logo

Kaybettiğin şeylere bakarak zaman harcama. Devam et, hayat geriye doğru akmaz.

Psikolojik Dayanıklılık (I) | Dr. Mehmet Dinç

Mutluluk Sosyolojisi

Bir alışkanlık oluşturmak

PSİKOLJİK DAYANIKLILIK

DÜRÜST İNSANIN ÖZELLİKLERİ

ARKADAŞ SAYISI ÖNEMLİ Mİ?

Bir kişinin hayatta kalması garanti altına alındığında, onda samimi ve aşkın bir ihtiyaç ortaya çıkar: Yaşamda amaç bulmak. Var olmak, dünyada yaşamak ve her gün yaptıklarına anlam kazandırmak için bir neden. Yani nihai bir hedef, bu dünyadan ayrılmadan önce tırmanılacak son adım. Peki onu nasıl bulabilirsiniz?

Bazı insanlar hatırlayabildikleri sürece pratikte ne yapmak istedikleri konusunda net görünüyorlar. Öte yandan, diğerleri hiçbir şeyin hayatlarını adamaya değer görünmediği rahatsız edici bir belirsizlik içinde yaşıyorlar. İkinci gruptaysanız korkmayın: İlham asla biraz yardım olmadan gelmez. Bu duyguyu deneyerek, derinlemesine düşünerek veya bazı özel tekniklerle ortadan kaldırabilirsiniz. Hadi devam edelim ve bu konuyla ilgili bazı ipuçlarına bakalım.

Hayatta amaç bulmak neden önemlidir?

Rutin, herkesin ihtiyaç duyduğu bir güvenlik ve istikrar damarı olsa da, günlük hayatınızı ele geçirip dinlenmeye yer bırakmadığında boğucu bir hal alır. Hiç kimse sürekli değişen bir çalışma programına sahip olmaktan veya ne zaman ev değiştirmek zorunda kalacağını düşünerek yaşamaktan hoşlanmasa da, hayatta, hayatınızın geri kalanında her gün aynı şeyi yapmaktan daha fazlası vardır.

Önemli olan, diğer her şeyde olduğu gibi, dengedir: Belirli bir dereceye kadar düzenli ve öngörülebilir, ancak günlük rutininizin dışına çıkmanıza ve heyecan bulmanıza olanak tanıyan bir hayata sahip olmak. Bazıları için yaşamın amacı olan bu uyarım, yaşamın ilgili bir hedefe yanıt verdiği fikrini ayakta tutacak şey olacaktır. Buna ek olarak, hayatta bir amaca sahip olmak daha iyi fiziksel ve zihinsel sağlıkla, strese karşı daha fazla dayanıklılıkla ve Psychological Science dergisindeki bir araştırmaya göre daha uzun ömürle ilişkilidir. Dolayısıyla bu derin yön ve anlam duygusu, zihnimiz ve bedenimiz için bir refah faktörüdür.

Bu nedenle, hayatınızın boş olduğu ve önemsediğiniz şeyler veya insanlar için yaptığınız işin hiçbir önemi olmadığı hissine kapılıyorsanız, belki de bir ana hedefe, bir amaca ihtiyacınız var. Hayatta amaç bulmak için bazı ipuçları verelim.

Hayatta amaç nasıl bulunur?

Şu fikri aklınızdan çıkarmayın: Sizi hemen hayat dolu hissettiren bir amaç bulamazsınız. Ancak buna giden yol aynı zamanda heyecan verici de olabilir. Emotion dergisinde yayınlanan bir çalışmanın işaret ettiği gibi, olasılıkları keşfederken olumlu bir tutumla ilerlemek genel refahınız için de faydalı olabilir. Aşağıda size yaşam amacınızı bulmanız için bir eylem planı belirlemenize yardımcı olacak pratik öneriler sunacağız.

1. Değerlerinizi ve tutkularınızı tanımlayın

Kendinize hayatınızı neşe ve anlamla neyin doldurduğunu ve sizi her gün kalkmaya neyin motive ettiğini sorun. Ve tabii ki evrensel adaletin sizin için ne anlama geldiğini unutmayın, çünkü toplumda pek çok insan bu değerleri uygulamak için yaşıyor. Örneğin, bazıları ırkçılığın toplumumuzda yeterince uzun süre varlığını sürdürdüğünü düşünüyor ve hayatlarını onu tamamen ortadan kaldırmaya adıyorlar. Böylelikle insan düşüncesini aktivizm yoluyla değiştirmenin sevinci, ırkçılık karşıtlığını bu insanlar için hayati bir amaç haline getiriyor.

2. İkigai tekniğini deneyin

Japonca ikigai kavramı, hayatı yaşanmaya değer kılan şeyleri ifade etmek için kullanılır. Dört unsurun kesişimine dayanmaktadır: Yapmayı sevdiğiniz şey, ne konuda iyi olduğunuz, çevrenizin (veya dünyanın) neye ihtiyacı olduğunu düşündüğünüz ve size neyin zenginlik kazandırabileceği.

Bu prensibe göre hayatınızda bu dört unsuru bir araya getiren bir aktivite olmalı ve onu bulmak sizin görevinizdir. Psikolojik düzeyde, Concurrent Disorders Society Press tarafından yayınlanan bir inceleme, bu tekniğin kişisel bilginin, problem çözme becerilerinin ve hedef edinmenin iyi bir gelişimi ile ilişkili olduğunu göstermektedir. Uygulamak için şu adımları izleyin:

Aralarında kesişme noktaları oluşturarak dört daire çizin. Bunlardan birine yapmayı en çok sevdiğiniz şeyi yazın. Bir sonraki adımda, ne konuda iyi olduğunuzu. Üçüncüsünde, size ödeme yapılabilecek beceri ve bilgileri yazın. Son olarak, geri kalan daireye, dünyayı iyileştirmek için her zaman kendi özgür iradenizle ve herhangi bir ücret veya tanınmaya ihtiyaç duymadan hangi eylem ve faaliyetleri gerçekleştireceğinizi yazın.

Dairelerin kesişme noktalarında sevdiğiniz ve iyi olduğunuz şeylere dair kısmi yanıtlar bulacaksınız. Bu şekilde misyonunuz, dünyanın ihtiyaç duyduğunu düşündüğünüz şeylerle birlikte sevdiğiniz şeyler olacaktır. Öte yandan mesleğiniz, dünyaya katkıda bulunmak istediğiniz şey ile iyi olduğunuz şey arasındaki kesişim noktası olacaktır. Sonunda bir mesleğiniz var: Hangi konuda iyisiniz ve karşılığında ne alabilirsiniz? Bir sonraki adım, dünyayı iyileştirmek için ne yapıyorsunuz gibi sorular sorarak bu soyutlamayı gerçek hayatınıza uygulamaktır. Mesleğiniz sizi mutlu ediyor mu? Bilinmeyenleri çözdükten sonra bu dört yönü dengelemeye başlayabilirsiniz. Bunu başarmak ikigainize ulaşmak olacaktır.

3. Deney yapın ve konfor alanınızın dışına çıkın

Hayatınızda ona bir amaç kazandıran hiçbir şey bulamıyorsanız, belki de bunun nedeni (henüz) bir şeyin hayatınızda olmamasıdır. Bu nedenle konfor alanınızın dışına çıkmanız önemlidir. Henüz denemediğiniz tüm etkinlikleri yapmak veya henüz geliştirmediğiniz becerileri test etmekle ilgilidir. Dışarı çıkmak ve keşfetmek her zaman iyi bir başlangıç noktasıdır.

Bazen bu aynı zamanda kendine bakmayı içeren bir egzersizi gerçekleştirmekle de ilgilidir. Belki her zaman dikkatinizi çeken ama size göre olmadığını düşündüğünüz şeyi yapmaya cesaret etmek. Cesaretlenin; denemeden öğrenemezsiniz

4. Uzun vadeli hedefler belirleyin

Bugüne odaklanmaya yardımcı olduğu için günlük yaşamak iyidir. Ancak istediğiniz geleceğe doğru yürümek de önemlidir. Bu nedenle, uzun vadede ne yapmak istediğinizi düşünün; kendimi 20 yıl sonra nerede görüyorum? ve anlamlı hedefler belirleyin.

Daha yüksek bir amaç için çalıştığınız hissi, eylemlerinize ve kararlarınıza anlam katacaktır. Ancak böyle bir hedef belirlemek yeterli değildir. Aksine, motivasyonu korumak ve bunu başarmak için somut adımlar gereklidir:

  • Ulaşmak istediğiniz başarıyı veya gelecekteki durumu gözünüzde canlandırın.
  • Hedefinize ulaşmak için atmanız gereken tüm adımların bir listesini yapın.
  • Bunları vermek istediğiniz önceliğe göre düzenleyin.
  • Bunları karşılamak için bir eylem planı yapın (örneğin son teslim tarihlerini belirleyin).
  • Her başarı için kendinizi ödüllendirmeyi unutmayın çünkü bu şekilde motivasyonunuzu korur ve bir evrim hissi yaratırsınız.
  • Esnek olun: Yol boyunca aksilikler olacaktır ve planınızı değiştirmeniz gerekebilir.

5. Aktivizme veya hizmet eylemlerine katılın

Başkalarını desteklemek veya bir amaç uğruna savaşmak eylemlerimize, düşüncelerimize ve kararlarımıza derin anlam katar. Her ne kadar bu fikir tek amacınız olmasa da, Journal’daki bir makalede belirtildiği gibi, aidiyet duygusu, empati gelişimi ve sosyal adalete katkıda bulunma motivasyonu yoluyla size refah getirecektir. Merhametin harekete geçirdiği duygusal tepkileri analiz eden Kişilik ve Sosyal Psikoloji.

Hepimizin hayatta bir amacı var

Hayat amacını bulmak her birey için benzersiz bir süreçtir. Bazen derin düşünmeyi ve hoş olmayan anlarla veya hoşlanmadığınız kısımlarla yüzleşmeyi gerektirir. Ayrıca, hayatın kendisi değiştiği gibi, yaşam amaçlarının da değişebileceğini unutmayın. Kendinizi geleceğin size getireceği şeylere kapatmayın çünkü amaç, aşmak değil, hayatınızı daha anlamlı bir şekilde yaşamak için iç huzuru yakalamaktır.

Mutluluk ne iktisatçıların ortaya koyduğu gibi basitçe ekonomik faktörlere indirgenebilir ne de psikologların incelediği gibi sadece bireysel süreçlerle ilgilidir. Toplumsal olguları yine başka toplumsal olgularla inceleme eğiliminde olan sosyoloji mutluluğu diğer sosyal süreçlerle, toplumsal ağlar ve ilişkilerle birlikte inceleyebilir.

Mutluluk olgusu kişiye özgü bir ruh hali olarak görülse de bu bireysel iyi oluş hali içinde yaşadığımız toplumsal çevreden tamamen bağımsız değildir. Bizi sarmalayıp çevreleyen, destekleyen yakın sosyal bir çevreden yoksunsak, ailemiz, komşumuz, yakın dostlarımızı mutsuz eden olaylar yaşanıyorsa, yaşam kalitemizi etkileyen eğitim, sağlık, güvenlik gibi hizmetlerde aksaklıklar varsa bizler ne kadar mutlu olabiliriz, hayattan ne kadar tatmin alabilir, kendimizi ne kadar iyi hissedebiliriz ki? Sosyolojinin en önemli kurucu isimlerinden Emile Durkheim, biz sosyologlara toplumsal olguları yine toplumsal olgularla açıklamayı öğretmiştir.  O halde nasıl ki işsizlik, hastalık, yoksulluk, intihar, işten hayattan tatmin alamama gibi bireysel görünen sorunların arkasında bir takım toplumsal dinamikler varsa kişinin mutluluk düzeyinin oluşmasında da içinde yaşadığı toplumsal çevrenin ve yapıların güçlü bir etkisi vardır.
Bu kısa makalede ben önce sosyoloji disiplinin mutluluk gibi öznel bir durumla olan sorunlu ilişkisini açıklamaya çalışacağım daha sonra da sosyolojinin mutluluk çalışmalarına ne gibi katkılar sağlayabileceğini tartışacağım.

Toplumsal fenomenleri inceleyen bir bilim dalı olarak sosyoloji mutluluk olgusuna bugüne kadar neredeyse tamamen kayıtsız kalmıştır. Sosyoloji ders kitaplarında bir iki istisna dışında mutluluk olgusu bir başlık altında incelenmemektedir. Psikologlar ve iktisatçılar mutluluk üzerine bilimsel eserler üretirken literatürde sosyolojik açıdan mutluluğu inceleyen makalelerin sayısı iki elin parmaklarını yeni yeni geçmektedir. Sosyoloji açısından çizdiğimiz bütün bu kara tabloya karşı dünyada mutluluk üzerine çalışan en önemli bilim insanının yine bir sosyolog olması ise bu disiplin adına mutluluk ve umut verici bir durumdur.  Ömrünün elli yılından fazlasını mutluluk üzerine çalışmaya adayan Hollandalı sosyolog Ruut Veenhoven göre sosyologların mutluluk konusuna kayıtsız kalmalarının üç temel nedeni vardır. Bunlardan ilki ideolojik önyargılar, ikincisi kuramsal sorunlar ve sonuncusu pragmatik nedenlerdir. 

İdeolojik nedenlerle başlayacak olursak Veenhoven’a göre sosyologların önemli bir kesimi sosyal eşitlik, tabakalaşma ve sosyal uyum gibi konular üzerine çalışmaktadırlar. Bu çalışmalardaki temel beklenti bir toplumda refah düzeyi düştükçe o toplumdaki diğer olumlu durumlar gibi mutluluk düzeyinin de düşüşe geçeceğidir. Ancak en zengin toplumlar en mutlu toplumlar olmadığı gibi ekonomik refahtan bağımsız olarak yoksul kesimlerin içinde de mutlu bireylerin olması sosyologların kafasını karıştırmaktadır. Bu ideolojik beklentiler ile sahada ortaya çıkan veri arasındaki çelişkili durum sosyologları mutluluk çalışmalarına karşı bu zamana kadar mesafeli bir pozisyon almaya, bu konuyu görmezden gelmeye itmiştir. 

Mutluluk üzerine toplumsal bir çalışma yapmak sosyologlar açısından zor ve kuramsal yönden de bir takım sorunları içinde barındırmaktadır. Bu nedenle çoğunlukla sosyologlar, mutluluğu objektif olarak ölçülemeyen, salt fikirlere dayanan ve Auguste Comte’un tabiriyle zihinsel biyoloji’nin yani psikolojinin ilgi alanına girecek değersiz bir konu olarak bulma eğilimindedirler.

Son olarak pragmatik nedenlere gelecek olursak; sosyologlar, toplumsal hayatta diğerleriyle etkileşim içinde olan insanların nasıl hissettiklerinden çok onların eylemleriyle ilgilenirler. Mutluluk gibi kişisel, ölçülmesi sorunlu ve değişken bir durumu açıklamaya çalışmaktansa sosyal davranışı açıklamak daha pratik ve kolaydır. Bir başka pragmatik neden, Durkheim’dan beri sosyologlar toplumsal hayatın içinde sistemin akışını sekteye uğratan patolojik olgularla, düzeni bozan norm dışı durumlarla ilgilenme eğilimindedirler. Sosyolog aldığı eğitim nedeniyle iyilik durumuna değil öncelikle bireylere yaşamlarında ızdırap veren sorunlara, kötülük durumuna odaklanır. Sosyolog gözü mutluluk ve iyi bir yaşamın nasıl tanımlanabileceğini, bunların nasıl deneyimlendiğini görmekte zorlanır. Bu nedenle sosyoloji camiası içinde sosyalleşen sosyoloğun düşünme, algılama ve eylem pratikleri toplumdaki iyi bir hali daha iyi hale getirmek üzerine çaba harcamaya yatkınlık göstermez. 

Sosyolojinin Mutlulukla Entelektüel Bağlantısı

Yukarıda dile getirdiğimiz üç temel nedenden dolayı sosyolojinin bu zamana kadar mutlulukla hiç bir ilişkisinin kurulmadığı anlamına da gelmemelidir. Sosyolojinin bizzat mutluluğun kendisini bir kavram olarak ele alıp tanımlamadığı bir gerçektir. Ancak disiplin ilk kuruluş aşamasından beri insanları mutsuzluğa götüren süreçleri anomi, yabancılaşma gibi kavramları kullanarak incelemektedir. Yani sosyoloji mutsuzluk üzerinden mutluluğa dair söz söyleyecek bir entelektüel bagajı olduğunu her zaman göstermiştir. Örneğin Durkheim 1893 yılında yayımlanan Toplumsal İşbölümü kitabında toplumların mekanik işbölümünden organik işbölümüne geçerken bireysel bakış açısı ve duygusal özerkliğin gelişimine değinir. Durkheim bu dönüşüm sonucu toplumda patolojik bir durum haline gelebilen aşırı bireyciliğin bireylerin huzurunu giderek daha fazla tehdit eden bir güç haline geldiğinin altını çizmektedir. Bu patolojik durumdan yola çıkarak toplumsal bağları kopuk bireylerin egoist intihara,  toplumsal düzenlemelerin kontrolünden çıkan bireylerin ise hayal kırıklığı, arzularının tatmin olamaması, alışmış oldukları hayat konforunun ani değişikliği gibi nedenlerle anomik intihara sürüklendiğini tespit etmektedir. Durkheim, arzuları sınırsız olan ve gerçekçi talepleri olmayan bireyin huzuru için, bunu mutluluk olarak da okuyabiliriz, toplumsal sınırlamaların ve kurallarının varlığını gerekli görmektedir.  Yine Durkheim Dinsel Hayatın İlksel Biçimleri adlı çalışmasında (1912) kolektif ibadetlerde olumlu duyguların canlandığını ve güçlendiğini, bu güçlü olumlu duyguların daha sonra tüm topluma yayıldığını dile getirmektedir.

Durkheim yapıcı kaliteli sosyal ilişikler ve ortak rızaya dayalı ahlaki değerlerin bireye huzur vereceğini dikkat çekerken sosyolojinin bir diğer önemli ismi Karl Marx ekonomik ilişkilere ve üretim sistemlerine odaklanmıştır. Marx ve takipçileri kapitalist sistemde bireyin ürettiği ürüne, çalıştığı mekana, doğaya ve bedenine yabancılaştığı ve fiziksel olduğu kadar akıl sağlığını da kaybettiğini iddia etmektedirler. Bu nedenle onlara göre kapitalist sistem içinde bireyin mutlu ve huzurlu olması mümkün değildir. Bu bakış açısına göre mutluluk ancak özel mülkiyetin kalktığı bir toplumda gerçekleşebilir.

Sosyolojinin kurucu babalarından Max Weber ise modern toplum karşısında karamsar ve mutsuzdur.  Weber çeşitli dinler üzerine yaptığı çalışmalarda ölüm ve kaçınılmaz acı çekme hali karşısında bireylerin yaşamlarını nasıl anlamlı hale getirme mücadelesi verdiklerini göstermeye çalışmıştır. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu (1905) isimli eserinde insanların ebedi bir mutluluğu yakalamak için bu dünyada nasıl çok çalıştıklarını ve çileci bir hayata yöneldiklerini göstermiştir. Weber maksimum verim için her şeyin rasyonelleştiği, insani duyguların ve mucizelere inançla dolu dinsel düşüncenin kaybolduğu modern dünyanın geldiği halden mutsuzdur. Ancak Weber’e göre insanı hapseden bu çelik kafesten kaçış imkanı da yoktur. 

Görüldüğü gibi sosyolojik gelenek mutluluktan çok modern ve kapitalist dünyadaki mutsuzluğa odaklanmıştır. Ancak tersten bir okumayla toplumsal yapıdaki bu patolojik durumları tedavi edecek tespit ve önerileriyle sosyoloji bireylerin ve toplumun iyi oluşu ile ilgi dolaylı bir mutluluk çalışması yapmaktadır diyebiliriz. 

Sosyoloji camiasının salt mutluluk konusuna büyük çapta kayıtsız kalmasına rağmen bu disiplinin mutluluk çalışmalarına yeni bir boyutlar kazandıracağını düşünmekteyim. Çünkü mutluluk ne iktisatçıların ortaya koyduğu gibi basitçe ekonomik faktörlere indirgenebilir ne de psikologların incelediği gibi sadece bireysel süreçlerle ilgilidir. Toplumsal olguları yine başka toplumsal olgularla inceleme eğiliminde olan sosyoloji mutluluğu diğer sosyal süreçlerle, toplumsal ağlar ve ilişkilerle birlikte inceleyebilir. Örneğin ekonomik sermayenin ötesinde bireylerin sosyal, kültürel ve sembolik sermayelerinin yaşamlarına verdiği tatmin ve hazları incelemek mutluluk çalışmalarında yeni ufuklar açabilir. Bu yaklaşımlar mutluluk çalışmalarına teorik olarak önemli katkılar sunacaktır.  Ayrıca sosyolojik perspektifler Marc Cisek’in de altını çizdiği gibi “mutluluk araştırmalarına mutluluk deneyimini eleştirel bir şekilde incelememize, onu değişen güç ilişkilerine ve kültür, politika ve ekonomideki değişimlere göre konumlandırmamıza izin veren yararlı bir araç seti”  sunması açısından da oldukça kullanışlıdır. 

