logo

Cümleler doğrudur sen doğru isen Doğruluk bulunmaz sen eğri isen

İÇİNDEKİLER

Allah Neden İmtihan Ediyor?

Din Anlayışındaki Farklılıklar Niçin Zenginliktir?

Kendini Bilmek, Allah’ı Bilmenin Anahtarıdır

KUTLU ZAMANLARDAN GEÇMEK

YAZI VE KALEM / YAZI YAZMAK

KİMLİKSİZLİĞİ KİMLİK EDİNMEK

Kirlenmiş Akıl

Dünya Hayatı Sizi Aldatmasın

İslami Düşüncenin Metodoloji Sorunu : Kuran ve Sünnete Yaklaşımlar

Mucize bir yetenek

Kardeşlik Azığı

Ülfet ve Muhabbeti Bozan Zehirleyici Duygu ve Davranışlar

Hakîkati Duymak İstememek

İndirilen İslam İle Üretilen İslam’ın Farkını Görmek

İnciten Kırıp Döken Var ya!

Nefs Tezkiyesi

Kur’an’ın Devrimi Kur’an’a Karşı Devrim

Sen misin Müslüman olan?

ELLER VAR

İnsan Hakları – İnsan Sorumlulukları

Sabır edilgenlik değildir

Ani tatmin çağı

Sabır: Bekleme sanatı

Haset ve Kıskançlık Psikolojisi 

Hayat Bana Böyle Öğretti.

Doğruluk ve Dürüstlük

DEĞERLER EĞİTİMİ KAVRAMI OLARAK DÜRÜSTLÜK

Dürüst İnsanların Özellikleri ve Davranış Biçimleri

Allah Bizim Cennete ve Cehenneme Gireceğimizi Biliyorsa, Neden Bizi İmtihan Ediyor?

Sorunun önemi

Özellikle lise ve üzeri düzeydeki gençlerimizin sıklıkla sorduğu soruların başında yukarıdaki soru gelmektedir. Bu soruya cevap verme teşebbüsünde bulunmadan önce şu iki hususun göz önünde bulundurulması gerekir:

a) Bu soru aslında İslam tarihi boyunca Müslüman âlimlerin üzerinde en çok konuştuğu ve tartıştığı meselelerden birini oluşturuyor. Çünkü bu sorunun imana ilişkin pek çok meseleyle doğrudan irtibatı var. Bunların başında da kader konusu geliyor. Söz konusu kader olunca ister istemez Allah’ın ilmi, iradesi, yaratması gibi gaybî konular devreye giriyor. İşte bütün bu sebeplerle bu soruya bir çırpıda herkesi tatmin edecek bir şekilde cevap vermek o kadar kolay değil.

b) Bu soruya cevap vermeyi zorlaştıran ikinci husus ise klasik kaynaklarımızın bu konuya dair açıklamalarını insanlarımızın anlayabileceği şekilde takdim etme güçlüğü. Zira bizim klasik kitaplarımızda bu meseleye dair yazılanlar halka değil konunun uzmanlarına hitap ediyor.

Önce şu imtihan meselesinden başlayalım. Kur’an’da Rabbimiz pek çok âyette insanları imtihan ettiğini/edeceğini açık olarak ifade etmiştir. Bunların bir kısmı şöyledir:

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk, 2)

“Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri bilinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.” (Muhammed, 31)

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları bilecek, yalancıları da mutlaka bilecektir.” (Ankebut, 2-3)

“Yoksa, Allah, sizden, cihad edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri bilmeden bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Tevbe, 16)

Yukarıdaki âyetlerde açık bir biçimde Allah’ın kullarını imtihan ettiğinden söz ediliyor. Dahası kimi âyetlerde “bilelim diye” şeklinde ifadeler bile yer alıyor. İnsanlar arası günlük kullanımda “imtihan / sınav” sözcüğünü duyduğumuzda bununla öğrencilerin veya bir işe girmek isteyenlerin bilgi derecesini anlamak için yapılan yoklamayı kastederiz. Yani imtihan yapan şahıs (öğretmen) veya kuruluş (iş yeri, eğitim kurumları) bu imtihan öncesinde kişinin nasıl bir performans sergileyeceği, neyi bilip neyi bilmediği konusunda bir bilgi sahibi değildir. İmtihan sonucunda kişinin bilgi ve beceri seviyesi hem kendisi hem de bu imtihanı yapan kişi ya da kurum tarafından anlaşılacaktır. Peki Allah acaba gerçekten kulların durumunu öğrenmek için mi imtihan yapıyor? Kesinlikle hayır!

Kullarını yoktan yaratan Allah onların geçmiş ve geleceğini, açığa vurduklarını ve gizlediklerini zaten bilmektedir. Nitekim Rabbimiz bu konuda şöyle buyurur:

“Sözünüzü ister açıktan söyleyin ister [içinizde] gizleyin [fark etmez]. O, göğüslerdekinin özünü [insanın aklından ve kalbinden geçenleri] bilir. Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Mülk, 13-14)

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’am, 59)

“Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey bile O’ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü de şüphesiz, apaçık kitaptadır (yazılıdır).” (Sebe, 3)

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadid, 22)

“Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Ferman bunlar arasından inip durmaktadır ki, böylece Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” (Talak, 12)

“O, [kullarının] önlerindekini ve arkalarındakini bilir.” (Bakara, 256)

Madem biliyor, niçin imtihan ediyor?

Yukarıdaki âyetler açık bir biçimde Rabbimizin her şeyi ezeli ilmiyle bildiğini, O’nun öğrenen bir varlık olmadığını, O’nun için “sürpriz” söz konusu olmadığını açık bir biçimde ortaya koyuyor. O halde şu soruyu soralım:

Bir tarafta Allah’ın imtihan yaptığını belirten âyetler, diğer yanda da O’nun her şeyi zaten bildiğini gösteren âyetler var. Bu bir çelişki değil midir?

Kur’an’ın anlaşılmasına ilişkin önemli bir kural:

Kur’an âyetlerinin yorumlanmasında tefsir âlimlerimizin belirttiği şu kuralı dâima göz önünde bulundurmak gerekir. “Kur’an’da ilk bakışta farklı şekillerde anlaşılmaya müsait olan yahut yeterince açık olmayan âyetler (müteşâbih), anlamı açık ve net olan âyetlere (muhkem) göre yorumlanmalıdır.” Bu kuraldan hareket eden âlimlerimiz “imtihan” ilgili âyetleri iki farklı şekilde yorumlamışlardır.

Allah “imtihan” sözcüğünü kendisi açısından değil kullar açısından kullanıyor.

Allah, sonsuz bilgisiyle her şeyi bildiği halde kullarına sanki onları imtihan ediyormuş gibi imtihan eden kimsenin muamelede bulunması gibi muamelede bulunur. Burada bir tarafta ilmi sonsuz olan, her şeyi bilen bir Allah diğer tarafta geleceği ve gaybı bilmeyen kul bulunmaktadır. Meseleye kul cephesinden bakıldığında gelecek zaman tamamen meçhuldür, o halde onun açısından bakıldığında sonucu bilinmeyen bir imtihan söz konusudur. İşte Allah kulları, onların kendi bulunduğu ilmî ve psikolojik hal açısından değerlendirerek kendilerine yaptığı muameleye “imtihan” adını vermiştir. Nitekim Kur’an’da Allah başka bazı konularda da kullara onların yapıp etmeleri cinsinden fiillerle mukabelede bulunmuştur. Öyleyse “Allah kullarını imtihan ediyor” ifadesini dünyada bir öğretmenin öğrencisini imtihan etmesine kıyaslamak kesinlikle yanlıştır. Çünkü bir öğretmen öğrencisinin imtihandan ne not alacağını bilemez, sadece tahmin eder. Tahmininde haklı da çıkabilir, yanılabilir de. Oysa Allah tahmin etmez, yanılmaz.

Allah, ezelde bildiği şeylerin dış dünyaya yansımasına “imtihan” adını veriyor.

Allah zamandan ve mekândan münezzehtir. O’nun için “geçmiş”, “şimdi” ve “gelecek” birdir. Ancak kullar açısından zaman söz konusudur. Her ne kadar Allah’ın bilgisi ezeli olsa da bu bilginin varlıkla ve olaylarla ilişkisi “bizim açımızdan” değerlendirildiğinde Allah’ın bir şeyi bilmesinin iki boyutu ortaya çıkmaktadır:

1. Allah’ın bir şeyi dış dünyada meydana gelmeden önce bilmesi.

2. Allah’ın bir şeyi meydana geldikten sonra realiteye dönüşmüş haliyle bilmesi.

Mesela siz doğmadan önce Rabbimiz ezelde sizi yaratacağını ve sizin o gün doğacağınızı bilir. Bu, bir şeyin var olmasından önceki ön bilgidir. Sizin günü ve vakti gelince doğmanız durumunda Allah’ın bunu bilmesi bir şeyi olduktan sonraki haliyle bilmesidir. Şu halde aslında varlık, Allah’ın ezelî ilminde bir bilgi halinde mevcutken zaman gelip yaratılıyor, pratiğe dökülüyor ve Allah, o varlığı ezelde bilgi halinde bildiği gibi, sonradan yaratıp pratiğe dökünce de gerçek-realite haliyle bilmiş oluyor.

İşte Allah’ın “bilelim diye imtihan ediyoruz” ifadesi şu anlama gelir: “Ezelde zaten ön bilgi halinde bildiğimiz şeyin, bilfiil realiteye döküldükten sonra gerçeğe dönüşmüş haliyle de bilelim diye sizi imtihandan geçiriyoruz.”

İster ilk yorumu isterse ikinci yorumu kabul edelim, netice itibarıyla Allah açısından “sürpriz bir bilgi”, “bir şeyi sonradan öğrenme”, “bilgisiz iken bilgili hale gelme” diye bir durum söz konusu değil. O halde Allah, bilmediği bir şeyi öğrenmek için kullarını imtihan etmiyor. Ezeli bilgisinde bildiği şeyleri realiteye döküyor, pratiğe geçiriyor. Klasik tabiriyle “kader, kazaya dönüşüyor.”

“İmtihan” meselesine biz kullar açısından baktığımızda bu kelimenin bizim hakkımızda kullanılması yüzde yüz doğru. Yani biz, sonucunu bilmediğimiz bir imtihandan geçiyoruz, dünya da bir imtihan alanı. Ama Allah açısından bakıldığında bilinmeyen bir şeyin öğrenilmesi için kulların imtihan edilmesi söz konusu değil. Bilinen bir şeyin pratiğe dökülmesi söz konusu.

Rabbimiz Kur’an’da kâinatın yaratılış sebebi ile ilgili olarak önce yanlış anlayışları ortadan kaldırıp sonra doğru cevabı ortaya koyuyor. Biz de önce kâinatın yaratılış sebebinin ne olmadığı üzerinden hareket edip sonra ne olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.

Biz insanlar, ihtiyaç duyduğumuz şeyleri yapar ve üretiriz. Mesela ekmeği yemek için, elbiseyi giymek için üretiriz. Evleri içinde yaşamak için yaparız. Oysa Allah hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyin kendisine muhtaç olduğu varlıktır. (es-Samed).

Rabbimiz, Kur’an’da kâinata ve içindeki hiçbir varlığa ihtiyacı bulunmadığını defaatle belirtmiştir. (Âl-i İmran, 97; Hicr, 70; Ankebut, 6)

Biz insanlar, bazı şeyleri ihtiyacımız olduğundan değil sırf hoşça vakit geçirmek, can sıkıntısından kurtulmak için yaparız. Mesela müzik dinler, resim yapar, gezintiye çıkarız. Buna ihtiyacımız olduğu için değil iyi vakit geçirmek için bunu yaparız. Oysa oyun ve eğlence edinmek Rabbimizin münezzeh olduğu bir durumdur. Bu, canı sıkılan ve can sıkıntısını geçirmek için bir şeylerle oyalanmaya ihtiyaç duyan insanların özelliğidir.

Rabbimiz kâinatı fantastik bir sebeple, hoşça vakit geçirmek için yaratmadığını, bu kâinatı yaratmasının haklı bir sebebinin bulunduğu şu şekilde belirtmektedir:

“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.” (Duhân, 38-39)

Biz insanlar bazen amaçsız ve sebepsiz işler yaparız. Bu yaptıklarımız bir ihtiyaçtan kaynaklanmadığı gibi bize hoşça vakit geçirme fırsatı da sunmaz. Şuursuz ve bilinçsizce, sırf iş olsun diye işler yaparız. Allah, yaptığı her şeyi yerli yerince yapan, yaptığı şeylerde nice hikmetler bulunan el-Hakîm’dir. O’nun hiçbir fiili hikmetsiz değildir.

Rabbimiz, kâinatın boşu boşuna yaratıldığı fikrinin kâfirler tarafından sahip olunan bir fikir olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur:

“Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline!” (Sad, 27)

Rabbimiz, bir başka âyetinde insanlara hitap ederek onların yaratılışının amaçsız, sebepsiz [abes] olmadığını şu şekilde belirtmektedir:

“Yoksa sizi boşu boşuna [amaçsız ve sebepsiz olarak abes yere] yarattığımızı mı sandınız?” (Müminûn, 115)

Rabbimiz Kur’an’ın pek çok âyetinde kâinatı yaratmasının hak ile olduğunu belirtir. Bu, kâinatın boş yere ve sebepsiz olmadığının olumlu ifade ile pekiştirilmesidir. Bu konu ile ilgili âyetlerin bir kısmı şu şekildedir:

“Allah, gökleri ve yeri hak olarak (yerli yerince) yarattı. Şüphesiz bunda, iman edenler için (Allah’ın varlık ve kudretine) bir nişâne bulunmaktadır.” (Ankebut, 44)

“Allah’ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmedin mi? O dilerse sizi ortadan kaldırıp yepyeni bir halk getirir.” (İbrahim, 19)

“Allah, gökleri ve yeri yerli yerince yaratmıştır. Böylece herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara haksızlık edilmez.” (Câsiye, 22)

Kâinatın yaratılışının temel sebebi yaratılan varlıkların Allah’ı yüceltmeleri, kulluklarını göstermeleri, Rabbimizin de onlara karşı ilahlığını ve rabliğini göstermesidir:

Kur’an, insan dışında yaratılmış olan yerdeki ve gökteki bütün varlıkların Allah’a boyun eğdiğini, secde ettiğini, onu tenzih ettiğini belirtir. Bu âyetlerin bir kısmı şöyledir:

“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.” (İsra, 44)

“Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün melekler, büyüklük taslamadan Allah’a secde ederler.” (Nahl, 49)

“Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir. O, azîzdir, hakîmdir.” (Hadid, 1; Haşr, 1; Saf, 1)

Kur’an, akıl, irade ve nefis sahibi varlıklar olan cinler ve insanların da kulluk sebebiyle yaratıldığını şu şekilde belirtir:

“Ben, cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyat, 56)

Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Hiçbir varlık Allah’ı zikretmese, tesbih ve tenzih etmese de Allah zâtı itibarıyla övgüye layıktır. O’nun övgüye layık olması, kendisini öven birilerinin bulunmasına bağlı değildir.

Bu soru başka bir soruyu gündeme getirir: O halde madem ki ibadet edilmeye, yüceltilmeye ihtiyacı yok öyleyse hiçbir varlığı yaratmasaydı!

Burada hemen şu âyetler gündeme gelir: “O, dilediğini yapar.” (Hûd, 107; Burûc, 16). “O’na yaptığı bir şeyden dolayı [“niçin böyle yaptı?”] diye soru sorulamaz. Ancak [O’nun tarafından insanlara, “niçin böyle yaptınız?” diye] sorulacaktır.” (Enbiyâ, 23)

Sonuç Kadere Çıkıyor

Rabbimiz ezeli ilmiyle bildiği, ezeli iradesiyle dileyip tercih ettiği şeyleri yaratma sıfatıyla yaratıp varlık âlemine çıkardı. Bizim açımızdan bakıldığında ortada tam bir imtihan var. Hiçbir şey belli değil. Bize seçme hakkı verilmiş, irade verilmiş. Hiçbir şey zorla yaptırılmıyor, her şeyi biz yapıyoruz. Ama meseleye Allah açısından bakıldığında o her şeyi biliyor, bildiklerini yaratarak pratiğe döküyor. Varlıklar onun ezelî ilminden varlık âlemine çıkarken O’nun irade, kudret, tekvin gibi bütün sıfatları da tecelli ediyor.

Bütün bu tecelliler ve -kullar açısından bakıldığında- imtihanlar sonucunda Rabbimiz başta Hz. Muhammed (s.a.v.) ve diğer peygamberler, Allah dostları, şehitler ve sâlih müminler olmak üzere kendine ebedî dostlar ediniyor. Onları ebedî nimetlerine gark ederek kendi güzelliğini ve cemalini gösteriyor. Bunu onlara doğrudan ve hazır bir şekilde vermiyor da onlar açısından bir imtihan sonucu veriyor. İşte kullar açısından imtihanın en büyük kazanımı bu! Bu imtihan sonucunda kaybeden, cehennemlik olan, ebedî azaba dûçar olanlar ise bunu tamamen kendi tercih ve seçimleri ile hak ediyorlar. Allah onları tercihlerini bu şekilde kullanmaya kesinlikle zorlamıyor. Dolayısıyla hiçbir haksızlık ve adaletsizlik söz konusu değil.

Bu açıklamalarda doğru bir husus varsa Rabbimizin lütfundandır. Yanlış bir şey varsa o da bizim nefsimiz ve şeytandandır, Rabbimiz bundan münezzehtir. Her şeyin en doğrusunu Rabbimiz bilir.

“Rabbimiz, Senin bize öğrettiğinden başka bizim bir ilmimiz yoktur. Şüphesiz ki her şeyi bilen ve her şeyi hikmetli bir şekilde yapan ancak Sensin.” (Bakara, 32)

SONER DUMAN / GENÇ DERGİ

Allah Neden İmtihan Ediyor?

İnsanlar birbirlerini suçlayacaklar ama hiç biri fayda sağlamayacaktır. Çünkü Allah herkese doğruyu ve yanlışı ayırt edecek akıl ve irade vermiş, ayrıca yol gösterici peygamberler göndermiş ve yol kılavuzu olsun diye kitaplar indirmiştir. 

Kafama takılan soru şu: Yüce Allah neden imtihan ediyor? O, her şeyi bildiğine göre bizi ve bizim yapıp etmelerimizi de biliyordur, bu takdirde imtihan etmesinin anlamı nedir?

İmtihan iki maksatla yapılır: Birincisinde bir kişinin gücünü, bilgisini ve görgüsünü görmek ve bilmek; ikicisinde ise kişinin yapıp etmelerini kendisinin görmesini sağlamak, yaptığı işlerin sonucunu göstermek ve değer biçmektir. Birinci anlamda imtihan, Allah için söz konusu olamaz, çünkü Yüce Allah gizli açık her şeyi bilendir, O’nun bu şekilde imtihan ettiğini düşünmek ilahlığına aykırıdır. Öyleyse Allah’ın kullarını imtihanı, onların yaptıklarının sonucunu kendilerine göstermek ve bu sonuca göre onların yapıp ettiklerinin değerini bildirmektir.

İyi de biz dünyadaki imtihanı görüyor ve sonucunu biliyoruz ama ahiretteki imtihanın sonucuna dair hiçbir bilgimiz yok.

İmtihan dünyada zaten. Ahirette imtihan yok, orada sadece imtihanın sonucunun gösterilmesi ve bildirilmesi söz konusu. İnsanlar sanki ahirette bir imtihan olacakmış gibi düşünüyorlar. Hâlbuki orası imtihan yeri değil dünyada yapılanların karşılığının alınacağı yerdir. 

İyi de sorgu yapılacak. Sorgu bir imtihan değil midir?

Oradaki sorgu imtihan amaçlı değil kişinin hakikati kendi gözüyle görmesine ve aldığı karşılığı hak ettiğini itiraf etmesine yöneliktir. Aslında Yüce Allah (c.c.) onların yapıp ettiklerini, hatta niyet ve kasıtlarını dahi bilmektedir. Zaten yazıcı melekler insanların söz ve fiile dökülen bütün işlerini yazmışlar ve kitap hâlinde ellerine tutuşturmuşlardır. Buna amel defteri, yani kişinin hayat boyu yapıp ettiklerinin yazıldığı belgeler denilir. Çünkü Yüce Allah insanı akıllı ve iradeli bir varlık olarak yaratmıştır. Onun bu özelliğini ahirette de elinden almayacaktır. Yani insanoğlu bu iki gücünü orada da kullanmaya devam edecektir. Nitekim Kur’an’da haber verildiğine göre insanların orada farklı tepkileri olacaktır. Kimisi suçu inkâr edecek, kimisi bahane üretecek, kimisi başkasının üzerine atacak, kimisi de yeniden dünyaya döndürülmeyi ve iyi amel yapıp tekrar gelmeyi isteyecektir. 

Peki, bunlara nasıl bir muamele yapılacaktır?

İnkâra kalkışanların elleri, ayakları ve günah işleyen organları konuşturulacak, geçersiz bahane ileri sürenlerin özürleri asla kabul edilmeyecek, başkasını suçlayanların suçladıklarına söz hakkı verilecek, dünyaya tekrar dönmek isteyenlere ise “Dönseniz yasaklanan şeyleri gene yaparsınız!” (Enam, 6/28.) denilecektir.

Suçlananlara söz hakkı verilecek ne demek?

İnsanlar birbirlerini suçlayacaklar ama hiç biri fayda sağlamayacaktır. Çünkü Allah herkese doğruyu ve yanlışı ayırt edecek akıl ve irade vermiş, ayrıca yol gösterici peygamberler göndermiş ve yol kılavuzu olsun diye kitaplar indirmiştir. 

Durum böyleyse neden sorgu yapılıyor?

Sorgulamanın nedeni yukarıda dediğimiz gibi insanın bizzat kendisinin anlaması içindir. Çünkü insan kendisine yöneltilen suçlamayı kavramak ve mutmain olmak ister. Bundan dolayı her insan mahşer meydanında, hesap günü sorguya çekilecektir. Bu sorgu neticesinde cehenneme girenler Allah’ı değil kendilerini ve sebep olanları suçlayacaklar, hatta önder kabul edip kendilerini yanıltan kişilerin daha fazla ceza alması için beddua edeceklerdir. Yani adalet tam gerçekleşecek ve herkes aldığı cezayı hak ettiğini bizzat kendisi kabul ve itiraf edecektir.

Demek ki imtihan adaletin gerçekleşmesi içindir.

Evet, Yüce Allah rahman, rahim ve gafur olduğu gibi aynı zamanda adil ve muntakimdir. Bunun anlamı, O, koruyan, esirgeyen ve bağışlayan olduğu gibi herkese hakkını tam olarak veren ve mazlumların ve mağdurların haklarını zalimlerden ve haksızlardan alan, suçlulara hak ettikleri cezayı tam olarak verendir. Bakıldığında ne dünyada iken suç işleyen aldığı cezadan ne de mağdur olan verilen cezadan memnundur. Bunun sebebi suçlunun işlediği kötülüğün tam olarak ortaya çıkartılamaması, mağdurun da uğradığı zararın ve kaybın tam olarak giderilememesidir. Söz gelimi dünyada mağdurun maddi zararları bir ölçüde giderilse bile korku, psikolojik gerilim, organ veya can kaybı gibi zararların giderilmesi pek mümkün olamamaktadır. Hesap gününde bu tür kayıplar telafi edilecek, hem suçlu kabullenecek hem de mağdur mutmain olacaktır. 

Dünya imtihanında insanlar arasında bir ayrımcılık var mı? Örneğin zengin-fakir, sağlıklı-hasta, sağlam-engelli gibi farklıklar insanların kafasını karıştırmaktadır.

Doğrudur. Bu farklılıklar var ve özellikle ikinci grupta olanlar kendilerine karşı bir haksızlık olduğunu düşünmektedirler. Hâlbuki Yüce Allah dünya hayatında adil bir sistem kurmuştur. Bunun anlamı herkese verilen imkân kadar sorumluluk yüklenmesidir. Zenginin sorumluluğuyla fakirin sorumluluğu aynı değildir. İslam’ın beş esasından zekât zengin olanlara, hac ise hem zengin hem de sağlıklı olanlara farz kılınmıştır. Öte yandan zenginin ve sağlıklı kişinin şükrederek kazandığı sevabı, fakirler ve hastalar sabrederek kazanır. Zenginlik veya sıhhatli olmak avantaj gibi görülüyor olsa da her verilen imkânın aynı zamanda imtihana tabi olduğunu düşündüğümüzde hiç de öyle olmadığı anlaşılmaktadır. Hatta mucize ve keramet bile imtihan aracıdır, o yüzden peygamberler hemen mucize talep etmezler ve Allah dostları üzerlerinde keramet zahir olmasını istemezler. Nitekim sofra mucizesi isteyen havarilerine Hz. İsa’nın ilk tepkisi, “Allah’tan korkun!” şeklinde olmuştur. Yüce Allah, istenen mucizenin nasıl bir çetin imtihana tabi olduğunu, “Ben sofrayı size indireceğim fakat bundan sonra kim inkâr ederse hiç kimseye etmediğim azabı ona ederim.” şeklinde açıklamıştır. Bazı tefsirciler, bu tehdit karşısında havarilerin sofra isteklerinden vazgeçtiklerini bildirmektedir.

Öyleyse dünya hayatına önem vermek gerekir.

Tam de öyle. Bunu eskiler tarla ve harman benzetmesiyle anlatmışlardır. Çiftçi tarlada ne kadar çok ve bilinçli emek ortaya koyarsa harman yerinde o kadar bol ve kaliteli ürün alır. Yani tarladaki emeğin karşılığı harman yerinde ortaya çıkar. Dünya hayatı da tarla gibidir, kişi burada ne kadar gayret gösterir, dürüstçe ve kaliteli işler yaparsa hesap günü başarılı olur ve iyiler tarafında yerini alır.

Anlaşılan bütün iş bizim aklımızı ve irademizi iyi kullanmamıza bağlı.

Öyledir. Yazıcı meleklerin yazdığı defterin kahramanı biziz. Melekler kendiliğinden bir şey yazmaz, bizim söylediklerimizi ve yaptıklarımızı yazar. İrademize asla müdahale de etmezler. Zaten Hz. Peygamber’in, “Ameller niyete göredir.” (Buhari, Bedü’l-vahy, 1.) buyurduğu gibi sonucu belirleyen bizim niyetimizdir. Ancak Yüce Allah pozitif ayrımcılık yapacak, gerçekleştirilmeyen kötü niyetleri hesaba katmayacak, iyi niyetleri ise sevap hanesine yazacaktır.

Anlaşılıyor ki fakirlik-zenginlik, sağlıklı-hasta olmak değil, yapılan iş önemlidir.

Tabii ki. Eğer insanlar dünya hayatında iyi şeyler yaparlarsa sonuçta Allah’ın rahmeti ve bağışlamasına erişirler ama kötü şeyler yaparlarsa Allah’ın hesaba çekmesine ve sonunda ceza takdir etmesine maruz kalırlar. Allah onların renklerine, ırklarına, bedenlerine, zengin-fakir, sağlıklı-hasta olmalarına asla bakmaz. Verdiği imkânları nasıl kullandıklarına, vermediğinde de nasıl sabrettiklerine bakar. Şükreden ve çevresini gözeten zenginler kazanacağı gibi sabreden fakir ve engelliler de aynı şekilde kazanacaklardır. Yani herkes imkânına ve durumuna göre imtihana tabi olacak ve sonuç alacaktır.

Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ

Din Anlayışındaki Farklılıklar Niçin Zenginliktir?

İslam dini 610-632 yılları arasında Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gelen vahiyler çerçevesinde şekillenmiştir. Dinimizin temel kaynakları Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin hadisleridir. Ancak Kur’an ve hadislerde Müslümanların karşılaştıkları her sorunun cevabını bulmak mümkün değildir. İslamiyet evrensel bir dindir. Müslümanların sorunlarına çözüm getirmeyi amaç edinir. İşte bu gerçeğin farkında olan İslam âlimleri Kur’an ayetlerini, Peygamberimizin uygulamalarını da esas alarak yorumlamışlardır. Böylece her çağda Müslümanların karşılaştıkları dinî meselelere çözüm getirmişlerdir.

Kur’an ayetlerinin ve hadislerin çağın gerekleri ve Müslümanların ihtiyaçları dikkate alınarak yorumlanması dinî açıdan bir zorunluluktur. Ancak Kur’an ayetlerini ve hadisleri herkesin kendi düşüncesine göre yorumlaması doğru bir yaklaşım değildir. Dinî konularda hüküm verecek, ayet ve hadisleri yorumlayacak kişilerin İslami ilimlerde yetkin yani vukuf sahibi olması gerekir.

Vukuf; Kur’an’ın bütününü, ayetlerin indiriliş sebebini, bağlamını, Peygamberimizin uygulamalarını, açıklamalarını, dinî ilkelerin gayesini iyi bilmek demektir. Ayrıca vukuf; Kur’an’ın orjinal dili olan Arapçayı, tefsir, hadis, fıkıh vb. İslami ilimleri, bazı durumlarda da matematik, fizik, kimya, tıp gibi alanlarda bilgi sahibi olmayı gerektirir. Dinî meselelere akılcı çözümler getirmek, dinî metinleri doğru bir şekilde yorumlayabilmek ancak vukufla olur.

Yüce Allah insanları farklı özelliklerde yaratmıştır. Buna bağlı olarak insanların zevkleri, alışkanlıkları, kişilik yapıları da birbirinden farklıdır. Farklılıklar doğal bir durumdur. Bir konuda insanların farklı düşüncelere sahip olması olumsuzluk değil, zenginlik olarak görülmelidir. Herkesin her konuda aynı görüşte olması, aynı düşünceyi savunması kimsenin istemeyeceği bir durumdur. Bu durum düşüncenin durgunlaşmasına, fikir zenginliğinin ortadan kalkmasına neden olur.

İslam dini, düşünce hürriyetine büyük bir önem vermiştir. Bu sayede İslam âlimleri dinî metinleri ayet ve hadisleri yorumlamışlar, Müslümanların karşılaştıkları sorunlara çözüm üretmişlerdir. Fıkhi mezhepler, itikadi ve tasavvufi yorumlar da İslam dininin düşünce hürriyetine verdiği önemin göstergeleridir. Mezhepler ve farklı yorumlar olmasaydı dünyanın değişik yerlerinde yaşayan Müslümanlar tek bir görüşe uymak zorunda kalacaklardı. Bu da İslami ilkelerin yaşanmasını, uygulanmasını güçleştirecek, hatta imkânsız hâle getirecekti. Bütün bunlar din anlayışındaki farklılıkların hem bir zenginlik hem de son derece faydalı olduğunu göstermektedir.

Din konusunda farklı görüş ve yorumlar olması, dinî hayata bir zenginlik, dinamizm katar. Dinin temel inanç ve ibadet ilkeleri konusunda uzlaştıktan sonra, diğer bazı konularda farklı yorumlar geliştirmek dine zarar vermez. Aksine insanların dinle olan bağlarını güçlendirir.

İslam dini sadece geçmişte yaşamış belirli bir insan topluluğuna gönderilmemiştir. Yüce Allah gönderdiği ilahî mesajlarla evrensel ilkeler ortaya koymuş, mesajlarını okuyup anlayan herkesin doğruyu bulmasını istemiştir. İslam âlimlerinin dinî metinleri yorumlaması, dinî ilkelerin uygulanmasını kolaylaştırmıştır. Değişik kültürel ortamlarda ve coğrafyalarda yaşayan Müslümanlar farklı dinî yorumlardan kendilerine uygun olanı almışlar, dinî hayatlarını bu doğrultuda sürdürmüşlerdir. Bu durum, din anlayışındaki farklılıkların İslam kültürüne zenginlik kattığını gösterir. Farklı dinî yorumlar sayesinde İslam dininin dünyanın her tarafında yaygınlaşması ve yaşanması da kolaylaşmıştır.

İnsanlık, bilimsel ve teknolojik gelişmeler sayesinde sürekli bir değişim içindedir. Tarih boyunca Müslüman bilginler de bunu dikkate almışlar, değişen çağın şartları, bilimsel gelişmeler ve toplumların ihtiyaçları doğrultusunda Kur’an’ı ve sünneti yeniden incelemişlerdir. Dinî metinleri yeniden yorumlamışlar, bunu yaparken de çağın ihtiyaçlarını gözetmişlerdir. Sonuçta da yeni düşünceler, yorumlar ve bakış açıları ortaya koymuşlardır. Bu durum, Müslümanların bilimde, medeniyette ilerlemelerini sağlamıştır.

Sonuç olarak din anlayışındaki farklılıklar hem Müslümanlara birçok kolaylık sağlamış hem de İslam kültür ve medeniyetinin gelişip güçlenmesine, fikir zenginliğinin artmasına katkıda bulunmuştur. Bu sayede köklü, güçlü ve zengin bir İslam medeniyeti ortaya çıkmıştır. O nedenle farklılıkları olumsuzluk olarak değil bir fırsat ve zenginlik olarak görmeliyiz.

Allahu Teâlâ’nın kullarına, şefkati, bir annenin süt emzirdiği çocuğuna şefkatinden daha çoktur.

Bil ki, geçmiş peygamberlerin kitaplarında, insana hitap eden şu söz meşhurdur: “Ey insan! Rabbini tanımak için önce kendini tanı.” Haberlerde [hadislerde] ve eserlerde [selef-i sâlihînin sözlerinde] geldi ki: “Kendini bilen, Rabbini bilir.”

Bu söz şuna işarettir ki, insanın kendisi bir aynadır. Ona bakan, Hakk’ı görür! Birçok insan kendine bakar ve fakat Hakk’ı göremez. O hâlde kendini bilmek için, Allahu Teâlâ’yı bilmeye hangi yolun vesile olduğunu öğrenmek lâzımdır. Bu da iki şekildedir: Biri çok derindir. Bunu çok kimse anlayamaz. Bundan bahsetmek doğru olmaz. Herkesin anlayabildiği şekil ise, su götürmez biçimde açıktır. Avam insan, kendi zâtından Allahu Teâlâ’nın zâtının varlığını, kendi sıfatlarından Allahu Teâlâ’nın sıfatlarını, kendi bedeni ve âzaları olan şahsî memleketindeki tasarruftan, Allahu Teâlâ’nın bütün âlemlerdeki tasarrufunu bilendir.

Bu, şöyle izah edilir: Her şeyden önce kendini varlığıyla bilince anlar ki, bundan önce, nice yıllar geçmiştir. Kendinin namı, nişanı yok idi. Hususan Allahu Teâlâ buyurur:

“İnsanın üzerine uzun devirden öyle bir zaman gelip geçti ki [o vakit] o, anılmaya değer bir şey bile değildi. Hakikat, biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple onu işitici, görücü yaptık.” (Dehr Sûresi, 1-2)

İnsanın kendi aslından anlayabildiği, varlığından önce nutfe olmasıdır. Fena kokulu bir damla su; onda akıl, kulak, göz, baş, el, ayak, dil, damar, sinir, kemik, deri ve et gibi şeyler yoktur. Belki, beyaz şekilde bir sudur.

Fakat bütün bu akıllara durgunluk veren hâller onda meydana gelmiştir. Ama bunları o mu, yoksa bir başkası mı meydana getirdi? Ve yine zaruri olarak bilir ki, insan, kemâl mertebesinde, her âzası yerinde olduğu hâlde, bir kıl ucu yaratmaktan âcizdir. Demek ki, bir su damlası iken daha âciz ve noksan idi. Netice olarak anlaşıldı ki, kendi zâtının varlığından, Allahu Teâlâ’nın zâtının varlığı belli olur. Bir kısmını anlattığımız bedenindeki zahirî ve bâtınî şaşılacak hâllere bakınca, kendini yaratanın kudretini görür ve bilir ki, her bakımdan tam bir kudret [yaratan] vardır, istediğini, istediği gibi yaratır. Bundan daha üstün hangi kudret olabilir ki, böyle hakir ve aşağı bir damla sudan olgun, güzel, hikmetli ve şaşılacak bir şahıs yaratıyor.

Kendinde olan akıl almaz bu inceliklere ve âzalarının faydalarına ve her birinin ne hikmetle yaratıldığına, el, ayak, göz, dil ve diş gibi zahirî azalarına, dalak, ciğer ve öd kesesine ve buna benzer diğer iç azalarına bakınca, kendini yaratanın ilmini bilip her bakımdan tam ve her şeyi kuşatmakta olduğunu ve yine böyle bir âlimin bildiğinin hiçbir şey olmadığım anlar. Çünkü bütün akıllıların aklı bir araya gelse, onlara uzun ömür verilse, bu azalardan birini, yaratılışında olduğu şekilden çıkarıp daha iyi yapmayı düşünseler, yapamazlar!

Meselâ, yenilen şeyleri kesmek için keskin olan ön dişlerini, ezmek ve öğütmek için uçları düz olan azı dişlerini, değirmene ezebileceği, öğütebileceği şeyleri atan dil küreğini, dilin altında bulunup, icap ettiği vakitte yemekleri ıslatacak, hamur hâline getirecek kadar salgı yapan kuvvetini, sonra boğaza gidip, orada da kalmamasını, bütün dünyanın akıllıları, bundan daha mütekâmil ve bundan daha iyi bir başka şekilde yapamazlar.

Elin beş parmağı da bunun gibidir. Dördü bir tarafta, baş parmak ise onlardan biraz daha uzakta ve kısadır. Şöyle ki: Hepsiyle birleşebilir ve hepsinin üzerine gelebilir. Hepsinde üç boğum, bunda ise iki boğum vardır. Öyle yapılmıştır ki, isterse tutar, isterse avuç yapar, İsterse kürek gibi yapar, isterse sıkar yumruk yapar, isterse tekrar açar, kevgir veya tabak gibi yapar. Birçok şekillerle nice işler yapar.

Eğer cihanın âlimleri bu parmakların yaratılışında bir başka şekil düşünseler, meselâ hepsi aynı hizada yahut üçü bir tarafta, ikisi bir tarafta, yahut beş yerine altı veya dört olması icap ederdi, yahut boğumlar üç veya dört olması lâzım gelirdi deseler veya düşünseler, böyle düşünce ve sözleri eksik olup, Allahu Teâlâ’nın bu yarattığı en mütekâmilidir. Bununla anlaşılıyor ki, “Yaratanın ilmi bu şahsı muhittir ve her şeye muttalidir.”

İnsanın, her bir parçasında bunun gibi hikmetler, faydalar vardır. Bir kimse bu hikmetleri ne kadar çok bilirse, Allahu Tealâ’nın ilminin azametine hayranlığı o kadar çok olur.

İnsan kendi ihtiyaçlarına, önce yemeye, giymeye ve meskene bakınca ve yenecek şeylerin yağmura, rüzgâra, buluta, sıcağa ve soğuğa muhtaç olduğuna dikkat edince, onu salâha kavuşturacak san’atlara ve sanat için lâzım olan demir, tahta, bakır, pirinç ve diğer âletlere ve bu aletlerin nasıl yapıldığına dair bilgilere bakar. Sonra bütün bu yaratılan ve yapılanlardaki şeklin tamamlığına ve güzelliğinin mükemmeliyetine bakar. Her birinden o kadar çeşitler bulunur ki, eğer yaratılmış olmasalardı, kimsenin hatırına gelmeyeceklerine, istenemeyeceklerine dikkat ederse, istenmeyen ve bilinmeyen bu şeylerin Allah’ın lütuf ve merhametiyle olduğunu görür.

Buradan bir husus daha bilinir: Velilerin [Allah dostlarının] hayatı Allahu Tealâ’ iledir. Bu da, bütün mahlûklara, lütuf, rahmet ve inayettir. Hususan: “Rahmetim, gazabımı aşmıştır” (A‘râf, 56) buyruldu.

Bunun gibi, Peygamber Efendimiz buyurdu ki:

“Allahu Teâlâ’nın kullarına, şefkati, bir annenin süt emzirdiği çocuğuna şefkatinden daha çoktur.” (H. Edep, 13; M. Tevbe, 22)

O hâlde, kendi zâtının zuhurundan, Allahu Teâlâ’nm zâtını görür. Kendi inceliği, parçalı ve âzalarının çokluğundan; Hakkın kudretini, kemâlini görür. Etrafındaki şaşılacak hikmetler ve faydalarda, Hakk’ın ilminin kemâlini görür. Zaruri olarak yahut ihtiyaç olarak, yahut, iyilik ve güzellik için olanların hepsinin kendinde yaratıldığını ve bir arada bulunduğunu anlayınca, Allahu Teâlâ’nm lütuf ve rahmetini görür, işte bunun için kendini tanımak, Allahu Teâlâ’yı bilmenin anahtarı olur.

Kendini Bilmek, Allah’ı Bilmenin Anahtarıdır / İmâm-ı Gazâlî-Kimyâ-i Saâdet

ZUHUR

Yaratılmışları kuşatan bir özelliği vardır zamanın. Hiçbir yaratılmış zamana hükmetme, zaman üstünde tasarrufta bulunma güç ve kudretine sahip değildir. Zaman, bir öğretmen olarak, irade ve akıl sahibi varlıklara, en üst perdeden ve net sözcüklerle, ne olduğunu bildiren bir münadi gibidir: Ey insan! Sen yaratılmış bir varlıksın. Geçici bir süreliğine bu dünyada bulunmaktasın. Sende olan her şey, sana verilmiş bir emanettir…

Her şey insana verilmiş bir emanet olduğuna göre, zaman da insana verilmiş bir emanettir. Zamana nicel ve nitel açıdan baktığımız zaman, canlıların dünya üzerinde, adına ömür dediğimiz yaşanmışlıkların tamamı, zamanın nicelik tarafını oluşturur. Yani bütün canlıların –aslında buna bütün cansız varlıklar da dâhildir- sahip oldukları bir ömürleri vardır. Verilmiş bir süre ve mühlet olarak bütün varlıkların sahip oldukları ömürleri tamamlandığı zaman, ölüm hakikatine uyanırlar.

