logo

Ruh ve Beden

SON

İÇİNDEKİLER

Kişilik ve Ruhanilik Arasındaki İlişki

Ruhsal sağlık – Dengeli ruh / Maneviyat, Stresle Başa Çıkmanıza Yardımcı Olur

Gözleriniz Bir Kere Açıldı Mı Bir Daha Geriye Dönüş Yoktur

Nevrotiklerde olumsuz duygular ve mod dalgalanmaları

Beni sevmeyen insanlara nasıl davranmalıyız?

Platonik Aşk: Asla Tatmin Edemeyeceğiniz Bir Arzu

Travma: Acı Anıları Silmek Mümkün Mü?

Bizler doğduğumuz andan itibaren dünyayı anlama ve anlamlandırmaya çalışırız. Çok sıklıkla çocuklarımızdan özellikle belli yaş gruplarında iken ‘Bu nedir? Ne işe yarar? Bu niye var ki?’ gibi soruları duyarız. Bunların hepsi bilime ihtiyacımızdan kaynaklanır. Herhangi bir şeyi öğrendiğimizde bu deneyimler beynimizde nöron adı verilen beyin hücrelerinin oluşturduğu ağlarda depolanır. Benzer olan ağlar birbiriyle temas halindedir. Minik bir örnekle açıklamak gerekirse; çilek, kiraz, erik, portakal gibi meyveleri öğrenince bu bizim beynimizde artık meyve kategorisinde olacaktır. Sonrasında mango ya da ananas ile karşılaştığımızda ne olacak? Bizler eğer bunların da meyve olduğunu öğrenirsek meyveyle ilişkilendireceğiz. Peki hiçbir deneyimimizle ilişkilendiremediğimizde ne olur? Bizler buna en basit haliyle travma diyoruz. Yani travma yeni edinilen bir deneyimin geçmiş deneyimlerle ilişkilendirilememesi ve/veya bireyin baş etme mekanizmalarının bu deneyim için yetersiz kalması durumudur.

Travmalar sadece bildiğimiz şekliyle büyük afetlerde, savaşlarda, kazalarda ya da tacize/tecavüze maruz kalmaktan dolayı olmayabilir. Sadece bunlara şahit olmak da travmaya sebep olabilir. Bazen de ihmal edildiğimizi düşündüğümüzde aklımıza gelen ‘sevilmiyorum’ ya da partnerimizle tartıştığımız zamanlarda onun tarafından sürekli ‘terk edileceğim’ inancına sahip olmaktır. Travmatik anları düşündüğümüzde ya da flashbackler yaşadığımızda bu durum bizim için acı vericidir. Acı anıları silmek mümkün olmasa da acı veren anılara duyarsızlaşmak EMDR ile mümkün.

EMDR’nin açılımı ( Eye Movement Desensitizastion and Reprocessing) Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme’dir. Beynimiz yapısı gereği rahatsız edici deneyimi alır ve REM (Rapid-Eye-Movement) uykusunda işlemler ancak travmada beynimizin bu gereken işlemeyi gerçekleştiremez. Üzerinden yıllar dahi geçse travmatik olayı hatırlatacak bir tetikleyici(bu bazen bir görüntü, bazen bir ses, bazen bir koku olabilir) bizi o anın yaşadığı zamana geri götürür. Ve bizler travma anında neler yaşadıysak aynılarını yaşarız.

EMDR ile amacımız aslında bireyin serbest halde gezinen travmatik deneyimlerinin/anılarının yeniden işlenmesini sağlamaktır. Yeniden işlenen bu anılar diğer geçmiş deneyimlerimizle ilişkilendirilir. Bireyler bu sayede artık travmatik deneyimleri hatırladıklarında olumsuz (duygusal, bedensel, bilişsel) tepkileri göstermezler, travmatik anıya karşı duyarsızlaşmış olur.

EMDR terapisi 8 aşamalı ve 3 yönlüdür(geçmiş, şimdi, gelecek). Bu 8 aşama aşağıdaki gibidir:

  1. Aşama Danışanın Geçmişi ve Hikaye Alma: EMDR’ye uygun öykü alma, var olan sorunlarının saptanması, terapinin planlanması.
  2. Aşama Hazırlık: EMDR’nin tanıtılması, stabilizasyon tekniklerinin uygulanması.
  3. Aşama Değerlendirme: Hedef anının belirlenmesi. (negatif kognisyon, duygular, rahatsızlık düzeyi, bedende nerede hissedildiğinin belirlenmesi).
  4. Aşama Duyarsızlaştırma: Çift yönlü uyarım (BLS) kullanılarak duyarsızlaştırmanın yapıldığı aşamadır.
  5. Aşama Yerleştirme: Olumlu kognisyonun yerleştirildiği aşamadır.
  6. Aşama Beden Tarama: Hedef anıya duyarsızlaştıktan sonra görselleştirilerek beden taramasının yapıldığı aşamadır.
  7. Aşama Kapanış: Seansın değerlendirilmesinin yapıldığı, danışanın stabil bir şekilde seanstan ayrıldığı aşamadır.
  8. Aşama Yeniden Değerlendirme:  Önceki seansta ulaşılmış pozitif sonuçların yerleşip yerleşmediğini kontrol edilip danışandan gelen yeni veriler değerlendirilir. Bu değerlendirmeler sonucunda diğer anılarla çalışılmaya başlanır.

EMDR ile Çalışılan Konular;

  • Bağlanma Sorunları
  • Kompleks Travma &Dissosiyasyon
  • Depresyon
  • Kaygı Bozuklukları
  • Obsesif Kompulsif Bozukluk
  • Panik Bozukluğu
  • Kişilik Bozuklukları
  • Ağrı Rahatsızlıkları
  • Yeme Bozuklukları
  • Cinsel/Fiziksel Taciz
  • Fobiler
  • Cinsel İşlev Bozuklukları
  • Yas

EMDR’ye göre birçok psikolojik ve psikosomatik rahatsızlıkların temelinde işlenmemiş anılar vardır. Baş etmekte zorlandığınız duygularınız varsa ve bazen hiç anlam veremediğiniz yerlerde, durumlarda, kişilerle birlikteyken tetikleniyorsanız travmatik deneyimlere sahip olabilirsiniz. Gündelik yaşamınızı olumsuz etkilediği noktada psikolojik destek almak daha sağlıklı ve işlevsel bir yaşam sürmenizi sağlayacaktır.

Psikolog Meltem Gündüz

Travma Beden

“Derin duyguları yaşamayı ve bunlara tahammül edebilmeyi öğrenmek travmadan iyileşmek için esastır” (Beden Kayıt Tutar, Bessel A. Van Der Kolk).

Travma, kişinin ruhsal ve bedensel sağlığına zarar veren her türlü deneyim olarak ifade edilebilir. Dolayısıyla, bazen travma ani ve beklenmedik şekilde gerçekleşen korku, üzüntü, acı veren bir olay iken; bazen ise, çocukluk çağında sevgi ve güven gibi duygusal ihtiyaçların karşılanmadığı ebeveynler ile büyümenin sonucunda oluşan deneyimler olarak değerlendirilebilir

Peki bu travmalar yaşandığı dönemde kalır ve etkisini kaybeder mi?

Bazen travmalar yaşayan kişi tarafından savunma mekanizmaları nedeniyle gömülerek unutulduğu düşünülebilir ancak kişiyi yetişkin yaşamında şekil değiştirerek etkilemeye devam eder. Böylece kişinin hayatını olumsuz etkilemeye devam edebilir. Çünkü bastırılmış travma ve olumsuz yaşantılarımız beden tarafından kayıt altına alınmaktadır.

Travma yaşayan insanlar üzerinden uzun yıllar geçse de yaşananları ifade etmekte zorlanırlar. Ancak bedenleri yaşadıkları korkuyu, öfkeyi, çaresizliği çok taze şekilde kayıt altında tutar ve travmayı hatırlatan ufacık tetikleyiciye karşı bile anı yeniden canlanabilir.

İfade edilemediğinde travma beyinde işlenmez. Bunun sonucu olarak rahatsız edici görüntüler, geriye dönüşler (flashbackler) ve kabuslar olarak geri döner. Travma deneyiminin üzerinden uzun yıllar geçse de; işlenmemiş travma beyin aktivasyonunu olayın yaşandığı ilk gün ki ele geçirir.

Travma yaşayan insanlar, geçmişteki olumsuz olayı hatırladıklarında, duygulardan sorumlu olan beyinlerinin sağ tarafı sanki olay o anda yeniden oluyormuş gibi aktif ve canlıdır.

Bununla birlikte, mantık ve akıl yürütme becerilerinden sorumlu olan beynin sol tarafı ise oldukça pasif durumdadır. Kişi yoğun ve acı verici duyguları o an hissederken, travma kaynaklı hissedilen yoğun duygular olduğunun farkında değildir. Şimdiki zamanda yaşadığı sorunu çözme konusunda ise yetersiz kalabilir. Bunun sonucunda tetikleyici karşısında korku, acı gibi travmayı hatırlatan durumlarda duyguları yeniden aynı yoğunlukta hissedebilirler.

Örneğin, çocukluk çağında araba kazası yaşamış biri, gelecek yaşamında arabaya bindiği zaman araba kullanmayı bilse bile yine de benzer korkuyu hissederek panik ve korku duygularını yaşayabilir. Ya da çocukluk çağında cinsel istismara uğramış biri yetişkin yaşamında cinsel deneyiminde sorunlar yaşayabilir.

Çünkü bu travmalar işlenmemiştir. Yani, ifade edilmediği ve tedavi edilmediği için beyin tarafından anı olarak kaydedilmemiştir. Bunun sonucunda ise, şimdiki zamanda etkisini sürdürür. Böylece travmayı hatırlatan her türlü tetikleyici (hatırlatıcı), kişinin geçmişte yaşadığı olumsuz deneyiminde hissettiği duyguyu taze şekilde yeniden hissetmesine yol açabilir. İşlenmeyen travmalarda, beden tehdidi kaydeder ve kişinin beyninde sürekli tehlike alarmları çaldığı için daima stres hormonları aktiftir. Bu nedenle travma geçmişte yaşanmış olsa bile, kişinin şu anki yaşamında sürekli korku ve kaygı içinde yaşamasına neden olur.

Bazen kişiler yaşadığı acı deneyimi bugün ki yaşamında azaltmak için ilaçlar, alkol, ya da aşırı yeme gibi olumsuz başa çıkma yöntemlerine başvursada bu durum dayanılmaz olan duygularını sadece geçici olarak azaltır. Çünkü, duygular bastırıldığı sürece BEDEN KAYIT TUTMAYA DEVAM EDER!”

İfade edilemediğinde travmanın üzerinden yıllar geçse de ilk gün ki gibi beyinde aktif şekilde durur.

Travmaların ifade edilmeyerek bastırılması sonucunda;

  • Rahatsız edici görüntüler, geri dönüşler (flashbackler), kabuslar,
  • Fizyolojik kaynaklı olmayan hastalıklar,
  • Ağrılar,
  • Ani irkilme, tedirginlik, huzursuzluk,
  • Odaklanma, uykuda güçlük,
  • Yoğun kaygı, panik ve öfke olarak şimdiki yaşamınızda ve bedeninizde şekil değiştirerek yaşamaya devam

Bu nedenle travmaların profesyonel destek alınarak tedavi edilmesi gerekmektedir.

Psk. Nagihan Kutlu

Bazen korku, korkuya benzemeyen tavırlar geliştirmemize yol açar, ama aslında onlar korkunun kendisidir. Bu davranışlar artık kanıksadığımız bir kostüm gibidir. Aynı zamanda da daha kendine özgü ve bütünüyle yaşamamızı engeller. Korku, en çok maskelenen duygulardan biridir. İşte tam da bu nedenle “korku korkusu” yüzünden, her zaman olduğu gibi görünmez. Korktuğumuzu kabul etmekte isteksizizdir çünkü bunun onu artıracağını düşünürüz. Bu yüzden korkuyu temsil etmeyen tavırlar kullanırız ancak bunlar vardır.

Korku; diğer duygular gibi, varlığı kabul edildiğinde üstesinden gelme çabası başlar. Ne yazık ki çoğu kişi bunu yapmak istemez, çünkü tanımayı zayıflıkla ilişkilendirirler. Kendilerini savunmasız görmek veya başkalarına karşı savunmasız göstermek istemezler. Bu yüzden korktuklarını belli etmeden, ancak derinlerde büyük korkuları yansıtan tavırlar benimserler. Dayanıklı ve neredeyse yenilmez olduğumuzu kabul etmemiz yardımcı olmaz. Aksine, korkuların daha sofistike ve gizli biçimler almasına yol açar. Bu, onları tespit etmemizi ve onlarla çalışmamızı engeller. Bu nedenle, korkuyu temsil etmeyen ancak derinlerde yaptıkları bu tutumlara dikkat etmek önemlidir. İşte bunlardan yedi tanesi:

“En kötü yalancılar kendi korkularımızdır.”

– Rudyard Kipling

1. Plan yaparken aşırı düşünme

Planlama açıkça fikirlerimizi düzenlememize, enerji tasarrufu yapmamıza ve sorunları önlememize yardımcı olan sağlıklı bir önlemdir. Prensip olarak belirsizliği sınırlamak ve daha güvenli hareket etmek sağlıklı bir önlemdir. Yine de, bu aşırıya götürüldüğünde korkuyu temsil etmeyen ama derinlerde temsil ettikleri tutumlardan biri haline gelir. Karşımıza çıkan şey bu durumda, etrafımızda olanları daha iyi organize etme arzusu değil, aşırı kontrol etme arzusudur. Bu da korkunun maskelerinden biridir

2. Kusursuz davranma arzusu

Güzel davranış modelleri sergilemek, iyi eğitim alındığının bir işaretidir ve sosyal ilişkileri çok daha kolay hale getirir. Kibarlık bir kişiye zarar vermez ve birçok nezaket kuralı “engelleri aşmanın” geçerli bir yoludur. İletişimin daha akıcı olmasına ve insan ilişkilerinin daha dostane şartlarda olmasına yardımcı olur.

Ancak görgü kuralları bize dayatılan kurallar haline geldiğinde veya robotik davranışlar sergilememize neden olacak kadar aşırı olduğunda, bu özelliğin çoğu kaybolur. Başkalarından korkmamız o kadar mümkündür ki, ne kadar zararsız olduğumuzu vurgulayarak kendimizi onlardan koruruz.

3. Korkutucu görünmeyen ancak aşırıya kaçan temkinli olma durumu

Aşırı planlamaya benzeyen ancak bu durumda sadece gelecekte gerçekleştirilecek eylemleri değil, aynı zamanda mevcut tüm eylemleri de kapsayan bir kavramdır. Harekete geçmeden önce her zaman bir şüphenin ortaya çıkmasını ima eder. Şüphe aynı zamanda olası olumsuz sonuçların öngörülmesine yol açar. Bu da sonuç olarak bir kişinin neredeyse hiçbir şey yapmayacak kadar aşırı temkinli hale gelmesine neden olur. Bir çeşit aşırı pasifliğe ve hareketsizliğe yol açan korku türüdür.

4. Yenilikten kaçınma

Hepimiz bilmediğimiz şeylerden biraz korkarız. Bilinmeyenle karşı karşıya kaldığımızda, herhangi bir risk içerip içermediğini bilmeyiz ve sahip olduğumuz kişisel kaynakların olası tehditlerini önlemek veya kontrol etmek için yeterli olup olmayacağı konusunda net değilizdir.

Yenilikçi olmaya cesaret etmek, bir şeylerin varlığını gerektirir veya çok cesaret ister. İşte bu şekilde, korkunun kendimizi istila etmemize izin verdiğimizde, kendimizi bilinene yerleştirir ve oraya hapsederiz. Bu, karşımıza çıkacak olan diğer sonuçların yanı sıra, birçok fırsatı da kaçırmamıza neden olan bir davranış şeklidir.

5. Yaşamın ritüelleşmesi

Bu önceki maddelerde değinilen hususlara benzer bir durumdur. Daha organize bir şekilde yaşamak için değil de başımıza gelen her şeyi mutlak kontrol altında tutmak için katı rutin programlar yaratırız. Biri bunu sorguladığında, onlara çok disiplinli insanlar olduğumuzu ve bir konuya bodoslama dalmanın hoşumuza gitmediğini söyleriz. Bu, korkuyu temsil etmeyen tavırlardan bir başkasıdır ancak aslında korkuyu temsil ettiği bir gerçektir. Şiddetli rutinler öngörülemeyenleri bir dereceye kadar sınırlar. Ancak bu, onu tamamen ortadan kaldırdıkları anlamına gelmez. Yaptıkları şey, hayatımızın ana hatlarını çizmek ve yeniliğin ortaya çıkmasını önlemektir.

6. Farklı olanı reddetme

Çok katı yaşam alışkanlıklarınız olduğunda, aynı zamanda katı düşünce alışkanlıklarınızın da olması normaldir. Bu bazen bizi diğer yaşam tarzlarına veya diğer alışılmadık değerlere karşı toleranssız kılar.

Bu koşullar altında önyargıyı bir rehber olarak benimsememiz bizim için kolaydır. Bize yabancı olan durumlardan veya insanlardan korkarız. Bunları, mevcut istikrarımız için bir tehdit olarak algılarız. Bunun arkasında, planlarımızın iyi bir bölümünü yeniden inşa etme fikrinden korkmaktan başka bir şey yoktur.

7. Diğer insanları beğenmeme

Kıskaçlık veya başkalarını aşırı eleştirme gibi tutumların da arkasında korku vardır. Altında pek elle tutulur bir sebep olmasa bile başkalarının bizim kim olduğumuzu sorguladıklarını hissederiz. Basitçe kim oldukları bizim için bir sorun haline gelir. Diğer taraftan ise, başkalarında eleştirdiğimiz şeyin kendi sınırlarımızın ve korkularımızın bir yansıması olması bizim için alışılmadık bir durum değildir. Kendimizi bilinçsizce başkalarıyla karşılaştırır ve bu karşılaştırmaya karşı kendimizi savunuruz. Kendimizi doğrulama içgüdüsüyle diğer insanların sadece kusurlu yönlerine odaklanırız.

Korkuyu hem temsil eden hem de etmeyen davranışlar, korkularımızı gizlemenin bir şekli haline gelir. Belki de kendimize karşı biraz daha dürüst olsaydık, bu korkularla başa çıkmamıza ve bunların üstesinden gelmemize yardımcı olacak yollar bulabilir veya oluşturabilirdik.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Kişilik ve Ruhanilik Arasındaki İlişki

Tarih boyunca, ruhanilik ve din insanların hayatında önemli bir rol oynamıştır. Psikoloji, bunlarla kişilik özellikleri arasındaki ilişkiyi ve bu şeylerin birbirlerini nasıl etkilediklerini belirlemeye çalışmaya devam etmektedir. Kişilik ve ruhanilik psikolojinin iki yaygın alanıdır. Psikologlar sürekli bu iki konunun nasıl bir araya geldiğine dikkat eder ve bunları gözlemlerler. Ayrıca, ruhaniliğin insan davranışı nasıl etkilediğini ve insanların dünyayı algılama biçimini nasıl koşullandırdığını da inceler. Bundan dolayı, kişilik ve ruhanilik arasındaki ilişki zaman geçtikçe daha da önemli hale gelmektedir.

Ruhanilik ve dinin araştırılması yeni olmasa da, Din ve Ruhanilik Psikolojisi adı altına düşen bir dal sadece 20 yaşındadır. Bu dalın hedeflerinden bazıları kişilik özellikleri ile ruhani inançlar arasındaki ilişkiye biraz ışık tutmaktır. Bu dal bunların yaşam döngüsü boyunca nasıl bir evrim geçirdiklerini, ve belirli kişilik türleri için uyarlanabilir önemleri üzerine çalışır. Ancak, bunun mevcut olan ana dezavantajı ruhanilik ve dini eğilimlerin ne olduğu hakkında bir fikir birliğine varmaktır.

En çok kullanılan tanımlardan bir tanesi ruhaniliğin davranışları daha geniş bir kişisel anlamın inşa edilmesine doğru iten ve yönlendiren doğuştan gelen motivasyon olduğunu söyler. Diğer bir deyişle, bu, evrende kişinin kendisinden daha büyük olan bir şey olduğuna dair bir inançtır. Bu bağlamda, bazı yazarlar bunun bir kişilik faktörü dahi olabileceğini öne sürmektedir. Benzer şekilde, din; bariz bir biçimde sosyal ya da kurumsal bir gelenek tarafından yönetilen bir dizi inanç, değer ve pratiğe verilen addır. Eğitim ve kültüre bağlıdır. Bundan dolayı, kişinin ruhaniliği dini eğilimlerini etkiler ve düzenler.

Kişilik

Kişiliği farklı şekillerde sınıflandıran farklı modeller bulunmasına rağmen, çalışmalar genellikle kişiliğin beş faktör modeline (FFM) dayanmaktadır. Bu modele göre kişilik, aşağıdaki boyutların her birindeki derecesine göre tanımlanabilir:

  • Nevrotiklik, Bu, duygusal dengesizlik ve olumsuz duyguları deneyimleme eğilimi ile ilgilidir.
  • Dışadönüklük. Bu, diğer insanlar ile iletişim ve etkileşim kurma eğilimidir.
  • Açık fikirlilik ya da deneyim. Entelektüel merak, hayal gücü ve estetik duyarlılık gösterme eğilimi.
  • Nezaket. Sosyal bağların kurulması, fedakar bir tutum ve diğer insanlara karşı bir ilgi.
  • Sorumluluk. Açık amaç ve hedeflere sahip olma eğilimi ve dürtüleri kontrol ederek görevleri düzenli bir şekilde yapma yeteneği.

Ruhanilik ve Kişilik

Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, ruhanilik doğuştan gelen bir motivasyon ve kişinin kendisinden daha büyük biri olduğuna dair inançtır, ve kişinin davranışını belirler.

Bazı araştırmalarda ruhanilik dışa dönüklük, açıklık ve nezaket gibi beş kişilik faktörü ile ilişkilendirilmiştir.

Ancak, diğer yazarlar ruhaniliğin diğer insanları içermeyen nüanslara (basitlik, kopma ya da yalnızlık) da sahip olduğunu savunur. Bundan dolayı, ruhaniliğin altıncı kişilik faktörü olması gerektiğini düşünürler.

Var olan ruhanilik miktarına bağlı olarak, kişi belirli davranışsal eğilimler gösterebilir ve etrafındaki dünyayı belirli şekillerde algılayabilir.

Din ve Kişilik

Dini eğilimler bir kişinin ruhanilik derecesini bağlamsallaştırır. Ruhaniliğin daha ziyade bir kişilik faktörü  olduğu göz önüne alındığında, çoğu çalışma farklı kişilik özelliklerini dindarlık ile ilişkilendirmektedir. Bu bağlamda, çalışmaların yaklaşık %60’ı hiçbir ilişki bulmasa da, dini ruhaniliğin fazlalığının nevrotiklik varlığının daha düşük olması ile ilişkili olduğuna dair göstergeler vardır.

Benzer şekilde, çalışmaların %40’ı daha dindar olan insanların daha fazla sorumluluk gösterdiğini gözler önüne sermektedir. Diğer bir deyişle, daha fazla hedef varlığı ve bu hedeflere planlı ve organize bir şekilde ulaşma yeteneği söz konusudur. Araştırmacıların %87’si daha dindar olan kişilerin daha arkadaş canlısı olduğunu fark etmişlerdir. Açıklık ya da daha fazla hayal gücü ve merak duygusuna sahip olmak söz konusu olduğunda ise çalışmaların %42’si pozitif bir ilişki bulmuşlardır.

Ancak, bazı yazarlar, eğer ruhaniliğin etkisi denklemden çıkarılırsa (yani herkes buna aynı derecede sahip olursa), daha fazla dini eğilimin dar görüşlülük ile ilişkili olacağına inanmaktadır.

Kişilik ve Ruhanilik Arasındaki İlişki

Bir çalışma; ruhanilik, dindarlık ve kişilik arasındaki ilişkiyi analiz etmiştir. Bu çalışmada, açıklık haricindeki tüm kişilik özelliklerinin ruhanilik derecesi ile ilgili olduğu bulunmuştur. Bu sonuç hoşluk ve sorumluluk gibi özelliklerde dikkat çekiciydi. Ancak, dini bir eğilim sadece bu son iki faktör ile ilişkilendirilmiştir.

Daha spesifik olmak gerekirse, araştırmacılar dine olan yaklaşım varoluşsal sorulara cevap arayışı üzerinden gerçekleştiğinde, ancak inanç ve ruhani anlam hisleri düşük olduğunda, din nevrotiklik ve açıklık hislerinin yüksek olması ile daha ilgilidir. Benzer şekilde, düşük dışa dönüklük, hoşluk ve farkındalık ile de ilgilidir. Araştırma ayrıca insanlar dine din onlara güvenlik ya da bir sosyalleşme kaynağı verdiği için daha araçsal bir şekilde yaklaştıklarında, ancak entelektüel arayışları ve inançları düşük olduğunda, bunun düşük nevrotiklik, hoşluk ve açıklık ile daha ilişkili olduğunu da bulmuştur.

Psikolog María Vélez

Maneviyat, Stresle Başa Çıkmanıza Yardımcı Olur

Son birkaç yılda yapılan farklı çalışmalar maneviyat ve inancın stresi yönetmeye yardımcı olduğunu göstermiştir. Birçok insan maneviyatı din ile ilişkilendirse de, herhangi bir dini inancı olmayan bir insan da manevi bakımdan zengin bir hayat yaşayabilir. Hem manevi hem de dini yönden güçlü bir dünya kurabilirsiniz.

Bu anlamda din, bir grubun daha yüksek bir güçle ilgili olarak paylaştığı inanç ve uygulamaların bir toplamıdır. Öte yandan, bireyin kendi iç dünyasıyla ve bir ruhla ilgilidir. Yaygın olarak, bu ruh daha yüksek bir güç olabilir. Veya insanlar ile daha büyük bir metafiziksel gerçeklik arasındaki bağlantının temsili olabilir. Dolayısıyla insanlar maneviyat olmadan dindar ve dindar olmadan maneviyat sahibi olabilirler. Bazı insanlar dinlerinden bağımsız olarak manevi uygulamaları hayatlarına dahil eder.

Bazı çalışmalar, maneviyatın beyin korteksini kalınlaştırarak depresyona karşı korunmaya yardımcı olduğunu göstermiştir. 2014 senesinde Columbia Üniversitesinde yapılan bir araştırma, beyin korteksinin bir kısmının düzenli meditasyon ve diğer manevi veya dini uygulamalar ile kalınlaştığını ortaya koydu. Bu sonuç, bu faaliyetlerin neden depresyona karşı korunmaya yardımcı olabileceğini açıklıyor.

Maneviyat ile ilgili uygulamalar stresi yönetmeye yardımcı olur

Manevi yönü güçlü insanlar, bu maneviyatı farklı yollarla ifade eder. Örneğin, dua edebilir, dini ayinlere gidebilir, inançlarını paylaşan insanlarla etkileşime girebilir, meditasyon yapabilir, hatta doğaya, müziğe veya sanata yönelebilirler. Mesela, dindar insanlar için dua, Tanrı ile bağlanmanın bir yoludur. Dua etmek, daha sakin, daha güvenli ve daha sağlam hissetmelerini sağlar. Bu uygulama stresi azaltmaya yardımcı olabilir. Öte yandan, meditasyonun da benzer faydaları var. Örneğin, kan basıncını düşürmeye ve bağışıklığı arttırmaya yardımcı olur. Ek olarak, stresi yönetmeye de yardımcı olabilir.

Dua ve meditasyon iç huzuru getirebilir.

Manevi insanlar genellikle minnettardır ve şükranlarını ifade ederler. Minnettar olmak stresi azaltmaya yardımcı olur.

Maneviyat stresi yönetmeye yardımcı olur

Maneviyat stresi çeşitli şekillerde yönetmeye yardımcı olur. Bir huzur hissi yaratır. Ek olarak, zihinsel ve fiziksel durumlarımızla iletişimi yeniden kurmamıza yardımcı olur.

Bir aktiviteden diğerine geçerek ve çalışarak çok zaman harcıyoruz. Bazen aynı anda çeşitli aktiviteleri yapmak durumunda kalıyoruz. Ayrıca zamanımızın çoğunu başkalarını dinleyerek ve aklımızda farklı düşüncelerle dolu olmasına rağmen dikkatimizi dağıtmaya çalışarak geçiriyoruz.

Maneviyat, gündelik hayatın kaosunda nefes alacağımız anları bulmamıza yardımcı olabilir. Meditasyon yapmak, dua etmek, hatta etrafımızda olanları takdir etmek için harcadığımız zaman, gerçekliğimizi anlamamıza yardımcı olur.

Maneviyat ayrıca belirsizliği yönetmeye yardımcı olur. Her şeyi kontrol etmeye çalışmak büyük bir hayal kırıklığı kaynağıdır çünkü imkansızdır. Bu nedenle, kendinizi bundan kurtarmak daha az endişeli hissetmenize yardımcı olabilir.

Öte yandan, maneviyat, olumlu ya da olumsuz olayları nasıl yaşadığımızı önemli ölçüde geliştirir. Yüzeysel olarak deneyimlemek, mağdur olmak veya kendimizi suçlamak yerine yaşadıklarımızdan ders almaya başlarız. Hiç şüphe yok ki maneviyat bağlantı duygumuzu da geliştirir. Kendimizden daha büyük bir şeyin parçası olduğumuzu hissetmek kendimizi daha az yalnız ve yalıtılmış hissetmemizi sağlayabilir. Bir yere ait olduğumuzu bilirsek stresli durumların çoğu , daha küçük görünecek ve daha kolay ele alınacaktır.

Maneviyatın bir amaç duygusu yaratma özelliği vardır .Manevi uygulamalardan elde edilen gelişmiş bağlantı duygusu ve anlam duygusu kendimizin ötesine bakmamızı sağlar. Dahası, bu bizim topluma ve evrenin kendisine karşı sorumluluk duygumuzu arttırır.

Özünde manevi uygulamalar yarattığı bakış açısı değişikliği sayesinde stresi, yönetmeye yardımcı olur. Manevi pratikler aşılmaz görünen engelleri üstesinden gelinebilecek zorluklara dönüştürmemize yardımcı olabilir. Maneviyat aynı zamanda yaşamlarımızda gerçekten önemli olan şeylere odaklanmamıza yardımcı olur.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Ruhsal sağlık – Dengeli ruh

„Ruhsal sağlık“ kavramı bizim „iç dünyamızla“ yani hem nasıl düşünüp hissettiğimizle hem de nasıl davrandığımızla ilgilidir. Ruhsal sağlık, ruhsal ve zihinsel huzur hali olarak tanımlanır. Bize potansiyellerimizi sonuna kadar kullanma, hayatın getirdiği sıkıntılı ve stresli hallerle başedebilme imkanı veren bir çeşit ideal durumu ifade eder. Ruh sağlığı yerinde olan bir insan, bu sayede işinde verimli ve başarılı olabilir. Bu kişi çevresine, yani ailesinin, arkadaşlarının, yakınlarının ve komşularının yaşantısına katkıda bulunabilir. Ruh sağlığı sadece ruhsal sıkıntı ve hastalıkların yok olması demek değildir. Bir „hepsi ya da hiçbiri prensibi“nden söz edilemez. Çoğumuz çoğu zaman „ruhsal sağlığı yerinde“ hali ile „ruhsal sıkıntı sahibi“ veya “ruhsal hastalık sahibi” hali arasında bir yerdeyizdir.

Ruhsal hastalıklar – Ruh acı çekerse

Bir insanın sadece bedensel sağlığı değil, ruhsal sağlığı da zaman zaman değişir. Özellikle büyük sıkıntı dönemlerinde, örneğin işini kaybetme veya önemli birinin ölmesi sonrası, dengeyi sağlamak kolay değildir.

Ruhsal sıkıntı çeken insanlar farklı hastalık belirtileri (semptom) gösterirler. Bu belirtiler kendini farklı şiddetlerde gösterir ve hastanın günlük yaşantısı ile işlevselliği üzerinde az veya çok büyük bir etki sahibi olabilir. Sıkıntı durumlarında sık gösterilen tepkiler, belli bir süre için çok güçlü bir hal de alabilen üzüntü, korku veya güçlü ruhi gerilim duygularıdır. Bu belirtiler normal şartlarda belli bir zaman sonra kaybolur. Eğer belirtiler daha uzun süre kendini gösterir veya bunlara panik atak, intihar düşünceleri, kendine zarar verme veya kuruntu gibi yenileri eklenirse ve günlük yaşantıda giderek daha fazla engel ve sorunlara sebep olursa, hastaların ve yakınlarının profesyonel yardım almaları gerekir.