Gerçekten de son yıllarda yapılan bir çok çalışma ekonomik refahtan öte kaliteli sosyal ilişkilerin olduğu toplumların mutluluk düzeylerinin daha yüksek olduğunu göstermektedir. Bu nedenle dünyanın en mutlu toplumları en zengin değil insanlar arası kaliteli,  güvene dayalı ilişkilerin olduğu toplumlar olduğunu göstermektedir. 2012 yılından beri her yıl açıklanan Dünya Mutluluk Endeksi’nin ilk sıralarında sürekli ekonomik refahın toplumun tabanına yayıldığı kadar, devlete, topluma ve insanların birbirlerine güvenin en yüksek olduğu Kuzey Avrupa ülkelerinin olması bir rastlantı değildir. Finlandiya’nın ilk sırayı aldığı 2020 yılındaki durumu açıklayan raporda mutluluk düzeyinin belirlenmesinde kullanılan altı faktörden dördünün sosyal çevrenin farklı yönleri ile ilgili olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu faktörler, “güvenecek birine sahip olmak, önemli yaşam kararlarını verme özgürlüğü, cömertlik ve güven”dir. Raporun dikkat çektiği en önemli konulardan biri ise özellikle eleştirel sosyologların üzerinde çalıştığı eşitsizlik olgusu ile kişinin mutluluğu arasındaki ilişkidir. Rapor iyi bir sosyal çevrenin eşitsizliğin etkilerini azaltacağını bunun da toplumsal mutluluğu artırabileceğini tartışmaktadır.  Gerçekten de C. Bjørnskov  Amerika Birleşik Devletleri’nde 48 eyaletteki verileri inceleyerek yaptığı çalışmada da sosyal güven düzeyi ile mutluluk arasında pozitif bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır.

Mutluluğa giden yol kaliteli bir hayattan geçmektedir. Yaşam kalitesinin ölçümünde kullanılan bireyin maddi yaşam standardı, sağlık hizmetlerine ulaşımı, eğitim olanakları, iş dahil kişisel faaliyetleri, demokratik katılım imkanları, sosyal bağlantıları ve ilişkileri, ekonomik ve fiziksel olarak kendini güvende hissetmesi gibi temel etmenler kuşkusuz sosyologların çalışma konuları içindedir. Sosyologlar  bu faktörlerle mutluluk arasındaki ilişkiyi nitel ve nicel araştırma yöntemleri ile tespit edip, toplumsal derinliği olan analizler yapabilme imkanına sahiptirler. Bu nedenle üretim ve tüketim ilişkilerinin bireyleri yalnızlaştırdığı, nesneleştirdiği, sosyal bağların niteliğini zayıflattığı modern toplumda mutluluk sosyolojisine hiç olmadığı kadar ihtiyaç vardır.

Doç. Dr. Barış Erdoğan / Pozitif Psikoloji / NP İSTANBUL HASTANESİ

Sokrates’e göre yaşamın amacı ve herkesin yaşam boyunca peşinden koştuğu en yüksek iyi mutluluktur. Mutluluğa erişmenin yolu ise bilgidir; insana ve yaşama ilişkin bilgi, çünkü doğru bilgi insanı doğru eylemlerde bulunmaya götürür.

İnsan genel olarak eylemleri, yaşamı, yaşamın amacı, başına gelenler, diğer insanlarla ilişkileri ve tüm hayatı boyunca gerçekleştirdiği eylemleriyle peşinden koştuğu şeyler üzerine düşünmeye başladığında, kaçınılmaz olarak temas edeceği başlıca konulardan biri mutluluktur. Filozoflar da mutluluğun ne olduğu, insanın nasıl mutlu olabileceği, bir ruh hali olarak mutlulukla bir değer olarak mutluluk üzerine incelemeler yapmaktan kendilerini alıkoyamamıştır. Özellikle mutluluğun ahlak felsefesi alanının temel tartışma konularından biri olduğunu söylemek mümkündür. Hatta neredeyse bir bütün olarak Antik Yunan döneminde filozofların ahlak felsefesi alanında ortaya koydukları görüşlerin temel odağının mutluluk olduğunu söyleyebiliriz. İyi bir yaşam sürmek ve ahlaklı olmak, insan hayatının temel amacı olarak gördükleri mutlulukla ilişkilidir. Fakat hem Antik Yunan’da hem de genel olarak felsefe tarihinde filozoflar mutluluğun ne olduğu konusunda birbirlerinden oldukça farklı görüşler geliştirmişlerdir. Hem bu farklılığı açmak hem de genel olarak mutluluğun ne olduğunu anlayabilmek için, öncelikle Antik Yunanlıların mutluluk için kullandıkları terime bakmak faydalı olacaktır. Antik Yunanlıların mutluluk için kullandıkları terim eudaimonia’dır; genel olarak bu terimin karşılığının iyi olma hali olduğunu söyleyebiliriz. 

Eudaimonia teriminde yer alan “eu” “iyi”yi ifade etmektedir. Terimin diğer bileşeni daimonia’daki “daimon”u az da olsa felsefeyle ilgilenmiş olanlar Sokrates’ten hatırlayabilirler. Sokrates, kendisine yol gösteren, daha ziyade onu aşırılıklardan alıkoyan ya da yanlışlıklar yapmasını engelleyen içsel bir sesin ya da gücün olduğunu söyler. Bu sesi ya da gücü vicdan ya da ahlaki bir sezgi olarak da düşünebiliriz. Böyle bir daimon’a, yani iyi bir daimon’a sahip olma, kişinin iyi bir yaşam sürmesiyle, dolayısıyla mutlu olmasıyla ilişkilidir. Bilindiği üzere Sokrates insanın kendisini tanıması, yaşamını sorgulaması gerektiğini; sorgulanmayan bir yaşam sürmenin yaşamaya değer olmadığını düşünür. Günlük rutinler ve toplumsal yaşamın temel belirleyicileri içinde bir yaşam sürmek, bu rutinler ve belirlenimler içinde kaybolmuş kişinin, yaşamını kendisinin belirleyemediği bir şekilde sürüklenmesine neden olur. Öte yandan kişinin kendini tanıyabilmesi için, yaşamı bireysel ve toplumsal olarak tüm çerçevesiyle birlikte sorgulaması, aslında ona erdemli bir yaşam sürmesinin kapılarını da açar ve bu, insan olmanın bir gerekliliğidir. Sokrates’e göre yaşamın amacı ve herkesin yaşam boyunca peşinden koştuğu en yüksek iyi mutluluktur. Mutluluğa erişmenin yolu ise bilgidir; insana ve yaşama ilişkin bilgi, çünkü doğru bilgi insanı doğru eylemlerde bulunmaya götürür.    

Sokrates erdemli olmanın, yani mutlu olabilmenin doğru eylemler yoluyla kişinin kendisini gerçekleştirmesinde yattığını düşünüyordu. Doğru eylemlerde bulunmak da kişinin özellikle pratik konularda bilgili olmasına dayanıyordu. Oysa böyle bir durumda kişinin kötülük yapması ya da kötü eylemlerde bulunması, tamamen onun bilgisizliğinden kaynaklanacaktır; çünkü bu anlayış çerçevesinde insan bilerek ve isteyerek kötülük yapmaz. Sokrates’in bu yaklaşımı kendisinden sonra gelen filozoflar tarafından sert bir eleştiriye tutulmuştur. Fakat Sokrates’in hayatın amacının mutluluk olduğu biçimindeki görüşü kendisinden sonra gelen düşünürler üzerinde derin bir etki bırakmıştır.

Genel olarak insanlara mutluluktan ne anladıklarını sorduğumuzda, birçoğumuzun mutluluğu hazla ilişkilendirdiğini görmek hiç de zor olmaz. İnsanın fiziksel ihtiyaçları veya arzuları vardır ve bu ihtiyaçlarını tatmin ettiğinde, bu tatmini haz takip eder. Hiç kuşkusuz bu tarz bir tatmin oldukça kısa süreli bir doyumdur. Böyle bir tatminin ne kadar yoğun olursa olsun mutluluk olduğunu düşünebilir miyiz? Kısa süreli ama yoğun bir haz, hatta belki de peşini acının takip ettiği bir haz. Fiziksel hazlar ne kadar yoğun olursa olsunlar kısa sürelidir ve tatmini hazza neden olan fiziksel ihtiyaç veya arzu bir süre sonra kendisini yeniden doğuracaktır. Fiziksel ihtiyaç veya arzu hazza neden olacaktır, haz veya fiziksel tatmin de fiziksel ihtiyaca veya arzuya; asli ya da nihai bir doyum olmaksızın bu dairesel devinim sürüp gider ve insan da arzu ve hazzın bu dairesel oyununda yaşamını tüketir. Mutluluğu fiziksel ihtiyaçların doyumundan kaynaklanan hazlara indirgeyen ve böyle hazların peşinden gitmemizi salık veren filozoflar vardır. Mutluluğun, yani en yüksek iyinin haz (hedone) olduğunu iddia eden filozoflardan biri aynı zamanda Sokrates’in de öğrencisi olmuş olan Aristippos’tur (M.Ö. 435-356). Aristippos hazlar çeşitliliği içerisinde ayrım yapmaksızın hazcılığı (hedonizm) savunmuştur. Fakat hazlar arasında şiddet ve derece bakımından ayrım yapmanın da mümkün olduğunu düşünmüştür. 

Mutluluk Hazzın Varlığı ve Acının Yokluğudur

Mutluluğun hazza indirgenebileceği ya da doğrudan haz olduğu şeklindeki görüşü, Aristippos’tan uzun bir süre sonra yaşamış olan Jeremy Bentham’da da (1748-1832) buluyoruz. Bentham çok yüzeysel bir ifadeyle iyiyi hazla, kötüyü de acıyla ilişkilendirmiştir. Fakat Bentham Aristippos’tan farklı olarak haz ve acı konusunu sadece bireysel olarak değil, aynı zamanda toplumsal olarak da değerlendirmiştir. Onun dikkate aldığı bir eylemin ahlaki ölçütü, sadece kişinin gerçekleştirdiği eylem sonucunda kendisi için edindiği haz değil, olanaklı olduğu ölçüde diğer kişiler için ne kadar iyiye vesile olduğudur, yani toplumsal olarak mutluluğu ne kadar çok sağladığı ya da arttırdığıdır. Hazzın niceliğine, yani daha ziyade fiziksel arzulara odaklanan Bentham’dan farklı olarak, John Stuart Mill (1806-1873) hazzın niteliğini ön plana çıkarmış ya da başka bir ifadeyle, niteliksel hazların esas olarak insanın mutluluğunda rol oynadıklarını vurgulamıştır. Bentham için olduğu gibi, Mill için de mutluluk hazzın varlığı ve acının yokluğudur, ayrıca bir kişinin eylemiyle erişeceği sonucun toplumsal olarak ne kadar çok kişiye mutluluk yarattığı, Mill için de ahlaki bir eylemin temel ölçütüdür. Fakat dediğimiz gibi Mill, mutluluk için fiziksel hazlardan ziyade, daha kalıcı ve sürekli olan niteliksel hazları, yani zihinsel/entelektüel hazları temel almıştır.  

Antisthenes’e Göre Haz İnsanı Köleleştirir

Mill’in mutluluk konusunda niteliksel hazlara yaptığı vurgunun benzerini Epikuros’un (M.Ö. 341-270) yaklaşımında bulmak mümkündür. Epikuros da fiziksel/bedensel hazlardan ziyade, niteliksel/zihinsel hazların insanın mutlu olmasında temel bir rol oynadığını düşünür, çünkü bedensel hazlar söz konusu olduğunda insanın tam bir doyuma ulaşması hiçbir zaman mümkün değildir. Öte yandan Sokrates’in öğrenci olmuş ve onun ölümüyle kendi okulunu kurmuş Antisthenes’e (M.Ö. 445-365) göre de insan yaşamının amacı mutluluğa erişmektir. Fakat Antisthenes insanın mutluluğa erişebilmesi için, hazzın peşinden koşmaması gerektiğini düşünür. Haz insanı köleleştirir. Bu nedenle o, dünya nimetlerinden uzak duran ya da bunlara kayıtsız kalan, içsel bağımsızlığı engelleyen her türlü şeyden kaçınmayı ve kişinin kendi kendisine yetmesini öğütleyen bir yaşam biçimi önermiştir; ona göre ancak böyle bir yaşam biçimi insanı mutlu kılar.  

Şimdiye kadar ele aldığımız filozoflar açısından yaşamın temel amacının mutluluk olduğunu, fakat bu filozofların mutluluğa nasıl erişilebileceği ve mutluluktan ne anladıkları konusunda birbirlerinden farklı düşündüklerini gördük. Fakat ele aldığımız görüşlerin neredeyse tamamı, bir eylemin ahlaki değerinin, o eylemin varacağı sonuca göre belirlendiği konusunda kesişirler. Yani ister niceliksel ya da niteliksel hazza indirgensin ister indirgenmesin, mutluluk kendimizi gerçekleştirirken ortaya koyduğumuz eylemlerimiz sonucunda erişmemizin mümkün olabileceği bir iyi olma hali olarak düşünülür. Mutluluğu tüm hayata yayılan bir iyi olma hali olarak ele alan diğer bir filozof ise Aristoteles’tir (M.Ö. 385-323). 

Aristoteles’e Göre Mutluluk

İnsan eylemleri yoluyla kendisini gerçekleştirir. Eylemlerde bulunmak, kişinin diğer varlıklarla, diğer insanlarla ve nesnelerle ilişki içine girmesini ifade eder. Yani eylemler yoluyla kişinin kendisini gerçekleştirmesi, kişinin kendisini ilişkiler içine sokması anlamına gelir. Aristoteles’e göre ilişki içerisine girmek, yani eylem bir tercih meselesidir. Bir şeyin tercihin konusu olabilmesi için, ruhun o şey üzerine düşünüp taşınması ve o şeyin diğer şeylerden ayrımını – farkını ortaya koyması gerekir; yani herhangi bir belirli eylem, belirli bir iyiyi gerçekleştirecekse, bu belirli eylemin gerçekleştirmeye çalıştığı şeyin (belirli bir amacın), bir iyi olup olmayacağını, bir iyiye vesile olup olmayacağını iyice düşünüp taşınması gerekir. Başka bir ifadeyle, belirli bir eylemle belirli bir iyiye ulaşılmak isteniyorsa, o gerçekleştirilmek istenenin iyi olup olmadığı üzerine, yani tercih edilen şeylerin koşullarının ve sonuçlarının bir iyiyi doğurup doğurmayacağı üzerine düşünüp taşınmak gerekir. Düşünüp taşınma, ruhun elinde olup yapabileceği şeyler, yani olduğundan başka türlü olabilen, koşulları değişen, nasıl olacakları belirlilik kazanmamış şeyler üzerine bir düşünüp taşınma işlemidir. Düşünüp taşınma amaçlara ulaştıracak şeyler, yani araçlar üzerine bir düşünüp taşınmadır. Asıl amaç ise, tüm bu gerçekleştirdiğimiz eylemlerimizle hayatımızın bütününe yayılan, dolayısıyla etkinlik olarak düşünebileceğimiz mutluluktur. Yani düşünüp taşınarak, tercih ederek gerçekleştirdiğimiz her eylemimiz bizim bir iyiyi elde etmemizi olanaklı kılar. Sürekli olarak bu iyileri elde etmeye yönelik etkinlikler içine gireriz. Tüm bu iyilerin yöneldiği nihai iyiye ise Aristoteles, tüm hayatımıza yayılan iyi olma durumu ya da hali olarak mutluluk der. Esasen ona göre mutluluk, bir durum ya da halden ziyade bir süreçtir, eylemlerimizin yöneldiği iyilerin elde edilmesinin tüm hayata yayıldığı bir süreçtir.

Kant’a Göre İyi Olma

Bu yazıda özellikle insan yaşamının nihai amacının mutluluk olduğunu iddia eden filozofların, mutluluğun ne olduğu, insanın nasıl mutluluğa erişebileceği konularındaki görüşlerini ana hatlarıyla ele almaya çalıştık. Öte yandan başta Immanuel Kant (1724-1804) olmak üzere bazı filozoflar, insanın etik bir varlık olabilmesinin hiç de mutlulukla ilişkili olmadığını düşünür. Kant’a göre, bir eylemin ahlaki değeri, o eylemin yöneldiği ya da o eylem yoluyla elde etmek istediğimiz sonuca göre belirlenmez. Eğer eylemde bulunurken, arzularımız, tutkularımız, eğilimlerimiz tarafından ya da bunların nesneleri tarafından belirleniyorsak, o zaman bağımsız ya da özerk bir şekilde eylemiyoruzdur. Yani kendi eylemimizi kendimiz belirlemiyoruzdur. Bu nedenle Kant bağımsız ya da özerk olabilmemiz için, aklımızın, pratik aklımızın, eylemlerimizin nasıl olacağını belirleyecek ilkeyi bizzat kendisinden hareketle koyması gerektiğini düşünür. Yani eylemlerimizin ahlaki değerinin, eylemlerimiz yoluyla varmak istediğimiz sonuçta değil, eylemlerimizi önceleyen ve eylemlerimizin temel niteliğini belirleyen ilkede aranması gerekmektedir. Eğer hiçbir koşul tarafından belirlenmeksizin aklımızın koyduğu ilkeye göre istememizi belirliyorsak ve bu ilke yasa, yani her kişi, durum ve şart için geçerli olabiliyorsa, böyle bir isteme iyi istemedir. Dolayısıyla Kant’a göre, istememizin iyi olmasının mutlulukla bir ilgisi yoktur, hatta çoğu zaman iyi bir insan olmak, bizi mutsuzluğa bile götürebilir. 

Alışkanlık Oluşturmak Ne Kadar Sürer? Bir alışkanlık oluşturmak 60 günden fazla sürebilir, ancak bir şeyi gerçekten istiyorsanız, bu çabaya değer. Nasıl yeni bir alışkanlık edinebilirsiniz? Doğal yollarla bir alışkanlık oluşturmak ne kadar sürer? Herhangi bir davranış potansiyel olarak bir alışkanlık haline gelebilir mi? Farklı alışkanlıklar oluşturmak aynı miktarda zaman alır mı ? Bu yazıda, bir alışkanlık oluşturmak için neye ihtiyacınız olduğuna dair tüm sorularınızı cevaplayacağız.

Hepimiz daha sağlıklı rutinleri günlük hayatımıza dahil etmek isteriz. Örneğin, sigarayı bırakmak, sağlıklı yiyecekler yemeye başlamak veya düzenli olarak egzersiz yapmaya başlamak isteyebilirsiniz. Ancak, birkaç gün sonra kendinizi motivasyonunuzu kaybederken ve bu çabayı terk ederken bulabilirsiniz.

Alışkanlık oluşturmak için çaba sarf etmeniz gerekiyor. Vücudunuzu veya rutininizi daha önce bilmediğiniz yeni davranışlara adapte etmelisiniz. Bu nedenle yeni alışkanlıklar oluşturmanın anahtarı tutarlı ve azimli olmaktır. İşler zorlaştığında pes etmenin cazibesine karşı en iyi silahlarınız bunlar olacaktır.

Bir alışkanlık oluşturmanın ilk adımı, neyi başarmak istediğinizi belirlemektir. Bu gerçekten istediğiniz ve almak için motive olduğunuz bir şeyse, başlamak çok daha kolay olacaktır.

“Mümkün ve imkansız arasındaki fark, bir kişinin kararlılığında yatmaktadır.”

-Tommy Lasorda-

Bir alışkanlık oluşturmak ne kadar sürer?

1960 yılında plastik cerrah Maxwell Maltz, bir alışkanlık oluşturmak için 21 güne ihtiyaç olduğunu belirtti. Daha sonraki araştırmalar, nöronların bu zaman çerçevesinde yeni davranışları tamamen özümseyemediğini keşfetti. 21 günü alışkanlık oluşturmanın temeli olarak ele alırsanız ve bu süre içinde başaramazsanız, vazgeçme riskiyle karşı karşıya kalabilirsiniz.

“Bu kadar eğilime sahip olsaydı, herhangi bir kişi, kendi beyninin heykeltıraşı olabilirdi.”

-Santiago Ramón y Cajal-

University College London’da yapılan sonraki araştırmalarda, araştırmacılar, yeni bir alışkanlık oluşturmak ve onu kalıcı hale getirmek için ortalama olarak 66 güne ihtiyacımız olduğunu keşfettiler. Ayrıca, sadece bir gün için bu alışkanlığı terk etmenin uzun vadeli hedeflerimiz için zararlı olmadığını da keşfettiler.

Bir alışkanlık oluşturmak için başlangıçta onu sık sık uygulamalısınız. Alıştırma süresi, alışkanlık haline getirmek istediğiniz davranışa göre değişecektir. Aynı zamanda aktivitenin size ne kadar tanıdık geldiğine de bağlıdır. Yabancı olduğunuz bir şey, alışkın olduğunuz bir şeyden daha fazla zaman gerektirebilir. Öte yandan, sizin için tanıdık ve kolay olan bir şeyin yeni bir alışkanlık haline gelmesi çok uzun sürmeyebilir.

Bir alışkanlık nasıl sürdürülür

Yapmanız gereken ilk şey bir eylem planı geliştirmektir. Bu, kendiniz için kısa, orta ve uzun vadeli hedefler belirlemenizi gerektirir. Bu, ilk fırsatta bırakma eğiliminden kaçınmanıza yardımcı olacaktır. Bunun yerine, kendiniz için belirlediğiniz hedeflere ulaştığınızı gördükçe, büyük olasılıkla buna devam edeceksiniz. Planınız, ayrıca, gün içindeki bu alışkanlığı uygulamayı düşündüğünüz zamanı da içermelidir. İyi tanımlanmış ve iyi organize edilmiş planları sürdürmek çok daha kolay olacaktır.

Ayrıca kendinize neden söz konusu alışkanlığı oluşturmak istediğinizi sormalısınız. Nihai hedefinize ulaştıktan sonra geleceğiniz noktayı gözünüzde canlandırmak veya yeni alışkanlıkla alakalı bazı olumlu değişiklikleri görmek sizi motive edebilir. Bu şekilde, başlangıçta bu yeni yola girmeye karar vermenize neyin sebep olduğunu unutmazsınız. Bunları aklınızda tutmak, yeni alışkanlığı kalıcı hale getirmenizi kolaylaştıracaktır.

