

Araştırmalara göre, bir saat boyunca yüzümüze, ağzımıza, gözlerimize ve burnumuza 16-18 kez dokunmaktayız. Bu gerçekten yola çıkarak, sık sık ellerimizi yıkamak, birçok bulaşıcı hastalıktan korunmamıza yardımcı olmaktadır.  

Uyku, sağlıklı bir bağışıklık sistemi için çok önemlidir. Kaliteli bir uyku için, en az beş kez derin uykuya dalabilmemiz gerekmektedir. Organlarımız kendini tamir yeteneğine sahiptir. Bu tamiratı da uykuda yapabilmektedir. Derin uykuya dalmakta güçlük çekiyorsanız, sabah kalktığınızda hiç dinlenemediğinizi düşünüyorsanız vücudunuzda onarım işlemi eksik kalmaktadır. 

Kanımız zaman zaman hızlı akmalıdır. Bu da hareket ile gerçekleşebilir. Egzersiz, vücudunuz için pek çok aşamada önemlidir. Araştırmalar gösteriyor ki istikrarlı egzersiz, bağışıklık sistemine iyi gelmektedir. Günde 30 dakikalık bir yürüyüş bile sağlığınıza çok iyi gelecektir. Egzersiz ayrıca bağışıklık sisteminizi olumsuz etkileyecek stress hormonlarını da etkisiz hale getirmektedir. 

Grip tedavisinde antibiyotiklerin etkisi yoktur. Aksine, antibiyotiklere direnç gelişmesine yol açabildiği için yanlış kullanım,  zararlı olmaktadır. Tedavide en doğru yaklaşım, vücudun istirahat, sağlıklı beslenme, bol sıvı tüketimi, vitamin ve gıda takviyeleri ile güçlü tutulmasıdır. Ayrıca, grip aşısı %100 bir korunma aracı değildir. Bilinen 1000’den fazla virüs tipinden bir kısmına karşı korunma sağlar (%50 düzeyinde). Grip virüsü havada asılı kalan bir yapıda olduğundan (yaklaşık 2-3 gün), en iyi korunma yöntemi, bulunan ortamı sürekli havalandırmak ve elleri sık sık sabunlu suyla yıkamaktır (en az 5 dakika). Bu yöntem, aşı kadar etkili bir korunma sağlar.

Bedenimiz ters giden hallerde bolca sinyal vermektedir. Bu sinyalleri büyütmeden, abartmadan ve korkuya kapılmadan dikkatlice izlemeliyiz. Sonbaharın kendini iyiden iyiye hissettirdiği bugünlerde düşmeyen yüksek ateş, uzayan öksürük, öksürük ile koyu yeşil renkli veya kanlı balgam çıkarma, ishal ve kusma görülmesi, yakınmaların bir haftayı geçmesi durumunda, doktora başvurmak doğru olur. 

Dr. Ülkümen Rodoplu

Bedenimizi kışa hazırladığımız sonbahar, yorgunluk ve halsizlik gibi rahatsızlıklarla sıklıkla karşılaşılan bir mevsim. Sonbahar aylarındaki kronik yorgunluğun depresyona dönüşmemesi için kullanabilecek en önemli savunma silahı sağlıklı beslenmedir.

Hem rengi hem de lezzeti sevilen balkabağı, vitamin, mineral ve antioksidan bakımından oldukça zengin olduğundan bağışıklık sisteminin desteklenmesine yardımcı olur. Aynı zamanda yorgunluk ve halsizlik gibi semptomları azaltır, kasların daha düzenli çalışmasını sağlayarak kişinin daha enerjik hissetmesine katkı sağlar. Balkabağını özellikle soğuk kış aylarında haftada bir-iki kere çeşitli tariflerde kullanabilir; vücudun enerjisini artırırken hastalıklardan da korunabilirsiniz.

Demir, magnezyum kalsiyum, B vitaminleri, protein ve lif açısından zengin olan yulaf ezmesi, vücudun ihtiyacı olan enerjiden daha fazlasını sağlayarak yorgun hissetmeyi önler. Yeni güne enerji dolu bir başlangıç yapmak için yulaf ezmesi, yoğurt ve meyve ile hazırlanmış kahvaltıyla güne zinde başlayabilirsiniz.

Bilimsel araştırmalara göre, probiyotik besinler mevsim geçişlerine karşı toleransı yükseltiyor. Kefir, probiyotik bir içecek olup içerdiği dost bakteriler sayesinde bağışıklık sisteminin güçlenmesine yardımcı olur. Bu nedenle her gün bir bardak kefir tüketerek, bağışıklık sistemini güçlendirebilir, bahar yorgunluğunu daha kolay atlatabilirsiniz.

Magnezyum eksikliği vücutta halsizlik, kas yorgunluğu gibi rahatsızlıkların yaşanmasına neden olur. Magnezyumdan zengin beslenmek yorgunlukla savaşmanızı kolaylaştırır. Sağlıklı atıştırmalıkların başında gelen badem ise magnezyum, protein, bakır, E ve B vitaminlerinin önemli kaynaklarından biri olup kronik yorgunlukla baş etmemize yardımcı olur. Dolayısıyla ara öğünlere ve sabah kahvaltılarına ekleyeceğiniz günlük 5-6 adet çiğ bademle zihinsel ve psikolojik olarak daha zinde hissedebilirsiniz.