Ruhsal hastalıklar kavramı, kendini farklı şiddetlerde gösteren çeşitli hastalık belirtilerini kapsar. Bir hekim veya bir psikoterapist , kapsamlı bir tanısal görüşme ile hastanın herhangi bir ruhsal hastalığının olup olmadığını veya hangi ruhsal hastalıklarının olduğunu bulabilir.

Önemli bilgiler: Ruhsal hastalıklar

  • algıyı, düşünmeyi, ruh halini ve davranışı etkileyebilir,
  • sanılandan çok daha fazla günlük yaşamın içindedir,
  • bir zaaf göstergesi değildir,
  • herkesin başına gelebilir,
  • herkes tarafından farklı yaşanır ve
  • çoğunlukla etkili şekilde tedavi edilebilirler.

Tanı

Ruhsal hastalıklar, örneğin diyabet hastalığının kan testi ile veya kemik kırılmasının röntgenle tespit edildiği gibi bir test yardımıyla „kolayca“ tespit edilemezler (uzman dilinde: tanılanamazlar). Klinik bir tanı sadece tecrübeli bir uzman hekim veya psikoterapist  tarafından konulabilir. Ancak bunun öncesinde, ruhsal rahatsızlığın sebeplerinden birinin örneğin guatr hastalığı gibi bir bedensel hastalık olmadığına emin olmak için bir muayene yapılması gerekir.

Ardından uzman hekim veya psikoterapist ile hastanın her bir rahatsızlığı, aile geçmişi ile diğer bedensel ve ruhsal hastalıkları hakkında detaylı bir görüşme yapılır. Burada anket gibi psikolojik testler de yapılabilir. Bu tanısal görüşmede, hastalık belirtilerinin, yani tüm semptomların (hastalık bulguları) genel görünümünün tespit edilmesi ve bunlara bir tanı konulması amaçlanmaktadır. Hekim veya psikoterapist bu şekilde, hastanın belirli bir hastalığa mı yoksa birden fazla ruhsal hastalığa mı sahip olduğunu ve bunların ne şiddette etkili olduğunu tespit eder. Bu önemlidir çünkü yapılacak terapinin türü, hastalığın türü ve şiddetine göre büyük farklılıklar gösterebilir.

Tanı sınıflandırılması genelde „Hastalıkların ve İlgili Sağlık Sorunlarının Uluslararası Sınıflaması“ (ICD-10, International Classification of Diseases, 10. revizyon) yoluyla yapılır. ICD-10,  Dünya Sağlık Örgütü  (WHO) tarafından yayınlanır ve Almanya’da büyük ölçüde yasal bağlayıcılığı vardır. Yani tedavi masraflarının karşılanması için, psikoterapist, hekim ve kliniklerin , sağlık sigortalarına bir ICD-10 tanısı vermeleri gereklidir.

ICD-10, ruhsal hastalıkları tanı grupları diye adlandırılan gruplara ayırır:

Tanı grubuÖrnek
Organik ve semptomatik mental bozukluklarBunama
Psikotrop madde yüzünden ruhsal bozukluklar ve davranış bozukluklarıAşırı alkol tüketimi, alkol bağımlılığı, alkol kesilme sendromu
Şizofreni, şizotipal ve paranoid bozukluklarPsikoz
Duygusal bozukluklarDepresyon, bipolar bozukluklar = „manik depresif bozukluklar“
Nevrotik bozukluklar, stres bozuklukları ve somatoform bozukluklarKorku bozuklukları, saplantı zorlantı bozuklukları, somatoform bozukluklar
Bedensel bozukluk ve faktörler içeren anormal hallerAşırı zayıflık, bulimia, uyku bozuklukları
Kişilik ve davranış bozukluklarıBorderline kişilik bozukluğu, narsistik kişilik bozuklukları, kleptomani = „çalma hastalığı“
Zeka geriliği 
Gelişme bozukluklarıOkuma ve yazma bozukluğu
Çocukluk ve gençlik döneminde başlayan duygu ve davranış bozukluklarıADHS, Tourette sendromu

Önemli bilgi: Tanı, hastalığın nedeni hakkında bilgi vermez.

Nedenler

Ruhsal hastalıklar doğrudan bir nedene bağlanamaz. Ruhsal hastalıkların oluşumunun sebebi bilakis, sıkıntı dolu yaşam tecrübeleri ile biyolojik, kişisel ve ailevi faktörlerden oluşan bir etkileşimdir. Her bir faktörün hangi şiddette etkili olduğu, hastalık belirtileri ile hastaya göre değişir.

Risk faktörü diye de adlandırılan farklı oluşum faktörlerinin etkileşimi, bir insanın kırılganlığını (= hastalığa yatkınlık veya kırılganlık) belirler. Bize stresin (örneğin anlaşmazlıklar, ergenlik, ayrılıktan dolayı) bir insan organizması üzerindeki etkileri hakkında bilgi verir. Bazı insanlar için günlük gereksinimlerini karşılamak bile aşırı yük gibi gelirken, bazı insanlar da aşırı zihni yüklenme ve travma sonrası ruhsal bunalıma girer.

1. Risk faktörü bulunmayan bir insan daha fazla stres kaldırabilir. Ancak, risk faktörü bulunmasa bile bir insan aşırı zihni yüklenme sonucu (örneğin savaş) bir ruhsal hastalığa yakalanabilir.
2. Az risk faktörü bulunan bir insan, ruhsal bir hastalığa yakalanmadan belli bir ölçüde stres kaldırabilir. Zihni yüklenme fazla olduğunda ise deyim yerindeyse „bardak taşar“.
3. Risk faktörü çok ve güçlü olan bir insan çok az stres kaldırabilir. Çok hafif bir yüklenmede bile ruhsal bir hastalık tetiklenebilir. Ancak, sadece aşırı bir kırılganlık sonucu da ruhsal bir hastalık tetiklenebilir.

Önleme ve erken teşhis

Tıbbın bir çok alanında önleme (tedbir, örneğin aşı olarak) ve erken teşhis (örneğin kanser tedbir muayenesi), hastalıkların dolaylı zararlarını önleyebiliyor. Bu ilke son yıllarda, bağımlılık, yeme bozuklukları veya psikoz gibi ruhsal hastalıklarda da giderek daha fazla uygulanıyor.

Önleme ile, örneğin stresi yenme gibi sağlıklı insanlara yönelik önlemler kastedilmektedir. Bu önlemlerin risk faktörlerini azaltması ve böylece ruhsal bir hastalığın oluşumunu önlemesi amaçlanmaktadır.

Erken teşhis önlemleri, hastalığı henüz başlangıç safhasında olan insanlara yönelik uygulanır. Burada hedef, ruhsal hastalığı erken tespit etmek, hastalarla yakınlarına mümkün olduğunca vaktinde yardım etmek ve hastalığın ilerlemesini engellemek veya yavaşlatmaktır. Araştırmalar, erken tedavinin iyileşme sürecine katkı sağladığını açıkça ortaya koyuyor. Bu, hastalığın başlangıcı ile tedavi arasındaki süre ne kadar az olursa, iyileşme şansının toplamda o kadar yüksek olacağı anlamına geliyor.

İlaç tedavisi (psikofarmaka)

Bazı ruhsal hastalıklarda, beyin metabolizmasında bozukluklar tespit edilmiştir. Böyle bir durumda, az veya çok doğrudan beyin metabolizmasına müdahale eden ilaçlar (psikofarmaka) kullanılabilir. Basit ifadeyle, psikofarmaka ile beyindeki mediyatör maddelere (Nörotransmitter: örneğin serotonin, noradrenalin veya dopamin) dair mevcut bir dengesizlik, bir eksiklik veya bir fazlalık dengelenir. Psikofarmaka kısmen doğrudan etki gösterir (örneğin sakinleştirici ilaç). Bazı psikofarmaka ise hastada uzun bir süre sonra etki göstermeye başlar (antidepresif ilaçlarda olduğu gibi), zira beyin metabolizmasındaki uzun vadeli değişiklikler yavaş yavaş oluşur.

Aşağıdaki tabloda en önemli psikofarmaka grupları ve ana uygulama alanları gösterilmektedir:

Madde grubuUygulama alanlarıÖnemli notlar
Antidepresif ilaçDepresyon, korku bozuklukları, saplantı zorlantı bozuklukları, uyku bozuklukları, (yeme bozuklukları)Etkisini ancak 2-3 hafta sonra gösterir; bağımlılık riski yoktur
Anksiyolitik ilaç (Sakinleştirici ilaç)Korku bozuklukları, depresyon (kısa süreli), psikotik durumlar (kısa süreli)Kısmen bağımlılık riski var
Nöroleptik ilaç (Antipsikotik ilaç)Psikozlar, bipolar bozukluklar, kronik depresyonlarAlırken alkollü içeceklerden sakınılması gerekir; bağımlılık riski yoktur; kan sayımı ile böbrek ve karaciğer fonksiyonlarının düzenli olarak değerlendirilmesi gerekir
Faz profilaksisi (Duygudurum dengeleyicileri)Bipolar bozukluklar, kronik depresyonlarEtkisini ancak 1 ila 2 hafta sonra gösterir; ilacı alırken kullanma talimatlarına tam uyulması gerekir (aşırı doz tehlikesi); kan sayımı ile böbrek ve karaciğer fonksiyonlarının düzenli olarak değerlendirilmesi gerekir

İlaç kullanımında istenen etkilerin yanısıra istenmeyen yan etkiler de görülebilir. Tedaviyi yürüten hekim hastayla görüşerek onu bu konuda bilgilendirir ve böylece ikisi beraber ilaç kullanımının risk ve faydalarını düşünüp tartabilirler. Ağır yan etkiler genelde daha çok nadiren ortaya çıkar veya tedavi süreci boyunca azalır. Ancak başka ilaçlarla etkileşim olabileceği için, hastaların, reçetesiz satılan ilaçlar dahil olmak üzere diğer bir ilacı almadan önce hekimlerine danışmaları gerekir.

Psikoterapi

Psikoterapinin kelime tercümesi, „Ruhun tedavi edilmesi“ anlamına gelir. Bir psikoterapinin hedefi, ruhsal hastalıkları tespit etmek ve bunları iyileştirmek veya yatıştırmaktır. Psikoterapinin ayakta ve yataklı türleri vardır. Her ikisi de sadece psikolojik psikoterapist veya uzman hekimler tarafından uygulanabilir. Psikoterapiler, grup görüşmeleri, bireysel görüşmeler veya bunların kombinasyonu şeklinde gerçekleşir.

Ayrıca psikoterapide farklı yöntemler vardır. Bu yöntemler, psikoterapistin tutumuna, uygulanacak terapi planına ve ruhsal hastalıkların oluşumunun nasıl yorumlandığına göre farklılık gösterir.

Bu yöntemlerden üçünün masrafları sağlık sigortası tarafından karşılanır:

  • Davranış terapisi
  • Psikoanalitik terapi
  • Derinlik Temelli Psikoterapi 

Etkili sayılan iki yöntem daha vardır ancak bunların masrafları henüz sağlık sigortası tarafından karşılanmamaktadır.

  • Konuşma merkezli psikoterapi
  • Sistemik terapi (sistemik aile terapisi)

Hastanın ihtiyaç ve beklentilerine cevap veren bir psikoterapi, hastanın yabancı olduğu bir yönteme kıyasla genelde daha çok fayda sağlar. Ancak en az bunun kadar önemli olan bir diğer konu ise, hastanın kendisini psikoterapistinin yanında güvende ve ehil ellerde hissetmesidir.

Psikoterapi görmeye karar veren birisi, öncelikle sağlık sigortasıyla görüşerek tedavi masraflarının karşılanıp karşılanmayacağı konusunda bilgi almalıdır.

Davranış terapisi

Davranış terapistleri, „davranış“ kavramının sadece dışarıdan gözlemlenebilen faaliyetleri değil, aynı zamanda düşünce, duygu ve bedensel süreçleri de kapsadığını kabul ederler. Davranışın büyük ölçüde öğrenilebilir olduğu fikrinden hareket ederler. Bu, sıkıntı verici düşünce ve davranış modellerinin “unutulabileceği” ve daha yararlı olanlarının baştan öğrenilebileceği anlamına gelir. 

Davranış terapileri, hastaya sorunlarını anlaması ve bunların üstesinden gelmesi konusunda yardımcı olur. Bu anlamda davranış terapisi aslında bir kendine kendine yardımdır. Hasta terapistiyle birlikte, örneğin “farklı tepki vermeyi veya farklı hissetmeyi isterdim” dediği somut durumları inceler. Bu tür kesitlerin yardımıyla, hastanın tam olarak neden böyle davrandığının anlaşılması amaçlanır. Bu düşüncelere hastanın hayat hikayesi ile güncel yaşam şartları da dahil edilir. Bu çıkarımlardan yola çıkarak çözüm yolları tespit edilir ve bir sonraki adımda bunlar denenir. Bu çözüm stratejilerini günlük yaşantısına uyarlayan hasta, bunların ne kadar faydalı olduğunu test eder ve tecrübelerini yine terapide paylaşır. Bu şekilde hastayla terapist, eşit düzeyde bir ortak çalışma yapar. Sorunlu davranışlar sıkça sorgulanır ve yenileri denenir.

Davranış terapisinin diğer unsurları, psikoedukasyon (sözkonusu hastalık ve hastalığın tedavisi hakkında bilgilendirme) ile özellikle yetenek ve becerilere yönelik alıştırma yapmaktır (örneğin „hayır demek“, „ilişki kurmak“ gibi sosyal becerilerin yanısıra stresle baş etmek ve rahatlamak). Davranış terapisinde, terapist ile hasta karşılıklı otururlar. Görüşmeler genelde haftada bir yapılır. Bir davranış terapisi, kısa veya uzun süreli terapi olarak 25 ila 80 görüşmeyi kapsar.

Psikoanalitik terapi

Psikanaliz, „bilinçdışı“ denilen unsurları ön plana alır. Bu terapi türünde, geçmişteki (özellikle çocukluk dönemindeki) bilinçdışı çatışma ve tecrübelerin, ruhsal hastalıkların ortaya çıkması ve devam etmesinin sebeplerinden biri olduğu kabul edilir. Bilinçdışı çatışmalar, bir insanın kendisi ve başkalarına olan bakışını, ilişkilerini, duygularını, düşüncelerini ve davranışlarını belirler.

Terapist, hastasının bu bilinçdışı çatışmaları ve bunların etkilerini ortaya koymasına yardım eder. Hastanın terapistiyle birlikte anlayıp inceleyebilmesi için bu çatışmaların burada ve şimdi esasına göre canlandırılması gerekir. Bunu yaparken hasta bir kanepeye uzanır ve hastanın terapistiyle göz teması olmaz. Bunun avantajı, hastanın tamamen kendi düşünce, duygu ve iç dünyasına konsantre olabilmesidir. Analitik psikoterapi, uzun süreli bir terapidir ve genelde üç ile beş yıl arasında sürer. Görüşmeler ise haftada iki ila üç kere yapılır.

Derinlik psikolojisi temelli psikoterapi

Derinlik psikolojisi ve psikanaliz kavramları sıkça eşanlamlı olarak kullanılır. Derinlik psikolojisine dayalı terapinin kökeni her ne kadar psikanalize dayansa da, bu ikisinin terapi şekilleri, süre, terapi planı ve terapi amacı açısından farklılık gösterirler. Derinlik psikolojisine dayalı terapide bilinçdışı çatışmalar ön planda değildir. Terapinin ağırlık noktası, güncel ruhsal çatışmalardır. Hastanın, önceden yaşadığı tecrübe ve davranış modelleri hakkında konuşarak güncel sorunlarını anlaması amaçlanmaktadır. Ayrıca terapist, güncel sorunlarını çözmesi için hastanın mevcut ancak bilinçdışı olan becerilerini etkinleştirmesine yardımcı olur. Bu terapi şeklinde, terapist ve hasta karşılıklı otururlar. Derinlik psikolojisine dayalı terapi yaklaşık olarak iki ila üç yıl sürer. Görüşmeler ise haftada bir ila iki kere yapılır.

Konuşma merkezli psikoterapi

Konuşma merkezli psikoterapi, her insanın kendi kendini iyileştirme, problem çözme ve kişisel gelişim becerisine sahip olduğunu kabul eder. Hasta, „kendinin uzmanı“dır. Konuşma merkezli psikoterapide, gelişme ve iyileşme süreci, psikoterapistin hastanın düşünce ve duygu dünyasını hissederek, hasta hakkında bir değerlendirme yapmaksızın kendi çıkarımları hakkında hastaya geri bildirimde bulunmasıyla desteklenir. Terapist hastaya yeterli alan bırakır, konuları ona seçtirir, tavsiye ve imalarda bulunmaz. Bunun yerine tekrar tekrar, içinde bulunulan duruma göre oluşan duygular hakkında konuşulur. Terapist hastaya karşı açık ve dürüsttür, ayrıca onu koşulsuz kabullenir. Terapinin devamında hastanın kendi kendini anlaması ve kabullenmesi amaçlanır.

Sistemik terapi (sistemik aile terapisi)

Sistemik aile terapisi, bir ruhsal hastalığı incelerken bir ailenin üyeleri arasındaki ilişkileri de dikkate alır. Sorun, hastalık veya güçlü yönler sadece tek kişide değil, tüm „sistem“ yani aile veya arkadaş çevresi içinde de aranır. Sistemik tedavi, hem aile terapisi olarak hem de çift terapisi veya bireysel terapi olarak uygulanabilir. Sistemik aile terapisinde ailenin her bir üyesinin bağımsızlık ve öz değerinin güçlendirilmesi, aile üyeleri arasındaki anlaşma ve paylaşımın iyileştirilmesi, zararlı ilişki modellerinin tespit edilerek değiştirilmesi amaçlanmaktadır. Aile terapisi ile tedavi, ayakta veya yataklı yapılabileceği gibi farklı tedavi şekilleriyle ve ilaçlarla kombine edilebilir.

Yönergeler

Yönergeler, hekim ve psikoterapistler için sistematik olarak geliştirilmiş yardımcılardır ve spesifik durumlarda karar vermelerine yardımcı olurlar. Yönergeler, güncel bilimsel hükümleri ve pratik olarak test edilmiş yöntemleri referans alırlar.

artık gözlerimizi açma zamanı

Derimizin açılmasına sebep olmak yerine, gözümüzün açılmasını sağlayan yaralar vardır. Bir kere gözlerimiz açıldı mı kaybolan mutluluğumuzun kırık parçalarını toplayıp saygınlığımızı yeniden inşa etmeyi denemekten başka seçeneğimiz yoktur. Öz saygımızı saklandığı yerden bulup çıkarmalı, başımız dik, geçmişe değil geleceğe doğru bakan gözlerimizle, imkansız olan şeyler için yalvarmadan devam edebilmeliyiz. Bir durumla ilgili gerçeklerin farkına varmamız için illa acı dolu bir olayın beklenmedik bir şekilde hazırlıksız olduğumuz bir anda bizi sarsması gerekmez. Bazen bu farkındalık, pek çok küçük olayın daha büyük bir şey yaratmak için bir araya gelmesiyle gerçekleşebilir. Örneğin, bitmek bilmeyen bir dedikodunun en sonunda, belki de bizim başından beri şüphelendiğimiz bir şeye bizi ikna etmesi gibi.

“Gerçek direnir ve kırılmaz; yağın suyun üstüne çıkması gibi o da her zaman yalanın üzerine çıkar.”

– Miguel de Cervantes

Daha manevi bir bakış açısıyla konuşmak gerekirse, “üçüncü göz” diye bilinen şeyden bahsetmek oldukça yaygındır. Bu aynı düşünce biçimiyle ilgili, ilginç ve sıradışı bir konsepttir. Budizm ve Hinduizm’de kişisel bir uyanış deneyimlememize yardımcı olan kişisel önsezi gibi bilincimiz de bu “göz”de yer alır. Bu, daha önce gözden kaçırdığımız belli şeyleri algıladığımız yeni bir varoluş halidir.

Belki de bizim en büyük problemimiz budur: bakarız ama görmeyiz. Bazen, mutsuz olana kadar rutinimiz içinde sürüklenir gideriz. Aynı zamanda, sıklıkla, karşılığında elimize geçen tek şeyin bir kadeh mutsuzluk olduğunu fark etmeden, varımızı yoğumuzu verdiğimiz ilişkilere kendimizi kaptırdığımız olur.

Gözlerimizi açıp bu gerçekleri fark etmeye başlamamız basit bir bilinç uyanışı değil, kişisel sorumluluk duygumuzun getirdiği bir davranıştır.

Bakarız ama görmeyiz: artık gözlerimizi açma zamanı

Bir zamanlar, duyularımızın tamamının basitçe dış dünyanın resmini çektiğini söyleyen kişi Aristoteles’in ta kendisiydi. Yani, gerçekleri, ancak onları gerçekten görmek istersek, fark edebileceğiz. Çünkü beynimiz ancak o zaman onu çevreleyen ve bizim gördüğümüz her şeyle tam anlamıyla bağlantı kuruyor.

Bunu başarmak kolay değil. İstek, önsezi, eleştirebilen bir beyin ve her şeyin ötesinde durumları ve koşulları olmalarını istediğimiz gibi değil, gerçekten oldukları gibi görebilme cesareti gerekiyor. Pek çoğumuzun hayat yolunda gözleri kapalı yürüdüğünü söylemek kulağa hoş gelmeyebilir. Ancak, insanlar bir terapist bulup, anksiyetelerinin, yorgunluklarının, kötü ruh hallerinin ve hayat neşelerini çalan bezginliklerinin kaynağının ne olduğunu anlamaya çalıştıklarında, danışmanları genelde pek çok yeni şey keşfediyor.

Bu keşiflerden biri olayları oldukları gibi görmeye karşı gösterdiğimiz direnç. “Sevgilim beni seviyor. Tamam, belki bazen kötü davranıyor olabilir ama sorunları çözdüğümüzde yine beni çok seven o harika kişiye düşünüyor” ya da “Evet, sonunda o kızla olan ilişkimi bitirmek zorunda kaldım çünkü ailem ondan hoşlanmamıştı ama onlar her zaman benim için neyin en iyisi olacağını bilir…”

İnsanların olayları oldukları gibi görmekten kaçınmalarının arkasında yatan pek çok farklı sebep vardır: kendilerini gerçekten oldukları gibi görmekten, gerçekle yüzleşmekten, yalnızlıktan ve nasıl tepki vereceklerini bilememekten korkmaları… Bu psikolojik direnç aslında akli bir engeldir: mutluluğumuzu alıp götüren, savunma mekanizması görevi gören bir çit gibi. O mutluluğun, her şeyin ötesinde, sorumluluk duygusuyla ilgili bir şey olduğunu unutamayız. Çünkü sonunda onu yakaladığımız, gözlerimizi açıp gerçekleri fark ettiğimizde, artık bunun geri dönüşü yoktur: harekete geçme zamanı gelmiştir.

Gerçeklerin farkına varmayı öğrenmek

Gözlerimizi açıp gerçeklerin farkına varmayı öğrenmenin en kolay, faydalı ve basit yolu beynimizin dinlenmesine izin vermektir. Bunun kulağa biraz garip geldiğinin farkındayız ama bu beynimizi susturmak, fişini çekmek ya da akli süreçlerimizi yöneten motorun anahtarlarını yok etmek demek değildir. Sadece beynimizi yavaşlatmaktan, bir şekilde Budistler’in bahsettiği o “üçüncü göz”ü açmaa noktasına getirmekten bahsediyoruz.

“Gerçekten önemli olan şeyler hiçbir zaman gözle görülmez.”

– Küçük Prens (Antoine de Saint-Exupéry)

Sizlere atmanız gereken adımları göstereceğiz:

  • Duyularınızın algılayabileceği herhangi bir uyarıcının (ses, koku, soğuk ya da basınç gibi fiziksel hisler yaratabilecek şeyler) olmadığı sakin bir yer bulun.
  • Beynimizi sakinleştirmeye çalıştığımızda, sinir bozucu davetsiz ve faydasız düşüncelerin anında beynimize doluşması çok normaldir: yaptığımız ya da söylediğimiz şeyler, başımıza gelen şeyler ve başka insanların bize söylediği şeyler…
  • Bu davetsiz düşünceler aklınıza geldiğinde, gözünüzde havuza atılmış bir taş canlandırın. Suyun yüzeyine düşüp gözden kayboluşunu hayal edin.
  • Bu faydasız ve davetsiz düşünceleri reddedip, kontrol edebilmeye başladıkça, bu defa da korkularımız ve dertlerimiz ve hatta daha önce fark etmediğimiz (sahte bir gülüş, küçümseyici bir bakış…) bilinç altımıza işlemiş anılar beynimize üşüşmeye başlayacak.
  • Artık bu kötü hisler ve anılarla yüzleşip, onların neden kötü hissetmemize sebep olduklarını anlamaya çalışma zamanı. Bu aşamada önemli olan bahaneler üretmekten ve hızlı değerlendirmeler yapmaktan kaçınmak (sevgilim benimle kırıcı bir şekilde konuştu ama ben onu kışkırtmış olmalıyım). Bizim için çok zor ve acı verici olsa da her şeyi olduğu gibi görebilmeyi başarmamız gerekiyor.
  • Bu alıştırmanın sonuç vermesi ve gerçeklerin farkına varmamızı sağlaması için onu her gün uygulamalıyız. Eninde sonunda gerçek, bize gelecek, kalbimizdeki körlüğü ortadan kaldıracak, bizi esir eden, mutsuz olmamıza sebep olan sürgüleri açacak.
  • Bundan sonra ise, hiçbir zaman aynı kişi olmayacağız ve yalnızca tek bir seçeneğimiz olacak – bir çıkış yolu ve mecburi olarak yapmamız gereken bir şey: doğruca geleceğe, kendi özgürlüğümüze ve mutluluğumuza bakmak. Artık arkamıza bakmak yasak.

Göç Psikolojisi

Göç, kişilerin çeşitli sebeplerden dolayı gelecek hayatının bir kısmını ya da tamamını geçirebilmek için bir yerleşim yerinden diğerine yaptıkları coğrafi yer değiştirmeyi kapsayan sosyal bir değişimdir. Günümüzde hem Türkiye’de hem de dünyada göç hareketi artmış durumdadır.

İnsanlar kimi zaman isteyerek kimi zaman da mecbur kalarak özellikle savaştan, baskıdan ve yoksulluktan kaçmak için göç etmek zorunda kalıyorlar. Kişiyi göç etmeye zorlayan sebep her ne olursa olsun birçok problemi de beraberinde getirmektedir. Farklı kültürlerden bir araya gelen kişilerin etkileşimleri sonucunda kültürel uyum problemleri ortaya çıkmaktadır. Yeni kültüre uyum sağlama süreci sırasında karşılaşılan ekonomik zorlanmalar, lisan problemleri, sağlık hizmetlerinden yararlanamama ve eğitim engelleri gibi birçok etken psikolojik problemlere yol açmaktadır.

Göçle ilgili ilk tıbbi çalışma 1678 yılında Johannus Operius isimli Baselli (İsviçre) bir hekim tarafından yapılmıştır. Tespit edilen semptomlara “İsviçre Hastalığı” adını vermiştir. Daha sonra 1920 yılında Alman Psikiyatrist Grepellin, eski yerden ayrılarak yeni yere ait olma arasındaki göç psikolojisini “kökten kopma sendromu” olarak tanımlamıştır.

Göç Nedenleri:

Göçün nedenlerini itici ve çekici etkenler olmak üzere iki ana başlıkta değerlendirmek mümkündür.

İtici etkenler; savaş, dini baskılar, açlık, olağanüstü olaylar, yüksek enflasyon, düşük ücretler gibi inişli çıkışlı ekonomik koşullardır.

Çekici etkenler ise; yüksek ücret imkanı, iyi bir iş ve eğitim, dinsel özgürlük, aile ya da belirli gruplara yakınlık ihtiyacıdır. Kişinin göç eğilimini belirleyen diğer önemli etkenler ise; yaş, cinsiyet, medeni durum ve kişisel özelliklerdir.

Göçün Psikolojik Etkileri:

Göç eden kişilerin yaşadığı psikolojik etkiler göç öncesi, göç süreci ve göç sonrası olmak üzere üç kademeli süreçte incelenmesi gerekir. Çünkü göçün sadece sonucuna bakarak psikolojik bir değerlendirme yapmak yeterli değildir. Kişinin geride bıraktıkları ve bu bıraktığı şeylerin kendisi üzerindeki etkisi nedir ve ne kadar önemlidir? gibi sorularının cevabı kişinin göç ile birlikte yaşadığı psikolojik etkileri ortaya koymaktadır. Eğer kişi savaş ya da baskıdan dolayı zorunlu göç etmek durumunda kalmışsa, bu süreçte yaşadığı zorluğu travmatik olarak değerlendirmek mümkündür.

Göçmenler, göç sürecinde işsizlik, sosyal statü kaybı, dil engeli ve kültürel farklılıklar gibi birçok stresör faktörlerle karşı karşıya kalmaktadır. Yapılan çalışmalarda yeni kültüre uyum sağlayamama, ekonomik zorluklar ve kendi yaşamı üzerinde düşük kontrol hissi göçmenlerin yaşadığı psikolojik stres ile ilişkilidir. Göç sonrasında yerleşilecek yeni yere olan aidiyet hissi, düşük benlik saygısı ve zayıf sosyal destek gibi problemler de göçmenleri psikolojik olarak derinden etkilemektedir.

Göçmenlerin yaşadığı sorunlar göç ettikleri yere göre değişiklik gösterebilir, fakat hissettikleri ve yaşanılan psikolojik sorunlar ortaktır. Ağlama krizleri, uykusuzluk ya da tam tersi aşırı uyku hali, yorgunluk, anksiyete, depresyon, travma, psikosomatik belirtiler, disosiyasyon ve kimlik sorunu gibi psikolojik problemler meydana gelebilir. Bunun yanı sıra sosyal ortamlarda konuşamama, terleme vb belirtilerle sosyal fobi gelişebilir. Çiftler arasında iletişim problemleri, çatışma ve cinsel işlev bozuklukları artabilir. Yaşlı kesimde depresif belirtiler fazladır.

Tüm bunların yanı sıra, göç durumundan en çok etkilenen kesim çocuklardır. Ev içerisinde konuşulan konular ve gerginlik hali çocuklara olumsuz bir şekilde yansıyabilir. Çocuklar kendini ifade edemediği, dilini hiç anlamadığı ve kimseyle iletişim kuramadığı için okul ortamında ya da arkadaş grubunda dışlanma yaşayabilir. Bu durum gelişim evresindeki bir çocuğun kaygı düzeyinin artmasına neden olur. Ağlama krizleri, saldırganlık, öfke kontrol problemleri, depresyon ve anksiyete gibi psikolojik sorunlara yol açabilir.

Göçün Olumsuz Etkileriyle Baş Edebilmek İçin Öneriler:

Göç, kişinin yaşamında baş edebilmesi gereken birçok zorlukları da beraberinde getirmektedir. Göçmen bireylerin yaşamlarını sağlıklı bir şekilde devam ettirebilmesi için, yeni yere yerleşmeden önce kısa ziyaretlerde bulunması, o yerin benimsenmesine yardımcı olacaktır. Gidilecek yeni yerin kültür, dil, yemek ve yaşantı biçimi hakkında bilgi sahibi olmak kişinin baş edebilme gücünü artıracaktır. Göç öncesinde ve sonrasında psikolojik destek alınması hem aile fertleri hem de çocuklar için sürece adapte olabilme açısından faydalı olacaktır.

Psikolog Funda Buharalı.

Nevrotiklerde olumsuz duygular ve mod dalgalanmaları

Günlük yaşamımızda duygularımız genellikle durmaksızın değişmektedir ve her birimiz bu dalgalanmaları farklı derecelerde yaşarız. Yakın zamanlı bir çalışmada Leipzig Üniversitesi’ndeki psikologlar, mental sağlık için potansiyel bir risk faktörü olan nevrotik kişilik özelliği ile duygusal deneyimler arasındaki ilişkiyi incelemişlerdir. Çalışmada nevrotik insanların olumsuz duyguları sadece daha yoğun değil, aynı zamanda diğer insanlara göre daha fazla mod dalgalanması yaşadıkları görülmektedir.

Önceki çalışmalar, nevrotik insanların günlük yaşamda daha güçlü olumsuz duygular yaşadıkları konusunda hemfikirdir. Leipzig Üniversitesi Wilhelm Wundt Psikoloji Enstitüsü’nden çalışmanın ilk yazarı Nina Mader, yeni ve çelişkili çalışmalar nedeniyle, bunun duygusal deneyimlerdeki artan değişkenlikle, yani mod dalgalanmalarıyla da ilişkili olup olmadığı konusunda anlaşmazlık olduğunu söylemektedir.