Erteleme dediğimiz tuzağa da yenik düşmeyin. Bununla, bugün yapabileceklerinizi yarına ertelememeniz gerektiğini kastediyoruz. Ne kadar erken başlarsanız, hedefinize o kadar çabuk ulaşırsınız. Bir alışkanlık oluşturmak, sürekli disiplin ve çalışma gerektirir. Neyi başarmak istediğiniz konusunda tutkulu hissediyorsanız, kesinlikle ilerleyebileceksiniz.

Psikolog Adriana Díez

Kişisel İlişkilerde Güç Mücadeleleri

İlişkilerde iki partnerin de güç sahibi olması gerekir. Kararlar almanız gerekir ve çoğu zaman insanlar aynı ihtiyaçları, tercihleri ya da arzuları paylaşmazlar. Bu tip durumlarda güç mücadeleleri kendilerini gösterir.

İlişkilerde güç hassas bir konudur. İki partner de, bunu fark etseler de etmeseler de, diğer partnerin karşısında baskın bir pozisyonda olmak ister. Diğer yandan, güç mücadeleleri çiftleri paylaşılan sorumluluklar, samimiyet ya da cinsel ilişki gibi birçok açıdan etkileyebilir. Bir ilişkide, güç mücadeleleri kötü olması şart olmayan gerginliklere yol açabilir. Problem; bu gücü elde etmek için kullanabileceğiniz stratejiler yaralayıcı olduğunda ya da diğer kişi üzerinde baskın olan kişi bu baskınlığını ilişkinin iyiliği için değil de kendi çıkarları doğrultusunda kullandığında ortaya çıkar.

İlişkilerde Güç Mücadeleleri

İlişkilerdeki çiftler dinamik varlıklardır ve kendilerini sürekli bir karşılıklı değişim sürecinin içerisinde bulurlar. Genel olarak sosyal bağlamda, spesifik olarak ise sevgi bağlamında ikna etme ya da baskınlık durumları güç mücadeleleri olduğuna işaret edebilir. Çiftlerin güç mücadeleleri karmaşık olabilir. Değişimlere, beklentilere, arzulara ve ihtiyaçlara karşı hassastır. Diğer yandan, bir süre sonra iki partneri de rahat oldukları bir noktaya konumlandıran bir dengeye ulaşırsınız. Zaman zaman, kararları siz verirsiniz. Diğer zamanlarda ise partneriniz bu rolü üstlenir.

Örneğin, bir ilişkide, biriniz nereye tatile gideceğinizi, diğeri ise nerede kalacağınızı seçebilir. Tercihler ve bilginin birleştiği daha köklü çiftlerde bu tip etkileşimleri daha sık görebilirsiniz. Bunların tamamı kimin kime baskın olduğunu belirlemeyi karmaşık hale getirebilir. Birinin diğeri üzerinde baskın olması, ve bu kişinin üzerinde baskınlık kurulmasına izin vermesinin kötü bir şey olmadığını belirtmemiz de önemlidir. Problem, kişilerden biri sadece gücü elinde tutmak amacı ile diğerini incittiğinde ortaya çıkar.

İlişkilerde Güç Mücadeleleri ile İlgili Problemler. Genellikle, bir ilişkideki güç oyunları ilişkiyi dengede tutmaya eğilimlidir. Bundan dolayı çift kendisini spontane olarak düzenleme eğilimindedir. Belirli durumlar ile başa çıkmaktan hoşlanan insanlar bu dinamiğe tam olarak uyacaktır. Ancak, iki taraf da aynı tercihe sahip ise çatışmalar ortaya çıkabilir. Bazen bu denge spontane olarak gelişmez. Aşağıda güç savaşının ilişki açısından problem yaratabileceği bazı durumları göreceksiniz.

“Sevmek, diğerlerinin mutluluğunda zevk bulmaktır.”

– Gottfried Leibniz

Durum 1. İki Baskın Partner.

Bazen iki taraf da yönlendirmeye alışıktır. Bu olduğunda daha fazla tartışma çıkması kaçınılmazdır. İki kişi de haklı olmaya alışıksa güçlerinin birazından vazgeçmek iki taraf için de karmaşık olacaktır. Eğer ilişkinizin benzer bir dinamiğe sahip olabileceğine inanıyorsanız bunu ele almanın bir yolu birbirinizi anlamak üzerinde aktif olarak çalışmanızdır. Bunun için empati gibi beceriler geliştirmeniz gerekecektir, ki bu beceriler çok yararlı olacaktır.

Durum 2. İki İtaatkar Partner.

Partnerlerin ikisi de ilişkiyi yönlendirmek istemediğinde rahatsız ya da çaresiz hissedebilirler çünkü ikisi de dizginleri ele alamaz. Bu kişileri güvensiz hissettirecektir ve uzun vadede ilişkiyi yıpratabilir.

Birçok durumda, bu problemi eğer ikiniz de düşündüğünüz şeyleri paylaşır ve mesela zaman zaman kontrolü elinize almak gibi bir anlaşmaya varmaya çalışırsanız çözebilirsiniz.

“Asla üstünde değil, asla altında değil, hep yanında.”

– Walter Winchell

İlişkilerde Güç Oyunları Hakkında Birkaç Söz

Güç oyunları genellikle bilinçsiz ve doğal bir şekilde gerçekleşir. Sizin için daha ilginç olan ya da hakkında daha fazla içgörü sahibi olabileceğiniz kararlara bağlı olacaklardır. Güç oyunları, cicim ayları sürecinden sonra çok daha fazla gerginlik yaratabilir. Bu, ilişkiye ne getirdiğinizi anlamaya başladığınız ve daha önce sahip olduğunuzdan daha fazla tercih oluşturmaya başladığınız o noktadır. Eğer güç mücadeleleri sürekli kavgalar haline gelirse partneriniz ile birlikte oturup ilişkiye ikinizin de ne getirdiğinizi ve hangi argüman ya da stratejilerin geçerli olup olmadığını derinlemesine düşünmeniz ve bu konularda birbirinize hak vermeniz gerekir. Örneğin, diğer kişinin evi temizlemesini sağlamak ya da seks yapmak için duygusal şantaj yapmanın adil olmadığına karar verebilirsiniz.

Alejandro Rodríguez

Biri size kötü davranıyorsa, aynı şekilde tepki vermeyin. Bu hiçbir şey sağlamaz. Yapılacak en iyi şey sınırlar koymak ve onlara eylemlerinin sonuçlarını göstermektir. Bu, onların haksız ve incitici davranışlarının üzerinizdeki etkilerini iyileştirecektir.

Biri size kötü davrandığında ne yapmalısınız? Tepki mi vermelisiniz? Kendinizi uzaklaştırıp hiçbir şey olmamış gibi mi davranmalısınız? Aslında, bir rahatsızlığa uygun şekilde yanıt vermekten daha karmaşık ve tartışmalı çok az deneyim vardır. Çoğu zaman, tavsiye, kendinize sorunun sizde değil, diğer kişide olduğunu söylemektir. Bu doğru olabilir, peki ya size hissettirdikleri? Bu adaletsizlik, yalnızlık, öfke, hayal kırıklığı ve hatta korku duygularıyla nasıl başa çıkıyorsunuz? Gerçekte, olumsuz bir deneyimin geçmesine izin vermek çoğu zaman yeterli değildir. Bunun nedeni, tehdit edici bir durum karşısında duygularınızı ihmal etmenizin iyi olmamasıdır.

Biri size kötü davrandığında başa çıkma stratejileri

Bir insan olarak, herhangi bir tehdit veya tehlike durumuna tepki vermeye programlandınız. Bu beyinde, serebral amigdalanın rolünden kaynaklanmaktadır. Emory Üniversitesi (ABD), bu gerçeği vurgulayan bir araştırma yaptı. Beyninizin bu bölgesi, vücudunuzu stresli durumlarda üç tepki vermeye zorlar. Aslında, biri size kötü davrandığında, doğal tepki mekanizmanız sizi kaçmaya, saldırmaya ya da olduğu yerde kalmaya (tepkiyi dondurmaya) zorlar. Bunlar, çok eski zamanlardan beri insan doğasını belirleyen içgüdüsel tepkilerdir. Ancak bugün, daha geniş ve daha akıllı bir yanıt türü kullanmalısınız.

Bu, saldırmayı seçmemeniz gerektiği anlamına gelir. Gerçekten de, misilleme yasasını kullanmak veya size kötü davrananlara şiddetle karşılık vermek, durumu daha da kötüleştirir. Aslında intikam size çok az fayda sağlar ve yalnızca öfke gibi olumsuz duygularınızı yoğunlaştırır. Bu nedenle, ne yapmalısınız? İşte bazı ipuçları!

Hemen tepki vermeyin, olanları sindirmek için duraklayın

Patronunuzun hem işinizi hem de çabanızı eleştirdiğini, partnerinizin size hakaret ettiğini veya bir arkadaşınızın güveninize ihanet ettiğini düşünün. Bunlar, sizi otomatik olarak tepki vermeye iten acı verici ve tehdit edici deneyimlerdir. Ancak bunu yapmak uygun değildir. Bir aşağılama veya olumsuz muamele durumundan sonra, olanları sakin bir şekilde işlemeye çalışmalısınız. Bu, durumu dikkatlice analiz etmenize yardımcı olacaktır. Belki de bu belirli eylemin münferit bir eylem olmadığını ve sizi üzen kişide daha önce başka hor görme belirtileri olduğunu anlamanızı sağlar.

Öz şefkat: acı, gerçektir ve onu saklamaya gerek yoktur.

Öz şefkat, zor zamanlarda değerli bir stratejidir. Kendinizi yargılamadan empati ve saygı ile kendinizle bağlantı kurmanızı sağlar. Biri size kötü davrandıktan sonra hissettikleriniz gerçektir ve bastırılmamalı veya saklanmamalıdır. Aslında, yalnızca hissedilen her duyguyu kabul ettiğinizde durumu daha iyi idare edebileceksiniz.

Sonraki adımlarınızı planlayın

Hiçbir şeyi şansa bırakmayın. Kim size bir kez kötü davrandıysa, bunu tekrar yapabilir. Bu nedenle, bir daha olmaması için bir plan hazırlamalısınız. Aşağıdakileri göz önünde bulundurarak neler yapabileceğiniz konusunda sakince ve derinlemesine düşünün:

  • Amacınız, diğer kişiyi yaptıklarından haberdar etmektir.
  • Tutumları tekrarlanamaz. Eğer öyleyse, sonuçların ne olacağını onlara açıklayın.
  • Size nasıl hissettirdiklerini ve eylemlerinin ne gibi etkileri olduğunu açıklayın.
  • Onlarla ne tür sınırlar çizeceğinizi düşünün.

Girişkenliği kullanın

Girişkenlik, açıklık, saygı ve cesaretin dilidir. Biri size kötü davrandığında sessiz kalmamalısınız. Çünkü sizi tekrar üzmeleri son derece muhtemeldir ve ilk ihlalle uğraşmadıysanız bu daha ciddi olacaktır. Kendinizi hak ettiğiniz şekilde savunmak için iddialı olmalısınız.

  • Sakin, kendinden emin ve doğrudan konuşun (önceden prova yapabilirsiniz).
  • Birincil tekil kişiyi kullanın (hissediyorum, fark ediyorum, istiyorum, ihtiyacım var).
  • Aşağıdaki formülü uygulayın: “X durumu kendini tekrar ederse, bu beni üzer ve buna izin veremem. Bu yüzden (…) yapmanı istiyorum. Eğer yapmazsan, o zaman ben (…) “.

Kendinize dikkat edin

Biri size kötü davrandığında, her şey acıtır. Ruhunuz, benlik saygınız ve hatta başkaları hakkındaki algınız azalır. Görünmez bir yara gibi. Ayrıca, duruma uygun, saygılı, ancak durumun tekrar etmemesi için net davranmak büyük çaba gerektirir. Bu tür deneyimlerden sonra öz bakım yapmalısınız. Sevdiğiniz insanlarla zaman geçirin, yaşadıklarınızı paylaşın, duygularınızı dışa vurun ve sakinlik ve esenlik elde etmek için kendinize zaman tanıyın. Günün sonunda, hayat karmaşık anlarla doludur. Ancak, iyiler genellikle kötülerden daha ağır basar. Onlara dikkat etmeli ve fırsat buldukça birbirinize sunmalısınız.

Psikolog Valeria Sabater

Bilişsel Dikkat Sendromu: Bu Da Neyin Nesi?

Bir şey bizi alaşağı ettiğinde genelde ne yaparız? Yanıt, kişiden kişiye değişir tabii. Bazı insanlar duygusal düzen stratejilerine diğerleri ise, öte yandan, olumsuz ve tehlike yaratan düşüncelere başvururlar. Eğer bir şey onların canını sıkar, üzer veya kızdırırsa, bu konu hakkında düşünmekten başka bir şey yapamazlar.

Aşırı düşünmek olumsuz duyguları ortadan kaldırmaya yardımcı olur mu? Kesinlikle hayır. Tam tersine. Aşırı düşünmekten elde ettiğimiz tek şey, yalnızca sorunlarımıza odaklandığımız ve sonuç olarak kendimizi daha kötü hissettiğimiz bir kısır döngüye girmektir. Sorun şu ki, faydasız bir kısır döngüye girdiğimizi ise her zaman fark edemeyiz. Bazı insanlar bu durumun diğerlerinden daha fazla farkında olsalar da, onu durdurmak için hiçbir şey yapmazlar – ya da yaparlar mı?

“Düşündüğümüz şey biziz. Olduğumuz her şey düşüncelerimizle ortaya çıkar. Düşüncelerimizle dünyayı yaratırız.”

– Buda

Bilişsel dikkat sendromu nelerden oluşur?

Bilişsel psikoloji, bir durumla ilgili bilgileri ve düşüncelerimizi işleme şeklimizin aslında duygusal deneyimlerimizi belirlediğini ileri sürer. Bu, “duygusal” düşüncelerimizi işleme şeklimizin refahımız üzerinde bir etkisi olduğu anlamına gelir. Ve söz konusu iç deneyimi ele almanın bazı yollarının diğerlerinden daha etkili olduğu söylenebilir.

Bir şey hakkında üzgün ya da endişeli olan, ancak çözüm arayan ve zihnini rahatlatan bir kişi, zararlı fikirleri arasında sıkışan ve yarın olmayacakmış gibi konu hakkında aşırı düşünen biriyle aynı şekilde hissetmeyecektir. Bu son örnek, bilişsel dikkat sendromundan muzdarip olanların yaşadıklarını açıklar. Bilişsel dikkat sendromu, kişinin kaybolmalarına izin veremediği olumsuz düşünce ve duygulardan oluşan bir modelle karakterize edilir. Peki bu neden olur? Çünkü bu döngüyü kronik ve değişmez hale getiren bir dizi biliş ötesi süreç bulunur.

Bilişsel dikkat sendromunda bilişsel süreç

Bu sendrom, uzun uzadıya düşünme, endişe, sabit dikkat ve negatif mücadeleyi kapsayan bir düşünce modeliyle karakterize edilir. İlk olarak, dikkat temayülümüz bizi rahatsız eden uyaranlara veya durumlara sabitlenir. Dikkatimizi olumsuz olaylara odakladığımız zaman, onlar pozitif olaylardan daha olumlu bir hal alırlar. Böylece, birisi bize nasıl olduğumuzu sorduğunda aklımıza bir olayın olumsuzdan çok daha olumlu olması gerektiği gelir.

Ayrıca, bu olumsuz durumlar hakkında çok fazla düşünmeye devam ederiz, bu da karamsar düşüncelerden dikkatimizi başka yöne çekmemizi imkansız hale getirir. Son olarak, uygun duygusal düzen stratejilerinin yokluğu bu süreci önemli ölçüde sürekli kılar.

“Olumsuz düşüncelerin ve yıkıcı duyguların üstesinden gelmenin yolu, daha dayanıklı ve daha güçlü olan karşıt, olumlu duygular geliştirmektir.”

– Dalai Lama

Bu sendromun sonuçları nelerdir?

Olumsuz konular hakkında durmadan düşünmek depresyona ve anksiyeteye yol açabilir. Depresyon söz konusu olduğunda, bilişsel dikkat sendromu, bu bozukluğun karakteristik özelliği olan negatif bilişsel üçlünün (kendisi, dünya ve gelecek hakkında olumsuz düşünceler) yoğunlaşması ve süresinin uzaması ihtimalini ortaya koyar. Bu yüzden, depresyondan muzdarip olan bireyler kendilerine “neden bu şekilde hissediyorum?” gibi sorular sorar ve çoğu zaman gerçekçi olmayan, olumsuz bir yanıt verirler. Örneğin, “bu şekilde hissediyorum çünkü zor bir zaman geçiriyorum, ama geçecek” demek yerine “çünkü tam bir başarısızlık örneğiyim de ondan” diye düşünürler.

Birey, bu süreci otomatik hale gelene kadar sürekli biçimde tekrarlar, bu da onu herhangi bir konunun olumlu yönlerini algılayamaz hale getirir. Öte yandan, kaygıyla ilgili olarak, muhtemel tehlikeler üzerine dikkat yanlılığı mevcuttur. Böyle bir durumda “Ya bu olursa?” gibi geviş getiren düşünceler bu “tehdit gözetimini” açığa çıkarır.

Problem, bireyin sadece gelecekte karşılaşabileceği sıkıntılara odaklanması ve asla bu gibi durumlara karşılık bir çözüm arayışına girmiyor olmasıdır. Bu, bireyin anksiyete seviyelerini arttırır ve psikolojik müdahaleyi çok daha zor bir hale getirir. Buna ek olarak, birey bu gibi problemlerin ortaya çıkabileceği durumlardan kaçınmaya çalışır. Bu, kişinin endişe veren ve asılsız deneyimlerin aksine gerçekçi olanları hayal edemiyor olmasının neden bu kadar zor olduğunu bize açıklar. Kısacası, bilişsel dikkat sendromu, bir şey bizi rahatsız ettiğinde hali hazırda zor bir eylem olan zihnimizi rahatlatma işlemine engel olur. Bu yüzden durumu kontrol altına almak ve refahımızı yeniden kazanmak için dinamiklerinin farkında olmak çok önemlidir.

“Bir insan düşüncelerinin ürünüdür. Ne düşünürse, o olur.”

– Mahatma Gandhi

Psikolog Laura Reguera

Depresyon Nedir ve Depresyon Yaşayan Kişiyi Anlamak

Depresyon; bireylerin kendini mutsuz, karamsar, değersiz, suçlu ve umutsuz hissettiği psikiyatrik bir bozukluktur. Beraberinde uyku ve iştah sorunları, yorgunluk, cinsel isteksizlik görülebilmektedir. Depresyon yaşayan kişiler hayattan eskisi kadar zevk alamamakta, önceden keyif aldığı aktivitelerde bile isteksiz hissetmektedirler. Ayrıca hareketlerinde yavaşlama ve öz bakım sorunları olmasının yanı sıra dikkat ve hafıza sorunları da görülebilmektedir. Depresyonun ilerlediği durumlarda kişinin işlevselliğini yitirmesiyle birlikte gündelik işlerine devam edememekte ve intihar ile ilgili düşünceler ve eylemler de eşlik edebilmektedir. Bu nedenle kişinin yaşadığı depresyonun psikoterapi ve gerektiğinde psikiyatrik tedavi ile birlikte tedavi edilmesi hayati derecede önemlidir. Depresyonun tedavisinde psikoterapi ve ilaç tedavisinin gerekliliği kadar önemli olan bir diğer konu ise sosyal destektir. Depresyon yaşayan kişinin düşünce yapısı ve algıları çarpıtılmış, olumsuz ve karamsardır. Bu nedenle ruh hali oldukça umutsuz, çökkün ve hareketleri kısıtlıdır. Bu noktada depresyon yaşayan kişinin yakınlarının ve sosyal çevresinin davranışları hasta üzerinde oldukça önemlidir.

Peki Depresyon Yaşayan Kişiye Nasıl Davranmak Gerekir?

  • Öncelikle depresyonu ciddiye alın ve depresyon yaşayan kişilere “bu senin elinde olan bir şey, her şey kafada bitiyor” vb. sözler kesinlikle söylemeyin!
  • Depresyon ile mücadele eden birinin duygularını anlayın, önemseyin ve duygularını ifade etmesi için destek olun.
  • Depresyon yaşayan kişiler evden çıkmak istemeyebilir; baskı yapmadan onlarla sık sık görüşün ve dinleyin.
  • Depresyon yaşayan kişiler küçük şeyleri bile yapmakta zorlanabilir. Onlara küçük şeyleri yaparken yardım edin.
  • En önemlisi depresyon yaşayan kişiye yardım alması için teşvik edin. Depresyon önemli bir psikiyatrik hastalıktır ve siz ne kadar destek olursanız olun profesyonel bir destek olmadan depresyonun iyileşemeyeceğini unutmayın.

Depresyon Yaşayan Kişi Daha İyi Hissetmek İçin ne Yapabilir?

Yürüyüş yapabilir, içinizden gelmese bile kendinizi zorlayarak öz bakım ihtiyacınızı karşılayabilir ve ufak hareketleri hayatınıza katabilirsiniz. Duygularınızı ifade edebilir ve güvendiğiniz insanlarla dertleşebilirsiniz. Büyük hedefler yerine küçük hedefler koyabilirsiniz. Fakat en önemlisi tüm bunlar sadece bir destektir ve özellikle ağır depresyon yaşayan kişi için yeterli ve tedavi edici nitelikle değildir. Depresyon yaşayan kişi mutlaka psikoterapi desteği almalıdır.