Ete kıyasla daha fazla demir içeren kakao, aynı zamanda B grubu vitaminleri, protein, lif ve çinko açısından da zengin bir kaynaktır. Magnezyumun da en önemli kaynaklarından biri olan kakao, yoğurt, süt veya smoothie’lere eklenerek yorgunlukla baş edebilir enerjinizi yükseltebilirsiniz.

Omega-3 yönünden zengin bir balık olan somonun, özellikle sonbahar aylarında haftada en az iki kez düzenli olarak tüketilmesi zihinsel performansı destekler. Ayrıca somon tüketen kişilerde Alzheimer hastalığının daha az görüldüğü çalışmalarla ispatlanmıştır. Triptofan bakımından zengin ve serotonin kaynağı olan somonu ızgara olarak tercih ederseniz mutluluk hormonu salgılayarak kendinizi daha iyi hissedebilirsiniz.

Vitamin ve mineral deposu olan elma, halsizlikte ilk tercih edilmesi gereken meyvelerden biridir. Elma halsizlikle mücadele ederken bağışıklık sistemini korur, vücudun direncini arttırır. Aynı zamanda kabuğuyla tüketilmiş bir elma, vücut için önemli bir lif kaynağıdır. Dolayısıyla her gün bir adet elma tüketerek vücudunuzu canlandırıp uyandırabilirsiniz.

Greyfurt, günlük C vitamini ihtiyacının büyük kısmını almayı sağlayarak bağışıklık sisteminin desteklenmesine yardımcı olur. Aynı zamanda diyet lifi, A vitamini, potasyum, folat ve B5 vitamini için de iyi bir kaynaktır. Antioksidan olan likopenin de önemli bir kaynağı olan greyfurt hücreye zarar veren serbest radikallere karşı savaşarak kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlar.

Cilt kuruluğu, saç dökülmesi, grip… Vücudumuz sonbaharda bazı etkiler yaşar. İşte sonbaharın vücudumuzda yarattığı etkiler ve nedenleri. Sonbaharın gelişi, günlerin kısalması, yapraklarda dökülmesi, insan vücudunda ve yaşam tarzında değişimin işareti anlamına geliyor. İster cilt kuruluğu, ister saç dökülmesi olsun, vücudumuz yılın bu zamanında bilimsel olarak açıklanabilecek bazı normal etkiler yaşar. Ama unutmayın ki bu değişiklikler kişiden kişiye değişir.

Sonbaharın vücudumuz üzerindeki en büyük etkilerinden biri cilt kuruluğudur. Her mevsimsel değişikliğin sistemde bir şok etkisi yarattığı, cildimizin tipik kimyasal dengesini bozduğu ve kuruluğa neden olduğu dermatologlar tarafından kanıtlanmıştır. Sonbaharın gelişi bir istisna değildir. Bol su içerek ve su içeriği yüksek yiyecekler tüketerek cildinizi nemli tutun. Nemlendirici kullanmayı da unutmayın.

Sonbaharda, daha fazla uyuma eğiliminde olduğunuzu fark edebilirsiniz ve bunun bir açıklaması var. Aslında sonbaharda gün ışığının azalması vücudun uyku-uyanıklık döngüsünü etkiler. Gün içinde ne kadar az ışığa maruz kalırsanız, kendinizi o kadar yorgun ve bitkin hissedebilirsiniz. Bu konuda yapabileceğiniz pek bir şey yok. Aksine, ne zaman boş bir an yakalayabilirseniz güneşin tadını çıkarmaya çalışın ve mümkün olduğunca çok dinlenin.

Sonbahar, yazın bittiğini ve kışın geldiğini işaret eder, bu nedenle beynimiz insülin direncini artırmak için vücudumuza sinyaller gönderir. Vücudumuz yağ üretimini artırır, kışa hazırlanmak ve daha soğuk havalarda hayatta kalabilmek için yağ depolamaya başlar. Bu yüzden hava biraz daha soğumaya başladığı anda, karbonhidrat ve yağ oranı yüksek gıdalara özlem duymaya başlarız. Yapabileceğiniz en iyi şey, herhangi bir sağlık probleminden kaçınmak için olabildiğince aktif kalmak ve düzenli olarak ne tükettiğinizi kontrol etmektir.

Yazdan sonbahara geçiş, ruh halimizi ve sağlığımızı etkileyebilir. Buna mevsimsel duygulanım bozukluğu denir. Uzmanlara göre sonbaharda, yeni bir okul yılının başlaması, tatil sezonunun bitme stresi ya da yaz boyunca istenen hedeflere ulaşamamanın olası pişmanlıkları nedeniyle kaygı artabilir. Kendinizi kötü hissetmeye başlarsanız, mümkün olduğunca açık hava etkinliklerine katılmaya ve güneş ışığından yararlanmaya çalışın. D vitamini, ruh halini düzenlemede ve depresyonla mücadelede büyük rol oynar.

Araştırmalara göre, sonbaharda güneşe maruz kalmak gözlerimiz için gerçek bir tehlike oluşturabilir. Bu mevsimin gelişi, güneş ve ışığın azalmasına neden oluyor ve bu da gözlerimizin maruz kaldığı toplam UV radyasyon miktarını artırıyor. Bu maruz kalma, fotokeratit gibi ciddi göz rahatsızlıklarına neden olabilir. Evden çıkmadan önce güneş gözlüğü takarak gözlerinizi koruyun. Ayrıca şapka takarak da gözlerinizi koruyabilirsiniz.

Comments are closed.