Neden ölüm hakikatiyle karşılaşmak değil de, ölüm hakikatine uyanmak? İnsan, nerdeyse her gün ölüm hakikatiyle karşılaşır. Kendisinin de bir gün öleceğini söyler, ama bu söylediğini yalanlayacak bir hayatı sürdürmekten de geri durmaz. Yani kendisine ölümü hiç mi hiç yakıştırmaz. Fakat gün geldiğinde, yani zaman dolduğunda, ölümün soğuk yüzü kendisine dokunduğunda, ölüm hakikatine uyanır. Buna karşı koyacak bir akli ve iradi eylemde bulunma imkânı da kalmamıştır. İşte insana verilmiş olan bir emanet olarak zamanın bu ölüm boyutunda insan, nitelikleri arttıran katıksız hakikat olan ölüm hakikatinin sert duvarına çarparak uyanır. Buna, ölürken uyanmak da diyebiliriz.

Zamanın nitelik boyutu, akıl ve irade sahibi olan insanın tasarruflarıyla oluşmaktadır. Bu manada insanın yapıp ettiklerinin niteliği, zamanın niteliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitelik olarak, “iyi” veya “kötü” zamanın ne olduğunun tespiti hususundaki “ölçü”yü belirleme hakkı, zamanı yaratanın, zamanın sahibi olanın hakkıdır. İslam’a göre her şeyin maliki, mutlak hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ın bir ve tek ilah kabul edilmesinin oluşturduğu sonuçlardan birisi de, O’nun belirlediği “ölçü” ve “sınır”ları kabul ederek zamanı değerlendirmektir.

“Kutlu zaman” tabiri, belirli bir tarih ve belirli bir mekâna işaret etmekten çok, zamanın değerlendirilmesi ile ilgili bir durumdur. Bir değerlendirmeyi söz konusu ettiğimize göre, bir ölçü ve kıstastan da söz ediyoruz demektir. Kıstası vahiy olan bir değerlendirme tarzıyla zamana vaziyet etmek suretiyle oluşan niteliği, “kutlu zaman” tabiriyle dile getiriyoruz. İnsan, hem iç ve hem de dış dünyasında İlahi Vahyi dikkate alan bir hayat sürdürdüğünde, kutlu zamanların bir yolcusu olarak, kutlu zamanlardan geçmiş olur.

Kur’an’da bir sureye de adını veren Kadir Gecesi’nin bin aydan daha değerli olduğu belirtilmektedir. Çünkü o gecede Kur’an indirilmiştir. Bir zamanı diğer zamanlardan daha kıymetli yapanın nitelik olduğunun en somut örneği, böylece gözlerimizin önüne serilmiş olmaktadır. Kur’an, baştan sona tümüyle nitelikleri oluşturan niteliksel bir hayat ve hidayet rehberidir. Öyle ise şu yargıyı rahatlıkla dile getirebiliriz: Kur’an’ın rehberlik ettiği bütün zamanlar kutlu zamanlardır.

Kutlu zamanlardan geçmek için, Kur’an’ı anlamak gerekir. Kur’an’ın indiği bir zamanın değeri bin sayısı ile çarpılmak suretiyle sembolize edildiğine göre, demek ki insan hayatına indiğinde de aynı değerlendirme söz konusu olacaktır. Bunun için olmalıdır ki, Ramazan ayında tümüyle niteliksel bir ibadet olan oruç tutulması emredilmiştir. Oruç neden tümüyle niteliksel bir ibadettir? Çünkü muhatabını, iradesi dışında mecbur edeceği bir şekilsel yaşantı yoktur. Yani tamamen irade eşliğinde ifa edilen bir ibadettir. Ramazan’la birlikte açılan niteliklerin kapısı, bütün zamanları kutlu kılmak için; aklı, iradeyi ve ruhu arıtarak onaran, göklerden insana sunulan muhteşem ikramların kapısıdır.

CEVDET IŞIK / KUTLU ZAMANLARDAN GEÇMEK

Yazının mahiyetini, sadece kalemle kâğıt üzerine yazılan yazıdan ibaret bilme, eksik bir bilme olur. İnsanın bilme ile ilgili sahip olduğu kazanımların neredeyse tümüne semboller üzerinden ulaşılmakta ve ancak bu şekilde bir anlam dünyası oluşmaktadır. Anlam dünyasını tanımamızı sağlayan sembollere, yerine göre kelime, yerine göre kavram ve yerine göre terim demekteyiz. Bu semboller bizatihi hak ve hakikat olmaktan çok, hak ve hakikati gösteren, hak ve hakikate götüren yoldaki işaretler veya işaret fişekleri gibidir. Bu sembol ve işaretlerle insanın yolu aydınlanarak, hak ve hakikate tanıklık edilmiş olur. Yine aynı zamanda bu sembol ve işaretler, insanlar arasında iletişim ve dayanışmayı sağlayan dili de oluşturmaktadır.

Hak ve hakikate tanıklık etmenin insan için en önemli getirisi, insanın yaşadığı zaman ve mekânda bir duruş sahibi olmasıdır. Bütün bir içerik ve mahiyetiyle zaman ve mekânın insana verilmiş bir emanet mi yoksa insanın istediği gibi tasarrufta bulunacağı bir ganimet mi olduğunu gösteren bir duruştan söz ediyorum. İnsanları ayrıştıran hayat tarzları ve medeniyet algıları da söz konusu bu duruşun bir neticesidir.

Rabbimiz Alak suresi dördüncü ayette, insana bilgiyi kalemle kaydetmeyi öğrettiğini bildirmektedir. Burada elbette insana bir kalem ve bir defter verilmek suretiyle, okullardaki öğretmen-öğrenci ilişkisinde olduğu gibi, kelimelerin ne olduğu ve bilginin nasıl kaydedileceğinin öğretildiği, iki tarafın yer aldığı bir eğitim-öğretim söz konusu edilmiyor. Burada, sözü edilenin daha kapsamlı ve bütüncül çok yönlü mesajlar olduğunu anlamak gerekir. Burada hayatın aslında bir mektep olduğu, insanın ise bu hayat mektebinde hem öğrenci ve hem de öğretmen olduğu, işlenen edimlerle/eylemlerle yazılı bir kayıtta olduğu… mesajlarına varmak mümkündür.

Kalemin de bir sembol olarak ele alındığını düşündüğümüzde, bilginin heybelerine yüklendiği kelimelerle hakikat yolculuğunun sürekli olması için, hem yolun ve hem de rehberlik mahiyetindeki mesajların, yazı ile bir kayda geçmesi de elzem olmaktadır. Yahudilerin tarih sahnesindeki maceralarının bir benzerini tecrübe etmek istemiyorsak, sağlam ve sahih yazılı kaynaklara gereksinim olduğu açıktır. İşte bu gerekliliktir ki, İlahi Vahyin bütün safiyetiyle muhafazası, hayati derecede bir önem arz etmekteydi. Böylece gerek nesneler bakımından ve gerekse de özneler bakımından, kabul edilebilir bir şehadet/şehitlik/şahitlik mümkün hale gelir.

Rabbimiz Kur’an’ın bir suresini Kalem olarak adlandırmıştır. Sadece adlandırmakla kalmamış aynı zamanda, kaleme ve onun yazdıklarına da yemin etmiştir. Bununla, toplumsal baskıya maruz kalan Elçinin, duruşunun bozulmaması için destek veriyor. Aslında kalem ile Elçinin misyonlarında görülen anlam paralelliği oldukça dikkat çekicidir. Resul, İlahi Vahiy ile insanlar arasında elçi olurken, kalem ise “söz ile yazı arasında” elçi olmaktadır. Bu noktadan sonra, yukarıda işaret ettiğim gibi, dikkatleri farklı bir değerlendirmeye çekmeye çalışacağım. İnsanın, dünya hayatı boyunca yani doğum ile ölüm arasında yapageldiği şeylerin, aslında bir kalem ile yazı yazmaktan ibaret olduğudur. Bu yargının dayandığı sembol ifadeyi ‘yazı ve kalem’ metaforu ile ifade etmekteyim.

Her insan, kendi iradesinin bir ürünü olarak verdiği her kararla, yaptığı her seçimle ve bunun sonucunda meydana gelen davranışlarla kendi kitabını yazmaktadır. Bu yazma eylemine, insanın sahip olduğu tasavvur kaynaklık etmektedir. Her insanın yetiştiği ortam ve yetişme tarzı, yazdığı kitabın/hayatın istikametini de belirlemektedir. Aslında insan yazdığı kitapla ya barış yurduna yelken açmakta ya da başını dertten derde sokan fırtınaların eksik olmadığı bir dünyaya yol almaktadır. Sonuçta insanın yazdığı kitap matbaadan çıktığı zaman, yani ölümle birlikte altına imza atılan kitap bittiği zaman, kendi kitabının nasıl bir kitap olduğunu görecektir. Altmış dokuzuncu sure olan Hakka suresinin on dokuzuncu ayetinde, kitabı sağdan verilenlerin büyük bir sevinçle, “alınız kitabımı okuyun” diyeceğini belirtmektedir. Tabi bir de bunun tam tersini düşünün. Bu durumda olan insanın, gerçekten büyük bir ziyan içinde olduğu aşikârdır.

İnsanın her an, elinde bir kalemle yazı yazmakta olduğunun bilincinde olması gerekir. Kalemle yazı yazmayı sadece, bir kalem ve bir kâğıda indirgeyen bakışın sorunlu olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir.

Rabbimizin kaleme yemin etmesinin anlamını, sorumluluk bilincine sahip olan müminlerin davranışlarıyla açıklamanın yanlış olmadığını söylemek istiyorum. Rabbimizin kalem üzerine yaptığı yemini bu şekilde anlamak, insana hem bir teşvik ve hem de bir güç ve güven vesilesi olacaktır.

Havasını teneffüs ettiğimiz modern ve post-modern zamanların, yaşamı kaostan kaosa sürüklediğini bizatihi tecrübe etmekteyiz. Felç edilmiş bir tasavvur ve ardından bütün değerleri yok sayan seküler bir dünya, insanı her an bir savaşın içinde bırakan acımasız kapitalist liberal gereklilikler, biz Müslümanları da çepeçevre kuşatmış durumdadır. Bugün dünya Müslümanları yaşanmakta olan vahşet karşısında, müflis tüccar rolünde bulunmaktadır. Yeniden bir varoluş bilinciyle değerlerimize dönüş yapmak sorumluluğunu omuzlarımızda hissetmeliyiz. Her an yenilenen ümitlerle kalemlerimizi bilemeli ve baharı oluşturan yağmurlar misali yazılar yazmalıyız.

Bir sınav ve sınanma alanı olan dünya hayatında yazı ve kalem, bir sorumluluk bilincinin araçları olarak, hem gerçek ve hem de mecaz anlamlarıyla, Rabbimizin hoşnutluğu dikkate alınarak işlev sahibi olmalı ve böylece içerik üretmek üzere çalıştırılmalıdır. Böylece oluşacak her eylem hayata işlenmiş bir nakış olacaktır.

CEVDET IŞIK / YAZI VE KALEM

Varlık hiyerarşisinde istisnai bir yeri olan insanın, kendine özgü ve ayırt edici özelliklerinden birisi de yazı yazmaktır. İnsan akıl ve duygu sahibi olduğu için, karşılaştığı olaylar ve olgular karşısında aklı ve duyguları harekete geçer. Olay ve olguların sahip olduğu özelliklere göre, insanın gösterdiği tepkiler de değişmektedir. Kimi tepkiler sevinç ve kimi tepkiler de üzüntüye sebep olabilmektedir.

Sadece olaylar ve olgular değil, aynı zamanda kelime ve kavramlar da, sahip oldukları içerik ve kapsama göre, aklı ve duyguları kışkırtarak harekete geçiren muharrik sebeplerdendir.

İnsandaki akıl, duygu, irade ve seçme gibi özelliklerden dolayı, insan sorumluluk sahibi olmaktadır. Yani bu özellikler öylesine ve tesadüfen insanda bulunuyor değildir. Bu özellikler insana verilmiştir. İnsana verilen özelliklerden bahsettiğimize göre, iki taraflı bir durumdan söz ediyoruz pek tabii olarak: Bir tarafta bir mülk sahibi, diğer tarafta mülkün kendisine emanet olarak verildiği kimse bulunmaktadır.

Aslında insan derinlemesine düşündüğü zaman, her şeyi bilen, gören, işiten; mutlak güç, kuvvet, kudret ve tasarruf sahibi bir Zat’la karşı karşıya olduğunu anlar. Bunu anlamamak için ancak ve ancak kendisini; aklını, fikrini, nazarını inkâr etmesi gerekir. Zaten bu hususta insanlığın genelinin hemfikir olduğunu söylemek mümkündür.

İnsanlık tarihi boyunca genellikle, bir Zat olarak Allah’ın varlığı hususunda değil ama sıfatları hususunda ihtilaflar olmuştur. Bu ayrı bir konudur, fakat şu kadarını söylemeden de geçmek istemiyorum: Allah ile ilgili bilgiler hususunda sahip olduğumuz verili bir yapımız vardır. Biz buna fıtrat diyoruz. Hem fıtri olarak hem de kâinat kitabının bize verdiği mesajlar çerçevesinde, bir farkındalık sahibiyiz. Ama ayrıntılara girdiğimizde bir adım öteye geçme imkânına sahip değiliz. Bu manada Allah’ın elçiler göndermesi, Kendisi’ni bize tanıtması, zihinsel kaosu önlemiş, doğru bir tasavvur ve doğru bir istikameti belirlemede insanın önünü açmıştır.

Allah’ın elçiler göndermesini, Allah’ın insana karşı olan rahmet ve sevgisinin bir emaresi olarak görmek gerekir. Rabbimiz Teâlâ, insanın kulluk sorumluluğundan uzaklaşmasını ve dolayısıyla heba olmasını istemiyor. Onun için de insanın okumalar yaparak akletmesini salık veriyor. İnsanın okumalar yapmasının ne anlama geldiğini bilmesi, çok büyük bir önem arz etmektedir.

İnsanın tabiatı müşahede ederek tabiattaki yasaları keşfetmesi, tabiatı okuması demektir. Hakeza kâinat da aynı şekildedir. İnsanın canlılar âlemini müşahede etmesi, canlıların sahip olduğu özellikleri tanıması da bir nevi okumadır. Yine insanın kendisi ile ilgili olarak fiziksel, ruhsal ve toplumsal olarak gözlemlerde bulunması ve bu şekilde birtakım ilahi yasaları tespit etmesi de okuma olarak adlandırılabilir.

İnsanın akıl ve irade sahibi olmasının getirdiği ağır yükün altından kalkabilmesi için, sorumluluk bincine (takva) sahip olması gerekir. İnsanın sorumluluk alanlarının ilki, insanın kendisinden başlamaktadır. İnsanın kendisinin sahip olduğu sorumluluğu ifa edecek nitelikte olup olmadığını hesap etmesi, insanın ilk kalkış noktası olmalıdır. Bu kalkış noktasından sonra, dışındaki varlıklara karşı nasıl bir sorumluluk ve nasıl bir duruş sergilemesi gerektiğini hesap etmelidir. Bütün bu yapıp etmelerin, edimlerin, emanet sahibinin hesabına uyup uymadığı, son aşamada gözden geçirilmesi gereken bir durumdur. İzlenecek bu aşamalı yol haritasından gafil olmamak için, sürekli bir tezekkür, tedebbür ve tefekkür içinde olmak icap eder.

Şu kesin bir durumdur: Rabbimiz taşıyamayacağımız yükü bize yüklememiştir. (Bakara2:286) Bu durum insanı rehavet ve tembelliğe değil, daha bir uğraş ve cehd içinde olmaya sevk etmelidir. İyiliği çoğaltma ve kötülüğü azaltma bakımından kim neyi ne kadar yapabiliyorsa yapmalıdır. Bu bakımdan bütün imkânların değerlendirilmesi çok önemli ve önde gelen bir sorumluluktur.

Yetenek ve imkân sahibi olanlar için yazı yazmak da önemli bir sorumluluktur. Hele hele insanın sesini ve sözünü bir yerlere ulaştırma imkânlarının son derece geliştiği bir dünyada, hak, hukuk ve hakikat adına, sahih ve doğru olanı yazması son derece önemli bir sorumluluktur.

Yazı yazmak bir haykırıştır aslında. İnsanın ahlak, inanç ve düşünce gibi en değerli yanlarının ölüme mahkûm edildiği bir zamanda, yazı yamak suretiyle yapılan bir haykırış. Merhametin, şefkatin, inayetin, diğerkâmlık, fedakârlık ve feragatin seküler amaçlar için değerden düşürüldüğü bir zamanda, insanın yeniden bu değerlere ve dolayısıyla kendisine gelmesi için yapılan bir haykırıştır yazı yazma.

Yazı yazmak, insanın abluka altında bulunan zihinsel ve fiziksel dünyasının özgürlüğü için, söz konusu ablukayı kaldırmaya yönelik yapılan bir taarruz ve sıkılan bir kurşun gibidir.

CEVDET IŞIK/ yAZI YAZMAK

KİMLİKSİZLİĞİ KİMLİK EDİNMEK

İnsan ağlayarak dünyaya gelir. Belki ağlamadan dünyaya gelenler de vardır. Var ya da yok mesele bu değil tabi. Herkesin kendine göre bir anlam yüklemesi olabilir bu ağlamaklı gelişe. Bu hususta bir anlayış birliği arayışına gerek yoktur. Çünkü bu doğaldır ve doğal olan rahatsız edici değildir. Her insan her açıdan farklıdır. Öyle ki ‘insanın varlığı insanın farklılığına bağlıdır’ dense yanlış olmaz. Bir de üzerine doğduğumuz tabiat var. Tabiat her açıdan farklılıklarla bezenmiş bir sanat eseri. Şayet insanın ağlayarak dünyaya gelmesini bir sorun olarak kabul edecek olursak, o zaman bu dünya hayatının her aşamasında sorunlar var demektir.

İnsan soru ve sorunlarla boğuşurken, hayat da soru ve sorunlarla yoğrulmuş olur. İnsan anlamaya çalışan bir varlıktır. Kendisini anlamaya çalışır. Çevresini anlamaya çalışır. İnsan bir taraftan anlamaya çalışırken diğer taraftan anlamlandırmaya çalışır. Hayatın hamuru bu şekilde yoğrulur. Her anlamlandırma bir karara varmadır. İnsanın ‘bu budur’ dediği an, insanın karar verdiği andır. Soru, sorun ve çözüm, hayat yoğrulurken insanın yol aldığı basamaklar. Neyin ne olduğu soruyla, anlamaya çalışmak sorunla ilgilidir. Çözüm ise varılan kararla alakalıdır. Bütün bunlarda bir de önem sırası vardır. İhtiyacın önem ve önceliği, sorunun da önem ve önceliğini oluşturur. Ekstra arzu ve istekler sonra gelir. Merak etmek ise insanın has özelliği. Merak etmek arayışların, buluşların dinamosu gibidir.

İnsanın ihtiyaçları sadece biyolojik değildir. Bunu fark etmek önemlidir. İnsanın bir ruhsal tarafı da vardır. Onun için insanın ruhsal ihtiyaçlarından söz ediyoruz. İnsan ruhuyla bedeniyle bir bütündür. Bedensel ihtiyaçlar somut, ruhsal ihtiyaçlar soyuttur. Bu böyle olduğu için çözüm yolları da farklıdır. Yeme, içme, barınma ve giyinme gibi ihtiyaçlar bedenle ilgili, inançsal, düşünsel ve entelektüel ihtiyaçlar da ruhla ilgilidir. Allah insanı öyle yaratmış ki, insanın hayretler içinde kalmaması mümkün değil. İnsan, kendini görmezden gelmemeli. Var olan görülmese de vardır. Onun için bütüncül bakmak ve ona göre değerlendirme yapmak gerekir.

İnsan bütüncül bir değerlendirmeyi nasıl yapacak? İnsan en güzel surette yaratılmış ama aynı zamanda eksik tarafları da vardır. İnsan yardıma muhtaç bir varlıktır. İnsanın gücü her şeye yetmez. Her şeyi bırakalım kendisine bile yetmez. İnsanın niçin var olduğu sorunu en öncelikli sorun olarak önünde durmaktadır. Bunu çözmeden nasıl bir hayat yaşar? Herkesin kendine göre bir cevabı olmalı. Kendine göre derken burada insanın kimliğine bir vurgu söz konusu. Yani her insanın kendine göre özellikleri var. İnsan bu kendisine göre olan özelliklerle birlikte kendisi olur. Özne olmak, fail olmak, karar ve kanaat sahibi olmak bu “kend’öz”le ilgilidir. Buradan hareketle varacağımız yer, değerlerin olduğu yerdir. İnsanın kimliğini değerler oluşturur.

Kimliksizlik nasıl kimlik olur? İlginç bir çelişki: olmayanı oldurmak. Önce şu kimliksizlik üzerinde duralım. Daryüs Şayegan, Batı Karşısında Asya kitabında bu konuya değiniyor. Batı’nın fetret döneminden söz ediyor. Batı’nın fetret dönemini, artık ne dünyaya ve ne de ahirete tabi olan bir dönem olarak izah ediyor. Bu durumu Batı’nın her şeyi inkâr eden hastalıklı bir bilinç aşaması olarak açıklar.

Yine aynı şekilde fetret dönemini zamanın ruhu olarak tanımlar. Fetret döneminin zararından hiçbir uygarlığın, hiçbir kültürün kaçmasının mümkün olmadığını söyler. Devamında sözü bize getirir: “Biz de fetret dönemindeyiz. Yani her iki yönden de henüz değil aşamasındayız. Ancak şu farkla: Batılılar yeni atılımlar peşindeyken, biz, tanrıların ölümünü afallamış bir halde seyrediyoruz. Yani biz fetret döneminin çocuklarıyız. (…) Ne kendimizle halvetimiz var, ne yapayalnızız. Ne Tanrı’ya tevekkül ediyoruz, ne de böyle bir şeyin iddiasındayız. Ne teslimiyetle donanmışız, ne de inkârın maddeci gücüyle silahlanmışız. Kimliksizlik artık bizim kimliğimizdir.” (s.90)

Genelde bütün insanların, özelde ise Müslümanların içinde bulunduğu durum, bir kimliksizlik durumudur. Ben bu kimliksizliği, belirsizliğin oluşturduğu bir girdaba benzetiyorum. Kendi karar ve tercihlerinin değil, başkalarının karar ve tercihlerinin sürüklediği bir yaşamsal durum söz konusu. Buna insanın kendi hayatı denmez. Buna başkasının hayatı denir. Hayatın hayat olması için, hayat sahibinin kurgusu olan bir benliği olmalıdır. Bir benlik kurgusu olanlar, değerler eşliğinde değerlendirme yapabilir. Bir benlik kurgusu olmak demek bir kimlik sahibi olmak demektir. Müslümanın benlik kurgusunu ve dolayısıyla kimliğini İslami değerler oluşturur.

Abdurrahman Arslan, Sabra Davet Eden Hakikat adlı kitabında kimlikle ilgili olarak şu görüşlere yer verir: “İslam cihetinden kimlik, insanın veya toplumun taşımakta olduğu bir unvan, bir isim değildir; kimlik ulus devletin dediği anlamda sadece bir aidiyet sayılmaz. Kimlik varoluşsal bir özellik taşımakta olup, dünyaya, hayata ve insanlara atfettiğimiz anlamla alakalıdır. Kökleri inanma biçimimizde bulunmakta; bizim diğer insanlarla niçin birlikte olduğumuzu ve nasıl olacağımıza anlam ve imkân vermektedir.” (s.169) Nehri Geçerken kitabında ise şunları yazmış: “İslam’a göre en azından kimlik, bir insanın dünya görüşünü içerir. Basit bir ifadeyle, bizim neyi yiyip neyi içmediğimiz de kimliğimizin bir parçasıdır. Ticaret yaparken bir şeyin haram, helal olduğunu söylediğimiz andan itibaren bu bizim kimliğimizin bir parçasıdır. Mahremiyet ile namahremiyet ilişkisinin içerisindeki davranış kalıplarımız da bu kimliğin bir parçasıdır. Dolayısıyla İslam kimliği böyle bir dünya görüşü olarak tanımlanabilir.” (s.112)

Şimdi bütün bunları dikkate aldığımızda bir kart olarak üzerimizde taşıdığımız kimlik kartının kimliğimizle bir ilgi ve alakasının olmadığını görmek gerekir. Ne yazık ki üzerinde dini İslam yazılı nüfus cüzdanının, İslami bir kimlik için yeterli gören egemen bir anlayışın varlığı söz konusudur. Bunun hiçbir şey ifade etmemesi gibi, içerik, anlam ve eylemden yoksun sözlü ifadeler de hiçbir şey ifade etmez. Yani asıl olan içeriktir, anlamdır, eylemdir. Bir kimliğin gerçekten kimlik olması için, değerlere, niteliklere ve ilkelere bağlı olması gerekir. Kimliksizlik ise değersizlik, niteliksizlik ve ilkesizlik demektir. Kimliksizlik yaftasının bugün en çok halkı Müslüman olan ülkeler için geçerli olduğunu hoşumuza gitmese de söylemek zorundayız. Atasoy Müftüoğlu’nun dediği gibi İslam her şeyden önce ahlaki bir kimlik olarak ortaya çıkar. Var mı böyle bir emare? Aynı şekilde bilinç kaybından da söz ederek diyor ki; bilinç kaybı kimlik kaybına, kimlik kaybı da ufuk kaybına neden oluyor. Öyle değil mi? Bizim bugün içinde bulunduğumuz durum bundan farklı mı?

Müslüman olduğumuzu söylüyoruz ama İslam’la alakamız kalmamış. İnsanın söylediğini olmaması kadar vahim bir şey yoktur. İnsanın hiçbir yer ve değerle bağ ve bağlantısının olmaması, insanı kimliksiz yapar. Kimliksizlik ortalık yerde başıboş kalmak demektir. Yönü ve yeri olmamaktır. Bu yönsüzlük ve yersizlik sarhoşlukla çakışan bir durumdur. Biz Müslümanlar tam olarak bir sarhoşluk hali içindeyiz. Ne zaman ve nasıl kendimize geleceğimizi de bilmiyoruz. Daha doğrusu yanlış bir kendilik bilinciyle sersemlemiş vaziyetteyiz. Böylece sahte olanın hak libasıyla oluşturduğu şerre maruz kalıyoruz. Bütün bunların farkında olmadığımız için de Şayegan’ın dediği gibi kimliksizlik kimliğimiz olmuş. Kimliksizliği kimlik edinmekten daha büyük bir felaket olmaz, olamaz.

CEVDET IŞIK

Bu dünya hayatının bir imtihan yeri olduğunu unutarak heva ve heveslerinin peşinden, kural, hak, hukuk tanımadan koşan bir insan, bu haliyle aslında adeta freni boşalmış bir araba gibidir. Bu şuursuzluk ve akılsızlık hali ona hem dünyasını hem ahiretini mahvettirecek öyle kazalar yaptırır ki aklı almaz. O halde huzurlu bir yaşam için insanoğlunun uyması gereken kurallara ihtiyacı kaçınılmazdır. Mesela, bir metropolde, birkaç günlüğüne tüm trafik kuralları iptal edilse, her şey keyfe göre olsa, o şehirde nasıl bir keşmekeş yaşanır, tahmini hiç zor değildir. Malumdur ki kuralsızlığın meydana getirdiği kaos ve karmaşadan o yerde trafik işlemez olur, her köşede kazalar ve kilitlenmeler meydana gelir.

Aynı şekilde bir ülkede bir günlüğüne hukuk kuralları iptal edilse, emniyet ve kolluk kuvvetleri görevi bıraksa, o zaman da her tarafta orman kanunları hâkim olur. Adam öldürme, hırsızlık, yolsuzluk vb. gibi türlü kötülük ve şiddetin önü alınamaz, bu olaylar nedeniyle ülke yaşanmaz hale gelir.

İşte bir ülkeyi yönetirken kurallar, kanunlar, müeyyideler olması ve uymayanlara cezalar uygulanması, huzurlu, sakin ve güvenli bir yaşam için ne kadar elzemse bir bireyin kendiyle barışık yaşaması, sosyal hayatının düzenli olması ve aynı zamanda toplumun da huzur içinde yaşaması için kurallara ihtiyacı çok önemlidir. Yoksa huzur, güven, sevgi, dostluk, fedakârlık gibi bütün güzel erdemlerin yaşanması hayal olur.

Dinî ve ahlaki kurallara riayet, polis ve jandarma kontrolüne ihtiyaç olmadan ancak Allah sevgisi veya korkusu ile sağlanır. Dolayısıyla sosyal hayatın, karmaşa, zulüm, kin, düşmanlık… gibi tüm kötü duygulardan uzak ama sevgi, hoşgörü, merhamet, diğergamlık, şefkat gibi güzel duygular nezaretinde, insana yakışır bir şekilde devam etmesi için dinî kurallar bu kadar önemlidir. 

Yalnız, şu da bir gerçek ki sadece inanmak yetmez, hayatın tüm alanlarına inancın taşınması gerekir. Bu nedenle bir Müslüman dinini özenle yaşamalı ve aynı zamanda hayatın bütün alanlarına bu yaşantıyı taşıma azmini asla elden bırakmamalıdır.

Ayrıca inancını günün şartlarına veya konjonktüre uydurarak değiştirme yanlışına da düşmemeli, bilakis dinî inancını yaşamında etkin ve baskın kılmalıdır ki bir anlam ifade etsin ve faydasını görsün. Dinin üzerinde oynama ve değişim yapılamayacak nasları bellidir, onlara ekleme çıkarma yapılamaz. Yapılırsa dinden çıkmaya kadar gider ki bu tavrın en hafif sonucu bidatlere düşmektir.

Maalesef bugün, din üzerinde kişiyi küfre vardıracak oynamalar veya en hafifinden sonu bidate çıkabilecek ekleme ve çıkarmalar çoğalmıştır. Bu kafa karışıklığı nedeniyle güzel dinimizin emir ve yasakları, üzerimizdeki etkisini bir hayli kaybetmiştir. Bu sebeple kanaatin yerini doyumsuzluk, sabrın yerini acelecilik, doğruluğun, dürüstlüğün yerini yalancılık, sahtekârlık, merhametin şefkatin yerini zalimlik, sevgisizlik ve acımasızlık gibi kötülükler almış. Bütün güzel değerlerin içimizdeki yeri adeta boşalmıştır. Dünya nimetlerine aşırı düşkünlük gözleri kör etmiş, çalışmadan zengin olmak, kısa yoldan köşeyi dönmek gibi garip düşünceler nedeniyle hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, devletin malını babasının malı gibi kullanma normal hale gelmiştir. 

Netice itibariyle, teknolojideki gelişmelere, yaşam konforundaki her türlü artışa, iletişim ve ulaşım imkânlarındaki kolaylığa, yiyecek, içeceklerdeki bolluğa rağmen modern insan bugün maalesef mutsuzdur ve yalnızdır.

Çünkü insanı insan yapan kadim değerler itibarsız hale gelmiştir. Yani açıkçası bizler, İslami değerlerin hayatımızın bütün alanlarından çekilip, sadece vicdanlarımıza hapsedildiği günden beri mutsuz ve yalnızız.

Hakeza, aile hayatı, toplum düzeni, sosyal hayat, ticaret, sanat, siyaset, devlet yönetimi, hukuk vesaire gibi alanların dinî değerlerden tamamen arındırılması, soyutlanması ile hayatımızda hiçbir şey artık iyi bir görüntü vermiyor. Bu nedenle insan yalnız kendi fıtratına değil; ailesine, komşusuna, milletine, her şeyine yabancı hale geldi. Nitekim onu yaratana ve kendi fıtratına bu denli yabancı ve nankör bir tutum içinde olan bir insanın mutlu ve huzurlu olmasından da bahsedilemez zaten. 

Bu nankörlük, bencilliği ve bireyselleşmeyi doğurdu. Bireyselleşme ile beraber ise aile, dostluk, akrabalık bağları iyice zayıfladı. 

Aynı apartmanda yaşayıp bir ömür birbirini tanımayan, adlarını ve dertlerini bilmeyen komşuluk ilişkileri gelişti. Biz 40-50 sene öncesine kadar böyle değildik, komşularımızla akraba gibiydik. Şimdi akrabalarımız, komşulardan uzak oldu. Gençler arasında ise çok değişik bağımlılıklar ortaya çıktı. Dijital ortam gençleri ailelerinden, akrabalarından kopardı. Batı menşeli zararlı akımlar gençlerin aklını ve ruhunu adeta ele geçirdi. Kurtuluş nedir peki denirse; bizi zamanında güçlü bireyler yapan ve güçlü devletler kurmamıza sebep olan, kadim değerlerimizi yeniden sahiplenmek, bu şuurda bir gençlik yetiştirerek geleceğimizi kurtarmaktır, deriz.

Yani Kur’ân ve Sünnet’i hayatın merkezine alarak yaşamak, bu yaşantıyı tüm topluma yaymak. Başka türlü nihai bir çözüm yoktur, bunu anlamak gerekir.

Allah’a emanet olun.

ABDÜLKADİR YILMAZ

Kirlenmiş Akıl

Konuştuklarımız ya da konuşacağımız şeyler, hangi toplumsal ortalamaya hitap etmektedir? Evrensel algıda bir karşılığı var mıdır? “Maşeri vicdan” denilebilecek, insanoğlunun her türüne ait makul bir adalet duygusunu taşımakta mıdır? Bu anlamda doğruyu gerçekten temsil eden bir değeri var mıdır? Yani söyleyeceklerimiz bir sadra şifa mıdır? Konuştuklarımız doğru şeyler ise bunların bir “alıcısı” var mıdır? Doğru sözler her zaman doğru adrese teslim midir? Bu sözler gerçek ihtiyaç sahipleriyle nasıl buluşur? Kısacası doğru olduğuna inandığımız şeyler, eğer bir propaganda malzemesi değilse, insanı inşa edebilecek bir değer taşıyorsa bu değerler toplumsal bir karşılık bulur mu acaba? Burada bizi bir toplum mühendisliğinden farklı kılacak şey nedir? Doğru, sadece bize ait bir şey değilse, gereken şey toplumsal konsensus mudur? Temel problem “güven, doğruluk ve inandırıcılık” ise bu yetkinliği kim ya da kimler taşımaktadır? Masaya yatırılmamış ya da ifade edilmemiş herhangi bir yol, meşrep ya da ideoloji kalmış mıdır? Sonuç, insanlık neyin peşinde ya da ne aramaktadır? İnsanlar tek tek fikir beyan etmeden bunu nasıl bileceğiz? Söylenen her söz, tek tek masaya yatırılıp bir tartışma yumağında boğulmak zorunda mıdır?

Bu soruların en sağlam karşılığı hiç şüphesiz, doğruyu en güzel şekilde ifade etmek ve sonucu, bütün sebep vesile ve sonuçlarıyla yaratan Allah’ın (c.c.) sonsuz merhametine bırakmaktır… 

Şeytanla Nefsle Kirlenmiş Akıl

Kirlenmiş akıl… Evet, kirlenmiş… Çünkü işgal altında… Vesveselerinden nefsin ve şeytanın maskarası olmuş… Kendini tanımadığı için vehim dünyasında boğulmuş… Üstelik içinden geçenleri kendisi sanma hastalığına tutulmuş… Eh, bir de yaşadıkları yüzünden -ağır travmalardan insanın kaçmak için sığındığı sıra dışı kaleler var- incinmiş… Diğer yandan gelişim çizgisinde sosyalleşmenin vazgeçilmez oluşu ve bu esnada karşısına çıkabilecek olumsuz tehdit unsurları ve kötü çeldiricilerin varlığı, hayatı, içinden çıkılmaz bir handikapa çeviriyor.

Oysa akıl sadece bir şeye karar vermeye yarayan bir araç değil, aynı zamanda ruhun bir fonksiyonu… Nitekim aklımızı etkileyen ana unsur ruhumuzun varlığı… Duygu ve düşüncelerimizi doğru geliştirdiğimiz ölçüde -yani aslında bu bir öze dönüş- kendi lehimize aklımızı kullanma kudretimiz de artacak hiç şüphesiz. Buna bir bakıma kendi özüyle barışmak, kendini tanımak da diyebiliriz. Kendini tanımak ise ezber ile söylenecek basit bir eylem ya da çaba değil, olmamalı da… Kendini tanımak kendi değerlerinin farkına vararak kendinle barışmak, kendi hakikatinle yüzleşmek demek… Telaşsız ve emin adımlarla, ekonomik ve toplumsal çeldiricilere takılmadan yoluna Allah’a (c.c.) sığınarak devam etmek… Tek güç, kuvvet, kudret kaynağının Allah (c.c.) olduğunu bilerek, mutlak yardımı O’ndan isteyerek ve O’ndan bilerek Allah’a (c.c.) sığınmak… Allah’a sığınmak, O’nun kendi vücudumuzda yarattığı muhteşem düzeni tefekkür ederek bunun hamdini ve şükrünü yapmak, idrakimizin cılız kaldığı her yerde tevbe kapısının açık olduğunu bilerek ancak O’nun kudretiyle nefes aldığımızı fark etmek ve sık sık tevbe etmekle başlıyor. Koca kâinata baktığımızda O’nun muhteşem icraatlarını görmek, azamet ve kudretini hissetmek, kendi küçüklüğümüze rağmen bize verilen değeri fark etmek hasta benliğimize en büyük ilaç olacaktır. 

Yoksa bu en önemli gerçeği bir kenara bırakarak, devşirilecek daha büyük bir hakikat yok… Her şeyi aklımızda, zihnimizde yerli yerine böylece oturttuktan ve ruhumuzun ihtiyacı olan inanç gıdasını kendimizden esirgemedikten sonra, kısa sürede hayatın kodlarının yerli yerine oturduğunu görecek, hayatın içinde kendi varlığımızın ne anlama geldiğini görmekle birebir Allah (c.c.) ile yakınlığımızı fark edeceğiz. Bu yakınlığı bir lütuf gibi yakalamak için, bir ömür boyunca mesailerini kutsallaştıran insanların varlığını düşünürsek, bunun ne büyük bir hadise olduğunu anlayabiliriz. Tüm bu çabaların, düşüncelerin ise mutlaka duygusal bir temeli olmalı… İnsan ilmek ilmek duygulu bir canlı ve bu duygu, insanın her ânını kuşatmış… Aksi halde yaşadığımızı fark edemezdik… Duyguların hayata geçtiği en önemli alan ise bizlere hayatı bahşedenle, duygu boyutunda muhkem bağlar kurmak olmalı…

Allah’a rağmen… Neredeyse ahirete kadar uzanmış bir riyamız var. Her zaman, dua almanın ötesinde bir itibar arayışımız var. Ne yazık ki, insanoğlu ahirette başına gelecekleri bile bile doğruluk dürüstlük iman gibi insanı insan yapan değerlerin peşinden gidemiyor, derdiyle dertlenemiyorsa, şu anki yaşantısıyla ahiretini kötü anlamda ipotek eylemiş oluyor… Ahirete kadar uzanan riya yanlış mı sizce? 

Mesela kibir… İslam’dan nasiplenmiş Anadolu irfanı bu tip büyüklenmeleri küçük görür. Hazzetmez… Yani, kibrin iyi bir şey olmadığı hususunda ortak bir akıl oluşmuştur. Bir bakıma “süper ego”, toplumsal vicdanı temsil eder. Süper egodan mahrum kişilik yapılanmalarının ise “güdük” kaldığı bilinir. Bu anlamda, mevcut kibirlilik hallerimizle hangi kurgu, hangi sistematik düşünceye tabi olduğumuzu biliyor muyuz? Neye göre varlık, neye göre kötülük, nasıl bir acizlik hali bu… Sorgusuz, sualsiz, muhasebesiz. Hayatın içinde öyle ilginç kibir örneklerimiz var ki, nefsi tanıma adına her biri ilginç birer ipucu… 

Hayatın içinde öyle ilginç hased örneklerimiz var ki, insana “Bu ben miyim gerçekten?” dedirtiyor. Yine hayatın içinde Allah’a (c.c.) dahi öyle pazarlanmış amellerimiz var ki, “Pes artık, bu kadar da olmaz!” dedirtiyor. Sahi biz neyiz? Yaklaşık olarak pek çok şeyi bile bile ya da hissede hissede nasıl bu hale geldik?

İnsan başkasından nasihat almayacak bir varlık dayatması içinde olabiliyor. Peki, kendimize iyiliği telkin hususunda nerede duruyoruz? Kendimizden de doğruları dinlemeyecek hale gelmemizin sebebi nedir? Başkalarının bizim burnumuzdan kıl almasına müsaademiz yok!.. Peki, kendimiz, düştüğümüz kuyudan çıkmak için nasıl bir çabanın içindeyiz? Allah’ı tanımayan bir insanlık, Son Peygamber’i saymayan bir ümmet olabilir mi? Sapkınlığın bahanesi olmaz… Geçmiş kavimlerin hakikat karşısında yüksek direnç gösteren en büyük bahaneleri “Atalarımızın dinini mi yalanlıyorsun?” düşüncesi idi. Şimdi “Atalar dini mi kaldı?” Bugün bunu nasıl açıklayacağız!.. Yoksa nefsin atasına şeytan desek daha mı doğru olur!.. 

Günümüzde de Allah’ın (c.c.) unutulmasına atıf anlamında, Hz. Ali’nin (k.v.) “İlim bir damla idi, onu cahiller çoğalttı.” sözünü, maksadını aşmadan hatırlatmakta büyük fayda var. Allah’ı (c.c.) unutmak… Dert bu… Bizim de derdimiz, en büyük olanın asla unutulmaması gerektiğini hatırlatmak… Ve bir hissedişten yola çıkmak… İnsanlar, kendilerine sorulduğunda “Biliyorum!” diyor. Aklen biliyor ama haşa yokmuş gibi yaşıyor. Akıldaki imanı kalbe indirememek gibi bir dert var yani vicdanileştirememek… Hissediş ve duygu boyutunda büyük bir boşluk var ki, o boşluğu kendisi doldurmaktan, üzerinde düşünmekten, tefekkür etmekten aciz…

Yazımızı Ehl-i Beyt aşığı Niyazi-i Mısrî ile noktalayalım:

“İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün, Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş.” 