Stresi Anlama

Stres, farklı durumlarda ve beklenmedik şekilde hayatımızı etkileyebilecek potansiyele sahip, duygularımızı, düşüncelerimizi ve davranışlarımızı deneyimlememiz ve yansıtmamızda önemli etkileri olan negatif durumlardır. Stres yaratan duruma uyum sağlama veya onu değiştirmeye uğraşma fizyolojik, bilişsel ve davranışsal tepkilerin meydana gelmesine neden olur. Stres yaratan durumlar genelde insanlarda korku ve endişe gibi negatif duyguların ortaya çıkmasını sağlar. Stresin kaynağı farklı durumlardan ortaya çıkabilir. Örneğin; tıbbi bir hastalıktan ya da fiziksel yaralanmalardan ortaya çıkan fiziksel stres kaynakları, doğal afetler ve yaşam biçiminin değişiminden kaynaklanan çevresel durumlardan ortaya çıkan stres, aile üyeleri arasında çıkan çatışmalar veya ayrılık gibi kişiler-arası/sosyal ilişki sebebiyle oluşan stres kaynakları ve psikolojik olarak yaşamda büyük etkileri bulunan ve işlevselliği etkileyen faktörler stresin farklı açılardan derin etkileri olan bir durum olduğunu gösterir.

Stres kontrol edilemeyen, tahmin edilemeyen ve belirsiz olarak algılanır ve bunun sonucunda diğer insanlarla içinde bulunduğumuz ilişkiler, aile yaşamı, arkadaş ilişkileri, romantik ilişkiler, iş yaşamı ve başarı algısı gibi durumlarda bozulmalar meydana gelebilir.

Stresin Sağlığımıza Etkisi

Stresin sağlığı olumsuz olarak etkilemesi doğrudan veya dolaylı yollarla olabilir. İnsanlar stresli durumlarda kötü alışkanlıklar geliştirebilir ve sağlığına dikkat etmeyi önemsemeyebilir. Örneğin; uyku düzeninin bozulması, sağlıklı besin alımının azalması, günlük hareket etme ve egzersiz yapma alışkanlıklarının azalması ve alkol kullanımının veya madde kullanımının başlaması veya artması gibi durumlar stresin dolaylı yollarla sağlığa olumsuz etkileri olabilir.

Öte yandan, stresin sağlık üzerinde doğrudan etkileri de oldukça sık karşılaşılan problemler ortaya çıkarır. Bilindiği üzere, bağışıklık sistemimiz vücudumuzu bakterilere, virüslere ve kanserojen içerikli maddelere karşı korur. Yoğun stres sonucunda bağışıklık sistemindeki yapıyı ve hormonları etkilediği için, vücudumuzdaki bu etkili savaş mekanizması olumsuz olarak etkilenir. Bununla birlikte, stresin psikolojik etkisi göz önüne alındığında da olumsuz durumlarla karşılaşmak olağandır. Stres ve güçsüz bağışıklık sistemi, depresyon, kaygı, şiddet ve öfke gibi negatif ruh halinde artışa sebep olur. Ayrıca, kişinin kendisi olmasını sağlayan ve hayata karşı olan tutum ve tavırların bütünü olan kişiliğin rolü de sağlık problemlerinin ortaya çıkmasında önemli bir yere sahiptir. Davranışın, düşünce biçiminin ve duyguların karakteristik örüntüleri, stresin etkilerini artırabilir ya da azaltabilir.

Stres Nasıl Yönetilir?

Stresi yönetme becerileri sözü hem kişisel hem de genel olarak birçok yolla mümkün. Stres başarılı bir biçimde yönetildiği takdirde, kan basıncının normal değerlerde seyretmesi, kaygının ılımlı derecede azalması, depresif semptomların gerilemesi ve hayat kalitesinin iyileşmesi gibi olumlu etkiler ortaya çıkar.

Stresi yönetme becerilerindeki en önemli adımlardan biri eğitim ve farkındalık oluşturmaktır. Kişinin hayatındaki stresli durumların farkında olması ve bu durumlara verdiği tepkilerin bilincine varması stresi azaltmak için önemli bir yöntem. Farkındalığı artırmak amacıyla kişinin stres kaynaklarını, düşüncelerini, duygularını, davranışlarını ve baş etme yöntemlerini anlamaları oldukça önemlidir. Stresle baş etme amacıyla, rahatlama tekniklerinin uygulanması ve meditasyon egzersizleri oldukça yarar sağlar ve farkındalığı da artırır. Bundan sonraki adım ise, stresi yönetmek için yeni ve daha işlevsel olan baş etme yöntemleri geliştirmektir. Örneğin düzenli egzersiz yapmak strese karşı direnci artırır. Öte yandan, zaman yönetimi becerilerini geliştirmeyi öğrenme, düşünce biçimini değiştirme gibi yöntemler de stresin azalmasında önemli rol oynar. Bununla birlikte, stresi anlama ve azaltma amacıyla profesyonel destek bu sürecin etkili bir biçimde ele alınması için oldukça yarar sağlar.

Kötü Geçen Bir Günü İyi Hale Getirebilmek İçin Neler Yapılmalı?

Özenle üzerinde durduğunuz ilişkinizde tartışmanın yaşandığını, yakın bir arkadaşınızın kalbini kırdığınızı, yıllarca size arkadaş gibi davranan birinin öyle olmadığını anladığınızı, yalnız olduğunuzu, trafikte saygısızca davranıldığını, iş yerinde pek çok sorunla karşılaştığınızı ya da şehirler arası otobüs yolculuğunda keyifle ilerlemek varken istemediğiniz şeylerle karşılaştığınızı düşünün. Ah ne kötü bir gün olur sizin için. Bunları veya benzeri durumları yaşadığınızda bir an önce günün bitmesini ve yaşadığınız şeyin etkisinden kurtulmayı isteyebilirsiniz.

Evet pek çoğunuzun bu gibi şeylerle gününün berbat hale gelebileceğini biliyorum. Fakat bu gibi kötü denebilecek günleri yaşamak normaldir. Dolayısıyla bugün sizlerle iyi gitmeyen bir günü nasıl iyi hale getirebiliriz konusunu ele almak istiyorum.

1- Duygularınızı fark edin ve nasıl hissettiğinizi anlamaya çalışın

Ne hissediyorsunuz, neden o anda o duyguyu hissettiniz, nasıl meydana geldi gibi sorularla duygunuzun kaynağı hakkında bilgi edinebilirsiniz. Hissettiğiniz duygunun kaynağını anlamak kendi başına rahatlatıcı bir unsur olacaktır. Meditasyon yapmak, günlük tutmak, müzik dinlemek, yürüyüş yapmak, sevdiğiniz bir arkadaşınızı ziyaret etmek. Bu aktiviteler gerçekte nasıl hissettiğinizi anlamınıza yardımcı olacaktır. Var olan bir şeyden kaçmaya çalışmak gölgenizden kurtulmaya benzer. Eğer duygularınızı içten ve derin bir şekilde anlamaya çalışırsanız onlardan kaçmaya gerek kalmadığına şahit olacaksınız.

2- Kendi içsel dünyanızı keşfetmeye çalışın.

Derinlerde var olan kısmen bastırdığınız özelliklerinizi keşfedip ve ortaya çıkmasına izin verdiğinizde (mümkünse bir uzmanla birlikte) korkularınızı veya kaygılarınızı yönetebilmeye başladığınızı göreceksiniz. Bu esasen içsel bir farkındalık yolculuğu olacaktır.

Kötü bir günü keyifli hale çevirmeye yönelik kendi içsel dünyanızı keşfetmek ilk adımla yakından ilgili. Duygularını hissetmek için kendine izin ver. Duygularınızın ortaya çıkması bazen yorucu olabilir. Çoğu zaman kendinize dahi söylemediğiniz ama derinlerde hissettiğiniz duygular sizi başlangıçta sarsabilir. Fakat bu duyguları serbest bıraktığınızda, onlarla mücadele etmek yerine kabullenmeye başladığınızda ilk cesur adımı atmış olacaksınız. Öfkeliyseniz ifade ettiğinizde, kırgınlıkları dile getirdiğinizde, hayal kırıklıklarınızı içtenlikle ifade ettiğinizde bu duyguların yükünün hafiflediğini görmek sizi şaşırtacak.

Bunları dile getirmek sözlerimizle ifade etmek anlamına da gelmiyor. İsterseniz bir günlük tutabilir, sesli not şeklinde kaydedebilir veya bir mektup şekline getirebilirsiniz. Sadece nasıl hissettiğinizi yazın veya söyleyin ve ardından her şeyin yüzeye çıkmasına izin verin. Yargılamayın veya bastırmayın. Hissedin, kabul edin, kendinize karşı nazik olun. İnsan olduğunuz gerçeğini göz önüne alırsak tümüyle sevgi, içtenlik veya nezaketten oluşmadığınızı da kabul etmelisiniz. Olumsuz yönleri de olan bir varlık olduğunuzu bilerek çalışın.

3- En Son Kendin İçin Yeni Bir Şeyi Ne Zaman Yaptın

Çoğu zaman hayatın içerisinde ve gün içerisindeki rolleriniz nedeniyle kendinizi unutuyor olabilirsiniz. Okulunuz, sınavlarınız, çocuklarınız, eşiniz, işiniz ve diğer sorumluluklarınıza dair roller. Sizi o kadar sarmalıyor ki kendiniz için, size iyi gelen şeyleri uzun süredir yapmadığınızı fark ediyorsunuz.

Duygularınızı elinizden geldiğince serbest bıraktıktan, onlarla mücadele etmek veya bastırmak yerine ifade ettikten sonra silkelenme zamanınız geliyor. Siz de yaşamınızda güzel şeyleri hak ediyorsunuz.

Aynılıkta uzaklaşarak daha önce denemeye fırsat bulamadığın veya riske etmediğin bir şeyi denemeye ne dersin?  Kulağa eğlenceli gelmiyor mu?

Başkalarının ne dediğini önemsemeden, bir tuvale resim yapmak, denemediğiniz bir pasta tarifini denemek, daha önce dinlemediğiniz bir dilde müziğin ritmine uyum sağlamak, gün doğumunda yüzmek, zorlu bir parkurda yürüyüş yapmak, ağaç dikmek veya hep görmek istediğin bir yer için bilet almak.. Güvenli olması kaydıyla başkasına nasıl geleceğini önemsemeden daha önce yapmak istediğin ama bir şekilde ertelediğin ne varsa ona yönelik bir adım at!

4- Birine yardım et

Birine yardım etmek size nasıl geliyor. Herhangi bir konuda tanımadığınız biri de olabilir. Veya bir canlıyı da kabul edebiliriz. Başkalarına yardım etmenin beyinde mutlulukla bağlantılı fizyolojik değişiklikleri teşvik edebileceğine dair bazı kanıtlar var. Bunun olmasının nedeni, bizde sıcak ve dolayısıyla besleyici bir aidiyet duygusunu teşvik etmesidir. Ayrıca, özellikle daha az şanslı olanlara yardım ettiğinizde keyifli ve farklı hissetmeye başlayacaksınız. Düşünsenize bir canlının yüzünde mutluluk dolu bir ifade oluşuyor ve bu beklentisiz bir şekilde gerçekleşiyor. Ne harika değil mi?

5- İlham verici yazılar okumak

Dünya üzerinde yaşamış, ilham kaynağı olmuş ve olmaya devam eden pek çok insan var. Zihninizin yeni kapılar aralamasına izin vermek için bu insanların şefkatli ve iyileştirici sözlerini okuyun. Bir roman karakterinin maceralarına eşlik edin. Veya ilham veren kısa filmler, diziler.. Bunlar için zaman ayırdığınızda daha enerjik hissedecek ve katlanılmaz gelen şeyler daha katlanılabilir olacaktır.

2024

Kaybetme Korkusu

Sevdiklerini kaybetmekten, sevdiği eşyaları kaybetmekten, arabasını, evini kaybetmekten, hayatını kaybetmekten, umudunu kaybetmekten, aklını kaybetmekten vb… korkar da korkar insanlar. Herkesin içinde az ya da çok bir şeyleri kaybetme korkusu mutlaka vardır. Herkes en çok değer verdiği şeyi kaybetmekten korkar. Bakış açılarımız, çocukluktan beri nasıl manipüle olduğumuz, psikolojik durumumuz, ruhsal sağlığımız, anksiyete ölçümüz kaybetme korkumuzun büyüklüğünü belirler.

Kaybetme korkusunun sağlıklı bağlanmayla çok alakası vardır. Eğer bir şeylere sağlıksızca bağlıysak kaybetme korkusu bütün yaşam kalitemizi etkileyebilir. Bunun temeline inersek doğumdan itibaren bakımımızı sağlayan kişilerin davranışları çok önemlidir. Eğer bakıcımız( anne, baba, bakıcı) bize sağlıksız bir şekilde bağlıysa, bizi kaybetmemek için bütün özerkliğimizi, özgürlüğümüzü kısıtlıyor sürekli baskıcı ve korkan tavırlarla yaklaşıyorsa bu muhtemelen bizim de aynı yapıya sahip olacağımızı gösterir. Çünkü bu bir öğrenmedir ve öğrendiğimiz şekilde yaşamımıza devam ederiz. Ailemizden gördüğümüz davranışları biz de kendi yaşantımızda ve kuracağımız ailede devam ettiririz.

Çocukluk travmaları da kaybetme korkusunun en önemli temellerini oluştururlar. Çocukluğunda ailesinde bir aldatma, ayrılık ya da erken ölüm yaşamış bir çocuğun ilerdeki yaşamında ilişki yaşadığı insanı kaybetmekten korkması, çocuğunu kaybetmekten korkması ve bunu normalden daha kuvvetli yaşaması muhtemeldir. İlişkide kaybetme korkusunu getiren nedenlerden biri de kendine güvensizliktir. Daha önce ailesinde terkedilme travması yaşamış bir kişi durumu genelleyerek kendi başına da geleceğini düşünür. Sürekli beklenti anksiyetesi yaşar ve hem kendine hem karşısındakine sürekli eziyet eder. Toplumda çevreden görülen ve duyulanlar, sosyal medya ve basından izlediklerimiz, çevremizdekilerin negatif mesaj ve anlatımları da bir ilişkiye kaybetme korkusu ve güvensizlikle başlanmasına aracı olur.

Çocukluğundan beri üzerinde başarısızlık ve gelecek kaygısı yaratılmış, çok ağır yaşam şartlarıyla mücadele edip bazı şeylere sahip olmuş kişilerde de aynı durum geçerlidir. Sürekli aynı şartlara geri dönebileceği, kazandığı şeyleri kaybedeceği korkusu yaşayabilir. Bu nedenle de elindeki şeylere sağlıksızca bağlanabilir, bu korkularla sürekli hayat kalitesini düşürebilir, bu korkular normalden fazla çalışma, aşırı mücadele, fiziksel ve ruhsal çöküntü ve tükenmişliğe neden olabilir.

Hayatı kaybetme korkusunu ise herkes az yada çok muhakkak yaşar. Bu çok normal bir korkudur. Fakat diğerleri gibi ölüm korkusu da bir hastalık şekline dönüşürse, hayatımızı etkilemeye başlarsa ( panik bozukluk gibi) artık ruh sağlığımızın bozulduğunu düşünebiliriz.

Kaybetme korkusu bir yere kadar bizim için iyidir diyebiliriz. Çünkü hiç kaybetme korkusu olmayan insanlar sevdiklerine karşı yeterince empatik ve anlayışı olamazlar, hayatlarını korumak için normal bir insanın yapması gereken şeyleri önemsemezler, sahip oldukları şeylerden çok kolay vazgeçebilirler, çocuklarını ve kendilerini tehlikelerden koruma konusunda yetersiz kalabilirler. Ama kaybetme korkusu artık normalden öte bir duruma geldiyse o zaman artık müdahale zamanı gelmiş demektir çünkü bu durumda kişi hem kendisine hem de çevresine zarar verecektir.

Ebeveyn, kaybetme korkusu yüzünden çocuğuna nefes aldırmayacak, özerkliğini ve özgürlüğünü elinden alacak, çocuğunun kişilik gelişimine ve ruh sağlığına kötü etkide bulunacaktır. Çocuğunun da ilerde aynı yolu takip etmesine ve zincirleme bir reaksiyon gibi sağlıksız nesiller yetişmesine katkıda bulunacaktır.

Hayatını kaybetmekten sürekli korkan bir kişi, hayattan zevk alarak yaşayamayacak, sürekli kendini kısıtlayacak, sürekli başına bir şeyler gelebileceğini düşünerek endişeyle yaşayacak, sürekli tedbirler almaya çalışacak, yaşam kalitesi gün geçtikçe düşecek, ruh sağlığı ciddi şekilde bozulacaktır. Sahip olduğu maddi şeyleri kaybetmekten korkan bir kişi de bunları kaybetmemek için normalden fazla çalışacak, belki de gayrimeşru yollar deneyecek, sağlığına ve yaşantısına dikkat etmeyecek ve sonuç olarak ruh sağlığı bozulacak, belki tükenmişlik sendromu yaşayacaktır.

Eğer kaybetme korkusu artık bizi ve çevremizdekileri rahatsız edecek duruma geldiyse işte bu noktada mutlaka yardım almamız gerekmektedir. Yardım alacağınız uzman, çocukluktan başlayarak bu yoğun kaybetme korkusunun nedenini araştıracak ve bulduktan sonra bu nedenin üzerinde yoğunlaşarak kaybetme korkusunu en aza indirmeye çalışacaktır.

Eğer bazı şeyleri hayatımızdaki tek odak noktası yaparsak, onu kaybettiğimizde nasıl yaşayacağımızı bilemeyeceğimizi düşünerek çok derin kaybetme korkusu yaşayabiliriz. Bu nedenle hayatta tek bir duruma, eşyaya ya da kişiye odaklanmamak, bir ilişki yaşarken özerkliğimize ve karşımızdakinin özerkliğine saygı duyup aynı zamanda sosyal hayatımızı dinamik tutarak ilişkimizi devam ettirmek, sahip olduğumuz maddi şeylerin alternatiflerini de elimizde tutmaya çalışarak ve risklerimizi bölerek, hayatın doğma ile başlayıp bir şekilde ölümle sonuçlandığı bir döngü olduğu ve yaşayan herkesin bu döngüye zorunlu katılacağı konusunda kendimizi odaklayarak kaybetme korkumuzu hafifletebiliriz.

PEDAMED PSİKİYATRİ TIP MERKEZİ

Yaşamımız başlarken bizlere, yol gösterici bir harita ya da rehber verilmez. Yaşamda, birçok iyi veya kötü olay ile karşılaşırız. Olumlu durumlarla karşılaşmak da olumsuz durumlarla karşılaşmak da yaşamımızın kaçınılmaz parçalarıdır. Hepimiz, farklı derecelerde de olsa yaşamımızda aksilikler veya zorluklar yaşarız.

Olumsuz yaşam olayları ve deneyimler, günlük yaşam zorlukları, ciddi hastalıklar, kazalar, sevilen yakınların kaybı; yaşam süresince hepimizin karşılaştığı ya da karşılaşacağı durumlardır. Hayat, inişler ve çıkışlarla doludur. Her insan yaşadığı olaylar, günlük yaşamında karşılaştığı problemler ve zorluklar karşısında farklı tepkiler gösterir. Bir kişinin bir durum karşısında gösterdiği tepki ile diğer kişinin gösterdiği tepki birbirinden farklıdır. Problemler ve zorluklarla başa çıkmak için kişi kendi becerilerinden ve güçlü yanlarından yararlanır. Bu zorluklar karşısında bize psikolojik açıdan güç veren şeyler dayanıklılığımızı artırır. Psikolojik dayanıklılık, kişinin yaşamı sürecinde karşılaştığı ya da karşılaşacağı problemler ve zorluklar ile başa çıkabilmek adına gösterdiği çaba ve bu çaba karşısında kişisel güçlerin pekiştirilme kapasitesidir.

Psikolojik dayanıklılık, kişilerin yaşadığı stresi, zorlukları ya da sorunları ortadan kaldırmaz. Ancak, kişilere sorunlarla doğrudan başa çıkma, zorlukların üstesinden gelme ve hayata devam etme gücü verir.  Psikolojik dayanıklılık, stresli durumların olumsuz etkilerini azaltır ve yaşamımıza ve çevremizdeki şartlara uyum sağlamamızı kolaylaştırır.

Yaşadığımız hayata ve çevremize uyum sağlamayı zorlaştıran bazı durumlar olabilir. Bunlar, risk faktörleri olarak tanımlanır:

Psikolojik Dayanıklılığın Risk Faktörleri: 

Çevresel Risk FaktörleriAilevi Risk Faktörleri Bireysel Risk Faktörleri 
• Ekonomik zorluklar ve yoksulluk
• Kaynakların kıtlığı
• Barınma ihtiyacının karşılanamıyor olması
• Toplumsal şiddet ve ailevi felaketler 
• Savaş ve doğal afetler gibi toplumsal travmalar
•Toplumun gerginlik seviyesinin yüksek olduğu ve şiddetin yaşandığı bir ortamda bulunmak
• Ailede görülen ciddi hastalıklar
• Anne baba arasındaki ilişkinin ya da diğer aile ilişkilerinin şiddet içermesi
* Evde alkol ya da madde kullanımı 
* Ailede ölüm ya da kayıp yaşanmış olması 
• Aile içi ihmal ve cinsel istismar 
• Küçük yaşta anne olmak 
• Erken doğum 
• Olumsuz yaşam olayları 
• Kronik hastalıklar
• Kişinin problemlerin üstesinden gelme becerisinin yetersizliği
• Saldırgan kişilik özelliklerine sahip olmak
• Kişinin sosyal çevreyle uyum problemleri yaşaması

Dayanıklılık, çabayla ve pratikle geliştirilebilir. 