Leipzig Üniversitesi’ndeki kişilik psikologları, verileri modellemek için önceki metodolojik sorunları çözen yeni bir yaklaşım geliştirmişlerdir. Veri modellemede ek esneklik sağlayan Bayesian istatistiklerinden bir yaklaşım kullanmışlardır. Bu yaklaşımı önce simülasyonlarda başarıyla test etmişler ve ardından 13 boylamsal veri setini yeniden incelemişlerdir. Sonuçlar, nevrotik insanların gerçekten de olumsuz duygularda daha fazla değişkenlik yaşadığını göstermektedir.

Nevrotiklik nedir?

Nevrotiklik bir kişilik özelliğidir. Kişilik özellikleri nispeten istikrarlı ve zaman içinde ortaya çıkan durumlar arasında tutarlıdırlar. Nasıl düşündüğümüz (biliş) ve nasıl hissettiğimiz (duygulanım) dâhil olmak üzere hem deneyimlerimizi hem de davranışlarımızı kapsamaktadırlar. İnsanlar farklı kişiliklere ve dolayısıyla farklı nevrotiklik seviyelerine sahiptir. Dolayısıyla nevrotik ve nevrotik olmayan insanlar arasında siyah-beyaz bir ayrım olmaktan ziyade grinin birçok tonunu içeren boyutsal bir süreklilik vardır.

Nevrotiklik skorları yüksek olan kişiler sadece olumsuz duyguları hem daha güçlü hem de ortalama veya ortalamanın altında skorlara sahip kişilere göre daha sık yaşamaktadırlar. Daha sık özeleştiri yaparlar, dışarıdan gelen eleştirilere daha kötü tepki verirler ve ‘yeterince iyi olmama’ duygusunu daha sık deneyimlemektedirler.

Araştırmalar, nevrotiklik puanlarının ergenliğin sonlarında en yüksek seviyede olduğunu ve daha sonra azaldığını ve yetişkinlikte sabitlendiğini göstermektedir. Ayrıca, kadınlar ve düşük sosyoekonomik statüye sahip kişiler diğer insanlara göre daha yüksek nevrotiklik puanlarına sahiptir.

1990’lardan bu yana kişilik psikologları, kişiliğin duygusal deneyimlerimizi etkileyip etkilemediği ve nasıl etkilediği ile ilgilenmektedir. Birçok çalışma geniş örneklemlerin kişiliklerini değerlendirmiş ve zaman içinde duygusal deneyimleri gözlemlemiştir. Örneğin, katılımcılara günde birkaç kez 1’den 7’ye kadar olan bir ölçekte ne kadar üzgün, kızgın veya sıkılmış hissettikleri sorulmuştur. Bu sorular aracılığıyla nevrotiklik ile olumsuz duyguların yaşanması arasında net bir bağlantı olduğu ortaya koyulmuştur.

Ortaya çıkan durumu başyazar Mader, “Düşük nevrotiklik puanına sahip kişilerin günlük yaşamlarında olumsuz duygular çok nadiren ortaya çıkarken, yüksek nevrotiklik puanına sahip kişiler günlük yaşamda önemli ölçüde daha fazla olumsuz duygu bildirmektedir” diye özetlemektedir.

Anahtar gerçekler

Nevrotiklik, bir kişilik özelliği olarak, ikili bir sınıflandırmadan ziyade bir spektrum boyunca kendini göstermektedir. Bu nedenle, bireylerin nevrotik özellikler sergileyebilecekleri dereceler vardır ve bu da çeşitli deneyimler ve yoğunluklar yaratmaktadır.

Nevrotiklik seviyeleri tipik olarak geç ergenlik döneminde en yüksek seviyeye ulaşır, ardından bireyler yetişkinliğe ulaştıkça azalır ve stabilize olur.

Kadınların ve daha düşük sosyoekonomik statüye sahip bireylerin nevrotiklik puanlarının diğerlerine göre daha yüksek olduğu tespit edilmiştir; bu da toplumsal faktörlerin bu özelliğin tezahürünü etkileyebileceğini düşündürmektedir.

Prof. Dr. KEMAL ARIKAN

Neuroticism Amplifies Negative Emotions and Mood Fluctuations – Susann Huster. Neuroscience News.

Beynimizin önemli ve kıymetli özelliklerinden biri de öngörülü davranışlarda bulunmamıza aracılık sağlayabiliyor olmasıdır. Kendimiz ya da bir başkası olması fark etmeksizin insanın geçmişten dersler alması geleceğini doğru yönlendirmesi noktasında kendisine şüphesiz yardımcılık etmektedir. Kierkegaard “hayat yalnızca geriye dönük bir şekilde anlaşılabilir; fakat ileriye dönük bir şekilde yaşanmalıdır” derken, bir bakıma bunu da kastediyor olmalı.

Başkaları üzerindeki kontrol duygusunun beynin karar verme süreçlerini nasıl etkileyebileceğini anlamak için, Miami’de bulunan Mount Sinai hastanesinin Icahn Tıp Okulu’nda yürütülen bir çalışmada araştırmacılar sağlıklı insan deneklerin bir tür pazarlık oyununu oynama yeteneklerini test etmişlerdir. Bu çalışmada evvela insanların başkalarını etkilemeye çalışırken “ileriye dönük düşünme”yi kullandıkları görülmektedir. İleriye dönük düşünme, deneklerin gerçekten başkalarını etkileyip etkilemediğine bakılmaksızın gerçekleşmektedir ve beynin iyi bilindik karar verme merkezindeki sinirsel aktivite tarafından yönlendiriliyor gibi görünmektedir.

Araştırmanın direktörü olan Xiaosi Gu da yürüttükleri çalışma ile alakalı olarak “İnsanlar sosyal varlıklardır. Ve bize göre, birçok psikiyatrik bozukluk, beynin yazılımının sosyal durumları ele almak için nasıl programlandığıyla ilgili sorunların sonucudur. Bu çalışmada, bu yazılımın nasıl programlandığını yöneten kuralları anlamaya çalıştık. Sonuçlarımız, belirli sosyal durumlarda beynin, satranç oynarken sıklıkla kullanılan ileriye dönük düşünme yönteminden faydalandığını göstermektedir.” ifadelerine yer vermektedir.

Araştırmacılar çalışmada, özellikle başkalarını etkilemeye çalıştığımız veya “sosyal kontrol” uyguladığımız zamanlarda ileriye dönük düşünmenin kullanılıp kullanılmadığının üzerinde durmaktadır. Önceden yürütülmüş çalışmalar da sosyal kontrolün esenlik ve ruh sağlığı üzerinde derin etkileri olabileceğini göstermektedir. Birkaç çalışma, ileriye dönük düşünmenin sosyal olmayan durumlarda kullanıldığını gösterse de nadir çalışmalar başkalarıyla nasıl etkileşimde bulunduğumuzdaki rolünü ön plana çıkarmaktadır.

Bu fikri test etme adına, araştırmacılar ilk etapta 48 sağlıklı gönüllüyü bir beyin tarayıcısına oturttular ve 20 doları rakibiyle paylaşmalarının istendiği iyi bilinen bir pazarlık alıştırması olan “ültimatom oyununun” iki farklı versiyonunu oynamalarını istediler. İlk oynanan oyunun “kontrol edilebilir” versiyonunda kurallar tahmin edilebilir şekildeydi. İlk teklifler her zaman 5 dolardan başlıyordu. Eğer 5 dolar kabul edilirse, bir sonraki teklif bir veya iki dolar daha düşük olacaktı; reddedilirse, sonraki teklifler ilk miktarla aynı miktarlarda artış gösterecekti. İkinci “kontrol edilemez” versiyonda ise katılımcının ilk kararının takip eden teklifler üzerinde hiçbir etkisi olmayacaktı. Bunun yerine teklifler rastgele seçilecek ve bu nedenle tahmin edilemez olacaklardı. Her bir katılımcı, iki farklı versiyon arasında dönüşümlü olarak 40 tur oynamıştır.

Sonuçlar, katılımcıların oyunlara verdikleri tepkilerin değiştiğini göstermekteydi; tahmin edilebilir versiyonun getirdiği avantajlar algılanmakta ve katılımcılar tarafından kullanılmaktadır. En önemlisi ise, tahmin edilebilir olan oyunda katılımcılar daha yüksek teklifler almanın yanı sıra, daha kontrollü davranıp daha yavaş karar vermekteydiler. Özetle, öngörülebilir durumlara karşı insanlar hem daha temkinli hem de bu harekete geçmede yavaşlamanın bir sonucu olarak daha isabetli kararlar alabilmektedirler.

Beyin taramalarının sonuçları ise bu seçimlerin, ileriye dönük düşünmeye dahil olduğu bilinen bir karar verme merkezi olan ventromedial prefrontal korteksteki nöral aktivite tarafından yönlendirildiğini göstermektedir.

Prof Dr. Kemal ARIKAN

Na, S., Chung, D., Hula, A., Perl, O., Jung, J., Heflin, M., … & Gu, X. (2021). Humans use forward thinking to exploit social controllability. eLife, 10.

Gün geçtikçe hayatımız zorlaşıyor. Yoğun iş temposu, trafik, gelir problemi ve gelecek kaygısı gerginliklerimizi alevlendiriyor. Biraz da küresel ısınma, çevre sorunları, hayvan hakları gibi konularda duyarlı isek yaşam enerjimiz iniş eğilimine geçiyor. Tüm bu olumsuzlukların içinde bizi en çok yoran ise insan ilişkileri diyebiliriz. Neden mi? Çünkü sıraladığımız diğer tüm sorunların belirli çözümleri var.

Söz konusu insan olduğunda akan sular duruyor. İnsanı özetleyen bir formül yok, karakterleri bir kalıba dökmek mümkün değil. Bazen ne yaparsak yapalım aynı frekansı tutturamadığımız insanlarla karşılaşabiliyoruz. Onlara, mahallemizde, okulda, iş yerimizde daha da kötüsü evimizde rastlamak mümkün. Köşe bucak kaçtığımız, alttan alsak da kurtulamadığımız, tüm çözümlerimizi çözümsüz bırakan bu insanlarla ilişki kurmak oldukça meşakkatli. 

Çabaladıkça kendi enerjimiz düşüyor. Aurası tamamen negatif olan bu insanlar ya mutsuzluktan besleniyorlar ya da ukalalıktan. Her iki durumda da çekilmez olduklarını söylemek yanlış olmaz. Kendilerini seven, sevmeyen herkesin sınırlarını zorlar bu insanlar. “Zor insan” denmesi de bu yüzdendir. Adeta olumlu enerjimizi emen vampirler gibidirler. En iyisi onları görünce “Eyvah yine geliyor!” diye kaçmak sanırım. Kaçarken çevrenizdekileri de uyarmayı unutmayın ki onlar da kaçabilsin.

Zor İnsan Ne Demek?

Her insanın olumsuz karakter özellikleri olabilir. Bu gayet normaldir. Zor olduğumuz anlamına gelmez. Tuzumuz biberimizdir küçük huysuzluklarımız. Bir şeyler ters gittiğinde agrasifleşen ve hatayı hep başkalarında arayan kişiler zor insanlardır. Zor insanların bazı karakter özellikleri kalıplaşır, uyum sorunu yaşarlar ve hem kendileri hem de karşılarındaki için durumları kaotikleştirirler. Onlarla ilişki kurmak zor, vakit geçirmek ise eziyettir.

Zor insanı kısaca tanımlayacak olursak düşünce ve davranışları nedeniyle ilişki kurmakta zorlanan kişilerdir diyebiliriz. “Geçimsiz insan” olarak da nitelemek mümkündür. Fazla hırslı, inatçı, kaprisli, agrasif, dinlemeyi bilmeyen, sabit fikirli, kaprisli diye de detaylandırabiliriz. Günlük hayatımızda zor insanları tanımak güç değildir. Çevresinde olup bitenleri çarpıtarak algılıyorsa ve aşırı duygusal tepkiler veriyor, sosyal ortamlarda sorun çıkarıyorsa o kişiye “zor insan” demek doğru olur.

Aslında “zor” insan diye etiketlediğimiz kişilerin neden zor olduğunu anlamaya çalışmalıyız. Ne yaşadılar da zor oldular? Hani Yeşilçam filmlerinde huysuz dedeler, nineler vardır ya; bahçelerine giren çocukları kovalarlar. Tüm mahalle çekinir onlardan. Oysa kalpleri yaşadıkları nedeniyle kabuk bağlamıştır. O kabuğu kaldırabilseniz pamuk gibi bir insanla karşılaşırsınız.

Biz de zor dediğimiz insanları anlamaya çalışmalıyız. Anne ve baba ilişkilerinde mi sorun var? Davranışlarının nedeni bilinçaltına attıkları bir sorun ya da yaşadıkları bir travma olabilir mi? Hayal kırıklığı, aldatılma, terk edilme ve daha bir çok duygu ile baş edemiyorlardır belki. Yeniden kırılmamak için, aldatılmamak için, terk edilmemek için ördükleri duvarlardır bize zor görünen. Her ne olursa olsun zor bir insanla karşılaştığımızda kendimize öncelikle şu soruları sormalıyız:

  • Zor insanın bu tutum ve davranışları hep var mıydı?
  • Bu durum bir olay sonrasında başladı ve geçici mi?
  • Bu kişinin benim hayatımdaki rolü ve değeri ne? 
  • Onunla iletişim kurma çabama değer mi?
  • Çabalarımızın o kişiye faydası olur mu?
  • İletişimi kessem ona, çevresine ve bana bir zararı olur mu?

Cevaplarınız davranışlarımızı yönlendirecektir.

Zor İnsan Tipleri

Zor insan tipleri her zaman her yerde farklı kimliklerle karşımıza çıkabilir. Örneğin; gece yarısı çamaşır makinası çalıştıran komşu, sürekli yakınan bir eş, hastalık hastası bir akraba, banka sırasında öne geçmeye çalışan bir müşteri, yerli yersiz arayan bir arkadaş vb. Zor insan tiplerini sınırlandırmak zor olsa aşağıda listeleyeceğim başlıklarda gruplandırmak mümkündür.

  • Asabi ve agrasifler: Her şeye çabuk sinirlenirler. Karşılaştıkları olumsuzluklara saldırganlaşırlar. Rencide etmekten kaçınmazlar.
  • Mağdurlar: Sorumluluk almaktan kaçarlar. Başlarına gelen en basit olayları bile dramatize ederler. Kendilerine acındırmaya bayılırlar.
  • Sızlananlar, mızmızlananlar: Çocuk gibi davranırlar. Küçücük istekleri bile yerine gelmese yüzleri asılır. Küser ya da duygu sömürüsü yaparlar, alınırlar ve kırılırlar. Böyle bir ev arkadaşınız olduğunu bir düşünün maazallah…Hele ki hayat arkadaşı (!)
  • Çok bilmişler, bilmiş geçinenler: Bilsin bilmesin her konuda fikirleri vardır. Daha da kötüsü fikirlerini savunmaktan asla vaz geçmezler. Hatalarını kabul etmezler. Her şeyi yapabildiklerini iddia ederler.
  • Ukalalar: Her şeyin en iyisini onlar bilir. Kendilerini herkesten üstün görürler. Ne söylesek çürütmeye odaklanırlar, kontrolcüdürler. Bu kişilerle inatlaşmak deveye hendek atlatmaya benzer. En iyisi onlara danışıp görüşlerini almaktır. O zaman en az zararla çıkabilirsiniz.
  • Pasif agrasifler: Temelinde suçlanma duygusu yatar. Özgüvenli şekilde kendilerini ifade edemezler. İsteklerini, ihtiyaçlarını ve duygularını ima yoluyla ifade ederler. Agrasif düşüncelerini olumsuz şekilde dışa vururlar. 
  • Memnuniyetsizler: Kimseye güvenmezler. Bu nedenle sürekli başkalarını suçlarlar. Yapılan hiçbir şeyden memnun olmazlar.
  • Dalga geçip aşağılayanlar: Eksikliklerinin ve komplekslerinin üzerini örtmek isterler. Bunun için karşılarındaki kişinin eksikliklerini bulup her fırsatta dile getirirler.

Zor insanlar sınırları ihlal etmekten zevk alırlar. Hele ki yönetici pozisyonundaysalar geçmiş olsun. Psikolojik mobbinge hazırlıklı olun. Ne söylerseniz söyleyin zor olduklarını kabul etmezler. Karşısındaki kişilerin duygu ve düşüncelerini dikkate almazlar. Kin tutarlar, şüphecidirler, öfkelerini kontrol edemezler. 

Bu tarz insanlarla ilişkiye devam etmek eziyete dönüşebilir. Sınırlarınızı koyabilir ve sabredebilirseniz en az hasarla kurtulursunuz. Bunu başaramazsanız, üstelik zor kişi çok yakınızda ise, profesyonel destek alma vaktiniz gelmiş de geçiyordur. Stres ve stresle başa çıkma eğitimi, stres yönetimi eğitimi, NLP eğitimi, ikna teknikleri eğitimi gibi eğitimler bu noktada işinize yarayabilir.

Zor İnsan Tipleri İle Nasıl Başa Çıkılır? 

Geçinilmesi zor insanlarla birlikte yaşamak ve çalışmak oldukça güçtür. Bu insanlarla sağlıklı ilişki kurabilmek çoğu zaman mümkün değildir. En iyisi onlardan olabildiğince uzak durmaktır. Polemiğe girmemek gerekir. Onları değiştirmeye çalışmak, boyun eğmelerini istemek ya da onlara boyun eğmek gibi davranışlar çok yanlıştır.

Sakin ama kendimizden emin şekilde hareket etmeliyiz. Esnek bir tutum sergilemeli ve hoşgörülü olmalıyız. Bu yaklaşım tarzıyla çatışmaları olabildiğince engelleriz. Zor insan dediğimiz kişi vaz geçemeyeceğimiz biriyse durumun vahamiyeti artar. En kötüsü eşimiz, annemiz, babamız, patronumuz ya da çocuğumuzun zor insan olmasıdır. Onlarla iletişim kurarken kendi davranışlarımızı da sorgulamamızda fayda var. Aile Danışmanı, Yaşam Koçu ve benzer meslek üyelerinden yardım almak faydalı olabilir. Profesyonel bakış açısı bizim de bakış açımızı genişletir. Belki de ilişkimizi zorlaştıran nedenlerden biri bizim davranışlarımızdır. Onların davranışlarını kişileştirmek hata olur. Onların zorluğu sadece bize karşı değil ki. Herkese karşı zorlar ve her yerde, her ortamda zorlar. 

Diyelim ki ne yaparsak yapalım kendimizi anlatamıyoruz. Üstelik öfkemizi kontrol edememeye başladık. Peki ne yapmalıyız. Bağırıp çağıralım mı? Kırıp dökelim mi? Bu konuda standart bir reçete sunmak mümkün olmasa da bazı önerilerde bulunmak isterim.

  • Sınırlarımızı belirlemek işe yarayabilir. Özellikle kırmızı çizgilerimizi dürüst ve açık şekilde ifade etmeliyiz.
  • Zor insanla yaşadığımız sorunlara takılıp kalmamalıyız. Bunun yerine çözüme odaklanmak daha faydalı olacaktır.
  • Muhtemelen karşınızdaki size oluşturduğu zorlukları yadsıyacaktır. Tartışmaya girmekten kaçınmalıyız.
  • Mutlu olacakları konuları bulmalarını destekleyebiliriz. “Peki ne yapmamı istersin? Sence nasıl davranmalıyım?” soruları onları düşünmeye sevk edecektir.
  • Kişiyi genel olarak değerlendirmek ilişkiyi daha da çıkmaza sokabilir. Bunun yerine sadece bir davranışı ele almak daha faydalı olacaktır. İstediğimiz değişikliği sağlayabilirsek bir sonraki aşamaya geçebiliriz.
  • Geçmişte yaşadığımız sorunları unutmaya çalışıp mevcut probleme odaklanmalıyız.
  • Gerekirse bir uzmandan yardım almalıyız.

Geçinilmesi zor insanlar doğru yönlendirilirse özellikle iş yaşamında avantajlı olabilirler. Bunun için ilişkiler ve çatışmalar iyi yönlendirilmelidir. Zor insanların kendilerine özgü üstünlükleri vardır ve bu üstünlüklerini bilinçli şekilde kullanmak gerekir. Ayrıntıların ve detayların önemli olduğu işlerde başarılı olabilirler; Arkeoloji, gizli müşteri, kalite değerlendiriciliği vb. Başarı onlara iyi gelecektir.

Zor İnsan Ne Demek?

Kısaca düşünce ve davranışları nedeniyle ilişki kurmakta zorlanan, “geçimsiz” diye nitelediğimiz insanlardır diyebiliriz. Fazla hırslı, inatçı, kaprisli, agrasif, dinlemeyi bilmeyen, sabit fikirli, kaprisli kişilerdir şeklinde detaylandırabiliriz

Zor İnsan Tipleri Nelerdir?

Genel zor insan tiplerini şu şekilde sıralalayabiliriz: Asabi ve agrasifler, mağdurlar, sızlananlar- mızmızlananlar, çok bilmişler-bilmiş geçinenler, ukalalar, pasif agrasifler ve memnuniyetsizler.

Zor İnsan Tipleri İle Nasıl Başa Çıkılır?

Öncelikle davranışlarını kişileştirmememiz gerekir. Sakin ve sabırlı olmalıyız. Onlarla polemiğe girmemek gerekir. Mümkünse iletişim kurmaktan kaçınmalıyız. Böyle bir şansımız yok ise: sınırlarımızı belirlemek, mevcut probleme odaklanmak ve onların fikirlerini almak yararlı olabilir. Gerekirse profesyonel destek almalıyız.

Zor İnsanların Ortak Özellikleri Nelerdir?

Zor insanların ortak özellikleri genellikle şunlardır:

1. Kararlılık: Zor insanlar, kararlılıkları sayesinde başarılı olmak için istediklerini elde etmeyi başarırlar.

2. Güçlü İrade: Zor insanlar, kararlılıklarının yanı sıra çevrelerindeki insanları etkileme ve isteklerini gerçekleştirme konusunda güçlü bir iradeye sahiptir.

3. Girişimci: Zor insanlar, risk almaktan korkmazlar ve her zaman yeni fikirler üretebilmeyi başarırlar.

4. Sabırlı: Zor insanlar, başarı elde etmek için kararlılıklarının yanı sıra sabırlıdırlar.

5. Çözüm Odaklı: Zor insanlar, her zaman çözümler üretmeye ve çözümleri uygulamaya odaklıdır.

Zor İnsanlarla İletişim Nasıl Sağlanır?

Zor insanlarla iletişim kurmak, zaman zaman zorlu ve stresli olabilir. Ancak, bu tür durumlarda iletişimin sağlanmasının önemli olduğunu unutmamalısınız. Öncelikle, çatışmaya neden olabilecek herhangi bir şeyi tahmin edin ve bunu önleyin. Sonra, dikkatli bir şekilde konuşmalısınız. Sesinizi yükseltmeden, net ve anlaşılır bir şekilde konuşun. İletişim sırasında, karşı tarafın ne dediğini anlamanız ve ona saygı göstermeniz önemlidir. Anlaşmazlıklarda, konuyu sakin bir şekilde tartışmaya çalışın ve her iki tarafın da haklı olduğunu unutmayın.

Zor İnsanlarla İlişkiler Nasıl Yönetilir?

1. Zor insanlarla ilişkileri yönetmek için, öncelikle onlarla karşılıklı saygı çerçevesinde bir iletişim kurmanız gerekir. Onlarla iletişim kurarken, ne olduğunu anlamaya çalışın ve sözlerinizi seçici bir şekilde kullanın. Onlar tarafından önerilen fikirleri ciddiye alın ve onlarla mesafeli olun.

2. Onların ne istediğini anlamaya çalışın ve onların bakış açısını kabul edin. Onların taleplerini anlamaya çalışın ve çözümler üretmeye çalışın.

3. Onların duygularını ve ihtiyaçlarını anlamaya çalışın. Onların problemlerini anlamaya çalışın ve onlara yardım etmeye çalışın.

4. Onlara karşı sabırlı ve adil olun. Onlara karşı hoşgörülü ve hoşgörülü olun.

5. Onlarla aranızdaki ilişkiyi her zaman pozitif ve dürüst olmaya çalışarak yönetin. Onlara yalan söylemeyin ve onlara saygı duyun.

Zor insanların ilişkilerde oluşturdukları problemler nelerdir?

Zor İnsanların İlişkilerde Oluşturdukları Problemler: Zor insanlar, genellikle düşünce ve davranışları nedeniyle ilişki kurmada güçlük çeken, geçimsiz ve uyum sorunu yaşayan bireylerdir. Bu tür kişiler, inatçı, kaprisli, agresif gibi özellikler gösterirler ve sosyal ortamlarda karşılaştığımızda zor zamanlar yaşayabiliriz. Peki, zor insanların ilişkilerde oluşturdukları problemler nelerdir?

İlk olarak, zor insanlar genellikle agrasifleşen ve hatalarını hep başkalarında arayan kişilerdir. Bu durum, hem kendileri hem de ilişkide oldukları kişiler için problemlere sebep olur. İlişkilerde uyum sağlamakta güçlük çeken zor insanlar, karşılarındaki kişilerin enerjilerini düşürerek olumsuz atmosfer yaratır. Bu, ilişkilerin devam etmesini zorlaştırır ve iletişim kopukluklarına sebep olabilir. Zor insanlarla ilişkilerin çatışmalı olması, insanları bu tür kişilerden kaçınmaya zorlar. Bu durum, iş yerinde, aile içinde veya sosyal çevrelerde zor insanlarla güçlü ve sağlam ilişkiler kurmaya engel olur. Çözüm bulunamayan bu problemler, zaman içinde daha ciddi sorunlara yol açabilir.

Zor insanların bazı karakter özelliklerinin kalıplaşması ve uyum sorunu yaşamaları, çevresindeki insanlara zorluklar çıkarmaktadır. Sosyal ortamlarda sorunlar yaşatan bu bireyler, ilişkilerin sürekli gergin ve kaotik olmasına sebep olur. Bu durum, insanların zor insanlardan kaçmasına neden olurken, aynı zamanda bu kişilerin günlük yaşamlarında daha fazla sorunla karşılaşmasına yol açar.

Sonuç olarak, zor insanların ilişkilerde oluşturdukları problemler oldukça çeşitlidir. Bu problemler, hem zor insanların hem de ilişkide oldukları kişilerin yaşamlarında olumsuz etkiler yapar. Zor insanlarla başa çıkabilmek ve bu problemleri çözmek için, bu kişilerin zorluklarını ve yaşadıklarının nedenlerini anlamaya çalışmalıyız. Bu sayede, daha sağlıklı ve olumlu ilişkiler kurarak enerjimizi koruyabilir ve yaşam kalitemizi artırabiliriz.

Zor insanlarla başa çıkma yolları nelerdir?

Zor İnsanlarla Başa Çıkma Yolları

İnsan İlişkilerinde Zorlanan Bireylerin Tanımı: Zor insanlar, düşünce ve davranışları sebebiyle ilişki kurmakta zorlanan kişilerdir. Bu insanları geçimsiz, fazla hırslı, inatçı, agrasif ve sabit fikirli olarak da niteleyebiliriz. Günlük hayatta zor insanları tanımak güç değildir. Eğer kişiler sosyal ortamlarda sorun çıkarıyor ve çevresinde olan biteni çarpıtarak algılıyorsa, onlara ‘zor insan’ demek doğru olacaktır.

Zor İnsanların Neden Zor Olduklarını Anlamak: Zor insanların bu şekilde davranış sergilemelerinin nedenleri üzerinde düşünmek önemlidir. Bu bireylerin yaşadıkları deneyimler ve duygular, onların zorlaşmasına etki edebilir. Örneğin, aile ilişkilerinde ya da yaşadıkları travmalar gibi geçmiş olaylar, bu insanların zor olmasının altında yatabilir. Hayal kırıklığı, aldatılma ve terk edilme gibi duygularla baş edememek de, insanların zorlaşmasına yol açabilir.

Zor İnsanlarla İlişki Kurma Stratejileri: Kendimizi ve çevremizi korumak için onlardan kaçmak bazen en iyi yöntem olsa da, zor insanlarla yaşamak ve iletişim kurmak zorunda olduğumuz durumlar da vardır. Bu durumlarda, ilişki kurma stratejileri ve başa çıkma yolları kullanabiliriz. İşte birkaç öneri:

1. Empati kurarak anlamaya çalışmak: Zor insanlarla karşılaştığımızda, onların neler yaşadıklarını anlamaya çalışarak empati kurabiliriz. Bu, onlarla daha iyi iletişim kurmamıza yardımcı olabilir.

2. Sınırlar belirlemek: Zor insanlarla ilişkide kendi sınırlarımızı belirleyerek, ne kadar ileri gitmelerine izin vereceğimizi kontrol edebiliriz. Bu sayede, onların olumsuz etkilerinden korunabiliriz.

3. Duygusal reaksiyonlarımızı kontrol etmek: Zor insanlarla karşılaşıldığında, duygusal olarak tepki vermemeye ve sakin kalmaya özen göstererek, durumu daha iyi yönetebiliriz.

4. İletişim becerilerimizi geliştirmek: Zor insanlarla iletişim kurarken, açık ve dürüst olmak önemlidir. İyi iletişim becerileri sayesinde, onlarla daha iyi anlaşabiliriz.

Sonuç olarak, zor insanlarla başa çıkabilmek için onların neden zor olduğunu anlamaya çalışmalı, empati kurarak ve sınırlar belirleyerek iletişimimizi sağlıklı tutmalıyız. Bu sayede, hem kendimizi koruyabilir, hem de onlarla yaşam enerjimizi daha verimli kullanabiliriz.

Zor insanların olumsuz etkisi nasıl azaltılabilir?

Zor İnsanların Etkilerinin Azaltılması. Günümüzde hayatımızın zorlaşması ve pek çok faktörün etkisiyle yaşam enerjimizde iniş eğilimi gözlemlenmektedir. Bu faktörlerin başında insan ilişkilerinin zorluğu gelmektedir. Zor insanların olumsuz etkilerini azaltmak için önce bu insanların neden zor olduklarını anlamaya çalışmalıyız.

Zor İnsanların Karakter Özellikleri: Zor insanlar, düşünce ve davranışları nedeniyle ilişki kurmakta zorlanan kişilerdir. Geçimsiz, fazla hırslı, inatçı, kaprisli, agresif, dinlemeyi bilmeyen ve sabit fikirli olarak tanımlanabilirler. Günlük hayatta zor insanları tanımak zor değildir. Çevresinde olup bitenleri çarpıtarak algılıyor ve aşırı duygusal tepkiler veriyorsa, sosyal ortamlarda sorun çıkarıyorsa o kişiye ‘zor insan’ demek doğru olacaktır.

Zor İnsanların Neden Zor Olduğunu Anlamak. Aslında zor insanların neden zor olduklarını anlamaya çalışmalıyız. Zor insanların yaşadıkları deneyimler, aile ilişkilerinde yaşanan sorunlar ve bilinçaltına atılan travmalar bu durumu etkileyebilir. Örneğin, hayal kırıklığı, aldatılma, terk edilme gibi duygularla baş edemeyen insanlar, yeniden kırılmamak için zor bir kişilik sergiliyor olabilirler.

Empati ile Yaklaşmak ve Çözüm Yolları: Zor insanların olumsuz etkisini azaltmak için öncelikle bu insanlara empati ile yaklaşmalıyız. Bunun için, zor insanın neden zor olduğunu anlamaya çalışmalı, yaşadıkları deneyimlere saygı göstermeli ve iletişim kurmaya çalışmalıyız. Ayrıca, kendi sınırlarımızı ve değerlerimizi koruyarak, dikkatimizi ve enerjimizi olumsuz etkileyen faktörlerden uzaklaştırmalıyız.

Sonuç olarak, zor insanların olumsuz etkilerini azaltmak için, bu insanların neden zor olduğunu anlamaya çalışmak ve empati ile yaklaşmak önemlidir. Özellikle iletişim, anlayış ve sınırların korunması, bu tür insanlarla başa çıkmada etkili yöntemler olacaktır.

Zor bir insanla nasıl başa çıkılır?

Zor İnsanlarla Başa Çıkma Yolları: Yoğun iş temposu, trafik, gelir problemi ve gelecek kaygısı gibi etkenlerle stres altında olan toplumda, en büyük zorluklardan birisi insan ilişkilere dair sorunlarla başa çıkmaktır. Bazı insanlar bu olumsuzluklar sonucu zor insanlar haline gelir. Zor insanlarla başa çıkmak, bu tür insanların neden zor olduğunu anlamak ve onlarla iletişim kurabilme becerisi kazanmak oldukça önemlidir.