Niyazi-i Mısrî, bu sözüyle, Allah’ın (c.c.) varlığının ve kudretinin kuşatmadığı, ulaşmadığı hiçbir şey yoktur demektedir. Ama avam sadece gözüyle gördüğünü yorumlar, irfan gözlüğüyle ve gönül gözüyle bakamaz vesselam… 

Günümüzün sorunu ise hayata avam kafasıyla bakmaktır… Yoksa her insanın bir şekilde maneviyatı hissedecek ruhi kabiliyetleri vardır. Dağda bir çoban bile güzel bir yaz akşamında çayırlara yatmış gökyüzünü seyrederken “Ya Rabbi ne güzel yaratmışsın.” diyebilir ve bu onun için güçlü bir imanın göstergesidir. Allah’ı hissediyordur. Ama belki ne felsefe bilir ne de epistemoloji… Ama dağlar gibi imanı vardır.

Dr. Alper YÜCEL ZORLU

Dünya Hayatı Sizi Aldatmasın

Rabbimiz, dünya hayatının fani, ahiret hayatının baki olduğunu haber vermiştir. Dünya hayatı ve ondaki nimetler, kadınlar, oğullar, altın ve gümüş, evler ve binekler, nefsin arzuladığı şeyler insanlara süslü gösterildi. Fakat bunların hepsi fanidir. Bunları fani bilip, fani görür ve fani olarak istifade edersen, senin için fani bir nimet olur. Fakat bunlara fanilik ötesinde bir amaç yüklersen, fani bir nimet olarak istifade edemediğin gibi baki nimetleri kaybetmene de sebep olur.

Rabbimiz; “Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın.” (Fatır-5) buyurmaktadır.

İnsan bu süslerin cazibesine öyle kapılmaktadır ki, ateş etrafında dönen pervaneler gibi, ateşe düşeceğini bilse dahi, dünyadan, dünyanın fani nimetlerinden kendini alamamaktadır. Çok sevdiği yakınlarını kaybetmesi bile, onun dünyaya olan meylini eksiltmemekte, kısa bir sarsıntıdan sonra, belki daha hızlı bir şekilde fani dünya nimetlerini, hiç kural tanımadan, elde etmeye ve yığmaya devam etmektedir.

Rabbimiz; “Dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi.” (Ankebut-64) buyurmaktadır.

Dünya hayatı bir eğlence ve oyundan ibarettir. Bir gün ecel gelip bu oyunu bitirecektir. Ecele toslamadan önce, bu hakikati gözümüzün önüne koymalı ve asla unutmamalıyız. Rabbimizin kulları için yarattığı ziynetleri ve temiz rızıkları kimse yasaklayamaz, fakat bunlara dalıp ebedi hayatı unutmak, insan için büyük bir kayıp, büyük bir hüsrandır.

Rabbimiz; “Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz.” (A’la-16)

“Oysa ahiret, daha hayırlı ve süreklidir.” (A’la-17) buyurmaktadır.

Dünyanın süslerine dalmak, nimetleri ihsan edeni unutturuyorsa bu ne acayip bir şeydir. Arkadaşınıza en sevdiği bir şeyi hediye olarak alıp götürüyorsunuz. Hediyeye o kadar seviniyor ki, hediyeyi alır almaz kendinden geçiyor ve kapıyı yüzünüze kapatıyor. Bu durumda halinizi düşünebiliyor musunuz? Kapıda kalıyorsunuz, arkadaşınız hakkında ne düşünürsünüz? Bir de bu halin sürekli tekrar ettiğini düşününüz. Dünya nimetlerine dalarak Rabbi unutmak, Rabbe karşı bu hali sürekli tekrar etmek demektir. Bu ne büyük gaflettir, bu gafletten uyanmamak ise sürekli nedamettir.

Rabbimiz; “Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, boş arzularına uymuş ve işi hep aşırılık olmuş kimselere boyun eğme.” (Kehf-28) buyurmaktadır.

Salihlerle ve sadıklarla beraber olmaya gayret etmek gerekir. Gafillerle heva ve hevesinin peşinde koşmaktan başka bir işi olmayan kimselerle haşir neşir olmak, kişinin dünyaya olan meylini artırır. Bu durum kişiyi yaratıcısından ve yaratılış gayesine uygun hareket etmekten uzaklaştırır.

Rabbimiz; “Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmran-185) buyurmaktadır.

Dinlerini ciddiye almayıp, oyun ve eğlence haline getirenleri, dünya hayatı oyun ve eğlence haline getirir. Dünya hayatının oyun ve eğlencesi olmamak için, dini ciddiye alıp onun ahkâmına ihlas ve samimiyetle sarılmak gerekir. Dinin ahkâmına bir bütün olarak inanıp, bir bütün olarak sarılmayanlar, bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayanlar, bir kısmını yapıp bir kısmını yapmamakta ısrar edenler, dinlerini alaya almış olurlar. Bugün müminler, dünyanın fani nimetlerine kavuşabilmek için sebeplere sarıldığı kadar, ahiret nimetlerine kavuşabilmek için gerekli sebeplere yeterince sarılabiliyorlar mı?

Rabbimiz; “Onlar ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Artık bunların azabı hiç hafifletilmez.” (Bakara-86) buyurmaktadır.

Bakiyi verip faniyi almak, ne yanlış bir ticaret ne büyük bir hatadır. Aklı başında olanlardan, hiç altın verip demir alanı, villa verip gecekondu alanı, sağlamı verip hurdayı alanı gördünüz mü? Mümkün değil. Peki, cenneti verip dünyayı almak hangi aklın karı?

Rabbimiz; “Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi.” (Âl-i İmran-14) buyurmaktadır.

Dünya ve ebedi hayattan gerekli şekilde istifade edebilmenin yolu, samimi bir imandan sonra, samimi bir şekilde salih ameller işlemekten geçer. Ölüm ve hayatın yaratılış gayesi, kimler daha güzel ameller yapacak, bunu ortaya çıkarmaktır.

Rabbimiz; “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk-2) buyurmaktadır.

Rabbimiz, imandan sonra salih amel işleyen kullarını dünya ve ahiret hayatında iyi bir ömür içinde yaşatacağını vaat etmektedir. Rabbimiz, inananlara mükâfatlarını en güzeli ile vereceğini müjdelemektedir. İşi gücü dünya olan, dünya hayatından başka kaygı ve düşüncesi olmayan, günahlarla haşir neşir olan kişiler kaybetmeye mahkûmdur. Bunlar, Rablerinin ilahi ikaz ve uyarılarına kulak vermemiş, dünyaperest kimselerdir. Sadece dünya hayatıyla, dünya hayatının nimetleri ile sevinenler kendilerine yazık etmiş kimselerdir.

“Rabbine günahkâr olarak varana cehennem vardır. Orada ne ölür ne de yaşar.” (Ta-Ha-74)

NURETTİN SOYAK

İslam tarihi içinde yapılan birçok tartışma, halkın pratik uygulamalarında değişikliğe sebep olmadığı için; zamanında çok ihtilafla, hatta kan dökülmesine sebep olan bu tartışmalar geniş Müslüman kitle tarafından unutulmuştur diyebiliriz. Örneğin Kuran’ın yaratılmış olup olmadığına dair tartışma böylesi bir ihtilaftır. Geniş halk kitleleri “ Kuran Allah kelamıdır” inancını yeterli görmekte, bu imanlarını ilk zamanların hareketli tartışmalarını hiç bilmeden muhafaza etmekte ve de önemli bir bölümü Kuran’ın yaratılmış olup olmadığı tartışmasıyla hiç yüzleşmeden yaşamlarını tamamlamaktadırlar.

Fakat İslami düşüncenin metodoloji sorunu olmuş bitmiş ve tarihte kalmış bir tartışma değildir. Çünkü Müslümanların her gün yaşadıkları hayatın nasıl olacağı ve olması gerektiği metodolojik bu sorunda nasıl bir tavır alınacağıyla ilgilidir. Erkekler sakal bırakmalı mı? Kadınlar başörtüsü giymeli mi, giymeliyse bu başörtüsünün şekli nasıl olmalı? Farklı mezhep üyeleriyle evlenilir mi? Sol elle yemek yenilir mi? Haremlik-selamlık uygulaması yapılmalı mı? Saydığımız tüm bu sorular ve daha binlercesi günlük yaşama içkin sorulardır, bu sorulara verilecek cevap günlük yaşamın nasıl yaşanacağına, insanlar arası ilişkilerin nasıl belirleneceğine sebep olmaktadır.

Bundan 2 – 3 asır önce toplumu şekillendiren din ve gelenek ile erkeklerin ve kadınların kıyafeti, kadın – erkek arası ilişkiler ve yemek yemeden, insan ilişkilerine kadar geniş bir yaşantı düzeni belirleniyordu. Böylesi bir ortamda halkın zihninde din ve gelenek önemli ölçüde özdeşleşmişti ve yaşamın her alanı din ve geleneğin ayırt edilemeyecek şekilde karıştığı bu paradigmanın belirleyiciliği altındaydı. Ama aydınlanma, pozitivizm, modernleşme, hümanizm, feminizm, laiklik gibi akım ve düşüncelerle bu paradigma sarsıldı. En son olarak da küreselleşmenin belirleyiciliği iyice geleneğin yerine geçti. Küreselleşme ile bu sürecin bayraktarlığını yapan Batı medeniyetinin değerleri de küreselleşti. Böylece erkeklerin ve kadınların kıyafetlerinden, kadın – erkek arası ilişkilerden hayatın hemen hemen her alanına kadar küreselleşmenin değerleri gelenek – din karması paradigmaya rakip oldu

Bu rekabet İslami .düşüncenin metodoloji sorunu üzerine olan tartışmaları da alevlendirdi. Artık neyin geleneğe, neyin dine ait olduğunun belirlenmesi yaşamın pratikleri açısından önemli hale geldi. Sakalını kesmeyen erkeğin iş bulması, başörtüsünü çıkarmayan kızın okuması veya haremlik-selamlık uygulamasına bağlı bir kişinin gündelik ilişkiler ağının çok büyük bir bölümüne katılamaması tehlikesi doğdu. İnsanların önemli bir bölümü “gerçekten din” olan için fedakarlık yapmaya hazırdırlar. Fakat sadece “gelenek” için aynısı söylenemez. Bu ortamda medyada ortaya çıkan tartışmalar halkın kafasını iyice karıştırdı. Başörtüsünün veya haremlik-selamlığın dinde olup olmadığı tartışıldı ama bu tartışmaya katılanların çoğu metodoloji açısından tutarlı bir tavır sergileyemediler. Bazen hadislerin güvenilir olmadığını söyleyip bir tavır belirleyenler, diğer bir tartışmada en zayıf kabul edilen hadisler ile fikirlerini desteklemeye çalıştılar.

Tüm bunlar şunu göstermektedir ki eğer İslami metodoloji konusunda baştan bir tavır belirlenmeden tikel konular üzerinde karar verilmeye kalkılırsa; birincisi şahıslar hevalarına göre din oluşturacaklardır, ikincisi ortaya çıkacak kafa karışıklığı artarak devam edecektir. Varılacak sonuçların tutarlı olmasına karşıt iki tane de sakınılması gereken tehdit gözükmektedir:

  1. Tarih içinde oluşan insan yapısı geleneğin, Tanrısal olan  din gibi sunulmasının tehlikesi. Bu tarihten gelen tehdittir.
  2. Küreselleşmenin oluşturduğu insan yapısı geleneklere oluşan özenti ile Tanrısal olan dini, zorlama çekiştirmelerle küresel değerlere uydurmanın tehlikesi. Bu günümüzden gelen tehdittir.

Gelenek, tarihsel kabulü ve uzun zaman dönemindeki geçmişten aldığı güçle belirleyiciliğe soyunur. Geleneğin anti tezi olan modernite ise belli bir fikrin yeni olmasını üstünlük vesilesi sayar ve birçok zaman “yeni”yi “doğru” olarak empoze eder. Tanrı’nın bildirgelerine dayanan din ise Tanrısal bildirimleri her türlü otoritenin üzerinde görür ve her alanda mutlaklığını ilan eder. Tanrısal din, kendine karşıt olacak gelenek ile veya modernite ile uzlaşması düşünülemez. Tanrısal otoriteye karşı tarihten gelmeye dayalı bir meşruiyet de, “yeni”yi “doğru” ile karıştıran bir anlayış da kabul edilemez; bu yüzden Tanrsal din kendisiyle çelişen geleneği de moderniteyi de reddeder.

Fakat, Tanrısal dinin, kendisi ile çelişmeyen geleneği veya moderniteyi reddetmesi için bir sebep yoktur. Kuran’dan dinde açıklanmayan hususların “bağışlanmış” alanda olduğunu anlıyoruz (5-Maide Suresi – 101). O zaman, din alanının dışındaki bu “bağışlanmış” alanın bireyin insiyatifinde olduğunu kabul etmek gerekir. Burada asıl olan, doğru bir metodoloji ile geleneği dinden ayırarak ve bu ayrımı yaparken küreselleşmenin değerlerine göre çekiştirme yapmamaya özen göstererek neyin “din” neyin “bağışlanmış” olan olduğunu belirleyebilmektedir. Örneğin böylesi bir kaygıyla erkeklerin kıyafetlerinin dinen nasıl olması gerektiği sorunu ele aldığımızı düşünelim. Ortaya koyulan metodoloji sonucunda şalvar, sarık, cübbe gibi kıyafetler giymenin veya sarı, kırmızı kıyafetler giymemenin din ile alakası olmadığı kanaatine vardığımızı düşünelim. Vardığımız sonuç kravat veya ceket giymenin dinen daha iyi olduğu anlamını taşımaz. Artık geleneğin kıyafetleri olan şalvar, sarık, cübbe ile modernite sonucu yaygınlaşan kravat veya ceket giymenin hangisinin “daha uygun” kıyafetler olduğu bir modernite-gelenek tartışması olarak yapılabilir. Ama ortaya konan metodoloji erkek kıyafeti ile ilgili bu alanı Maide Suresi 101’deki “bağışlanmış” alan olarak tespit ediyorsa; bu metodolojinin istediği modernite-gelenek arasındaki gerilimin din-modernite veya din-gelenek şeklinde bir geleneğe dönüştürülmemesi, tartışmalarda dinin alet olarak kullanılarak bir görüşün diğerine üstünlük sağlaması amacıyla kullanılmasıdır.

Ortaya çıkan sorunların önemli bir kaynağının kıyafetten tuvalet adabına, yatış şeklinden gündelik hayatın hemen hemen her yönüne tüm yaşantıların dinsel referansla meşrulaştırılmaya çalışması olduğu gözükmektedir. Böylesi geniş bir alanın dinsel meşrulaştırılma ile belirlenmeye çalışılması, tanrısal dinin insan fikirleri ile genişletilmesine sebep olmuştur. Sonuçta “İslam” denilince akla gelen hayata dair pratiklerin önemli bir kısmı halkın zannettiğinin aksine, Tanrısal olmak yerine insani oluvermiştir.

İnsani olan unsurlara referans olan gündelik hayata dair şekillendirme yapmak kolay değildir. Fakat ontolojisinin merkezinde Allah’ın yer aldığı dinin, bu ontolojisinden alınan güçle gündelik hayatın tüm detaylarını “sevap”, “günah” gibi başlıklar altında belirlemenin gücünden faydalanmak istenmiştir. Bu yönden aslen “insani” olan alanın, Tanrısal olarak (din olarak) sunulmasını sağlayan metodolojiler ön plana çıkartılmıştır. Birçok zaman bu, dine zarar vermek adına veya dini tahrif etmek için yapılmamıştır. Fakat niyet ne olursa olsun sonuç “insani” unsurların Tanrısal din ile karışmasın yol açmıştır.

Bu anlayışın ortaya çıkmasına yol açan metodolojinin ortaya konmasında özellikle İmam Şafi’nin rolü çok önemlidir. O, sünnetin dindeki otoritesini Kuran ile eşitlemiştir. Şafi’den önce ve O’nun dönemindeki insanların bir çoğu sünnet ile tuvaletten sofra adabına kadar çok geniş bir alanı algılamıyorlardı. O’nunla beraber Sünnet’in ne olduğu, bu kavramdan ne anlaşılması gerektiği ile ilgili soruya; Sünnet’i mümkün olan en geniş şekilde anlayan anlayış hakim olmaya başlamıştır. Üçüncü ve dördüncü yüzyılda yazılan ünlü hadis kitapları ile haberi vahidlerin; tek bir ravi zinciri ile nakledilen hadislerin dindeki otoritesi iyice güçlendi. Sünnet ile hadisler birbirine eşitlendi.  Bu ise hadis metodolojisinin tüm sorunlarının İslam düşüncesinin en önemli metodoloji sorunu olmasına yol açtı.

Kuran’ın 6500 civarındaki ayetine karşılık yüz binlerce hadis ortaya çıkmıştı. Her ne kadar “makam” olarak hadislerin otoritesinin ikinci sırada olduğu söylendiyse de;doğruluğun güvenilir kaynağı olmakta haberi vahidler ile Kuran ayetlerinin arası ayrılmadı. Bu ise hacim olarak Kuran’dan kat kat fazla olan hadislerin dindeki belirleyiciliğini Kuran’ın da önüne geçirdi. Oysa Buhari gibi bir çok ünlü hadis bilgini mana ile rivayeti meşru görmüşlerdi. Bu ise, hadisin gerçek anlamını anlamayan ravilerin ve yorumların peygamberin anlayışına ciddi tahribat yapabilmesine kapıları açmak demekti. Ayrıca hadis metodolojisindeki tartışmalarda cerh-tadil gibi konularda otoritelerin uzlaşamaması; bir alimin “en güvenilir” gördüğü kişinin, diğer bir alimce “insanların en güvenilmezi” kabul edilmesi de bir çok mevzu hadisin  ayıklanamadığının en çarpıcı göstergelerinden biridir. Ayrıca recm konusu gibi bazı olaylarda hadislerin, Kuran’ın hükmünü nesh edebileceği de söylenmiştir ki bu aslında, kimi durumlarda hadislerin otoritesinin Kuran’ın otoritesinin üzerine çıkarıldığını gösterir.

İslam üzerine yapılacak bir metodoloji girişiminin -ki  mutlaka yapılmalıdır- en başta Şafi’nin ortaya koyduğu metodoloji ile ve haberi vahidlerin dindeki otoritesiyle hesaplaşması gerekmektedir. Günümüzdeki Hanefi mezhebinin bile ehli-rey kimliğinden çıkartılarak Şafi’nin metodolojisine göre değişime uğratıldığı görülmektedir. Bizim kanaatimizce, Kuran’ın otoritesini genişleten, haberi vahidlerin otoritesini sorgulayan ve dinin belirlemesinin dışında geniş bir “bağışlanmış” alan olduğunu gösteren bir metodolojinin oluşturulması gerektirilmektedir.

İslam’ı daha iyi anlamak ve anlatmak için oluşturulan bir metodolojinin, toplumların geniş bir kesiminin dinsel pratiklerini belirleyen tasavvuf düşüncesi ve tarikat geleneklerini de sorgulaması gerekir. Bazı tarikatlar “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” gibi bizce mevzu olan hadisler ile ve “ölünün kendisini ölü yıkayıcısına teslim ettiği gibi şeyhine bırakma” gibi ilkeler ile müntesiplerini şeyhin mutlak otoritesini teslim ettirmekte ve bu teslimiyeti dinsel bir gereklilik gibi göstermeye çalışmaktadırlar. İslami metodoloji açısından, tarikatta olanların ve olmayanların ayrı metodolojilere bağlı olmaları düşünülemez. Kuran’ın otoritesi bir tarikat mensubu için neyse, mensubu olmayan için de aynıdır. Bu ilke birçok kişi tarafından dile getirilse de uygulamada çok aksaklıklar olmuştur. Mevzu hadislerin dinsel alanı genişletmesine engel olmak gerektiği gibi, şeyhlerin rüyaları, batıni bilgileri veya seyri süluklarıyla “yeni dinsel bilgiler” üretmelerinin mümkün olmadığının da ortaya konacak metodolojide önemle belirtilmesi gerekir.

Ortaya konacak metodolojinin düzeltmesi gerekli olan en temel sorunlar bizce şöyledir:

  1. Haberi vahidlerin dindeki otoritesi.
  2. Mezhep mukallidliği ile din anlama.
  3. Dinsel alanı genişleten “sahte otoritelerin” deşifresi

Kuran’ın dindeki otoritesini güçlendirmeye ve Maide Suresi 101’de de işaret edilen “bağışlanmış” alanın genişletilmesine dayanmasının gerektiğini düşündüğümüz metodolojinin dikkat etmesi gerekli iki tehlike ise şöyledir:

  1. Din ile karışan geleneklerin gücünden çekinme veya bu geleneklerle zihnin yoğrulması yüzünden, Tanrısal din ile karışan insani gelenekleri ayıklayamama.
  2. Küreselleşme ile gelen değerlerinin popülerliği ve cazibesi ile, bu değerlere dini uydurmaya çalışarak dinde tahrifat yapma.

Prof. Dr. CANER TASLAMAN

Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a; beyazın siyaha, siyahın beyaza takva dışında bir üstünlüğü yoktur.

Günlerden bir gün Kayseri sokaklarında gezerken, dinlenmek için bir banka oturdum. Hem soluklandım hem de bir yudum su içtim sıcak yaz gününde… Oturup etrafı seyrederken, düşüncelere dalmıştım… Ta ki başörtülü bir bayan yanıma yaklaşınca. Eğildi, bana baktı sonra da:

  • Haa Suriyeli değilmişsin!” dedi hem şaşırarak hem de sevinerek.  Sonra da geldi yanıma oturdu.

Bayana dönüp baktım. Böyle bir cümleyi kurmasına hem şaşırdım hem de kızdım. Nasıl yani? Bu nasıl bir ima, nasıl bir söz? Suriyeli olup olmadığımı kıyafetimden anlamış demek ki. Suriyeli olsaydım yanıma gelip oturmayacaktı, öyle mi? Bu nasıl bir mantıktı? Nasıl bir cahil düşünceydi? Nasıl bir ırkçı tepkiydi!

  • Suriyeliler senin düşmanın mı?” diye sordum biraz sert.

Düşünüyorum…

Değil miydi Rabbimiz bize Kur’an’ı Kerîm’de ısrarla kardeş olduğumuzu ilan eden?

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ

Müminler ancak kardeştirler.”
(Hucûrat Sûresi, 10)

Değil miydi Rabbimiz bize Kur’an’ı Kerîm’de ısrarla kardeş olduğumuzu lütfeden?

اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه۪ٓ اِخْوَاناًۚ

“Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz.”
(Âl-i İmrân Sûresi, 103)

Değil miydi Rabbimiz bizim İlahımız, Tek Mâbudumuz, Allah’ımız, O’na kulluk ettiğimiz?

Değil miydi Peygamberimiz (s.a.s) bize Hadislerinde ısrarla kardeş olmamızı söyleyen?

“Ey Allah’ın kulları, böylelikle kardeş olunuz.”(Müslim, Birr, 32)

Değil miydi Peygamberimiz (s.a.s) Hadislerinde bize ısrarla kardeşlik hukukuna riayet etmemiz gerektiğini öğütleyen?

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir görmez. (…) Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye şer olarak yeter.”
(Müslim, Birr, 32)

Değil miydi Peygamberimiz (s.a.s) bizim Önderimiz, Rehberimiz, Örnek aldığımız?

Değil miydi…? Soruyorum…

Bayan sorumu ayıplamıştı kendi sözlerini ayıplayacağı yerde…. Cevap verdi:

“Yoo. Ama geliyorlar buraya düzenimizi bozuyorlar. Çalışmıyorlar, devlet parası yiyorlar.”

Ve saçma sözlerini sıraladı bir bir. Desem ki içindeki zehri, o kinini, öfkesini kustu… Surette düzgün Müslüman, düşünce tarzında  ise…? Allah bilir…

Bayana dedim ki:

Kimse zor durumda kalmadığı müddetçe yerini, yurdunu bırakıp başka bir yere göç etmez. Hele dilini, yolunu, yordamını bilmediği bir yere… Suriye’de savaş var, savaş! İnsanların evleri bombalanıyor. Çocuklar, kadınlar, masum insanlar ölüyorlar. Ne yapabilirler?”

Bayan söylediklerimi anlamamış olmalı ki, empati kurmamış olmalı ki, şöyle dedi:

  • “Niye Suriye’de kalıp savaşmıyorlar? Gelip şurada burada şöyle kötülükler, şu kötü şeyleri yapıyorlar.”

Suriye’deki durumdan haberi yok galiba…

  • Suriye’nin başında bulunan zâlim, masum sivilleri öldürüyor! Evlerini yakıp yıkıyor! Nereden birlik beraberlik olacaklar da, hangi imkanlarla savaşacaklar?! Buradan bunları rahat rahat konuşmak kolay tabii. Şimdi masum çocuklar mı kalksınlar savaşsınlar? Güçsüz kadınlar mı kalksınlar savaşsınlar? Onların suçu, günahı ne? Ayrıca yapılan kötülükler bir topluma mâl edilmemeli. Her toplumda iyiler de vardır, kötüler de. Genellememek gerekir, değil mi?”
  • “Nasıl ki Peygamberimiz zamanında Ensar ve Muhacir kardeş oldular, birbirlerine yardım ettiler, biz de inşallah Suriyeli ve diğer ülkelerden gelen kardeşlerimize kucak açacağız, onlara yardım eli uzatacağız… Değil mi? Hem biz Müslümanlar olarak sahip çıkmazsak kim sahip çıkar? Gayri Müslimler mi?”

Bayanda bir farkındalık olmasını amaçlamıştım. Dinimiz İslâm, Rabbimiz Cenâb-ı Allah, Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s), Kitabımız Kur’an, kıblemiz Kâbe… Bu kadar ortak noktamız olduğu halde, neden ayrı olalım fikren, kalben, ruhen? Değil mi? O gün orada oturmam, o bayanla karşılaşmam, bu konuşmaları yapmamız… Hiç biri tesadüf değildi…. Yaşadığım olayı, bayanın söylediklerini sindirmeye çalışırken, Rasulullah (s.a.s)’in bize Veda Hutbesinde miras bıraktığı o güzelim Sözleri canlandı hatıramda….

“Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a; beyazın siyaha, siyahın beyaza takva dışında bir üstünlüğü yoktur…”(İbn Hanbel, 411)

Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur Allah katında! Üstünlük ancak takvadadır, Allah’a kulluktadır, imandadır, Allah’a yakınlıktadır!

Kimsenin kimseyi hakir görme “yetkisi” yoktur! Hakîm (c.c) olan, hükmeden, hükmedecek olan, Hasîb (c.c) olan, hesaba çeken, çekecek olan ancak ve ancak Cenâb-ı Allah’tır!

“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki iman etmiş kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı kötü bir düşünce ve duyguya yer bırakma. Rabbimiz! Kuşkusuz sen çok şefkatlisin, çok merhametlisin.” Haşr suresi, 10

“Allah’ım zalimlerin karşısına kudretinle dikilmeni istiyoruz. Allah’ım zalimlerin zulmünden bizi muhafaza eyle. Allah’ım zalimleri zalimlerle meşgul et. Allah’ım bizi zalimlerin arasından sağ salim çıkar.” (Ebû Dâvûd, Salât, 365)

Rabbim Ümmet-i Muhammed’e yardım etsin, selamete ulaştırsın… Âmin…

AYŞE DEMİRCİOĞLU

“sen af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir” (Araf suresi, 199)

Çok lezzetli bir yemek yediğimizde “şimdiye kadar tattığım en güzel yemekti” deriz. Çok güzel bir ev gördüğümüzde “ne kadar orijinal güzel bir yapı” deriz. Veya okuduğumuz bir kitaba, “çok güzel bir kitap” deriz. Bizler bu fani dünyamıza dalıp, enleri/en güzelleri seçerken bakalım Bâki olan Yüce Rabbimiz “ahsenü’l-kasas” ile hangi güzelden bahsediyor?

“Biz bu Kur’ân’ı sana vahyetmekle, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Elbette (sen) ondan önce (bunlardan) habersiz olanlardan idin…” (Yusuf suresi, 3)

Âlemlerin Rabbi olan Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de Yusuf’un (a.s) hayatını anlatırken “ahsenu’l-kasas”, “kıssaların en güzeli” olarak ifade buyuruyor. Dünya yaratıldığından bu yana nice insanlar, resuller, nebiler, veliler yaşamış ve ölmüşlerdir. Her kişi yaşadığı bu süre zarfında kendi hayatının romanını yazmıştır, ya mutlu, ya kötü sonla bitirmiştir. Bu hayat romanlarından elimize ulaşanların çok azı-özü bizlere Yüce Rabbimiz tarafından Kur’an’da sunulmuştur. Madem O anlatıyor, bizlere de bu kıssaları dinlemek, düşünmek ve ibret almak düşer…

“Hani bir vakitler Yusuf, babasına demişti ki: “Babacığım, ben rüyada on bir yıldızla güneşi ve ayı bana secde ederken gördüm.” (Yusuf suresi, 4)

Çocuklara masallar, hikâyeleranlattığımızda hep bir varmış bir yokmuş deriz. Bizler de Yüce Kur’ân’da bu yaşanmış hikâyeleriokurken öğreniyoruz ki, zaman dilimlerinbirinde güzel yüzlü Yusuf (a.s) varmış. Bir gün rüyasında on biryıldız ile güneşi, ayı kendisine secde ederken görmüştür. Bu rüyasını babası Yakub’a (a.s) anlatmış. O da şöyle cevap vermiştir: (Babası) Yavrucuğum! Dedi, rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insanın açıkça düşmanıdır.(Yusuf suresi, 5)Hz. Yakub (a.s) peygamber, oğlu Yusuf’a (a.s) çok düşkün idi. Onun diğer oğullarından farklı olduğunu sezmiş ve âdeta üzerine titriyordu. Yusuf’un  (a.s) rüyasının sahih olduğunu biliyordu ve O’nu uyarıyordu: dikkat et, bu rüyayı kimseye söyleme, çünkü şeytan açıkça düşmandır.

İnsanlar arasında en çok imtihana tâbi tutulanlar, en şiddetli belaya dûçâr olanlar, peygamberlerdir. Öylede Hz. Yusuf (a.s) kuyudaki imtihanından, azizin hanımı ile imtihanından, zindandaki imtihanına kadar birçok imtihan süzgecinden geçmiştir. Ta Mısır’a vezir olana kadar. Hz. Yusuf’u kuyuya atan kardeşleri Mısır vezirine işleri düştüğü gün gelip çattığında, devran dönmüştür.

Bu vezirin Hz. Yusuf (a.s) olduğunu öğrenince, kendisine zamanında kötülük yapan o kardeşlerine şu ibret verici sözü söylüyor Hz. Yusuf:

“(Yusuf) dedi ki: Ey babacığım! İşte bu, daha önce (gördüğüm) rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Doğrusu Rabbim bana (çok şey) lütfetti. Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden getirdi. Şüphesiz ki Rabbim dilediğine lütfedicidir. Kuşkusuz O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”(Yusuf, 100)

Kardeşler arasına nifak sokan kimdir? Şeytan… Şeytan, “adüvvün mübîn”dir, yani bizim azılı baş düşmanımızdır. Kanımıza kadar ilişen bu varlık kâh vesvese, kâh kötü düşünceler verir, kâh açar sevdiklerimizle aramızı. İşte öylede açmıştı Yusuf (a.s) ile kardeşlerinin arasını. Nitekim babası Yakub (a.s) da başta O’nu uyarmamış mıydı şeytanın açıkça düşman olduğunu?

Hz. Yusuf (a.s) o anda dileseydi kardeşlerine küsebilirdi, hakaretler edebilirdi, sövebilirdi, iğneleyici sözler söyleyebilirdi, “işte sizde zamanında beni kuyuya atmıştınız da şöyle böyle oldu” diyebilirdi. Ki o, nice çileler çekti. 40 sene ailesinden uzak, kuyularda, zindanlarda hayat sürdü. Biraz empati kurduğumuzda, eğer bizim başımızdan böyle bir olay geçse, ilk başta sebep olan kişiye derin öfke duyarız. Neden? Çünkü bir imtihanlar zincirine girmemize vesile olduğu için.

Farz edelim bir kimse size bir kötülükte bulundu. Siz de bu kötülüğe karşılık olarak iyilikte bulunsanız, o kimse kendisini nasıl hisseder? Yaptığından pişmanlık duyar, utanır, mahcup olur. Neden? Yaptığı kötülüğe karşılık olarak iyilik yaptığın için ve o kimsenin yüzüne o kötülüğü vurmadığın için. Bunu başarabilmek her yiğidin harcı değildir ama yapılması gereken: işte budur!  Başkasına yaptığımız iyiliği ve başkasından gördüğümüz kötülüğü unutalım. Ne yapılan iyilikle başa kalkalım, ne de yapılan kötülüğe karşı kılıcımıza kuşanıp “haydi hodri meydan” diyerek saldıralım..

İşte öylede Hz. Yusuf’un o güzel ahlakı kötülüğe kötülükle muamele etmeye, sövmeye, küsmeye, hakaretler etmeye müsaade etmiyordu. Nitekim o bir peygamber idi… Ve o kadar sabrın sonunda ebeveyn ve kardeşlerine dönüp işte “aslında kardeşlerim sizler iyi kimselersiniz fakat asıl şeytan aramızı açtı” deme üstünlüğünde bulundu. O güzel peygamber, kardeşlerinin yaptıkları hatayı yüzlerine vurmadı. Başrolde olan şeytandı, o aramıza girdi, o düşünceyi o verdi, bunu o yaptırdı dedi.

Bizler öyle intikamperest olmuşuz ki, bize biri tarafından ufacık zarar dokunsa bile hemen kısas yapmak isteriz, bana yaşattığı şeylerin aynısını oda yaşar inşallah deriz âmin denilemeyecek duaya bile…

Oysa değil midir ki, dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek, derviş gönülsüz gerek, sen derviş olamazsın düsturu… Dövülürsek, biz de dövmeyelim. Sövülürsek, biz de sövmeyelim. Bize kötülük yapana kötülük ile muamele etmek yerine sabredelim ve o kimseye çokça dua edelim. Yoksa bizler “kim zerre kadar bir hayır yapıyorsa, onu görecek, kim de zerre kadar bir şer işliyorsa, onu görecek” (Zilzâl suresi, 7-8) vaadine inananlardan değil miyiz? Hâşâ ve kellâ! İnananlardanız elhamdülillah/inşallah.

Öyleyse bizlerde bırakalım intikam peşinde koşmayı, “sen af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir” (Araf suresi, 199) ayetine uyalım. Uyalım ve uyanalım. Hz. Yusuf (a.s) gibi “asıl şeytan aramızı bozdu” diyerek erdem olalım, böylelikle O’nun gibi nice Mısırlara vezir olalım inşallah…

Mucize bir yetenek

Şüphesiz ki dil, lisan, yani konuşmak ve konuşarak her şeyi, en karmaşık hadiseleri en ince teferruatına kadar anlatabilmek insana ait mucize bir yetenek. Hiç bunun üzerinde uzunca şöyle bir tefekkür edebildik mi bilmem. Bugün yeryüzünde kaç dilin konuşulduğunu, kesin bir sayı vererek söylemek güç olmakla beraber Britannica Ansiklopedisi bu sayıyı 2.500-5.000 arasında veriyor. 

Her insan belli bir yaşa gelince konuşmaya başlıyor ve bu nedenle konuşmak çok sıradan bir şeymiş gibi algılanıp üzerinde düşünülmüyor. Hâlbuki dil hakkında hâlâ cevapsız kalan soruların sayısı oldukça fazla… İki üç yaşında bir çocuk nasıl konuşmaya başlar? Bunu, etrafında konuşulanları dinleyerek mi öğrenir? İnsanlar, henüz dil bilimcilerin bile tam olarak anlayıp ortaya koyamadıkları dil bilgisi kurallarını nasıl öğrenmiş olabilirler? Kelimeler nasıl oluyor da bu kadar karmaşık kurallara uygun şekilde ağzımızdan dökülüyor? Kelimeler ve cümleler nasıl ve nerede anlam kazanıyor? Neden yaklaşık 3000 değişik dil oluşmuş? Zihnimizde ne oluyor da bunlar kelimelere ve cümlelere dönüşüyor? İşte bu soruları ve karmaşık dil bilgisi kurallarını, bütün hayatlarını dilleri incelemeye adamış dil bilimciler hâlâ tanımlayamamışlar.

Netice olarak diyebiliriz ki ağız, dil, dudak, ses telleri, sinirler, beyin ve diğer organlarımızın koordineli bir eylemi olan konuşma fiili, Rabbimiz’in üzerimizdeki eşsiz bir sanatıdır. Nitekim ayette: “İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.” (Rahmân, 55/3-4) buyruluyor. İşte bu mucize eylemin doğru kullanılması rahmet vesilesi iken, yanlış kullanımı ise fitne sebebi felaket ve yıkım sebebi olabiliyor… 

İnsanoğlu, zihin ve gönül dünyasındaki düşünce ve duygularını genelde en açık bir şekilde hep sözlerle ifade etmiş ve dil ise her zaman akla da kalbe de tercümanlık yapmış… Dolayısıyla sözler kişilerin duygu ve düşüncelerini, akabinde kişinin aklî seviyesini ve fikir yapısını, karakterini, kültürünü, ilim ve irfanını, velhasıl her şeyini ele verebiliyor. Kullanırken dikkatli olmak lazım yani… Evet, sözler bizi ele veriyor. Böyle olunca sözlerde önce doğruluğun, sonra güzelliğin, sonra faydalı gayelerin ve güzel niyetlerin bulunması gerekir. Yani sözlerimiz yalandan, dolandan, cehaletten uzak olmalı, hak ve hakikate tercüman olmalı…Doğru olmayan sözlerle, iftiralarla, insanların kul hakkı statüsüne giren gıybetlerini yapmakla diller kirletilmemeli ve bu mucize yeteneğimiz, her organımız gibi bir gün hesabı verilecek emanettir unutulmamalı… Açıkçası bu hususta, Efendimiz’in “Ya hayır söyleyin, ya susun!” (Buhârî, Edeb, 31) uyarısı her daim şiarımız olmalı… 

Dolayısıyla İslam, mü’minlerin söz disiplinine sahip olmalarını istemiş ve bu sahada pek çok esaslar koymuş. Mesela, Efendimiz (sav): “Bir mü’min her şeyden önce besmele çekerek ve Allah’a hamd ederek konuşmaya başlamalı. Böyle başlanmayan her mühim iş bereketsizdir.” buyurmuş. (Ebû Dâvûd, İbni Mâce) Evet, besmeleyle başlayan bir konuşmanın içinde kötülükleri taşıyan sözcüklerin bulunması zor olur şüphesiz. Allah’ı zikretmek ve anlatmaksızın sadece dünyaya ait uzun süreli konuşmalar yapmak da insanın kalbini Allah sevgisinden uzaklaştırır ve kalpleri katılaştırır. Hâlbuki Rabbimiz merhametlidir, sevgi doludur ve kullarından bu anlamda kendine benzeyen merhametli ve yumuşak kalpli olanlarını sever. Katı kalpli olanlarına ise onların namaz ve niyazlarına bakmaksızın değer vermez, itibar etmez. Hadiste de bu açıkça belirtiliyor: “Katı kalpli olanlar Allah’tan en uzak kimselerdir.” (Tirmizî, Zühd, 62)

Başlarda da ifade ettiğimiz gibi konuşmak, insanlar arasındaki iletişimi, muhabbeti ve anlaşıp kaynaşmayı sağlama noktasında önemli bir yetenek… Yani insanlar duygu ve düşüncelerini, arzu ve taleplerini konuşarak ifade ederler. Bu sebeple gönlümüzde olan güzel duyguların yeri ve zamanı gelince sözlerle ifade edilmesi çok önemlidir. Dil ile ifade edilmeyen sevgi duyguları veya beğeniler, cömert kişilerin servetlerini saklamasına benzer. Toplumumuzda böyle bir iletişim bozukluğu had safhada maalesef. Babaların, eşlerine veya evlatlarına içlerindeki güzel duyguları izhar edecek söz ve davranışları her fırsatta sergilemeleri gerekir.

Mesela “Eşimin beni sevdiğini ağzından bir kere duymadım.” diyen hanımlar, “Babamdan, beni sevdiğine dair bir sözcük işitmedim.” diyen kız ve erkek çocukları toplumumuzda çok fazla… Bu ithama maruz kalan babalar, hem eşlerini hem de çocuklarını çok seviyor olabilirler. Ama dilin önemi burada açığa çıkıyor. Dilimizle güzel sözleri söylemekten bizleri engelleyen gelenek ve göreneklerin, şeytanî adetlerin, gurur ve kibrin tuzağından kurtulmak gerekir.

O halde sözlerimizin önce Allah katında sonra da insanların nezdinde bir değer taşıması gerekir. Bu değeri ise, sözlerimizin hakkı ve hakikati ne kadar yansıttığı, insanlar için nasıl bir hayır taşıdığı belirler. Yani sözlerin değeri bununla ölçülür. Bu değerler ölçüsünde sözlerimiz ibadete ve akabinde ceza veya mükâfata mucip bir amele dönüşür. Bu gerçeği Yüce Rabbimiz şu âyet-i kerime ile haber vermiştir: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Ahzâb, 33/70-71) Bunun anlamı, doğru ve güzel sözler söyleyin ki bu sözlere bağlı olarak sünnetullah gereği işleriniz düzelsin. İnsanlar sizi sevsin saysın, bu güzel eyleminiz dünyadaki yaşamınıza bir kalite katsın. Allah da bu güzel davranışınızdan dolayı kaçamadığınız kusur ve kabahatlerinizle sizleri ahirette muaheze etmesin, bağışlasın.