Psikolojik dayanıklılığı geliştiren durumlar da koruyucu faktörlerdir. 

Koruyucu faktörler, herhangi bir risk ve tehdit durumu ile karşılaşmadan önce bunların ortaya çıkmasını önlemeyi, ortaya çıkmaları durumunda da etkisini azaltmayı sağlar. Bu durum bireyin uyum becerisinin gelişmesi ile ilgilidir. Risk ve tehditlerin önlenmesi yaşanan problemlerin etkisini azaltmaya yarar. Bu yolla, birey kendini daha iyi ve güçlü hisseder. Birey, kendini zorluklara karşı daha dayanıklı hale getirir.

Koruyucu faktörleri de çevresel, aile ile ilgili ve bireysel olmak üzere üçe ayırabiliriz.

Çevresel Koruyucu FaktörlerAile ile İlgili Koruyucu FaktörlerBireysel Koruyucu Faktörler
Sosyal bir çevrenin içinde yer alma 
Akran/arkadaş desteği Çocuklar için, okula devam ve geleceğe hazırlık
Aile dışındaki güvenilir bir yetişkin ile olumlu ve sıcak bir ilişki
Akrabalar ile destekleyici ve sıcak aile bağlarına sahip olma
Anne baba dahil olmak üzere aile içi yakın ilişkiler
Sosyal iletişim becerilerine sahip olmak
Kişisel farkındalık ve kendini kabul
Yaşam hedeflerinin olması ve gelecek için olumlu beklentiler
Etkili problem çözme becerilerine sahip olma
İyimserlik ve umut
Mizah duygusuna sahip olmak

Karşılaşılan problem ve sıkıntılara karşı her birey farklı tepkiler verir. Bazı kişiler yaşadıkları problemleri çok iyi bir şekilde atlatabilirken bazıları ise aynı koşulları atlatamayarak psikolojik sağlık sorunları yaşayabilirler. Dayanıklılık, bireyin tüm şartlara rağmen dirayetli durabilmesi ve savaşma gücü göstermesidir.

Psikolojik dayanıklılık, kişinin zorluklar içerisindeyken ve stres altındayken bile,  çevresine ve yaşamına olumlu bir biçimde uyum ve çaba göstermesini destekleyen kişilik özellikleri olarak tanımlanmıştır.

Psikolojik dayanıklılığın oluşmasında temel rol oynayan özellikler şunlardır: 

  • Yaşam ile tecrübelerin birbirleri ile dengeli ve uyumlu şekilde ilerlemesini, yani dengeyi ifade eden ‘Ölçülülük’; 
  • Yaşamı yeniden kurma ve devam ettirme isteğini ifade eden ‘Kararlılık’; 
  • Kişinin kendine ve kendi becerilerine olan inancını ifade eden ‘Kendine Güven’; 
  • Yaşamın bir amacı olduğuna inanmayı ifade eden ‘Anlamlandırma Becerisi’;
  • Yaşam yolunun, herkes için kendine has bir şekilde ilerlediğini kabul etme anlayışı olan ‘Tolerans ve Kabul’. 

Psikolojik dayanıklılığı oluşturmak ve artırmak amacıyla izlenebilecek yollar ve yöntemler şunlar olabilir:

Anlam ve bağlılık duygumuzu artırmak: 

  • Bireyin aktif olarak günlük olaylara katılmasıyla oluşan bir amaç ve anlam duygusudur. Bağlılık duygusunun artması kişinin güçlülük ve dayanıklılık hissinin artmasına yardım eder.  
  • Bireyin ailesine, çevresine, insanlarla ilişkilerine, inanç ve değerlere anlam yüklemesi ve bu inanç ve değerlere sahip çıkması yaşama yüklediği anlamı artıracaktır.
  • Bağlılığı yüksek olan bireyler, stres altında kalıp dışlanmak yerine, çevrelerindeki olay ve insanlarla ilgilenmeleri sayesinde yaşamlarını anlamlı hale getirirler.

Kontrol duygumuzu sağlamlaştırmak: 

  • Zorluklarla karşılaşıldığında, olaylara kendileri de yön verebileceklerine ve iyileşmeye katkıda bulunabileceklerine inanan kişiler zorluklar ile daha kolay başa çıkabilmektedir. 
  • Kişiler, hayatlarında karşılaştıkları fikirleri ve davranışları değiştirebilecek güce sahip olabilirler. Bir zorlukla karşılaştığında pes etmek yerine, sonuçları olumlu yönde değiştirebileceğine inandığında, kişi yaşamı için olumlu çaba göstermeye başlar.

Yaşama ve olaylara yönelik güçlülük ve meydan okuma hissi: 

  • Değişimin, mutlaka kötü sonuçlar getireceğine dair sabit bir inanç taşımak yerine, yaşamda olması gereken bir durum olduğunu fark etmemiz gerekir. Değişimin, yaşamın ilerlemesine katkıda bulunabileceğine inandığımızda yaşama uyum sağlamak kolaylaşmaktadır.

Bu amaçla gündelik hayatımızda psikolojik dayanıklılığımızı güçlendirecek bazı yöntemler şunlar olabilir:

  • Sevdiğiniz ve güvendiğiniz biriyle iletişime geçmek güven duygunuzu artıracağı için psikolojik dayanıklılığınızı artırmaya yardım edecektir.
  • Zorluk ve stres durumlarında ani tepkiler vermek yerine, düşünerek hareket etmeye çaba göstermek işinize yarayacaktır. Doğru karar almanın yolu, kendinize meseleyi anlayacak ve doğru şekilde çözümleyecek vakti tanımaktan geçer.
  • Sakinleşmeyi öğrenmek çok önemlidir! Herkesin kendisini sakinleştirme yolları başkadır. Kendinizi tanımaya çalışmak, size iyi gelecek olan şeylerin farkında olmak faydalı olacaktır.
  • Beslenme, barınma, uyku gibi ihtiyaçlar temel ihtiyaçlardır. Tüm  insanların bu temel ihtiyaçlarını tanıması ve doğru şekilde gidermenin yollarını üretmesi gerekmektedir. Temel ihtiyaçlarınızın var olduğunu kabul etmeli ve onları ertelememelisiniz.  
  • Duygularınızı hissetmek ve ifade etmek için kendinize izin verin. Duygularınızı ifade etmenin çeşitli yolları vardır. Kimi zaman yazmak, konuşmak, resim yapmak; kendinizi iyi hissetmenizi sağlayabilir.
  • Geçmişte zorluklarla karşılaştığınızda baş etmekte kullandığınız yöntemleri hatırlayın. Kendinizi psikolojik olarak dayanıklı hissettiğiniz bir zamanı hatırlayabilirsiniz. 
  • Çok daraldığınız anlarda, sevdiğiniz rahatlatıcı bir müziği açın ve kendinizi güvenli hissettiğiniz bir yere zihinsel olarak götürün.
  • Vücudunuzu, kaslarınızı gevşeterek nefesinizi kontrol etmeyi deneyin. Nefes egzersizi yapmak faydalı olabilir. Burnunuzdan derin bir nefes alın, birkaç saniye bekleyin ve nefesinizi olabildiğince yavaş bir şekilde ağzınızdan bırakın. 
  • Yürüyüşe çıkmak, egzersiz yapmak ve hareket etmek yoluyla fiziksel gücünüzü artırmak, psikolojik dayanıklılığınızı da artırır.
  • Size zarar verdiğini fark ettiğiniz durum ve kişilerden kendinizi koruma hakkınız olduğunu ve eğer gerekirse bu durum ve kişilerden uzak durma kararı verebileceğinizi hatırlayabilirsiniz.
  • Gerektiğinde yardım istemeyi öğrenmek güçsüzlük değildir. Tam aksine, çözüm üretme çabasının bir parçasıdır. Dayanıklılığınızı artıracaktır.   
  • Kendinize iyi bakın!

FACE THE WORLD

Kişisel gelişim için iyi alışkanlıklar bizim için çok önemlidir. Ancak kötü alışkanlıklar da bir o kadar negatif etkilemektedir. Kötü alışkanlıkları bırakmak aslında göründüğü kadar zor değil. bizi tamamen önlenebilir acıya maruz bırakır. Ne yazık ki, bu kötü alışkanlıkların kırılması zordur çünkü zihinsel ve duygusal durumumuza% 100 bağımlıdırlar.

Bize zarar verebilecek her şeyi yapmak kötü bir alışkanlıktır. İçki içme, uyuşturucu, sigara içme, erteleme, zayıf iletişim kötü alışkanlıkların örnekleridir. Bu alışkanlıkların fiziksel, zihinsel ve duygusal sağlığımız üzerinde olumsuz etkileri vardır. İnsanlar uyaranlara yanıt vermek ve herhangi bir eylemin sonucunu beklemek için çok kabloludur. Alışkanlıklar bu şekilde elde edilir: beyin belirli koşullar altında belli bir şekilde ödüllendirilmeyi bekler. Başlangıçta belirli uyaranlara nasıl tepki verdiğiniz, aynı uyaranlar yaşandığında beyninizin size her zaman nasıl davranacağınızı hatırlatacağıdır.

Her cuma iş arkadaşlarınızla ofisinize yakın olan barı ziyaret ettiyseniz, beyniniz size yalnız ve sonunda sadece Cuma günleri değil, orada durmanız için bir sinyal göndermeyi öğrenecektir. Her gün işten sonra bir içeceğin ödülünü bekler, bu da potansiyel olarak bir içme sorununa yol açabilir. Peki bunu değiştirmenin bu kadar zor olması ile alakası nedir?

Kötü Alışkanlıkları Bırakmanın Bu Kadar Zor Olmasının 10 Nedeni

Olumsuz davranış kalıplarını tekmelemek ve onlardan kurtulmak çok güçlü irade gerektirir. Ve kötü alışkanlıkları kırmanın bu kadar zor olmasının birçok nedeni vardır.

  1. Farkındalık veya Kabul Olmaması

Kötü alışkanlıkları bırakmak, ona sahip olan kişinin kötü bir şey olduğunun farkında değilse mümkün değildir. Birçok insan iletişim becerilerinin zayıf olduğunu veya ertelemelerinin onları olumsuz etkilediğini veya hatta gece içkisi olarak içtikleri içeceğin artık üçe çıktığını fark etmeyecektir. Farkındalık kabulü getirir. Bir kişi kendi başına bir alışkanlığın kötü olduğunu fark etmediği veya birileri onları ikna etmeyi başaramadığı sürece, alışkanlığın vurulma şansı çok azdır.

  1. Motivasyonun Olmaması

Boşanmak, akademisyenlerle baş edememek ve borç altına düşmemek, onlarla derin bir başarısızlık duygusu yaratabilecek örneklerdir. Bu zamanlardan geçen bir kişi, dünyanın onlara karşı olduğu bir negatif düşünme döngüsüne düşebilir ve yapabilecekleri hiçbir şey yardımcı olmaz, bu yüzden tamamen denemeyi bırakırlar. Bu vazgeçme tutumu, etrafta dolaşmaya devam eden kötü bir alışkanlıktır. Borçlu olmak, evinizi, ailenizi ve genel olarak yaşamınızı sürdüremediğinizi hissetmenizi sağlayabilir.

  1. Temel Psikolojik Koşullar

Depresyon ve ADD gibi psikolojik durumlar kötü alışkanlıkların kırılmasını zorlaştırabilir. Depreyonda olan bir kişi, sağlıklı bir yemek pişirmek için enerjiyi çağırmakta zorlanabilir, bu da yiyeceklerin sipariş edilmesine veya paketlenmiş yiyeceklerin tüketilmesine neden olabilir. Bu, sonunda sağlığı olumsuz etkileyen ve üstesinden gelmek zor olan bir alışkanlık haline gelebilir. ADD’li bir kişi evlerini temizlemeye başlayabilir. Ancak kısa bir süre sonra dikkatini dağıtabilir. Görevi eksik bırakarak sonunda düzensiz ve kirli bir evde yaşamanın kabul edilebilir bir duruma yol açabilir.

  1. Kötü Alışkanlıklar Bizi İyi Hissettirir

Alışkanlıkları kırmanın zor olmasının nedenlerinden birçoğu bizi iyi hissettiriyor olmasıdır. Kendimizi şımartırken hissedilen haz için özlem duyuyoruz. Bizim için iyi olmadığının farkında olsak da onu bir alışkanlık olarak güçlendiriyoruz. Aşırı yemek çok yaygın bir kötü alışkanlıktır. Sadece başka bir cips paketi, birkaç şeker, büyük bir soda… bunların hiçbirine ihtiyacımız yok. Onları istiyoruz çünkü bize rahatlık veriyorlar. Tanıdık geliyorlar, tadı güzel ve ekstra bir dilim pizzadan dörde ilerlediğimizde bile fark etmiyoruz. Kötü alışkanlıklardan kurtulmak zor değil, biz zoruz.

5. Yukarı Doğru Karşılaştırmalar

Karşılaştırmalar, çocukluğumuzdan beri çoğumuzun maruz kaldığı kötü bir alışkanlıktır. Ebeveynler bizi kardeşlerle karşılaştırmış olabilir, öğretmenler bizi sınıf arkadaşlarıyla karşılaştırmış olabilir ve patronlar bizi geçmiş ve şimdiki çalışanlarla karşılaştırabilir. Kendilerini başkalarıyla karşılaştırmak gibi kötü bir alışkanlık geliştirmiş olan insanlara, başlangıçtan itibaren ölçüm için yanlış ölçüler verilmiştir. Bu insanlar her zaman bu kötü alışkanlıktan kurtulmayı zor bulacaklar çünkü her zaman onlardan daha iyi olan biri olacak: daha iyi bir ev, daha iyi bir araba, daha iyi iş, daha yüksek gelir ve benzeri.

  1. Alternatif Yok

Bu, kötü alışkanlıkların kırılmasının zor ve gerçek bir nedenidir. Bu alışkanlıklar, başka hiçbir şekilde karşılanamayan bir ihtiyacı karşılayabilir.

  • Engellilik veya sosyal kaygı gibi fiziksel veya psikolojik sınırlamaları olan biri, daha iyi alışkanlıklar için obsesif içerik tüketimini bırakmayı zor bulabilir.
  • Alternatif olarak, mükemmel sağlıklı bir insan sigarayı bırakamayabilir, çünkü alternatifler işe yaramaz.
  • Benzer şekilde, endişeli olduğunda tırnaklarını ısıran bir kişi, stresi sosyal olarak kabul edilen herhangi bir şekilde rahatlatamayabilir.
  1. Stres

Yukarıda belirtildiği gibi, bizi strese sokan her şey kötü alışkanlıkları benimsemeye ve güçlendirmeye yol açabilir. Bir kişi bir şey hakkında vurgulandığında, kötü bir alışkanlığa sahip olmak kolaydır. Çünkü onlarla savaşmak için gereken zihinsel kaynaklar mevcut değildir. Stres o kadar büyük bir rol oynar ki, daha önce kötü bir alışkanlığı tekmelemeyi başaran bir insanın eski yollara düştüğünü görürüz çünkü streslerinin başka bir şekilde yönetilemeyeceğini hissettiler.

  1. Arıza Duygusu

Kötü alışkanlıkları bırakmak isteyen insanlar güçlü bir başarısızlık duygusu hissedebilirler çünkü bu o kadar zordur. Kötü bir alışkanlığı bırakmak, genellikle yaşam tarzında insanların yapmak istemeyeceği değişiklikler anlamına gelir veya bu değişiklikleri yapma isteğine rağmen bu değişikliklerin yapılması kolay olmayabilir. Aşırı yiyenler, sağlıksız yiyecek  evlerini boşaltmalı, sipariş verme isteğine direnmeli ve standart bakkal ürünlerini mağazadan almamalıdır. Çok fazla içki içenlerin barlardan ve hatta sık sık içki içen insanlardan kaçınmaları gerekir. Bu tür insanlar bir bardak şarap veya bir duman veya bir torba cips ile bir kez bile kayarlarsa, kendileri üzerinde aşırı sert olma ve başarısızlık hissetme eğilimindedirler.

9. Yepyeni Olma İhtiyacı

Kötü alışkanlıkları bırakmak isteyen insanlar, kötü alışkanlıklarından kurtulmak için kendilerini yeniden yaratmaları gerektiğini düşünürler ancak, gerçek tam tersidir. Bu insanların aslında kötü alışkanlığı değiştirmeden önce kim olduklarına geri dönmeleri gerekiyor.

  1. Alışkanlık Gücü

İnsanlar alışkanlık yaratanlarıdır. Ve günlük tetikleyiciler için tanıdık, rahatlatıcı sonuçlara sahip olmak, yaşamlarımızda bir denge hissini korumamıza yardımcı olur. Telefonda her konuştuklarında bir sigarayı yakmaya veya TV izlerken cips yemeye alışkın olan insanları düşünün. Her zaman bir telefon görüşmesini sigaradaki bir nefes ile ve ekran zamanını yemekle ilişkilendireceklerdir. Bu alışkanlıklar, her ne kadar kötü olsalar da, bu kötü alışkanlıklara sahip oldukları insanlarla tanışmak gibi bir rahatlık kaynağıdır.

Son düşünceler

Bunlar kötü alışkanlıkları bırakmak zor diyen insanların ana nedenleridir. Ancak görevin imkansız olmadığını hatırlamak önemlidir. Tekmelemek istediğiniz kötü alışkanlıklarınız var mı? Kötü alışkanlıkları tekmelemek için birçok şefkatli, olumlu ve kendini seven teknikler vardır. İnternet, kötü alışkanlıklar, etkileri ve bunların üstesinden nasıl gelineceği konusunda zengin bilgiler sunarken, ihtiyaç duyduklarını düşünenler için profesyonel yardım her zaman mevcuttur.

Network Okulu

Genelde herkes gerçeği söyleme ve dürüst olma özelliklerini över ve savunur. Ancak gerçek hayatta bir kişi doğruları savunmaya cesaret ettiğinde çoğunlukla eleştirilerin hedefi haline gelir. Dürüst insanların aklında herkesi memnun etmeye çalışmak gibi bir düşünce yoktur. İkiyüzlü davranışlar bu tür insanları son derece rahatsız eder. Bu nedenle bildikleri tek dili kullanma konusunda asla tereddüt etmezler: içtenlik. Dürüst insanlar kimi zaman rahatsız olsalar da düşünce ve görüşlerinde oldukça sağlam ve sadık bir tutum sergilerler. Değer verdikleri insanlarla anlamlı bağlar kurma konusunda ise çok yetenekli olduklarının altını çizmek gerekir.

Genelde herkes gerçeği söyleme ve dürüst olma özelliklerini över ve savunur. Ancak gerçek hayatta bir kişi doğruları savunmaya cesaret ettiğinde çoğunlukla eleştirilerin hedefi haline gelir. Bu nedenle bir insanın düşündükleri ile yaptıkları arasında tutarlı olması pek de kolay başarılabilecek bir durum değildir. Ne düşünüp hissettiğimizi biliriz, ancak insanlarla iletişime geçtiğimizde sıklıkla bu düşüncelerin tam tersini ifade ettiğimiz olur. Bu tür davranışları da genellikle çeşitli sosyal nedenlerden ve aşırı dikkat çekerek zarar görmekten çekindiğimiz için sergileriz.

Bu sebepten dolayı dürüst insanlar çok değerlidir. Çünkü bu tür insanlar sahip oldukları cesaret ve belirgin seviyedeki istekleri ile tutarlı olma konusunda kararlı bir tutum sergilerler. Sosyal ve psikolojik değerler dikkate alındığında çok az sayıda özelliğin dürüst olma kadar önemli ve değerli olduğu söylenebilir. Bu boyut, Thomas Jefferson tarafından bilgeliğin ilk bölümü olarak adlandırılmıştır. Benzer şekilde Mark Twain de dürüstlüğü en değerli kayıp sanat olarak nitelendirmiştir.

Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, herkes için net olan konu şudur: Üzerinde durduğumuz özellik yani dürüstlük, hayatımız boyunca daima karşımızdaki insanlardan beklediğimiz bir niteliktir. Dürüstlük sayesinde insanlar arasında güven temelli ilişkiler kurulabilmektedir. Bir insan olarak karşımızdaki kişi ya da kişileri tanıma ihtiyacı duyarız. Özel hayatımızda ya da iş hayatında sevdiğimiz ve saygı duyduğumuz bir arkadaşımızın her zaman için içten, samimi ve gerçek olduğunu bilmek isteriz.

“Dürüstlük son derece pahalı bir hediyedir. Bu hediyeyi ucuz insanlardan beklemeyin.”

– Warren Buffet

Dürüst İnsanlar Nasıl Tanınır?

Dürüst insanlar, dürüst olduklarını herkese ilan eden yazılar yazılı kıyafetler giymez ya da benzer işaretler taşımazlar. Bu insanları tanımlamayı kendimiz öğrenmemiz gerekir. Bunu yapabilmenin en uygun yöntemlerinden biri ise etrafımızdaki kişileri dinlemek, onları gözlemlemek ve onlarla bağlantı kurmaya çalışmaktır. Elbette dürüstlük özelliğinin herhangi bir nedene bağlı olmadığının da farkında olmak gerekir. Şimdi konuyu biraz detaylandırarak dürüst insanların özelliklerine ilişkin bazı bilgilere değinelim.

Dürüst İnsanlar Hoşlanmadıkları Şeyler İçin Vakit Harcamazlar

Almanya Würzburg’da bulunan Julius Maximilians Üniversitesi bu boyut üzerinde biraz daha derine dalmak için bir çalışma gerçekleştirmiştir. Bu bağlamda, ortaya çıkarılan ilk konu dürüst insanların konuşma ve sohbetlerinin büyük bölümünde zaman tasarrufu yapmayı tercih ettiklerini göstermektedir. Bu insanlar lafı dolandırmazlar, hoşlanmadıkları bir kişi ya da bir konu olduğunda veya kendi değerlerine uymayan bir durum olduğunda hiç zaman kaybetmek istemezler. İnsanlara karşı mesafe belirleme söz konusu olduğunda iddialı olma ile saygı duyma arasında net çizgiler çizme özelliğine sahiptirler.