Zor İnsanların Özellikleri ve Nedenleri: Zor insanlar sosyal ortamlarda uyum sağlamakta güçlük çeken, düşünceleri ve davranışları nedeniyle ilişki kurmakta zorlanan kişilerdir. Hırslı, inatçı, kaprisli, saldırgan, dinlemeyi bilmeyen, sabit fikirli ve kaprisli olmaları bu Tür insanların temel özellikleri arasında yer alır. Zor insanlarla bir arada zaman geçirmek çoğu zaman oldukça zordur. Zor insanların neden zor olduklarını anlamak ise oldukça önemlidir. Örneğin, anne-baba ilişkilerinde sorun yaşamış, bilinçaltında travma yaşamış, hayal kırıklıklarına uğramış, aldatılmış veya terk edilmiş olan kişiler zor insan olabilirler. Bu nedenle, zor insanlarla başa çıkmak için onları anlamaya çalışmak önemli bir adımdır.

Zor İnsanlarla Başa Çıkmak İçin Stratejiler: Zor insanlarla başa çıkmak istiyorsak, bu insanları anlamaya çalışmalıyız. Onların yaşadıkları problemlerin, sorunları idrak etmeli ve bu deneyim kapsamında çözüm önerileri sunmalıyız. İnsanlarla kurduğumuz iletişime dikkat etmeliyiz ve onların duyarlı olduğu konulara empatiyle yaklaşmalıyız. İnsan ilişkileri çözüm odaklı olmalıdır ve zor insanlarla başa çıkmak için onlarla diyalog kurmalı, olumsuz duygularını paylaşmayı sağlamalıyız. Böylece, onların yaşadığı problemlerle baş edebilmelerini desteklemiş oluruz.

Sonuç olarak, zor insanlarla başa çıkmak, onları anlamak ve iletişim kurabilecek beceriler kazanmak üzerine yoğunlaşmalıdır. Başa çıkmanın yolu, onların yaşadığı problemleri idrak etmek, duyarlılık göstermek ve çözüm önerileri sunmaktır. Böylece, yaşam enerjimiz düşmez ve zor insanlarla başa çıkmak daha kolay bir hâle gelir.

Zor Kişilik Özellikleri Nelerdir?

Çağımızda yaşam koşulları giderek zorlaşmaktadır. Yoğun iş temposu, trafik, gelir problemi ve gelecek kaygısı derken, çevre sorunları ve hayvan hakları gibi konular da enerjimizi tükenmeye iter. Tüm bu olumsuzlukların içinde bizi en çok yıpratan insan ilişkileridir. İnsanlarla ilişki kurmak zor olabilir ve bazı kişilerle aynı frekansı tutturmak zordur. Bu durum, zor insanların varlığını ortaya çıkarır.

Zor İnsanların Karakter Özellikleri: Zor insanlar, düşünce ve davranışları nedeniyle ilişki kurmakta güçlük çeken kişilerdir. Bu karakter özellikleri arasında fazla hırslı, inatçı, kaprisli, agresif, dinlemeyi bilmeyen ve sabit fikirli olmaları sayılabilir. Onlarla ilişki kurmak ve vakit geçirmek oldukça zor ve eziyet vericidir.

Zor İnsanları Tanıma Yolları: Günlük hayatta zor insanları tanımak zor olmayabilir. Çevrelerinde olup bitenleri çarpıtarak algılar, aşırı duygusal tepkiler verir ve sosyal ortamlarda sorun çıkarır. Bu kişilere ‘zor insan’ demek doğru bir nitelemedir.

Zor İnsanların Neden Zor olduğunu Anlamaya Çalışmak: Aslında, zor olarak etiketlediğimiz kişilerin neden zor olduğunu anlamaya yönelik çabalara ihtiyaç vardır. Zor kişilik özelliklerinin altında yatan sebepler, kötü çocukluk dönemi deneyimleri, üzüntüler veya travmalar olabilir. Bu nedenle, zor insanları anlamaya çalışmak ve onlara yardımcı olmak önemlidir.

Sonuç olarak, zor insanlarla baş etme yollarını bulmayı öğrenmeliyiz. Bu sayede, insan ilişkilerinde yaşadığımız zorlukları aşarak daha huzurlu ve başarılı bir yaşam süreceğiz. Zor insanların neden zor olduğunu anlamaya çalışarak, onlara yönelik ön yargılarımızı kırmış ve daha anlayışlı bir insan olarak yaşam kalitemizi artırmış oluruz.

Beni sevmeyen insanlara nasıl davranmalıyız?

Zor İnsanlarla Nasıl Başa Çıkmalıyız? Günlük yaşantımızda karşılaştığımız sayısız zorlukların yanı sıra, insan ilişkileri de hayatımızı olumsuz yönde etkileyebilir. Özellikle, zor ve geçimsiz olarak adlandırabileceğimiz kişilerle nasıl başa çıkabileceğimiz büyük önem taşır. Bu yazıda, zor kişilikli insanlara nasıl yaklaşmalıyız ve onlarla nasıl başa çıkmalıyız konusunu inceleyeceğiz.

Zor İnsanların Karakteristik Özellikleri: Zor insanlar, düşünce ve davranışları nedeniyle ilişki kurmada problemler yaşayan kişilerdir. Fazla hırslı, inatçı, kaprisli, agresif, dinlemeyi bilmeyen ve sabit fikirli olabilirler. Bu tip insanlarla karşılaşabileceğimiz alanlar, mahalle, okul ve iş yerimiz gibi çeşitli sosyal ortamlardır.

Zor İnsanların Neden Zor Olduklarını Anlamaya Çalışmak: Zor olduklarını düşündüğümüz kişilerin neden bu hale geldiklerini anlamaya çalışmalıyız. Onların yaşadıkları sorunlar ya da travmaların bu davranışların nedeni olduğunu düşünmek gerekir. Anne ve baba ilişkileri, hayal kırıklığı, aldatılma gibi psikolojik etkenler zor insanların oluşmasına katkıda bulunabilir.

Zor İnsanlara Karşı İzlenecek Stratejiler: Bu tür insanlarla başa çıkmak için öncelikle onların enerjimizi düşürmelerine izin vermemek çok önemlidir. Negatif enerjilerini bizlere geçmesine müsaade etmemeliyiz. İletişim kurarken, saygılı ve anlayışlı bir dile başvurarak onlarla daha uyumlu bir ilişki sağlama çalışmalıyız. Ayrıca, sınırlarımızı belirleyip koruyarak zor insanların hayatımıza olumsız yönde müdahale etmelerini engellemeliyiz.

Sonuç olarak, hayatımızda karşılaşabileceğimiz zor ve geçimsiz insanlarla başa çıkmak için doğru stratejileri belirlemek ve uygulamak büyük önem taşımaktadır. Bu kişilerin neden zor olduklarını anlayarak, saygılı ve anlayışlı bir iletişim kurarak ve sınırlarımızı koruyarak onlarla daha sağlıklı ilişkiler kurma yolunda önemli adımlar atabiliriz.

Ilknur Isik

İNSANLAR DEĞİŞİR Mİ? DEĞİŞİM

Toplantılarda ve özellikle kişilik psikolojisi üzerine konuştuğumuz oturumlarda bize sıklıkla “Kişilik değişir mi?” veya “İnsanlar ne kadar değişir?” soruları yöneltilir. Konuya atalarımızın gözünden baktığımız zaman ortaya çıkan durum iç karartıcıdır. “İnsan yedisinde neyse…” veya “Can çıkar…” diye başlayan cümleleri tamamlamakta zorluk çekmeyiz. Gerçekte değişmek kavramı çok geniş bir alanı kapsar. Bu nedenle bu yazıda değişimin işareti olarak davranışlar ve bu davranışlara yol açan kararlar konu edilecektir. “İnsan değişir mi?” veya “İnsan ne kadar değişir?” soruları birçok açıdan önemlidir. İnsan kaynakları uzmanları için, performans dönemlerinde ve işe alımlarda başvurdukları kutsal yetkinlik kitabında yer alan özelliklerin geliştirilmesi açısından önem taşır. Genç insanlar için, seçmeyi düşündükleri müstakbel hayat arkadaşlarının ne kadar değişeceğini bilmek önemlidir. Anne ve babalar için, çocuklarında onaylamadıkları davranış özelliklerinin değiştirilmesi onların geleceğinde hayati rol oynar.

Canlılık tarihi açısından özel bir dönemde yaşıyoruz. Evrenin 13 milyar, dünyamızın 3.5 milyar, insana benzeyen canlıların 500 bin, bize benzeyen insanların ise ancak 40 bin yıllık geçmişi olduğunu hatırlarsak, bu dönemin önemini ancak kavrayabiliriz. Her bireyin kendi mutluluğu ve başarısı açısından belirleyici olan üç önemli karar son üç-beş kuşak tarafından verilmektedir. Hayatın akışını belirleyen bu kararlar şu sorulara dayanır:

  • Nerede yaşayacağım?
  • Ne yapacağım?
  • Bunları kiminle yapacağım?

Ortalama üç kuşak öncesine kadar insanların yüzde sekseninden fazlası doğduğu yerde yaşar, anne ve babasının yaptığı işi yapar, daha sonra biyolojik olgunluğa ulaşınca da aynı mahallede birkaç ev uzakta olan ve ailelerinin uygun gördüğü kişiyle evlenerek hayatlarını sürdürürlerdi. Ancak endüstri devriminin ürünü olan demiryolları ve fabrikalardaki çalışma imkanları, insanları yaşadıkları yerlerin dışına çıkardı. Bunun sonucu olarak bireysel özgürlüklerde patlama oldu. Önümüzdeki seçenekler dört beş kuşak önceki atalarımızla kıyaslanamayacak şekilde arttı ve mutluluğun sorumluluğunu kendi kararlarımıza bağladı.

Geleceği Öngörmek

20 yaşımda ben, 35 yaşımda ben,
40 yaşımda ben ve bugünkü ben dördümüz.
Birden yirmi yaşımı, otuz beş yaşımın karşısına oturttum.
Kırk yaşımın karşısına da, ben geçtim.
Yirmi yaşım, otuz beş yaşımı tutucu buldu.
Kırk yaşım ikisinin de salak olduğunu söyledi.
Yatıştırayım dedim.
“Sen karışma moruk” dediler.
Büyük hır çıktı.
Komşular alttan üstten duvarlara vurdular.
Yirmi yaşım kırk yaşıma bardak attı.
Evin de içine ettiler.
Bende kabahat.
Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine.

Can Yücel (“Davet…” şiirinden)

İnsan geleceği tasarlama ve bunu gözünde canlandırma yeteneğine sahiptir. Ancak kendisini memnun edeceğini düşündüğü gelecekteki durum gerçekleştiğinde, çok kere umduğunu bulamaz ve yeni bir gelecek tasarımı içine girer. Onbeş yaşından başlayarak hayatın her aşamasında kendisi için en doğru kararı verdiğine inanır ancak bir süre sonra bu kararlarından pişmanlık duyar. Örneğin ergenlik döneminde yaptıracağı dövmenin iyi olması için bütçesini zorlar, ancak daha sonra bu dövmeden kurtulmak için daha çok para öder. Buna ergenlik yanılgısı diyebilirsiniz. Orta yaşa geldiğinde, gençlik döneminde aşık olduğu ve uğruna ölümü göze alacağına yürekten inandığı insandan boşanmak için, hayat boyu kazandıklarının yarısından vazgeçer. Bu listeyi uzatmak mümkündür. Bunları düşündüğümüz zaman; “insan neden gelecekte pişman olacağı kararlar verir?” sorusu önem kazanmaktadır.

Bunun bir nedeni insanın zamanın üzerindeki etkisini öngörememesidir. İnsan değişir. Bu değişimin çocukluk döneminde çok hızlı, yaşlandıkça daha yavaş olduğu bilinir. Bu değişimin gerçekleştiği sihirli bir an veya bir basamak var mıdır? Bir başka ifadeyle soracak olursak, “ne zaman olacağımız kendimiz oluruz?” “Ben oldum. Artık bundan sonra böyle olacağım” dediğimiz zaman, hayatın hangi dönemidir? İnsan gerçekte büyük bir yanılgı içinde yaşamaktadır. Bu yanılgı, “kişisel tarihinin sona erdiği”ne inanmasından kaynaklanır. Bu yanılgı, “olmak istediğimiz ve bundan sonra da hayatımızın sonuna kadar olacağımız kişi olduğumuz yanılgısı”dır.

On sekiz yaşından başlayarak gençlerin hayatındaki en büyük değer haz ve heyecandır. Yönettiğimiz grup çalışmalarında otuz yaşlarına kadar gençlerden en çok duyduğum değerler, yukarıda sıraladıklarıma ek olarak bağımsızlık, eğlence, yeniliktir. Yirmi beş yaşından sonra insanların karar ve davranışlarını yöneten değerlerin en tepesinde “başarı” gelir. Yine grup çalışmalarında evli olanlar buna “aile”yi ekler. Bu dönemde evli kadınlarda sıkça öne çıkan bir değer de “sadakat”tir. Yirmi yaşın başındakiler hiçbir zaman otuz yaşına geldiklerinde değerlerinin değişeceğini düşünmezler. Ellili yaşların ortalarına gelindiğinde öne çıkan değer “dürüstlük” ve “doğruluk” olmaya başlar.

Yaşlandıkça değişimin hızı yavaşlasa da, değişim öngördüğümüz kadar yavaşlamaz. On sekiz yaşından altmış sekiz yaşına kadar bu kalıp değişmez ve insanlar önlerindeki on yıl içinde ne kadar değişeceklerini öngöremezler. Kendilerinden bir tahmin yapmaları istendiğinde değişimin daha az olacağını düşünürler.

Değişimin bir bölümü kişinin içinde yaşadığı koşullara bağlı gibi gözükse de esas neden, insan biyolojisi içinde gizlidir. Testosteron hormonunun seviyesinin düşmesi, özellikle erkeklerde saldırganlığı azaltır. Dopamin salgısının azalması nedeniyle gençlerdeki heyecan arayışı yerini orta yaşlarda daha tedbirli olmaya ve daha hesaplanmış riskler almaya yöneltir. Doğumdan sonra kuvvetlenen oksitosin hormonu, kadınların meslek ve kariyer yönündeki enerji ve tutkularını çocuklarına yöneltmelerine neden olur.

Kişilik ve Değişim

Yaşam yolculuğunda değişen sadece değerler olmayıp, değerler için yukarıda belirttiğimiz kalıp, kişilik boyutları için de geçerlidir. Kişilik, günümüzde yaygın olarak kabul edilen görüşe göre, beş temel boyut üzerinden değerlendirilir. Bunlar; iç uyum (nevrotiklik), hırs ve sosyallik, uzlaşılabilirlik, tedbirlilik, yeniliğe ve öğrenmeye açıklıktır. Davranışlarımız kişiliğimizin yansımasıdır.

Yukarıda sıraladığımız yaş aralıklarında insanların başarı yönelimlerini belirleyen “hırs” boyutunda düşüş olur. Yirmili yaşlarında başkalarıyla olduğu kadar kendileriyle de yarışan, her konuda iyi olmak için çaba harcayan insanlar, her şeyi iyi yapamayacaklarını görürler ve sınırlarını kabullenirler. Orta yaştan başlayarak, ileri yaşlarda belirginleşen şekilde tedbirlilik düzeyleri yükselir, insanlar eskisi kadar atak olmazlar, harekete geçmeden önce düşünmeye başlarlar. Öğrenmeye ve yeniliğe açıklığın da yaşam yolculuğunda yıllar içinde gerileyen özellikler olduğu herkes tarafından bilinir.

Değişim yaşla birlikte yavaşlasa da, her yaşta insanlar gelecekte ne kadar değişeceklerini öngörmek konusunda yanılırlar. Bunun insan hayatına hangi alanlarda yansıdığını göstermek için Harvard Üniversitesi psikologlarından Daniel Gilbert bir araştırma yapmıştır. Bu araştırmada en iyi arkadaşları, en iyi tatilleri, en sevdikleri spor ve müzik toplulukları konusunda katılımcılara üç soru sorulmuştur. Bu sorulardan birincisi bugünkü tercihleri, ikincisi gelecek on yılda bunun değişip değişmeyeceği konusundaki öngörüleri, üçüncüsü de son on yılda spor ve müzik zevklerindeki değişikliği değerlendirmeye yöneliktir. Yukarıdaki bilgilerin ışığı altında, katılımcıların son on yılda bu konuda önemli değişiklikler olduğunu ancak gelecek on yılda böyle bir değişiklik beklemediklerini söylemelerini tahmin etmek zor olmaz. Bunun nedeni insanların hatırlamanın kolaylığı ile hayal etmenin zorluğunu karıştırmasıdır. Bu nedenle on yıl önce nasıl bir insan olduğumuzu kolayca hatırlayabilirken, on yıl sonra nasıl olacağımızı gözümüzde canlandırmakta zorluk çekeriz. Bu durumu öngöremediğimiz için de, bize bu konuda bilgi verilse de, böyle bir sonucun gerçekleşme ihtimalini uzak buluruz.

Gerçekte bu değişiklikler hem yavaş meydana gelir, hem de meydana gelen bu değişiklikler özellikle kişilik açısından; bizi bir noktadan alıp öbür noktaya getirmez. Örneğin tedbirlilik düzeyi 1-100 arasında 40 olan, “cesaret edip risk almayı” erdem kabul eden otuzlu yaşlarının başındaki bir kişi, altmış yaşına geldiğinde aynı ölçekte 20 düzeyine gerileyebilir. Bunun açıklaması şudur: Bu kişi çevresinde bulunan kendi yaş grubundaki kişilere kıyasla yine atak olarak algılanır, ancak görmediği virajlara girmek konusunda eskisi kadar cesur davranmaz. Benzer şekilde, hırsı görece yüksek bir kişi otuzlu yaşlarında çocuğuyla oynadığı oyunlarda onu yenerek ağlatır ve çocuğunun “yenile yenile yenmeyi öğreneceğini” düşünürken; altmışlı yaşlarında torununa yenilmekte sakınca görmez. Ancak arada sırada onu da yenmekten kendini alamaz.

Değişimi Hızlandıranlar

İnsanın sadece zamana bağlı olarak yavaş gelişen değişimini hızlandıran durumlar vardır. Bunlardan daha ender meydana gelen bir tanesi, terör olayına karışmak, ağır bir trafik kazası geçirmek gibi yaşamı değiştiren travmalardır. Bir diğeri ehil bir terapistle yaşanan uzunca bir psikoterapidir. Bunların dışında insanı değiştirme potansiyeline sahip olan önemli bir diğer etken “geribildirim”dir. Bize verilen geribildirimlerden hoşumuza gidenleri alır ve başkalarıyla paylaşırız. Ancak hoşumuza gitmeyenleri ya hiç algılamayız, ya görmezden geliriz, ya da nedeni dışımızdaki bir duruma bağlarız. Bir bakıma insana en iyi geribildirimi eşi ve rekabet içinde olmadığı iyi bir arkadaşı verebilir.

Gerçekte hepimiz sürekli olarak gündelik hayat içinde dolaylı geribildirimler alırız. Doğrudan aldığımız geribildirimler çok enderdir. Bunun için doğru yapılmış bir performans görüşmesi, işe alım veya yükseltmelerdeki değerlendirme merkezi uygulamaları ve yapılandırılmış kişilik testi sonucuna ilişkin geribildirimler, fırsat olarak değerlendirilmelidir.

İnsan, aldığı geribildirim karşısında üç farklı tepki geliştirebilir:

  • Savunmaya geçmek veya sükunetle dinlemek
  • Reddetmek veya kabul etmek
  • Görünürde uyum göstermek veya samimi olarak kabul etmek.

Kolayca tahmin edilebileceği gibi gerçek değişim ancak geribildirimi samimi olarak kabul etmekle mümkündür. Bu durumda kişi ayrıntılı bilgi ister, yardım talep eder, belirli aralıklarla sağladığı gelişim ile ilgili yeni geribildirimler talep eder. Ancak bu koşulların varlığında gerçekten davranışlarda bir değişim meydana gelir.

Sonuç

Zaman kişiliğimiz üzerinde etkili olan ve değerlerimizi şekillendiren önemli bir güçtür. Bunun sonucunda da bazen önemli fırsatları kaçırır, bazen de başımızı derde sokacak ve pişman olacağımız kararlar veririz. İnsan bunu ancak geriye baktığında geçmişe dönük olarak kabul eder. Hatta bazen bunu bile kabul etmekte zorluk çeker. İnsan her dönemde içinde yaşadığı dönemi çok önemser ve en sonunda “olacağını düşündüğü kişi olduğunu” düşünür. Oysa insan beyninin en önemli özelliği, ilerleyen yıllarda azalsa da, esnekliği ve yeniden şekillenebilmesidir. Can Yücel’in yukarıda yer verdiğimiz şiirinde çok güçlü bir şekilde ifade ettiği gibi, şu anda da olmuş ve bitmiş olduğumuzu düşündüğümüz kişi de gerçekte, geçmişte olduğunu düşündüğümüz gibi “geçici”dir. İnsan hayatında gerçekte sabit ve değişmeyecek olan tek şey değişim ve bizim de değişeceğimiz gerçeğidir.

Prof. DrAcar Baltaş

Aşağıdaki 20 kuralı kendi içinizde sorgulamak algılarınızda yeni kapılar açabilir, sizi doyumlu bir hayata ulaştırabilir…

1. Başkalarında nefret ettiğimiz şeyler, kendimizde görmekten kaçtığımız taraarımızdır.

2. Başkalarına güvenemeyen insanların kendileri de güvenilmezdir. Kendi içlerinde güvensizlik yaşayan insanlar, çoğunlukla, diğerlerini inciterek kendilerinin incinmemesini sağlarlar.

3. Diğer insanları etkilemeye ne kadar çok çalışırsanız, o kadar başarısız olursunuz. Kimse zorlanmaktan hoşlanmaz.

4. Ne kadar çok başarısızlığa uğrarsak, başarıya giden yolumuz o kadar açılır.

5. Birşey sizi ne kadar çok korkutuyorsa, onu yapmanız o kadar gerekli olabilir.. Buna tabi ki hayati tehlikesi olan ekstrem sporları ya da kendinizi bir fabrikanın içine hapsetmek gibi birşeyi katmıyoruz… Birisi ile dürüstçe konuşmak, sıradışı bir kri ifade etmek gibi konularda korktuğunuz şeyi yapmak sizde yeni açılımlar oluşturacaktır.

6. Ölümden korkmak, hayattan zevk almamanıza sebep olur. Hayattan zevk almak, cesaretimizle bağlantılıdır.

7. Ne kadar çok öğrenirsek, ne kadar az bildiğimizi daha çok anlarız.

8. İnsanlara zalimce yaklaşanlar, kendilerine de öyle yaklaşıyordur. Diğerlerine karşı gösterdiğimiz tutum, kendimize gösterdiğimiz tutumun işaretidir.

9. Herkesle ve herşeyle ne kadar çok irtibattaysak, yalnız, izole ve depresif hissetme oranımız da o kadar yüksektir.

10. Başarısızlıktan ne kadar çok korkarsak, başarısızlığa uğrama ihtimalimiz o kadar artar.

11. Birşeyi ne kadar zorlarsak, yapmamız o kadar zorlaşır. Birşeylerin nasıl olacağına karar veren biziz.

12. Birşey ne kadar el altındaysa, onu isteme ve değerini bilme durumunuz o kadar azalır.. İnsanların çoğu el altında olan şeylerin kıymetini bilemezler.

13. Yeni birisi ile tanışmanın en güzel hali, böyle bir buluşmaya ihtiyaç duymama halindeyseniz gerçekleşir. ihtiyaç üzerine kurulu olan ilişkiler, kişileri bir süre sonra boğmaya başlar. en güzel ilişkiler, kişilerin derin duygusal ihtiyaçlarının kendileri tarafından tamamlandığı ilişkilerdir.

14. Kendi defolarınız hakkında ne kadar dürüstesiniz, kişiler sizin o kadar mükemmel olduğunuzu düşünürler…

15. Bir insanı kendinize ne kadar çok yakın tutmak isterseniz, onu o kadar uzağa itersiniz.

16. Bir insanla ne kadar çok tartışırsanız, onu ikna etme ihtimaliniz o kadar düşer. Çünkü, tartışmaların sebebi çoğu zaman duygusaldır; kişinin tartıştığı konu ile ilgili duygusal olarak takıldığı bir durum vardır ve bunu tartışarak yok edeceğini düşünür. Halbuki tartışmak bir nevi boş enerji kaybıdır.

17. Ne kadar çok seçeneğiniz varsa, seçtiğinizden o kadar az haz alır olursunuz. İnsanlara fazla seçenek sunulunca, seçtikleri hakkında bir türlü emin olamazlar ve akılları diğerlerinde kalır.

18. Bir insan, haklı olduğu konusunda ne kadar iddialı ise, haksız olma ihtimali o kadar yüksektir.

19. Kesin olan tek şey, hiçbirşeyin aslında kesin olmadığıdır.

20. Sabit olan tek şey değişimdir!

Duygular günlük hayatımızın çok önemli bir parçası. İster sizi gülümseten bir mesaj olsun, ister trafik stresi, hayatın iniş ve çıkışları nasıl hissettiğinizi etkiliyor. Psikologlar tarafından yapılan araştırmalar duygusal düzenlemeyi, yani duyguların hissedilme ve ifade edilmesini kontrol etmeyi anlamakta ilerleme sağlıyor. Bazı duygusal tepkilerin düzenlenmeye ihtiyacı yoktur. Eğer duygu, duruma uygunsa ve sizi iyi hissettiriyorsa olduğu gibi kalabilir. Komik bir şey olduğunda herkesle beraber gülmek uygun bir tepkidir. Ama ciddi bir toplantı sırasında telefonunuza gelen mesaja bakıp kahkaha atmak durumla uymaz. Trafikte sizi sinirlendiren bir aracın önünü kesip, arabadan inip bağırmaya başlamak sizi iyi hissettirse de durumla uygunsuz ve güvenliğinizi tehlikeye atan bir tepkidir. Sinirliyken sakinleşmeyi denemek, söylemesi kolay yapması zor bir iştir. Eğer ipin ucunu kaçıracak seviyedeyseniz ve nefretinizi sizi duyabilen herkese kusuyorsanız, duygularınız arkadaşlıklara, işinize, hatta sağlınıza mal olabilir. Belli metotlar uygulayarak ve pratik yaparak duygularınızı kontrol etmeyi öğrenmeniz mümkün. Duygusal düzenleme pratiğinin büyük kısmını kötü bir durum oluşmadan yapabilirsiniz. Kendinizi önceden hazırlayarak, sorunun duygusal hayatınızı etkilemeden çözülmesini sağlayabilirsiniz.

ÖNLEM ALIN: İstenmeyen bir duyguyu yaratacak durumlara girmemeye özen gösterin. Eğer aceleniz olduğunda sinirleneceğinizi biliyorsanız, işleri son dakikaya bırakmayın. Evden ya da ofisten 10 dakika erken çıkın ki yayalardan, arabalardan ve yavaş asansörlerden rahatsız olmayın. Bu duruma benzer olarak, görünce rahatsız olduğunuz bir tanıdığınız varsa, karşılaşmamanın bir yolunu bulun.

DURUMU DEĞİŞTİRİN: Beki de azaltmak istediğiniz duygu hayal kırıklığıdır. Ulaşılamaz mükemmelliği düşlüyor olabilirsiniz. Bu aradığınız “mükemmel” işinizde başarı ya da hazırladığınız yemek olabilir. Durumu sizin kabiliyetlerinize uygun şekilde çözebilirsiniz. Örneğin, çikolatalı sufle yapamıyor olabilirsiniz, ama çok güzel sütlaç yapıyorsanız, o akşam gelecek misafirlerinize sufle yerine sütlaç ikram edebilirsiniz.

ODAĞINIZI DEĞİŞTİRİN: Diyelim ki, sizden daha atletik insanların yanında kendinizi kötü hissediyorsunuz. Spor salonunda, düzenli çalışan insanların kaç kilogram ağırlık kaldırdıklarını, ne hızda koştuklarını izledikçe bu his giderek kötüleşecektir. Dikkatinizi onlardan çekip, kendinize verin. Bir önceki haftaya göre neyi daha iyi yapabileceğinize odaklanın. Belki 5 dakika daha fazla koşabildiniz, belki kaldırdığınız ağırlıkları birer kilo arttırdınız. Bu şekilde hem kendinizle ilgili daha iyi hissedersiniz hem de motivasyonunuz artar. Daha da güzeli, yaptığınız şeye odaklanabilirsiniz ve eninde sonunda arzuladığınız sonuca ulaşırsınız.

İNANÇLARINIZI DEĞİŞTİRİN: En derin duygularımızın temelinde onları yaşatan inançlar yatar. Bir şey kaybettiğinize inandığınızda üzülür, iyi bir şey olacağına inanırsanız mutlu olur, sabırsızlanırsınız. Ama bazen çok sevindiğiniz şeyler arkasından büyük zorluklar getirir, çok üzüldüğünüz şeylerse yeni kapılar açar. Düşüncelerinizi değiştirerek durumu değiştiremeyebilirsiniz ancak durumun sizi nasıl etkilediğini değiştirebilirsiniz.

TEPKİNİZİ DEĞİŞTİRİN: Eğer hiç bir şey işe yaramazsa, ve negatif durumlardan uzak duramaz, değiştiremez, dikkatini başka yere veremez ve düşüncelerinizi değiştiremezseniz ve duygular bardaktan boşalırcasına hissediliyorsa, duygu düzenlemedeki son adım tepkinizi kontrol altına almaktır. Öncelikler vücudunuz dinleyin. Belki kalbiniz deli gibi çarpıyor, belki enerjiniz hızla düşüyor, belki titremeye başladınız… Derin nefesler alın, tepki vermeden önce mutlaka nefesinize odaklanın ve nefesinizin sizi sakinleştirmesine izin verin.

Psikoloji profesörü Susan Whitbourne

CNN TÜRK

Hiç kimse mutlu bir insandan hoşlanmaz, çünkü mutlu insan diğerlerinin egosunu incitir. Mutsuz ruh hali bizim insanımızın yaşam biçimi halini almış. Etrafımız mevcut durumundan memnun olmayan insan kalabalığı ile sarılmış. Bu kalabalık o kadar güçlü bir olumsuz enerjiye sahip ki onlardan biri olabilmeyi sağlamak için bizi kara delik misali içlerine çekmeye çalışıyorlar. Bu insan kalabalığı; mutsuzlukla beslenen, başkalarının mutluluğundan rahatsızlık duyan, “bu kadar mutlu olacak ne buluyorlar, gerçekten sinir oluyorum” diye hayıflanan kişilerden oluşuyor. Bu durum her daim aklıma Osho’nun “Hiç kimse mutlu bir insandan hoşlanmaz, çünkü mutlu insan diğerlerinin egosunu incitir” sözünü aklıma getirir. Mutsuz ruh hali bizim insanımızın yaşam biçimi halini almış. O kadar ki tabir yerinde ise mutsuzluktan mutlu oluyoruz, melankoliyi, dramayı seviyoruz.

Televizyonun karşısında saatlerce ağlayan yalvaran acılar içerisinde kıvranan dizi oyuncularını izlemekten keyif alıyoruz. Bir dostumuz, arkadaşımız gelip mutsuzluğu ile ilgili yakındığında onunla birlikte üzülüyormuş gibi yapıp içten içe rahatlamış hissediyoruz. Biz mutsuz insanlardan hoşlanıyoruz çünkü böylelikle onların yaşadıkları bizim başıma gelmediği için mutlu oluyoruz, egomuzu parlatıyoruz. Diğer bir taraftan çoğumuz mutluluğu sürekli dışarıda aramaktayız. Dış odaklı bir mutluluk arayışı, kendi içine dönmek ve ruhu iyileştirmek yerine, mutluluğun da mutsuzluğun kaynağının da bizim dışımızda sebeplere dayalı olduğunu değişmez bir şekilde savunuyor olmak ne kadar da büyük bir yanılgıdır. Etrafımızdaki her şey olumsuz, anlamlanamamış ve neşesiz çünkü biz kendi içimizde olumsuz anlamlanamamış ve mutsuzuz. “Kimse beni sevmiyor” peki “biz kendimizi ne kadar seviyoruz?”

Kendi dışımızda gelişen olayları ve insanları bu kadar irdelemek yerine, kendimizi irdelemeye vakit ayırsak, mutluluğun kaynağına ulaşmamamız daha kısa bir zaman alacaktır. Olumsuz enerji her daim olumlu enerjiye göre daha güçlü bir boyuttadır. İnsan zihni durmaksızın tetikte olabilmek adına, hayatta kalabilmek için olumsuz enerjiden faydalanır çünkü olumsuz enerji kişiyi sürekli savaş halinde tutma gücüne sahiptir fakat öte taraftan bu enerjinin çok fazla kullanımı bizi bir virüs gibi içten içe kemirip bitirir fakat ne yazık ki biz bunu fark edemeyiz. Olumsuzluğun gücüne bir kere kapıldık mı oradan kendimizi çekip çıkarmamız çok zaman alır. Aynı bir bataklık gibidir mutsuzluk… Yavaş yavaş sizi içine çeker. Etrafta tutunacak ve kendimizi yukarıya doğru itecek bir dal aramak yerine, korkuyla debelendiğimizde bizi içine daha da çekecektir. İşte bu yüzden ruhu o olumsuzluk bataklığına saplanmış kişilerden uzak durmaya çalışmak gerekir. Bu kişileri izlediğinizde konu hep döner dolaşır, ne kadar şanssız olduklarına, başkalarının onlara yaptıkları ihanetlere, nankörlük görmelerine, umutlarının kalmadığına gelir.