İnsanlığa her konuda örnek olduğu gibi konuşma ve söz söyleme konusunda da örnek olan Efendimiz’in (sav) hayatı ve sözleri incelenirse konuşma adabı ile ilgili şöyle bir sonuç çıkıyor:

1. Açık ve anlaşılır bir şekilde muhatabın seviyesine göre konuşmak, gerektiğinde önemli görülen ifadeleri tekrar etmek.

 “Resûlullah’ın (sav) konuşması her dinleyenin rahatlıkla anlayabileceği şekilde açıktı.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 18)

“Konuştuğu zaman onun kelimelerini saymak isteyen sayabilirdi.” (Buhârî, Menâkıb, 23)

“İyice anlaşılmasını istediği kelime ve cümleleri üç kere tekrar ederdi.” (Tirmizî, Menâkıb, 9)

2. Bilgiçlik taslama ve kendini başkalarına üstün gösterme niyetiyle yapmacık konuşmalardan ve insanların anlayamadıkları kelimelerle onlara hitap etmekten şiddetle kaçınmak.

3. Bağırıp çağırmak suretiyle yüksek sesle konuşmaktan kaçınmak.

Kur’an-ı Kerim’in beyanıyla Lokman aleyhisselam, oğluna söz konusu metodu şöyle tavsiye etmektedir: “(Yavrum!) Yürüyüşünde tabii ol ve sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman, 31/19)

4. İki kişinin, yanlarında bulunan üçüncü kişiyi dışlayarak aralarında fısıldaşmaları şeklindeki konuşmalardan kaçınmak.

5. Bir mecliste herhangi bir konu görüşülüyor ise veya cevaplandırılmak üzere bir soru sorulmuşsa, ilk söz hakkını meclisin büyüklerine bırakmak.

6. Az ve öz konuşmak, lüzumsuz tafsilattan kaçınmak.

Allahu Teâlâ mü’minlerin güzel yönlerini ifade ederken “O kimseler ki boş söz ve işlerden yüz çevirirler.” (Mü’minûn, 23/3) buyuruyor

7. Maddî veya manevî hiçbir faydası olmayan, bilâkis zararı bulunan konuşmalardan şiddetle kaçınmak.

“Allah’a ve ahiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun!” (Buhârî, Edeb, 31, 85)

8. Kişinin helâl mi haram mı, güzel mi çirkin mi, hayır mı şer mi, henüz tam olarak kestiremediği bir sözü söylemekten sakınması. “Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.” (Buhârî, Rikâk, 23)

9. İkili ilişkilerde insanı müşkül duruma sokacak anlamsız sözlerden kaçınmak, dostlukların devamı açısından fevkalâde ehemmiyeti hâizdir. “Özür dilemek zorunda kalacağın bir sözü söyleme!” (İbni Mâce, Zühd, 15)

10. Her hâlükârda doğruyu konuşmak, yalan söz ve yalan haberden şiddetle sakınmak.

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederse muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır.” (Ahzâb, 33/70-71)

11. Gelecekle ilgili konuşurken “inşallah” demek.  “Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşallah demedikçe) hiçbir şey için ‘Bunu yarın yapacağım.’ deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı an ve; ‘Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir.’ de.” (Kehf, 18/23-24)

Ne yazık ki günümüzde büyük ölçüde bu kurallara uygun bir şekilde söz söyleme sorumluluğuna dikkat edilmiyor ve sorumsuzca, söylenen sözlerle nice olumsuzluklar, nice huzursuzluklar yaşanıyor. Mesela aileler arası kavga ve boşanmalara, cinayetlere, kalp kırma ve küskünlüklere, kin ve düşmanlıklara, sorumsuzca sarf edilen bir küçük söz neden olabiliyor.

Asılsız sözlerin, araştırılıp teyit edilmeden dillere dolanması ise çok vahim bir durumdur ki: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.” (Hucurât, 49/6) ayetine ne kadar zıt bir durumda olduğumuzu gösterir. Yani açıkça ben yapmadım ben söylemedimle kurtulamazsınız. Yalan yanlış sözlerle insanların şeref ve itibarlarına saldıranlar kadar, araştırma gereği duymadan onlara inanan ve itibar edenler de sorumluluk ve vebal sahibidir.

Efendimiz’in konuşma adabı üzerine öğrettikleri ile konuşabilmeyi, zandan ve tüm kötülüklerden kaçarak yaşayabilmeyi Rabbim bizlere kolay kılsın.

Allah’a emanet olun.  

Abdülkadir Yılmaz

Kardeşlik Azığı

Bütün âlemlerin Rabbi olma sıfatıyla, tüm varlığı kademe kademe terbiye ederek kemâl noktasına eriştiren yüce Rabbimiz, bu süreci yönetirken varlıklar arasında birini diğerine vesile ede ede bir terbiye gerçekleştirmektedir. Cansız gibi görünen varlıklardan tutun da bitkilere, hayvanlara, meleklere ve hatta galaksilere kadar her bir varlığın diğeri üzerinde bir terbiye tesiri söz konusudur. Hangisinin, nasıl bir tesir oluşturduğu ise ancak Rabbimiz’in bilebileceği bir husustur. Biz burada mü’minlerin birbirlerini terbiye etme, geliştirme ve kemâle erdirme noktasında sorumluluklarına dikkat çekeceğiz.

İslam öyle bir toplum inşa etme hedefindedir ki o toplumun fertleri biri diğerinden mesuldür. Biri diğerinin koruyucusu ve kollayıcısıdır. Herkes kendi derdinde değil, aynı zamanda başkalarının da derdine deva olma gayretindedir. 

İslam’ın toplum nizamında “Her koyun kendi bacağından asılır” anlayışına yer yoktur. Zalim de mazlum da korunur. Ancak zalimin korunması, onun zulmüne mâni olmak şeklinde gerçekleşirken, mazlumun muhafazası, üzerinde cereyan eden zulmü kaldırmaktır.

Ayet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velisidirler (birbirlerini koruyup kollarlar). İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe, 9/71)

Birbirinin velisi olmak, anahtar bir cümle. Düştüğünde elinden tutacak birilerini yanında bulmak, ne güzel bir nimet! Yanlışını düzelten bir dosta sahip olmak, ne büyük bir ikram-ı ilahi! Ayakları kayıp düşmesin diye gözü üzerinizde olan, daha iyi olmanız için size dua eden manevi kardeşlerinizin olması ne muhteşem bir hazine! Yetişme ve gelişme adına ne güzel bir imkân! Ancak bu ayette bir incelik daha vardır ki o da: Birbirlerinin velisi olacak mü’minlerin belli başlı vasıflara sahip olması gereğidir. Bu vasıflar da şunlardır:

1. Birbirlerine iyiliği emredecek ve kötülük işlemelerine engel olacaklardır.

2. Namazı dosdoğru eda edeceklerdir.

3. Zekâtlarını vereceklerdir.

4. Allah ve Resulü’ne karşı gönülden teslim olup itaatkâr olacaklardır.

İşte bu vasıflara sahip müminler, birbirlerini koruma ve kollama noktasında yeterli altyapıya sahip kimselerdir. Bunların beraberliği, birlikte yücelişin sigortası gibidir. Mü’minin mü’mine nazarı, nasihati, duası ve yardımı hiçbir zaman küçük görülmemesi gereken bir eğitim ve gelişim yardımıdır. Allah Resulü (sav) Efendimiz bu hakikati şöyle beyan eder:

“Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslüman’dan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslüman’ın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.”( Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58)

Kur’ân-ı Kerim’de insanın Allah katındaki değer ölçüsü olarak “takva” gösterilir. Takva, insanın kendisine zarar verecek her çeşit tehlikeden korunup sakınması anlamındadır. Allah’ın gazabına ve azabına maruz bırakacak her çeşit günah ve isyandan sakınmaktır. Diğer taraftan kişiyi Allah’ın rızasına ve muhabbetine erdirecek güzelliklerle buluşması da takvanın muhtevası içinde değerlendirilmiştir. Değerine değer katmak anlamına gelen bu faaliyetlerde, insanın tek başına başarılı olması zordur. Zira görünen görünmeyen tuzaklardan ve düşmanlardan emin olmak, kolay değildir. İşte bu sebepledir ki bu alanda da müminlerin birbirine destek olması emredilmiştir:

“… (Ey mü’minler!) İyilik ve takva üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın.” (Mâide, 5/2)

Birbirine neşe veren ve zorluklar karşısında hakkı ve sabrı tavsiye eden kimseler, bu gayretlerinin neticesinde ortak bir sinerjiye erişirler ki bu hâl, hepsinin birden kazanmasına ve yükselmesine vesile olur.

Esasen terbiye/tezkiye görmemiş ham insan, bir yönüyle varlık mayasında fesat ve kan dökücülük istidadı (fücur) taşıyan ve kendi kendine sürekli kötülük fısıldayan bir varlıktır. Yaratılışın başlangıcında imtihan kastıyla öz mahiyetine bu istidat yüklenmiştir. Yine onun mayasına yüklenen bir diğer program da kendisine zarar verecek her türlü tehlikeye karşı kendini koruyabilme (takva) özelliğidir. Şu dünya imtihanında muvaffakiyetin en önemli ve öncelikli konusu, hiç şüphesiz, içimizdeki bu fesadı, fısk u fücûru temizlemek (tezkiye) ve kendimizi koruyacak kalp, akıl, basiret, idrak, gibi takva melekelerimizi sıhhatli çalıştırmak suretiyle ilahi rahmete ermek olacaktır.

Bu özelliklere sahip insanoğlunu, sulh/barış ve muhabbet duyguları ile ülfet ettirmek ve daha ötede kardeşleştirmek, ciddi bir terbiye meselesidir. İşte iman, mü’minler topluluğunu birbirinin kardeşi kılan rabbani terbiyenin temelini teşkil eder. Böyle bir kardeşliğin yaşanması, ilahi merhamete topluca erişmenin de en önemli vesilelerinden biridir. Şu ayet-i kerime bu hakikati ifade eder:

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki ilahi merhamete erişebilesiniz.” (Hucurât, 49/10)

Bu ayetin beyanından anlıyoruz ki kardeşlik seviyemiz, esasen iman seviyemizi de gösteren sağlam bir ölçüdür. Kardeşleşmedeki kusurumuz, imanımızdaki zafiyetten kaynaklanır. Zira iman, bir şerh-i sadır hadisesidir. Yani gönlümüzün genişlemesi, diğer bir ifadeyle deryalaşmasıdır. Dar ve sığ gönüller arasında kardeşlik tesis etmek zordur. Gönül genişlerse, insan affedici olur, hoş görülü olur, cömert ve mütevazı olur, sabırlı ve anlayışlı olur. Ancak bu neticeler, iman kalbe iner ve orayı imar ederse gerçekleşir; dilde kalan, sığda kalan, surette kalan bir Müslümanlık elbette bu sonucu doğurmaz.

Rabbimiz mü’minler arasında imana dayalı kardeşliğin lüzumunu beyan ettikten sonra, bu kardeşliğin korunması, kollanması ve geliştirilmesi adına bazı ikaz ve irşadlarda da bulunur. Hucurat suresi bu yönüyle kardeşlik esaslarının birçoğunun bir arada zikredildiği hususi bir süredir. Buna göre:

1. Mü’minler birbirini küçük görmemelidir. Saygı temeline dayalı bir kardeşlik sergileyebilmelidirler. Bu meyanda hele hele birbirini alay konusu yapmak, Allah katında büyük bir günah sebebidir. Mü’minlerin birbirlerini fert fert küçük görmemeleri gerektiği gibi, bir grup da diğer bir grubu küçük görmemelidir. Ferdî enaniyet/benlik de grup enaniyeti de kardeşliğin baş düşmanıdır. Özellikle grup egosu daha da parçalayıcıdır. Bu itibarla denilebilir ki mesleğine, meşrebine, mezhebine ve bunun gibi daha nice nice grup oluşturma değerlerine bakarak, bir topluluk diğer bir topluluğu hafife alır ve onu küçük görürse, İslam toplumunun birliğine ve kardeşliğine en büyük zararı vermiş olur. Zenginler fakirleri, yöneticiler yönetilenleri, üst meslek grupları diğer meslek erbabını, bir cemaat diğer bir cemaatı, hâk ve hakikat üzere oldukları halde istihkar ederse, aralarındaki kardeşliğe zehir serpmiş olurlar. Böyle bir durumda esasen küçük gören kendisini de küçültmüş olmakta ve yaralamaktadır. Zira mü’minler topluca tek bir vücud gibi olmak durumundadırlar.

2. Kardeşliği zedeleyen ve ilahî rahmetin inmesine mâni olan bir büyük hastalık da kesin bir bilgiye dayanmadan, mü’minlerin birbirleri hakkında belli kanaatlere ulaşıvermesi ve buna dayalı olarak da karşı tarafı mahkûm etmesidir. İnsan ve cin şeytanlarının vesveselerini, dedikodularını, yorumlarını, vehimlerini esas kabul edip kardeşliği zayi etmek, iyi düşünülürse ne büyük bir kayıp ne büyük bir zulümdür!

3. Kardeşlik, affediciliği, bağışlamayı, ayıp örtücülüğü gerektirir. Hangi insan ayıplardan ve kusurlardan müberrâ olabilir ki? Gerçek bu iken ayıpları örtmek şöyle dursun, ayıp ve kusur avcılığına çıkmak, kardeşliği parçalamada şeytana dost olmak demektir.

4. Müminler birbirlerini hem huzurlarında hem de gıyaplarında hayırla anmalıdırlar. Güzel cümlelerle beraberlik ve kardeşlik duygularını pekiştirmelidirler. Birbirinin gönüllerini incitecek ifadelerden şiddetle kaçınmalıdırlar. Zira gönüllerin soğuması kardeşliği de bozup dağıtacaktır. Bu sebeple gıybet denilen dedikodu hastalığı, Allah katında çok çirkin bir günah olarak tasvir edilmiştir.

5. İlahi merhamete erişmek için kardeşliğin bir diğer gereği de birbirini yanlıştan korumaları ve güzelliklerin ikamesi için birbirine dostça yardımcı olmalarıdır.

Kişiliğimizin arınması ve gelişmesinde, toplumumuzun huzur ve terakkisinde, imana dayalı kardeşlik duygularının neşv-ü nemâ bulmasının etkisi çok önemlidir. Yüreklerde böyle bir iman ve muhabbet tutuşturulmadan, ilişkilerde ülfet ve merhamet tecelli etmeyecek, müminler de hep birlikte huzur ve saadeti yakalayamayacaklardır. Ahiretteki cennete girmek için lüzumlu olan kardeşlik, dünyada arzulanan cennet saadeti için de vazgeçilmez bir zarurettir.

Mü’min ahlâkı, bozulmamış insanın fıtri boyasıdır, denilebilir. Bu boya, Rabbani bir boyadır ki ondan daha güzelini tasavvur etmek imkânsızdır. İman, İslam ve ihsandan oluşan din gerçeği, söz konusu temiz fıtratı korumak, arındırmak ve sıhhatli bir şekilde tekâmül ettirmek suretiyle, insanı layık olduğu şeref ve izzete eriştiren, İlahi ve nebevî bir yoldur. Bu yol, insanı hem kendi kendisiyle hem aynı duyguları paylaşan hem cinsleriyle hem de bütün varlıkla ülfet, muhabbet ve dostluğa götüren bir sulh u selâmet yoludur. Bu itibarla iman -Allah düşmanları dışında- bütün varlığı birbirine bağlayan, kaynaştıran ve kardeşleştiren ilahi bir iksirdir.

Esasen ulaşılması ya da yaşanması gereken bu güzel iklimi ifsad eden her bir şey, adı ve şekli ne olursa olsun, imanda yaşanan zaafların bir sonucudur. İman sayesinde gönüllere lütfedilen bu ülfet, muhabbet ve kardeşlik sermayesini zayi etmemek için, önce mevcut sermayeyi zararlı amillere karşı korumak gerekmektedir. Söz konusu zararlı amillerin kaynağı, nefsani ve şeytani dürtüler, duygular ve davranışlardır. Bu negatif iklimi oluşturan zehirli havanın vasıtası ise çoğu zaman dil, el ve safiyeti bozulmuş gönüldür. Allah ve Resulü, bu vasıtaların ne şekilde ifsada sebebiyet verebileceğini bizlere açık bir şekilde haber vermiştir.

Birincisi, incitici, yaralayıcı, ayırıcı ve ilişkileri koparıcı dil zehri. Dil yarası, en derin yaraların başında gelir. Kılıç yarası iyileşir fakat dil yarası iyileşmez denilmiştir. Zira biri vücudun dış kısmını incitirken, diğeri insanın gönlünü ve özünü incitir. Bu yaralamanın şekli, bazen sözün muhtevasından ve bazen de üslûbundan kaynaklanır. Mesela ilişkilerde yalan söylemek, güvensizlik tohumlarını eken bir zehirdir. İftira, kişilik onurunu ayaklar altına alan ve muhatabı adeta yaşarken ölüme mahkûm eden bir katildir. Gıybet, dedikodu denilen hastalık ise insanı başkalarının yanında küçültme ve ayıplı hâle getirme operasyonudur. Hakaret, kötü söz, kötü lakap, incitici ifadeler vb. tavırlar da terbiye görmemiş bir dilin sıhhatli ilişkileri bozan şeytani fonksiyonlarıdır.

Dil zehrinin, muhteva kadar yaralayıcı bir diğer türü de sözü söyleme üslûbudur. Kurulan cümlelerde kullanılan uygunsuz kelimelerin taşıdığı negatif enerji, sıcacık duyguları dondurur ve ilişkileri söndürür. Belki söylenen doğrudur: fakat üslup incitici ve yıkıcıdır. Rabbimiz bu konuda kullarını sıkça uyarır ve “Muhataba değer verdiğini ifade eden bir üslupla söz söylemek” gerektiğini, “sert ifadelerle değil, yumuşak, gönlü okşayan ipeksi dokunuşlarla Hakk’ı tavsiye etmenin” lüzumunu, “merkep sesi gibi yüksek sesle bağırarak değil, duyulabilecek düşük tonlu bir sesle meramını anlatmanın” mümkün olduğunu hatırlatır ve kullarını nezâket ve letafete şöyle davet eder:

“(Ey Resulüm!) Kullarıma söyle: (İnsanlara karşı) en güzel sözü en güzel şekilde söylesinler. Çünkü şeytan aralarını bozar. Zira o, insanın apaçık bir düşmanıdır.” (İsrâ, 17/53)

Ayet-i kerimenin şu iki işareti dikkat çekicidir: Her zaman sözün en güzelini bulma arayışı içinde olmak. Zira birine göre güzel olan, diğerine göre kaba, haşin ve çirkindir. Öyleyse her bir insanın, kendi içinde sözün en güzelini yakalama adına, sürekli kendini geliştirme gibi bir sorumluluğu vardır. İkinci konu da, görünen ve görünmeyen gizli güçlerin, söylenen sözlerden yola çıkıp inananlar arasına düşmanlık tohumları ekebileceği gerçeğidir.

İlişkileri berhava eden ve ülfeti düşmanlığa dönüştüren ikinci amil, elimiz, vücudumuz ya da gücümüzle yaptıklarımızdır. Meselâ zulüm böyle bir zehirdir. Göz, kaş işareti ile birilerini alaya alıp horlamak böyle bir zehirdir. Yeryüzünde fesat çıkarma adına girişilen faaliyetler, bu nevi yıkıcı ve parçalayıcı faaliyetlerdir. Ayıpları örtme yerine açığa çıkarma girişimleri yani tecessüs illeti, böyle bir hastalıktır. Bir grubun diğerini küçültme ve ayıplama yarışına girmesi, böyledir. Buna benzer daha nice davranış ve tavırlar vardır ki bir mü’mine yakışmayan ve Müslümanlığımızı ayıplı hâle getiren virüsler gibidir. Resulullah (sav) Efendimiz’in şu sözü ne kadar uyarıcıdır.

“Müslüman elinden ve dilinden diğer Müslümanların kendini emniyette hissettiği kişidir.” (Buhari İman 4-5, Rikâk 26; Müslim, İman 64-65)

Kardeşlik ahlâkını lekeleyen ve zedeleyen üçüncü amil ise kalp ahlâkımızdaki bozulmalardır. Kendini mü’min kardeşinden büyük görme hastalığı, işte böyle bir hastalıktır. Üstünlük kriteri olarak ırkını, meşrebini, mezhebini ve sosyal statüsünü ölçü olarak belirlemek, böyledir. Diğer müminlere karşı -sebebi ne olursa olsun- yüreğinde kin, nefret, buğz ve düşmanlık beslemek, böyledir. Çekememezlik duygularına kapılmak, aynı şekilde yaralayıcıdır. Nitekim Kabil ile Habil, Yusuf aleyhisselam ile kardeşleri aralarına giren düşmanlık duygusu, işte böyle bir haset duygusudur. Kesin bir delile dayanmadığı halde, kardeşlerine karşı kötü kötü düşüncelere ve zanlara kapılmak da kalbin ilişkileri parçalayıcı hastalıklarındandır. Hatta denilebilir ki elimizle ve dilimizle işlediğimiz ifsad edici davranışlarımızın negatif enerji kaynağı, çoğu zaman, tasfiye ve tezkiye görmemiş nefsimiz ve kalbimizdir.

Netice olarak, ilişkileri parçalayan, ülfeti yok eden ve kardeşliği düşmanlığa dönüştüren hastalık, içimizde ve kendimizdedir. Mü’min ahlâkının elimizde, dilimizde ve gönlümüzde tezahür etmesi için imanımızın gönlümüze, dilimize, elimize ve hulâsa hücrelerimize kadar işlemesi zaruridir. Nefsimiz iman potasında eriyince -Allah düşmanları hariç- bütün âlem dosta dönüşür.

DR. ADEM ERGÜL

“De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).

Hakîkat lûgatta: “Bir şeyin aslı ve esâsı. Mâhiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Sâbit ve vâki. Sadâkat, doğruluk. Kâinat, tabiat ve ulûhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek” anlamlarındadır.
“Bana göre” ve “sana göre” sözlerinde hakîkat yoktur. Hakîkat ancak “Kur’ân’a ve Sünnet’e göre” ortaya çıkar. Allah’ın dediğinden başkası hakîkat değildir. O-hâlde hakîkati idrâk etmek ve benimsemek için Kur’ân bütünlüğü ve vahyin pratiğe yansıması olan Sünnet örnekliğini iyi tespit edip benimsemek ve özümsemek gerekir. Zîrâ Kur’ân salt hakîkati ortaya koyduğu gibi, Sünnet de “hakîkate en uygun yaşama örnekliği”dir. Demek ki hakîkat, “İslâm’a göre inanmak, bilmek ve yaşamak” demektir.

Hakîkati duymak ve bilmek bedel ister. Zîrâ hakîkat ucuz ve önemesiz bir şey değildir. Hattâ hakîkat, kişinin âhirette ebedî azâp yada ebedî mükâfattan biriyle karşılaşmasına neden olur. Bedelini ödeyip hakîkati bilenler, benimseyenler ve hakîkate göre yaşayanlar ebedî mükâfatla ödüllendirileceklerken, hakîkatten kaçanlar ve onu duymak bile istemeyenler ise ebedî azâba uğrayacaklardır. Çünkü hakîkatin bedelini ödemeyi göze al(a)mayanlar, Dünyâ’da kendilerine sûnî, sanal ve hayâlî bir dünyâ kurarak, zihniyetlerini ve yaşamlarını da bunlara göre düzenlerler.

Hakîkati bilmek, görmek ve hattâ duymak bile istemeyenlere göre bu cennet-vâri Dünyâ’da her-şey tıkır-tıkır işlemektedir, insanların hepsi melek gibidir, devletler, hükûmetler ve zenginler sürekli halkı düşünmektedir ve onların yarârı için çalışmaktadır. Bu yüzden sürekli olarak yalancı kahramanlar, sûnî-sanal melekler ve de çizgi filmlerdeki gibi yerler vs. insanların gözlerine-gözlerine sokularak insanlar sanki Dünyâ’nın her yeri böyleymiş gibi düşünürler ve yaşarlar. Yâni hakîkat yokmuş gibi yada bâtılı, hakîkat zannederek yaşarlar. Lâkin hakîkatin ortaya çıkmak ve sanal-sûnî-hayâl olanları yâni bâtılı yıkmak gibi bir özelliği vardır. Hakîkatin ortaya çıkışı, ya hakîkati; okuyarak, dinleyerek, duyarak öğrenmekle ve idrâk etmekle çok fazla yıkım yaşamadan olur, yada insanlar hakîkatten kaçarken, hakîkat, hayâtın bir aşamasında ve noktasında insanların karşısına çıkar ve insanlara hakîkatin ne olduğu, bâtılın ne olduğunu, acıtarak, hırpalayarak ve yıkarak gösterir ve öğretir. Zîrâ Allah’ın kâinâta, Dünyâ’ya ve insanlar arasındaki sosyâl hayâta koyduğu “sünnetullah” denen yasalar bunu gerektirir.

Kendilerini melek gibi görüp hakîkat üzre olduğunu sanarak başkalarını bâtılda, yanlışta ve kötü yolda görmek, insanların en çok yaptıkları yanlışlardan biridir. Bu kişiler hakîkati ancak, karşı-karşıya geldiklerinde ve hayat onlara hakîkatin ne olduğunu kafalarına vura-vura öğretince anlarlar. Buna rağmen yine de hakîkati görmek, benimsemek ve kabûl etmek istememek, herhâlde ya gereksizce çok fazla iyi niyetli olmaktan, yada psikolojik bir sorundan kaynaklanır.

İnsanlara hurâfeleri duymak, hakîkati duymaktan daha kolay geliyor. Bu nedenle de hakîkat yerine hurâfelere ve bâtıla inanıp ona göre yaşıyorlar. İnsanlar, doğru, gerçek ve hakîkat olduğuna inanarak, inandıkları ve kabûl ettikleri şeyleri değiştirmek istemezler. Bu nedenle inanıp kabûl ettikleri şeyler üzerinde eleştiri yapmazlar ve onları sorgulamazlar. Çünkü yanlış da olsa inanılan ve kabûl edilen düşünceleri ve davranışları değiştirmek kolay değildir. Çünkü bir kere en azından kafa-konforunun bozulması gerekir. Hakîkati bilmek, kafayı yeniden formatlamayı gerektirir. Bunun için de zihnen ve de bedenen zahmete girmek gerekir ki bu zahmet bâzen ağır da olabilmektedir. Bu nedenle hakîkat için de olsa bu zahmete girmek istemeyenler, bâtıl da olsa inandıklarını ve kabûl ettikleri üzerinde kalmaya devâm ederler.

Lâkin burada haksızlık yapmamak için şunu da belirtmek gerekir; hakîkat olduğunu zannettiklerinden ve çok iyi niyetli olduklarından dolayı tam olarak göremediği şeye inanan ve kabûl edenleri eleştirirken biraz dikkatli davranmak şarttır. Çünkü onlar genelde iyi niyetli insanlardır ve aslında herkesi kendileri gibi zannettikleri için iyi ve temiz niyetle, aslında sorun içeren şeyleri hoş görüp mevcut hâli kabûl ederler. Onlara, hakîkat zannettikleri şeyin yanlış olduğu sert bir şekilde söylendiğinde gerçekten çok üzülürler. Çünkü onlar gerçekten de iyi insanlardır ve herkesin iyi olmasını istemektedirler. Aslında hakîkati kabûl etmeye de yatkındırlar, meyillidirler. Bildikleri ve inandıkları gibi dürüst ve temiz yaşayan bu kişiler, kendileri gibi gördükleri kişilerin ve şeylerin zannettikleri gibi olmadığını görünce çok sarsılırlar. Bu nedenle onlara hakîkatin aslında ne olduğunu anlatırken ve gösterirken olumlu ve yapıcı sözlerle söylemek gerekir. Zîrâ hakîkat bâzen sert ifâdelerle dile getirilse de, sâdece hakîkat içeren güzel sözler Allah’â yükselir ve hakîkati de ancak güzel sözler yükseltir.

İnsanlar, câhillikle, yanlışlıkla yada öyle inanmak istedikleri için hakîkat zannettikleri şeylerin hakîkat olmadığını, bir-zaman sonra mutlakâ bir yerlerden, birilerinden yada hiç-biri olmazsa en sonunda mecbûren hayatta karşısına çıkınca, hakîkat olarak bildiği şeylerin aslında ne kadar da yanlış ve boş olduğunu görürler. Çünkü hak geldiğinde bâtıl sırıtıverir. Tabi bunu görmek yıkıcı ve acıtıcı olur. Hattâ kimileri için büyük bir sorun olur. İnsanların psikolojik ilaç kullanmaya başlamalarının en baştaki nedeni budur. Bâtıl sistem insana hayâli bir dünyâ kurduruyor ve bu hayâli dünyâya inandırıyor ama gerçek hayat o dünyâyı onların başlarına yıkınca insanlar yıkılıp çöküveriyorlar ve hemen psikolojik ilaçlara sarılıyorlar. Zîrâ o-andaki yıkım çok olumsuz etki bırakıyor.

İnsanlar en güvendiği kişilerin hattâ en yakınlarının bile nasıl da kendine karşı acımasız, bencil ve hâince davrandığını görünce hem kendisine hakîkati söyleyenlere, hem de hakîkati gözüne-gözüne sokan hayâta küsmeye başlıyor. O-hâlde hakîkati, güzelce ve bıkmadan anlatmak ve göstermek önemlidir. Hakîkatin ağırlığı zâten insanın belini bükerken bir de hakîkati acımasızca ve “lap” diye söylemek karşıdaki kişinin belini iyice bükmekte, onu yıpratmakta ve yıkabilmektedir. Böyle olunca da hakîkati anlatmanın ve göstermenin bir faydası olmamaktadır.

Müslümanlar da hakîkati duymak ve görmek istemedikleri için, Kur’ân bütünlüğü ve Peygamber örnekliği ile gösterilen kesin ve net mesajı yâni İslâm hakîkatini görmek, duymak ve bilmek istememekte ve onun yerine, mevcut zamâna, mekâna ve konjonktüre uygun davranmakta, yâni alışıp yaşaya-geldikleri hayâtı meşrûlaştıracak bir yorum aramaktadırlar. Fakat bu yoruma ulaşmak için hem Kur’ân’a, hem Peygamber’e, hem de fıtratlarına ihânet ederek zulmetmektedirler. Hakîkati duymak istememek, insanı sapıklığa ve pişmanlığa götürür.

Kafa, zihin ve beden konforunun bozulması yada zedelenmesi olasılığı, insanlar için büyük bir sorun olarak görüldüğünden dolayı, insanların çoğu, bu konforu -hakîkat uğruna da olsa- yıkacak sözleri, düşünceleri ve davranışları kabûl etmekte çok zorlanırlar ve çoğunlukla kabûl etmezler. Böyle olunca da bunun yerine, hakîkat zannettikleri yada hakîkat olarak görüp kabûl ettikleri şekilde bâtıl ve yanlış üzere gitmeye devâm ederler. Fakat dediğimiz gibi; hayat onlara en sonunda hakîkat neymiş batıl neymiş mutlakâ gösterir. Lâkin bunu bu aşamada gösterirken -sünnetullah gereğince- acıtarak ve yıkarak gösterir. Kafa ve beden konforunu öyle bir bozar ki, insanların çoğu yine bâtıl bir yol olan psikolojik ilaçlara sığınmak zorunda kalır.

Hakîkatin ağırlığına dayanamayanlar ve zâten o ağırlığın altına girmeyi zinhar istemeyenler, bir yalanlar dünyâsında yaşamaya başlıyorlar ve bu bağlamda hakîkat yerine; bâtınîliğe, mistisizme, tasavvufa, ırk-merkezli abartılmış ve yalana dönmüş anlatılara, mitolojiye, masallara, zırvalıklar dünyâsı olan târikat, cemaat ve meşreplere, sayıları milyonları bulan ve Peygamberimiz’e isnât edilerek “hadis” adı altında söylenmiş olan uydurma rivâyetlere, sanat zannedilen ama ahlâksızlıktan başka bir şey olmayan resim, heykel, dans, film, tiyatro, fotoğraf, roman, saçma ve sapkın şarkılar ve sapkınlık içeren erotik-porno içerikler ile, aslında bir travma ve hastalık olan ve adına “aşk” denen kandırmacaya, psikolojik ilaçlara, makyaja, modern-bilim ve teknolojiye yâni sanal, sûnî ve hayâlî olana, hurâfeye ve koca-koca yalanlara sığınıyorlar, sığınmak zorunda kalıyorlar. Zîrâ hakîkate sığınmayınca geriye, hurâfeden, yalandan-dolandan ve sapıklıktan başka sığınacak bir şey kalmıyor.

Hakîkati duymak istemeyince, hakîkat hurâfe, hurâfe ise hakîkat zannedilmeye başlanır. Hakîkat ile hurâfe yer değiştirir. İnsanlık târihi işte buna karşı, peygamberlerin ve mü’minlerin hakîkati apaçık şekilde ortaya koymak ve hakîkati tüm Dünyâ’ya hâkim kılma çabası ve mücâdelesinin târihidir.

Peki niçin insanlar hakîkat yerine yalana, hurâfeye, sanala, hayâlî olana ve bâtıla meyleder?. Çünkü söylediğimiz gibi, bunlara meyletmenin hem bir bedeli yoktur hem de halka karşı mâsum görünürler ve gösterilirler. Oysa hakîkat nettir, acıtır ve incitir. Hattâ hakîkat insanlardan gerektiğinde mallarından ve canlarından bile vazgeçebilecek ağır bedeller ister ve bekler. Zîrâ Dünyâ imtihan dünyâsıdır. O yüzden hakîkatin peşinden, mert ve samîmi mü’minlerden başka kimse gitmez ve hattâ insanların büyük çoğunluğu hakîkati duymak bile istemez.

Bâzen de bir-takım insanlar, hakîkati bilirler ve ondan vazgeçmezler ama onlar da hakîkati ancak bâtıl ile karıştırarak kabûl edebilirler. Kur’ân bunlara “şirk koşamadan inanmazlar” der: “Onların pek-çoğu Allah’a ortak koşmaksızın îman etmezler” (Yûsuf 106). Saf îmana sâhip olmadıkları için, hakîkat karşısında hak ile bâtılı karıştırırlar. Zîrâ bâtıl karışmamış olan hakîkati kabûl edemezler.

İşte bu nedenle insanlar kafa-konforunu bozmamak için Dünyâ’yı ve mevcut durumu, kafalarındaki gibi görmek ve yaşamak istiyorlar. Aynen Cem Karaca’nın şu şiirde söylediği gibi: “İnsanlar gülüyordu de!, trende, vapurda, otobüste; yalan da olsa hoşuma gidiyor, söyle!”.

Hakîkati bâtıl ile karıştırmadan kabûl edip ona göre yaşayabilmek için sürekli olarak hakîkat üzere olmak gerekir. Hakîkati hakkıyla temsil etmeden “işte hakîkat budur” denemez. O-hâlde hakîkati duymaya, bilmeye ve yaşamaya tâlip olmak ve katlanmak gerekir. Hakîkat adına konuşabilmek için de hakîkatin bilincine ermek ve hakîkat yolunda olmak gerekir. Şu da var ki; hakîkatten bahsedenler; yazanlar, konuşanlar, anlatanlar her zaman hem fitneci hem de kötü kişiler olarak görülürler. Acıtıcı olduğu için hakîkati söyleyenler de “acı” olarak görülürler. Fakat hakîkati söylememek de acıtıcıdır ve hakîkati söylememenin de bir bedeli vardır. Zîrâ hakîkati söylemesi gerekirken söylememek bâtılın acısını iptâl etmiyor. Bâtıl çoğu insanın canını yakıyor.

Hakîkati duymak bile istemeyenler bâtıla ve cehâlete göre davranacakları için hem kendilerine hem de hakîkatin peşinde gidenlere sıkıntı ve yük oluşturuyorlar. O-hâlde hakîkati söylemek şarttır. Bu nedenle bâtıl yolda gidenleri o şekilde kabûl etmek hakîkat erleri için pek mümkün değildir. Mü’minler insanları zorlamazlar ve zorlayamazlar ama bâtılın fitnesine de râzı olmazlar da hakîkati haykırırlar. Böylece “ya ben öleyim mi söylemeyince” sözü tezâhür eder. Tabî ki hakîkati yazanlar, konuşanlar, duyuranlar yâni hakîkati temsil edenler olmalıdır. Fakat hakîkat “sâdece bilmek” değil, yaşanmak da ister ve ancak yaşandığında tamamlanır ve etki edebilir.

Herkesin “doğru” zannederek inandığı bir bâtıl olabilir ve ama hakîkat “tek”tir. “Hakîkat teaddüd etmez” denir. Birden fazla hakîkat yoktur ve hakîkat tektir. Hakîkat ancak, Allah’ın “hakîkat” dediğidir. Hakk’ın (sâbit ve değişmez olanın) geldiğinde ve hâkim olduğunda, bâtıl’ın (geçici olanın) zâil olduğunu görebilmek için hakîkat üzere olmak gerekir. “Değişmeyen tek şey değişimdir” sözü yanlıştır. Değişmeyen tek şey hakîkattir. Hakîkat değişmez, zîrâ Allah’ın sünnetullahında ve sözünde bir değişme olmaz.

Bir tarafta hakîkat, diğer tarafta ise sahte, hayâl, sûnî, sanal ve bâtıl var. Aslında insanlar sanalın, sûnî olanın, bâtılın ve hayâlî olanın içinde mutlu değildirler ve parmaklarına çalınan bir parça bal ile idâre etmektedirler. Oysa hakîkat kendini sürekli gösteriyor, insanın gözünün ucuna-ucuna değiyor, haykırıyor ve insanın kulağı sürekli olarak hakîkati duyuyor. Lâkin -dediğimiz gibi- hakîkat çok değerli bir şey olduğundan dolayı bedel isteyen bir şey olduğu için, kişi bâtılın, hayâli-sûnî-sanal olanın ve sahtenin hâkimiyeti içinde öyle bir kendinden geçmiş ve haz içindedir ki, hakîkati görmesi, duyması, bilmesi ve kabûl etmesi mümkün olmuyor. Konforunun bozulmaması için sürekli olarak hakîkatten kaçıyor ve başka sığınılacak bir yer olmadığı için mecbûren bâtıla sığınıyor. Hak geldiğinde bâtılın yok olacağını ve defolup gideceğini bilmiyor yada kabûl etmek istemiyor.

Modern dünyâ ve modern insan her yönden ağır bir kuşatılmışlık içindedir ve bâtılı hakîkat zannetmektedir. Hakîkatin ne olduğunu anlatanları duy(a)mamaktadır. Zîrâ bâtılın sesi, görüntüsü, hazzı ve neşesi içinde kendinden geçmiştir. Hakîkati duymamakta ve duymak da istememektedir. Tâ ki acı azâbı görene kadar. Çünkü hakîkatin ortaya çıkmak ve bâtılı yok etmek gibi bir özelliği vardır. Hakîkatin ne olduğunu onu anlatanlardan duyarak bilenler ve benimseyenler dışındaki insanlar için hakîkatin ortaya çıkarak yaptığı yıkım hem Dünyâ’da hem de âhirette çok ağır olur. Zîrâ hakîkati duymak istemeyenler Dünyâ’da rezil oldukları gibi âhirette de acı azapla karşılaşırlar.

Kafa ve beden konforu uğruna kâlp ve rûh konforunu bozdukça bozmaktan geri kalmayan modern insan, hakîkate değil de bâtıla meylederek sûnî, sanal ve sahte olanı övüyor. Fakat şunun kesin olarak bilmelidir ki:

“Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan (ve hakîkatten) yana hiç-bir yarar sağlamaz” (Necm 28).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

HARUN GÖRMÜŞ

O ki göklerin ve yerin otoritesi kendisine aittir. Allah her şeye şahittir. Büruc 9

Şüphesiz ki onlar bir tuzak kuruyor. Ben de bir tuzak kuruyorum. Kâfirlere mühlet ver, onlara biraz zaman tanı. Tarık 15-17 

Kazandıkları şeyler onlardan hiçbir şeyi savmamıştı. Hicr 84

Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir. Enfal 22 

İçlerinden sana kulak verip dinleyenler de vardır. Fakat sağırlara sen mi duyuracaksın? Hele akıllarını da kullanmıyorlarsa! Yunus 42

İndirilen İslam İle Üretilen İslam’ın Farkını Görmek

İslam, yeryüzünde insanların insan gibi yaşamaları Allah’tan başkasına kulluk etmemeleri için gönderilmiş bir yaşam biçimidir. Bu amacı engelleyen her türlü engelin karşısında durur ve onunla sonuna kadar mücadele eder. Bu nedenle Allah Teâlâ insanlık tarihi boyunca göndermiş olduğu elçileri ile bu rahmetini insanlığa sunmuştur. Son elçinin irtihalinden sonra da onun mirasçıları (âlimler/ İlmiyle amir emirler) eliyle kıyamete kadar bu süreç devam edecektir. Tâki hesap günü insanların “nereden bilecektik” (Enam 6/157) demelerine imkân kalmasın.