Bunu yaparken aşırı derecede bir gerekçelendirme ihtiyacı hissetmez ve kendileri de gereğinden fazla sebep bulma eğilimine girmezler. Gereğinden fazla zaman harcandıkça istenilenin tam tersi etki yaratan durumların uygun olmadığının bilincindedirler.

Yalan Söylemezler ve Yalan Söylenmesine de Tahammül Edemezler

Bu konu ile ilgili psikoloji profesörü Dan Ariely tarafından yazılmış olan, “Neden Yalan Söyleriz…Özellikle de Kendimize: Aldatma Sanatı” adlı oldukça ilginç bir kitap bulunmaktadır. Yazara göre, her birimiz kendimizin dürüst olduğuna inanırız. Yalan söyleyip söylemediğimiz, ne düşündüğümüz ya da ne ifade ettiğimizin aslında hiçbir önemi yoktur. Yani bizi asla terk etmeyen kendimize ait o kusursuz imajı neredeyse her zaman sürdürürüz.

Diğer taraftan hem fikirsel hem de davranış açısından gerçekten dürüst olan insanlar ne kendilerini ne de diğer insanları aldatmaktan asla hoşlanmazlar. Yalan söylemezler, çünkü bu davranış şekli kişiliklerine ve öz güvenlerine bir saldırı niteliği taşıyan rahatsızlık verici kavramsal uyumsuzlukların ortaya çıkmasına neden olur.

Rahat Kişiliklere ve Dingin Zihinlere Sahiptirler

Dürüst insanlar daha mutludur ve hatta diğer insanlara göre daha sağlıklı oldukları da belirlenmiştir. Bu durum, Paris’te bulunan Notre Dame Üniversitesinde psikoloji profesörü olarak görev yapan Dr. Anita E. Kelly tarafından ortaya çıkarılmıştır. Dr. Kelly tarafından yapılan çalışmaya göre, dürüst olmak, yalanlara başvurmamak, her zaman için kendisine samimi davranmak, söyledikleri ve yaptıkları konusunda doğru olmak daha sağlıklı bir insan profili ortaya çıkarmaktadır. İşte bu iç denge ve zihin dinginliği, kişinin sağlığını doğrudan etkileyen faktörler olarak ön plana çıkmaktadır.

Dürüst İnsanlar Daha Anlamlı İlişkiler İnşa Etmeyi Bilirler

Yalancılık ve kimi zaman ahlaki anlamda eksiklikler bu tür insanların aşırı derecede dikkat ettiği ve uzak durmak için çaba sarf ettiği kişilik özellikleri arasında bulunmaktadır. Bu tür kavramsal uyumsuzluklar rahatsızlık gerilim ve sıkıntıya yol açmaktadır. Bu nedenle, dürüst insanlar güvene dayalı ilişkiler kurmaya her şeyden daha fazla değer verirler. Etrafındaki insanlara karşı sürekli olarak sadece samimi, içten ve saygılı olarak davranmakla kalmazlar, aynı zamanda günlük hayatlarının bir parçası olan bu insanlardan da aynı şekilde davranmalarını beklerler.

Bu tür kriterleri olan insanların her zaman çok sayıda arkadaşı olduğu söylenemez. Az sayıda da olsa bu arkadaşlar en uygun ve en gerçek nitelikte olanlardır. Ayrıca bu arkadaşlıkların süreklilik gösterdiği ve karşılıklı memnuniyet prensibine dayalı olduklarının da altını çizmek gerekir.

Son olarak, dürüstlük konusuyla ilgili son bir boyutun da altını çizmek faydalı olacaktır. Dürüstlük etik bir prensiptir. Daha eksiksiz ve sağlıklı bir toplumun yaratılması için yardımcı olan özel bir değerdir. Ancak hepimizin kendimizde olduğuna inandığımız bu özellik her zaman gerçek ve saygılı bir biçimde uygulama alanı bulamaz. Yani sık sık rahat bir biçimde yalana başvurur ve bu yalanlarla yaşadığımız gerçeklerin ve hislerimizin üstünü örteriz.

Her durumda tam olarak ne düşündüğümüzü söyleyemeyecek olmamız oldukça doğal bir durumdur. Bu bağlamda, çeşitli şartlar altında kendimize farklı filtreleri uygulamamız çoğunlukla tavsiye edilen bir durumdur. Ancak öyle ya da böyle içtenlik ve samimiyet hem diğer insanlara hem de kendimize saygı açısından çok önemli bir özelliktir.

Psikolog Valeria Sabater

Kaç kez bir şeyi ifade etmek istediğiniz halde umduğunuzdan farklı bir şekilde anlaşıldınız? Yanlış anlaşılma yüzünden ne kadar çok kişisel çatışma ortaya çıktığını biliyor musunuz? Bir toplumda yaşıyoruz ve sayısız konuda birbirimize bağlıyız. Bu nedenle kendimizi ifade edebilmemiz ve başkalarıyla etkili iletişim kurabilmemiz önemlidir. Başarılı olmak ya da bizi kişisel olarak tatmin eden yoğun bir sosyal hayat geliştirmek istiyorsak, iletişim becerilerimizi geliştirmemiz gerekir. Bunun için unutmamanız gereken birkaç tavsiye…

  • Kısa olun ve tekrar yapmayın. Mesajınızı tekrarlayıp defalarca açıklama yaptığınızda, diğer kişi kendini hafife alınmış hisseder- sanki ilk defasında anlayabileceklerini düşünmüyormuşsunuz gibiOldukça derin ve anlamlı bir konuyu açmak daima mümkündür. Yalnızca bunu çok fazla açıklama ve tekrara başvurmadan yapmaya çalışın yeter.
  • Sadede gelin ve kesin olun. Etkili iletişim kurabilmek için düşüncelerinizi kesin ve açık bir şekilde ifade etmeniz gerek. Belirsizlikleri ve genellemeleri bir kenara bırakın ve söylemek istediğiniz şeyi söyleyin. Açık bir şekilde kendimizi ifade ettiğimizde, etki çok daha olumlu olacaktır.
  • Geri gitmeyin. Geçmiş meseleleri açıp kin tutmaktan hiçbir fayda gelmez. öyle yaparak ancak acı ve sorun elde edersiniz. Şurası doğru ki geçmiş bize çok yardımcı olabilir ve hangi yöne gideceğimizi gösterebilir ama yalnızca onu olumlu bir ışıkta görmeye hevesli olduğumuz müddetçe. Yani geçmişten ders almaya çalışarak.
  • Konuşmak için doğru zaman ve yeri bulun. Elbette her yerde söz edilemeyecek belli konular vardır. Başka birine güç bir şeyi söylemek istediğimizde bunu gizlilik içinde yapmak en doğrusudur. Ama tam tersine birini kutlamak ya da takdir ettiğimizi göstermek istiyorsak, başkalarının da görüp duyduğu bir ortamda bunu yapmalıyız! biliriz!
  • Meseleleri ayrı ayrı ele alın. Birbiriyle ilgisiz çok sayıda konuyu birlikte tartışmak tavsiye edilmez. Bazen anı yakalamak için elimizden geleni yaparız ve böylece, uzun bir meseleler listesini ışığa çıkarmış oluruz. Fakat bunun karşımızdaki kişide sinir bozukluğuna yol açacağı açıktır.
  • Sessiz iletişimi yönetin. Sözlü olarak ifade edilenler, her şey değildir. Jestleriniz, sesinizin tonu ve yüksekliği, ifadeleriniz, söylediklerinizle uyumlu olmalıdır. Aksi halde mesajınız kaybolur. Mesajınızı nasıl ilettiğiniz, söyledikleriniz kadar önemlidir.
  • Kesin ifadeler kullanmayın. “Hep böyle davranıyorsun,” gibi şeyler dediğinizde doğru olmayan etiketler yapıştırmış olursunuz. Kendimizi bu şekilde ifade ederseniz, haksız ve samimiyetsiz görünürüz. Çatışmayı çözmek hedefinizse, ‘bazen’ ya da ‘çoğu zaman’ gibi ilgili kelimeler kullanmaya çalışın. Böylece partnerinizin kendini kötü hissetme şansı azalır.
  • Yapıcı eleştiri yapmanız gerektiğinde, kişinin kendisine değil davranışına gönderme yapın. Çoğu zaman, gerçekte hoşlanmadığımız şey, kişinin kendisi değil, davranışıdırFarkı anlamak ve açıklamak önemlidir.

Sonuç olarak, etkili iletişim kurmak bir sanattır ve iyileştirmeye harcayacağımız zaman ve enerjiye değer.

Sevgili ben, seni sevmeyen biri için savaşmayı bırak. Yoluna devam et ve yürümeyecek olan bir aşk için kendine acı çektirmekten vazgeç. Biraz huzur bul ve bu duygusal diktatörlüğü kökünden sök. Cesur ol ve “Senden ayrılıyorum çünkü kendimi seviyorum.” de.

Hepimiz kolay olmadığını biliyoruz. Beynin bir yeniden başlat butonu ya da acil çıkış kapısı hatta dertlerinizden sıyırıp biraz hava almanızı sağlayacak bir penceresi bile olmadığını biliyoruz. Beyin inatçıdır, sistemlidir ve ısrarcıdır. Duygusal anılara takılı kalmak için için savaşır kimliğinizde en büyük izleri bırakanlar onlardır.

“Aşkı unutmak için, yeni bir aşk bulmaktan ya da onlarla sizin aranıza mesafe koymaktan daha iyi ilaç yoktur.”

– Lope de Vega

Bizi sevmeyen birini sevmenin yanmayan bir kibritle mum yakmaya çalışmaya benzediğini söylerler. Neden bunu yaptığımızı, neden bizi sevmeyen birine tapmakta ısrar ettiğimizi gerçekten bilmiyoruz. Israrcı ve inatçı davranıyoruz, aklımızdan “eğer ona böyle söylersem, o da…” ya da “eğer bunu değiştirirsem, büyük ihtimalle…” gibi çarpık düşünceler geçiriyoruz. Ancak, aşk parayla çalışan bir otomat değil. Bozuk para koyup, bir tuşa basıp istediğiniz şeyi alamıyorsunuz. Bazen bir adım atıp, tüm yanlış umutlarınızı unutup, başkalarıyla birlikte sizden farklı bir yöne doğru ilerlemekte olan biri için kendinizi öldürmeyi bırakmaktan başka çare yoktur.

Sizi sevmeyen birini sevdiğinizde, onu aklınızdan çıkaramazsınız 

Biraz önce, birinin sizi sevmediğini bile bile, neden güçlü olmanın ve yeni bir sayfa açmanın zor olduğunu merak ediyorduk. Bu sorunun cevabı, nörolojinin karmaşık ve her zaman büyüleyici dünyasında saklı. Daha iyi anlamak için, şu örneğe bir göz atın: Diyelim ki, ayrılığı atlatmak üzere olduğunuzu hissettiğiniz oldukça iyi günler geçiriyorsunuz. Ancak, bir öğleden sonra, tesadüfen eski sevgilinizin parfümünü kullanan birinin yanından geçtiniz. Bir anda üzüntüden boğulacak gibi oldunuz ta ki sizi neredeyse felç edip, gözlerinizden yaşlar boşaltana kadar.

California Üniversitesinden Antoine Bechara isimli bir nörobiyolog, bir kişi reddedildiğinde, beynin nasıl belli uyarıcıların, resimlerin ve anıların aralarındaki bağı sürdürmeye devam ettiğini tarif eden “beyinsel çatışma” tanımını ortaya koydu. Bu samimi ama güçlü bağın yer aldığı sinirsel ağ, beyindeki iki beyaz çıkıntı ile amygdala bölümü arasında yer alıyor.

Hatırlayın, bu yapılar beyinde duygusal anıları yöneten ve idare eden yapılar. Bu yüzden, o özel kişiyle birlikte yaşadığınız her deneyim, beyninizin içine işledi ve anıları canlandıran belli uyarıcılarla bağlantılı durumda.

Yani, belli bir parfümün kokusunu duyduğunuzda, belli bir fotoğraf ya da kıyafet gördüğünüzde veya her hafta sonu birlikte yemek yediğiniz restoranın önünden geçtiğinizde, sinir taşıyıcılarınız aktif hale gelip neredeyse bu imkansız aşka bağımlı hale gelmenize sebep oluyorlar.

Bu bağlantıyı kırmak ve bu beyinsel çatışmayı yönetmek de hiç kolay değil.

Sevgili ben, gözlerini aç ve kalbini iyileştir.

Reddedilmenin ve terk edilmenin anatomisi acımasızdır, derindir ve karmaşıktır. Yeni bir sayfa açmak için duyduğumuz isteksizliğin her zaman gönüllü olmadığını, beynin de bu tehlikeli biyokimyasal çemberi beslediğini zaten biliyoruz.

“Kimseden sevgi talep edemeyeceğimi öğrendim. Onlara sadece benden hoşlanmaları için iyi sebepler verebilirim…ve geri kalanı hayata bırakıp sabırlı olurum.”

– William Shakespeare

Ancak, nörologlar, bu birbiriyle bağlantılı anıların gün geçtikçe daha az aktifleştiğini söylüyorlar. Negatif anıları hatırlatan bu sinirsel bağlantılar, gittikçe güçlerini yitirmeye başlıyorlar, ta ki her duyduğunuzda daha az acı veren üzgün ve uzak bir melodinin yankısı gibi. Siz, sizi sevmeyen o kişiye tapmayı bırakmak için doğru psikolojik stratejileri uyguladığınız sürece, zaman daha sakin bir şekilde yolunuza devam etmenize izin veriyor. Aşağıda size yardımcı olabilecek birkaç stratejiden bahsedeceğiz.

Duygusal olarak reddedilmeyi atlatmanızı sağlayacak ipuçları

Sevgili ben, eğer seni sevmiyorlarsa, herkesten önce sen, kendini sevmeyi unutma. Bu hayatına sokman gereken en önemli şey. Ancak bize kaybetmemek ya da vazgeçmemek öğretildi, bu da herhangi bir bağı koparmayı daha da zorlaştırıyor.

  • Sevginin fedakarlık yapmaktan ibaret olmadığını anlayın. Hiçbir zaman “Eğer bunu yapmayı bırakırsam belki beni sever,” ya da “Eğer kendimle ilgili bunu ve şunu değiştirirsem beni daha çok sever.” gibi şeyler düşünmeye değmez. Bunu yapmayın. Duygusal intihara kalkışmayın, kendinizi aşağılamayın, size güç veren tek şeyi, öz güveninizi ateşe atmayın.
  • Size acı çektiriyorlarsa, bu, sizi sevmedikleri anlamına gelir. Bu kadar basit. Onların ihanet, bencillik ve hakaretlerden meydana gelen atlıkarıncalarında görünmez bir atsanız, onlardan uzak durun. Neden kendinizi onların duygusal işkence odasındaki bir esir durumuna düşüresiniz? Eğer oradan kaçarsanız, özgürlüğün en büyük rahatlık olduğunu, yalnızlığın hoş karşılanacak bir misafir olduğunu anlayacaksınız.
  • İmkansız aşkta, kaybettiğiniz ilk şey umuttur. Bazı ilişkiler, son kullanma tarihiyle birlikte başlar ve eğer tam olarak istediğiniz hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceğinin farkındaysanız, henüz girdiğiniz kapıdan çıkmalısınız. Bunu da asaletle, başınız dik bir şekilde ve kalbiniz tek parçayken yapın.

Sizi sevmeyen birini sevmek çok acı verir ama sizi hak etmeyen biri için kendinizi sevmeyi bırakmak ondan da çok acı verecektir. Güçlü ve bilge olun ve yalnızca sevilmeye değer olanı sevmeniz gerektiğini hiçbir zaman unutmayın.

Arkadaş Sayınız Önemli mi? Bir Avuç Arkadaş Mı? Yoksa Daha Fazlası mı?

Şu anda kaç tane arkadaşınız olduğunu ve bu sayı hakkında ne düşündüğünüzü aklınıza getirin. Arkadaşlarınızın sayısı artarsa, potansiyel bir arkadaş olarak başkalarınına karşı daha popüler olduğunuzu düşünür müsünüz? Yoksa tam tersi daha mı az popüler hale geliyorsunuz? 

Şimdi de soruyu şöyle soralım: Çok sayıda arkadaşı olan veya bir avuç arkadaşı olan birini seçebilseydiniz, hangi kişiyi arkadaş olarak tercih ederdiniz?

Arkadaş Olarak Hangi Kişiyi Tercih Ederiz?

Bir araştırma ekibi bu soruları bir dizi çalışmada araştırdı ve bulguları, bizi bir arkadaş olarak daha davetkar yapacağını varsaydığımız şeyle diğerlerinde aslında neyi daha çok sevdiğimiz arasındaki ilginç bir çelişkiyi vurguladı. Hem çevrimiçi hem de gerçek dünyadaki durumlarda, araştırmacılar, daha fazla arkadaşımız olursa başkalarına daha çekici görüneceğimizi varsayma eğiliminde olduğumuzu keşfettiler, ancak bir arkadaşta ne istediğimize gelince, biraz daha az sayıda arkadaşı olan kişiyle arkadaş olmak istememizi keşfettiler. Buna “Arkadaş Sayısı Paradoksu” adını verdiler.

Arkadaşlık Paradoksu Nedir?

1991 yılında, Scott Feld adlı bir sosyolog, ortalama olarak insanların arkadaşlarından daha az arkadaşı olduğu ilginç bir fenomeni keşfetti. Bu, ilk bakışta ilginç gelebilir, ancak çoğu insan arkadaşlarından daha fazla arkadaşı olduğuna inanır. İşte paradoks burada ortaya çıkıyor. Sahip olduğumuz arkadaşlarımızdan birisinin daha popüler olmasını gerektiriyor. Arkadaşlık paradoksu, bir tür örnekleme önyargısıdır. Çok sayıda arkadaşı olan insanla daha az arkadaşı olan insana göre arkadaş olma ihtimaliniz daha yüksektir.

Hatta arkadaşlık paradoksu bazı araştırmalarda salgın hastalıkların yayılmasını önlemek amacıyla bile kullanılmıştır.

Büyük bir partiye davetli olduğunuzu düşünün, kenarlarda içeceğini yudumlayan kişilere, rastgele bir arkadaşının ismini sorarsanız, hiç şüphesiz çok fazla arkadaşı olan ev sahibini gösterecektir. Çok az kişi farklı bir isim söyleyecektir. İşte bu durum, arkadaşımızın ortalama olarak daha fazla arkadaşa sahip olma durumunu açıklıyor.

Bu Tutarsızlığın Sebebi Nedir?

Neden başkalarına farklı standartlar uyguluyor gibi görünelim? Araştırmacıların öne sürdüğü temel açıklama, biz insanların bencil bir görüşe sahip olduğu ve başkalarının da bizi kendimizi nasıl değerlendirdiğimiz gibi potansiyel bir arkadaş olarak değerlendireceğini varsaymamıza neden olduğudur. Başka bir deyişle, daha fazla arkadaşımız olursa insanlara daha çekici görüneceğimizi öngördüğümüz için, bu fikri başkalarına yansıtıyor ve onların da bizi aynı şekilde değerlendireceklerini varsayıyoruz. Ek olarak, bir arkadaşta ne istediğimizi düşündüğümüzde, bir arkadaşlığı geliştirmek ve beslemek için daha fazla çaba sarf edebilen ve birlikte vakit geçirmeye müsait olan biriyle bağlantı kurmak istemeye daha meyilli oluruz. Araştırmacıların da belirttiği gibi, nispeten daha fazla arkadaşı olan biri, tek bir arkadaşlıkta bir kişiye bu kadar çok şey veremeyecek ve biz bunu hesaba katmaya ve biraz daha fazla sayıda küçük dostları tercih etmeye meyilli olacağız.

Bununla birlikte, araştırmacılar ayrıca, insanların sahip olmamızı istediğini düşündüğümüz arkadaş sayısı ile sahip olduğumuz arkadaş sayısı arasında bir uyumsuzluk olmasının başka olası nedenleri olabileceğini de belirtti. Örneğin, sosyal olarak dışlanmayı dört gözle beklediğimiz için nispeten daha küçük bir arkadaş çevresi olan insanları tercih edebiliriz. Aksi takdirde, arkadaşlarımızın bizden daha az sayıda arkadaşı olursa daha iyi bir sosyal konuma sahip olacağımızı düşünebiliriz.

Ya da birbirimizi olumlu bir şekilde görmek isteyebiliriz ve bu yüzden daha büyük bir arkadaş grubunun bizi nasıl iyi gösterebileceğine odaklanarak, daha geniş bir arkadaş ağına sahip bir arkadaştan çok farkındalığımızı bir kenara bırakırız. Bu diğer potansiyel altta yatan nedenlere rağmen, araştırmacılar, birkaç arkadaşımız daha olursa başkalarının bizi daha çok seveceğini varsaydığımıza ve başkalarının da aynı şeyi hissetme eğiliminde olduğu gerçeğini görmezden geldiğimize dair kanıt buldular. 

Sonuç olarak, araştırmacıların da belirttiği gibi, çekiciliğimizi artırmak için çok sayıda arkadaşımız varmış gibi göstermeye çalışıyorsak, tam da olduğumuz amacı sabote ediyor olabiliriz. Dolayısıyla, daha küçük bir arkadaş çevreniz varsa ve utanıyorsanız veya farklı bir imaj yansıtmanız gerektiğini düşünüyorsanız, aslında arkadaşlarınıza, arkadaşlarınıza düşündüğünüzden daha fazla çekici gelme olasılığını göz önünde bulundurmak isteyebilirsiniz.