Çoğu zaman başlarına gelen tüm bu durumların kendilerinden kaynaklandığını, kişi istemedikten sonra karşılaştıkları tüm bu durumların onları etkilemeyeceğini, ayrıca tüm bu sorun ya da mutsuzluk diye adlandırılan deneyimlere teşekkür ve şükretmek gerektiğinin bilincinde olamazlar. Oysaki hepsinin karşımıza çıkmasının bir amaç uğruna olduğunu ve hepimizin bunları deneyimleyerek dahi iyi birer insan haline geleceğimizi fark etmemiz gerekir.

Neden İmkansıza Aşık Oluruz? Belki de bunun sebebi çok fazla aşk hikayesi okumamız ya da acı çekmeyi gerçekten seviyor olmamızdır. Ancak imkansıza neden aşık olduğumuzu açıklayan çok fazla mantıklı sebep bulunmamaktadır. Elde edemeyeceğimiz şeyler – bir arkadaşımızın sevgilisi, bir film yıldızı ya da bize uygun olmayan biri – genellikle bize en çekici gelen ve bizi cezbedendir. Popüler bir deyişe göre, elbette kalbimizin, mantığımızın çoğu zaman anlamadığı kendince sebepleri vardır. Fakat imkansız, hayatınızda sıklıkla karşılaştığınız bir durum ise belki bu yazımız size yardımcı olabilir.

İmkansızı arayışımızın cevaplarını bulmak

Farklı sebeplerden dolayı elde edemeyeceğiniz birini bir defadan fazla “süzdüğünüz” oldu mu? Evli ya da nişanlı birini hiç izliyor musunuz? Yasak durumları mı seviyorsunuz? Elbette herkes hayatta ne istiyorsa onu yapma hakkına sahiptir, ancak asıl sorun kararlarımızın, alışkanlıklarımızın ya da seçeneklerimizin sonucunda ne kadar acı çekeceğimizdir. İmkansız bir şeye aşık olma durumunun sebepleri bunlar olabilir:

Elde edemeyeceğiniz şeye değer vermek

Bu, çeşitli alanlarda gerçekleşir. Her zaman eksik olanı, elde edemeyeceklerimizi ya da eşsiz olanı isteriz. Alışveriş yaparken, iş ararken ya da birinden hoşlandığımızda bu durumu yaşayabilirsiniz. Örneğin, evli bir adama aşık olmanızın sebebi, “kapılmış” ise çok değerli biri olduğunu düşünmeniz olabilir. Böylece o adamı fark ettiğinizde, birçok kişinin ona olumlu yönden değer verdiğinden eminseniz size daha çekici gelmeye başlar.

Zor olanın çekici gelmesi

Genellikle monoton ve sıradan bir hayatımız olduğundan dolayı günlük rutinimizi değiştirmek için yollar ararız. Bu nedenle tatilimizi yapmak için egzotik yerleri, dünya mutfakları sunan bir restoranda yemek yemeyi ya da kazanması zor bir kişiyi elde etmeyi tercih ederiz. Rutinimize daha fazla katlanamayız ve bunu kırmanın yollarından biri de bir şekilde kuralları çiğnemektir.

Kendine güven ve özsaygı eksikliği

Bu, aşk dışında başka amaçlarda da kendini gösterir. Tek bildiği imkansıza yakın hedefler belirlemek olan birçok insan vardır. Bunu yaptıklarında, başarısızlıkla karşılaşınca hatanın tümüyle kendilerinde olmadığını garantilemiş olurlar. Tabi ki onlar bu açıklamayla ilgilenmezler. Koyulan hedefe ulaşmakta başarısız olmak, yalnızca hedefin kendisinin zor olmasından ötürüdür. Ancak, öncesinde başaramayacaklarına iddiaya girerek bu hedefi seçtiklerini asla söylemezler.

Bağlanma korkusu

Bu, ciddi bir ilişkiye başlamayan ve her eve döndüğünde aynı kişiyle zaman geçirmeye razı olmak istemeyenlerin “bahanelerinden” biridir. Bilinçaltında bağlanmayı istemedikleri için kendilerine denk olmayacağını bildikleri birini seçerler.

İflah olmaz romantizm

Birçok kadın, prenses ya da romanlarda ve filmlerde anlatılan hikayelerin baş kahramanları olduklarını düşünmek ister. Elbette bunun sebebi hikayelerin sonunun hep güzel olmasıdır… “ve sonsuza dek mutlu yaşadılar.” O kişinin romanımızın prensi olduğunu hayal ederek onu o kadar idealize ederiz ki bu aşkın gerçekleşmesi fikri bizi dehşete düşürecek kadar korkutur.

İmkansıza aşık olmamayı öğrenebilir miyiz?

Evet, tabi ki! En iyi tarafınızı göstermeli ve bunu yapabileceğinize inanmalısınız. Her şeyden önce, yanlış insanları seçmenize sebep olan nedenleri ya da bahaneleri düşünün. Daha sonra bu tavsiyeleri uygulamaya koyun:

Size değer veren insanlara daha çok ilgi gösterin

Bu demek değildir ki en yakın arkadaşınıza ya da iş yerinde size yardım eden kişiye aşık olmaya mecbursunuz. Ancak çoğu zaman karşılıksız aşka o kadar odaklanmışsınızdır ki kendinize gözlerinizi açıp etrafa bakma şansı tanımazsınız.

Hayat bir film değildir, unutmayın

Beyaz altı prensinizin gelip sizi kötü cadının elinden kurtarmasını ve şatonun tepesinde bir ejderhayla dövüşmesini bekliyorsanız, uykunuzdan uyansanız iyi olur. Çünkü ejderha diye bir şey olmamasının ve Orta Çağ’da yaşamıyor olmanızın yanı sıra, ilişkileri idealize ederek belki de hayatınızın aşkıyla tanışmanıza engel oluyorsunuz.

Olumsuz düşünceleri bir kenara bırakın

Evli biriyle ilişki yaşamayı “arzulayabileceğim en güzel şey” olarak düşünmek sizi fazlasıyla alçaltacaktır, bunu hak etmiyorsunuz. İmkansıza aşık olmanın bağlanmaktan kaçınmak için en iyi yol olduğuna inanmak, daha önceki ilişkinizin size çok acı vermiş olmasından kaynaklanıyor olabilir. Aşkta şansınız olmadığından emin olmak “diğer yarınızla” tanışmanıza hiç de yardımcı olmayacaktır.

Becerilerinize ve kişiliğinize güvenin

Belki de aşkınızın karşılıksız olmasının nedeni, o kişinin sizin ona sunacağınız onca güzel şeyden haberi olmamasıdır. Kişiliğinizi gizlemeyin! Unutmayın ki başkaları tarafından sevilmek için önce kendinizi sevmelisiniz.  Öyle ya da böyle, bazı insanlar aşkı işkence aletine veya mükemmellik arayarak ütopyaya çevirmeye kararlıdır. Elde edemeyecekleri bir kişi hakkındaki duygularını yansıtarak en baştan sabote ediliyor ve dokunabildikleri, gülebildikleri ya da öpebildikleri bir aşkı hissetme ihtimalinden onları mahrum bırakan zincirlerce mahkum ediliyorlar.

*Düzeltme Notu: Bu yazı kadınlara ithafen yazılmış olsa da bahsedilen durumun kadınlara özgü olmadığını unutmayalım. Aynı sayıda erkek, hatta belki de daha fazlası, aşkları başlamadan bitirme eğilimindedir, bu yüzden onların da aynı tavsiyeleri uygulayabileceğini düşünüyoruz.

Platon, sadece arzuladığımıza aşık olduğumuzu ve sadece sahip olmadığımız şeyi arzu ettiğimizi söylemiştir. Onun zamanında, insanlar bugün çok aşina olduğumuz yıkıcı bir duyguyu zaten yaşıyorlardı: hayattaki kalıcı memnuniyetsizlik.

Diğer insanların bize imrenmesi veya şikayet edeceğimiz hiçbir şeyimiz olmaması önemli olmaksızın, her zaman bir şeyleri kaçırıyor gibiyiz. İçimizde, nasıl doldurulacağını bilmediğimiz sürekli bir boşluk var.

Bu duygu, çoğu zaman romantik ilişkilerde görülür. Sevgiyi idealize eden çok insan var. Mükemmel olmasına ve doğru miktarda olmasına ihtiyaçları var. Bu nostaljik romantizm, aşık olmaya aşık olmak (özellikle birine değil), bizi sürekli olarak tatminsiz hissettiren şeydir. Bu aşk fikri gerçek değildir. Aksine, ne olabileceğine dair bir fanteziye dayanıyor.

Sevginin bu platonik formunun bir ilişkiye dönüştüğü nadir olaylarda, kişi kendini mutlu ve sarhoş hisseder. Onun çok acı çekmesine neden olan boşluğu doldurur.

Sorun şu ki, zamanla ilgilerini yitirmeye ve alışkın oldukları aynı platonik dinamiğe geri dönmeye başlıyorlar: ulaşılamaz bir şey istemek ve acılarına keyif çekmek.

Arzu ve zevk

Zevki sadece arzuda bulan çok insan var. Arzulamak, hayal etmek, ummak ve idealize etmek, onları harekete geçiren şeydir. Ama istediklerini elde ettiklerinde de sıkılırlar. Kendisini tamamlanmış hissetmek için gerekenlere sahip olduklarında, arzuya daha fazla yer yoktur. Gerçek ve kusurlu bir şey bulurlar ve bu, aşırı arzu ettikleri zaman sahip oldukları beklentiyi asla karşılamaz.

Onlar, yeni bir arzu ve istek arayışı ile, kaçma eylemi ile son bulurlar. Çünkü bu, onlara gerçekten yaşadıklarını hissettiren şeydir. Acı çekmelerine rağmen, çok tatlıdır ve bağımlılık yapar. Oralarda bir yerlerde daha iyi bir şey olması gerektiğini düşünürler. Eğer yoksa, henüz onu henüz bulamadığı anlamına gelir ve aramaya devam ederler. Sık sık mutluluğun başka bir yerde olduğunu düşünürüz. Onu sadece bizi beklediği yerde bulabilseydik, memnuniyetsizlik ortadan kaybolurdu.

Ama sonunda bunun aslında böyle olmadığını fark ederiz. Aslında, tamamlanmış hissetmek için ihtiyacımız olan her şeye sahibiz. Günlük hayatımızda sadece birkaç şeyi nasıl değiştireceğimizi bilseydik – nadiren paraya mal olan – başka bir yerde mutluluk aramak zorunda kalmazdık.

Sorun şu ki, bu değişiklikleri yapmaktan korkarız. Kendimizi endişeli ve güvensiz hissettirirler ve kendi gerçekliğimizi yaratmak yerine olabilme ihtimaline sarılırız.

Sahip olduğunuz şeyi sevmeyi öğrenin

Sahip olmadığınız bir şeyi istemek tamamen normaldir ve çoğu durumda olumlu bir motivasyon kaynağıdır. Ancak, arzu bir ihtiyaç haline geldiğinde ve acı ve ıstıraba yol açtığı zaman, bu; oraya takılıp kalmanız, bomboş, memnuniyetsiz ve tatminsiz hissetmeye başlamanız demektir.

Paradoksal olarak, bu yaşam şekli, yaşamanıza izin vermez. Özgür değilsiniz, onun yerine, hayatınızın nasıl olması gerektiği fikrinin bir kölesisiniz.

Bu nedenle, ilişkiniz, işiniz, arkadaşlarınız ya da yaşadığınız şehir olsun, sahip olduklarınızı sevmeyi öğrenmek önemlidir. Aslında kendi hayatınızda, diğer birçok insanın isteyebileceği bir sürü pozitif şey vardır. Rutininizi ve bakış açınızı değiştirmeniz ve hayatınızdaki sevmediğiniz yönleri isteyerek değiştirmeniz gerekir. Bunu da sahip olabileceğiniz kadar çok bir umutla yapmalısınız.

Yaşadığınız her gün için minnettar ve mutlu iseniz, hiç yaşamadığınız şeyleri özlemeyi bırakın. Şimdiki zamanda yaşamayı, anda kalmayı ve ne olursa olsun mutlu olmayı öğrenin. Zorlukları kabul edip her deneyimden olumlu bir şeyler alırsınız. Zihninizin geleceğe doğru gezmesini ve hayatınız boyunca sürekli olarak şikayet etmeyi bırakın. Olduğunuz yerde kalın, risk alın ve yaşamınızla ilgili hoşunuza gitmeyen şeyleri değiştirin.

Ama asla gerçekleşmeyecek mükemmellikler ya da imkansız hayaller için istek duymayın. Zaten sahip olduğunuz şey mükemmel, o zaman neden bundan yararlanmaya başlamıyorsunuz?

Psikolog Alicia Escaño Hidalgo

Platonik aşk, aslında günlük dilde yaygın olarak kullanılan bir ifadedir. Bunu kullandığımızda genelde seksüel ya da romantik olmayan, iki arkadaş arasında da olabilecek bir sevgiyi kastederiz. Bu ifade her ne kadar Platon’un felsefesiyle ilgili olarak kullanılsa da bu makalede göreceksiniz ki bu kullanım, onun aşkla ilgili düşüncesiyle tam uyuşmamaktadır. Aşk, her zaman hakkında en çok konuşulan konulardan biri olmuştur. İlk zamanlardan beri şairler, yazarlar, düşünürler ve filozoflar için her zaman bir ilham kaynağı olmuştur ve hala da olmaya devam etmektedir. Tabi ki Yunan filozof Platon da bunların arasında yer almaktadır.

Platon hakkında bazı bilgiler

Platon Yunan bir filozoftur. Sokrates’in öğrencisi ve Aristo’nun hocası olmuştur. Birçok eseri vardır ama en çok Symposion (Şölen) ve Mağara Alegorisi ile tanınmaktadır. Symposion (Şölen)‘da aşkla ilgili düşüncelerinden bahsetmiştir ve biz de bu sayede “platonik aşk” kavramını elde ettik. Platon, aşkı, uğrunda güzelliği keşfettiğimiz ve deneyimlediğimiz bir kavram olarak görmüştür. Ama onu tam olarak anlamak için düalizm teorisini de anlamanız gerekir çünkü bu Platon’un felsefesindeki ana fikirlerden biridir. Düalizm, kendi gerçekliğimizi hiçbir zaman karışmayan iki ayrı şekilde görmemizi anlatan kavramdır, bu iki durumsa şöyledir: materyal (fiziksel) ve materyal olmayan (ruhsal).

Bunlar birlikte gelebilir ama asla gerçekten karışmazlar. Platon insanların ruh ve bedenden oluştuğunu ve ruh fikirler alemindeyken bedenin materyal dünyaya ait olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca ruh, içine sıkıştığı bedenle birlikte var olmak zorundadır ama iki gerçeklik birbirinden tamamen bağımsızdır. Platonun aşk fikrinin de kaynağı olan filozofik kavram işte budur. Fakat birçok insan bunu yanlış anlamıştır. Hatta bu anlayış, aşkın kanaatkar ve manevi bir sevgi olarak görüldüğü bir noktaya gelmiştir. Ama aslında bu doğru değildir. Bu filozofun aşkla ilgili düşüncesi biraz daha ikisinin ortasında kalmaktadır: tam olarak seçici olmama ya da kanaatkar olmayla ilgili değildir ama stabilitenin mükemmel olduğunu söylemektedir.

Aşk

Bu kavram için çok farklı anlam, his ve kullanımlar vardır. Yani bunu basitçe tanımlamak hiç de kolay değildir. Ama aşkla ilgili kesin bir şey varsa o da bunun, bizim başkalarıyla bağımızla ilgisi olan evrensel bir kavram olduğudur.

Dilimizde bu sözün birçok farklı anlamı vardır. Tutkulu bir istekten romantik bir aşka, hatta ailenize bile hissedebileceğiniz seksüel olmayan hislere kadar birçok duyguyu anlatabilir. Hatta daha derin bir şey olan dini aşktan da bahsedilebilir. Hnagi türden bahsedersek bahsedelim bu his her zaman için çok güçlüdür. Hatta karşı konulamaz olduğunu da söyleyebiliriz çünkü temelde bundan kaçmak imkansızdır. Platonik aşk aslında ilişkilerimiz için çok önemlidir çünkü sanatta ve psikolojik çalışmalarda bir ilham kaynağı olmuştur.

“Aşkta her zaman bir delilik vardır. Ama delilikte her zaman biraz mantık vardır.”

– Friedrich Nietzsche

Platonik aşkın arkasındaki fikir denir?

Aşkın önüne “platonik” kelimesini koyduğumuzda Platon ve onun felsefesinden bahsetmiş oluruz. Sokrates’in bir konuşmasından yola çıkarak Platon, aşkın güzelliği anlama ve deneyimleme isteği ya da dürtüsü olduğunu söyler. Bu, her ne kadar onu da kapsasa da fiziksel güzelliğin ötesine geçen sonsuz, anlaşılabilir ve mükemmel fikirlerin güzelliğini de sevmektir. Başka bir deyişle, Platon, aşkın güzelliği keşfetme ve deneyim etme isteğinden geldiğini düşünür.Bu süreç, fiziksel güzelliği takdir ederek sonrasında ruhsal boyuta ilerlediğinizde başlar. Yani bunun en yüksek seviyesi, saf, tutkulu ve bencil olmayan şekilde ifade edilmesidir.

Sizin de görebileceğiniz gibi, platonik aşk aslında romantik olmayan aşk demek değildir. Ne kadar zor olsa da fiziksel güzelliğin ötesine geçen bir aşktır. Aslında seksüel elementlere de sahip değildir çünkü Platon aşkın gerçekten de diğer insanla alakalı olmadığını düşünmektedir. O aşkı, güzelliğin üstünlüğüne yöneltilen bir şey olarak görmüştür.

Platon, Symposion (Şölen) ‘da şöyle söylemektedir:

“[…] dış görünüş güzelliğinden çok zihnin güzelliğini daha yüce görecektir. Yani eğer yüce bir ruh ama çok az güzellik sahibi birisi gelirse, onu sevecektir ve gençleri geliştirebilecek düşünceleri meydana getirecektir, ta ki kurum ve yasalardaki güzelliği görüp oluşturana ve ailedeki güzelliği anlayana kadar, daha sonra kişisel güzelliğin önemsiz olduğunu anlayacaktır.”

Platon’a göre güzellik ve aşk

Platon’a göre, güzellikle karşılaştığımızda aşkı deneyimlemeye başlarız. Tabi ki onun aşk tanımının bizi güzelliği keşfetmeye iten şey olduğunu unutmamak lazım. Aslında farklı tarzlarda güzelliği deneyimlediğiniz birçok aşama vardır:

  • Fiziksel güzellik: bu ilk aşamadır. Fiziksel bedene duyulan aşk hissiyle başlar ve daha sonra genel güzelliği takdir etme olarak ilerler.
  • Ruhun güzelliği: bir kişinin fiziksel bedeninin güzelliğini takdir etmekle ona aşık olmak arasındaki çizgiyi geçince içerde nasıl birisi olduğuna odaklanmaya başlarsınız. Yani bu aşama karşınızdakinin ahlaki ve kültürel geçmişi ile ilgilidir. Bu aşamada materyalin (bedenin) ötesine geçersiniz ve materyal olmayana (ruha) doğru ilerlersiniz.
  • Bilgeliğin güzelliği: Ruhsal güzelliği takdir etme yolu her zaman bilgi ve fikirlere duyulan aşkın yolunu açar. Bu, sevdiğiniz insanın ötesine geçer.
  • Kendindeki güzellik: ilk üç aşamayı geçtiğinizde son bir kapı daha açılır. Aşkın güzelliğini kendinde ve kendi kendi kendine başka bir özne ya da nesneye bağlı olmadan tatmaktır. Bu yüzden de bu aşkın en yüksek seviyesidir.

Son adım, tutkulu, saf ve bencil olmayan bir güzelliğin ifadesidir. Bu hiçbir zaman geçmeyecek ya da zamanla değişmeyecek bir hisle ilgilidir. Yani aslında bu romantik olmayan aşkla ilgili değil, mükemmel, sonsuz ve anlaşılabilir olan bilgileri takdir etmekle ilgilidir.

Neden platonik aşkı romantik olmayan bir olarak düşünürüz?

“Platonik aşk” ifadesini 15. yüzyılda ilk kullanan kişi Marsilio Ficino’dur. O bunu, bir kişinin fiziksel görünüşüne değil zekası ve karakterinin güzelliğine odaklanan aşkı anlatmak için kullanmıştır. Bu sadece fikirler dünyasında var olan mükemmel ve yozlaştırılamayacak bir aşktır. According to Platon’a göre hiçbir zaman bu hissi gerçekten saf bir şekilde elde edemeyiz. Çünkü ona göre aşk ilgilerle alakalı değildir, erdemle alakalıdır. Başka bir deyişle, bu mükemmel bir aşk olurdu ama mükemmeliyet sadece bir ilüzyondur. Bu dünyada hiçbir şey mükemmel değildir çünkü mükemmellik sadece düşünceler dünyasında var olabilir.

Bunu daha basitçe ifade edelim. Temelde platonik aşk, cinsel bir arzunun olmadığı bir aşktır. Bu yüzden bu terimi günlük hayatta kullanırken romantik olmayan aşkı ya da bir arkadaşa duyulan cinsel olmayan hayranlığı ifade ederiz. Yani bu ifade Platon’un aşkla ilgili söyledikleriyle uyuşmaktadır. Ama gerçek platonik aşk yine de bundan çok farklıdır. %100 farklı olmasa da bu ifade günümüzde hala biraz yanlış kullanılmaktadır.

Platonik aşk neleri içerir?

Platon’a göre Güzellik, Adalet, İyilik ve Doğru ile aynıdır. Yani aşk her zaman bu bahsettiğimiz kavramlarla ilgilidir. Platonik aşk, temelde kendi ruhunuzda eksikliğini çektiğiniz şeyi karşınızdaki insanda aramaktır.  Ama, o insan genellikle her şeyi iyi, güzel, doğru ve adil olarak gördüğünüz bir temsildir.

Yani platonik aşk aslında romantik olmayan arkadaşça bir sevgi demek değildir. Açıkça cinsel ögeleri de olabilecek ama tüm odağın bu olmadığı bir orta noktadadır. Aşk duyulan insanın bedeninden öteye gidebilir. Ayrıca o kişinin ruhu ve fikirlerine duyulan aşka da dönüşebilir. Ama cinsel ve fiziksel şeyler tamamen ortadan kalkmak zorunda değildir. Bunlar da aşkın bir parçası olabilir ve aşk yine de bunların ötesine geçebilir.

Psikolog Daniela Alós

İnsan psikolojisi sonsuz derecede karmaşıktır; bu da her gün yeni araştırmaların çıkmasını ve neden böyle olduğumuzun aydınlatılmasına yardımcı olmasını sağlar.

İnsan psikolojisi sonsuz derecede karmaşıktır, bu da her gün yeni araştırmaların çıkmasını ve neden böyle olduğumuzun aydınlatılmasına yardımcı olmasını sağlar. bazı psikolojik çalışmalar bize oldukça sıradan psikoloji gerçekleri sunarken (örneğin, rochester üniversitesi’nin bir çalışmasıyla doğrulandığı gibi, insanlar hafta sonları daha mutlu olur), diğerleri gerçekten aydınlatıcıdır. insan doğasını açıklayan, kendinizde ve başkalarında fark ettiğiniz bazı kalıplara ışık tutabilecek psikoloji gerçekleri:

Eğer bir b planımız varsa, a planımızın işe yarama olasılığı daha düşüktür.

Ara sıra, hazırlıklı olmak zararlı olabilir. pennsylvania üniversitesi’ndeki bir dizi deneyde araştırmacılar, görevi başlamadan önce gönüllülerin yedek plan hakkında düşündüğü zaman, b planı düşünmeyenlere göre daha kötü performans gösterdiklerini bulmuşlardır. dahası, seçenekleri olduğunu fark ettiklerinde, ilk seferinde başarı için motivasyonları azalmıştır. araştırmacılar önceden düşünmenin iyi bir fikir olduğunu vurgularken, planları belirsiz tutarsanız daha başarılı olabilirsiniz.

Korku, tehlikede olmadığımız sürece iyi hissettirebilir.

herkes korku filmlerini sevmez, ancak sevenler için birkaç teori bulunmaktadır – ana teori hormonlara dayanır. korku filmi izlerken veya hayaletli bir evde yürürken, savaş ya da kaç tepkisinden kaynaklanan tüm adrenalin, endorfin ve dopamini yaşarsınız, ancak ne kadar korktuğunuzun bir önemi olmaksızın beyniniz gerçekten tehlikede olmadığınızı bilir – bu nedenle risk olmadan doğal bir coşku yaşarsınız.

Büyük trajedilerden daha çok tek bir kişiye önem veririz.

Pennsylvania üniversitesi’ndeki başka bir çalışmada, bir grup açlıktan ölümle yüzleşen küçük bir kız hakkında bilgi alırken, diğer grup milyonlarca insanın açlıktan öldüğünü öğrenirken, üçüncü grup ise her iki durumu da öğrenir. insanlar, istatistikleri duymak yerine küçük kızın hikâyesini duyduklarında, bağış yapma konusunda istatistikleri duyanlardan iki kat daha fazla para bağışlamışlardır – hatta daha büyük trajedinin hikâyesini duyan grup bile daha az bağış yapmıştır. psikologlar, önümüzdeki insana yardım etmeye programlı olduğumuzu düşünüyorlar, ancak sorun çok büyük göründüğünde, üzerimize düşen küçük rolün pek bir işe yaramadığını düşünüyoruz.

Başlangıçlar ve sonlar, ortaları hatırlamaktan daha kolaydır.

İnsanlardan bir liste içindeki öğeleri hatırlamaları istendiğinde, genellikle en son veya en baştan gelen şeyleri hatırlama eğilimindedirler. frontiers of human neuroscience’de yayınlanan bir çalışmada bulunan bu durum, ortanın karışık olduğunu gösterir. bu nedenle, patronunuzun sunumunu bitirdiğini hatırladığınızda, ne yazık ki ortasıyla ilgili pek bir şey hatırlamazsınız.

Tek bir olumsuz şeyi dengelemek için beş olumlu şey gereklidir.

Beynimizde “olumsuzluk eğilimi” olarak adlandırılan bir şey vardır ve bizi kötü haberleri iyi haberlerden daha çok hatırlamaya yöneltir. bu yüzden iş arkadaşınızın sunumunuzu övdüğünü hızla unutursunuz, ancak otobüs durağındaki bir çocuğun ayakkabılarınıza hakaret ettiği gerçeğine takılı kalırsınız. dengeli hissetmek için yaşamımızda en az beş olumlu şeyin bir olumsuz şeyi dengelemesi gerekmektedir.

Yemek, başkası tarafından yapıldığında daha lezzetli olur.

Aynı malzemeleri kullansanız bile, sokağın aşağısındaki paket servisinden aldığınız sandviçin neden evde yaptığınız sandviçlerden daha lezzetli olduğunu hiç merak ettiniz mi? science dergisinde yayınlanan bir çalışma, kendinize bir yemek yaptığınızda onun etrafında o kadar uzun süre vakit geçiriyorsunuz ki, gerçekten tadına baktığınızda daha az heyecan verici hissettirebiliyor ve bu da zevkinizi azaltıyor.

Bir şeyin gerçekleşeceğini bilmeyi, ne bekleyeceğimizi bilmediğimizden daha çok tercih ederiz.

Çalışmalarını nature dergisinde yayınlayan araştırmacılar, olumsuz bir şeyin olmak üzere olduğunu bilmenin (örneğin, bir toplantıya zamanında gitme şansımızın olmaması) işlerin nasıl yürüyeceğini bilmediğimiz zamandan daha az stresli olduğunu bulmuşlardır. (örneğin, belki de zamanında yetişebiliriz). bunun sebebi, sonuçları tahmin eden beyin bölümümüzün, ne bekleyeceğini bilmediği zamanlarda en aktif şekilde olmasıdır. gaza basmak trafiği yenmemize yardımcı olacaksa, geç kaldığımızda (eğer değilse) makul bir mazeret bulmamız gerektiğini kabul etmek yerine bu stresi yaşarız.

Her zaman bir iyiliğe karşılık vermeye çalışırız.

Bu sadece iyi davranışlarla ilgili değil – “karşılıklılık kuralı”, bize yardım etmiş birine yardım etmek için programlandığımızı gösteriyor. muhtemelen toplumun düzgün çalışması için insanların birbirlerine yardım etmeleri gerektiği için gelişmiştir. mağazalar bunu size karşı kullanmak için bedava şeyler sunar, umut ederler ki siz de biraz para harcarsınız.

Bir kural çok katı göründüğünde, daha fazlasını çiğnemek isteriz.

Psikologlar tepki adı verilen bir olguyu incelediler: insanlar belirli özgürlüklerin ellerinden alındığını algıladıklarında, yalnızca bu kuralı çiğnemekle kalmaz, aynı zamanda özgürlüklerini yeniden kazanma çabasıyla normalde yapacaklarından daha fazla kural çiğnerler. bu, sınıfta telefonunu kullanamayan bir gencin gizlice mesaj gönderirken neden sakız çiğnediğini açıklayan en iyi psikolojik gerçeklerden biri olabilir.

En sevdiğimiz konu kendimiziz.

Kendisini dikkate alan kardeşinizi kendisi hakkında konuşmakla suçlamayın – bu sadece beyninin nasıl yapılandırıldığıyla ilgilidir. harvard’da yapılan bir çalışmaya göre, beynimizin ödül merkezleri, başkaları hakkında konuştuğumuz zamanlardan daha fazla etkinleşirken kendimiz hakkında konuştuğumuz zaman daha fazla etkinleşir.

Sevimli şeyleri sıkmak istememizin bir nedeni var.

“O kadar tatlı ki, patlayana kadar onu ezecektim!” buna şirinlik saldırganlığı denir ve bunu hisseden insanlar o sevimli köpeği gerçekten ezmek istemezler. frontiers in behavioral neuroscience’da yayınlanan araştırma, pozitif duygulardan bunaldığımızı hissettiğimizde -inanılmaz derecede sevimli bir yavru hayvana bakarken yaptığımız gibi- biraz saldırganlığın bu yüksek seviyeyi dengelememize yardımcı olduğunu buldu.

Beynimiz sıkıcı konuşmaları daha ilginç hale getirmeye çalışır.

Glasgow üniversitesi araştırmacıları, yüksek sesle okurken kafamızın içinde sesler duymamız gibi, beynimizin de sıkıcı konuşmalar üzerine “konuştuğunu” buldu. birisi monoton bir şekilde konuşuyorsa, bilinçaltımızda onu kafamızda daha canlı hale getiririz.

Bazı insanlar başkalarında öfke görmekten zevk alır.

Michigan üniversitesi’ndeki bir çalışmada, yüksek testosterona sahip kişilerin, öfkelendirilmiş bir yüzle eşleştirilmiş bilgileri, kızgın bir yüzle eşleştirildiğinde, nötr bir yüzle veya hiçbir yüzle eşleştirildiklerinde bilgiyi daha iyi hatırladılar, bu da kızgın bakışları ödüllendirici bulduklarını gösteriyor.. araştırmacılar, bu durumun bazı insanların bir başkasının onlara sinirlenmesinden hoşlandığını gösterebileceğini söylemişlerdir -sinirli tepki tehdit olarak yeterince uzun sürmediği sürece- bu da ofisteki o adamın sizin masraflarınızla ilgili aptalca bir şakayı bırakmamasına neden olabilir

Başkaları aksini söylediğinde otomatik olarak şüphe duyarız.

1950’lerde ünlü bir deneyde, üniversite öğrencilerine dört çizgi arasından hangisinin dördüncü çizgi ile aynı uzunlukta olduğunu belirtmeleri istendi. deneyin içinde olan diğer kişilerin açıkça yanlış bir cevap seçtiklerini duyduklarında, katılımcılar onların öncülüğünü takip ederek aynı yanlış cevabı verdiler.

Aynı anda birden fazla işi yapma konusunda düşündüğümüz kadar iyi değiliz.