Ancak son yüzyılda İslam’ın siyasi hâkimiyetini kaybetmiş olmasını fırsat bilenler; yâda bu fırsatı yakalamak için çalışanlar, istediklerini elde edince mücadele biçimlerini değiştirerek,  sureti haktan görünen bir yöntemi işleterek İslam’a karşı İslam’ı kullanmaya başlamışlardır. Bu konuda İngilizlerin birinci dünya savaşı yıllarında üzerinde ittifak ettikleri “Böl- Parçala-Yönet” projesini ve ABD devlet başkanı Mar şal’ın : “Beyler! Sömürü düzeninizi devam ettirmek istiyorsanız sömürü yönteminizi değiştirmelisiniz” sözünü hatırlamak gerekir. Bu anlayış, her dönemin şartlarına göre uyumlu hale getirilerek, uygulamaya konulmaktadır. Değişen dünya şartlarına paralel olarak İslam yeniden gündeme alınıp değerlendirilmeye tabi tutulunca; Görüldü ki Müslümanların tüm ataletine rağmen, insanların birçoğu Müslüman oluyor.  Çünkü komünizm’in ve kapitalizm’in bunalttığı insanlar bireysel gayretleriyle ulaştıkları İslam’da huzur buluyorlardı. Özellikle Varşova paktının çöküşüyle tek kutuplu hale gelen dünyada ABD imparatorluğundan söz edilmeye başlanmıştı. Bunun ardından NATO’nun varlığının gereksizliği konuşulmaya başlanınca, kapitalist dünyaya yeni bir düşman bulmak gerekti ve bu düşman İslam olarak belirlendi. Yeterince ses getirmesi ve gale alınması, Terörle aynı anlama geldiğinin anlaşılması için, kendi imalatları olan El kaide militanlarıyla 11 Eylül eylemini gerçekleştirerek İslam’a fatura edildi. Henüz ikiz kulelerin dumanı üzerinde iken, ABD başkanı tarafından Afganistan hedef gösterildi ve kısa bir zaman sonrada işgal edildi.

Amaçları, Sovyetlerden boşalan zengin enerji kaynaklarına daha yakın olmaktı. Sovyet işgali yıllarında Afgan halkının yanında olmak için(!) gelmişlerdi buraya. Bu ülkeyi sevdiklerini, kalkındırmak istediklerini, bunun için gerekli her türlü desteği vereceklerini vaat ederek. İşte bu yıllarda bu halkın içinden ileriki yıllarda kullanacakları insanlara ulaştılar. Hem de bu halkın aleyhine kullanmak için. Bunların marifeti dost olarak girdikleri her ülkede yaptıkları iş böyle neticelenmektedir. Bu bir tesadüf olmasa gerek. Aynı şey yıllar sonra Saddam’ın Irak’ının da başına gelecekti. Onun dostu olarak da yanına sokulmuş, İran’a karşı yıllarca savaştırmışlardı. Onca dostluğa (!)rağmen sonuçta Irak ta ABD tarafından işgal edildi ve bu günlere gelindi. Bütün bunlar olurken kendilerini mazlumların kurtarıcı meleği gibi gösterirken; Müslümanları da insanlığa korku salan Terörist olarak göstermeye çalıştılar. Böylece tüm dünyada İslam terörle aynı kefeye konulmaya, Müslümanlar terörist muamelesi görmeye başladı. Adeta Müslüman’ım demek teröristim demek gibi algılanır oldu. 

Onlara “Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın!” dendiği zaman, “Biz ancak ıslah edicileriz.” derler. Bakara 11

İyi bilin ki, onlar bozgunculardır; fakat anlamazlar. Bakara 12

Çok geçmeden dünya bunun bir manipülasyon olduğunu anladı. Bu nedenle bu oyunun başını çeken ABD, ne Afganistan’da nede Irak’taki işgal hareketiyle umduğunu elde edememişti. İşte bu yıllarda bölgenin cinsinden olan ve bölge insanının bir kısmı tarafından desteklenecek mezhep temelli yeni bir oluşumunun temelleri atılıyor ve bu oluşum 2003 de doğuyordu! Ancak o yıllarda fazla medyatik olmayan bu örgüt Suriye olaylarıyla birlikte daha medyatik hale geldi. Bu günkü “ İŞİD lideri Ebu Bekir El Bağdadi, Ebubekir lakabıyla birinci halife Hz. Ebubekir’i çağrıştırırken, hayat hikâyesinde kendini Ehli Beyte ve Hz.Ali ile Hz.Fatıma’ya dayandırarak Şiilerin elindeki Ehli Beyt kartını da bloke etmeyi hedeflemektedir. Bu konu tek başına bile İŞİD’in bir proje olduğunu düşündürmektedir” diyenlerin varlığı da bu tezi doğrulamaktadır.

Daha ilk bakışta “Irak Şam İslam Devleti” ismi, bu projenin bölgedeki iki ülke üzerine yapılmış bir hesabın varlığını gösterirken; bölgede patlak veren Arap baharı (! Yâda orta doğu cehennemi) kısa zamanda Suriye’yi de içine alarak dinamitin fitili ateşlenmiş oldu. En dikkat çekici yanı Suriye muhalif cephesine ilk etapta birçok gurup dâhil oldu. Özellikle İslam coğrafyasında yapılan savaşlarda cihad ruhuyla savaşan kişiler, çeşitli yollardan ve marifetli eller kanalıyla bölgeye intikal ettirildi. Yıllarca eğitilmiş Işid militanlarıyla buluşturularak bu örgütün eli güçlendirildi.  Başta Ennusra ile hareket eden örgüt kısa bir zaman sonra ayrılarak Irakta harekete geçti. Çok kısa zamanda adını dünyaya yapmış olduğu “cellâtlıklarla” duyurdu. Tavır ve davranışları, mücadele yöntemleri ve dininden çok mezhebini ön plana çıkartan tavırlarıyla toplumu kuşatıcılıktan uzak bir anlayış ortaya koydu. Esirlere yapılan muamele, tekbir eşliğinde insan boğazlama, farklı mezheptense itlaf etme gibi uygulamaları ile insanları, İslam’dan ve Müslümanlardan nefret ettirdi. Özellikle Müslüman olmayı yeterli görmeyip, ehlisünnet mezhebinden olmayı kurtuluş sayan bu insanlar, gözlerini kırpmadan insanları öldürmenin adına “cihad” dediler. Aldıkları esirleri kamera önünde tekbirler getirerek öldürdüklerini dünyaya servis ettiler. Bunu gören insanların gözünde İslam budur. Geldiği yeri kan gölüne çevirir anlayışını zihinlerine kazıdılar.  İslam’ı temsil ettiğini iddia eden ve devlet kurup insanlara huzur ve saadet getirmeyi vadeden bir yapının, böyle bir şey yapması düşünülebilir mi? Yüzleri maskeli siyahî giysileriyle korku filmlerini andıran halleri medyada milletin gözüne sokulmaya çalışılıyor. Bu haliyle onlara kim güven duyup tercih eder?

O zaman Işid’in amacı nedir? Ne yapmaya çalışıyor?

Takdir edersiniz ki bu denli çaplı bir örgütün tek bir amacı olamaz. Çok amaçlı çok uluslu şirketler gibi,  birçok şeyi bir arada kotaracak, böylece uluslar arası çıkar çevreleri bölgenin kaynaklarından yeniden payedar olacaktır. Bölgenin haritalarının değişeceği, etnik yapılara göre küçük parçalara ayırarak daha zayıf hale getirilip uyumlaştırılacağı söylenirken; En can alıcı olanı da yapılan tüm aşırılıkların, katliamların ve tekbirle baş kesmelerin faturasını İslam’a ve Müslümanlara çıkartarak, insanları İslam’dan ve Müslümanlardan uzaklaştırmayı hedefledikleri ifade edilmektedir. İşte bu ikiz kuleleri yıkmaktan daha büyük bir etki yapmaktadır insanlar üzerinde…

Hâlbuki İslam insanlar arasında emniyeti barışı, sulh ve sükûnu, sevgi ve saygıyı hak ve adaleti getir­mek için gönderilmiştir. Bu amacı tahakkuk ettirmek için “müminler ancak kardeştirler. O halde Allah’tan korkun ve kardeşlerinizin arasını düzeltiniz ki, sizlere de merhamet edilsin”(49/10)

“Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasınlar. Belki de alaya alınanlar kendilerinden daha iyidir. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasınlar, belki de onlar kendilerinden daha iyidir. Kendi kendinize de hakaret etmeyin. Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıllık ne kötü bir isimdir. Tevbe edip halini düzeltmeyenler ise zalimlerdir”(49/10-11)

İslam’ın kitlesel değişimde ortaya koyduğu metot ise elçinin eliyle şöyle uygulanmıştır:  Bunu Mekke’nin fethinde izlenen siyasette daha belirgin olarak görmekte­yiz. Mekke müşrikleri,  Allah’ın elçisine ilk günden beri yapmadık hakaret ve eziyet bırakmadıkları gibi inananlara da her muame­leyi reva görmüşlerdi. En son Peygamber’in ölümüne de karar vermelerine rağmen, Allah o’nu onların elinden kurtarmıştı. Fakat fetih günü bütün Mekke insanı Müslüman olmaları karşılığında bağışlanmış ve kimse­ye geçmişinden dolayı hesap sorulmamıştır. Umumi Aftan fetih günü İslam ordusuna saldıran Ebu Cehil’in oğlu İkrime bile istifade etmiş. O Müslüman olmak için Resulullah’ın yanına gelirken Peygamberi­miz “Hiç kimse ona babasından bahsetmesin, zira ölüyü anmak diriyi rahatsız eder” buyurmuştur.

Yine can düşmanı olan Arap müşriklerinden anlaş­malarını bozanlara karşı:

“Haram aylar çıkınca müşrik­leri bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayın. Onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekle­yin. Eğer tövbe eder, namazı kılar, zekâtı verirlerse artık yollarını serbest bırakın, Çünkü Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.”(9/5)

Bu nedenle savaş meydanlarında bile teslim olanlara silah çevrilmemiş, Müslüman olması karşılığında malı, canı ve önceki işle­miş olduğu bütün suçlarından vazgeçilmiştir. İslamın amacı insanları öldürmek değil yaşatmaktır. İslam hayat dinidir ve geldiği yere gerçekten hayat verir. Kimseyi din konusunda zorlamaz. Herkes fitne çıkarmamak kaydıyla inancının gereğini İslamın koruması altında yaşamaya çalışır. Toplumda huzur ve sükûneti isteyen İslam, tüm fertlerin geçmişi­ne bir sünger çekerek yeni ve temiz bir sayfa açmıştır. O güne kadar yapılan hiçbir suçtan hesap sormamış, İnsanları, suçtan ve suçluluktan uzaklaştırmıştır. Toplumla barışmak istiyorsanız buna mecbursunuz. Peygamberimizin can dostu biricik amcası Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi’yi bağışlayan bir Peygamber’in ümmeti olarak, İslam için babamızın katilini dahi bağışlamak gerekirse yapmak zorunda olduğumuzun bilincinde olmalıyız. Bu ancak gerçekten iman edenlerin yapılabileceği Mülüman’a özgü bir davranıştır.

Şimdi IŞİD’in amacı gerçekten İslam devleti kurmak olsaydı kendisi için Muhammed (as)’ı örnek alarak, sahip olduğu köy ve kasabalara mal, can ve inanç bakımından gerekli güven ortamını sağlayarak, herkes için temiz bir sayfa açıp güven vermesi gerekmez miydi? Yüz binlerce insanı yerinden yurdundan sürüp çıkartarak; etnik kökenlerini, dinde farklı görüşten olmalarını bahane ederek, harici mantığı ile hareket ederler miydi? Akleden her insan bilir ki kendi halkına dayanmayan bir iktidarın kalıcı olması mümkün değildir. Ayrıca elinizin altındaki insanlara huzur ve güven vermiyorsanız insanlık adına yapacağınız ne kalır geriye? Şu bir gerçektir ki sizin güven vermediklerinizin yanında siz de güvende olamazsınız. “Keser döner sap döner gün gelir hesap döner” misali, bir gün olur o halkın silahları da size döner.

Dünyada yaşanan beşeri fikri değişimlerin gelişi, milyonların kanı ve canı karşılığında gerçekleş­tirildiğini biliyoruz. İktidar olduğu zaman da muhaliflerinin onlarca yıl önce işlemiş oldukları suçlarının hesabını sormuştur. Giyotinler, idam mangaları ve idam sehpala­rı kurulduğunu, önce idam edip sonra yargılandığını bilmeyen yoktur. Bu uygulama batının batıl düşüncesinin ürünü olduğunu hep biliyoruz. Bu nedenle IŞİD’in Ortadoğu da üretmiş olduğu bu “ürün” İslamın ürünü değildir. Belki İslam adına hareket ettiğini zanneden, mezhebi düşüncelerle kendini kapatıp, gerçek İslam’ı göremeyen, yâda küresel sistemin bilinçli özel elemanlarının ürünüdür. Çünkü bu anlayış bize bir yerlerden tanıdık geliyor: (Bakara 2/204-205)   Dünyayı kendi çiftlikleri gibi görenler, hem ekini bozdular hem de insanın geleceği olan neslini. Allah’ın adaleti asla şaşmaz elleriyle bozdukları bu nesil, bir gün gelip kendilerini de kuşatacak, Allah, kendi zalimliklerini kendilerine itiraf ettirecektir: “Biz nice ülkeyi helâk ettik ki, onlara azabımız gece yatarlarken veya gündüzün ortasında dinlenirken gelip çatmıştı da; Azabımız kendilerine geldiğinde: «Bizler, gerçekten zalimlerdik!» demekten başka bir sözleri olmadı /olmayacak.” (Araf 7/4-5)

Ey Müslümanlar! Sizler Rabbaniyyunlar olunuz. Allah’a onun istediği gibi teslim olunuz. Verdiğiniz tevhit sözünün üzerinde durunuz. Allah vadinde duracağını taahhüt ediyor

HÜSEYİN BÜLBÜL

Post-truth Bağlamında Hakikatin Psikolojisi (Mustafa İslamoğlu & Uzm.Dr. Mahir Yeşildal)

İnciten Kırıp Döken Var ya!

Hümeze suresi dokuz ayettir ve Mekkî’dir. Bu mübarek sure, kendi kusurlarını görmeyip başkalarını çekiştiren; onunla bununla alay eden, servetine güvenerek dünyada ebedî yaşayacağını zanneden kimselerin ne kadar dehşetli ve şiddetli bir azaba maruz kalacağını haber verir.

Cenâb-ı Mevlâ, bir insanın şahsiyet ve şerefinin korunmasının büyük önemini Kur’an-ı Kerim’de bildirmekte, bu türden hallere düçar olanların ahirette çok şiddetli bir ateşle cezalandırılacağını ihtar etmektedir. Bu tür davranışlar, toplum nezdinde de insanlar arası ilişkileri bozduğundan, kınanan davranışlardır. Sure-i celilenin nüzûl sebebi hakında muhtelif rivayetler olmakla beraber, müfessirlerin büyük çoğunluğunun tercih ettiği görüş, insanlar hakkında çok kötü konuşan Ahnes b. Şüreyk isimli putperest hakkında nazil olduğudur.

Fakat bilindiği üzere ayet-i kerimelerin iniş sebebinin özel oluşu, hükmün genel oluşuna mani değildir. Hüküm, ayet-i kerimede kınanan kötü sıfatları haiz, bu fiilleri işleyen herkes içindir. Yani “hümeze” ve “lümeze” sıfatları kimde bulunursa, büyük bir cehennem azabı o kimse içindir. Nitekim sure-i celilenin devam ayetinde gelecek olan; “O (ateşin kapıları), onların üzerine kapatılıp kilitlenecektir.” ilahî fermanında, hümeze ve lümeze yapanların ahirette görecekleri azap ifade edilirken çoğul zamiri kullanılmıştır. Yani “o” denilmemiş, “onlar” denilmiştir. Bu da hükmün umuma yönelik olacağını, sadece ayet-i kerimenin gelmesine sebep olan kişiyle sınırlı olmadığına işaret eder.

Sure-i celilenin ismi olması münasebetiyle mealde aynen muhafazasını uygun gördüğümüz “hümeze” kelimesi “hemz’i âdet edinenler” demektir. “Hemz” ise “çimdiklemek, dürtmek, kakmak, vurmak, dar bir yere sıkıştırmak, ısırmak, kırmak, yere çalmak” manalarına gelir. Nitekim Türkçede kullandığımız “mahmuz” da “hemz” kelimesinin vurmak, dürtmek anlamlarıyla ilişkilidir. “Hümeze” kelimesinin ayet-i kerimedeki anlamı, kelimenin kök anlamının çirkin bir ahlâkî duruma uyarlanmış halidir. Buna göre hümeze, “inceden inceye veya geriden geriye hafifseyerek ve alay ederek şunun bunun namusu ve şerefi ile oynayıp incitmeyi, kötülemeyi, arkadan konuşarak ayıplayıp kınamayı, çekiştirerek öteye beriye laf taşımayı, insanları sevmedikleri lakaplarla çağırmayı âdet edinme hali, gammazlık” demektir. Kısaca hümeze, “gammazlığı yani insanların ayıplarını arayıp gizlice başkalarına taşımayı, fitneciliği âdet ve sanat edinmiş kimseler” için söylenmiştir.

“Lümeze” de “hümeze” gibidir. Mızrak saplar gibi kötülemek, yüze karşı eğlenmek, ayıplamak, kaş göz kırparak, işaretle alay ederek birini diğerine göstermek manalarına gelen “lemz” kökündendir. Dolayısıyla “lümeze” “herkesi ayıplamayı ve şuna buna kusur ve eksiklik isnat ederek eğlenmeyi âdet edinmiş, kendini beğenmiş” demektir. Zemahşerî’ye göre hümeze’nin aslı “kırıcı” manasından, lümezenin aslı da “ayıplayıcı” manasındandır. Bu manaya mutabık olarak İbn Abbas r.a. “hümeze gıybetçi, lümeze ayıpçıdır” demiştir. Fahreddin Râzî rh.a. bu hususta der ki: “Hümeze ve lümeze’nin hepsi neticede manada buluşur. O da kusur bulmak ve kusuru açıklamaktır. Bu da iki sebeple ortaya çıkar: Ya haset ve kinlenme sırasında olur ve ciddiyetle yapılır. Ya da alay edip güldürme kabilinden şaka olarak yapılır. Bunların her biri ya dinle alakalı olur ki, bu da iman ve taatla ilgili şeylerdir. Ya da dünya ile ilgili hususlarda olur ki, bu da insanın görünüşü, yürümesi, oturması, kalkması gibi şeyleriyle ilgili olur. Çeşitleri saymakla bitmez. Kusuru ortaya döküp saçma durumu, ya kişinin yüzüne karşı, ya arkasından ya sözle veya baş göz işaretleriyle olur. Bunların hepsi ayet-i kerime çerçevesinde yasaklanmış işlerdir.”  İmam Kâşânî rh.a. ise der ki: “Hümeze ve lümeze cehaletten, gazap ve kibirden meydana gelen bir ahlâksızlıktır. İkisi de insanlara eziyet etmeyi, onlara karşı büyüklük taslamayı içerir. Bu huylara sahip olan, diğer insanlardan üstün olmak ister. Fakat kendisinde onu üstün kılacak bir fazilet ve fayda bulunmadığı için insanlara ayıp ve ahlâksızlık isnat ederek onlardan daha faziletli ve üstün olduğunu ispat etmeye çalışır. Halbuki bilmez mi ki yaptığı şey ahlâksızlığın ta kendisidir!” 

Efendimiz s.a.v. bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar: “Mümin akıllı, anlayışlı ve tedbirli olur. Ağırbaşlıdır; önünü arkasını araştırır, aceleci değildir. Âlimdir; şüpheli şeylerden kaçar. Münafık ise hümeze ve lümeze olur. Arkadan çekiştirir, yüze karşı ayıplar. Katı ve şiddetlidir. Gece odun toplayan gibidir, nereden kazandığını ve nereye harcadığını bilmez.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 353)

‘Vay haline onların!’ Ayet-i kerimenin mealinde “vay haline” diye ifade ettiğimiz “veyl” kelimesi; Fahreddin Râzî ve Ebussuûd Efendi rh.a.’in beyanına göre “çetin azap, büyük helak, yok olma, rezil rüsvâ olma, cehennemde bir vadi, beddua” anlamlarını içermektedir. Bu manalardan hangisi murad olunursa olsun, gazap manasından uzak değildir. Bu ifade kınanan bir şeyin kötülüğünü şiddetle anlatmak için de kullanılır.  Ayet-i kerimede “veyl” kelimesinin “nekre: belirsiz” kullanılmış olması, kelimenin manasını tam olarak idrak etmenin muhal olduğuna işaret eder. Bu durumda “veyl”in tam manası, kapsamı, sonuçları yalnızca Allah Tealâ’nın ilmindedir. Dolayısıyla hümeze ve lümeze yapanların uğrayacakları azabın azametini ve azgınlığını Hak Tealâ’dan başkasının bilemeyeceğine işaret edilmiş olur. “Veyl” kelimesi bu haliyle şöyle ifade edilebilir: “Çok büyük ve acı bir azap. Öyle ki siz onun şiddetini ve azametini hayal dahi edemezsiniz.” 

Zenginlik ve üstünlük Ayet-i celilenin devamında Cenab-ı Mevlâ mealen buyuruyor ki: “Ki o, malı yığıp onu tekrar tekrar sayandır.”
Fahreddin Râzî rh.a.’in beyanına göre burada, kişinin biriktirdiği malın hümeze ve lümeze’ye sebep olma durumu vardır. İnsan biriktirdiği mal sebebiyle kendisini beğenir; malı, serveti dolayısıyla kendisinde üstünlük olduğunu sanır. Sahip olduklarını sadece kendisine mal ederek insanlardan saklar, cimrilik eder. Hayır yolunda harcamaktan kaçınır, fakirin hakkını vermez. Malı, başa gelecek afet ve musibetlere karşı bir güvence ve teminat olarak görür. İnsanda fıtraten güvenme ihtiyacı olduğundan, sırtını Allah Tealâ’ya değil, malına yaslar. Gelebilecek bütün belayı malıyla savacağını zanneder. Dünyaya karşı büyük emeller taşır, ebediyen kalacakmış gibi dünyaya sımsıkı sarılır.

Düşünmez ki insanı dünyada ve ahirette ebediyen yaşatacak tek şey amel-i sâlihtir. Çünkü amel-i sâlih yapan kişi dünyada güzel bir isim bıraktığı ölçüde, ölmüş olsa da, manen hayatta gibidir. Rahmetle yâd olunur. Ahirette ise ameli vesilesiyle yüksek derecelere nail olur. Ebediyen nimetler içinde yaşar. Akıllı insanın sermayesi amel-i sâlihtir. Ömrünü bir gün bırakıp gideceği dünya uğruna değil, Cenab-ı Mevlâ’nın rızasını celbedecek şeylere sarf eder. İnsanoğlunun taşıdığı bir nefes, yaşadığı da bir ândır; o kadar. Hal böyleyken nasıl başkalarını eksik ve kusurlu görebilir? Ayet-i celilede “mal” kelimesi genel anlamıyla kullanılmıştır. Mal, insanın talep ettiği büyün dünyalıklara verilen bir addır. Servet biriktirmek, dünya malından faydalanmak, insan fıtratında var olan bir durumdur. Kur’an-ı Kerim bunu mealen; “Ve o (insan) mal sevgisine aşırı derecede düşkündür.” (Âdiyât 8) şeklinde ifade etmiştir. Allah Rasulü s.a.v. de buyurur ki: “Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsa üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun karnını ancak toprak doldurur. Tevbe edenin tevbesini Allah kabul eder.” (Buhârî Rikâk, 10)

Burada şu husus iyi anlaşılmalıdır: İslâm, iyiliği ve kötülüğü mal ve servetin kendisinde değil, insanın servetle olan ilişkisinde görür. Kişiyi Allah Tealâ’nın zikrinden gaflete düşürmesi, O’nunla bağlarını zayıflatması veya koparması halinde zenginliğin ve servetin büyük zararlara sebep olacağını bildirir. 

Mal ve mal biriktirmekle ilişki iki tür niyetle olur. Birincisi, nefsin keyfi konforu gibi dinin kötü saydığı bozuk niyetler için ve bir de helal haram demeden biriktirmektir ki, bu tamamıyla zemmedilmiştir, yasaklanmıştır. İkincisi, İslâm’ın meşru gördüğü güzel bir niyet ve usulle elde edilen, hayır hasenata vesile olan maldır. Böyle bir niyet ve çaba övülmüştür. Bu şekilde edinilen servet cennet için ne güzel binektir! Malının nereden gelip nereye gitmesi gerektiğini düşünmeyen, işi gücü servetini öne sürüp kibirlenmek olanlar, bir zaman sonra ölümü unutur, düşünmek bile istemezler. O malın kendisini kurtarmak şöyle dursun, felaketine sebep olacağını düşünmez; her tehlikeden kurtaracağını ve böylece dünyada ebedi yaşatacağını zannederler. Servet sahiplerinin kendi halini murakabe etmesi gerekir: Malına emanet gözüyle mi bakıyor, yoksa bunların hepsi benim malım mı diyor? Hiç ölmeyecek bir insan gibi mi malıyla münasebet kuruyor? Burada önemli olan tavır, elindeki malın sahibinin Cenab-ı Mevlâ olduğu, kendisinin ise o malın sadece emanetçisi ve bekçisi olduğu fikrini sürekli muhafaza etmektir. Çünkü “Mâlikü’l-Mülk” olan O’dur. Yani bütün varlık O’na aittir. 

Cenâb-ı Mevlâ, gelen ayet-i kerimede hümeze ve lümeze yapanların, mal biriktirip mallarını sayanların akıbetlerinin “Hutame” olduğunu mealen şöyle beyan ediyor: “Hayır! Andolsun ki o Hutame’ye atılacaktır.” Yani: Malına güvenip, daima malını öne sürüp insanları kırıp inciten, alay eden, herkesin hukuk ve haysiyetiyle oynayan o kendini beğenmiş, başkalarını küçük gören hümeze ve lümeze yapanları, Allahu Zülcelâl hakaret ve sefalet içerisinde ateşe atacaktır. O öyle bir ateştir ki içine atılanı kırıp geçirir, yakar bitirir. Bu ayet-i kerimede Allah Tealâ niçin “Kâria”, “Hâviye”, “Nâr-ı Hâmiye”, “Cahîm” gibi cehennem isimleri varken “Hutame” ismini zikretmiştir? “Hutame” kelimesinin aslı, “kırıp geçirmek” demek olan “hatm” kelimesinden gelir. Hutame, aynı hümeze ve lümeze ifadelerinde olduğu gibi “bir şeyi adet edinme” anlamı taşır. Buna göre Hutame’nin anlamı, âdeti ve tabiatı kırmak olmuş yani kırıp geçiren demektir. Burada cehennemin Hutame ismiyle söylenmesi hümezeye karşılık içindir. Çünkü hümezede başkalarının gönlünü, haysiyetini, onurunu kırmak manası bulunduğu gibi, Hutame’de de kırıp geçirmek manası vardır.

SEMERKAND DERGİSİ

Dinimizin temizliğe, temizlenmeye verdiği önemi bilmeyenimiz yoktur. Böyle bir konu açıldığında, hemen hepimiz İslâm’ı “temizlik dini” olarak da tanımlarız. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de mealen, “Allah Tealâ çok temizlenenleri sever.” (Tevbe 108) buyurulur. Hz. Peygamber s.a.v. de “Temizlik imanın yarısıdır.” (Müslim, Taharet 1) hadis-i şerifiyle, temizliğin imanla irtibatına dikkat çekmiş; bu irtibat, “temizlik imandandır” kelam-ı kibarıyla büyükler tarafından bir kere daha dile getirilmiştir. Fakat pek çok müslüman, muhtemelen görünür olması sebebiyle temizliği maddî veya zahirî temizlikten ibaret zannediyor. Yahut maddî temizlik için gösterdiği özeni manevî temizlik hususunda göstermeyebiliyor. Halbuki Allah Tealâ dışımızı da içimizi de temizlememizi ve hep temiz tutmamızı istiyor bizden. 

Kur’an-ı Kerim’de manevî arınmanın “felâh” yani kurtuluş (A’lâ 14, Şems 9) ve cennete erişme (Tâhâ 76) imkânı olduğu ifade buyurulmuştur. Efendimiz s.a.v. bize, “Allah Tealâ’nın suretlerimize değil, kalplerimize bakacağını” (Müslim, Birr 33) haber vermiştir. Bundan dolayıdır ki Hâris el-Muhasibî k.s. hazretleri, içimizi temizlemeyi, manevî kirlerden arındırmayı “bâtınî farz” olarak nitelendirmiştir. “Nefs tezkiyesi” işte bu batınî farzın adıdır. Tezkiye, hem “arıtma, temizleme” hem de “feyizlendirip bereketlendirme” anlamlarına geliyor. Ancak bu anlamlar birbirinden kopuk değil. Zekât mükellefiyetinde görüldüğü üzere feyz ve bereket, temizlenmenin neticesi olarak kendiliğinden ortaya çıkıyor. Malum, zekât kelimesi tezkiye ile aynı kökten türemiştir ve aynı anlamı taşır. Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde de ifade buyurulduğu gibi zekât hem malı, hem de cimrilik gibi manevî bir kirden arındırmak suretiyle vereni temizliyor. Bu temizliğin semeresi olarak zekâtı verilen mal bereketleniyor, zekâtı veren de kazandığı sevapla ahiret hasadını çoğaltıyor. Tasadduk etmenin farz olan bu türüne bu yüzden “zekât” denmiş zaten. Müminûn suresinin “(Kurtuluşa eren müminler) zekâtı ifâ ederler” mealindeki 4. ayetinde geçen “zekât” kelimesini “nefs tezkiyesi” diye anlayan müfessirler de vardır. Çünkü sure, zekât farz kılınmadan önce Mekke’de nazil olmuştur

Kur’anî bir kavram olarak “nefs tezkiyesi”, davranışlarımıza yön veren bâtınımızı yani kişiliğimizi, inancımızı, zihnimizi, duygu ve düşüncelerimizi her türlü kusur, hata, yanlış ve kötülükten arındırılıp ilahî ölçülere uygun hale getirme ameliyesidir. Arındırılacak unsurların nitelik ve yönelişini kalbimiz belirlediği için nefs tezkiyesi özünde kalbin tezkiyesidir. Rasul-i Ekrem s.a.v., “Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o iyi, doğru ve düzgün olursa bütün vücut iyi, doğru ve düzgün olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O kalptir.” (Buhârî, Îmân 39) hadis-i şerifiyle, kalbin belirleyiciliği hususunda bizleri özellikle uyarır. Öte yandan kalp merkezli de olsa bâtınî yahut manevî bir arınmadan söz ediyorsak bâtınî yahut manevî bir kirlenmeden de söz ediyoruz demektir. Çünkü insanın sadece dışı değil, içi de kirlenir. Dışımızın kirlenmesi nasıl kaçınılmazsa, içimizin kirlenmesi de çoğu zaman kaçınılmazdır. Esas olan hiç kirlenmemek değil; mümkün mertebe kirlenmekten sakınmak, kirlendiğimizde hemen temizlenmek ve temiz kalmaya gayret etmektir. 

Manevî kir, günah kiridir. Kur’an-ı Kerim’de, “İçki, kumar, (tapınmaya mahsus) dikili taşlar ve fal okları, şeytan işi birer pisliktir” (Maide 90) buyurulur. Küfür ve nifak (Tevbe 125), şeytanın vesvesesi (Enfal 11) “rics”, yani iğrenilecek birer pisliktir. Allah’a ortak koştukları için müşrikler “necis” (Tevbe 28), inanmadıkları halde inanmış görünen münafıklar “murdar” (Tevbe 95) olarak nitelenmiştir. Efendimiz s.a.v. de Mutaffifîn suresinin, “(Hesap gününü yalanlayanların) işleyip kazandıkları (günahlar) kalplerini paslandırıp (kirletmiştir).” mealindeki 14. ayetini tefsir sadedinde şöyle buyurmuştur: “Bir kul günah işlediği zaman kalbinde siyah bir leke meydana gelir. Eğer o kul günahı terk edip bağışlanmayı dilerse bu leke kaybolur. Şayet tevbe etmez ve günah işlemeye devam ederse, o zaman bu siyah nokta büyüyerek onun bütün kalbini kaplar.” (Tirmizî, Tefsir 75)

Bizleri her zamankinden daha çok ve çeşitli günahlara daha kolay sevk eden bir çağda yaşıyoruz. Sıradan insanların kirlenmemesi neredeyse mümkün değil. Mevlâna k.s. hazretleri, “Eğer bütün günahlar içki içmek gibi sarhoş etseydi, ayık gezen birini göremezdik.” diyor. Günah deyince küfür, şirk ve benzeri büyük günahları anlıyorsak bu tespit bize biraz abartılı gibi gelebilir. Halbuki küçük günahlar da var ve küçük görüldüğü için olmalı, bunların kiri pası pek dikkate alınmıyor. Küçük küçük günahların birikerek büyük bir kirlilik oluşturduğu fark edilemiyor. 

Kirin, pasın, pisliğin iki özelliği var: Birisi kerih görülmesi yani tiksinti vermesidir ki, bu anlama geldiğine göre “mekruh”lar bile kirlenme sebeplerimiz arasındadır. Diğeri; kirin, kirlettiği şeyin niteliğini bozarak vazifesini yapamaz hale getirmesidir. Bu aynı zamanda kirlenmenin de alametidir. Harama bakmak suretiyle kirlenen kalp gözü, hakikati görme niteliğini kaybetmektedir mesela. Yahut faydasız, yalan yanlış, çöp bilgiyle kirlenen kalbin aklı, hakikati idrak edememektedir. Böyle günahlara, yönelmediğimiz halde, bazen istemeden maruz kalmamız dahi kirlenmemize mani olmamaktadır.

Nefs tezkiyesi tabirindeki “nefs”, topraktan yaratılan beşer yanımızın arzu, istek ve ihtiyaçlarından ibaret iç benliğidir. İmtihan gereğince bu arzu, istek ve ihtiyaçların karşılanmasında sınır ve ölçü tanımayacak bir tabiatta yaratılmıştır. Terbiye ve tezkiye edilmemişse kötülüğe ve günaha yönelip kirlenmekten sakınmaz. Çünkü başına buyruktur ve nefs için bir şeyi istiyor olması önemlidir. O şeyin veya temin şeklinin günah olup olmamasına aldırmaz.  İnsanın iradesini böyle bir nefsin isteklerine teslim etmesi, nefsine tâbi olmasıdır ve artık o bütünüyle nefsinden ibaret bir kişiliktir. İlahî ölçülere uymayan bir görüşü, “ben böyle düşünüyorum” gerekçesiyle savunurken “ben” dediği nefsidir aslında. Yahut dinimizin yasakladığı bir davranışa “canım böyle istiyor” küstahlığıyla tevessül ederken “can” dediği de nefsidir. Allah muhafaza, insanı farkına varamadan putlaştırdığı nefsine kul olmaya kadar götürür de büsbütün necis yani kirli kılabilir. 

Bu sebeple nefs tezkiyesinin ilk şartı nefse değil Allah’a kul olmak, her hususta nefse değil Allah’a ve Rasulü’ne ittiba eylemektir.

Arınma iman etmekle başlar yani. Allah Tealâ, Musa a.s.’dan, ilahlık iddiasındaki Firavun’a iman teklifini “Arınmak istiyor musun?” (Naziat 18) sorusuyla iletmesini emir buyurur. Kur’an-ı Kerim’de dört farklı ayette (Bakara 129 ve 151, Âl-i İmran 164, Cum’a 2) peygamberlerin ve hususen de Efendimiz s.a.v.’in görevleri, “insanlara Allah Tealâ’nın ayetlerini okumak, onları tezkiye etmek ve onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretmek” diye sıralanır. Müfessirler bu sıralamaya özellikle dikkat çekmiş, tezkiyenin ayetleri tebliğden sonra zikredilmesini, arınmanın ancak muhatap olunan vahye uymakla gerçekleşebileceği hakikatine işaret saymışlardır. Vahyedilen ayetler, esas itibarıyla insanların günahlarla ve cehaletle kirlenen fıtratlarını, kalplerini, zihinlerini temizlemeye yöneliktir. Böylece insan, yaradılışındaki mükerrem mevkiinde ve en güzel kıvamda kalabilecek, ebedi saadete erişebilecektir. İçki yasağı nazil olduğunda sahabe-i kiram efendilerimizin evlerindeki bütün içkileri hemen ve tereddütsüz döküp bir daha adını dahi anmamaları, ayetle tezkiyenin aynı zamanda görünür bir örneğidir.  

İslâm, şüphesiz, bütünüyle tezkiye imkânıdır. Bununla beraber tezkiye için yine dinin bütünlüğü içindeki bazı emir ve yasaklara riayetten özellikle bahsedilmiştir. Mesela İbn Abbas r.a., ayet-i kerimelerde geçen, “kulun kendi nefsini günah kirlerinden arındırma çabası” anlamına “tezkiye” kavramını, “Kişinin ‘lâ ilahe illallah’ demesidir” şeklinde tefsir ederek, arınıp temizlenmeyi kelime-i tevhide bağlar. Lâ ilahe illallah’taki “lâ” çok kesin bir arınmayı gerektirir çünkü. Lâ demek, putlaştırılmış nefs de dahil, Allah Tealâ’dan başka bütün ilahları, bütün batıl itikat veya ideolojileri, bizi günahlara yönlendirerek kirleten bütün heva ve hevesleri kalbimizden çıkarıp atmak suretiyle temizlenmektir. Ancak bundan sonra illallah diyerek oraya yegâne ilahın Allah Tealâ olduğu inancını yerleştirmek mümkün olacaktır. 

“Fahşâ ve münkerden (hayâsızlık, azgınlık ve her türlü kötülükten) alıkoyduğu” için (Ankebût 45), kirlenmeyi önlemesi hasebiyle namaz da tezkiye vesilesidir. “(Nefsini) temizleyen, Rabbini zikredip namaz kılan hiç şüphe yok ki kurtuluşa ermiştir. Fakat sizler dünya hayatını tercih ediyorsunuz. (Oysa sizin için) hayırlı olan ebedî ahiret hayatıdır.” (A’lâ 14-17) mealindeki ayet-i kerimelerde tezkiye için yine namaz yanında zikrullaha da işaret buyurulmaktadır.

Ahireti unutturacak kadar dünyaya yönelmenin kirlenme; “zühd”ün, yani ahireti dünyaya öncelemenin ise tezkiye sebebi olduğu, aynı ayet-i kerimelerden hareketle müfessirlerce açıklanmıştır. Nihayet pek çok ayet-i kerimede insanların yiyip içtiklerinden “helâl” olanlar, “temiz, güzel, hoş” anlamındaki “tayyib” kelimesiyle nitelendirilmiş ya da bazen helaller yerine doğrudan “tayyibât” denilmiştir. Bu da insanın belki en ziyade haram lokma ile kirlendiğine delalet etmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde bir arınma vesilesi olarak en çok da tevbe üzerinde durulmuştur. Rasul-i Ekrem s.a.v., “Günahlarından tevbe eden, hiç günah işlememiş gibidir.” (İbn Mâce, Zühd 31) hadis-i şerifiyle tevbenin nasıl etkili bir tezkiye imkânı olduğunu haber verir. Cenâb-ı Mevlâ, “Tevbe edip kâmil bir imanla sâlih amel işleyenlerin tevbelerini kabul etmekle kalmayıp, kötülüklerini iyiliklere çevireceğini” de müjdelemektedir. (Furkan 70-71) Ancak tevbenin kabul edilmesi, tevbeden sonra hiç günah işlememiş gibi tertemiz olmak ve hatta işlediğimiz seyyiatın hasenata çevrilmesi bazı şartlara bağlıdır. Bir kısım ulema bu şartları, “samimi bir pişmanlık, tevbe ettiği andan itibaren günahları hemen terk ve daha sonra bir daha işlememek” olarak belirlemişlerdir. Fakat insanın tevbesine rağmen yeniden günah işlemesi, bir kere arındıktan sonra yeniden kirlenmesi de her zaman ihtimal dahilindedir. Böyle hallerde Rabbimiz’in merhametinin genişliğine sığınarak, O’nun rahmetinden ümit kesmeden yeniden tevbeye yönelmek teşvik ve tavsiye edilmiştir.

Yine de bütün bunlar, sonrasında aynı günahları işlemeyi sürdürdüğümüz bir tevbede arıza olduğu hakikatini görmemize engel değildir. Ya samimiyetimizde ya nedametimizde bir eksiklik vardır ve arınma tam olarak gerçekleşmemiştir. Çünkü hangi vesile ile olursa olsun, kâmil manada bir tezkiyenin alameti, ilahî hakikatlere yakîn ile vukufiyet ve kâmil imandır.  Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin vazifelerinin “insanlara ayetleri tebliğ, onları tezkiye, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretmek” diye sıralandığını hatırlatmıştık. Muhatap olunan ayetlerle amel etmenin tezkiye sebebi olduğunu söyleyen müfessirler, “Kitab’ı ve hikmeti öğrenebilme”nin de tezkiyenin sonucu yahut bereketi olduğunu söylemişlerdir. Onlardan bazılarına göre “Kitap ve hikmeti öğrenmek”, şer’i şerifin zâhir ve bâtınındaki murad-ı ilahîye vâkıf olmaktır ki, kulu takva sahibi kılar.

Takva elbette kalplerdedir ve gerçekte kimin takva sahibi olduğunu ancak Rabbimiz bilir. Kişinin nasıl “ben takva sahibiyim” diyerek övünmesi takvaya aykırı ise, “ben nefsimi tezkiye ettim” deyip kendini temize çıkarması da en azından övünme, kendini beğenme yahut kibir kirinden arınamadığına alamettir. Bu sebepledir ki Kur’an-ı Kerim’de nefslerimizi temize çıkarmaktan sakındırılırız. Ayet-i kerimede mealen şöyle buyurulur: “(Güzel davranışlar sergileyenler) ufak tefek kusurları dışında büyük günahlardan ve çirkin işlerden uzak duran kimselerdir. Şüphesiz Rabbin, bağışlaması çok geniş olandır. Sizi topraktan yarattığında da analarınızın karnında ceninler iken de en iyi bilendir. Öyleyse artık nefslerinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, müttaki olanları (da) en iyi bilendir.” (Necm 32) Kulun kendisini arındırmak için çaba göstermesi ile “arındım” iddiasında bulunması aynı şey değildir elbette. Birincisi imanın gerektirdiği bir zaruret, ikincisi ise bir yasaktır. Müslüman günah kirlerinden temizlenip hep temiz kalmak için çok gayret edecek, fakat “temizlendim, kurtuluşa erenlerden oldum” iddiasına düşüncede de dilde de yer vermeyecektir.