Güçlü bir ilişki, her iki taraf adına çalışma ve bağlılık gerektirir. Birbiriniz için doğduğunuzu hissetseniz bile, zaman zaman tartışmalara gireceksiniz ve zorlukları birlikte aşmanız gereken noktalar olacak. Proaktif bir yaklaşımın yokluğunda, ikiniz arasındaki bağ kısa bir süre sonra zayıflıyor olacak.

İlişkinizi güçlendirmek, biraz günlük pratiği gerektirecektir. Uzun vadeli uyum ve istikrarı sağlamak için aşağıdaki kuralları ve ipuçlarını aklınızda bulundurun.

1. Karşılıklı Bağışlamanın Önemi

Kin tutmak, “sonsuza dek mutlu” olmanızı sağlamak açısından muhtemelen en yıkıcı şeydir.

Öfkelenmeyi bırakın.

Partnerinizi sözleri, eylemleri veya bunların eksikliği için affedin. Değiştiremeyeceğinizin noktalar için çaba sark etmekten vazgeçin. Aksi takdirde, kırılma noktasına ulaşana kadar kızgınlık artmaya devam edecektir.

Kızgınsanız, birlikte oturun ve hayal kırıklığınızı dile getirin. Partnerinizin nasıl hissettiğinizi anladığından emin olun, ancak aynı zamanda hikayenin kendi tarafını da öğrenin. Bu konuşma konunun sonu olmalı. İçinizden geçenleri açık bir şekilde dile getirin, affedin ve ilerleyin.

2. Zorlukların Üstesinden Bir Çift Olarak Gelin

Bir çiftin parçası olduğunuzda, bireysel problemler yaşamayı bırakırsınız. Partnerinizin sorunu aslında sizin de sorununuz haline gelir. Sevdiklerinizden tavsiye almak her zaman iyi bir fikirdir. Sorun küçük olsa bile ve yalnızca sizi ilgilendirse bile, iletişim kurmak yine de çok önemlidir.

Bir sorunu kendi başınıza çözmeye çalışmak, hayal kırıklığının artmasına katkıda bulunabilir. Sonunda ilişkiniz, evde başardığınız denge ve uyumla hiçbir ilgisi olmayan dış etkenler nedeniyle zarar görecektir.

3. Birbirinizi Güldürmek

Birbirinizi gülümsetmek ve şakalar içinde paylaşım yapmak bir bağlılık ve aidiyet duygusu oluşturur. Karanlık anları aydınlatmak ve birbirinizin arkadaşlığından keyif almak için çalışmak önemlidir.

Hayat arkadaşınızla her türlü aptallığı birlikte yapmanız soru değil. Başkasıyla rahat olamayacağınız şeyler yapabilirsiniz. Keyifli bir yemekten sonra geğirmek utanç kaynağı olmamalıdır. Bunun yerine, birbirinizle yeterince rahat olduğunuz gerçeğini kucaklayın.

Aynı evi paylaşırken, pek çok küçük hayal kırıklıklarınız olabilir. Klozet kapağını açık mı bıraktı? Buzdolabında boş bir şişe süt mü var? Bunları şakaya çevirin veya esprili bir şekilde “intikamınızı” alın. Bu tür tuhaflıkların sizi rahatsız etmesini önlemeyi öğrenirseniz, uzun ve kırılmaz bir ilişkiden keyif alma olasılığınız artırırsınız.

4. Uzlaşmadan Konuşun ve Bunu Yapmaya Hazır Olun

Tüm ilişki ve flört makaleleri uzlaşmanın önemini anlatıyor – bu günümüzde bu kadar klişe haline gelen bir konu. Hepimiz ödünler olmadan bir ilişki olamayacağını biliyoruz. Önemli olan, sizi veya partnerinizi avantajlı duruma getirilmiş gibi hissettirmeyen bir uzlaşma arayışıdır. Bir kez daha oturun ve bunun hakkında dürüstçe konuşun.

Günlük yaşamınızda neye alıştığınızı, gelecek için ne istediğinizi ve sizi en çok hangi alışkanlık veya davranışların rahatsız ettiğini tartışın. Partnerinizin de aynısını yapmasına izin verin. Bu bilgilere dayanarak, bir çift olarak birlikte büyümenin önünde duran şeyleri tam olarak tespit edebilirsiniz.

Uzlaşmanın fedakarlık ile aynı şey olmadığını unutmayın. Sevgilinizden inandıkları bir şey için büyük bir fedakarlık yapmasını isterseniz, er ya da geç size kızmaya başlayacaklardır.

5. Yakınlık İçin Zaman Ayırın

Fiziksel yakınlık, bir ilişkideki bağlayıcı tutkaldır. Bir kişiyi başka hiç kimseyi deneyimlemeyeceğiniz bir şekilde deneyimlemenizi sağlar. İletişimi başka bir seviyeye taşır, önemsiz sıkıntıları unutmanıza ve daha bağlı hissetmenize yardımcı olur.

Meşgul olsanız bile, birbirinize kızgın olsanız bile, fiziksel yakınlık için biraz yer açmalısınız.

İster beş aydır çıkıyor olun ister 15 yıldır evli olun, samimiyet her ilişkinin önemli bir parçasıdır. Kıvılcım zaman zaman sönecektir. Böyle zamanlarda, samimiyeti bir rutine dönüştürmek, ikinizin de bunu beklemesini ve yeterince düzenli olarak fiziksel şefkat ifade etme alışkanlığı edinmenizi sağlayacaktır.

Aşık olmak, aniden ve tamamen kontrolden çıkan güçlü duyguları deneyimlemektir. Kalbin hızlıca atması, soluk alıp verme, aniden sıcak gelmesi, karşımızdakine aşık olmamızdan kaynaklanan bu duygu akışını gösteren fiziksel semptomlardır. Ani ve geçici bir fenomendir. Peki bu fiziksel değişimler yaşanırken bir taraftan da beynimizde neler oluyor? 

Beynimizdeki Bağımlılık Alanı Aktive Olur

Sevgilimizi düşündüğümüzde, beynimizin ventral tegmental alanı aktive olur, ancak bu alan bağımlılıklarla ilişkilidir: daha sonra dopamin (motivasyon nörotransmitteri) salgılar. Bu hormon beynin ödül döngüsünü harekete geçirir ve bizi harekete geçmeye, kişiyi çağırmaya iter.

Aşk Bizi Yaşam İçin Bağlayabilir

Antropolog Helen Fisher, ventral tegmental havanın aktivasyonunun 20 yıldan fazla bir süredir çiftlerdeki bireylerde de aktif hale gelip gelmediğini bilmek istedi. Bir ilişkinin başlangıcında aktive olan beyin bölgeleri, 20 yıldır bir ilişki içinde olan çiftlerdeki aynı beyin bölgelerini de aktive edebiliyor.

Aşk Stres Hormonunu Harekete Geçirir

Aşık olduğumuzda beyin norepinefrin (stres hormonu) salgılar, bu da kalp atış hızımızı artırır, iştahımızı azaltır, uyumamıza engel olur ve ardından bizi sıradan durumlara aşırı tepki vermeye iter. Neyse ki, dopamin salgısı (bizi motive eden ve bize zevk veren) bir şeyleri telafi etmek için oradadır, aksi takdirde sevgiyi bir işkence seansı olarak görürdük!

Aşk Hafızayı Geliştirir

Beynimiz aynı zamanda cinsel eylem, ödülle ve hafızamızla bağlantılı alanları talep eden hormonları (dopamin ve oksitosin) salgılar! Yapılan çalışma, düzenli cinsel aktiviteye sahip 50 yaşın üzerindeki kişilerin ortalamadan% 23 daha yüksek hafıza testi puanlarına sahip olduğunu göstermiştir!

Aşk Kaygı Yapar

Aşk, kaygımızı azaltan ve durumlar üzerindeki kontrol hissimizi artıran bir nörotransmiter olan serotoninin salgılanmasını azaltarak sizi endişelendirir. 

Aşk Körleştirir

Aşk duygusu, prefrontal korteks dahil olmak üzere beynin seçimlerimizi etkileyen alanlarını etkisiz hale getirir. Prefrontal korteks, aşık olduğunuzda aktivitede bir düşüş yaşar ve riski değerlendirmek ve rasyonel karar vermek için kullandığımız tam da beyin alanı budur!

Korku hissinde, bazen olumsuz duygularda ve muhakemede rol oynayan serebral amigdala da vardır. Beyin artık sarhoş oluyor ve artık sevdiğimiz varlığın kusurlarını görmüyoruz. 

Aşk Sadakat Duygusunu Artırır

Cinsel ilişki sırasında hipofiz bezinin oksitosin salgıladığı ve bu hormonun bireyler arasındaki bağlanma ve bağı güçlendirdiği ortaya çıktı! Birkaç çalışma, yüksek oksitosin düzeylerinin bağlılığın yanı sıra bağlılığı da artırdığını ve hatta erkeklere oksitosin enjekte etmenin çekici kadınlarla temas kurmalarına bile neden olabileceğini göstermiştir!

“Kıskanç değilseniz, bu gerçek aşk değildir”, “beni gerçekten seviyorsa, başkasıyla vakit geçirmek zorunda kalmaz” veya “sevgi, diğer kişinin ne istediğini ve neye ihtiyaç duyduğunu tahmin edebilmek demektir” gibi şeyleri söylediğimizde, çoğu zaman samimi olmayan romantik bir bağ sürdürmek için adil olmayan ve aşağılayıcı durumlarla uğraşıyoruz. Aşk, hayatta neredeyse diğer her şey gibi, öğrenilen bir şeydir. Ve bazen onu yanlış şekillerde öğreniriz. Bugünlerde popüler olan sevginin romantik ve hayali düşüncesi kişiler arası ilişkilere hiç yardımcı olmuyor. Sağlıklı ve gerçek romantik ilişkilerde bulunan değerler, tutkulu ve ya hep ya hiç fikriyle başlamış ilişkilerde olan değerlerin tam tersidir.

Aşk, dünyada bulunan en güçlü duygulardan biridir ve her kişi kendi kişisel görüşlerini bu duyguyla birleştirir ve bu görüşler her zaman tamamen doğru olmayabilirler. İlişkilerdeki sorunların büyük çoğunluğu kişilerin ilişkiden veya eşinden gerçekçi olmayan romantik taleplerde bulunması sonucu oluşur. Tutkulu aşkın bu çarpıtılmış düşünceleri, çiftler birbirleriyle dengeli bir uyum içinde olsa bile, ilişkilerde sorun yaratabilir.

“Rahatsız edici duygular ve toksik ilişkiler hastalıkları etkileyen risk faktörleri olarak belirlendi.”

– Daniel Goleman

Manipülasyonun karakteristikleri

Manipülasyon, bir kişinin başka birinin davranışını kontrol etmesi durumunda oluşur. Bunu yapmak için, ikna teknikleri kullanarak bir kişinin yargılarını kurcalamak ve nihayetinde elinden almaktır. Zihinsel manipülasyon bencilliğin belirli bir biçimi olabilir.

Manipülatörler çoğu zaman, daha fazla güç elde etmek ya da istediklerini elde etmek için narsistik amaçlarla, diğer kişileri utanç duymadan kullanacaklardır. Ayrıca yalanlar, baştan çıkarma ve hatta tehdit veya zorla mağdurun istedikleri şekilde hareket etmesi için. Manipülatif insanlar, başkalarının davranışlarını kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiren durumlar geliştirir. Gerçekten çok iyi davranıyorsa, idare ettikleri kişi oynadıklarını bile fark edemez.

Ortakları tarafından manipülasyona maruz kalma ihtimali en yüksek olan kişiler, kendine güveni düşük olma eğilimindedir ve suçluluk ve aşağılık duygusu hissetme eğilimindedirler. Manipülasyonun etkililiğini etkileyebilecek dış faktörler, sevilen bir kişinin kaybedilmesi, ayrılma, boşanma ve iş kaybıdır.

Gerçek aşk manipülasyondan etkilenmez.

Bir manipülatorü nasıl tanırsınız

Bir manipülatörü nasıl tanıyacağınızı bilmek günlük hayatınızda yaşayabileceğiniz pek çok hayal kırıklığına karşı bağışıklık kazanmanızı sağlar. Eşiniz bir cevap olarak “hayır’a” dayanamıyorsa, ikna girişimlerinize direniyorsa ve normalde yaptıkları şekilde tepki göstermediğini fark ederseniz -veya hatta tamamen kontrolünü kaybederse- bu sizin üzerinizde etkiye sahip olamamaya dayanamadıklarına bir işarettir.

Partnerlerini manipüle eden insanlar, güçlerini ve yeteneklerini göstermeyi severler ve nadiren utangaçtırlar. İstediklerine ulaşamadıklarında başkalarını suçlama eğilimindedirler. Karşısındaki kişilere ne verdikleri veya diğer insanlara nasıl yardım edebilecekleri umurlarında değildir. Bunun yerine, sürekli kendilerine odaklanırlar ve karşılıklılık kelimesinin anlamını bilmezler.

Her zaman kendileri hakkında konuşurlar ve size nasıl olduğunuzu sorduklarında gerçekten bir şeye ihtiyacınız olup olmadığıyla ilgilenmezler. Ayrıca, onlara istediklerini vermeye başladığınızda size teşekkür etmekle kalmazlar, giderek daha fazla istemeye başlarlar. Bu insanlar son derece güvensiz olma eğilimindedirler ancak korkularını gizlemek için kendini ben merkezli ve dominant tavırlar kullanarak tam tersi olarak sunmaya çalışmaktadırlar.

Bir manipülatif durumu düzeltmenin ilk adımı, manipüle edildiğinizin farkına varmaktır. Sevdiğiniz biri tarafından onların kuklası olma noktasına geldiğinizde manipüle edildiğinizi fark etmek, duygusal kargaşaya sebep olabilir. Bu sorunu çözebileceğiniz çeşitli yollar vardır. Partnerinizin davranışlarını değiştirmesi imkansızsa ilişkiyi sona erdirmek bu yollardan biridir. Başka bir seçenek ise, doğrudan size kartlarını göstermeden veya gerçek duygularını ifade etmeden, bakış açılarını görmenizi sağlamaya çalışmaları yerine dolaylı şeyleri doğrudan sormayı öğrenmelerini sağlamaktır. İlginçtir, başkalarını kontrol etmeyi isteyen insanlar kendilerini bile kontrol edemezler.

Cevap vermiyor. Alaycılığa başvuruyor. Seninle konuşmak imkansız diyor. Bir çocukla konuşurmuş gibi konuşuyor sizinle. Ültimatomlar verip tehdit ediyor. İletişim ve dildeki psikolojik manipülasyon işaretleri, yorucu oldukları kadar çeşitlidir de. Fark etmeyi öğrenmemiz gereken bir zihinsel sömürü ve duygusal istismar biçimidir. Licio Gelli, İtalyan tarihinde en uğursuz adamlarından biriydi. Masonic Lodge Propaganda Due ekibinin ajanı olan bu kişi, kitlelerin manipülasyonunda uzmanlaşmış bir neo-faşist oldu. Bu kötü karakter, birisini kontrol etmek için nasıl iletişim kurulacağını bilmeniz gerektiğini söylemiştir. Dilin bir silah olduğunu ve tahakküm için sapkın bir şekilde kullanılabildiğini göstermiştir.

“Düşünce dili yozlaştırırsa ve dil de insan ilişkilerini bozabilir.”

– George Orwell


Bunu çok iyi biliyoruz. Politika alanında, reklamlarda ve kitle iletişim araçlarının bu büyük evreninde, bizi baştan çıkarmak, kararlarımızı etkilemek ve nihayetinde bizi kontrol etmek için neredeyse sürekli bir manipülasyon kullanımı vardır. Şimdi, özel alana girdiğimizde, her şey biraz daha gizli ve karmaşık hale gelir.

Ailemiz, partneriniz, arkadaşlarımızla olan iletişimimiz hakkında konuşuyoruz… Psikolojik ve duygusal manipülasyon işaretleri her tarafımızda bellidir, ancak genellikle kamufle edilir. Ayrıca bilinçsizce kendimizi kullanma tuzağına düşebiliriz. Bu nedenle, onları nasıl algılayacaklarını ve onlara nasıl tepki vereceğini bilmek şarttır. Sadece söylediklerimize dikkat etmenin değil, aynı zamanda nasıl söylediğimizin de önemli olduğunu anlamalıyız.

İletişimde psikolojik manipülasyon belirtileri

Sözlerimiz aracılığıyla psikolojik manipülasyon fikrine başvurduğumuzda, ilk etapta olan şey söz konusu ilişkide bir dengesizliktir. Kişinin kendi faydasına olacak şekilde dili kullanmasıdır. Sadece diğer kişiyi kontrol etmekle kalmıyor, aynı zamanda onlara zarar verme niyetiyle de yapılır bu. Çıplak duygularımız içimizdeki bu gizli saldırganlığı üreten şeydir. Aldous Huxley, kelimelerin X-ışınları gibi olabileceğini söylemiştir. Makyavelist bir şekilde kullanıldığında her şeyi delebilirler: karşınızdakinin benlik saygısı, haysiyet ve hatta kimliğine zarar verebilir kelimeler. Bu nedenle, bu yıkıcı dinamiği kişisel bir düzeyde daha iyi anlamaya çalışalım. İşte 9 tehlike işareti:

1. Gerçeklerin manipülasyonu

İletişimde psikolojik manipülasyon konusunda uzman olan herkes, gerçeği çarpıtan bir stratejisttir. Her zaman gerçeği kendi lehine çevirir, sorumluluğunu paylaşır ve tüm suçu bize bırakır. Dahası, her şeyi abartarak kilit bilgileri saklayacak ve böylece dengenin daima kendi “hakikat” versiyonuna doğru eğilmesini sağlayacaktır.

2. Sizinle konuşmanın imkansız olduğunu söyleyecektir

Bu yaklaşım basit, doğrudan ve etkilidir. Birisi size “konuşmak imkansız” olduğunu söylerse, yapmak istediğiniz şeyi tam olarak önlemiş olurlar: problem hakkında konuşmak için. Manipülasyon yapan kişinin bize çok duygusal olduğumuzu , pireyi deve yaptığımızı, bizimle bir türlü konuşamadığını söylemesi yaygındır. Bizi kendilerinin muzdarip şeyle suçlarlar: zayıf iletişim becerileri.

3. Entelektüel taciz

Psikolojik ve duygusal manipülatör ayrıca sıklıkla çok yaygın bir iletişim stratejisini kullanır. Burada entelektüel taciz hakkında konuşuyoruz. İnsanlar bizi duygusal olarak tüketmek ve doğru olduklarına ikna etmek için farklı bilgi, gerçekler ve çarpık bir akıl yürütmeyle birlikte durmaksızın argümanlar üretirler.

4. Ültimatomlar ve karar vermek için çok az zaman

Söylediklerimi kabul etmezseniz, her şey biter. Sana söylediklerimi düşünmek için yarına kadar zaman vereceğim, benzeri şeyler söyler. Bu tür iletişim şüphesiz çok acı verici ve üzücüdür. Bizi bir kaya ile sert bir yer arasına sokarlar, kaygı yaratırlar ve büyük duygusal acılara neden olurlar. Birisi bize saygı duyuyorsa ve bizi gerçekten seviyorsa, “ya hep ya hiç” tehdidini asla kullanmayacaklarını bilmeliyiz. Bu çok yaygın bir manipülasyon stratejisidir.

5. Konuşma sırasında isminizi tekrarlamak

Birisi isminizi neredeyse sürekli ve abartılı bir şekilde tekrarlıyorsa, akıllı bir kontrol mekanizması kullanıyor demektir . Bunu yaparak, diğer insanı dikkat etmesi için zorlar ve onu korkutur.

6. İroni ve kara mizah

Karşısındakini utandırıp küçük düşürmek için ironi ve kara mizaha başvurmak, iletişimde psikolojik manipülasyonun en yaygın işaretlerinden biridir. Saldırgan ya da manipülatör bizi küçümsemek istiyor ve sözde psikolojik üstünlüğünü bize empoze etmeye çalışıyordur.

7. Sessizliğin veya kaçmanın kullanımı

Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum. Şimdi iyi bir zaman değil. Bunu şimdi niçin gündeme getiriyorsunuz? Bu tür iletişim partnerler arasında çok yaygındır, özellikle de kişilerden biri iletişimsel beceriler ve sorumluluk duygusundan yoksunsa.

8. Bilmiyormuş gibi davranmak: “Ne demek istediğini anlamadım”

Bu klasik bir taktiktir. Diğer kişinin onlardan ne söylemesi ya da yapmasını istediğini bilmediklerini iddia ederler. Diğer kişinin zihniyle oynarlar. Diğer kişinin bir çok şeyi karmaşıklaştırdığını ve konuşmanın mantıklı olmadığını söylemeye çalışırlar. Bu, pasif-agresif manipülatörün klasik bir stratejisidir, ki burada kendi sorumluluklarını üstlenmekten kaçınırlar ve diğerlerine acı çektirmeye çalışırlar.

9. Önce konuşmanıza izin vereceklerdir

Psikolojik manipülasyonun en ince belirtilerinden biri, bir kişinin daima karşısındakinin önce konuşmasına izin vermesidir. Bu strateji ile birkaç şey elde ederler. Birincisi argümanlarını hazırlamak için zaman kazanmak, ikincisi zayıf noktalarımızı bulmaktır. Ayrıca bizi dinledikten sonra, duygusal manipülatör kendi fikirlerini ifade etmekten kaçınır. Sadece sorular sorar ve bir anlaşmaya varmak yerine, eksikliklerimizi vurgulamaya çalışırlar. Sohbeti, bizi hantal, zayıf insanlar olarak gösterecek
şekilde yönlendiriyorlar.