Journal of experimental psychology’de yayınlanan bir araştırma, iki işi aynı anda yaptığınızı düşündüğünüzde aslında iki görev arasında hızlı bir şekilde geçiş yaptığınızı gösteriyor – hâlâ tek bir göreve odaklanıyorsunuz. instagram’da gezinirken partnerinizi dinlemek bu kadar zor olmasının sebebi bu olabilir.

Geleceğin parlak olacağına ikna olduk.

Şu anda bulunduğunuz yerden hoşlansanız da hoşlanmasanız da, çoğumuz “iyimserlik yanlılığı”na sahibiz ve geleceğin şu anki durumdan daha iyi olacağına inanıyoruz. current biology’de yapılan araştırmaya göre, kariyerimizde yükseleceğimizi, hiç boşanmayacağımızı, melek gibi çocuklar yetiştireceğimizi ve uzun bir ömür süreceğimizi varsayıyoruz. bunlar herkes için gerçekçi olmayabilir, ancak hayal kurmakta zarar yok.

Biz (istemeden) inanmak istediğimize inanırız.

İnsanlar, doğrulama yanlılığı denen bir şeyin kurbanıdır: gerçekleri zaten inandığımız şeyi doğrulayacak şekilde yorumlama eğilimi. bu nedenle, amcanızın siyasi görüşlerini etkilemeye çalışırken ona ne kadar çok gerçek şeyler söylerseniz söyleyin, büyük olasılıkla yerinden kıpırdamayacaktır. bu, değiştiremeyeceğinizi kabul etmeniz gereken psikolojik gerçeklerden biridir.

Beyinlerimiz bizi tembelleştirmek istiyor.

Evrimsel olarak konuşursak, enerjiyi korumak iyi bir şeydir – yiyecek kıtken, atalarımız her şeye hazır olmak zorundaydı. ne yazık ki, kilosuna dikkat eden herkes için bu, bugün hâlâ geçerli. current biology’de yayınlanan küçük bir çalışma, gönüllülerin koşu bandında yürürken yürüyüşlerini otomatik olarak daha az kalori yakacak şekilde ayarladıklarını buldu.

Yalnız olmak sağlığımız için kötüdür

Araştırmacılar, bir kişinin sahip olduğu arkadaş sayısı ne kadar az ise, kan pıhtılaşma proteininin (fibrinojen) o kadar yüksek olduğunu bulmuşlardır. bu etki o kadar güçlüydü ki, 25 yerine 15 arkadaşı olan birinin sigara içmesi kadar kötü etkilere yol açabiliyordu.

Lisede en çok dinlediğin müziği sevmeye programlanmışsın

Beğendiğimiz müzik bize dopamin ve diğer mutluluk verici kimyasalların salınmasını sağlar ve beynimiz gelişmekte olduğu için gençken bu etki daha da güçlü olur. yaklaşık olarak 12 ila 22 yaş arasında her şey daha önemli hissedildiği için bu yıllara daha fazla önem veririz ve o müzikal anıları koruruz. “slate için yazan mark joseph stern, ‘araştırmacılar, beynimizin yetişkinlikte duyacağımız herhangi bir müzikten daha sıkı bir şekilde, ergenlik döneminde duyduğumuz müziğe bağlandığını gösteren kanıtlar buldular ve bu bağlantının yaşlandıkça zayıflamadığını’ yazmaktadır.

Hatıralar, doğru anlık resimlerden ziyade birleştirilmiş resimlere daha çok benzer

Dünyanın en iyi hafızalarına sahip insanların bile “yanlış hatıraları” olabilir. beyin genellikle olanların özünü hatırlar ve geri kalan kısmını doldurur -bazen yanlış bir şekilde- bu da eşinizin altı yıl önceki bir partiye sizinle geldiğine ısrar etmenizi açıklar, oysa o kesin bir şekilde gelmediğini iddia eder.

Üzerinde test edildiysen bazı şeyleri daha iyi hatırlarsın.

Üzgünüm, çocuklar! en kullanışlı psikoloji gerçeklerinden biri testin gerçekten işe yaradığıdır. psychological science dergisinde yayınlanan bir çalışma, insanların bilgi üzerinde test edildikleri takdirde (ne kadar çok test o kadar iyi), sadece çalıştıkları ve gerek duymadıkları duruma göre insanların bilgileri uzun süreli hafızalarında daha iyi depoladıklarını bulmuştur.

Çok fazla seçenek bizi felç edebilir.

“tercih paradoksu” teorisi, araştırmacılar tarafından çalışmalarda gösterilmediği gerekçesiyle eleştirilmiştir, ancak beynimizin bir ton seçenek yerine birkaç seçeneği tercih ettiğine dair bazı kanıtlar vardır. örneğin, hızlı buluşma etkinliklerinde bekarlar daha fazla insanla tanıştıklarında ve bu insanların yaş ve meslek gibi faktörlerde daha fazla çeşitlilik gösterdiğinde, katılımcılar daha az olası tarih seçmiştir.

Bir şeyin az olduğunu hissettiğinizde (örneğin, para gibi), ona takıntılı olursunuz.

Psikologlar, beynin kıtlığa duyarlı olduğunu, ihtiyaç duyduğunuz bir şeyin eksikliğini hissettiğinizde, daha fazla plan yapma eğiliminde olduğunu bulmuşlardır. örneğin, bir çalışma, çiftçilerin maddi akışları iyi olduğunda daha iyi planlayıcılar olduğunu ortaya koymuştur. paranızın sıkıştığı zamanlarda, faturaları ödemek veya ev işlerini yapmak için daha fazla hatırlatmaya ihtiyaç duyabilirsiniz çünkü zihniniz çok meşguldür ve hatırlamakla uğraşacak zamanı yoktur.

Yanlış olduklarını bilsek bile bir şeylere inanmaya devam ederiz.

Bir bilim çalışmasında araştırmacılar, gönüllüleri yanlış bilgilerle beslediler, ardından bir hafta sonra gerçeklerin aslında doğru olmadığını ortaya çıkardılar. gönüllüler (şimdi) gerçeği bilseler de, fmrı taramaları, zamanın yaklaşık yarısında yanlış bilgilere hâlâ inandıklarını gösterdi.

Biz, cansız nesnelerde bile insan yüzü ararız.

Çoğumuz bir tost diliminde isa’yı görmemiş olsak da, hareketsiz nesnelerden bize bakıyormuş gibi gelen çizgi film karakteri yüzlerini fark etmişizdir. buna pareidolia denir ve bilim insanları, yüzleri tanımanın sosyal yaşam için o kadar önemli olduğunu düşündükleri için beynimizin gerçekten bir yüzü kaçırmaktansa olmayan bir yüz bulmayı tercih ettiğini düşünmektedir.

Biz her zaman, her zaman bir sorun buluruz.

Bir sorun çözüldüğünde neden yerini başka bir sorun alır diye hiç düşündünüz mü? dünya size karşı değil, ama beyniniz belirli bir anlamda olabilir. araştırmacılar gönüllülere, bilgisayar tarafından oluşturulan yüzler arasından tehditkar görünen kişileri seçmelerini istedi. araştırmacı david levari: “zamanla tehditkar yüzleri gittikçe azalttıkça, insanların “tehditkar” tanımını daha geniş bir yüz yelpazesini kapsayacak şekilde genişlettik. diğer bir deyişle, tehditkar yüz bulacak kadar tehditkar yüzler kalmadığında, eskiden zararsız olarak nitelendirdikleri yüzleri tehditkar olarak adlandırmaya başladılar.”

İnsanlar, inançlarımızı değiştirmek yerine gerçekleri saptırmayı tercih eder.

İnsanlar “bilişsel uyumsuzluk”tan hoşlanmazlar: bir gerçek, inandığımız bir şeyle çeliştiğinde ortaya çıkar. bu yüzden, bir sevdiğimizin yanlış veya kötü bir şey yaptığını duyduğumuzda, gerçekten ne kadar kötü olduğunu azaltırız veya kendimize, hareket etmemiz gerektiğini söyleyen bir çalışmanın bilimi abarttığını söyleriz.

İnsanlar yüksek beklentilerimize uyum sağlarlar (ve düşük beklentilere uyum sağlamazlar)

Muhtemelen daha önce pygmalion etkisini duymuşsunuzdur – temel olarak, başkaları bize başarılı olacağımızı düşündüğünde iyi performans gösteririz ve başarısız olacağımızı beklediklerinde iyi performans göstermeyiz. bu fikir, 1960’ların ünlü bir çalışmasından kaynaklanmaktadır. araştırmacılar, öğretmenlere, iq testlerine dayanarak bazı öğrencilerin (rastgele seçilen) yüksek potansiyele sahip olduğunu söylediler. bu öğrenciler, öğretmenlerinin onlara olan beklentileri sayesinde gerçekten yüksek başarı elde etti.

Sosyal medya psikolojik olarak bağımlılık yapmak için tasarlanmıştır.

Facebook bildirimlerinizi hızlıca kontrol edeceğinizi söylediniz ve 15 dakika sonra hâlâ kaydırıyor musunuz? yalnız değilsiniz. bunun bir kısmı sonsuz kaydırma ile ilgilidir: gerçekten etkileşimde bulunmadan ve tıklamadan sitede kalabildiğinizde, beyniniz o “dur” işaretini almaz.

Sıkıcı bir görevin eğlenceli olduğuna kendimizi inandırabiliriz.

İşte bilişsel uyumsuzluğun harika bir örneği daha: bir öğrenme ve motivasyon psikolojisi çalışmasında gönüllüler sıkıcı bir görev yaptıktan sonra, birine gerçekten ilginç olduğunu ikna etmek için ya 1 dolar ya da 20 dolar ödendi. 20 dolar alanlar yalan söylediklerini biliyorlardı (makul bir ödül aldıkları için) ve hâlâ sıkıcı olduğunu düşündüler, ancak sadece bir dolar alanlar gerçekten eğlenceli olduğuna kendilerini ikna ettiler, çünkü beyinleri yalan söyledikleri için iyi bir nedeni yoktu.

Güç, insanların diğer insanlar hakkında daha az ilgilenmelerine neden olur.

Muhtemelen ünlü stanford hapishane deneyi hakkında bir şeyler duymuşsunuzdur. (hatırlatma: üniversite öğrencileri sahte bir hapishanede mahkum veya gardiyan olarak rastgele atanmış ve “gardiyanlar” “mahkumları” taciz etmeye başlamıştı. durum o kadar kötüleşti ki iki haftalık deney altı gün sonra iptal edildi). bu oldukça aşırı bir örnek olsa da, daha sonraki çalışmalar insanlar kendilerini güçlü bir pozisyonda hissettiklerinde, bir kişinin duygularını yüz ifadesine dayalı olarak daha kötü bir şekilde değerlendirmeye başlarlar ve bu da empati kaybına işaret eder.

Atalarımız için şeker ve yağ iyi şeylerdi

Neden acaba kek, sebzeden daha lezzetli olmak zorunda? bunun sebebi, milyonlarca yıl boyunca nasıl programlandığımızdır. atalarımız için, şekerden hızlı bir şekilde enerji alıp yağ olarak depolamak ya da vücudumuzu ve beynimizi doldurmak için bol miktarda yağ yemek uzun vadede daha fazla enerji anlamına geliyordu. ancak şimdi şekerli, yağlı yiyecekleri kolayca ve fazla yemek için ve mevcut olduğu için vücutlarımız hâlâ o yağı depolamaya programlanmış durumda – gerçekten ihtiyacımız olmasa bile.

Beynimiz uzun vadeli süreçleri önemsemez

Hemen hemen herkes zaman zaman erteler, hatta vergileri ödemek için bir sıçrama yapmanın, netflix’i açmaktan daha mantıklı olacağını bile bile. acil, önemsiz görevleri tercih ediyoruz çünkü bunları tamamlayabileceğimizi biliyoruz. ayrıca, sürecin günler yerine aylar veya yıllar olarak yaklaşırken, günlük geçen zamana daha bağlı hissettiğimiz kanıtlar da var.

Yetkilinin talimatları altında ahlakımızdan ödün verebiliriz

Bu, kitaplardaki en eski psikoloji gerçeklerinden biridir: 1960’ların başlarında, yale psikoloğu stanley milgram, nazilerin yaptığı gibi ahlaka aykırı emirleri amerikalıların kabul etmeyeceğini kanıtlayacağını düşündüğü bir deney yaptı. “öğrenme görevi” için gönüllülere, bir “öğrenen”e (gerçek gönüllülerin pek bilmediği bir oyuncuya) yanlış cevap verdiğinde şok vermesi söylendi. milgram’ı dehşete düşürecek şekilde, öğrenciler acı içinde çığlık attığında bile katılımcılar şok vermeye devam ettiler.

Para mutluluğu satın alabilir, ama sadece belli bir noktaya kadar

Araştırmalar, gelir açısından, insanların mutluluğun zirve yaptığı bir “doyma noktasına” sahip olduğunu ve daha fazla kazanmanın aslında sizi daha mutlu etmeyeceğini gösteriyor. farklı araştırmalar çeşitli miktarlar önerdi (2010’daki bir araştırma 75.000 $ dedi, ancak 2018’deki bir anket 105.000 $ dedi), ancak mesele aynı: sürekli olarak daha fazlasını, daha fazlasını hedeflemek size bir fayda sağlamayacaktır.

önemli olan sadece kazandığımız para miktarı değil, onu nasıl harcadığımız

Eğer en yüksek mutluluk seviyenize ulaşmamışsanız bile, paranız hâlâ mutluluğunuzu belirleyebilir. sosyalleşmemize ve daha canlı hissetmemize yardımcı olduğu için, sahip olduğumuz şeylerden çok deneyimlere (dışarıda güzel bir yemek veya tiyatro bileti) para harcadığımızda daha fazla tatmin olduğumuzu gösteren araştırmaları muhtemelen duymuşsunuzdur. ancak science dergisinde yayımlanan başka bir araştırma, paranın en tatmin edici şekilde nasıl kullanılacağına dair başka bir strateji buldu: kendimiz yerine başkalarına harcamak.

İnsan Ölümü Taşır İçinde, Bir Meyvenin Taşıdığı Gibi Çekirdeğini

Eskiden insan biliyordu (ya da belki seziyordu) ki, meyvenin çekirdeğini taşıması gibi, ölümü kendi içinde taşımaktadır. Çocukların içinde küçük, yetişkinlerin içinde büyük bir ölüm vardı. Kadınlar ölümü kucaklarında, erkeklerse göğüslerinde taşırdı.

En temelde, bizi biz yapan şeylerden biri de, var olduğumuzun farkında olmamız. Bu farkındalığın diğer yüzü ise, varoluşumuzun muvakkaten olduğu, bir gün var olmayacağımız bilinci; yok oluşun her an kapımızı çalabileceği gerçeği. Ölüm, kestirilmesi güç olduğu kadar kontrol etmesi de imkansız bir olgu. Ölüm farkındalığı, fanilik bilinci insan olmanın büyük bir dezavantajı gibi görünüyor; yine de bu farkındalığa ve korkuya cevaben insanların başardıkları, inandıkları, evrildikleri yönler takdire şayan değil mi?

Tüm bunları konuşmadan önce, bu farkındalığın içimizde yarattığı doğal savunma mekanizması olan “dehşet” duygusundan bahis açmak gerekiyor. Üstünüze bir aslanın koşarak geldiğini hayal ettiğinizde, beraberinde kalbinizin yerinden çıkacakmış gibi çarpacağını, ellerinizin terleyeceğini de gözünüzde canlandırabilirsiniz. İşte ölüm gerçeğini yakınımızda hissettiğimiz anda bu dehşet duygusunu deneyimler, bunu müteakiben kaçma, savaşma veya donakalma tepkilerinden birini veririz. Bu dehşetle nasıl başa çıktığımız ise tarihsel bir sürecin hasılasına olduğu kadar donanımlarımıza da işaret eder. İnsan öyle ya da böyle, ölümsüz olduğunu hissetmek ister; malum olduğu üzere de ölümsüzlüğün iki yolu vardır. Ya gerçekten ölümsüz olunur yahut simgesel olarak.

Kültürel modellerimiz, bizleri sadece hayatta kalmak gayesiyle yaşayan memeliler olmaktan, bir anlama sahip insanlar olmaya yöneltmek için, biz fanilerden daha uzun süre kalıcılığa sahip dünyamıza önemli katkılarda bulunmaya teşvik eder. Bizden sonra da süregiden hayata kendimizden bir şeyler bırakma arzumuzun sonucu olarak hem sembolik hem de gerçek manada ölümsüzlüğe olan inancımız, ölümün üzerimizde yarattığı baskı ve dehşetten bizi azat eder.

Dehşet yönetimi kuramına göre kültürel değerlerimize bağlılığımızı sürdürdüğümüz sürece, yaşam boyu kişisel bir anlam ve kalıcılık arayışıyla yarattığımız eserler sürer gider. İnsanın eser bırakma temayülü, kültürel değerlere bağlılığın yanı sıra öz saygı ihtiyacımızın da bir neticesidir. Öz saygı, devasa bir varlık düzeni içerisinde kendimizi önemli ve daha dayanıklı varlıklar olarak hissetmemizi sağlayan bir amildir.

Ölümsüzlüğü kovalarken zaman zaman karşılaştığımız bu varoluşsal dehşetin çocukluktan itibaren oluşturduğumuz şemalar üzerindeki etkisini daha dikkatlice inceleyebiliriz:

Doğumla birlikte zaman içinde etkileşimler kurmaya ve bunlara anlamlar atfetmeye başlarız. Elzem ihtiyaçlarımızdan biri olan psikolojik güvenliği bakım verenlerimizden temin etme ihtiyacı duyarız. Yaşımız ilerledikçe ailemizin hoşuna gitmeyen davranışlarda bulunduğumuzda bunun hoş karşılanmayacağını, hatta belki cezalandırılabileceğimizi öğreniriz. Birincil güven kaynağımız tarafından onaylanmamak bizim için büyük bir acı kaynağı olduğu için iyi ve kötüyü bu istikamette belirli şemalar dahilinde birbirinden ayırt etmeyi öğreniriz. Bu aşamada özellikle önem kazanmaya başlayan olgu öz saygıdır, tam da erken çocukluk döneminde öz saygı temellerini oluşturmaya başlarız. Sosyalleşmemiz sürdükçe, bulunduğumuz kültürel öğretilere göre doğrular ve yanlışlar oluşturmak bizi güven hissi içerisinde tutar. Bu bağlamda ölümü keşfetmemiz oldukça ilgi çekicidir. Bebekler karanlıktan, düşmekten korkarken aslında neden korktuklarını bilmezler, çocuklar zaman içerisinde deneyimlerle uykuya yatan evcil hayvanının artık uyanmayacağını, büyükbabasının gittiği yerden geri dönmeyeceğini anlamaya başlar. 

Çocuklar bilişsel açıdan olgunlaştıkça ve ölümün daha derin anlamlarını keşfettikçe bu varoluşsal dehşet ile daha sık karşı karşıya kalırlar ve yetişkinlere nazaran daha çok etkilenirler. Bu aşamada kendilerini gündelik meşgaleler ile oyalasalar da sonsuza kadar yaşama ve yaşlanmama istekleri ile sıkça karşılaşabiliriz. Çocuklar, her ihtiyaç duyduğunda fiziksel ve duygusal konfor sağlayan bakım verenlerinin, hatta kendilerinin sıradaki kurban olabileceğini fark ettikçe güven duygularını ölümlü bakım verenlerinden daha kalıcı gibi görünen kurumlara ve pozisyonlara yönlendirebilir. Kültürel şemalara olan güven geliştikçe, varoluşsal kaygıyı yönetme biçimimiz de paniğe kapılmak ve ağlamak tepkilerinden sembolik veya gerçek ölümsüzlüğü aramaya doğru yönelebilir.

Çocuklar kadar biz yetişkinler de dünyayı kültürel inanç ve değerlerimiz etrafında yeniden şekillendirip kendimiz ve beynimiz için sürdürülebilir bir hale getiriyoruz. Bu arayışımız bizlere soğuk ölüm gerçeğinin dışında bir anlam vaat ediyor. Bu bağlamda gündelik hayatta, kurumlardan bireysel ilişkilerimize kadar, katılımda bulunduğumuz tüm iktidar ve itaat eylemleri öz saygımızı güçlendirip yeniden üretmeye matuf. 

Öz saygı, değerli bireyler olduğumuza inanmamızı, kendimiz hakkında iyi hissetmemizi sağlıyor, üstelik sosyal rollerimiz de bu duygu ile paralel gidiyor. Evrene anlamlı katkılarda bulunabilen bireyler olduğumuza inandıkça en derin korkularımızın üstesinden gelmesek bile üzerini örtebiliyor, kısmen de olsa bu gerçeği düşünmekten kaçınarak yaşamlarımıza devam edebiliyoruz. Kültürlerimizden neyin doğru neyin yanlış olduğunu, yanlış yapanların cezalandıracağı gibi doğru yapanların ödüllendirileceğini öğrenirken kültürel rol ve değerlerle kendimizi nitelendiriyoruz (doktor, avukat, yardımsever, vb) ve nihayet güvenli bir sembolik gerçekliğe inanarak ölümlü bedenimizin dışında da var olmayı öğreniyoruz. Öz saygı ise bu yolda bize en temel psikolojik direnç olarak metanet sağlıyor. Varoluşsal dehşetin yarattığı kaygıyı bastırmadaki rolünü göz önünde bulundurursak özsaygı eksikliği yaşayan insanların kaygı ile mücadele etmekte daha çok zorlandığını söylemek mümkün. Sonuç olarak, özsaygının bizi derinlerimize işlemiş fizyolojik ve psikolojik korkularımızdan koruyabileceğini görebiliyoruz.

Yelpazenin diğer ucunda ise, düşük öz saygı ile yaşayan insanlar kendi kültürel değerlerine olan inançlarını da zaman içinde kaybedebiliyor. Bu süreç iki yönlü işliyor, baskın kültürün ortalama bir insanın karşılayamayacağı taleplerde bulunması da öz saygı seviyelerini olumsuz yönde etkileyebiliyor. Öz saygı arayışımız yaşamdaki en önemli mücadelelerimizden biri, ve biz insanlar elimizden gelen hemen her şeyi ortaya koymaya yatkınız. Bu sebeple, kimi zaman anlam kaybı yaşayan insanlar, yeni görüşler ve kültürel değerler benimseyerek öz saygılarını onarırlar.

Ölüm fikriyle nasıl başa çıktığımızın tarihselliğine göz atacak olursak, en eski çağlardan beri grup içi bağlılık ve iletişimi kurmak için kullandığımız sembolik davranışları, dil ve iletişim pratiklerini incelemekle işe başlamak gerekiyor. Bunların tamamı, öz farkındalığa olduğu kadar güvenli yaşam alanı kurma gayelerine de hizmet ediyor. Kullandığımız semboller, sanat, ritüeller, hüsn-ü zan gibi pratiklerin geleceği planlayabilmemize katkıda bulunduğu kadar ölümden uzaklaşma çabalarımıza da zemin hazırladığını söyleyebiliriz. Eski çağ tıbbından simyaya kadar insanlar daimi olarak hayatı uzatmanın veya ölümsüzlüğün formülünü bulmaya çalışmışlardır. Bunun günümüz tıbbındaki karşılığının teknolojinin izin verdiği ölçüde işlevsiz organlarımızı yenileriyle değiştirmek, zorlu hastalıkları yenen ilaçlar ve tedaviler bulmak ve ölümleri azaltmak olduğunu söylemek yanlış olmaz. Gerçek manada ölümsüzlük idealini tam olarak tanımlamasa da en az bunun kadar üzerine emek verdiğimiz bir başka ölümsüzlük de, sembolik veya temsili ölümsüzlük. Simgesel manada ölümsüzlük, insan bilincinin etkilediği tüm çağlarda, kültürel, sanatsal, bilimsel, akademik eserlerle veya sadece insanların hayatlarına biraz ışık düşürerek bile olsa katkıda bulunma arzusudur. Bizden sonraki nesiller ve dünya üzerinde hayırla yad edilecek bir iz, hatırlanmaya değer bir şeyler bırakma özlemimizdir. Ün ve şöhret sağlamak kadar bir aile sahibi olmak da bizim için simgesel ölümsüzlüğü elde etmenin bir yolu olabilir. Kendi öğretilerimizi nesilden nesile aktarma düşüncesi buna bir başka örnek teşkil edebilir.

Peki bugünün dünyasında ölümün yarattığı varoluşsal kaygıyı nasıl deneyimliyoruz? Dehşet yönetimi teorisine göre, kendimizi korumaya yönelik temel biyolojik eğilimimiz ile sofistike bilişsel kapasitemizin birleşimi, kırılganlığımızın ve kaçınılmaz ölümlülüğümüzün farkına varmamızı sağlayarak bizleri varoluşsal dehşete açık hale getiriyor. Böyle durumlarda bize benzemeyeni kendimize benzetmeye, ya da kötülemeye meyledebiliyoruz. Bu eğilim bize ölümü hatırlatan olgular ışığında daha da görünürlük kazanıyor; ölümlü olduğumuzu hatırlamamak için grup dışı bireyleri insandışılaştırıyoruz. Temel inançlarımız bize psikolojik bir güvenlik hissi sağlıyor, bir yandan da ölümlülük dehşetini yenmek için hakikatler yerine belirsiz inanışlara sarılıyoruz. Bizden ve inandıklarımızdan farklı olan insanları kutulara yerleştirip stereotipler oluşturuyoruz. Korkuyu yenip, anlam oluşturmak için yaptığımız bu yaklaşım etkiliymiş gibi görünse de farklılıkları kabullenmemizi engellediğinden, karşı tarafa karşı düşmanca tavırları destekleyebiliyor. 

Kısacası insanın insana zulmü en temel korkularımızda kök salıyor. Ölüm kaygısından kurtulmak için, ölümü sadece kötülere atfetme ve kendini iyi görmek de bir başka mekanizma. Öte yandan bedenlerimizin fiziksel ve hayvani olması bize ölümlülüğü anımsattığı için, bundan çok daha fazlası olmak, bir anlama ve öneme sahibi olmak için çabalayıp duruyoruz. Bunun bir yansıması da güzellik ve yaşam standartlarımızda ortaya çıkıyor: Bazen, hayvani yanımızı bize en çok hatırlatan cinsel pratiklerimizi, kadınları, kadınlığı cezalandırarak bu köklü korkuya yanıt veriyoruz, bazen de bedenimizi, hayvani olduğu için cezalandırmak yerine toplumun bize empoze ettiği güzellik algıları çerçevesinde süslüyoruz.  Bu düşünce tarzlarının kişi ve toplumlar üzerinde yarattığı fizyolojik, psikolojik etkiler oldukça derin olmasına rağmen, duygularımızı daha az hayvani ve daha çok insani hale getirmek için adeta çırpınıyoruz.

İnsanlar ölüm düşüncesiyle başa çıkmak için iki farklı tür psikolojik savunma kullanır. Ölümün bilincinde olduğumuzda, proksimal (yakınlık odaklı) savunmalarımız faaliyete geçer. Bu savunmalar, ölüm ve yokoluş düşüncesinden kurtulmak için rasyonel çabalardır. Ya bu rahatsız edici düşünceleri bastırıp dikkatimizi dağıtmaya çalışırız ya da ölüm sorununu düşünmeyi erteleriz. Bunun aksine, bilinçsiz ölüm düşünceleri distal (uzaklık odaklı) savunmamızı harekete geçirir. Bu savunmaların ölüm sorununa rasyonel bir çözümü yoktur. Bizden farklı düşünenlere daha sert tutum takınmanın veya öz saygımızı artırmaya çalışmanın, bir gün öleceğimiz gerçeği ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Yine de, bu tür tepkiler varoluşsal kaygılarımızı bastırır, çünkü, ölümümüzün ötesinde gerçek veya simgesel bir biçimde varlığımızı sürdüreceğimiz inancını desteklerler. Zaman zaman proksimal savunma mekanizmasının ölüm düşüncelerini ertelediği gibi fiziksel iyilik halimize de olumlu etkide bulunabildiği gözlenmiştir. Ancak kötü kararlarımızı bu yolla rasyonel bir kalıba sokmak, bazı zamanlarda faydadan çok zarar getirebilir. Örneğin, genetik hastalığa yatkınlığınız bariz olmasına rağmen genç olduğunuz için düzenli kontrollerinize gitmemek, veya metabolizmanız hızlı olduğu için besleyici olmayan zararlı yiyecekleri rahatlıkla yemek proksimal savunma stratejisinin olumsuz örnekleri olarak sayılabilir. Araştırmalar olumlu tepkiler veren insanların özsaygılarının daha yüksek olduğunu ve bu kişilerin yüksek miktarda ölüm kaygılarını bastırma ihtiyacı duymadıklarını öne sürüyor. Öte yandan, iyimser insanlar da olumlu ve sağlıklı tepkiler vererek ömürlerini artırmak adına kendilerine daha iyi bakma eğilimi gösteriyorlar. 

Sağlıksız başa çıkma yöntemlerini, psikopatolojik rahatsızlıklar üzerinden incelemek de anlamlı olacaktır:

Şizofreni hastalarında ölüme meydan okumak, kendini fiziksel olarak yenilmez hissetmek; fobi ve obsesif bozukluk sahibi kişilerde de korkunun hedefini değiştirmek, ölüm yerine fobi veya takıntı objesine yönlendirmek sıkça rastlanan davranışlardır. Travma sonrası stres bozukluğu ile mücadele eden kişilerin ölüm ile aralarında duran güvenli kalkan kırılmıştır, bu kişiler sıklıkla kendilerini benliklerinden ayrışmış, sanki dışarıdan kendi hayatlarını izliyorlarmış gibi hissedebilir, çünkü ayrışmak travmatik olayın dehşetini örtmektedir. Depresyon tanılı kişilerde ise ölüm korkusu, uzağa itilen bir gerçeklik olmaktansa görünürdür; hayatlarının ve kendilerinin değerini azımsayan depresyonlu kişilerin zihni sıklıkla ölüm düşüncesiyle meşgul olabilir ve hayattaki anlam ve amaç arayışında zorlanabilirler. Ölümün gerçekleştirilmiş formu olan intihar da zaman zaman gerçek veya sembolik ölümsüzlüğü elde etmenin bir yöntemi olarak karşımıza çıkabiliyor. Tüm bunların yanında, bağımlılık da temelde varoluşsal dehşet ile başa çıkmanın bir başka yolu olarak tezahür edebiliyor.

Ölümle yakın temas kurmuş insanların, yeryüzünde kalan zamanlarının azaldığını kabullenmiş olan, şimdiki anı daha fazla takdir eden, yakın ilişkilerine maddiyattan daha fazla önem veren kişilerin kendi ölümleri hakkında daha az korkulu ve daha az savunmacı olduklarını bulgulamak mümkün. Bu tablo, kişinin kendi sonluluğunu kabullenmesini teşvik etmenin mümkün olup olmadığı sorusunu gündeme getiriyor; eğer öyleyse, nasıl?

Antik çağlardan beri yaşamış pek çok filozof, düşünür ve günümüz psikologları, ölümlülüğümüzü kabullenmenin, bilinçsiz ölüm korkusunun yıpratıcı etkilerini azaltmak ve günlük yaşama şükranımızı artırmanın bir yolu olarak önemini vurgulamakta. Ortaçağ keşişlerinin bir hatırlatma nesnesi olarak masalarında bir kafatası tutmaları gibi tarihsel örneklerle, ölümle doğrudan yüzleşmeye yönelik birçok yaklaşım, farklı zamanlarda ve yerlerde uygulanagelmiştir. Ölüme aşina olmaya yönelik farklı çabalar, belki ölüme karşı daha hazırlıklı psikolojik olarak daha güçlü olmamızı sağlayabilir. Lucretius’un dediği gibi: Neden hayattan, bir ziyafete doymuş bir konuk gibi ayrılmayasınız? Kendinize bakın. Hareketleriniz korku kaynaklı mı, manipüle mi ediliyorsunuz? Katı savunma mekanizmalarıyla mı hareket ediyorsunuz yoksa hayatınızda gerçekten değer verdiğiniz gayelerin peşinde misiniz?

Rilke, Malte Laurids Brigge’nin Notları

PROF. DR. KEMAL SAYAR

Varoluşsal boşluk bir anlam krizidir. Hayatı anlamsız kılan içten içe bir his, dış dünyadan kopuk ve yalnızca acı çekilen bir yer. Hayat anlamsızdır. Yaşama karşı kayıtsızca hisseden insanlar arasındaki temel inanç budur. Bu, adaletsizliğin ağırlığını ve etraflarındaki her şeyle bir çeşit kopukluk hisseden insanların inancıdır. Başka bir deyişle, bu kişilerin hissettiği şey varoluşsal boşluk.