Nefsi temize çıkarma iddiası her zaman “ben nefsimi tezkiye ettim” diyerek dile getirilmez. Daha çok mükellefiyetlerini ihmal edenlerin sarıldığı “benim kalbim temiz” bahanesi de nefsi temize çıkarmaktır. Yahut birinin düzeltmemiz için bir hata veya kusurumuzu söylemesi halinde kendimizi aklamaya çalışmamız dahi bir yönüyle yine nefsimizi temize çıkarma çabası olarak değerlendirilebilir. Nefsimizi temize çıkarmaktan sakındırılmamız, kirlenmemek için sürekli bir teyakkuz halinde bulunmamız gerektiğini hatırlatır. Ayrıca nefsimizin henüz farkına varamadığımız gizli kusurlarının olabileceği hususunda uyarır. Nefsi temize çıkarmaktansa sık sık hesaba çekerek gözümüzden kaçmış kirlerini temizlemeye koyulmak daha akıllıcadır. İbn Atâullah İskenderî k.s. şöyle buyurur: “Gerçek keşif ve keramet nefsin ayıplarını keşfetmektir. Çünkü nefsin gizli ayıp ve kusurlarını keşfetmek, gayb sırlarına muttali olmaktan daha hayırlıdır.”   

İnsanın gerçekten ve tam manasıyla kendisini arındırmış olması halinde dahi nefsini temize çıkarması; bu işlemi kendisine mal etmesi sebebiyle de çirkin bulunmuştur. Çünkü her işte fâil-i mutlak olan Allah Tealâ’dır. Neyin doğru neyin yanlış, neyin temiz neyin kirli olduğunu bildirip öğreten O’dur. Tezkiye için yol gösteren, vesileler yaratan da O’dur. Bunları bilelim ve şükredelim diye Kur’an-ı Kerim’inde mealen, “Eğer üzerinizde Allah’ın fazlı ve rahmeti olmasaydı içinizden hiçbiri asla temize çıkamazdı.” (Nur 21) buyurmaktadır. Yani hakikatte kulunu hem temizleyen hem temize çıkaracak olan yalnızca Allah Tealâ’dır. Bu yüzden kulun kendisini tezkiyesi övünmeye değil Cenab-ı Hakk’a şükre vesile olmalıdır. Tezkiye etmek; “birini aklamak, temize çıkarmak, beraatine hükmetmek” anlamına da gelir. Bu anlamıyla nefslerin tezkiyesi tamamen Allah Tealâ’ya mahsustur. Ayetlerde “Allah’ın tezkiye etmesi”yle genellikle kastedilen, “kimin gerçekten arındığına ancak O’nun karar vermesi yahut hesap gününde af ve mağfiretiyle bazı kullarını aklayıp temize çıkarması”dır

Bir diğer tezkiye edici; izah, uygulama ve örneklikleriyle peygamberlerdir. Peygamberlerin vesile kılınması nefs tezkiyesinin kılavuzsuz olamayacağına ya da daha sağlıklı yapılacağına işaret sayılmıştır. Gerçekten de insan, ehil bir kılavuzun murakabesi olmadan “nefsimi tezkiye ediyorum” diye kendisine zulmedebilir. Yol yordam gözetmediği için çabaları sonuçsuz kalabilir. Nefsinin ve şeytanın hilesine aldanıp arındım zannedebilir. Netice itibariyle tezkiye için şunu söyleyebiliriz: Tezkiye; yönelmesi, istemesi, gerçekleştirmek üzere gayret etmesi yönüyle insanın fiilidir. Usul, erkân, talim yönüyle peygamberlere; takdir edilmesi ve yaratılması yönüyle de Allah Tealâ’ya nispet edilir.

“Eğer Rahman dileseydi, biz onlara kulluk etmezdik.” dediler. Onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Onlar yalnızca saçmalıyorlar. Zuhruf 20

Rahman dileseydi biz onlara ibadet etmezdik, dediler. Mûtezile, Allah’ın kâfirden küfrü değil, ancak imanı dilediğini bu âyetin zahiri anlamına bağlar. Çünkü kâfirler Allah Teâlâ’nın kendilerinden küfrü dilediğini, [§]putlara tapmayı bırakmalarını dilemediğini iddia ediyorlardı. Çünkü Rahman dileseydi biz onlara ibadet etmezdik, dediler. Yani Allah bizim putlara tapmayı terketmemizi dileseydi terkederdik, fakat O bizim putlara tapmamızı diledi, Allah Teâlâ onların bu iddialarını reddetmekte ve şöyle buyurmaktadır; Bu konuda hiçbir bilgileri yoktur, yalnızca tahminde bulunuyorlar. Yani onlar ancak yalan söylüyorlar. Bize göre ise bu âyet birkaç şekilde yorumlanır.

Birincisi, onların Rahman dileseydi biz onlara ibadet etmezdik sözleri doğrudur. Çünkü onların Allah dileseydi putlara tapmayı bırakacakları, fakat onlara tapmayı Allah dilediği için taptıkları şeklindeki sözleri, böyle olduğuna dair kendilerine gelen bir habere dayanarak söylemektedirler, dolayısıyla doğrudur. Cenâb-ı Hakk’ın Bu konuda hiçbir bilgileri yoktur, yalnızca tahminde bulunuyorlar buyurmasına gelince, muhtemelen Mutezilenin söylemiş olduğu şu sebepten dolayı Allah onları böyle isimlendirmektedir: Kâfirler, küfür Allah’ın dilemesiyledir, Allah kendileri için imanı değil küfrü dilemiştir. Halbuki Allah onlardan küfrü değil, imanı diler. Onlar, kendilerine verilen haberin aksini İleri sürdüler, bu bakımdan onlar yalancı konumundadırlar. Muhtemelen onlar, haber verdikleri şeyin aksini düşündükleri halde böyle söylemişlerdir; o da şudur: Mutezilenin söylediği gibi küfür Allah’ın dilediği davranışlardan değildir, Allah ancak imanı diler. Fakat onlar, kendilerini imana davet eden müslümanların davetini reddetmek ve küfürden vazgeçmemek İçin şunu söylüyorlardı: 

Allah bizden imanı değil de küfrü istediğine göre nasıl iman ederiz ve küfrü nasıl terkederiz? Bir şeyden olduğu gibi haber vermek doğru olandır. Fakat haber verenin kalbinde ve inancında, söylediğinin aksi olursa, o içindeki haber doğrudur. Ancak içindekini haber vermesi açısından bakıldığında ise yalandır. Nitekim Cenâb-ı Hak meal en şöyle buyurmaktadır: “Münafıklar sana geldiklerinde, ‘Tanıklık ederiz ki sen gerçekten Allah’ın elçisısin’ derler. Hiç kuşkusuz senin kendi elçisi olduğunu Allah elbette biliyor; ama Allah tanıklık eder ki münafıklar (inandık derken) kesinlikle yalan söylemektedirler” [Münâfikûn-1]

Münafıkların “Tanıklık ederiz ki sen gerçekten Allah’ın elçisisin” sözleri doğru idi, fakat içlerindekini haber vermeleri açısından bakıldığında yalandı, çünkü sözlerinin zahiri, kalplerindeki ile ulaşmamaktadır. Dolayısıyla Allah’ın onları yalancı sayması, her ne kadar onların “Sen gerçekten Allah’ın elçisisin” sözleri doğru olsa da, sözlerinin kalplerindekinin aksi olması sebebiyledir. Bu iki ihtimal düşünüldüğünde ayet ihtimal yoluyla onların lehine delil olmaz. Fakat her iki ihtimali birlikte düşündüğümüzde onlar yalan söylemektedirler. Bundan dolayı Allah, onlar yalnızca tahminde bulunuyorlar, yani yalan söylüyorlar buyurmaktadır. En doğrusunu Allah bilir.

İkincisi, bu konuda onlar doğru olsalar bile, ciddi değil ancak eğlenmek ve alay etmek için böyle konuşmaktadırlar. Dolayısıyla onların maksadı insanların kafalarındaki doğruları karıştırmak ve reddetmekti. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “İnsan, ‘Ben öldükten bir süre sonra sahiden yeniden hayata döndürülecek miyim?’ diyor” [Meryem/66] O insanın söylediği bu söz haktır ve doğrudur, fakat o bunu alay etmek ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmek için söylemektedir. Görmez misin ki Allah bundan dolayı ona öğüt vermekte ve şunu hatırlatmaktadır: “İnsan düşünmez mi ki, daha önce hiçbir şey değilken biz onu yaratmışızdır?” [Meryem/67] Buna göre onların sözleri zahirde doğru olsa bile, inkâr etmek ve hakkı bulandırmak amacıyla, alay etmek ve eğlenmek için böyle söylüyorlardı. Haber verdikleri açısından ve asıl niyetleri bakımından bakıldığında onlar yalan konuşmaktadırlar. En doğrusunu Allah bilir.

Üçüncüsü, onların maksadı, inatla inkâr etmeleri sebebiyle müslümanların kendilerini azapla tehdit etmelerine delil getirmekti: Biz ancak Allah’ın dilemesiyle inkâr ettiğimiz halde Allah nasıl azap eder? Eğer O, putlara tapmayı terketmemizi dileseydi, mutlaka terkederdik. Allah bizden inkâr etmemizi istediği için inkâr ettik. Öyleyse bize neden ceza versin? Cenâb-ı Hak onların iddialarını şöyle iptal etmektedir: Bu konuda hiçbir bilgileri yoktur, yalnızca tahminde bulunuyorlar. Yani onlar iddialarında cehalet gösteriyorlar, Allah’ın onlardan küfrü dilediği için küfrettikleri sözlerinde yalancıdırlar. Allah ancak onların kötüyü tercih etmeleri ve kötü vesilelere sarılmaları sebebiyle kendilerine bu yolu açmıştır. Meselenin aslı şudur: Âsiler, fasıklar ve kâfirlerin hiçbirinde, yapacağını yaparken Allah’ın onu yapmasını dilediğine dair bir bilgi yoktur. Yani yapacağını yaparken Allah öyle dilediği için yapmamaktadır. Dolayısıyla bu gerekçe ve bu konuda söyledikleri sözlerin hiçbir dayanağı yoktur. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.

Dördüncüsü, onların Rahman dileseydi biz onlara ibadet etmezdik ve ‘Allah dileseydi ortak koşmazdık ‘ [ En’âm/148] sözleri, eğer Allah Teâlâ putlara tapmayı terketmemizi emretseydi terkederdik, ama bize onlara tapmamızı emretti, mânasına gelir. Onlar, ancak Allah’ın emri ile putlara taptıklarını iddia ediyorlardı. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Onlar bir kötülük yaptıkları zaman ‘Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti’ derler” [el-A‘râf/28] Onlar meşiet kelimesi ile rıza manasını kastediyorlardı. Şöyle diyorlardı; Allah Teâlâ eğer bizden ve babalarımızdan razı olmasaydı, bizi ve babalarımızı bu halde bırakmazdı, Onlar, tercih etmiş oldukları yolda bırakılmalarından, Allahın kendilerinden razı olduğu mânasını çıkardılar. Her türlü noksanlıktan münezzeh olan Allah ise onların iddialarını reddetmektedir: Onlar yalnızca tahminde bulunuyorlar. “De ki: Allah kötülüğü emretmez”’ [el-Arâf/28]. Biz bu konuyu “Müşrikler dediler ki: Allah isteseydi ne biz ne de atalarımız O’ndan başkasına tapardık” “Müşrikler dediler ki: Allah isteseydi ne biz ne de atalarımız Ondan başkasına tapardık. Hiçbir şeyi O’na rağmen haram da saymazdık. Onlardan öncekiler de İşte böyle davranmışlardı. Peygamberlerin görevi açık seçik tebliğden başka bir şey değildir” (en-NahI, 16/35). En doğrusunu Allah bilir.

KUR’AN’IN DEVRİMİ KUR’AN’A KARŞI DEVRİM

1- KÜLTÜR
Kabilecilik insanlığın tüm zamanlarındaki en büyük zehirlerden bir tanesidir ve bugün “kabilecilik” her türlü asabiyet, her türlü holiganlık ve her türlü yobazlığın adıdır. Kabilecilik; değişik zamanlarda, değişik mekânlarda, değişik coğrafyalarda, değişik isimlerle yürütülür. Din kabileciliği vardır. Irk kabileciliği vardır. Kan kabileciliği vardır. Renk kabileciliği vardır. Kültür kabileciliği vardır. Kabileciliğin olduğu yerde adalet ölür, şefkat ve merhamet zehirlenir, insanlık yara alır. Kabileciliğin olduğu yerde zulüm ve haksızlık öne çıkar. Kabileciliğin olduğu yerde adam kayırma, torpil öne çıkar. Kabileciliğin olduğu yerde alın teri ayaklar altına alınır ve rant öne çıkar. Dolayısıyla kabileciliğin zararı bütün bir toplumu zehirler.

DURUM
Kabilecilik Kültürünün Nedenleri:
– Bedevilik
– Yabancı düşmanlığı (sosyapatlık)
– Farklı olana düşmanlık
– Kapalı toplum sendromu

Kabilecilik Kültürünün Sonuçları:
1- Güce kul etme, güce kul olma
2- Üstünlük ve övünme
3- İbadeti çıkara alet etme
4- Kabir ziyareti
5- Zorbalık (kabile faşizmi)
6- Kin ve intikam (vahşi, empatisiz)

7- Muhafazakârlık: Atalar dini
8- Kabalık ve magandalık
9- Yağma, pusu, linç ve düello kültürü

KUR’AN’IN DEVRİMİ

  • İnsanın köken birliği : NİSA 1
  • Değer-ilke birliği: HUCURAT 10
  • Değerler dini, İbrahim’in Muvahhit milleti: ENÂM 161
  • Din milliyetçiliğine set : 2/62, 5/69
  • Kurtulmuşluk kuruntusuna ret: NİSA 123
  • Cennet garantili değil, eleştiri garantili din; İhdines Sırât el müstakim : FATİHA 6
  • Üstünlüğün tek ölçüsü takva: HUCURAT 13
  • Liyakat ölçüsü: NİSA 58
  • Kısas: Ceza suçtan ağır olamaz. (Bakara 194)
  • Kabilecilikte pişman etmek, katliam, soykırım
  • Övgü problemi: FATİHA 1
  • Tekasür laneti: TEKASÜR 1-2
  • Beni Cezime katliamı ve Elçi

Allah Size Emaneti Ehline Vermenizi Emreder: ” ‘Sakife’ ve ‘İmamlar’ Kureyş’tendir.”

  Lider kimden olsun tartışması

  • Cemel 10.000
  • Sıffin 70.000
  • Harre Olayı ve Yezid’in yaptıkları
  • Kerbela, 72 şehit
  • Vicdan yırtılması ve iman şizofrenisi
  • Şura 51: ‘’men kane li beşerin en yükellumuhullah’’ (Allah’ın bir beşerle öyle karşılıklı senli benli konuşması mümkün değil)
  • Emevi Arapçılığı: Arapça Allah’ın dili, Arapça cennetin dili
  • “Şialaşmayın, tefrikaya düşmeyin”
  • Şiilik kabileciliği, beni Haşim soyu
  • Karşı kabilecilik: Sünnilik kabileciliği
  • Galip gelen haklıdır/galebe kuralı
  • Mezhep faşizminin kurbanları

MODERN KABİLECİLİK BİÇİMLERİ

1- Irkçılık

2- Mezhepçilik

3- Dincilik

4- Ulusçuluk

5- İdeolojik bağnazlık

Ahlak, din binasının kaçıncı katıdır? – Kur’an’ın cevabı: temel kat.

Uydurulmuş dinin cevabı: – Akide ve ibadetten sonra.

Ahlak; varoluş anlam ve amacıyla uyumlu davranıştır.

  • Vahyin Amacı: Akla yardımcı olmak.
  • Dinin amacı: İnsana yardımcı olmak.
  • İbadetin amacı: Ahlaka yardımcı olmak.

KUR’AN’IN DEVRİMİ

  • Alak 1-5: Bilgi ahlakı
  • Müzzemmil: Vahye karşı sorumluluk ahlakı
  • Müddessir: Elçilik ahlakı
  • Fatiha: Kulluk ahlakı
  • Kalem 4: Hılk/Hulk/Halk ( Ahlaklı ve ahlaksızın tanımları)
  • Kibirlenme! Azma! (Alak 96:6-7)
  • İnanç özgürlüğünü yok etme! (Alak 96:9)
  • Yaptığın iyiliği başa kakma! (Müddessir sûresi 74:6)
  • Yetimi ezme! (Duha 93:9)
  • Dilenciyi azarlama! (Duha 93:10)
  • Özgürleştir! Açı doyur! Yoksulu gözet! Düşmüşü kaldır! (Beled 90:13-16)
  • Verdiğini kalbin ürpererek ver! (Mü’minûn 23:60)
  • Boş şeylerden yüz çevir, bomboş olma, boş konuşma! (Mü’minûn 23:3)
  • Söz verdiğinde yerine getir! (Mü’minûn 23:8)
  • Pinti olma, paylaş! (Me’âric 70:24-25)
  • Emanete riayet et! (Me’âric 70:24-25)

 KUR’AN’A KARŞI DEVRİM

EMEVİ KARŞI DEVRİMİ

  • Muaviye : Halkın malı yerine Allah’ın malı. Bizi başınıza Allah getirdi.
  • Yezid: Biz Allah’ın kaderiyiz. Hüseyin’i Allah öldürdü.
  • Haccac Ma’bed’e: Allah’ın sana yaptığına ne diyorsun?
  • Melik Gaylan’a: Devleti bize Allah’ın vermesine ne diyorsun?

ABBASİ KARŞI DEVRİMİ

Kur’an Ahlakı İle Savaşan Hadisler:

  • 99 kelimeyi ezberle, gir cennete!
  • Kocanı razı et, gir cennete!
  • 40 hadis ezberle, gir cennete!
  • 3 kez tevbe edenin her günahı affedilir.
  • Bir köre 40 adım yardım edenin her günahı affedilir.
  • Kişi ana babasının kabrinde Yasin okursa tüm günahları sıfırlanır.
  • Çocuğuna “Muhammed” ismi koyan cennetliktir.
  • Kur’an’ı ezberle gir cennete, yanında 70 kişi bonus!
  • Kertenkele öldür, 100 sevap kap!
  • Peygamberi rüyada gören cehenneme girmez.
  • Unutulmuş sünneti ihyaya 100 şehit sevabı.

Cahiliye İnancına Karşı Kur’an’î Devrim

Hadis taşları ile taşlanan ayetler:

  • Her kim zerre miktarı hayır işlerse onu görür; her kim de zerre miktarı şer işlerse onu görür.(Zilzâl 99:7-8)
  • Her insan yapıp ettiklerinin rehinesidir. (Müddesir 74:38)
  • Herkesin iyilikleri kendi lehine, kötülükleri kendi aleyhinedir. (Bakara 2:286)

ŞEHİTLİK ÇARPITMASI VE İSTİSMARI

  • Gurbette ölen şehittir.
  • Ateşli hastalıktan ölen şehittir.
  • Doğururken ölen şehittir.
  • Üstüne duvar yıkılan şehittir.
  • İshalden ölen şehittir.
  • Deniz tutmasıyla kusan 100 şehit sevabı alır.
  • Kıl namazı o günü sıfırla!
  • Git cumaya o haftayı sıfırla!
  • Tut ramazanı, o yılı sıfırla!
  • Çık Arafat’a, bir ömrü sıfırla!
  • Onu beceremezsen, Kadir Gecesi ve Şefaat yedekte!

“Ekonomi neden önemlidir?”

Ekonomi aslında insanlık tarihinin bir açıklamasıdır fakat tek açıklaması değildir. Tüm tarih bir yol hikâyesidir. Ticaret cahiliye şirk ehli ekonomisinin bir numaralı enstrümanıdır. Mekkeliler tacirdir.

Kur’an’dan Cahiliye Ekonomisine Dair:

KUREYŞ VE TEBBET: İki sure; bir tip

  • Menfaat toplumu: Kureyş 3
  • Aç gözlü toplum ve açlık korkusu: Kureyş 4
  • Mülk kabilenin, kabile şeyhindir, Ebu Leheb cins isimdir: Tebbet
  • Değer değil fiyat: «El Emin» dediğini satar
  • Soyunu satar: Ebu Leheb örneği
  • Şark kurnazı: Mutaffifin/şakülü kayık

CAHİLİYE EKONOMİSİNİN MOTİVASYONU

  • Servet güçtür, güç devlettir, devlet hakkın ölçüsüdür.
  • Hilful Fudul’u ortaya çıkaran soygun düzeni Serveti devlet/güç edinen ‘’kütle’’ (Haşr 7)

 DİNCİ ŞİRK ZİHNİYETİ: HER ŞEY SATILIK

  • Müşrik zihniyet Kabe’sini satar: Beytullah/Beytüllat
  • Put galerisi: Ne olursan ol; putunu da al gel.
  • Müşrik karışık sever: İbrahim, İsmail, İsa yanında Lât, Menât, Uzzâ
  • Din pazarlığa tabidir: Bir gün biz senin dinine, bir gün sen bizim dinimize…
  • Hacc: Günahsız elbise

KUR’AN’IN YAPTIĞI DEVRİM – SERVET ALGISINDA DEVRİM

  • Mülk Allah’ındır. (20’den fazla) Mülk emanettir.
  • Gani Allah’tır. Muhtaç olan sizsiniz. (Fatır 15)
  • Paylaşmayanın namazı başına çalınsın. ( Maun 4)
  • Salatı ikame-zekatı ita

ALLAH’A İMAN: ALLAH’A GÜVEN

  • Sadaka: Sadakat
  • Zekat: Tezkiye
  • İnfak: Nifakın panzehiri
  • Karz-ı Hasen/Güzel borç
  • Dört etaplı zor yokuş (Akabe)

 İNFAKA ÇAĞRI

  • İnfak dar geçitle sınanmaktır.
  • İnfak imanın turnusol kağıdıdır.
  • Sahip olanlar infak ederler.
  • Mal sahibi olanlar-malı kendine sahip olanlar
  • Mal iyi bir köle; kötü bir efendidir. Köle efendisini veremez.
  • Kişi güvendiğine güvendiği kadar kredi açar.
  • Allah’a ne kadar güveniyorsanız o kadar kredi açarsınız.

 AKLA VE BİLGİYE YATIRIM ÇAĞRISI

  • Alak 1-5: Talim/öğrenme, kalem ve yazı
  • Kalem 1: Kaleme ve yazdıklarına!
  • Bakara 182: Yazın, yazsın, yazdırsın…

Kültürel devrim: Sözlü kültürden yazılı kültüre

KUR’AN’IN EKONOMİ İLKELERİ

  • Haşr 7: Serveti devlete dönüştürmeyin/parayla iktidar olmayın!
  • Şura: Ortak aklın iktidarına razı olun!
  • Kafirun/din iman pazarlayanlar suresi

KUR’AN’LA İNŞA OLANLAR

Hayber ganimetleri:

  • Düşen düşmanına yardım
  • Düşmanının insan olduğunu unutma.
  • Ölüm döşeğindeki Nebi’nin son kuruşları
  • Aldığı maaşı ölmeden önce hazineye iade eden lider
  • Elbisenin hesabı sorulan/elbisenin hesabını veren lider ‘’Eyvah! Keşke aramızda dağlar olsaydı.’’
  • Kasidiye ganimetleri: Ykl: 900 milyon dinar, Asker başı 12.000 dn
  • Ali : Akil’e ders ve miras bırakmayan halife

 FETİH ALGISINDA DEVRİM: FETİH SURESİ

  • Savaşı değil barışı yaymak
  • Toprak değil, gönül almak
  • Servet değil, insan biriktirmek

 KUR’AN’A KARŞI DEVRİM EMEVİ KARŞI DEVRİMİ

  • Halife: ‘’cennetin anahtarları elimde olsaydı…’’
  • Muaviye: Allah’ın malı/ Ebu Zer: Halkın malı,
  • Ebu Zer: Ey Muaviye! Bu saray sana haramdır.

 FETİH ALGISINDA KARŞI DEVRİM

  • Emevi zihniyeti: Cizye gelirleri azalıyor, ihtidalara geçit vermeyin.
  • Ö. B. Abdulaziz: Allah elçisini vergi tahsildarı olarak göndermedi
  • Kuteybe bin Müslim’in katliam ve yağmaları
  • Vasıt mescidinde yakılan insanlar

 ABBASİ KARŞI DEVRİMİ

Hile-i Şeriye Fıkhı:

  • Kitabına uydurmak
  • Ebu Yusuf ve Harun Reşid örneği
  • Zaruret fıkhı ve mobil sınırlar sorunu
  • İktidarın mollaları-mollaların iktidarı
  • Şatafat, cezbe, manevi sarhoşluk: Şirk ehline yardım kılavuzu

MUSTAFA İSLAMOĞLU

Sen misin Müslüman olan?

Yine Şafak muhabiri sayesinde öğrendik. Bulgar Kilisesi’nin eski yönetim kurulu üyesi Bojidar Cipof’un eşi Juliana ben idrakine kavuşarak kendine dönmüş. Yani, Allah’a kayıtsız şartsız teslim olduğunu beyan ederek “Müslüman” adını almayı hak etmiş. Önce İslam’ını gizlemiş. Namazlarını gizli gizli kılmış. Durumdan şüphelenen kocası, arama sırasında Fatıma hanımın müftülükten aldığı ihtida belgesini buluyor. Hakaretler ve yıldırma operasyonu başlıyor. Yetmiyor, gece yarısı kapı önüne konuluyor. İlk gece bir otelde kalıyor Fatıma Cipof. Bu tepkinin geçici olduğunu düşünerek evine dönüyor. Fakat tepki artıyor. Hakaret artıyor. “Kara Fatma” ilan ediliyor. Namaz kılarken itilip kakılıyor. Tesettürüyle dalga geçiliyor. İş akıl hastası ilan etmeye kadar vardırılıyor. Fatıma kardeşimiz 9 aydır sığındığı Müslüman bir ailenin yanında yaşıyor. Kocasına boşanma davası açmış, neticesini bekliyor. İhtidalar oldum olası beni heyecanlandırır. Bir Müslüman olarak beni ilgilendiren yanı, büyük ailemize bir kardeşin daha katılmış olmasıdır. “Bir adem bir alem” demişiz bir kez. Ve bir alemimiz daha olmuştur.

Mühtedi açısından olay azimdir. Zira bir mühtedi için ihtida, hayatının en büyük devrimidir. Bunun ne büyük bir iman hamlesi olduğunu, imanı ata mirası sananlar nasıl anlasın? Mühtedi, “dönüş” kararı verdiğinde hayatını sıfırlamayı da kabul etmiştir. Hz. Ömer’in “kesip atmak” dediği türden büyük bir karar. Ona İslam’ın kapısını tıklattıran şey yüreğine düşen hakikat ışığıysa, evinden, eşinden, işinden, aşından, arkadaşından, çevresinden ve daha birçok şeyden kopacak olmasına aldırmaz. O ışığın cazibesi benliğini öylesine sarar ki, “ayrılmanın” acısı “bulmanın” sevincini bastıramaz. “Müslümanlar, kardeşinize sahip çıkın!” demiyorum. Biliyorum, ona sığındığı Allah sahip çıkar. Ama o imanıyla imtihan olurken, onu tanıyanlar da onunla imtihan olurlar. Umarım büyük ailemizin yeni üyesiyle imtihan olanlar sınavlarını yüz aklığıyla verirler

İslam’ın yayılış tarihine dair çaplı bir esere imza atan İngiliz oryantalist Thomas W. Arnold’un şu ilginç tespiti bir kez daha doğrulanıyor: “İslam’ın insan kazanımı, siyasal olarak en dibe vurduğu dönemlerde en yüksek seyrini korumuştur.” Bunu, Müslüman olmanın ölmek demeye geldiği bir dönem olan 16. yüzyıl İspanya’sında yerli halktan hâlâ Müslüman olmak için sıraya girenlerin bulunduğunu naklederken yapıyor. İşte bu, İslam’ın gücüdür. O güç bizden değil, Allah’tan kaynaklanıyor. Egemen güçlerin İslam’ı şeytanlaştırma çabaları da işe yaramıyor. Adam olacak çocuk, ne edip edip adam oluyor. İnsan Müslümanların haline bakında dine girmez, aksine dinden çıkar değil mi? Eğer iş böyle değilse, bunun nedeni “Mukallibu’l-Kulub” olandır. Fakat bu hazımsızlığa ne demeli. Bojidar efendiye ve çevresine düşen bu özgür seçime saygı duymak, eğer istemiyorsa eski eşinin hukukunu gözeterek boşamaktı. Asıl kaygıyı şu cümle ele veriyor: “cemaat içinde bizi rezil ettin”. İşte size cemaat baskısı…

Bakın bu baskıyı Müslümanlar çok iyi biliyor. Yıllar yılı malum azgın azınlık dindarlara ipe sapa gelmez yasaklar uygularken hep aynı güdüyle davrandılar. Müslümanlar malum azınlığın fiyakasını bozuyordu. Onlar yabancılaşmıştı. Bir yere ait değillerdi. Ama kendilerini yerli gibi yutturmak ve kendilerini tatmin etmek istiyorlardı. İslam’ı ve Müslümanı her görüşte, yabancılıklarını ve yersizliklerini hatırladılar. Bu da onları hırçın ve saldırgan yaptı. Tesettür, Kur’an, İmam-Hatip, Cami, Namaz, Oruç düşmanlıklarının sebebi de bu. Fatıma Cipof olayı tek değil. 2004 yılının son aylarında Mısır’da benzer bir olay yaşandı. Bir Kıpti papazın karısı olan Vefa Konstantin Müslüman oldu. Yer yerinden oynadı. Kıpti Patrik Şenuda, kendini kaybetti. Kıptileri kışkırtan demeçleri üzerine Kıpti gençler ayaklanıp terör estirdi. Ve sonuç yüz kızartıcıydı: Müslüman olan Vefa hanım, mısır diktatörünün marifetiyle Kıpti kilisesinin insafına teslim edildi. Önce “akıl hastası” ilan edildi, sonrasını tahmin edebilirsiniz. Kiliselerin derdi belli: Cemaatlerini İslam’ın cazibesine kaptırmamak. İslam’ın kilisesi yok, şükürler olsun. Buna ihtiyacı da yok. Cazibesi içinden, gücü kendinden. Bu yüzden zorbalık yapıyorlar. Vefa Konstantin veya Fatıma Cipof. Zorbalar bu menkıbenin önüne geçemeyecek. Çünkü bu menkıbenin tarihi insanlıkla yaşıt. Hatırlayın Firavun’un karısı Asiye’yi. Kur’an onu tüm mümin kadınlara örnek gösterir. Firavun olan kocasının, “İnancını terk et seni sarayın tek kraliçesi ilan edeyim” teklifini reddedince işkence başladı. Onun işkence altında yaptığı duayı Kur’an ölümsüzleştirdi “Rabbim! Artık bana kendi katında, cennette bir saray inşa et! Beni Firavun’dan ve onun iktidarından kurtar!” (Tahrim, 66/11)

Mustafa İslamoğlu

Eller var. Sürekli duaya durur. Peygamberlerin ellerinden bir hisse kapmıştır. Dostlarına değil sade, düşmanlarına bile duaya durur. Sevdiği güllerin dikenleri tarafından kanatılınca, gülü kökünden sökmeye kalkışmak gibi bir cinayet işlemez bu eller. Aksine, gülünü sevdiği için, kendini kanatsa da, dikenini de sever. İçinde hayır olan bir yüreğe bağlı eller bunlar. İçinde umut ve sevgi olan bir yüreğe bağlı eller?

Eller var. Sürekli bedduaya durur. Bedduaya duran, suizanna ayarlı, kara yüreklere bağlı eller bunlar. Armudun sapı der, beddua eder. Üzümün çöpü der, beddua eder. Kusursuz kadı kızı arar, fakat kendisi pür-taksirdir. Herkese beddua için açılan bu uğursuz eller, herkesin ellerinin kendisi için duaya kalkmasını bekler. Bunu bulamadığında da yumruk olur, sağa sola saldırır. Haddini bilmez, kadir bilmez eller.

Eller var. Hep almaz, ama hep verir. İddialı değildir, fakat kararlıdır. O elleri herkes ortalarda görmez. Muhatabının gözüne sokulmaz. Alkışı hak edeni alkışlamaktan çekinmez, fakat kendisi alkış istemez. Verirken görünmemek için köşe bucak saklanır. O eller, bir Allah’tan ister, başkasından istemektense taş kesilmeyi tercih eder. Fedakâr eller o eller.

Eller var. Her önüne gelenden bir şeyler ister. Hiç işe girişmez, hep beleşe girişir. Sürekli istemek için açılır. Almaya bayılır, vermekten nefret eder. Bu ellerin bildiği tek dua “Rabbena hep bana”dır. Böyle elleri bin kez de doldursanız, bin birinciyi ister. Hapsini de kendi cebine boşaltır. Başka elleri de görmek gibi bir derdi yoktur. Bencil eller bu eller.

Eller var. Vuracağı yeri de bilir, duracağı yeri de. Dostu da tanır, düşmanı da. Yalnız dosta değil, düşmana bile rahmettir o eller. Yara sarar, ayıp örter. Bir ananın elleri gibi, okşayacak yetim, yaşını silecek öksüz, sıvazlayacak kırık yürek arar. Yıkılmışları yapar, dağılmışları toplar, yarımı tamamlar, tamamı kucaklar, ayrılanı birleştirir, birleşeni sıklaştırır.

Eller var. Vuracağı yeri bilmez, duracağı yeri bilmez. Kabarmış bir koltuğun elleridir bunlar. Sürekli tokat halinde gezer. Hiçbir şey bulamazsa, havayı tokatlar, suya yumruk atar. El ele vermişler zincirine girip, diğer ellerle birleşmez bu eller. Aksine birleşmiş elleri çözüp ayırır, kırıp koparır. Kırıp koparacağı başkalarının eli tükenirse, bu kez kendi ikizine yönelir, onu kırar, ona vurur.

Eller var. Pamuk değil, nasır tutmuştur. Neden olacak? Elbet, her yarım kalmış yükün altına girdiği için. Her hayırlı teşebbüsün ucundan tuttuğu için. Her yükü ağıra el atığı için. Her yolda kalmışın kolundan tutup kaldırdığı için. Her dermanı tükenmişe derman kattığı için. Öpülesi eller o eller

Eller var. Hiçbir taşın altına girmeye yanaşmaz. Nice taşlar, kayalar, dağlar kaldırılır. O pamuk eller arazi olmuş, ortalardan tüymüştür. Ara ki bulasın. Israrla o elleri arar gözleriniz, ama yok. Sıkıntıya gelemez pamuk eller. Fakat dağlar gibi taşları taşımaktan yorgun ve bitap düştüğü için ayağı sürçenleri, tökezleyenleri görmeye görsün bu eller. Hemen ovuşturma vaziyetine girerler. Utanmadan yakasına sarılır, tokatlamaya yeltenirler. Utanmaz eller. Taşın altına sokmaya gelince toz olan bu eller, yakaya sarılmaya gelince aslanpençesi kesilir. Kırılası eller o eller.

Eller var. Düzenleyici ve düzelticidir. Çapak gördüğü göze yumruk olmaz. Kimseye hissettirmeden, bir ana şefkatiyle o çapağı alır. Yüzün ve gözün güzelliğini çapağa feda etmez. Değdiğini bozmaz, düzeltir. Düzelteceğim diye “düz” hatta “dümdüz” etmez. Çünkü bu eller, amuda kalkıp da dünyayı düzeltme iddiasına soyunan “ters”lerin elleri değildir.

Eller var. Karıştırıcıdır. Her şeyi karıştırır. Münasebetsiz ellerdir bu eller. Olur olmaz yere sokulur. Girmemesi gereken yerlere girer. Karıştırıcı eller, pislikten kurtulmaz. Çünkü karıştırma aşkı her şeyi kapsadığı için, bunlar arasına pislik de girer. Bu tür eller bulaştığı pisliğin faturasını kendi karıştırıcılığına kesmez. “Oralarda ne arıyordun?” diyene, “Öyle her şeyi ve her yeri karıştırırsan, boyuna kadar necasete batarsın” diyene söyleyecek bir sözü yoktur

Üzülme / LaTahzen

Kulun bütün benliğiyle yüce yaratana yönelerek ondan istek ve dilekte bulunması anlamında dinî terim ve bu amaçla icra edilen bir ibadet şekli.

Dua kelimesi, “çağırmak, seslenmek, istemek; yardım talep etmek” mânasındaki da‘vet ve da‘vâ kelimeleri gibi masdar olup, “küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya vâki olan talep ve niyaz” anlamında isim olarak da kullanılır. Ayrıca Allah’a sunulacak talepleri sözlü veya yazılı olarak dile getiren metinlere de dua denilir. İslâm literatüründe ise Allah’ın yüceliği karşısında kulun aczini itiraf etmesini, sevgi ve tâzim duyguları içinde lutuf ve yardımını dilemesini ifade eder. Arapça’da kullanıldığı edatlara göre bir kimse için hayır duada veya bedduada bulunmak mânalarını da taşır.

Duanın ana hedefi insanın Allah’a halini arzetmesi ve O’na niyazda bulunması olduğuna göre dua kul ile Allah arasında bir diyalog anlamı taşır. Bunun gerçekleşmesi için önce Allah insanı kendi varlığından haberdar etmiş, insan da varlığını benimsediği bu yüce kudret karşısında duyduğu saygı ve ümit hisleri sebebiyle kendisinden daha üstün olanla irtibat ihtiyacını duymuştur. Dua böyle bir irtibat neticesinde insanın bir taraftan kendi ihtiyaç ve eksiklerinin telâfisini, diğer taraftan daha mükemmele ulaşmasını hedefleyen bir diyalog vasıtasıdır. Bir başka söyleyişle dua sınırlı, sonlu ve âciz olan varlığın sınırsız ve sonsuz kudret sahibi ile kurduğu bir köprüdür. Bu sebeple insan tarihin hiçbir döneminde duadan uzak kalmamıştır.

Duanın kabulü için şart olmamakla birlikte uygulamada bazı şeklî unsurlar gözetilmiştir. Bunlar daha çok zaman, mekân ve dua şekilleriyle ilgilidir. Dua her yerde yapılabildiği halde tarih boyunca çeşitli dinlerde dua için özel mekânlar tesbit edilmiş veya buralarda dua etmenin daha etkili olacağı düşünülmüştür. Dua ve ibadetlerin cemaatle yerine getirilmesi amacıyla yapılan mâbedlerin dışında ilâhî kudretin muhtelif vesilelerle tecelli ettiği yüksek yerler, kayalar ve dağlar, bazı ağaçların çevresi gibi mekânlar da dua yeri olarak rağbet görmüştür. Duanın özellikle ferdî olanı her zaman yapılabildiği halde daha muteber olması için belirli zamanların seçilmesine de itina gösterilmiştir. Dua ve ibadetlerin zamanını tesbitte çeşitli dinî ve tarihî olaylar etkili olduğu kadar tabiatın ritmi de rol oynamaktadır.

Duanın muhtevasını ve dua edenin iç dünyasını yansıtan dış şekiller duanın bir parçası sayılır. Ayakta durma, diz çökme, eğilme, secde etme, başını eğme, elleri gök yüzüne doğru kaldırma, iki yana açma, kavuşturma, kenetleme, gözleri yukarıya dikme, elleri birbirine vurma, göğse veya alna vurma, ayakların çıplak veya giyinik, başın açık veya örtülü olması, vücudun bir yere yönelmesi, hareket etmesi (dans), jestlere sözün katılması, mûsiki aletlerinin kullanılması gibi haller çeşitli dinî çevrelerde dua esnasında görülen farklı davranışlardır.

Dinlerde dua muhteva, şekil ve anlatım biçimine göre bazı türlere ayrılır. Asıl ve en yaygın olanı yalvarıp yakarmadır. Bu tür duada insan bir kötülükten kurtulmayı veya bir iyiliğe kavuşmayı diler. Diğer bir tür de şükür ve hamdetmedir. Bu ise kabul ettiği bir dilek ve istekten dolayı Tanrı’yı üstün vasıflarını sayarak yüceltmektir. Şükür ve hamd genelde yalvarış duasının başında yer alır.

İslâm Öncesinde Dua. İlkel topluluklarda görülen müşterek dua aile reisi, kabile başkanı veya rahibin yakarışlarına cemaatin katılması (âmin demesi) şeklinde olmaktadır. Kötülüklerden korunma ve dünya nimetlerinden faydalanma isteği duanın iptidai halinin tesbitinde en belirleyici özelliktir. Hint mistisizminde Upanişadlar’dan kaynaklanan ve yoganın psikotekniğine dayanan ibadetsiz bir dua türü vardır. Hinduizm’de dua inandırıcı sözlerle yapılır; ortak dua sembolü bir çeşit besmele olan “om”dur. Budizm’de yüce varlığa karşı belirli bir dua söz konusu olmamakla beraber Buda’ya dua etmek ve ondan istekte bulunmak geleneği hâkimdir. Şintoizm’de dua, mâbed veya evde tanrılara pirinç ve pirinç şarabı sunmakla yerine getirilir.

Eski Meksika, Sumer, Bâbil, Mısır ve Yunan dinlerinde birbirine benzeyen ve dua yerine kullanılan kolektif şiirler vardır. Maniheizm’deki duada ruhu etkileyen düalist bir görüş hâkimdir. Romalılar dualarını genellikle Jüpiter mâbedinde yaparlardı. Cermen dininde büyünün dua üzerinde üstün bir gücü vardır. Ancak ilkel toplumlarda büyü ile dua arasındaki sınırı belirlemek oldukça güçtür. Yunan dininde dua geleneksel temizlikle başlar ve klasik yalvarma ile sona ererdi. Sumerler dua esnasında ellerini başlarının üzerine koyarlar, sevinçlerini göstermek ve duanın inandırıcı olmasını sağlamak için ellerini alınlarına çarparlar, böylece ölülerine de saygı göstermiş olurlardı. Bu durum Doğu Asya’da özellikle Hint yogasında da görülmektedir.