Sonuç olarak. İnsan iletişiminde başka birçok psikolojik ve duygusal manipülasyon stratejisinin olduğu doğru olsa da, kuşkusuz bunlar en yaygın olanlardır. Bunlar sadece etkili bir diyalog kurabilme olasılığını sınırlamayan, aynı zamanda diğer kişiyi bastırmaya ve onları her düzeyde, kişisel, duygusal ve zihinsel olarak güçsüzleştirmeye hizmet eden sindirme biçimleridir. Bu yıkıcı stratejileri tanımayı öğrenmeliyiz.

Psikolog Valeria Sabater

Aristo, bir keresinde bir erkeğin en çok kendisini mi sevmesi gerektiğini, yoksa başkalarını mı sevmesi gerektiğini sorguladı. Bu bilge Yunan filozofu, bencillik ve onunla yakından ilişkili olan kendini sevme kavramlarıyla ilgili yepyeni bir görüş öne sürdü. Siz de bu tekil çıkarım hakkında biraz daha bilgi sahibi olmaya ne dersiniz? Devam etmeden önce ünlü eseri “Nicomachean Ethics”i (Nicomachean Etiği) ele alacağımızı belirtmek zorundayız. Daha somut olmak için doğrudan, “Bencillik ya da özsevgi” başlıklı dokuzuncu kitabın VIII. bölümüne gidiyoruz.

Aristo’ya göre kendinizi sevmek ya da diğer bir deyişle öz sevgi

Filozof, geniş kapsamlı çalışmasının bu bölümü boyunca, erdemli bir erkeğin nasıl olması gerektiği konusunda detaylı bir çıkarım yaptı. Bu çalışmasında yazar, öz sevgi ile bencillik arasındaki karşılaştırmaya odaklanır.

Bu filozof, gerçeklerin bencillikle ilgili ortaya atılmış teorilere aykırı olduğuna inanmaktadır. Gerçekten de, birinin en yakın arkadaşını sevmenin erdemli bir davranış olduğu doğruysa, sahip olabileceğimiz en iyi arkadaşın da yine kendimiz olduğu doğrudur. Bu da demektir ki siz kendiniz en iyi arkadaşısınız. Öyleyse, diyor Aristotle: kendinizi sevmek bencilce bir şey mi? Bu mantıklı olduğu gibi, herhangi bir kişinin hayatındaki en yakın ilişki, yine kendiyle olan ilişkisidir. Günün sonunda, 24 saat boyunca kiminle yaşıyoruz ve ruh halimiz ne olursa olsun, kiminle olmak zorundayız?

Aristo’nun öne sürdüğü iki bencillik tipi

Filozof kendini sevme ilkelerini belirttikten sonra, bencillik için bulduğu iki anlamın açıklamaları üzerine konuşmaya başlar. Gerçekten de, terimin aşağılayıcı ve utanç verici bir yönü olduğuna inanıyorsa, orada çok daha yüksek bir değişken olduğunu düşünmektedir. Aristo’nun bize gösterdiği ilk bencillik tipi, dünyevi şeylere olan sevgiye odaklanmıştır. Filozof, bu tür eylemleri kaba, hoyrat olarak nitelendirir. Hiç şüphe yok ki, bu Antik Yunan’da varolan aşırı sınıfsal bir toplumun sonucu olarak ortaya çıkan bir durumdur.

Bu durumda Aristo, bu birinci bencillik tipini vücut zevkleri üzerine olan en canlı endişe olarak tanımlamaktadır. Diğer bir deyişle, bu insanlar en büyük zenginliklerini, şereflerini ve mallarını kendileri için saklıyorlar. Maddi malların biriktirilmesine gerçek anlamda bağlılık sergilerler ve ne kadar değerli olursa o kadar iyi hissederler. Yani, bu insanların hayattaki tek amacı, Aristo’nun ruhun en mantıksız bölümünü dinlemek olarak düşündüğü tutkularını ve arzularını tatmin etmektir. Aristo bunu bir tür genellenmiş, acınası ve kaba bir tutum olarak görür. Bu nedenle, böyle davranmak kötü bir tutumdur.

“Öz sevgi, eğer kişi ihtiyacı olandan fazla mal, onur ve fiziksel zevk talep ediyorsa, eleştirilmesi gereken bir kavram olarak kullanılabilir.”

– Aristo

Fakat daha sonra, bu klasik dönem filozofu, adalet ve bilgeliğin en üst düzeyleri tarafından yönlendirilen kişilerin bencil olduğunu belirtiyor. Bununla birlikte, bunlar erdemi, güzel işleri ve güzelliği arayan insanlardır. Bu davranışta ayıplanılacak hiçbir şey görmemektedir.

Bencillik kendini sevmenin yolunu açar

Aristo’nun incelediği bu ikinci bencillik türü hakkında konuşarak devam etmek istiyoruz. Kendini, bedenini ve ruhunu, bilgelik, adalet ve güzellik arayışına ayıran bir kişiye nasıl bencil demeyiz? Bu insanlar aynı zamanda kendi ihtiyaçlarını da karşılamaya ihtiyaç duyarlar ve bu onların hayatlarındaki tek hedeftir.

Bununla birlikte, filozof bu insanlara büyük değer verir. Yani, iyi insanı en bencil görür, fakat bu bencillik zararlı değil, asildir. Kabaca değildir, çünkü akıl, bu kişilerin ustasıdır. Daha önce bahsedilen grupta olduğu gibi sadece maddi mallara karşı hissedilen tutku da asla olmayacaktır. Aristo’ya göre, bu soylu ama bencil erkekler çabalarını erdem icra etmeye odaklıyorlar, çünkü hayatın gerçek zevki burada bulunur. Ve bu tavır, tüm toplumun kazancıyla sonuçlanır. Hem başkalarına, hem de kendine yarar sağlamanın şekli budur.

Yunanlı filozof için erdem, sahip olunabilecek en yüce şeylerdendir. Dolayısıyla erdemli adam, sahip olduğu şeyi akıllıca ve mantıklıca yaparken, kötü adam bunu yapması gereken ile gerçekte yaptığı şey arasında derin bir çelişki duyarak yapar.

“Erdemli insan arkadaşları ve vatan adına çok şey yapacaktır.”

– Aristo

Sonuç olarak

Burada, Aristo’nun iyi ve asil adamı bencilce bulduğu sonucuna varmak doğru olur. Ancak erdeminden ve dürüst davranışından, arkadaşlarının, vatanının ve kendi topluluğunun yararlandığı faydalar ortaya çıkar. Bu insanlar maddi servete bakan, ancak onur ve haysiyetin avantajlarından hoşlanan kararlı bir kişidir.

Aristo gibi bir kişi için, başı dik bir adam, yüz kızartıcı bir hayat sürmenin keyfini çıkarmayı tercih eder. Kendisinden talep edildiğinde o cömert davranır ve fedakarlık eder. Ona ihtiyacı olan her şeyi terk edebilecek bir yapıda olacaktır. Kazanabileceği şan ve şöhretten vazgeçmekten, onu bir başkasına devretmekten hiç çekinmez. Bu da demektir ki nasıl bencil olunacağını bilen biri ve aynı zamanda yüksek bir öz sevgiye sahip olan bir kişidir.

ALEKSİTİMİ (DUYGU KÖRLÜĞÜ)

Aleksitimi, duygularla ilgili sorunları tanımlamak için geniş bir terimdir.  Aslında, Freudyen teorilerde kullanılan bu Yunanca terim; “duygu için hiçbir kelime yok” anlamına gelir.  Net olarak bilinmemekle birlikte, 10 kişiden 1’inde aleksitimi olduğu tahmin edilmektedir. Aleksitimi; bireyin kendi duygularını tam olarak anlayamaması, bunları iyi bir şekilde ifade edememesi ve sosyal normlara uygun bir duygu dışavurum davranışı sergileyememesidir. Bu durum bireyin yaşam kalitesini düşürmektedir.

Aleksitimik bireyler bazı psikosomatik semptomlara sahiptirler. Duyguları ve bunların yarattığı vücut duyumlarını ayırt etmekte, tespit etmekte zorluk yaşarlar. Bununla birlikte bu semptomları tanımlamak, anlatmak ve dışa vurmada da zorluklarla karşılaşırlar. Temelde aleksitimik bireylerin zorluğu duygularıdır. Duygu-düşünce-duyum ayrımını yapmakta ve anlatmakta zorlanırlar. Diğer bozuklukların aksine gelip geçici değildir ve bireyin hayatında bir kişilik özelliği olarak sürüp gider. Günlük rutinlerini ve sosyal ilişkilerini sağlıklı bir şekilde ilerletebilseler de yapılan araştırmalarda yaşam kalitelerinin ortalamanın altında olduğuna ulaşılmıştır. Çünkü hem sosyal ilişkilerde duygular önemli bir faktördür hem de somatizasyon olarak tanımladığımız bedenselleştirme yani fiziksel yakınmaları kendi hayat kalitesini düşürmektedir.

ALEKSİTİMİ BELİRTİLERİ

Duygu eksikliği ile karakterize bir durum olarak; aleksitimi semptomlarını tanımak zor olabilir. Bu durum, duyguları ifade edememe ile ilişkili olduğu için, bu durumdan etkilenen kişiler yani aleksitimik bireyler temassız veya kayıtsız görünebilir.

Bununla birlikte, aleksitimik bir kişi, sosyal hayat kapsamında kişisel olarak aşağıdakileri deneyimleyebilir:

  • Sinirlilik
  • Bilinç bulanıklığı, kafa karışıklığı
  • Yüz ifadelerini algılamada zorluk
  • Rahatsız hissetmek
  • Boşluk hissi
  • Kalp atış hızında artış
  • Sevgi eksikliği
  • Panik hisleri

Aleksitiminin semptomları şunları içerir:

  • Duygu ve duyguları tanımlamada güçlükler
  • Duygular ve bu duygularla ilgili bedensel duyumları ayırma sorunları
  • Duygularını başkalarına iletme konusunda yeteneğin sınırlı olması
  • Ses tonu ve yüz ifadeleri dahil olmak üzere başkalarındaki duyguları tanıma ve bunlara yanıt vermede zorluklar
  • Hayal gücü eksikliği
  • Duyguları hesaba katmayan mantıklı ve katı bir düşünme stili
  • Stresle başa çıkmak söz konusu olduğunda zayıf başa çıkma becerileri
  • Diğerlerinden daha az özgecil davranmak
  • Mesafeli, katı ve esprisiz görünme
  • Düşük yaşam memnuniyeti

Bu durum; bir kişinin vücut değişikliklerini, duygusal tepkiler olarak yorumlamasını da zorlaştırabilir. Örneğin, normalden daha hızlı atan bir kalbi heyecan veya korkuyla ilişkilendirmekte sorun yaşayabilirsiniz. Ancak yine de o anda fizyolojik bir tepki yaşadığınızı kabul edebilirsiniz.

DUYGU KÖRLÜĞÜNÜN OLASI SEBEPLERİ

Duygu körlüğünün bir çok sebebi olabilir. Bu durumun ortaya çıkmasını etkileyen faktörler şunlardır:

  1. Gereken ilgi ve sevgiyi erken çocukluk yıllarında görememek
  2. Erken çocukluk döneminde aile dinamiğindeki iletişim sorunları/iletişimsizlik
  3. Yeterli sosyalleşememe
  4. Dışlanma
  5. Beynin duygulardan sorumlu bölgesi olan hipotalamustaki sorunlar/dengesizlikler

ALEKSİTİMİDE CİNSİYET FARKLARI:

Cinsiyet farkına bakıldığında duygu körlüğü kadınlara oranla erkeklerde daha fazladır. Bunun hem genetik hem sosyokültürel destekçileri vardır. Hem ilişkisel benlik daha çok geliştiği için hem de sosyokültürel boyutta kadınların sözel kabiliyetlerinin daha çok gelişmesine olanak sağlandığı için aleksitimik birey sayısı kadın popülasyonda daha azdır. Bunlara ek olarak erkek çocuklarının duygusal gelişimi toplumumuzda anneleri tarafından daha fazla kontrol edilirken kız çocuklarının duygu gelişimi için daha fazla alan taınmaktadır. Bu çocukluk yaşantılarına ek olarak aleksitimi bireyin hayatındaki etkisini yaşla beraber arttırmaktadır.

ALEKSİTİMİNİN BELİRLENMESİ SÜRECİ:

Aleksitimik bireylerin psikolojik destek süreçleri zorlu geçse de bunun için uygun psikoterapiler bulunmaktadır. Duygu odaklı ya da bilişsel psikoterapiler bu durum için uygundur. Psikoterapi süreci ile aleksitimik bireyin duygularını tanıması, keşfetmesi, somatik etkilerini gözlemleyebilmesi amaçlanmaktadır. Bireyin aleksitimik olduğunun kesinleşebilmesi için buna yönelik ölçekler olsa da klinik görüşmeler sırasında yapılan gözlemler ve bazı kriterlerin karşılanması da oldukça önemlidir.

Bu durum çok tehlikeli olmasa da, istemeden kişiler arası ve ilişkisel sorunlarına yol açabilir. İyi haber şu ki, zihinsel sağlık ve iyilik halinizin gelişmesine yardımcı olabilecek terapiler mevcuttur. Bu sadece başkalarıyla olan ilişkilere yardımcı olmakla kalmaz, daha da önemlisi, siz de daha iyi hissedebilirsiniz.

NORA PSİKOLOJİ

Aleksitimi olan insanlar aşık olabilse bile, nasıl yakınlık göstereceklerini bilmezler. Hayat arkadaşları kendilerini en basit duygusal ihtiyaçlarını bile karşılayamadıkları bir duygusal vakum olarak bulurlar. 

Aleksitimi olan bir partner ile ilişki içerisinde olmak son derece zor bir şey olabilir. Çünkü bu durumun ana karakter özelliklerinden birisi empati eksikliğidir. Eğer hayat arkadaşınızda aleksitimi varsa, bir ilişkiyi anlamlı ve gerçek yapan duygusal onay veya gerçek yakınlık bulamayacaksınız. Yalnızlık, belirsizlik, yanlış anlama… Bunlar aleksitimi olan bir insanla birlikte olanların sık sık hissettiği duygulardır. Romantik bir ilişki bağlamında, aleksitimi olan insanların neler yaşadığını anlamak önemlidir. Diğer herkes gibi aşık olurlar, duyguları yaşarlar, mutlu hissederler ve acı çekerler. Bununla birlikte, sorunun olduğu şey, hissettikleri şeyleri ifade etmekte yeteneksizdirler. Aynı zamanda etraflarındaki duygusal işaretleri anlamak konusunda yetenekten yoksundurlar.

Aleksitimi, birçok uzmanın bir sinir hastalığı olarak ve diğerlerinin ise sosyal etkenleri olan psikolojik hastalık olarak tanımladığı bir psikolojik durumdur. Bu sosyal olarak çok sınırlayıcı ve kişinin duygusal hayatında yüksek derece problematik bir durumdur. Missouri Üniversitesinde Dr. Nestor Fry-Cox’ın yaptığı bir çalışma, aynı zamanda aleksitiminin ayrılık için önemli bir faktör olabildiğini göstermiştir.

Araştırmacılar nüfusun yaklaşık olarak %10’luk kısmının duygusal iletişim eksikliğinden muzdarip durumda olduğunu tahmin ediyor. Bu özellikle erkekler arasında yayındır.

Aleksitimi kelimesi Yunan kökenlidir ve “his ve duyguları ifade etmek için kelimelerin yokluğu” diye tanımlanabilir.

Aleksitimi olan birisi ile ilişkide olmak nasıldır?

Aleksitimi ile başa çıkmak, bir romantik ilişki içinde son derece yük olabilir. Sebeplerinden biri, çoğu zaman partnerlerin ikisi de ilişkilerine etki eden bir psikolojik hastalık veya nörolojik değişim olduğunun farkında değildir. Bir çok insan teşhis konulmadan kalır, çünkü bilimsel topluluk bu sorun hakkında bir fikir birliğine varmamıştır. Bununla birlikte, eğer varmış olsalar bile, birçok insan duyguları ifade etmek ve anlamadaki yetersizliklerinin neden olduğu hakkında bir fikirleri yoktur.

1972’de, psikiyatrist Peter Sifneos bu durumu ilk kez tanımladı. Hakkında bilmediğimiz daha bir çok şey olsa da, bilim adamları aleksitiminin limbik sistemdeki değişikliklerle bağlantılı olduğunu düşünüyor. Aynı zamanda aleksitimi ile psikopati arasında bir bağ olmadığına inanıyorlar. Aleksitimi olan kişiler, ruh hastalarının aksine, normal derecede duyguları hissedebilirler. Sadece ne kendi duygularını ne de başka insanların duygularını yorumlayabilirler.

Sonuç olarak, bir ilişki içinde aleksitimi sonuçları ise şunlardır:

Ne hissettiklerini ifade etmekte yetersizdirler

Eğer partnerinizde aleksitmi varsa, asla kızgın, mutlu, heyecanlı veya endişeli olduklarını söylemezler. Hissettikleri duygular gizemlidir. Bunlar gerginliğe, endişeye, karın ağrısına neden olan fizyolojik deneyimlerdir. Alekstimi olan insanlar ne hissettiklerini ifade edemezler, çünkü vücutlarında ne olduğunu anlamazlar. Duyguları yaşarlar, ancak isimlerini koyamazlar.

Sonuç olarak, öfkelerini kontrol edemezler ve hissettikleri aşkı iletemezler. Bir ilişki içerisinde bulunan normal duygusal ifadelerden hiçbirini yapamazlar.

Aleksitimi olan insanlar partnerlerinin ne hissettiklerini anlayamazlar

Aleksitimi olan kişiler diğer insanların duygularını tanımlamakta yetersizlerdir. Partnerlerinin neden bazı davranışlar yüzünden üzüldüklerini veya neden mutlu olmadıklarını ya da neden bir şeye ihtiyaç duyduklarını, neden üzgün olduklarını, neden ruh hallerinin değiştiklerini anlamazlar.

Eğer partnerinizde aleksitimi varsa ve onunla bir şey hakkında samimi bir sohbet yapmak istiyorsanız, hayal kırıklığına uğrarsınız. Hayatın duygusal yönünü araştırmalarını isteyerek onların rahatsız hissetmesine neden olursunuz. Basitçe demek gerekirse insan duygularını nasıl idare edeceklerini, göreceklerini veya anlayacaklarını bilmezler. Aynı biçimde, aleksitimi olan insanların iletişim kurma şekli çarpıcıdır. Derinlemesine düşünmeyi, çift anlamları, şiirsel dili, ironiyi veya romantizmi sevmezler. Düşünceleri mantıklı, somut ve düz anlamlıdır. Bunun sonucu olarak, sert ve sinir bozucu bir şekilde iletişim kurarlar.

Partnerim aleksitimik. Ne yapmalıyım?

Planlar yapmak, problemleri çözmek ve hatta basit şeyler hakkında fikir birliğine varmak aleksitimik biriyle birlikte olan birisi için karmaşık olabilir. Ne de olsa, basit sosyal yapımız duygulardan etkilenir. Peki alesitimik biriyle birlikteyseniz ne yapabilirsiniz? Bu duruma diğer rahatsızlıkların da eşlik ettiğini bilmek önemlidir. Genellikle depresyon, stres bozuklukları ve Asperger sendromu ile birlikte görülür.

Durum ne olursa olsun, uygun bir teşhis anahtar harekettir. Aleksitimik teşhisi bir spektrumdadır. Diğer bir deyişle, bazı durumlarda çok daha şiddetli olurken diğer insanlarda sadece birkaç özellik gösterir. Bir profesyonel yardıma başvurmak önemlidir, çünkü ne ile karşı karşıya olduğunuzu görürsünüz.

Aleksitimik ve romantik ilişkiler

Aleksitimik bir insanın duyguları olduğunu, ancak kendilerini ifade edemediklerini unutmayın. Bununla başa çıkmanın bir yolu kendilerini ifade edebilmek için kullanabilecekleri bazı basit kodlar belirlemek olacaktır. Okşamak, fiziksel temas ve diğer beden işaretleri, çiftlerin partnerlerinden onaylama istedikleri yaygın yollardır.

  • Psikolojik destek aleksitimi olan insanlar için anahtardır. Aleksitimi olan birisi ile romantik bir ilişki yürütebilmek için yek yol budur. Bu durum için bir tedavi yok. Çift terapisi gereklidir. Hasta empatisini, iletişimini ve duygusal ifadelerini geliştirmek için mekanizmalar bulmalıdır.
  • Terapide, hastalar duygusal dürtüler ve kimlik saptaması, empati, sosyal yetenekler, duygusal iletişim, stres ve anksiyete azaltma üzerinde çalışırlar.

Son olarak, herkesin terapiye iyi tepki vermediğini unutmamanız gerekir. Hatta, aleksitimi olan birçok insan uzman yardımını kabul etmeye karşı sessizdir, çünkü diğer insanların problem olduğuna inanırlar. Bazı aleksitimi erkek ve kadını partnerlerinin duygusal problemleri olduğuna inanır. Onların çok gergin ve mantıksız olduğunu düşünürler. Bu durumda en iyi seçecek kendi iyi oluşunuzdur. Eğer aleksitimik partneriniz yardım talep etmeye veya değişmeye çalışmaya istekli değilse, eziyetinizi uzatmanın bir anlamı yoktur. Ne zaman havlu atmanız gerektiğini bilmeniz gerekir.

Psikolog Valeria Sabater / Aleksitimi Olan Birini Sevmek

Comments are closed.