Bu kişiler, genellikle, ölüm ya da özgürlükten yoksun olmak gibi derin konular hakkında düşünmekten hoşlanan insanlardır ve onları içten içe tüketen varoluşsal bir boşluktan kurtulamazlar. Bu, toplumun neyin değerli olup olmadığına ve anında memnun olmaya dair sürekli mesajlar vererek katkıda bulunduğu bir boşluktur. Ama aynı zamanda çektikleri ıstıraptan kurtulmak amacıyla sürekli olarak haz peşinde koşarlar. Mesele, dikkatlerini hissettikleri boşluğa yöneltmiyor olmalarıdır.

Bazı insanlar için, “Hayat neyi yaşamaya değer?” sorusuna iyi bir cevap yoktur. Hiçbir şey onların içindeki boşluğu doldurmaz, hiçbir şey onları tatmin etmez ve bu da, onları tam olarak acı çektikleri psikolojik bir duruma sürükleyen şeydir. Çoğu kez, bu durum derin bir depresyona veya kendine zarar verici bir davranışa dönüşür. Varoluşsal boşluk, bir anlam krizidir ve kendini, düşünce tutarsızlığından dolayı dünyayı farklı bir bakış açısı ile gören biri olarak ya da acı çekmekten kaçınmak için sürekli olarak haz peşinde koşan biri olarak tanımlamanın bir sonucudur. Bu, günümüz dünyasında yaygın bir fenomendir, o yüzden daha ayrıntılı bir şekilde inceleyelim.

Varoluşsal boşluk: uçurumun derinliklerinde hissetme

Zihninizde gelişmekte olan hayatın anlamı, amaçladığınız şeyler gerçekleşmediğinde parçalanıp kaybolabilir. Gerçekte olan ile beklentileriniz arasında büyük farklılıklar ortaya çıktığında, hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Ayrıca, ciddi durumlar belirlilik ve güvenlik duygularınızı tehdit ettiğinde ve bunlarla yüzleşecek enerjiyi kendinizde bulamadığınızda da, hüsrana uğrayabilirsiniz. Bütün bunlar, varoluşsal engellenmenin yoğun bir halini yaşamanıza  ve bazen acı dolu bir boşluk hissetmenize neden olur. Bu, sanki içinizde anlamsız şeylerin varlığı tanımladığı ve diğer kişilerle iletişim kurma yeteneğinin kaybolduğu bir boşluk taşımışsınız gibi hissettirir.

Psikolog Benjamin Wolman, bu durumu “varoluşsal sinir bozukluğu” olarak kavramsallaştırmış ve şu şekilde tanımlamıştır:

“…hayatın anlamını yakalamada başarısız olmak. Yaşamak, mücadele etmek, umut beslemek için bir neden bulamadığınız hissiyatıdır. …Hayatta bir güdüm, bir amaç bulmaya yeterli olmama hissidir. İnsanlar, yaptıkları işlerde çaba sarf etseler bile tutkularının olmadığına inanırsınız.”

Bu durumun sosyal yönü

Psikoterapist Tony Anatrella gibi bazı yazarlar, anlam kaybının, özsel-aşkınlığa ulaşmayı engelleyen bencil davranışlardan oluşan kişinin kendi egosunu tatmin etme çabasından kaynaklandığına işaret ederler. Ve diğer yazarlar, bu durum söz konusu olduğunda, hayatı anlamsız bulmanın izole olmakla ilişkili olduğunu, bireysel değerleri üstün tutmanın ve yanlış bir şekilde hazzın peşinden koşmanın mutluluğun anahtarı olarak görmek olduğunu savunuyorlar. Yani, kendi bireysel arzularınıza odaklanıyor olabilirsiniz. Bu da, bir arada yaşama, dayanışma ve ya saygı gibi sosyal yönlere ilişkin hissin azalmasına neden olur.

Gerçekliği algılayamadığınız zaman ve asıl amacınızın mutlu olma hedefine dönüştüğünde, varoluşsal boşluk yaşama olasılığınız çok yüksektir. Sevinç gibi keyifli ve kısa süreli duygular, haz hissetmenize neden olur ama kendinizi gerçekleştirmenizi sağlamaz. Herhangi bir haz duygusunda olduğu gibi, alışkanlık yapabilir veya sizi esiri altına alabilir. Öyle ya da böyle, hayatınızda sadece iyi değil, aynı zamanda sizin tarafınızdan gerçekleştirilen bir şey yapmanız gerekir. Bu nedenle, hayatın anlamı arzu ettiğiniz ve ihtiyacını duyduğunuz kaderinizle bağlantılıdır. Çünkü, bu arzu sayesinde kendinizi özgür bir şekilde geliştirebilirsiniz.

Kendinizi bir kere mutlu hissettiniz de, özgürlüğünüz içkin sınırları aşar ve hayatın anlamının maddi ya da ölçülebilir değil, bundan çok daha fazlası olduğunu anlarsınız. Ancak, işler beklediğiniz gibi gitmediğinde, hayattaki anlam eksikliği sizi uçurumun derinliklerinde hissetmenize sebep olabilir.

İnsanın anlamlama boyutu

Avusturyalı psikiyatrist Viktor Frankl’ne göre, insanlarda esas olarak üç boyut mevcuttur:

  • Bedensel boyut, bedeni ve biyolojik bölümü kapsar.
  • Psişik/zihni boyut, psikodinamik gerçekliği ya da hem psikolojik hem de duygusal evreni gerekli kılar.
  • Anlama ya da ruhsal boyut, ruhun fenomenolojisini kapsar. Bu nedenle, bu boyut diğer iki boyutun ötesine geçer. Dahası, bu boyut sayesinde insanlar, psikolojik bir şekilde konuşarak, sağlıklı bir yaşam geliştirebilirler.

Bu yüzden, ne zaman derin bir hissizlik hissederseniz hissederseniz, bu his sizin ruhsal boyutunuzla bir çatışma halinde olduğunuz anlamına gelir. Yaralarınızı sarmaya yetersiz olabilirsiniz, hatta ilk etapta onları teşhis dahi edemeyebilirsiniz; Yaşamak için bir neden bulmakta kendinizi yetersiz görebilirsiniz, dolayısıyla acı içinde boğulur ve tutarlılık ve amaçtan yoksun kalırsınız. Diğer bir deyişle, bu yaşadığınız varoluşsal bir boşluktur.

Sosyal ve bireysel değerler

Frankl, anlamı bulmanın yolunun sizin değerlerinizde yattığını vurgular ve sosyal bilinç, bunun ortaya çıkmasına yardımcı olan şeydir. Ancak, değerler kişisel samimiyetten kaynaklandığı halde, bu değerler kültürel, dini ve ya felsefi sistemlerle uyuşan evrensel değerlere dönüşür.

Bu nedenle, duygusal bağları korumakla birlikte, diğer kişilerle iletişim kurmak, insanları kendi mutluluğunuz için sorumlu tutmadığınız sürece, hayatın anlamını kaybetmemek için önemlidir. Bir anlamda, hayatın anlamının kökleri sosyal olgularda yer alır. Fransız sosyolog ve felsefeci Durkheim, sosyal olguların yokluğunu ve bunun neye yol açtığını açık bir şekilde belirtmiştir:

[Bir birey] belirli bir konumun ötesinde kişiselleştirildiğinde, eğer kendisini diğer varlıklardan, insanlardan ve ya şeylerden çok radikal bir şekilde ayırırsa, onlardan faydalanması ancak hiçbir bağının olmadığı aynı kaynaklardan kendisini izole olmuş bir şekilde bulur. Etrafında boşluk yaratarak aslında kendi içinde bir boşluk yaratır ve kendi mutsuzluğundan daha fazla düşünecek hiçbir şeyi kalmaz. İçinde bulunan hiçlik ve bunun bir sonucu olan üzüntüden başka meditasyon nesnesi kalmaz.”

Hayatın anlamını bulmayı denemeden önce kendinizi keşfedin

Ancak, bu birini suçlamak ya da bir kurtarıcı aramak ile ilgili değildir. Buna karşılık, bu kendinizi keşfetmenize yarayan düşünceli ve sorumlu bir tavır. Bu, bir amaç bulmak ve varoluşsal boşluktan kurtulmaktır.

Ayrıca, bunu yapmak hayatın anlamını ifade etmenin çok sayıda yolu olduğunu fark etmek için de uygundur: dünyadaki insanlar kadar çok yolu vardır. Gerçekten de, her birimiz hayatımızdaki kendi serüvenlerimiz aracılığıyla hayat amacımızı değiştirebiliriz. Bu nedenle, tıpkı Viktor Frankl’inin de söylediği gibi,  aslında, önemli olan hayatın genel olarak anlamı değil, ama onun her bir andaki anlamıdır.

Ayrıca, Frankl hayatın anlamını değil, bunun yerine kendimizi keşfetmemiz gerektiğini söyler. Sorumluluk, varlığınızın özel özüdür; hayatın anlamını kendinizi keşfederek bulun.

Varoluşsal boşluktan kurtulmak için tutumunuzu değiştirin

Zamanınızı, enerjinizi, çabanızı ve kalbinizi ortaya koymuş olsanız bile, hayat bazen adil olmaz. Ve kendinizi kötü hissetmeniz tamamen anlaşılabilir olmakla birlikte, iki seçeneğe sahipsiniz: ya zaten olanları değiştiremeyeceğinizi kabul edip mağdur bir şekilde devam edersiniz ya da aslında, değiştirebileceğiniz tek şeyin bu duruma karşı tutumunuz olduğunu kabul edersiniz.

Hareketleriniz, duygularınız, düşünceleriniz ve kararlarınızdan siz sorumlusunuz. Bu sayede, hangi konuda sorumlu olduğunuza karar verme imkanına sahipsiniz.

Bu nedenle, hayatın anlamı değişkendir. Her gün ve her an bir durumun içinde takılı kalacağınıza ya da kendinize olan saygınızla hareket edeceğinizi, gerçek benliğinizi dinleyeceğinizi, haz tuzaklarından ve anlık memnuniyetlerden kendinizi özgür kılacağınızı belirleyen kararlar alma fırsatına sahipsiniz.

“Bir insan, diğer kişiler arasında bir şey değildir; olaylar birbirlerini belirler, fakat insan nihayetinde kendi kendine karar verendir. İnsanın yeteneği ve çevre koşulları dahilinde olduğu şey, kendisini var etmektir.”

– Viktor Frankl

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Hayattaki anlam, her insanın yaşam tarzına, niyetlerine ve hedeflerine verdiği önemi ifade eder. Her bireyin kendi anlamını bulmak için içsel bir yolculuğa çıkması gerektiği için, bu anlam kişiden kişiye değişir.

“Hayatımın anlamı ve hiç bir amacı yok. Kendimi, hiç bir yönü olmayan ve akıntıya kapılıp gitmiş biri gibi hissediyorum. Ne istediğimi bilmiyorum, hiçbir şey beni yeterince motive etmiyor ve hayattaki yolumu bulamıyorum. Daha önce, hayatınızı veya kendinizi bu kelimelerle daha önce tanımlamış olmanız oldukça mümkün; herkesin böyle bir dönemi oluyor. Varoluşsal krizler, yaşamdaki anlamı bulmanın imkansız gibi görünebileceği belirli yaşam aşamalarında kaçınılmaz olarak ortaya çıkar.

Varoluşsal krizler genellikle, diğerleri arasında daha çok öne çıkan ayrılık, sevilen birinin kaybı, hayal kırıklığı veya iş kaybı gibi bazı acı verici durumlardan kaynaklanabilir. Acı ve umutsuzluğa neden olan tüm durumlar kesinlikle varoluşsal bir krizi tetikleyebilir. Bazı insanlar sadece geçici olarak acı çekerken, diğer insanlar daha derin ve uzun süreli bir acıya düşebilir. Varoluşsal bir krizin ortasında olduğunuz dönemde inanılmaz derecede kaybolmuş hissedebilirsiniz. Kim olduğunuzu bilmiyor olabilirsiniz ve geleceğe güvensizlikle bakabilirsiniz. “O kadar kayıp hissediyorum ki hayatımın bir amacı yok ve bir çıkış yolu bulamıyorum” dediğiniz mutlaka olmuştur.

Hayatımın anlamı nedir?

Birçok yazar, bilim adamı ve filozof geçmişte yaşamın anlamı hakkında uzun uzun tartıştılar. Fakat hiç kimse insanlığın geri kalanını kendi evrensel hakikatini benimsemeye ikna edemedi.

Yaşamın anlamı, her insanın ona yüklediği anlama, kişisel olarak aklında olan niyetlere ve amaçlara atıfta bulunur. Her bireyin bir iç yolculuğa çıkarak kendi anlamını bulması gerektiğinden, bu anlam kişiden kişiye değişiecektir. Psikiyatrist Viktor Frankl, Man’s Search for Meaning (İnsanın Anlam Arayışı) isimli eserinde, hayatın her koşulda bir anlamı olduğunu ifade ediyor. Bir kişi acı ve sıkıntı durumlarında bile bir anlam bulabilirse, trajedilerini başarıya dönüştürerek bunların üstesinden gelebilir.

Frankl için, her insanın yaşamının bir anlamı zaten var ve sadece bulunmayı bekliyor. Sonuçta, her insan kendi hikayesini yazıyor. İnsanlar, belirli durumlarla karşılaştıklarında nasıl hissedeceklerine aslında kendileri karar verirler.

Hayatımın hiçbir anlamı yok ve üzüntü her yanımı kapladı

Hayatınızın bir anlamı olmadığını düşündüğünüz zamanlarda, bu durumla ilişkili bazı ilave duygular da yaşayabilirsiniz. Bir şeyin doğru olmadığını gösteren belirtiler olduğundan, ortaya çıkan ve alarm niteliği taşıyan bu duygulara dikkat etmek oldukça önemli. Ayrıca, bu duygular aşağıdakilere de yol açabileceğinden, profesyonel yardıma da ihtiyacınız olabilir:

  • Üzüntü. Nedenini tam olarak bilmeden hayata karşı ilgisiz veya üzüntülü hissettiğinizi hissedebilirsiniz. Bazı insanlar iyi bir işi, ailesi ve arkadaşları olduğu için böyle hissetmek üzere bir nedenleri olmadığını düşünürler. Ancak, yine de açıklayamadıkları bir üzüntü hissediyorlardır.
  • Kim olduğunu bilmeme. Bu, kendiniz hakkında farkındalık eksikliğinden kaynaklanmakta. “Hayatım anlamsız ve kendimi kayıp hissediyorum. Kim olduğumu veya ne istediğimi bilmiyorum” diye düşünüyor olabilirsiniz.
  • Anhedoni. Eskiden sevdiğiniz etkinliklere olan ilginizi kaybedersiniz. Hiçbir şeyden zevk almazsınız ve hiçbir şey sizin için tatmin edici görünmez. Bu sürekli sıkılmış hissetmenize sebep olur.
  • Sosyal izolasyon. Hüzün, ilgi eksikliği ve hayatınızda tatmin olmaması karşısında ortaya çıkan hayal kırıklığı daha fazla sosyal izolasyona yol açar. Böyle bir durumda, başkalarıyla takılmak bile istemesiniz.

Varoluşsal bir krizle karşı karşıya kaldığınızda, içsel bir yolculuğa çıkın

İçsel bir yolculuğa çıkarak kendinize tekrar dönüp bakmak için kendinize biraz zaman ayırın. Bu yolculuk sırasında kendinize sormak isteyebileceğiniz bazı sorular: “Hayatımda değişiklik yapmam gerekiyor mu?” “Ne hissediyorum, ne düşünüyorum ve ne istiyorum?” “Kendime öncelik tanıyor muyum?” “Gerçekten olmak istediğim kişi miyim?”

Bu soruların cevaplarını aramak, kendini tanıma yolunda size yol gösterebilir. Bu noktada, hayattaki amaç duygunuzun kaybının ardında, muhtemelen kim olduğunuz ve ne istediğinize dair düşük düzeyde bir bilgi birikimi bulunacaktır. Bu nedenle, amacınızı bulmanız ve kendinizle bağlantı kurmanız, ihtiyacınız olan cesareti ve zamanı kendinize vermeniz gerekebilir.

Kim olduğunuzu bilmiyorsanız hayatınızda gerçekten amaç ve anlam bulabilir misiniz? Varoluşsal bir boşluk, sanki kendi varlığınızla bağlantınızı koparmış gibi, onun yerine bir izleyici olmayı seçiyormuş gibi, kendinizle olan temas kaybı ile eşanlamlıdır. Ne olmuş olabilir ki, içinizde olup bitenlere dikkat etmediğiniz başka bir nesneye veya kişiye odaklanmışsınızdır. Böylece, “Hayatımın hiçbir anlamı yok” düşüncesiyle yüzleştiğinizde, içinize bakın ve kendinizle bağlantı kurun.

“Her şey bir insandan alınabilir, ancak kesinlikle alınamayacak tek bir şey vardır: İnsan özgürlüklerinin sonuncusu – herhangi bir koşul karşısında bir kişinin tutumunu ve kendi yolunu seçmesi.”

– Viktor Frankl

Psikolog Laura Rodríguez

Dünyayı anlamanın yolu, deney yapmaktan geçer. Bilim insanları bir eşyayı düşürür, kendilerine elektrik akımı verir, objeleri ısıtır, nesneleri en ufak parçalarına ayırır, röntgen ışınlarını kendi üzerlerinde denerler. Bilim insanları bunu defalarca tekrarlar ve bulgularını o koşular için genel geçer kurala dönüştürürler.

Her ne kadar insanlar yukarıda sıraladığımız türden cansız varlıklar olmasa da, insanları da anlamanın yolu bilimsel deneylerden geçer. Kalbi anlamak için kesmek, hücreyi anlamak için mikroskop altında incelenecek ölçüye getirmek gerekir. İnsanın zihni de bu kuralın dışında değildir. Yaptığımız şeyi “neden yaptığımızı”, onu (yaptığımız şeyi) düşünerek söyleyemeyiz. Aynı biçimde düşündüğümüz şeyi, “neden düşündüğümüzü” düşünerek söyleyemeyiz. Yaptığımızı neden yaptığımız konusunda yanılırız. Bilinçli olarak yaptıklarımızın çoğunu da farkında olmadan yaparız. Peki, bunları neden yaparız?

Davranışlarımızın ve kararlarımızın arkasındaki gerçek motifleri bulup çıkarmak yine bilim insanlarının yaptığı deneylerle mümkün olur. Yapılmış deneylerin, son 40 yılda biriken bilimsel araştırma bulgularının sonucunda, bugün insanların “öngörülebilir şekilde akıldışı” olduğunu biliyoruz. Böylece kendimizin önemli kararları düşünerek verdiğini zanneden canlılar olduğunu öğreniyoruz. Biraz daha derine gidince sadece önemli kararların değil gündelik hayatımızdaki sıradan kararların da neredeyse tamamının farkına varmadığımız dış faktörler tarafından yönlendirildiği gerçeğiyle karşılaşıyoruz.

Bu kararlar arasında, marketten yaptığımız alışveriş sırasında verdiğimiz kararlar olduğu gibi; bize hizmet eden bazı insanlara neden daha cömert olduğumuz, hatta eşimizi veya partnerimizi seçme kararımıza neden olan, farkına varmadığımız güçlerin varlığıyla yüzleşiyoruz.

Mimikler

İnsanlar farkında olmadan karşılarındaki kişinin jest ve mimiklerini taklit ederler. Bunun nedeni beynimizde bulunan ayna nöronlarıdır. Çevremizde bulunan insanların mimik ve jetlerini taklit etmekle kalmayıp, arkadaşlarımızın kullandıkları bazı özel kelime ve kavramları da taklit ederiz. New York Üniversitesi’nde iki psikolog J.A.Bargh ve T.L.Chartrand, laboratuarlarına davet ettikleri deneklerle fotoğrafçılık üzerine bir sohbet yapmışlardır(1). Denekler, karşılarındaki kişinin de kendileri gibi araştırmaya katılan bir kişi olduğunu düşünmüşlerdir. Bu sohbet sırasında, araştırmacıların yüzünü ovuşturmak, ayağını sallamak gibi çok sayıda jestinin karşılarındaki denekler tarafından taklit edildiği kaydedilmiştir. Daha sonra yapılan görüşmelerde, deneklerin araştırmacıyı taklit eden jest ve mimiklerinin hiçbir şekilde farkında olmadıkları görülmüştür. Görüntüleri izleyen denekler kendi taklit hareketleri konusunda hayretlerini gizleyememişlerdir.

Empati düzeyi yüksek insanlar, karşılarındaki kişilerin jest ve mimiklerini taklit etmek konusunda doğal bir eğilime sahiptir. Benzer şekilde, ilişki içinde karşısındaki kişiden beklentisi olanların da daha fazla jest ve mimik taklidi yaptığı bulunmuştur. Örneğin iyi satıcıların müşteri olarak gördükleri kişilerle hızla uyum geliştirme eğiliminde olduğu bilinir. Bu kişiler sizinle aynı fikirde olurlar, gülerler ve sizi de gülümsemeye veya en azından tebessüm etmeye zorlarlar. Hollanda’da restoranlarda yapılan bir araştırmada, müşterilerden aldığı siparişi dinlerken “evet” deyip not eden bir garsona kıyasla, siparişi sözlü olarak tekrar eden garsonun yüzde 70 daha fazla bahşiş aldığı görülmüştür (2).

İnsanların sadece insanlardan değil, bilgisayarlardaki sanal bir kişinin kendi jest ve mimiklerini taklit etmesinden de etkilendiği bulunmuştur. Bir üniversite kampüsünde, öğrencilere kimlik kartlarını sürekli taşımalarıyla ilgili bir duyuru yapılmıştır. Bilgisayara yüklenen program açıldığında, sanal bir kişi bu konudaki duyuruyu standart bir şekilde konuşmuştur. İkinci uygulamada bilgisayar ekranındaki kişi, dört saniye farkla kendisini dinleyen öğrencinin mimiklerini taklit etmiştir. Bu farkın nedeni yapaylık algısını önlemektir. Yapılan izleme çalışması sonunda öğrencilerin ikinci türdeki duyuruyu daha gerçekçi buldukları, daha fazla hoşlarına gittiği ve verilen mesaja daha çok uyum sağladıkları bulunmuştur.

Karşı Cinsiyetle İlişkiler

İnsanların karşı cinsiyetle ilişkilerinde ilgilerini çeken özelliğin ne olduğu çok sayıda araştırmacı tarafından uzun yıllar araştırma konusu olmuştur. Araştırmaya konu olan özelliklerden biri de jest ve mimiklerin taklididir. Çünkü yapılan farklı araştırmalarda deneklerin kendi mimiklerini taklit eden araştırmacıları daha sıcak ve cana yakın hissettikleri saptanmıştır. Bunun karşı cinsiyetle olan ilişkileri nasıl etkilediği bulmak için bir Fransız araştırmacı Batı’da yaygın olan “hızlı buluşma” (speed dating) uygulaması yapmıştır (3). Bu uygulamaya katılacak kadınlardan bazılarına verilen ön eğitimde karşılarına gelecek partnerlerin jest ve mimiklerini taklit etmeleri; ayrıca bazı sözlü ifadeleri tekrarlamaları öğretilmiştir. Örneğin bu uygulamaya dahil olan kadınlara; “Bunu gerçekten yaptın mı?” sorusuna sadece “Evet” diyerek değil; “Evet bunu gerçekten yaptım” diyerek cevap vermeleri söylenmiştir.

Hızlı buluşma oturumunun sonunda araştırmacılar, bütün katılımcılara form vererek karşılaştıkları kişileri değerlendirmeleri ve bu kişilerle bir daha buluşmayı isteyip istemediklerini sormuştur. Araştırma sonunda karşılarındaki erkeklerin mimik, jest ve ifadelerini taklit eden kadınların, daha çekici bulundukları ve ikinci buluşma için daha çok tercih edildikleri görülmüştür.

Renkler

Renklerin insanların duyguları üzerinde ekili olduğu da bilinir. Bu konuda en bilinen gerçek, siyah rengin ölümle, kırmızı rengin de cinsellikle ilişkilendirildiğidir. Bu nedenle cinselliğin pazarlandığı mekanlar kırmızı ışıklarla aydınlatılır, sevgililer gününün sembolü kırmızı güldür, kadınlar dudaklarında ve tırnaklarında çoğunlukla kırmızı renk kullanır, Victoria Secret en çok kırmızı renkte iç çamaşırı üretir. Bu konuda yapılan bir araştırmada kadınlardan bir dizi erkek resmini çekicilik sıralaması yaparak değerlendirmeleri istenmiştir. Bu değerlendirmede kırmızı renkli gömlek giyen veya resmi kırmızı renkli çerçeveye yerleştirilen erkeklerin daha çekici bulundukları görülmüştür.

Sonuç

Farkına varmadığımız dış koşullar tarafından yönlendirildiğimizi itiraf etmek kolay değildir. Bir çok kişiye dış koşulların kararını nasıl etkilediği gösterildiğinde duruma tepki vermekte ve karşı çıkmaktadır. Yönlendirildiğini öğrenmek, aldatılmışlık duygusu yaratır ve insanı rahatsız eder. Çünkü hayatın bir çok cephesinde insanlar kendilerinin ortalamanın üzerinde olduğuna inanırlar. Araba kullanmaktaki ustalık, zeka düzeyi, insanları değerlendirme becerisi gibi bir çok alanda ortalamanın üzerinde olduğuna inanmanın doğal uzantısı, kararlarımızın özgür irademiz tarafından şekillendiğini düşünmektir. Bunun aksini aklımıza bile getirmek istemeyiz. Bu nedenle içinizden bir ses daha önce yapmayı düşünmediğiniz bir harcamayı yapmanızı söylüyorsa, bir satış danışmanın önerisi size birdenbire çok cazip geliyorsa, nedenini açıklayamadığınız bir şekilde birisinden çok hoşlanmaya başlıyorsanız, yukarıda anlattığım tuzaklardan birisine düşmek üzere olma ihtimaliniz çok yüksektir.

Prof. Dr. Acar Baltaş

1. Lakin, J.L. ve ark.: The chameleon effect as social glue. Journal of Nonverbal Behavior; 27, 2003
2. Rick B. van Baaren ve ark.: Mimicry for money: Behavioral consequences of imitation. Journal of Experimental Social Psychology, 39, 2003
3. Gueguen, N.: Mimicry and Seduction: An evaluation in a courtship context. Social Influence, 4, 2009

Bedenin dilini doğru anlamanın ve kullanmanın amacı insanlara üstünlük sağlamak değil, sahip olduğumuz bilgiyle köprü kurarak etkiyi artırmaktır. Böylece mesajımızın ve yaptıklarımızın gücünü pekiştirebiliriz. Aksi takdirde insanları doğru olmayan ölçütlerle yargılar duruma düşer ve sevimsiz görünebiliriz. Çünkü sosyal becerilerle ilgili bilginin amacı araya mesafe koymak değil, bağ kurmak ve yakınlaşmayı sağlamaktır. Aşağıda kalıplarla beden dili yorumu yapanların bilimsel olarak doğrulanmayan klişelerinden örnekler sıralanmıştır.

“Yalancı adam bakışından belli olur.” Çoğumuza göre, gözlerini kaçıran kişi yalan söylüyordur. Yıllardır yüz ifadeleri üzerinde çalışan Paul Ekman böyle düşünmüyor: Gözleri kaçırmak kişinin o anda güçlü bir duygunun etkisi altında olduğunu gösterir, ancak yalan söylediği anlamına gelmez. Beden dilinin ne anlama geldiğini anlayabilmek için yaşanan duyguyu doğru teşhis etmelidir. Dahası Ekman, en inandırıcı bakışlara sahip kişilerin sosyopatlar, dolandırıcılar ve müzmin yalancılar olduğunu söylüyor.

“Biriyle yeni tanıştığınızda ne kadar göz teması kurarsanız o kadar etkili olur.” Bu inançla insanlar iş görüşmelerinde gözlerini görüşmecinin gözünden ayırmazlar. Oysa birkaç saniyeyi geçen göz teması insanları huzursuz eder, bu bakışların altında başka anlamlar aranmasına neden olur. Örneğin araştırmalar, ısrarlı göz temasının karşı cinsin dikkatini çekmeye yönelik olduğunu göstermiştir.

“Ellerini arkada kavuşturmak güç ifadesidir.” Batı kaynaklı hitabet eğitmenleri yıllarca insanlara ellerini arkada kavuşturmalarını öğütlediler. Bu jeste “Prens Charles” duruşu da denir, sanki İngiliz tahtının varisi güçlü bir beden diline iyi bir örnekmiş gibi. Araştırmalar ise, insanların bu jesti güvenilir bulmadığını gösteriyor: Ellerini göremediğimiz insanlardan kuşkulanıyoruz. “Yüksek mevkideki kişiler, diğerlerine dokunarak üstünlüklerini ifade ederler.” Çoğunlukla da iktidar sahibi erkeklerin diğerlerinin omzuna, koluna dokunarak güçlerini ifade ettiklerine dair bir inanış vardır. Bu doğru olsa bile, araştırmalar kadınların ve alt sınıftan insanların birbirlerine daha fazla dokunduklarını göstermektedir.

“Yüksek mevkideki kişiler, diğerlerine dokunarak üstünlüklerini ifade ederler.”Çoğunlukla da iktidar sahibi erkeklerin diğerlerinin omzuna, koluna dokunarak güçlerini ifade ettiklerine dair bir inanış vardır. Bu doğru olsa bile, araştırmalar kadınların ve alt sınıftan insanların birbirlerine daha fazla dokunduklarını göstermektedir.

“İnsanlar mutlu oldukları zaman gülümser.” Mutluluk gülümseme nedenlerinden biridir, ancak Ekman’a göre, o kadar çok gülümseme çeşidi var ki; “içten” gülümsemeden tutun da “nezaketen” gülümsemeye, “alaycı” gülümsemeden, “suçlu” gülümsemeye, “korkudan” gülümsemeden “muzaffer” gülümsemeye kadar. Nedeni ne olursa olsun, gülümsemenin insanlar üzerinde güçlü bir etkisi var. Araştırmalara göre yargıçlar, sanık suçluysa, gülümsesin gülümsemesin mahkumiyet kararı veriyorlar, ancak gülümseyen sanıklar daha az ceza alıyor.

“Kızan adam sesini yükseltir.” Tekrar edelim, beden dili duyguları ele verir, ancak hangi belirtinin hangi duyguyla eşleştiğini söylemek zordur. Öfke, sinirlilik, korku, heyecan, panik, hepsi ses tellerinin gerilmesine ve sesin yükselmesine neden olur. Sözsüz iletişim öğesinin hangi duyguya işaret ettiğine karar verebilmek için iletişim içindeki kişiyi ve iletişim ortamını anlamak gerekir.

“Hızlı konuşan satıcıya güvenme.” Ağzı kalabalık kişilere güvenmeyiz. Oysa Ekman ağır konuşanlardan, özellikle uzun bir duraksamayla söze başlayanlardan kuşkulanın diyor. Konuşma arasındaki uzun, kısa ve sık duraklamaların güvenilir olmadığını da söylüyor. “Aaa…”, “mmm…”, “ıııı…” ifadeleri, “ben…”, ”şey..” sözcükleri üzerinde durulmasını öğütlüyor. Böyle durumlarda kişi, “yalancı”, ya yalan söylemek zorunda kalacağını öngörmemiştir, ya hazırlıklı olsa bile beklemediği bir soruyla karşılaşmıştır, yahut da gerginlikten dili dolaşmıştır.

Sözsüz iletişim araştırmaları insanların duygularını gizlemekte pek de usta olmadıklarını gösteriyor. Araştırmaların gösterdiği bir başka gerçek de, insanların duyguların anlamını yorumlamakta sandıkları kadar usta olmadıkları. Beden dili yorumları birçok durumda yanlış izlenim yaratabilir. Kişiyi ne kadar iyi tanırsak, o andaki durumunu ne kadar iyi anlayabilirsek, ortamı ve diğer kişileri ne kadar dikkate alırsak, kısaca ilişkiyi ne kadar doğru yorumlarsak, beden dilini o kadar isabetli çözebiliriz.

Prof. Dr. Acar Baltaş

Morgan, N. “The Truth Behind the Smile and Other Myths,” Harvard Management Communication Letter, Vol. 5, No. 8, August 2002.

Uyku, organizma için yemek, su, nefes alma gibi vazgeçilemez bir ihtiyaçtır ve çok önemli işlevleri vardır. Gün içinde sağlıklı ve keyifli olmak için rahat ve kaliteli uyku en önemli faktörlerden biridir. Günde erişkin bir insanın ortalama 7-8 uyuduğu düşünülürse insan ömrünün üçte biri uykuda geçiyor demektir. Uyumadan yaşamak mümkün değildir. Dolayısıyla yeterli miktarda ve kaliteli bir uykumuzun olması, hem sağlığımızı korumamız hem de gün içinde işlevlerimizi yerine getirebilmemiz için vazgeçilmez bir zorunluluktur.