Dua esnasında kutsal eşyanın öpülmesi, okşanması, çıplak ayakla etrafında dönülmesi vb. hususlar ilkel kabile dinlerinin bâriz özelliklerindendir. Hemen bütün ilkel kabile dinlerinde güneş doğarken ve batarken, ekim ve hasat zamanlarında kurallara bağlı olarak dua etme geleneği mevcuttur.

Yahudilik’te dua Allah’a yaklaşma vesilesi kabul edilir. İbrânîce tephillah dua anlamına gelir. Tevrat’ta dua için genel bir kavram ve belli bir sıra mevcut olmamakla beraber altmış altı cümle doğrudan veya dolaylı olarak dua ile ilgilidir. Yahudiler ayakları bitiştirmek, diz çökmek, baş eğmek, elleri göğe açmak ve Kudüs’e yönelmek suretiyle dua ederler. Bilhassa II. Tapınak’ın yıkılışından sonra (m.s. 70) yahudilerde toplu dua daha da yaygınlaşmıştır. Günümüzde yahudiler günde üç defa (sabah, öğle, akşam) dua ederler. Ayrıca sinagogda cumartesi (sabbat) ve bayram günlerinde bunlara ek dualar ilâve edilir. Sabah duasında dua atkısı talet (tallit) kullanılır, dua kayışı da sol pazıya ve alna takılır. Dua dili İbrânîce olmakla birlikte bazı eski Ârâmîce dualar da okunur. Dua öncesinde temizlik yapmak ve özel âyin elbisesi giymek gerekir. Duaların büyük bir kısmını ihtiva eden Mezmûrlar hem yahudi hem de hıristiyanlarca dua sırasında okunmaktadır.

Hıristiyanlık’ta da dua dinî hayat açısından büyük bir önem taşır. Dua Tanrı’ya ulaşma, O’nu tanıma ve vicdanın sesi olarak nitelendirilir. Duanın temelinde Allah’a güven ve yüce bir inanış vardır. Luther’e göre dua inancın eseri, Calvin’e göre Allah’ı kavrayabilme inancının her gün tekrarlanışıdır. İnciller’de Hz. Îsâ’nın tavsiye ettiği belli bir dua şekli yoktur; sadece putperestler gibi dua edilmesi yasaklanmıştır (Matta, VI, 7). İnciller’in tamamında duayı ilgilendiren yetmiş beş kadar cümle tesbit edilebilmektedir. Hıristiyanlık’ta duanın belli esaslar çerçevesinde yapılması ilk defa İznik Konsili’nde (milâdî 325) kararlaştırılmış, daha sonra Vatikan bu esaslar üzerinde bazı değişiklikler yapmıştır. Duada Hz. Îsâ temel unsuru teşkil etmekle beraber Allah ve Rûhulkudüs de duanın önemli rükünlerindendir

Günümüzde hıristiyanların günlük (sabah, öğle, akşam), haftalık (pazar) ve yıllık (paskalya) olarak keşişler ve rahipler gözetiminde manastırlarda yaptıkları dua geleneği oldukça uzun bir geçmişe sahiptir (m.s. 150). “Rabbin duası” Hıristiyanlık için toplu ibadetin doruk noktasını teşkil eder. Katolik kilisesinde günde yedi ayrı dua saati bulunmaktadır. Ortodoks kilisesinin geleneğinde gün batarken okunan “vesperum” günün ilk duasını teşkil eder. Genel olarak kiliselerdeki dua şekilleri pek fazla değişiklik göstermez.

Duanın mâbedlerdeki cemaatin düzenlenmesinde önemli rol oynadığı büyük dinlerin ortaklaşa kabul ettikleri bir husustur. Dua anında mutlak sessizliğin önemi üzerinde duran mistikler, “Dua on bölümdür, dokuzu sessizliktir” demişlerdir. Dinlerin mânevî ve ahlâkî mahiyetlerinin o dinlere ait dualara büyük ölçüde yansımış olduğunu söylemek mümkündür.

OSMAN CİLACI

İnsan Hakları – İnsan Sorumlulukları

Allah hakkı, ancak iki şekilde kulun boynundan düşer: ya kulluk borcunu eda ederek, ya da hak sahibi olan allah’ın mağfiretine nail olarak. Burhan mektebine göre, her varlığın illetine (inniyye) hak denir. Zira varlık sahibi her şeyin bir hakikati vardır. Bir şeyin varlığı sabitse, hakikatinin varlığı da zorunludur. Hak, o olmadan bir şeyin hüviyetinin olmayacağı şeydir. Bir şey ancak hak sayesinde, hak ile, hak olarak var olabilir. Beyan mektebine göre hak ikiye ayrılır: Allah hakkı, kul hakkı. İbadet Allah’ın hakkı, kısas kulların hakkıdır. Kul hakkı, ancak iki şekilde kulun boynundan düşer: Ya hak, hak sahibine iade edilir, ya da hak sahibi hakkından kendi rızasıyla vaz geçer. Allah hakkı, ancak iki şekilde kulun boynundan düşer: Ya kulluk borcunu eda ederek, ya da hak sahibi olan Allah’ın mağfiretine nail olarak.

Bu tasnif esas alındığında, İslam’ın kulun hakkını Allah’ın hakkına öncelediği görülür. Mesela: Ramazan ayında emzikli çocuk sahibi bir Müslüman kadın, eğer çocuğu zarar görme ihtimali varsa, orucu değil çocuğunu tercih eder. Oruç, Allah’ın hakkıdır. Çocuğun hayatı ve güvenliği, çocuğun hakkıdır. Allah kendi hakkından vazgeçip, annenin oruç tutmamasını ister. Bu tasnifteki “Allah hakkı” isimlendirmesi üzerinde düşünülmelidir. Bunu Kur’an mihengine vurduğumuzda, Kur’an’da sadece hac ibadeti “Allah’ın insanlık üzerindeki hakkı” (3:87) olarak takdim edilir. Diğer ibadetler, emir ve yasaklar “Allah hakkı” olarak takdim edilmez. Aksine bunların tümünden kazancı olan tek tarafın, kullar olduğuna işaret edilir. Bu emir ve yasakların açıklanan gerekçeleri, hep kulların yararınadır.

İrfan mektebine göre hakk, “hiçbir kayıtla sınırlanmayan mutlak varlık” demektir. Üç mektebin hak tarifinde de, insanın insan olmaktan dolayı Allah’ın yaratılıştan verdiği haklara ya hiç atıf yapılmamış, ya da atıflar çok dolaylı ve cılız kalmıştır. Bu cılız atıflar da, insanın insan olmaktan dolayı taşıdığı ilahi keramete değil, sosyal mensubiyete dayandırılmıştır. Üstelik Kur’an, “İş ne sizin kuruntunuza göre, ne de ehl-i kitabın kuruntusuna göre olmaz” derken. Burhan ve irfan ehli hak meselesine, felsefi veya mistik bir mevzu olarak yaklaşmışlar, onca imal-i fikir eyledikleri bu mevzuun gündelik hayatta insanı bire bir ilgilendiren boyutunu teğet geçmişlerdir.

Beyan ehli de hak meselesine, sadece fıkıh penceresinden bakmıştır. Mesela zorba ve ceberut idarecilerin zulümleri, din adına işlenen hak ve hukuk ihlalleri karşısında ahsen-i takvim olan insanın şahsiyetini ve kerametini koruma konusunda, sultanların zorla ele geçirdikleri iktidarın tebaa üzerindeki hak konusunda titizlendiklerinin zekâtı kadar titizlenmemişlerdir.

Adalet hakka, hak el-Hak olan Allah’a bağlıdır. Hakkın tahakkuku, her halükârda adaletle sonuçlanır. Bu, hakkın tek sonucu olduğunu gösterir, o da adalettir. Fakat hakkın tahakkuku için, tek ölçü tutmak zulümdür. Mesela terazi, tartılabilir şeylerin hak ölçüsüdür. Metre, uzunluğu ölçülebilir şeylerin hak ölçüsüdür. Ayar altının hak ölçüsüdür. Karat, elmasın hak ölçüsüdür. Güzellik ve estetik, sanat eserlerinin hak ölçüsüdür. Muhakeme, fikir eserlerinin hak ölçüsüdür. Doğruluk, bilginin hak ölçüsüdür. Dürüstlük, davranışın hak ölçüsüdür. Sahihlik, akidenin hak ölçüsüdür. Hububat metreyle ölçülerek, arazi kiloyla tartılarak, altın karat üzerinden, elmas ayar üzerinden, sanat eseri sahihlik üzerinden, adalet estetik üzerinden ölçülmez. Ölçüler karıştığında, hak zayi olur. İşte bunun için, hakkı teslim etmek için sadece ölçüp tartmak yetmez. Hakkın tahakkuku için, o şeyin en hikmetli ölçüsü neyse, onu bulup onunla ölçmek şarttır. Zaten hikmet de budur.

Hakkın tahakkuku için gerekli olan hikmete, doğru çalışan bir muhakeme ile ulaşılır. Veylun li’l- mutaffifin (83:1) ayetinde “yazıklar olsun” denilerek kınananlar, sadece terazi ve metre ile haksızlık yapanlar değil, asıl muhakemeyi yanlış kullanarak haksızlık yapanlardır.

Hak ve sorumluluk münasebeti

Hak ve sorumluluk, biri olmadan diğeri olmayan iki unsurdur. Buna eskiler “mülazemet” ilişkisi derlerdi. Her hakka münasip bir sorumluluk, her sorumluluğa münasip bir hak vardır. Eğer hakkın var da sorumluluğun yoksa, o senin hakkın değildir. Eğer sorumluluğun var da hakkın yoksa, ondan sorumlu değilsin. Hakkın varsa sorumluluğun da vardır. Sorumluluğun varsa, hakkın da olmalıdır. Allah insana sorumluluk yüklemiş, bunun yanında ona seçim ve tercih yaptığı iradeyi de vermiştir. Eğer insanın tercih hakkı olmasaydı, kulluk sorumluluğu da olmazdı. Aynı sistem, insanlar arası ilişki için de geçerlidir.

İnsanlardan sorumluluklarını yerine getirme konusunda titizlik isteyenler, onlara haklarını teslim etme konusunda aynı titizliği göstermek zorundadırlar. Aynı şey hak sahipleri için de geçerlidir. Haklarını alma konusunda titizlik gösterenler, sorumluluklarını yerine getirme konusunda aynı titizliği göstermek zorundadırlar. Hakkını almakta titizlenip, iş sorumluluğu yerine getirmeye gelince vurdumduymaz davrananların tavrı, hakka riayet değil bencilliktir. Aynı şey, bunun tersi bir durum için de geçerlidir. Bu formül işgören-işveren, yönetilen-yöneten, memur-amir, vatandaş-devlet, ebeveyn-evlat, karı-koca, talebe-hoca, elhasıl sayabileceğimiz tüm hayat alanları ve o alanlarda faaliyet gösteren failler için de geçerlidir.

İnsanın hak yerine batılı tercih hakkı var mıdır?

Bu hakkı insana Allah vermiştir. Halık’ın tekliği nasıl uluhiyetin yasası ise, mahlûkun çokluğu ve farklılığı da mahlûkatın yasasıdır. Mahlûkatın çokluğu ve farklılığı yasası öyle temel bir yasadır ki, bırakınız masum farklılıklardan birini ortadan kaldırmayı, küfrü bile ortadan tamamıyla kaldırıp, insanların tümünü iman etrafında tek vücut kılamazsınız. Zira bu Allah’ın iradesine aykırıdır:

“Eğer Rabbin isteseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Ne yani, şimdi sen mü’min oluncaya kadar insanları zorlayacak mısın?” (Yunus 10:99),

Eğer Rabbin isteseydi insanların tümü iman ederdi, ama istemedi. Zira mahlûkat için çokluğu ve farklılığı yasa kıldı.

Din insanın özgür seçimine dayanır. İman ancak, onu tercih edenin, özgür iradesiyle yaptığı tercih sayesinde iman olur. Özgür iradeyle tercih edilmemiş bir inanca mensubiyet “iman” olarak adlandırılamaz. Kur’an şöyle buyurur:

“Zorlama dinde yoktur. Artık doğru ile yanlış birbirinden seçilip ayrılmıştır. Şu halde kim tağutu reddeder de Allah’a inanırsa, kesinlikle kopmaz bir tutamağa yapışmış olur.” (Bakara 2:256)

Bu ayetin iniş sebebi hayli manidardır: Medineli Araplarda, kitap ehli olan Yahudilere karşı duydukları aşağılık duygusundan kaynaklanan bir adet yerleşmiştir: Çocuğu olmayan Medineli Araplar, eğer çocuğu olursa Yahudi mabedine adayacağına söz verir, çocuk olunca da adarmış. Bu yolla Yahudilerin eline geçen bir hayli Arap çocuğu vardır. Nadîroğulları Yahudileri Medine’den sürgün edildiğinde, bu çocukları da yanlarında götürürler. Çocukların gerçek ebeveynleri Rasulullah’a müracaatla; “Çocuklarımızı geri istiyoruz. Biz şimdi Müslüman olduk, onların Yahudi olmasına gönlümüz razı gelmez” derler. Efendimizin verdiği karar, bu ayetin inişine neden olan karardır: Çocuklara sorulacak, çocuklar hangi inancı tercih ederse, sonuç ona göre belirlenecektir.

Buna benzer bir hadise de “Fıtrat Ayeti” (Rum 30) ile ilişkili olan “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar” hadisi bağlamında yaşanmıştır. Mücahitler savaşlarda ölen düşmanların küçük yaştaki çocuklarından bazılarını yanlarına almışlardır. Bunu duyan peygamberimiz, olaya kızdığını belli eder. Bunu yapan sahabiler ise; “Ama onlar müşriklerin çocukları” diye savunurlar yaptıklarını. Hz. Nebi “Sizin en iyileriniz de öyle değil miydi?” diyerek bu mazereti reddeder ve bunun ardından o ünlü hadisi söyler. (Taberi, 30:30’un tefsirinde…)

Kur’an’da, İslam’dan dönenin (mürted) cezalandırılacağına dair ayet yer alır. Fakat bu maddi ve dünyevi bir ceza değildir. İşte Kur’an’a göre dinden dönenin cezası:

“Sizden her kim dininden döner ve kâfir olduğu halde ölürse, onun bütün yapıp-ettiği ameller dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlar ateşe mahkûmdurlar, onlar orada kalıcıdırlar.” (Bakara 2:216)

Bütün bu ayetlerin gösterdiği hakikat, insan bu dünyada hak ve batıldan birini seçebilir. Ona bu hak tanınmıştır. Fakat Allah insandan hakkı seçmesini istemekte, batılı seçtiğinde bunun kendisine zulüm olacağını buyurmaktadır. Zulmeden ise cezasına katlanır. Zira zulmetmek bir hak değil, bir haksızlıktır

Mü’minin savaşması gereken şey, batılın hakkın önünü tıkamasıdır. Batılın hak kılığına girmesi, batılın hakka güç ve şiddetle galebe çalmasıdır. Neticede, batılın hakkın üzerine binmesidir. Böylesi bir durumda, imanını ciddiye alan her mü’min, hakkın savunması için tüm çabasını harcamak zorundadır. Kur’an buna, “cihad” adını verir.

Batılın söz hürriyetini yasaklamak, batılı güçlendirmektir. Batılın, özünden kaynaklanan bir gücü yoktur. Batılı yasaklamak, batılda güç vehmetmektir. Bu, batılı güçlendirir. Hak ehlinin gayesi, batılı yasaklamak değil, hakkı hakkıyla temsil etmek olmalıdır. Yasaklarla işe başlayanlar, hakkı temsil etmekte sıkıntısı olanlardır. Allah Rasulü 23 yıllık nübüvvetinin 13 yılında neyi yasakladı? O şirki yasaklamak yerine tevhide çağırdı. Tevhidden güç aldı. Ondan aldığı gücü tevhide fazlasıyla tevdi etti.

Hakkı hakkıyla temsil edersek, hakla yücelir ve hakkı yüceltiriz. Hakla yücelirsek, batılın köpük olduğu ortaya çıkar. Köpükle savaş, gereksiz bir enerji kaybıdır. Batıla ifade özgürlüğünü yasaklarsanız, onunla mücadele edecek fikri nasıl üreteceksiniz? Yasağın garantisi maddi gücünüzdür. O gücü elinizde bulundurduğunuz sürece yasağınız sürer. O gücü kaybedince, batıl yasaklanmış her düşünce gibi bilenerek ve savunma mekanizmasını güçlendirerek ortaya çıkar. Bu kez, onu yasaklayan savunmasız kalır. Zira onu yasaklamanın rahatlığıyla kendini hazırlamamış, muhalif fikirlere karşı tefekkür geliştirmemiş, zihni bir çeviklik kazanmamış,  hazırlıksız yakalanmıştır.

Fakat küfür, hakaret, iftira, bühtan insanın insanlığına yönelik bir saldırıdır, fikir değildir. Hakaret etmek bir hak değil, tecavüzdür. İftira etmek bir hak değil, tecavüzdür. Tecavüzün kendini fikir yerine koyması, insana yapılmış hakarettir. Fikrin tahtını gasp ederek kendisine fikre tanınan hakkın tanınmasını istemesi, batılın yaptığı bir sahtekârlıktır. Bu tuzağa da düşülmemelidir.

Kur’an Müşriklerin en haksız eleştirilerini dahi nakleder (Bkz: Furkan 5, Nahl 103). Onlarla fikri mücadele yapılmasını mü’minlerden ister. Beri yandan, inkârcı muhataplarını yok saymaz. Onların inanç ve fikirlerini yasaklamayı emretmez. Hatta onların inanç ve fikirlerini dikkate alarak defalarca şu çağrıda bulunur:

“De ki onlara: Haydi, getirin delilinizi, tabi ki eğer tezinize sadıksanız!” (27:64)

“İnsan hakları” mı, insan vecibeleri mi?

Batının “insan hakları” nazariyesi sorunludur. “İnsan hakları” ifadesindeki “hak” terimi de, bu sorunun bir parçasıdır. Bu sorunun temelinde de, Batıda insan hakları tarihinin, kiliseden ve burjuvaziden koparılan hakların tarihi olması yatmaktadır. Zira Batıda, burjuvazi toprağın, kilise ise inancın mutlak hâkimiydi. Bu hakların, emekçi sınıflar tarafından burjuvadan “söke söke alınmış” ya da burjuva tarafından emekçi sınıflara “seve seve verilmiş” olması, tali bir meseledir.

Batının temel insan hakları olarak saydığı unsurlar, İslam’a göre hak değil vecibedir. Mesela en temel hak olan “yaşama hakkını” ele alalım. Batıda, “yaşama” temel bir insan hakkı olarak ele alınır. Zira tüm diğer haklar gibi, bu hak da, alt sınıfların mücadele yoluyla egemenlerden aldığı haklardan biridir.

Fakat Batıda “yaşama hakkı” olarak ele alınan şey, İslam’da çok daha üst seviyeye çıkarak, “yaşama vecibesi” olarak ele alınır. Zira insanlar hayatı, kendilerini yönetenlerin lütfu olarak elde etmemişlerdir. İslam aklında, hayat kölelere efendileri tarafından sunulmuş bir lütuf, altsınıflara burjuvazi tarafından sunulmuş bir hak, tebaaya yönetici tarafından sunulmuş bir ihsan değildir. Nitekim bu, tam da Nemrud’un bakış açısıdır:

“Sırf Allah kendisine hükümranlık verdi diye Rabbi hakkında İbrahim’le tartışan kimseye baksana! O zaman İbrahim demişti ki: “Benim Rabbim hayat veren ve öldürendir”. (Nemrud) cevap verdi: “Ben de hayat verir ve öldürürüm.” (Bakara 2:258)

Hayatın sahibi, el-Hayy olan Allah’tır. İnsana hayatı bahşeden de O’dur. Sadece İbrahim’e değil, Nemrud’a da hayatı o vermiştir. Sadece efendilere değil, kölelere de hayatı O vermiştir. Sadece galiplerin değil, mağlupların hayatını da O vermiştir. Hayat, Allah’ın insanoğluna mukaddes bir emanetidir. İnsanoğlu, O’nun emanet ettiği hayatı korumakla mükelleftir. Bu da yaşamayı bir “hak” değil, bir “vecibe” kılar.

Hak ile vecibe arasındaki fark çok büyüktür. İnsan hakkından feragat edebilir. Buna kimse karışamaz. Hatta her feragat bir fedakârlık olduğu için, bunu yapan insan övülür. Hakkından feragat ettiğinden dolayı kimse sorumlu tutulamaz. Fakat insan üzerine vecibe olan bir şeyden feragat edemez. Etse de buna “feragat” değil, “sorumsuzluk” denir. O kimse yükümlülüğünü yerine getirmediği için, mesul duruma düşer. Bunu yapanın bizzat kendisi, hak ihlali yapmış olur.

Bu söylediklerimizi Batının “yaşama hakkı” dediği şeye tatbik edecek olursak: Batıda yaşamak bir “hak” olduğu için, kişi bu hakkından feragat edebilir, vazgeçebilir. Hatta her hakta olduğu gibi, bir başkasına devredebilir. Batıda intihara ve ötenaziye yaklaşımın temelinde bu tasavvur yatar.

Fakat İslam’da yaşamak bir vecibe olduğu için, kişi bu hakkından kendi gönlüyle de olsa feragat edemez, vazgeçemez, bir başkasına devredemez. Mesela intihar, kişinin kendi isteğiyle yaşama hakkından vazgeçmesi ve hayatına kendi elleriyle son vermesidir. Fakat İslam’da bu büyük, hem de çok büyük bir günahtır. Sebebi, Allah’ın emanet ettiği “yaşama vecibesini” ihlal etmek, hayat emanetine ihanet etmektir.

Kur’an’ın inşa ettiği İslam aklının “İnsan hakları” meselesinde nasıl çalıştığına, İslam tarihinden bir örnek verelim: Musul halkı “Seffâh/çok kan dökücü” lakaplı Abbasi Halifesi Ebu Cafer Mansur’a karşı 138 (m. 765) yılında kıyam eder. Mansur kıyamı bastırır ve onlardan “Bir daha ayaklanırsak, kanlarımız Mansur’a helal olsun!” şeklinde söz alır. Bir daha kıyam ederler. Mansur Musul halkını topyekûn imha etmeyi kafasına koyar. Bu katliamın çekeceği tepkiyi azaltmak için de, yüzde yüz haklı olduğu zannıyla zamanın ünlü âlimlerini huzuruna çağırtıp onlardan fetva ister. Âlimler Mansur’a istediği fetvayı verirler. O zamana kadar hiç konuşmayan İmam Ebu Hanife’ye yönelen Mansur, “Senin görüşün nedir?” diye sorar. İmam şu tarihi sözleri söyler: “Onlar, kendilerinin olmayan bir şeyi, sana helal kılmışlar. Hayatlarına son vermek kendilerine bile helal değilken, onu sana nasıl helal kılabilirler? Şeriat, hayata son verme hakkını, onlara da sana da tanımaz. Mesela, bir kadın namusunu rızasıyla yabancı bir erkeğe teslim etse, o ona helal olur mu? Biri diğerine “gel beni öldür” dese, diğeri de onu katletse, bu caiz olur mu? /…/ Onların kanını dökersen zulmetmiş olursun. Allah’ın şartı uyulmaya kullarınkinden daha layıktır.” [Kerderi, Menâkıbu Ebî Hanîfe, s.296.]

Hak, özü itibarıyla hak değildir, yani hak mutlaklaştırılamaz. Öyle olsaydı katilin özgürlük hakkı elinden alınarak cezalandırılmazdı. Bağımlının uyuşturucu kullanma hakkı elinden alınamazdı. Elbette “insan vecibeleri” haricinde, bir de “insan hakları” diyebileceğimiz bir haklar listesi yapılabilir. Eğer hak farz kısmına giriyorsa, hakların tahakkuku için çalışmak farz ibadet hükmündedir. Eğer nafile kısmına giriyorsa, nafile ibadet hükmündedir. Hz. Peygamber “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” buyurur. Unutulmamalıdır ki, bir haksızlık onu yapanın yanına kâr kalıyorsa, haksızlığı yapan ödüllendiriliyor demektir. Bu ise vebaldir.

Tüm ilahi vahiylerin maksadı şu beş emniyeti sağlamaktır:

  1. Can emniyeti
  2. Akıl emniyeti
  3. Din emniyeti
  4. Nesil emniyeti
  5. Mal emniyeti

Hak arama, Allah’ın el-Hak isminin mü’mindeki tecellisidir. Hakkını arayan her mü’min, el-Hak ismini yansıtan bir ayna hükmündedir. El-Hak isminin ahlakında tecelli ettiği mü’minler çoğaldıkça, toplumda hak arama bilinci artacak, haksızlıklar azalacak, adalet güçlenecek, liyakat ve ehliyet ödüllendirilmiş olacaktır. Rivayet doğruysa, İmam Azam Ebu Hanife, fıkhı şöyle tarif eder: Ma’rifetu’n-nefs mâ leha ve mâ aleyha: “Kişinin hak ve sorumluluklarını bilmesidir.” İslam’da yönetim aygıtını meşru kılan şey, hak ve vecibelerin korunması ve tahakkukudur. Devletin imanı adalettir. Yönetimin meşruiyeti adaleti kadardır. Adaletini kaybeden yönetim, meşruiyetini de kaybeder. Yönetimin hedefi, “Vallahi, çalan kızım Fatıma da olsa, elini keserdim” diyen Hz. Nebi gibi, imtiyazsız ve adil bir topluma ulaşmak olmalıdır.

Mustafa İslamoğlu

Sabır edilgenlik değildir

Kocası kendisine karşı fiziksel şiddet uygulayan bir kadını düşünelim, buna sabır göstermesi, alışması bütün bunlara tahammül göstermesi anlamına gelmez. Hadis-i Şerif “Bir kötülük gören onu önce eliyle, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, ona da güç yetiremezse kalbiyle buğz etsin” diye buyuruyor, kötülüğe karşı aksiyoner olmakla mükellefiz. Evvelemirde de en yakınımızdaki kötülüklere karşı. Bunlara karşı pasif kalmak, kötülüğü büyütüp besler, ona cüret kazandırır. İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak ile yükümlüyüz. Bir kötülük gördüğümüzde onun devam etmesine rıza göstermememiz lazım. Ona kalben onay vermememiz, itiraz etmemiz gerekir. Zaten bunu yapabildiğimiz için bu ülkede çok şükür hür, müstakil, özgür vatandaşlar olarak yaşamaya devam ediyoruz. “Allah’a dayandım!’ diye sen çıkma yataktan./ Mânâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!/ Ecdâdını zannetme asırlarca uyurdu;/ Nerden bulacakdın o zaman eldeki yurdu?” diye feryad ediyordu Mehmet Akif Safahat’ında.

Değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabullenmek bir nebze önerilebilir ama bu kabullenişte bile yine de bir çabasızlık olmamalı. İnsan eliyle gelen bir şey, değiştirilebilir niteliktedir. Şiddete, zulme maruz kalmak değiştirilebilir bir şeydir ve insanın bunun için gayret göstermesi gerekir. Bir başkasına kötülük yapılırken sessiz kalırsam, o kötülük benim sessizliğimle tamamlanmış olur, kötülüğün altına imzayı biz atarız. Ayetlerde de hakkı ve sabrı tavsiye etmek beraber zikrediliyor. Mevlana da Mesnevi’nin bir yerinde diyor ki “A kişi “Vel asr” suresinin sonunu dikkatlice oku da bak. Allah o surede sabrı hakla beraber andı, sabrı hakka eş etti. Allah, yüz binlerce kimya yarattı ama insan, sabır gibi bir kimya görmedi.” Sabır, ‘kibrit-i ahmer’dir, onunla bir sürü olumsuz, değersiz şeyi olumluya çevirebiliriz. Eskiler “Sabırla koruk helva, dut yaprağı atlas olur.” demişler.

Sabır kendi ritmimize ve başkasının ritmine saygı göstermektir. Çocuklarımızı, dostlarımızı, öğretmensek öğrencilerimizi, yöneticiysek çalışanlarımızı kendi ritmimize uymaya zorlamamaktır, ona kendi tabiatınca işlev kazandırmaktır. Ay acele etmez, bulutlar acele etmez, kâinatta hiçbir şey acele etmez. Her şey sırası geldiğinde, zamanı geldiğinde, vakti eriştiğinde hareketini, çevrimini tamamlar. Her şeyin vakti kendi ölçüsüyledir, civcivi, yumurtaları kırarak değil kuluçkaya yatırarak elde ederiz. İnsan aceleci bir varlık, doğal çevrimlerle hareket etmek istemiyor, kendini hızlandırmak istiyor. 7/24 yaşıyoruz artık, neon ışıkları gecemizi de aydınlatıyor. Dolayısıyla seher vaktine yakılan türküleri de anlayamaz hale geldik.

Kendimizi biraz zamanın doğal çevrimlerine bırakabilmemiz lazım. Batı’da bununla ilgili yeni arayışlar başladı. İnsanlar cep telefonlarını, bırakıp bir dağ köyüne gidiyorlar, orada detoks seansları yapıyorlar. Her şeyden detoks; dijital dünyadan, dedikodudan, yıpratıcı insan ilişkilerinden. Gece çıkıp çimlerin üzerinde uzanarak yıldızları seyretmek, yayla köylerimizde halen daha yapılabilecek bir şey. Zaman zaman hepimizin kendimize yavaşlama imkanları sunmamız lazım, bu sabırsızlık ikliminden kaçmak için. Sabır talimi. Çocuklarımızı büyütürken onların hızına, onların doğal çevrimlerine dikkat ederek, saygı göstererek büyütelim. Onların can sıkıntısı içinde olmalarına da rıza gösterelim. Canı sıkılan çocuk iyidir, hayal kurmayı, hayal ile kendini avutmayı öğrenir, hayal de ruhsal dünyamızın gelişmesi için çok önemli bir şey.

Sadra şifa anahtar bir cümlemiz var: “Bu da geçer ya hu!” . Onu dediğimiz zaman, hayatın o ana asılı kalmadığını söylemiş oluyoruz. Onu tekkede asılı bir levha olmaktan çıkarıp hayatı kuşatan, yaşayan bir ruh haline getirmek lazım. Fethi Gemuhluoğlu, “ Gelecek iyi olur, mazi bitmiştir. Gelecek bize ait bir endişe ve bekleyiş değildir. Hale razıyım. “Dem bu dem” deriz. Allah deriz. Peygamber-i Ekber deriz. Meded ü inâyet Ya Şah-ı Velayet deriz” diyordu. Sabır bir zikirdir.

Mesleğim gereği insanları hayatlarının değişik dönemlerinde görüyorum; uzun seneler boyunca bir genç hanım danışanımı takip etmiştim, bir sürü ıstırabın koynunda bir çıkış yolu bulamıyordu. Sonra kendi kendine işlerini hal yoluna koymaya çalışacağını söyleyerek ayrıldı. Bir zaman önce onu sokakta gördüm.  Sanki eski bir dostumu görmüş gibi sevindim ve  “Nasılsın, iyi misin, neler oldu?” diye sordum hemen. Adeta sonunu göremeden ayrıldığım bir filmin devamını merak eder gibi.  Aradan kaç sene geçmiş, her şeyi halletmiş, kendi gayretiyle pek çok sorununun üstesinden gelmiş, o çözülmez zannedilen problemler hallolmuş. Zaman ilaç olmuş gerçekten. ‘’Istırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer’’. Bazen çiftler görürsünüz, birbirleriyle gırtlak gırtlağa gelirler, o kadar birbirlerinden nefret ederler. Sonra bir gün bir başka zaman birbirlerindeki iyi tarafları keşfetmişlerdir, o iyi tarafları bir mücevher kuyumcusu gibi işlemişlerdir, büyütmüşlerdir, el ele tutuşarak birbirlerinden çok memnun bir halde gelirler. İnsan eliyle gelen yanlışlıklar her zaman düzeltilmeye açıktır. Kahramanın tekallübatı diyor Samiha Ayverdi buna, felek bizi yaraladığı kadar iyileştirir de. Zamanın bereketi lafını unutuyoruz. Bereket de bizim medeniyetimizin anahtar kelimelerinden bir tanesi; bir şeyin doğru zaman ve zeminde çoğalabilmesi, hayrının sirayeti. Zamanı acele ettirmemiz, kendi doğasının dışına zorlamamız onun bereketini kaçırıyor.

Günler yürür, önce ve sonra akıp aynı yerde birleşir. Her şey geçer. Kaygı da, bekleyiş de sonsuza dek sürmez, zamanın dalgası kıyıları döver, izler silinip kaybolur. “Ve gönül Tanrısına der ki / -Pervam yok verdiğin elemden/Her mihnet kabulüm, yeter ki/ Gün eksilmesin penceremden” diyordu Tarancı. Zuhurâta tabi olalım, felek bizi döndürür, halden hale çevirir. Her döndüğümüz yerde bizim için bir başka hazine vardır, kaybettiğimize yazıklanmayalım, bizi bekleyen heyecan verici yeni hazineye hayret edelim. Nasıl söylemiş Yunus, “Miskin Yunus sana kuldur/ İster ağlat, ister güldür/ İster şad et, ister öldür/ Narın da hoş, nurun da hoş’‘.

Üretken ıstırap

“Sabr edelim gönül ne gelir elden/ Sabırlı kulunu sevmez mi sultan/ Yusuf’u kurtardı kuyudan gölden/ Biri sabır, biri şükür, bir dua” demiş Pir Sultan Abdal’ımız da. Hep diyoruz ki “Bu niye benim başıma geldi?” Niye şöyle sormuyoruz, “Bu benim başıma niye gelmesin ki?” Benim özelliğim, diğer insanlardan farklılığım ne? Bir sürü dert sahibi insandan daha üstün bir varlık değilim ki. Bu soruyu sormamız çok önemli. Üretken ıstırap diye bir tanım var; hayatımıza dokunduğu anda bizi büyüten, içimizi genişleten, ondan öğrendiğimiz bir ıstırap.

Hz. Eyüp’ün ıstırabı gibi. Eğer siz sabırla beklerseniz, sabırla mukavemet ederseniz, ıstırabından size bir öğretici olmasına izin verirseniz – ondan ne öğrenebilirim? Bu ıstırap bana geldi, bana ne anlatıyor?- oraya kulak verebilirseniz, hayrın ve şerrin kaynağının aynı ilahi güç olduğunu teslim edebilir ve orayı dinleyebilirseniz, o zaman ıstıraptan bir şey öğrenir ve onu üretken bir ıstırap kılabilirsiniz. Onu dönüştürerek kendiniz için bir büyümeye, bir gelişmeye, inkişafa dönüştürebilirsiniz. Hastalığı kendine şifa olan, hastalıkla bazı yüksek şeyleri keşfeden bir takım insanlar vardır, bir tanesi Allah gani gani rahmet eylesin Ayşe Şasa hanımefendi idi. O kendi ruhsal alt üst oluşunda hayatın bambaşka bir penceresini bulup keşfetti ve o pencereden bulduklarıyla da pek çok insana faydası dokundu.

Ulaşamadığına tevekkül, ulaştığına rıza, kaybettiğine sabır gösteren kişi takvâ ehlidir.” diyordu İmam-ı Gazzâli. Sabır, her durumda farklı bir kisveye bürünerek, başka bir dersin müderrisi olarak bize öğretir. Musibetler, farklı bir bekleme, dayanma, dönüşme pratiği gerektirdiği gibi, ille de bunlardan birisini seçmemiz gerekmeyen durumlar da vardır. İnsan elinden çıkma bir kötülüğe maruz kaldığımız zaman buna alışmak zorunda değiliz. Nisa Sûresi’nin, 97. ayeti, hicret etmekten imtina edenlere olduğu gibi tüm mustazaflara bir yol gösterendir: “Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken ne haldeydiniz derler. Onlar da, yeryüzünde derler, aciz kişilerdik biz. Melekler, Allah’ın yeri geniş değil miydi derler, siz de hicret edeydiniz…”

Ani tatmin çağı

Modern medeniyet, ani tatmini adeta kutsallaştırıyor. Biz hızlanan iletişim araçlarıyla, hızlanan ulaşımla, her yerde hazır ve nazır olabilme teknolojileriyle beraber hızlı bir tatmini de istiyoruz. Bir tuşa basmakla hayatımızın değişmesini, hazzı hemen şimdi ve burada istiyoruz. Haz bir buyruk artık, ertelemeye gelmez! Şunun şurasında kısacık bir ömrümüz var, değil mi? Ani tatminin doğuştan hakkımız olduğunu düşünmeye meyyaliz. Bencillik, insanın sadece kendini düşünmesi ve  diğerkâmlıktan vaz geçmesi, kendi ihtiyaçlarını başka insanların önüne almasıyla at başı giden bir şey bu aslında.

Geleneksel kültürlerde erdem olarak kabul ettiğimiz sabır, modern dünyada bir hastalık gibi adeta, bir eblehlik, bir enayilik gibi algılanabiliyor. Niye öne geçmek dururken sıranı bekleyesin? Neden daha hızlı gitmek dururken yürüyerek gidesin, neden e-posta dururken mektup yazasın, neden çoğaltmak dururken azla yetinesin? Bütün bunlar birbiriyle çok alakalı şeyler. Hayatın hızlandırılmasının, insanın nefsani tarafını da çoğaltan bir mahiyeti var. Hızlandıkça aslında kendi ölümümüzden kaçıyoruz. Unutmak istediğimiz için hızlanıyoruz. Metafizik anlamda, sabırlı insan kendi ölümü üzerine de düşünebilen insandır. Zamanı daha uzun bir şimdi olarak yaşayan insandır. Saint Augustin’in bir sözü var, “İnsan üç zamana yaşar; şimdiki zamanın geçmişinde, şimdiki zamanın şimdisinde ve şimdiki zamanın geleceğinde”. Şimdiki zamanın geçmişi bugün farklı olabilir, yarın çok depresif, çok mutsuz, çok keyifsizsem, şimdiki zamanın geçmişi çok daha farklı olabilir. Kendimizi kötü hissettiğimiz zaman geçmişi daha kötü hatırlıyoruz, kendimizi daha iyi hissettiğimiz zaman ise geçmişi daha iyi hatırlıyoruz. Hayatın uzun bir şimdi olduğunu, hepimizin anın evlatları olduğumuzu unutmazsak sabır duygusunu içimize daha çok yerleştirebiliriz. Çünkü, “Allah sabredenlerle beraberdir.” Bunu Allah’ın sabrederken kulunda tecellisinin parlaması olarak değerlendirmeliyiz.

Acelecilik, anda oyalanamayan dikkat ve muhayyile, kuluçka süresini bekleyemediğinden can’ı çürüten bir nakısa.  Teenni, derin düşünce, huzurda olmak Rahman’dan, acelecilik ise şeytandandır, çünkü iblis çok fevri davranmıştır. Antik felsefe hikmet gereği olarak sabrı öğretirdi, din ise bu kıssadaki şekilde sabrı pratik olarak öğretir; çünkü sabrı yalnızca insanlardan öğrenebiliriz. Şimdilerde yaygınlaşan bir tür var kitaplar arasında, ‘Yüz büyük felsefe fikri’ mesela. Üç sayfada size bir fikri özetliyor. Aynı şekilde özet romanlar okuyarak, o romanın sayfalarında kaybolmadan, karakterlerle özdeşleşmeden ana fikrinin ne olduğunu öğrenmiş oluyorsunuz. Woody Allen’ın meşhur bir esprisi vardır, mealen “Bu hızlı okuma kurslarına ben de gittim. Savaş ve Barışı iki saatte okuduk. Olay Rusya’da geçiyor” diyordu.

Çocuklar bile bilgisayar oyunlarında onları geliştirecek merhaleleri oynayarak geçmek yerine, bir an önce sonuca ulaşmak için ilave silah ve puan satın alıyor. Oyunu tasarlayanlar da hızlı ve kolay yoldan başarma ihtiyacını sömürüyorlar. Ama çocukların dürtüsellik artışında, sabırsızlığında maalesef bu video oyunlarının, video teknolojilerinin ve görsel ekranların yaygınlaşmasının çok büyük bir payı var. Üç saniyede bir görüntü değişiyor oyunlarda. Çünkü bu hızın altında kalınırsa, genç sıkılıyor. Hızlı, aksiyona dayalı oyunlar bunlar, ne kadar çok adam, ne kadar çok düşman karakter öldürürseniz puan alıyorsunuz, dolayısıyla saniye bile kaybetmemek gerekiyor. Genci istim üzerinde tutabilmek için ekranda da imgeler sürekli değişiyor. Sonuçta günümüz toplumunda, bir çocuğun zihni o oyunların hızına ayarlandığı zaman dikkat eksikliği patlaması oluyor. Çocuklar artık sıralarında rahat oturamamaya başlıyor, bir kitabı alıp saatlerce göz gezdiremiyorlar. Oyunların bizi hızlandırdığı gibi ani mesajlaşma teknolojileri de sabrımızı törpülüyor. Bir mektup yazmak için sabır lazımdır, onun cevabını beklemek daha büyük sabır ister. Günümüzde ani mesajlaşma ve hızlı e-posta trafiği, sabır duygusunu öldürüyor. Eğer bütün cevaplar şimdi ve burada ve gelecek de sadece bir kaç dakika uzakta ise, neden sabırlı olasınız ki?