UYKU NEDİR?

Uyku, hem bedensel dinlenmeyi sağlayan hem de zihinsel fonksiyonların da yenilendiği bir dönemdir. Düzenli uyku beden ve ruh sağlığı için çok önemlidir. Zira uykusuzluk problemi, uyku düzenindeki bozukluklar insan sağlığını bağışıklık sisteminden, kalp sağlığına, kan şekeri düzeyinden beyin fonksiyonlarına kadar olumsuz etkiler.

Uykunun gün içindeki düzeni ve dağılımı (ritmi), kişinin biyolojik saati tarafından oluşturulmaktadır. Kişinin biyolojik saatine yol gösteren en önemli etmenlerden birisi ışıktır. Gözler tarafından algılanan ışık beyindeki ilgili merkeze ulaşır ve bu merkez de ışığın miktarına (gündüz-gece) bağlı olarak, uyku getirici şeyler veya uyanıklığı sağlayan (diğer bir ifadeyle uykuyu kaçıran şeyler) madde ve hormonları salgılayan merkezlere uyarıcı veya engelleyici mesajlar yollar. Bunun anlamı gün içinde saat içinde kişilerin uyumaya yatkın olduğu veya istese kolayca uyuyamayacağı dönemler vardır.

UYKUSUZLUK (İNSOMNİ) NEDİR?

İnsomni yani uykusuzluk azalmış ve/veya kalitesiz yetersiz gece uykusu dolayısıyla gün içinde insan sağlığını, yaşam kalitesini olumsuz etkileyen; yorgunluk, bitkinlik, öğrenme, konsantrasyon güçlüğü, aşırı sinirlilik hali ve bazı psikolojik belirtiler ortaya çıkaran önemli bir rahatsızlıktır. Uykusuzluk (insomni) , özellikle gelişmiş ülkelerde uyku ile ilgili problemlere ilişkin en sık karşılaşılan problemlerden biridir. Dünyanın belirli noktalarında uykusuzluğa yönelik yapılan araştırmalar, insomninin toplumda ortalama %35 civarında bir görülme oranı belirtmekte bunların da %10-15’nin orta veya ileri şiddette olguları kapsadığını ortaya koymaktadır. Uykusuzluk probleminin görülme sıklığı kadınlarda daha yüksek orandadır. Kaliteli bir uyku insan sağlığı için olmazsa olmazlardandır. Uykusuzluk kişinin sosyal ve iş yaşantısında çeşitli problemlere yol açabilir. Uyku sorunu yaşayan kişiler ruhsal ve bedensel olarak kendilerini kötü hisseder.

Değişik ülkelerde yapılan çalışmalar, hangi tipte olursa olsun insomni için toplumda ortalama %35 civarında bir görülme oranı belirtmekte ve bunların da %10-15’inin orta veya ileri şiddette olguları kapsadığını ortaya koymaktadır. Az sayıda ve daha dar kapsamlı olmakla birlikte, ülkemizdeki çalışmalar da benzer sonuçlar vermektedir. Görülme sıklığı, kadınlarda daha yüksek orandadır ve yaşla birlikte artmaktadır. Uykuya dair problemler tanı ve tedavi yöntemlerinin gelişmesiyle, uyku bozukluklarına dayalı araştırmaların yaygınlaşmasıyla birlikte kontrol altına alınabilmektedir.

Uykusuzluk yakınması süresine göre 3 kısma ayrılır; uykusuzluk yakınması bir haftadan uzun sürmediyse akut ya da geçici, bu süre bir hafta ile üç ay arasındaysa subakut, uykusuzluk yakınması üç aydan fazla ise kronik insomniden bahsedilir. Uykusuzluk yakınmasının süresi bir haftadan uzun değilse akut ya da geçici, bir hafta ile üç ay arasındaysa subakut veya kısa süreli, üç aydan fazlaysa kronik insomniden bahsedilir.

UYKUSUZLUK PROBLEMİ NEDEN OLUR?

Uykusuzluk probleminin oluşmasında birçok neden vardır. Yaş ilerledikçe uyku uyumama şikayetinde, uykusuzluk yakınmasında artış görülebilir. Uykusuzluğun en yaygın nedenleri şöyle sıralanabilir:

  • Duygulanım bozuklukları, depresyon,
  • Alkol ve diğer maddelerin kötüye kullanım,
  • Panik bozukluklar,
  • Uyku öncesinde aşırı yeme içme,
  • Uyku için uygun saatlere kurallara uyulmaması,
  • Uykudan önce çay-kahve gibi içeceklerin fazla tüketilmesi,
  • Yatağın uyku dışı amaçlar için kullanılması (Yazı yazma, TV izleme, cep telefonuyla ilgilenme)
  • Huzursuz bacak sendromu

UYKUSUZLUK NERELERE YOL AÇAR?

İnsanların yaşamlarını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmeleri için gerekli faktörler arasında uyku da bulunmaktadır. Uyku sorunu yaşayan kişilerin hayat kalitesi düşer. Kronik uykusuzluk şikayeti olanların ruhsal ve bedensel sağlığı olumsuz şekilde etkilenir. Uykusuzluk problemi şunlara yol açabilir:

  • Gündüzleri dikkat eksikliği, yorgun hissetme
  • Konsantrasyon güçlüğüyle birlikte aşırı sinirlilik, 
  • İş performansında düşme,
  • Depresyon
  • Yüksek tansiyon ve metabolik bozukluklar
  • Obezite riski
  • Bağışıklık sistemini zayıflatma

“UYKU BOZUKLUĞU” SADECE UYKUSUZLUK MUDUR?

Tanımlanmış 80’i aşkın uyku hastalığı arasında kişiyi uykusuyla ilgili en çok rahatsız eden, uyku problemlerine dair farkında olduğu en büyük yakınma uykusuzluktur. Nitekim uyku sorunlarıyla ilişkili doktora başvuran hastaların çoğunluğunu uykusuzluktan yakınanlar oluşturur. Buna karşın aşırı uykululuk yani gün içinde sürekli uyku hali, yorgun kalkmalar birçok hasta tarafından önemsenmeyerek normal karşılanabiliyor.

Tanımlanmış onlarca uyku hastalığının sadece küçük bir bölümünü oluşturan uykusuzluk şikayetinde, doktora başvuran hastalar sonuçları bakımından daha hayati veya acil rahatsızlıkları önemsemeyerek atlayabilmektedir. Uyku bozukluğundan şüphelenilen hastanın önce bir uyku bozuklukları uzmanı tarafından muayene edilmesi gerekir. Bazen sadece muayene ile hastaya tanı konabilirken; bazen de hastaya uyku tetkikleri yapılarak altta yatan sebepler ortaya konabilir. Gereken tetkikler hastanın kendi evinde veyahut uyku bozuklukları merkezinde yapılabilir.

Kronik uykusuzluk Alzheimer riskini artırabilir

Kronik uykusuzluk sorunu yaşayan bir kişi aynı zamanda Alzheimer risk genlerine sahipse bu durumdaki kişinin Alzheimer olma riski çok daha artmaktadır. Uykusuzluk ve Alzheimer arasındaki ilişki şu şekildedir.

Çok fazla uykusuz kalındığı vakit beyindeki amiloid miktarı artış göstererek beyne zarar vermektedir. Amiloid beta proteini Alzheimer’a neden olmaktadır. Şöyle ki Amiloid beta proteini beyin tarafından üretilir; ancak görevi bittikten sonra yok edilmesi gerekmektedir. Amiloid’in yok olması işlemi ise uyku sırasında gerçekleşmektedir. Bu bağlamda kronik uykusuzluk sorunu yaşayanlar Alzheimer risk genlerine de sahip oldukları takdirde söz konusu hastalığa yakalanma riskleri artmaktadır. Uykusuzluk ve depresyonun aynı anda görüldüğü topluluklarda Alzheimer’a yakalanma oranlarının yüksek olduğu görülmektedir.

UYKUSUZLUK TEDAVİSİ NASILDIR?

Uykusuzluk tedavisinde öncelikle uykusuzluğun nedenlerine kökenlerine yönelik bir araştırma yapılmalıdır. Uykusuzluk şikayeti olan hastaların bir bölümü yalnızca uyku alışkanlıklarının düzenlenmesinden önemli ölçüde yararlanırlar. İnsomni hastaları bazı kurallar konusunda nedenine bakılmaksızın bilgilendirilmeliler. Kronik uykusuzluğa gün içinde yapılan birtakım hatalar neden olabilir. Bunlarla birlikte huzursuz bacak sendromu, gece gelen panik ataklar, uyku apsesi gibi farklı rahatsızlar da gündüz yakınmalarına sebep olabilmektedir.

Uykusuzluk tipine göre öncelik olarak yaşam düzenlenmeleri yapılmalı daha sonra melatonin takviyesi gibi ilaç tedavileri tercih edilmelidir. Kronik uykusuzluğa gün içinde yapılan hatalar neden olabileceği gibi uyku apnesi, huzursuz bacaklar sendromu veya gece gelen panik atak gibi farklı rahatsızlıklar da yol açabilir. Rahat kaliteli bir uyku için ilaçları tercih etmek yerine uykusuzluğa neden olan başlıca sorunun ne olduğu belirlenip buna uygun bir tedavi planlamak gerekir.

UYKUSUZLUKTA İLAÇ TEDAVİSİNDE NELERE DİKKAT ETMELİ?

Uykusuzluk probleminin altından yatan nedenlerde psikiyatrik kökenli hastalıklara sıklıkla rastlanmaktadır. Depresyon gibi duygulanım bozuklukları uykusuzluk yakınmasına yol açabilir. Uykusuzluk yakınması psikiyatrik kökenliyse nedene göre tedavi uygulanmalıdır. Uykusuzluk yakınmasının daha çok geçici veya kısa süreli olduğu durumlarda uyku ilaçları(hipnotikler) bir haftayı geçmeyecek şekilde kullanılabilir. Prensip olarak kronik uykusuzlukta uyku ilacı kullanımı yöntemiyle tedavi gerçekleşmez. Şayet zorunlu kalınırsa uyku ilaçları (hipnotikler) doktor kontrolünde hastadaki gerginliği kırabilmek adına 4-6 haftayı aşmamak koşuluyla verilebilir.

Hastaların doktor tavsiyesi almadan rasgele kullandıkları uyku hapları olumsuz neticeler doğurabilir. Zira hastaların kullandıkları bu tip ilaçlara zamanla tolerans gelişir. Yani aynı etki için dozun zamanla artması gerçekleşebilir. İlaçlar kesildiği takdirde ise uykusuzluk yakınması daha şiddetli bir biçimde geri döner.

İDEAL UYKU SÜRESİ NE KADARDIR?

Uyku süresi parmak izi gibi kişiye özel bir durumdur. İnsan yaşamının yaklaşık üçte biri uyuyarak geçmektedir. Kişiden kişiye farklılık göstermekle birlikte uyku süresinin 4-11 saat arasında değiştiği bilinmektedir. Yaşamın yaklaşık yaklaşık üçte birini uyuyarak geçirmekteyiz. Uyku süresi genetik faktörlerin etkisiyle kişiden kişiye değişiklik gösterir. Genelde yetişkinler için ortalama 7-8 saatlik uyku yeterli olmaktadır. Yetişkinlerde olduğu gibi, çocuklarda da uyku süreleri ve saatleri genetik faktörlerin etkisine göre değişiklik göstermektedir.

Kimi çocuklarda bu sürelerin ortalama 4-5 saat, kimi çocuklarda ise 12-14 saat olduğu unutulmamalı ve ebeveynler öncelikle çocukları için gerekli olan uyku sürelerini tespit etmiş olmalıdırlar. Daha sonraki süreçte de değişken olabilen uyuma ve uyanma saatleri belirlenmelidir. Çocukların uyuma ve uyanma zamanı mümkünse sabit veya yakın olmalıdır. Zira çocuğun uyku saatlerinin düzenli olması, uykuya dalmayı kolaylaştıracak, uykuya ilişkin problemlerin önüne geçebilecektir. Her çocuğun ideal uyku süresi parmak izi gibi kişiye özel olduğu da unutulmamalıdır.

KALİTELİ UYKU İÇİN ÖNERİLER

Uyku bozukluğu yaşayanlar birçok sorunla karşı karşıya kalır. Uyumadan yaşamak mümkün değildir. Uyku; nefes almak gibi su içmek gibi vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Sağlıklı yaşamın yolu yeterli, kaliteli uykudan geçer. Gün içinde yıpranan sinir sisteminin, vücudun yenilenmesini, dinlenmesini, kendini bakıma almasını sağlayan kaliteli uyku aynı zamanda güne keyifli bir başlangıç yapabilmeyi sağlar. Uykunun sağladığı tüm faydalara karşın uykuya dalmak çeşitli nedenlerden dolayı kolay olmayabiliyor. Kalitesiz bir uyku sonucunda sürekli uykusuzluk ve yorgunluk hali gün boyu devam eder.

Yapılacak küçük değişikliklerle uykuya dalamamak sorunu ortadan kalkabiliyor. Kaliteli uyku için neler yapılması gerektiği şu şekilde sıralanabilir;

  • TV karşısında keyifli olduğunu zannedilen kısa kestirmelere kaliteli gece uykusu öncesi son verilmelidir.
  • Uyku esnasında ideal oda sıcaklığı 21-22 derece olmalıdır.
  • Cep telefonu, iPad, bilgisayar, televizyon gibi elektronik eşyalar yatak odasında bulunmamalıdır.
  • Uyurken gece lambası kullanılmamalıdır. Zira uyku sırasında salgılanan melatonin yani uyku hormonunun salınımı için odanın karanlık olması gerekmektedir.
  • Melatonin hormonundan en üst seviyede faydalanmak amacıyla 20.30-23.00 arasında uykuya dalmak önerilir.
  • Yatak odasının ses ve ışık izolasyonu kontrol edilmelidir.
  • Akşam saat 19.00 sonrası yemek yenmemeli, uyku öncesi çay ve kahve gibi uyarıcılardan uzak durulmalıdır.
  • Kaliteli uyku için haftada 3 gün spor yapılması faydalı olabilir.
  • Akşam yemeğinden önce gerçekleştirilen kardiyo tarzı yapılan hafif spor uykusuzluk sorununa iyi gelebilmektedir.
  • Haftanın her günü aynı saatte yatılıp aynı saatte kalkılmasına dikkat edilmeli, izinli olunan günlerde 12.00-14.00 arası üst seviyeye çıkan melatonin salgılamasından faydalanmak için 45 dakikayı geçmeyecek öğle uykusu tercih edilebilir.
  • Yatağa yattıktan yarım saat 45 dakika sonra halen uyanık olanlar yataktan çıkmalı, başka bir odada kitap okunarak tekrar yatılması uykuya dalmayı kolaylaştırabilmektedir.

DÜZENLİ UYKUNUN FAYDALARI NELERDİR?

Uykunun sadece dinleme aracı olmayıp aynı zamanda beyin başta olmak üzere vücuttaki tüm organların rejenerasyonu için elzemdir. Düzenli uykunun faydaları şöyle sıralanabilir:

  • Uyku esnasında stres hormonları azalır
  • Uyku esnasında vücut; kendini onarır, yapılandırır, yeni güne hazırlar
  • Düzenli uyku anksiyete (kaygı bozukluğu), depresyonu azaltır,
  • Düzenli uyuyan çocukların hafızasının daha güçlü olduğu ortaya konmuştur.
  • Düzenli uyku çocuklarsa hiperaktivite riskini de azaltır.

MEMORIAL Nöroloji Bölümü ve Uyku Bozuklukları Merkezi uzmanları

Aşırı uyku sağlığımızı olumsuz etkiliyor

Genellikle “uyku bozuklukları” denince akla ilk gelen şey uykuya dalmada, uykuyu sürdürmede güçlük ya da uykusuzluktur. Aslında tersine uykusuzluk kadar fazla uyumak da kişinin genel sağlığı üzerinde olumsuz etkilere neden olur. Yetişkin bir kişinin ideal uyku saati her gün 7-9 saat arasıdır. Bazılarımız her gece 9 saatten fazla uyuyor ve sabahları hala dinlenmemiş ve yorgun kalkıyoruz. Gereğinden fazla uyumak sizi daha yüksek hastalık ve hatta ölüm riskine sokabilir. Aşırı uyku aslında altta yatan bir tıbbi durumun belirtisi veya sebebi olabilir. Uyku hızla büyüyen bir araştırma alanı, dinlenmenin bedeni ve zihni nasıl etkilediği hakkında her geçen gün daha fazla şey öğreniyoruz. Uykunun vücudun kendini onarıp yenilediği bir dönem olduğu ve az dinlenmenin bir dizi sağlık sorununa yol açabileceği bilinmektedir. Yani, daha fazla uyku daha iyi olmalı, değil mi? Ama hayır öyle değil. Yelpazenin diğer ucunda aşırı uyuma da tersine sağlığı tehdit edebiliyor.

“Doğru” miktarda uyku kişiye özeldir, çünkü bazı kişiler yedi saatte kendilerini iyi hissedebilir ama diğerlerinin biraz daha uzun süreye ihtiyacı olabilir. Bununla birlikte, dokuz saatten fazla uyku, yetişkinler için aşırı uyku süresi olarak kabul edilir.

Aşırı uyumanın nedenleri

Kişinin aşırı uyumasının birkaç nedeni olabilir: Bir kişi her gece 9 saatten fazla uyuyorsa, uyku kalitesi değerlendirilmeli. Uykunuzun kalitesi kötüyse, yatakta daha fazla zaman geçirmenize neden olabilir.

Uyku Apnesi – uyku apnesi, yaşamı tehdit eden uyku bozukluklarından biridir. Bir gecede onlarca kez solunum durması atakları ile karakterizedir. Bu tür uyku bozukluğu, her gece parçalanmış ve düzensiz uykuya neden olabilir ve ertesi gün artan bir uyuşukluğa yol açarak kişinin fazla uyumasına neden olur.

Depresyon – depresif kişiler kendilerini sürekli yorgun ve halsiz hissederler. Uyumaktan başka bir şey yapacak enerjileri olmadığını düşündükleri için çok fazla uykuya eğilimlidirler.

İlaçlar – bazı ilaçlar aşırı uyumaya neden olabilir ve bu da uyku bozukluklarının gelişmesine yol açabilir. Aşırı uykusuzluk çekiyorsanız ve bunun nedeninin mevcut ilacınız olduğunu düşünüyorsanız, bu konuda doktorunuzla konuşun.

Uyku Yoksunluğu – İş hayatı sosyal hayatınız nedeniyle uykusuz günler geçirdiğinizde bir süre sonra vücut telafi etmek için aşırı uyumaya başlayabilirsiniz.

Aşırı uyumanın sağlığa etkisi

Aşırı uyku, vücutta çeşitli olumsuz yan etkilere neden olabilir.

  • Hafızada etkilenme
  • Depresyon
  • Vücutta kronik iltihaplanma
  • Daha yüksek diyabet riski
  • Daha yüksek kalp hastalığı riski
  • Daha yüksek felç riski
  • Baş ağrıları – Fazla uyuyan insanlar, normal uyuyan insanlardan daha sık baş ağrılarından yakınırlar.
  • Obezite – Bir kişi hiçbir şey yapmadığında metabolizma yavaşladığı için çok fazla uyumak obeziteye veya aşırı kiloya neden olabilir.

9 saatten fazla uyumak REM uykusunda geçirdiğimiz süreyi artırır. İnsanlar sıklıkla 9 saatten fazla uyuduklarında kendilerini daha kötü hissettiklerini söylerler. Buna ‘’uyku yüklenmesi’’ diyoruz. Bu durumda kan basıncı, kalp hızı, nabız hızlanarak aşırı çalışacak ve yine kalp hastalıklarına zemin hazırlayacak. Sonuç olarak; 7 saatten az, 9 saatten fazla uyumamaya özen gösterin.

Prof. Dr. DERYA ULUDÜZ

Siz de her gün alarmı erteleyenlerden misiniz?

Sabahları erken uyanmak birçok insan tarafından sevilmeyen bir durumdur. Sabah saati ertelemek aslında her insanda görülebilen bir davranıştır. Yapılan araştırmalarda sabahları her yetişkinden biri saatini ertelediği ve bu yetişkinlerden yarısından fazlasının yirmili ve otuzlu yaşlarda olduğu belirtilmektedir. Siz de sabahları alarmı erteleyenlerdenseniz zararlarını bilmeniz gerekir. 

Sabah alarmını ertelemenin zararları

Yatağa yatıp başınızı yastığa koyduğunuz anda, kalp atışlarınız yavaşlamaya başlar, vücut sıcaklığınız düşer ve hafif uyku konumuna gelirsiniz. Hafif uyku evresini oldukça önemli olan derin uyku takip eder. Derin uyku sırasında vücudunuz, dokularını tamir etme, yeni hücreler yaratma, bağışıklık sistemini güçlendirme gibi aktivitelere yoğunlaşır. Derin uyku evresinden sonra ise REM evresine geçersiniz. Bu evrede beyniniz oldukça aktiftir ve rüya bu evrede görülür. Bu nedenle REM evresinde hızlı göz hareketleri gözlenir. REM uykusu beynin en aktif olduğu evre olmasına rağmen ertesi gün kendinizi odaklanmış ve zinde hissetmenizi sağlar. Bu evre genellikle uykuya daldıktan sonraki 90 dakikada başlar ve gece boyunca döngü halinde devam eder. Sabah alarm çaldığında genellikle son REM döngüsünün sonuna yaklaşırsınız. Alarm çaldığında hemen uyanıp yataktan çıkıarsanız REM döngüsü biter. Eğer erteleme düğmesine basıar ve uykuya geri dönerseniz tekrar kendinizi REM döngüsüne atarsınız ve alarm ikinci kez çaldığında tam da REM döngüsünün ortasında uyanırsınız. Bu durum da kendinizi gün boyunca yorgun ve huzursuz hissetmenize neden olur. Sonuç olarak, ihtiya duyduğunuz kaliteli uykuya sahip olamaz ve sürekli alarm erteledike çok daha ciddi sağlık problemlerine yol açabilirsiniz. Sadece bir hafta bile ihtiyaç duyulan kaliteli uyku alınmadığında stresin artmasına, bağışıklığın azalmasına ve inflamasyonun artmasına neden olur. Bir süre sonra, bu etkiler toplanmaya başlar. Stresli olan kişi, odaklanmak için daha çok zaman harcar ve kendini daha huzursuz hisseder. Bağışıklık sistemi ihtiyaç duyulan kapasiteden daha az çalışır ve hastalıklara daha kolay yakalanır. Kronik olarak yüksek düzeyde iltihaplanmalar oluşabilir ve kalp hastalığı, kanser, felç ve kognitif düşüş gibi ciddi sağlık problemleri riskinde artış gözlenebilir.

Alarmı ertelemenizi nedenleri neler olabilir?

  • Geç yatmak: Uzmanlara göre en ideal uyku miktarı günlük 7-8 saattir. Eğer saat sabah 7’de kalkacaksanız en geç gece yarısı yatakta olmalısınız. Aksi halde yeterli uykuyu alamadığınız için alarmı erteleme sendromuna yakalanabilirsiniz.
  • Yetersiz fiziksel aktivite: Yapılan araştırmalar, gün içinde aktif olan kişilerin hareketsiz olanlardan daha iyi uyuma eğiliminde olduklarını gösterir. Haftanın birkaç günü en az yarım saat süren yürüyüşler yaparak daha kaliteli bir uyku uyuyabilirsiniz ve  sabahları alarmı erteleme isteği duymazsınız.
  • Uyku Kaçması: Akşam yemeğini fazla kaçırmak özellikle aşırı yağlı ve hamurlu gıdalar tüketmek ya da yatmadan önce kafein içeren içecekler içmek uykuya dalmayı engelleyebilir. Tam uykuya dalacakken internette dolaşmak, sosyal medyada gereksiz zaman geçirmek de uykunuzun kaçmasına neden olabilir. Diğer taraftan, ılık bir duş almak ya da kitap okumak daha sakin ve daha rahat hissettirerek uykuya dalmanızı kolaylaştırır.  
  • Yatak Odasının Rahatsız Olması: Yatak odası uykuya dalmak için rahat bir ortam değilse uykuya dalmak zorlaşır ve gece boyunca uyku bölünmeleri yaşanabilir. Yatağınızın ve yastığınınız rahat olmasını sağlayabilirsiniz. Ayrıca yatak odasının olabildiğince sessiz, karanlık ve serin tutulmasına da özen göstermelisiniz.
  • Sağlık Problemleri: Huzursuz bacak sendromu ve obstrüktif uyku apnesi gibi problemler, zayıf, parçalanmış bir uyku deneyimi yaşanmasına neden olabilir.

Alarmı ertelemek için alınacak önlemler

Sabah alarmını erteleme fonksiyonunu devreden çıkarmak yapılacak en doğru harekettir. Alarm çalar çalmaz yataktan kalkılmalıdır. Elbette bu süreç bir süre sizi zorlar ancak birkaç denemeden sonra güne tazelenmiş olarak uyanarak kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlayacağından işe yarayacaktır. Alarm saatini yatağınızın en uzak noktasına koymak da işe yarayabilir. Ayrıca geceleri uyku kaçıran sağlık problemleri için de en sürede uzman bir doktordan yardım alınması gereklidir.

Uyku davranış bozukluklarından biri olan uyurgezerlikte kişi yürüyebilir, konuşabilir ve hatta araba bile kullanabilir. Peki uyurgezerlik neden olur?

Uyurgezerlik Nedir?

REM uyku döneminde, rüya görürken el ve kol hareketleri yapılmasına engel bir mekanizma bulunur. Bu mekanizma çalışmadığında rüya içeriğine bağlı olarak ve genellikle şiddet içeren hareketler görülebilir. Bağırma, küfretme, saldırma ve eşe yumruk atma da sık görülen davranışlar arasında yer alır. Kişi uyuyan eşini yumruklayabilir veya boğazını sıkabilir. Daha çok 50 yaş civarındaki erkeklerde görülen bu durumun ilerleyen vakalarında yumuşak doku yaralanmaları ve kırıklar yaşanabilir. Hatta eşini öldürmeye kadar giden sonuçları nedeniyle hastalığın tedavisi zorunlu hale gelir. Peki acaba uyurgezerlik neden olur?

Parkinson Hastalığı Riski

REM uykusu davranış bozukluğu bulunan kişilerde zeminde nörolojik bir hastalık bulunma olasılığı çok yüksektir. Yapılan çalışmalar, bu kişilerin yüzde 35-50’sinde zaman içinde Parkinson Hastalığı geliştiğini gösterir. Bu nedenle bu kişilerin dikkatli izlenmesi gerekir. Parkinson hastalarının ise en az yarısında REM uykusu davranış bozukluğu bulunur.

Stres Altında Çalışanların Hastalığı: Uyurgezerlik

Uyurgezerlik en sık rastlanan uyku davranış bozukluklarından birisidir. Hemen herkesin bildiği gibi derin uykudan uyanan kişi oturur, yürür, konuşur ve hatta araba bile kullanabilir. Genetik geçişli olan bu rahatsızlık 6-12 yaş arası çocukların yüzde 17’sinde yaşanır. Yaşla beraber düzelen bu sorunda koruyucu tedbirler almak çok önemlidir.

Uyurgezerlik Belirtileri

Uyurgezerlik sırasında gözleri açıktır ama sabit ve boş bakarlar. Konuşur, dolaşır, bir şeylerle ilgilenebilirler fakat aslında uyku halindedirler. Beden hareketleri tam olarak kontrol altında değildir. Çoğu zaman uyandırıldıklarında ne yaptıklarını hatırlamazlar. Onlarla iletişime geçmeye çalıştığınızda genellikle sizi duymazlar ya da mantıklı cevaplar vermezler.

Uyurgezerlik Tedavisi

Uyurgezerliğin belirli bir tedavisi yoktur. Bu sorunu yaşayan kişiler için alınması gereken en elzem önlem uyurgezerlik sırasında kişinin kendisine zarar vermesini önleyici tedbirler almaktır. Mesela balkon-pencere kapılarının kilitlenmesi, kişinin uyuduğu odanın düşmelere neden olmaması için derli toplu tutulması, bıçak gibi kesici aletlerin ortalıkta bırakılmaması gibi önlemler alınabilir. Stres önemli bir etken olduğu için stres yönetimi konusunda psikolojik destek alınabilir. Psikolojik bir sebebe bağlı uyurgezerlik yaşanması halinde, bir hekime başvurarak uygun görülen yöntemlerle şikayetlerde azalma sağlanabilir.

Uyurgezer Çocuğu Koruma Yolları

Uyurgezer çocuk uyandığında kendisine zarar verecek cisimler odada bulundurulmamalı, evin dış kapısı ve balkon kapıları kilitlenmeli ve hatta kilidi de açabileceği göz önüne alınarak kapının üstünde bırakılmamalı. Ayrıca uyurgezer çocuk birden uyandırılmamalı, sakin bir ses tonu ile çocuk yatağına gitme ve tekrar uyuma yolunda telkin edilmeli. Yetişkinlerde uyurgezerliğin en sık nedeni stres ve uyku düzeni bozukluğudur. Vardiyalı çalışanlar, üniversite öğrencileri risk altındadır.

Yüz Çocuktan 3’ünde Uyku Terörü Yaşanır

Uyku, insanın belki de en savunmasız olduğu anlardan biri. Ancak en sakin olduğu düşünülen bu saatlerde bile bazı insanlarda anormal davranışlar sergilenebiliyor. Sinir sisteminin çocukluk döneminde tam olarak gelişmemesi bu yıllarda uyku terörü denilen davranış bozukluğunun yaşanmasına neden olur. Özellikle 5- 7 yaş arası çocuklar derin uykularından çığlık atarak ve korku dolu bir ifadeyle uyanır. Yatakta oturan veya ayağa fırlayarak anlamsızca etrafına bakan bu çocukların göz bebeklerinde büyüme, terleme, çarpıntı, hızlı nefes alıp verme gibi hareketler yaşanabilir. Çocukların yüzde 3’ünde gözlenen uyku teröründe herhangi bir tedaviye gerek duyulmaz. Ancak hastalık 4 yıl içinde kendiliğinden düzelir. Uyku terörünün erişkinlerde görülme oranı ise yüzde 1’dir.

Kabus Bozukluğu

Sadece korku ya da endişe değil aynı zamanda öfke, üzüntü, nefret içeren, rüyaların yoğun bir şekilde hatırlanması ve uykudan yineleyici uyanma ataklarının yaşanması da uykuda davranış bozukluğunun bir türüdür. Kabus bozukluğu olarak adlandırılan bu durumda tam bir uyanıklık, sersemlik hali, nerede olduğunu bilememe durumu var. Uykudan sonra ise kabuslar oldukça net hatırlanır. Yaşanılan şokun etkisiyle tekrar uykuya dalmakta güçlük çekilir. En sık 3 ile 6 yaş arasında görülen bu bozukluğun en önemli etkenleri ise çevre ve televizyon. Çok sık olmadığı sürece tedavi gerektirmeyen kabus bozukluğunu yaşayan çocukların mutlaka psikiyatrik açıdan incelenmesi gerekir.

Uykusunda Yemek Yiyerek Obezite Sınırına Gelenler Var

Uyku davranış bozukluklarının birisi de gece boyunca gözlemlenen anormal yeme düzenidir. Bu kişiler gün içinde yenmeyecek çeşitte yemekleri (donmuş et, soğuk çorba, katı yağ vb.) yeme, tehlikeli yemek hazırlama davranışı ve sigara içme gibi kendine ve etrafa zarar verme eğiliminde olur. Atak sayısı ise gecede 1 ile 7 arasında değişir. Bilinci tam ya da kısmen açık olsa da genellikle bu kişiler sabah uyandıklarında olayları hatırlamaz. Engellenmeye çalışıldıklarında ise agresif ve saldırgan olabilirler.

Gece uyanma atakları nedeniyle sabah yorgunluğu ve gün içinde uykululuk hali ortaya çıkar. Uykuya bağlı yemek bozukluğunun sık olması kilo alımına ve hatta Tip 2 diyabet riskinin artmasına bile neden olabilir. Bu durum genelde 30 yaşlarındaki kadınlarda yaşanır. Kişilerin yüzde 40’ında ise kilo sorunu ortaya çıkar. Uyku yoksunluğu ve kilo problemi olan hastaların hekimlerine başvurarak reçete edilen ilaçları kullanmaları ve bir diyetisyenden yardım almaları büyük önem taşımaktadır. 

Tanı ve tedaviye yönelik tüm işlemlerinizi doktorunuza danışmadan uygulamayınız. İçeriklerde Acıbadem Sağlık Grubu’nun tedavi edici sağlık hizmetlerine yönelik bilgiler yer almamaktadır.

ACIBADEM HAYAT

Comments are closed.