Çocuklarımızı sabır duygusuyla büyütemiyoruz, onları da hızlandırarak büyütmek, bir an önce yetişkinlerin safına katmak istiyoruz. Günümüz anne babalarına baktığımızda “çocuğum şunu da öğrensin bunu da, şunda da behresi olsun, bundan da eksik kalmasın” diye büyük bir telaş görüyoruz. Telaşla oradan oraya koşuşturulan çocuklar, çocukluklarını yaşamaya, oyun oynamaya ve hayal kurmaya zaman bulamıyorlar. Hayal kuran çocuk, tıpkı bir bitkinin su ve güneş alıp büyümesi gibi olgunlaşarak  büyüyen çocuktur. Hayal kurmasına izin verilmeyen çocuk, ruhsal gelişimi eksik bırakılan, olgunlaşmayı tamamlayamayan çocuktur. Büyümek için çocuğun en çok hayale ve oyuna ihtiyacı var. Sabırsız olduğumuzda, çocuklardan en temel şeyi bu şekilde esirgemiş oluyoruz. Hayal kurma özgürlüğünü, tek başına bir odada sıkılabilme, oyun kurabilme özgürlüğünü de onların elinden almış oluyoruz. Biz de yavaşlığa katlanamıyoruz, hâlbuki iyi anne babalık dediğimiz şeyin bir kısmı, sıkılsanız dahi çocuğunuzla beraber olabilmek, onun sıkıntısını içinizde yumuşatıp ona eğlence olarak gönderebilmekle mukayyet. Bu idealden hepimiz çok uzağız. Her konuda çok hızlanmak istiyoruz ama zihin hızlansa da duygular o kadar hızlanmıyor, duygular yerinde kalıyor. Çocukları bir takım televizyon ve video imgeleriyle çok hızlı büyüttüğümüzde, ruhları çocuk kalıyor fakat zihin başka türlü işliyor. Zihin ve duygu arasındaki yarık büyüyor.

Başka zaman algıları

Tanpınar’ın çok sevdiğim bir sözü var, “Şark oturup beklemenin yeridir” diyerek, pasifizmi, atâleti, bekleyişi aksiyona dönüştürmemeyi eleştiriyor. Ama toplumların zaman tasavvurları faklı, aynı toplumun modernlik öncesi ile sonrasındaki zaman tasavvuru da birbirinden farklı. Modernlik yalnızca kasılmayı ve kaygıyı bilir, zamanı değil. Jay Griffith, Tik Tak Zamana Kaçamak Bir Bakış adlı kitabında “Hindistan’ın Andaman ormanlarında insanlar, koku takvimi kullanır; yılın dönemlerini, çiçeklerin ve ağaçların kokularına göre tarif ederler… Zamanın, doğadan o denli kopuk, dünyanın ritminden de o denli daha kesin olduğu Batı’daki zaman modelinden farklı olarak, birçok kültür için zaman, yalnız doğal dünyada ve doğanın işleyişinde beden bulur. 

Kuzey Amerika Kızılderilileri’nin dillerinde “dünya” sözcüğü, yıl anlamına da gelir; birinin dönüşü, diğerinin de dönüşüdür. Dakota Kızılderilileri, “Yıl, dünya etrafında bir dönüştür” der, ya da kutsal kulübe etrafında; çünkü kulübe de dünyayı temsil eden bir imgedir. Yakutlar da “dünya geçti” derler, ki bunu, “bir yıl bitti” diye tercüme edebiliriz. Brezilya’daki Mato Grosso do Sul’da yaşayan Guarani-Kaiovva Kızılderilileri, “Kaç yaşındasın?” anlamında, “Guavira, yaşamında kaç kez çiçeklendi?” diye sorarlar… Burundi’de zaman tarif edilir (yani saymak yerine bir özellik atfederek ifade edilir); karanlık bir geceye sen-kimsin-gecesi denir” sözleriyle tarif ediyor bu tabii zamanın yansımalarını. 

Çok hızlandırılmış bir zamanda yaşıyoruz şu anda. Olaylar da çok hızlı, her şeyden gereğinden çok haberdar oluyoruz. Malumatın bilgiyi, bilgi fazlasının bilgeliği ezdiği çağlar. Samanlıkta iğne aramak gibi hayata aktarılabilir bilgiyi aramak. Olayların birbirinin arkasından sökün ettiği ve bütün bunları içimize aldığımız, bir olayı hazmetmeden diğerine geçtiğimiz, içimizde bir sürü zaman nüvesinin kaldığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bu da insanın dikkatini çok dağıtıyor. “İnce bir buzun üzerinde kayarken, bizi güvende tutan şey hızımızdır.” diyordu Emerson. Hız, bir şeyde derinleşebilmemizi zorlaştırıyor, tefekkür ve murakabe o yüzden çok önemli. Hiç yapamasa bile insanın her gün yarım saati bir odada yalnız kalarak tefekkür etmeye, muhasebe etmeye ayırması lazım. “Bugün ben ne yaptım, hangi davranışımla kimi kırdım, kimi üzdüm, hangi sözüm nereye vardı, neyi daha iyi yapabilirdim, bugün beni ne mutlu etti ne mutsuz etti?” diye. Başımızı yastığa koyduğumuz anı beklememeliyiz bunun için, hayat ertelenmeye gelmez. Özel bir zaman ayırarak bunları tefekkür etmek bizi hem içsel olarak olgunlaştırır, hem de sabır yönünde eğitir.

Sabır tasavvurları

Toplumların farklı zamanlardaki sabır tasavvurları da değişiyor. Cemil Meriç, tarihte yükselişte olan toplumların kader inancı ile düşüşteki toplumların kader inancının birbirine tam zıt davranış kalıplarını tarif ettiğini söylüyordu. Gerçekten de toplumlar siyasi, ekonomik, ilmi ve sosyal dinamikler açısından düşüşe geçtiklerinde tahammül temelli pasif sabır anlayışı zamanın inanç ve felsefesine girer; bu bizim tarihimizde olduğu kadar (Emevi dönemi, Moğol istilası, 18. yy sonrası), sinizmin, sineye çekmenin, hesabı ertelemenin ekolleri domine ettiği Antik Yunan’da da, Ortaçağ Skolastiğinde de böyleydi. Yükselişte olan toplumlar ise kaderin eli olurlar, böylelikle sabır algıları da aksiyonerdir. Sanayileşme, soyut zamana göre kendisini ayarlayan toplumları olay zamana göre biçimlenen toplumların önüne çıkardı. Sabah tam sekizde işbaşı yapan toplumlar, dakikliği paraya tahvil ettiler. Ne de olsa, vakit nakittir! Saat zamanının icadı iş verimliliği için olmazsa olmazdı. Zamanın hızlı, verimli, sayılabilir ve tahmin edilebilir bir hale büründürülmesi onun insanın tecrübesinden ve doğanın ritimlerinden koparmış, bizi yapay bir zaman ortamına mahkum etmiştir.

Artık çerçevesini bilgisayarların  çizdiği bilgizamanda (computime) yaşıyor gibiyiz.  Robert Levine Zamanın Coğrafyası’nda genel olarak sanayileşmiş toplumların zamanı farklı bir şekilde piyasada dolaşıma sokulabilir bir kaynak olarak gördüklerini belirterek, zaman kültürleri temel olarak ikiye ayırmıştır. “Bunların ilki olay-zamanına göre, ikincisiyse saatin soyut zamanına göre işler. İlk durumda insanlar bir olayın süresini dikkate alırlar. Bir görüşme ancak daha önceki bir aktivite (örneğin bir sohbet ya da yemek) tamamlandığında gerçekleşebilir. Tersine, saatin soyut zamanını dikkate alan insanlar bir randevuya gitmek için halihazırda yaptıkları şeyi yarıda keserler. Sanayileşme, başka nedenlerin yanı sıra, insanlar zamana dakik bir şekilde uymaya ikna edilebildiği için başarılı oldu. Saatler, iş dizilerini verimli biçimde senkronize etmeyi mümkün kıldı.” Levine’ın ayrımındaki olay- zamanının, Ahmet Hâşim’in “Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir gün…” diye tanımladığı Müslüman saati ile benzerliği gözden kaçırılacak gibi değil.

Çok meşgul olmak, modern dünyada insanın kendinden kaçma, ölümden ve hayattan saklanma  stratejilerinden bir tanesi. Kendi ölümlülüğümüzle yüzleşmekten kaçıyoruz. Modern insanın en temel vasıflarından bir tanesi ölüme doğrudan bakamayışı. Cetlerimiz ölüm duygusuyla beraber yaşayan insanlardı, mezarlıklarımız, hazirelerimiz, şehrin ortasındaydı. Çok garip bir şey değildi ölümden bahsetmek, ölümle haşır neşir olmak. Daha yakın zamana kadar, kefen bezini hazırlayan bir iki nesil önceki insanların arasında büyüyorduk bizler. Kefen bezini bir tarafa hazır eden insan ölüm duygusuyla barışıktır.

Şimdi o hız sarhoşluğu içinde kendi kırılganlığımızla ve incinebilirliğimizle karşılaşacağımız her mahalden kaçmaya gayret ediyoruz. “Sabırsızlık öfkeyle aynı mahallede oturur” denir. Sabırsızlık biraz da buradan, kendimizden kaçma isteğimizden, kendimizi sürekli bir afyonla uyuşturma isteğimizden neşet ediyor. Peki ne yapacağız? Bu dijital çağda yapmamız gereken şeylerden bir tanesi kendimizi zaman zaman fişten çekmeyi başarmak. Nasıl ki bedenlerimize perhiz uyguluyorsak, dijital bir perhiz de uygulayabiliriz. Ara sıra online alemde hep hâzır ve nâzır hale getirmekten uzaklaştığımız, kendi içimize dönüp hesaplaştığımız dönemlere geçebiliriz. Bir tür elektronik itikaf yapabiliriz. Ramazan ayının son on günü dünyaya kapanarak, mâsivâdan uzak, Allah’la baş başa hasbıhal etmek için tesis edilmiş itikaf diye bir ibadetimiz var. Maalesef modern sonrası insan, itikafa bile girse orada da selfi çekebilecek bir tür. /Hız çarkı

Tahammülün faydaları

Bazı zamanlar olur, sabır beklemekten ziyade dayanmayı vazife olarak yükler bize. Ümidin kandili sönmüştür, buhran zamanlarıdır. O zaman işte, derdin ve sızının içimizde bir vakit oturmasına, ağlamasına izin vermek gerekir. “Büyük insanın iki kalbi vardır, biri kanar öbürü dayanır” demişti Halil Cibran. Ümidi kesmenin başka hiçbir yerde bulunmayacak o huzuruna vardığımızda, Didem Madak’ın şiirindeki gibi dua etmenin vakti gelmiştir “Olanlar oldu Tanrım/ Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!” Tahammül etmek, başlangıçta zehir gibi acı gelecektir, ancak benliğine yerleşince, acıyı bal eylemek deyişinin bir hakikate işaret ettiği fark edilir.

Sürekli ümit etmek, sürekli gayret ve çaba sarf etmek, çırpınmak ve bitap düşmek bir açıdan da huzursuz, azapta bir ruhun, bir obsesyonun tezahürüdür. Kesilmiş ümit, insanın çırpındıkça dolandığı bir ağdan azâd edilmesi gibidir. Perçinlendiği mekanizmadan uzaklaşarak, başka bir manzara kazanır insan, “Bugün tabiat ne kadar güzel. Kuşkusuz her gün böyle bu. Ama güzelliği görmek her zaman mümkün değil. Bakmasını bilmek gerek. Acılara, hastalığa ve yorgunluğa rağmen bakılabilir. O zaman güzelliğin içinde bütün bunlara da iyi gelen bir düşünce olduğu görülür. O “düşünce”yi bir kere ellerine geçirmiş olanlar başlarına gelen bütün sevinçlerin ve acıların külfetine daha kolay katlanabilirler: Mutluluk da tahammül ister. Onu da iyi anlamalı.”diyordu Cahit Zarifoğlu. Unamuno’nun da ifade ettiği gibi, mucize bir kez görüldükten sonra hep mucize görülür.

Çalıkuşu’nda “…ümitsiz hastalıkların, mukadder felaketlerin son bir ilacı vardır: Tahammül ve tevekkül. Elemlerde bir gizli şefkat var gibidir. Şikâyet etmeyenlere, kendilerini güler yüzle karşılayanlara karşı daha az zalim olurlar.” diye yazan Reşat Nuri’ye katılırcasına “Dünyaya almak için değil, yalnız vermek ve feda etmek için geldiğini düşün. Her şeyden vazgeçen her şeye malik olur.” diye yankılıyor onu Peyami Safa. Oysa bir başka eseri, Yalnızız’da başka bir tür sabrı, isyanın tekniğini tarif ediyor “Çaresizlik ve tehlike anları vardır ki o zaman çırpınmaya ve haykırmaya gelmez. Batar insan ve boğulur. Marifet o anları geçirmektir. Sonrası gittikçe kolaylaşır. Kadere teslim olmak lazımdır o anlarda. Menfî, miskin , âciz bir tevekkül değildir bu. Anlıyor musun? İsyanın tekniğidir. Yani sabırdır. Müspet, enerjik, hedefli, iyimser bir sabır. Dikkat et sözüme. Bu dünyada ölümden başka hemen her şeyin bir çaresi vardır. Mesele diye karşımıza çıkan zorlukların çoğunu kendi ruhumuzun içinde halledebiliriz.”

Ancak kesin bir vâkıa var ki, sabrın her türünde, kişi vakarını, metanetini korumalı, feryâd figân şikâyetten berî olmalıdır. Tezkiret’ül Evliya’sında Attâr’ın, Muhammed bin Semmâk’a isnad ettiği sözde söylendiği şekilde : “Musibet birdir, ama kişi sızlandı mı iki olur.” Hazreti Ömer’in bir adama söylediği, Hikem-i Atâiyye’de nakledilen şu sözler değiştirilemeyen şeyler karşısındaki duruşumuzda bize istikamet verecektir, “Eğer sabredersen hakkındaki kader hükmü gelir ve geçer. Fakat mükâfata hak kazanırsın. Şikâyet edersen ilâhi emir yine yerini bulur. Şu kadar ki, me’zûr (Haktan perdeli) olursun.

Asra andolsun

Terry Eagleton’ın ifadesiyle “iyimser olmayan ümit” kavramı kitabi dinlerdeki sabır ve tevekkül tavsiyelerinden farklı olmayan bir şekilde, dîvana kalan davaları veya işlerin hesabını dîvana bırakmadan burada gören, tarihin akışına müdahale eden bir “iyi Tanrı” fikrini öncüler. Biz sona ersek bile Tanrı/ tarih devam eder, işleri adil bir sonuca bağlar. Ümitsizlik geleceğin kaybedildiği hissidir, kişinin kendisini mevcut ve iyi bir gelecekte tasarlayabilmesi yeteneğidir umut etmek. Gelecek muhayyilesi, mağduriyetini gidermek için adalete kavuşmayı, varlığına, özgürlüğüne yönelen tehditleri savuşturma yolları aramayı, hesap sormayı, tüm bunlar için de umudu gereksinir. Eagleton “Bir muhafazakarın ille iyimser olması gerekmese de, kanımca bir iyimserin muhafazakar olması hayli muhtemeldir. İyimserler muhafazakardır çünkü iyi bir geleceğe duydukları inanç, şimdinin, özünde iyi olduğuna duydukları güvenden kaynağını alır” diyor. Tanrı hep iyiyi yarattığına göre, olanda hayır vardır ve olacakta hayır olacaktır. Sabrın temelinde yatan ethos, mevcut duruma intibak sağlamak değil, El- Mü’min olan bir yaratıcıya duyulan bu inançtır işte

Sabrı besleyen bir başka memba da, dünya üzerinde her şeyin tabii bir zamanı olduğu idrakine dayanıyor. Güneş, yıldızlar ve ay, bahar çiçeği, doğacak çocuk her şey vaktini bekler. Bu beklenen zaman, bir kader yani ölçüdür. “Acele şeytandandır ve teenni Rahmân’dandır” sözü zamanın bu serin kanlı akışına teslimiyeti anlatır. Çoğumuzun zannettiği gibi miskinlik, atalet, yokluk karşısındaki hissizlik ve lakayt kalmak, sabrı işaret etmiyor. Asr suresindeki salih amellerde bulunmak, hakkı tavsiye etmek gibi dinamik erdemlerden sonra, sabretmek buyruğu da eş nitelikli olarak, ancak engel ve zorluk önünde vakar ve sükûneti muhafaza etmek anlamında ele alınabilir. Mehmet Akif ne büyük basiretle tefsir eder  sûre-i Asr’ı, “Halikın namütenahi adı var en başı Hakk/ Ne büyük şey kul için Hakk’ı tutup kaldırmak/Hani ashâb-ı kirâm ayrılalım derlerken/ Mutlaka sûre-i ve’l-Asr’ı okurmuş bu neden ?/ Çünkü meknun o büyük sûrede esrârı felâh/ Başta iman-ı hakikî geliyor sonra salâh/ Sonra Hak, sonra sebat, işte kuzum insanlık/ Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık

Takatimizin erişmediği şeyin vaktini beklemeliyiz. Bu bir mayalanma sürecidir ve asla pasif değildir, bir oluşumu ve bir dönüşümü takip etmeyi şart koşar. Bu manada, sabır insanın kendini, beklediğine yaraşacak şekilde yetiştirmek için kendine tanıdığı vakittir. İzleriz, öğreniriz ve istikametimizi doğrulturuz o esnada. Acıdan ziyade, hayret ve heyecan gereksinen bir süreçtir. Eugenio Borgna’nın ifadeleriyle, ‘Dalgınlığa ve anlamsızlığa batmayan ve her anın, her anın değerinin ve değer kaynağının kavranışıyla derlenip toparlanan bir zaman’. Derlenip toparlanan sadece zaman değil, aynı zamanda insandır bu süreçte. Umutsuzlukta çözülmeyen ancak anlam ufkunu gün be gün yeniden oluşturan zaman/insan.

Önce ve sonra

Önce ve sonra aynı yere birlikte varır” demiş Lao Tzu. Şeyler, aynı büyük kadere doğru akıyor. Halk arasında, ‘Sarı sabır’ diye adlandırılan bir bitki vardır. Ortalama ömrü 20-25 yıl olan bu çiçeksiz bodur bitki, yaşamının sonunda birden metrelerce boy atar ve tüm yaşam enerjisini sadece bir kez açtırabildiği sarı çiçeklerine sarf eder. Bu çiçeklenme, bitkinin ölüm sarhoşluğu dönemidir aynı zamanda. Biz insanlar, sabrı bu şekilde deneyimlemeyiz. Hem insanlık tarihi hem de insanın kişisel tarihi bir dizi tökezlemeler, solup yaprak dökme ve tekrar çiçeklenmeler ile yol alır. Halden hale çevriliriz, hem dayanır hem yeşeririz. Nurettin Topçu, Var olmak’ta “Tırmanacağın yer, hem senden çok uzak , hem de sendedir. Oraya gitmek için çile çekmek, yaş akıtmak da yetmiyor. Bekle ki büyük kapı kendiliğinden açılsın. Ama toprağa konan ölü gibi sabretme sakın; toprağa süzülen su gibi sabret ” diyor. İnsanda taşan ruh, en çok suya benziyor. Su, evrendeki her canlı şeyin tetikleyici unsuru. Toprak, suyu emmeden önceki toprak olarak kalamaz artık, suyun boyun eğdiği nerede görülmüş? İnsanın su gibi sabretmeyi öğrenmesi gerek. Sabır, bu manada, ‘hakikate açılan yol’dur

Sabır ve tevekkül

Sabır sadece tahammül anlamında bir bekleyiş değil, ne vakit ve ne şekilde harekete geçeceğini tasarlamak, kendini gayeye hazırlamaktır. Gayenin ve umudun mayaladığı bir zamandır. ‘Şimdiki zamana sonsuz olarak geri akan bir gelecek’tir. Sezai Karakoç, Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi adlı kitabında bu aksiyoner sabrı, tevekkül düşüncesinden şu şekilde ayırır: “Doğu düşüncesinde, kımıltısızlığın, nirvananın, hiçlik ve boşluğun en büyük değer olarak görülmesi gibi aşırı yorumlar, zaman içinde, kimi zamanlarda ve kimi topluluklarda, bizim, Tanrıya güvenme ilkemiz olan “tevekkül” düşüncemizin içine sızmayı bildi. Bu sızış, en büyük hareket ve canlılık kaynağı olan tevekkülü, tersine, meskenet ve durma felsefesi haline getirdi. Bu yetmezmiş gibi baştan sona bir yanlış olarak da bu yorum, kaderin değişmezliğiyle açıklanmaya çalışıldı… Levh-i mahfuz, kaderin değişmezliği konuları, hep bu yanlış yorumlardan nasibini aldı. Adeta, yanlış, tümüyle, gerçeğin simetriği bir sistem oldu…

Tevekkül, kaderle dolaylı, fakat Allah’a inanmayla doğrudan bağlantılı bir ilkedir. Onu kaderle doğrudan bağlantılamak, yanlışlıkların kaynağıdır. İnsanın kaderinin detayını önceden bilmediği halde biliyormuş gibi davranıp, hiç çalışmamanın kendi kaderi olduğunu söylemesi ve buna dayanıp oturup beklemesi, iyi niyetlilik düşüncesiyle bağdaşlaştırılamaz.” Sabır aksiyoner bir gerilimdir, onu bir zembereği kurmak gibi düşünürsek, o hamlenin eli tetikteki cereyanını hissedebiliriz. İçinde potansiyel kuvvetin yeri geldiğinde kendini izhar etmesi, faş etmesi de var. Doğru sözü, doğru eylemi doğru zamanda yapmayı beklemek de sabrın bir unsuru. Tevekkül ise, niyetimiz gibi, eylemimizin akıbetinin de hayr olacağına dair Allah’a duyduğumuz itimadın adıdır.

Sabır: Bekleme sanatı

Hayatlarımızı zaman yönetir; onun içine doğar, onunla yaşar, onda ölürüz.  Ne ki  hayatta her zaman istediğimizi alamayız. Sabır işte bunu öğrenmektir. Beklemeyi bilmelisin. Beklemeyi bilirsen, güzellikler seni bulacaktır. Oysa çağımızda keyif almadan geçirdiğimiz her anı kayıp sayıyor, çabuk tatmin ve keyfi vazgeçilmez buluyoruz.  ‘Musibet, Allah’a şikâyet edildiğinde ibadete, başkasına yanıp yakıla anlatılıp bir sızlanmaya dönüştüğünde isyana vesile olur’ diye söyler arifler. Zuhurata tabi olmayı nice zamandır unuttuk; zamanı hemen eğip bükmek, onu çabuklaştırmak, ani tatminimize payanda kılmak arzusundayız. Sabır; insana kendi kudretinin işareti silinmiş sınır taşlarını hatırlatan, şeyleri olduğu gibi serbest bırakmanın, kapıların zorlanmaması gereken yerlerde durmanın, eşikte oturup beklemeyi bilmenin, ruhu sükuna erdiren  teslimiyetin, umutla ve inançla bekleyişin adıdır. Sabır edilgenlik veya vazgeçiş değil, ‘bekleme sanatı’dır. Ne zaman harekete geçeceğinin idraki. Zamanı telaşla kovalamak yerine, ani tatmine direnerek, onun bize sunabileceği yeni imkanları gözlemek sanatı. Rilke’nin Genç Bir Şaire Öğütler’de söylediği gibi : “Kalbinde çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol. Cevapları şimdi arama. Şu anda cevaplar sana verilmez, çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. Bu her şeyi o an yaşama meselesidir. Şu anda soruyu yaşaman gerekiyor. Belki daha ileride farkına bile varmadan, günün birinde kendini cevabını yaşarken bulacaksın.”

Sabır ve uygarlık

İnsan uygarlığı sabra büyük bir önem atfetmiştir. Dürtülerin kısıtlanması, arzunun gerçeklik doğrultusunda ertelenmesi, insanlar arasındaki farklara tahammül ve nihayet, duygularla eylem arasına düşüncenin yerleştirilmesi, bütün bunlar, uygarlığın gelişmesi ve devamı için elzem nitelikler olarak görülmüştür. Semavi dinler sabrı yüceltmiş, Hz. Eyüp’ü zorluklara bütün haysiyetiyle direnen ve sonunda mükafatını gören bir sabır timsali olarak simgeleştirmişlerdir. Kur’an, ‘Allah sabredenlerle beraberdir’ buyruğuyla, sabra müstesna bir değer biçmiştir. Kadim öğretilerin aksine günümüz dünyası hızın kutsandığı, hızlı olanın yavaş olanı yuttuğu bir dünya olmaya doğru pürtelaş yol alıyor.  Ani tatmin doğuştan hakkımız zannediyoruz. Halbuki çabasız ödül, insanı sadece şımartır. Bekleyebilen, alın teri döken, didinen kişinin mükafatı gayretini sevmesidir.

Sabır, öfkenin de ilacıdır. ‘Yiğitlik, beden kuvveti ve pehlivanlık kudreti değildir. Aksine güçlü yiğit ve dayanıklı bahadır, öfkelendiğinde dik başlı nefsinin arzusunu zapt eden ve kızgınlık deryası çalkalandığında yalpalayan gemisini sabır ve dinginlik limanına demirleyen kimsedir’. der Kınalızade. Hayatı nasıl yaşadığımız, hayat hakkında ne söylediğimiz geleceğin bugüne nasıl akacağını da belirler. Kader duygusu, hayatımızı tayin eden olayların idaresinde bizim elimizden daha büyük bir elin varlığını kabullenmektir. Kaderle birlikte imkan ve kusurlarımızı fark eder, yolda bizi bekleyen ve kaçınamayacağımız bir şeyler olduğunu hissederiz. Karakterimizde saklı, çözülmemiş ve dile getirilmemiş yanlarımızın daha iyi taraflarımıza gün gelip baskın çıkabileceği ihtimalini tanırız.  Geleceğe birbirinden köklü bir biçimde farklı bakan iki insan, hangi eylemde bulunurlarsa bulunsunlar, farklı bir gelecekle karşılaşır. Geleceği biz çağırırız. 

Dünyayı biçimlendirme tarzımız bizi biçimlendirir ve biz nasıl biçimlendiysek, sırasıyla, dünyayı da öyle biçimlendiririz. Dünyayla yüzleşme biçimimiz dünyadaki yüzümüzü de değiştirir. Herkes kendi kaderini yaşar, kimi zaman harikulade bir ömür, kimileyin de tam bir hayal kırıklığı olur yaşadığımız, kimileyin eve dönüşün kutlamalarına katılırız kimileyin de sürgün ediliriz yurdumuzdan. Kader bizimdir, hayat bizimdir, bize sunduğu vaat ona cesurca katılıp katılmayacağımızda saklıdır. Bu vahşi ormanda, yolumuzu yitirmek pahasına, yürümeye talip miyiz? Yolda kendi uçurumlarımızla karşılaşmaktan, kendimize rastlamaktan korkuyor muyuz? Hayal kırıklığını, varlığın o her şeyden ağır yükünü üstlenmeye talip miyiz? İncinmeyi göze alabiliyor muyuz?

Dolu dolu yaşamak

Hayal kırıklığı her yerde, zira tahammül eşiğimiz çok düşük. Kolayca inciniyor ve incitiyoruz. Duygusal zeitgeist, yolunda gitmeyen bir şeyi çöpe atarak onun yerine yenisini koymayı öneriyor bize. İnsan ilişkileri dahi bu kullan-at mantığından nasipleniyor, bir ilişki dikkat ve merhametle yeşerebilecek iken, yeterince sabır gösterilmediğinde, kurumaya terk ediliyor. Emek vereceğine yenisini denersin, olur biter. Zamanı içimizde genişletip büyütmeyi unuttuk. Bir meslekte ustalaşmak sabır ister, iyi anne baba olabilmek ancak sabırla mümkündür. Hızlandırılmış zaman bize yoğunluk hissi veremiyor. Hayat adeta yanı başımızdan geçip gidiyor. Gerçekten yaşamadığımız hissine mağlup oluyoruz. Deneyimler anlamdan boşalıyor, kaderin sillesini yediğimizde, şaşkınlıkla hayatlarımızı neden dolu dolu yaşamadığımızı kendimize soruyoruz. Yaşarken kıymetini bilmediğimiz bir hayat, döşeğimizde ölürken bize bir ümitsizlik hissi olarak geri dönüyor. Her anın yoğun bir biçimde yaşanması ve zamanın genişlemesi ancak her dakikanın kıymetini bilebilmekle, bir nefes ayıklığıyla mümkün. Bunun için de bütün dikkatimizi vererek şimdi ve burada olmayı başarabilmemiz gerekiyor. Odaklanılmış bir yoğunlukta kaybolup gidebilmek. Yaşamaya cesaret etmek. Sabır, dirençli ve cesur insanların süsüdür.

Bekleme sanatı

Sabır bir bekleme sanatı, zamanı nakışlandırma pratiği. İç ve dış gerçekliği verili bir anda olduğu gibi kabullenebilmek. Dilinde pişmanlığın kekre tadı olmaksızın her şeyin daha iyiye gidebileceğine dair ümidini korumak. Telaşa kapılmaksızın daha güzel zamanları bekleyebilmek. Olgunluğun bir alameti, bir karakter gücü, bir erdem. Ham yetenek tek başına sizi nadiren hedefe taşır, oysa sabırla işlenen bir yetenek olgunlaşır ve meyveye durur. Bir çocuk ancak sabırla büyütülebilir. Sevgi ötekini dinlemeyi, onun hayatını anlamak için emek vermeyi ve dolayısıyla sabrı gereksinir. Evlilik sabır ister: Ayrı geçmişlerin kuyusundan çıkan iki insanın birbirini anlaması, birbirine imtizaç etmesi ancak sabırla mümkündür.

İnsan zamanın dokusunda yaşayan, öleceğini bilen ve kendi ölümünün idrakinde olan yegâne varlık. Kısacık hayatlarımız sonsuz bir enginlik tarafından yutuluyor ve biz ölümlü olduğumuz bilgisinin gölgesinde yaşıyoruz. ‘Aynı adımla hem ölüme hem de geleceğe yürüyoruz’ demişti Minkovski.  Hayatımızı anlamlandırmaya, bu anlamla beraber onu yaşanılabilir ve katlanılabilir kılmaya gayret ediyoruz. Hayatımızın zaman boyutunu çok az tefekkür ediyoruz ama hepimiz zamanın çocuklarıyız. Mitlerde daima hakikatten bir behre vardır; Antik Yunan, diğer soyut kavramları olduğu gibi zamanı da bir Tanrı, bir titan olarak ifade ediyordu; çocuklarını yiyen Kronos. Baudelaire’in dizeleriyle “-Ey acı! ey acı! ‘Varlığı’ yer ‘Zaman’/ Yitirdiğimiz kanla büyür, serpilir/ Bağrımızı kemiren o sinsi düşman”. Hayatımızı hikâye ederken geçmişi, bugünü, geleceği birleştirerek bir hikâye kuruyoruz. Acının, bizi tüketmesinin, ruhumuzu ufalamasının asli nedeni de bu; onun süren bir şey oluşu. “Acılarının dineceği umudu, ıstırabına katlanma metaneti verir hastaya.” demişti Marcel Proust. Sabrın tükenmesi bu anlamda, bekleyişi feshetmek. İçimizin zamanı olmaksızın ne bekleyiş ne de umut vardır. Melankolik kişi yavaşlamış bir zamanda yaşar, zaman aralıkları uzamıştır, bilge kişinin dediği gibi ‘hüzün çok uzun bir nefestir’. Bekleyiş, ümidin göğündeki yıldızı söndüğünde kendi karanlık sularında yalpa vura vura ışıksız ve şarkısız köhnemeye durmuştur artık

Kişinin Kendi Kendine Depresyonu Tedavi Etme Yöntemleri / Hakan Türkçapar, Birün Aktaş, Emre Dorman

Farket, Düşün, Hisset, Yaşa / Prof. Dr. M. Hakan Türkçapar ve Emre Dorman

Awakening Music – 2022 Releases

08.12.2022

Ey üzgün olanlar! Allah çiçekleri, bahçeleri ve kainattaki güzellikleri herkesten önce sizin için yarattı.

Ey acı çekenler! Allah çevrenizde dertlerinizi, hüzünlerinizi ve gözyaşlarınızı unutturacak şeyler yarattı.

Ey araştırmacılar! Kendinizde ve etrafınızda O’nun delilleri ve kudreti vardır. Gözlerinizi kapatmayın!

Ey müminler! Günden güne varlığın sırlarının açığa çıkmasında inancınızın doğru olduğuna bir delil vardır.

İki yerde insanları diline dolayarak alay etme: düşmanla”rın ölmesinde ve doğru yolda olanların sapmasında. İki yerde tevazuyu terk etme: cenazeyi götürürken ve felaketlere şahit olurken. İki yerde harcamayı kısıtlama: sağlığını korumada ve şahsiyetini korumada. İki yerde cimrilik yapmaktan utanma: Allah’a isyan olar yerlere harcama yapmada ve ihtiyaç olmayan yerlere harcamada. İki yerde kendini unut: Allah’ın huzurunda ve senden yardım isteyene yardım ederken. İki yerde büyüklenme: Vazifelerini yaparken ve mütevazı biriyle otururken. İki yerde tevazu gösterme: düşmanınla karşılaşmada ve kibirlilerle oturmada. İki yerde yapabildiğin kadar çok yap: ilim talep ederken ve iyilik yaparken.

İki yerde ağla, mahzuru yok: fırsatını bulduğun halde yerine getiremediğin, kaçırdığın ibadetlere ve terk ettikten sonra yeniden işlediğin günahlara. İki yerde sevin, bir mahzur yok: yaptığın iyiliğe ve yapılması için yol gösterdiğin iyiliğe. İki yerde çokça ibret al: Allah’ın güçlü bir zalimin belini kırmasında ve facir bir alimin kusurlarını ortaya çıkarmasında. İki yerde uzun süre kalma: Allah’a karşı suç işlenmiş yerde ve geçmişte insanlara iyilik yaptığın yerde.

İki yerde zamanın değişebileceğini düşünerek kontrollü harca: sağlığını ve gençliğini.

Üç yerde üç şeyden sakın! Tartışma esnasında ilminle gururlanmaktan, seni tanıyanların yanında yaptıklarınla övünmekten ve fırsat olduğu halde hayır işlemeyi ihmal etmekten.

Hayatta ilgin ne olursa olsun sağlığına özen göstermeyi ihmal etme! Çünkü işçi isen gücünü artırır. Öğrenci isen ders çalışmana, alim isen bilgileri yaymana yardımcı olur. Davetçi isen (daveti) bitirmeni, ara vermeni engeller. Abid isen Mevla ile geceleyin konuşmayı sana sevdirir… Canın bineğindir. O halde ona iyi davran.

Allah, inananları savunur. Allah, hain nankörleri sevmez.

Akıllı kimse aleyhinde söylenenleri uyarı olarak görür. Ahmak ise bunu katışıksız acı olarak görür.

Seni sevmeyenlerin, aleyhinde ağızlarında doladıkları sözlere sabret! Sonra sana dediklerini düşün. Doğru ise kendini düzelt. Yalan ise, bir müddet sonra da olsa Allah’ın gerçeği ortaya çıkaracağından endişen olmasın! “Muhakkak ki Allah, iman edenleri savunur.” (Hac,38)

Biz dünyayı 

Biz dünyayı hayasız, yozlaşmış annelerle fethetmedik. Fakat biz iffetli, dindar annelerle dünyayı fethettik. Biz dünyanın halifeliğine açgözlü, doymak bilmeyen, cinsel ahlakla varis olmadık. Fakat biz ağır başlı, terbiyeli bir ahlakla varis olduk.

Hoşuna gitmeyen her şeye öfkelenmeyi alışkanlık haline getirirsen, asla sükunet içinde olamazsın.

Çocuğunu bulaşıcı hastalıktan uzak tuttuğun gibi kötü arkadaştan uzak tut! Ve buna küçüklüğünden başla! Yoksa hastalık kötüleşir, ilaç fayda vermez.

Çocuğuna katılıkta aşırıya gitmen, onu senden koparır. Onu aşırı nazlandırman da seni, ondan koparır. O halde sen sağduyulu/hikmetli ol. Yoksa dizgini elinden kaçırırsın.

Çocuğunu hayat mücadelesi içinde zorluklara göğüs gerer halde görmen, sana dayanıp nimetlere boğulmuş olarak görmenden hayırlıdır.

Çocukların hayırsız ise onlara servet bırakmaktan sakın! Çünkü senin yıllarca topladığını birkaç gün içinde yiyip bitirirler. Sonra itibarını zedelerler, şerefini karalarlar, seni hesapları çok çabuk görene teslim ederler.

İlk olarak ahlak sonra ilim ve liyakat, işte bunlar kişiler, hükümetler ve fertler için mutluluğun anahtarıdır.

Sen, bilmediklerini öğrenmekten ziyade bildiklerinden istifade etmeye daha muhtaçsın.

Görüşlerini insanlar arasında bir makalede neşretmek, inatçı hasımlarınla tam bir ay tartışmaktan daha yararlıdır.

İkisi asla bir kalpte bir araya gelmez: Bir alimin kalbinde hem Allah sevgisi hem de zalimlere dostluk ebediyen bir arada bulunamaz. Bir davetçinin kalbinde din sevgisi ve fesatçılara dostluk ebediyen bir arada bulunamaz. İhlaslı kimsenin kalbinde hem hak sevgisi hem de batıl ehline dostluk ebediyen bir arada bulunamaz. Bir müslümanın kalbinde Resulullah aleyhisselam sevgisi ve O’nun düşmanlarına dostluk ebediyen bir arada bulunamaz.

Güçlünün meyli baskıdır. Şayet adil davranmışsa bu bir sebepten ötürüdür. Zalimin eğilimi katılıktır. Şayet merhametli davranmışsa bu bir sebepten ötürüdür. Zorbanın mizacı kibirdir. Şayet tevazu göstermişse bu bir sebepten ötürüdür. , Mülhidin tabiatı fesatlıktır. Şayet doğru dürüst davranmışsa bu bir sebepten ötürüdür. Zengini meyli savurganlıktır. Şayet tasarruflu davranmışsa bu bir sebepten ötürüdür. Münafığın mizacı yalancılıktır. Şayet doğru söylemişse bu bir sebepten ötürüdür. Hilekarın tabiatı hıyanettir. Şayet dürüst davranmışsa bu bir sebepten ötürüdür. Siyasinin mizacı dolambaçlı konuşmaktır. Şayet açık konuşmuşsa bu bir sebepten ötürüdür. Gencin tabiatı tutarsızlıktır. Şayet akıllı davranmışsa bu bir sebepten ötürüdür. Güzelin tabiatı fitnedir. Şayet iffetli davranmışsa bu bir sebepten ötürüdür. Kötü alimin mizacı dünyaya düşkünlüktür. Şayet dünyadan uzak durmuşsa bu bir sebepten ötürüdür. Bedevinin tabiatı kabalıktır. Şayet ince davranmışsa bu bir sebepten ötürüdür.

Sen kimsin ki ey insan, kaderden dem vuruyorsun Allah’a öfkeleniyorsun, şartlarını O’na (böyle olacak diye) sunuyorsun?!

Allah her insan için iki göz yaratmıştır fakat insanların çoğu sadece bir gözüyle bakarlar. Allah her insan için bir dil ve iki kulak yaratmıştır ama insanların çoğu iki dille konuşur ve tek kulakla dinlerler. Allah her insan için biriyle kendine diğeriyle başkalarına yardım olsun diye iki el vermiştir ama insanların çoğu yalnızca bir eli kullanırlar. Allah her insan için biriyle dünyada diğeri ile ahirette koşması için iki ayak vermiştir ama insanların çoğu bir ayaklarını kullanırlar. Allah her ir san için kısa hayatının kederlerini taşıması için tek kalp yaratmıştır lakin insan, birçok kalbin taşıyamayacağı dertleri kendine yüklemiştir. Allah her insan için tek bir ömür vermiştir fakat insan yüz ömrü varmış gibi vakitlerini boşa harcar durur. Allah her insan için bir defa ölüm takdir etmiştir fakat insan cahilliği ve bedbahtlığı yüzünden her gün ölmeye razı olmuştur.

Beş kitapta katışıksız doğruyu bulamazsın: filozof olmadığı halde yazarının felsefe yapmak istediği kitap, yazarının adeta başkalarının görüşlerini papağan gibi taklit edip düşüncelerinde özgür olanlar gibi görünmeye çalıştığı kitap, yazarının toplumun faydalanacağı değil de hoşlarına gidecek şeyleri yazmak istediği kitap, yazarının kendisinin de payı varmış gibi yaparak bazı tarihi olayları yazmak istediği kitap, yazarının haset ettiği, rakibi olduğu veya hasmı olduğu birinden söz etmek yahut onu tenkit etmek istediği kitap.

Okuduğun her eser zihninde izler bırakır. Yalnızca derin düşünen, yorumu dosdoğru olan, kalemi kuvvetli, dürüst vicdanlı kimselerin eserlerini oku!

Her kalem tutan katip, her sayfa karalayan yazar, her karmaşık cümleler kuran filozof, her meseleleri ayrıntılı bir şekilde açıklayan alim, her dudaklarını oynatan zikir sahibi, her yaşantısında az tüketen zahid, her ata binen süvari, her sarığı başına dolayan hoca, her bıyığını kesen delikanlı, her başını eğen mütevazi, her gülerek dişlerini gösteren mutlu değildir.

Sakın bir insanın karmaşadan yakınması seni aldatmasın; zira o, bu durumun en büyük sebeplerinden biri olabilir. Onun bozguncuları kınaması da seni aldatmasın; zira o, onların önde gelenlerinden olabilir. Onun dinin elden gitmesine olan üzüntüsü de seni aldatmasın; zira belki de o, dini zayi edenlerin, ilkidir. Onun ıslah edenlere acıması seni aldatmasın; zira onların işlerini bitirecek olanların ilkidir belki de o.

Başkasıyla anlaşmazlık içimde olup da hakkın muhakkak kendisinin yanında olduğunu söylemeyen ve hakkı en iyi şekilde temsil iddiasında bulunmayan hiçbir insan görmedim. Yine herhangi bir suiistimalden dolayı itham olup da kendini savunurken, hakkın kurbanı olduğunu, görevini tam olarak yerine getirmesinden dolayı buna maruz kaldığını söylemeyen kimseyi de görmedim. Ama insaflı tarih, ikisinin arasını ayıracaktır. Allah hüküm verenlerin en adaletlisidir.

Konuşma özgürlüğü adı altında istediklerini söyleme özgürlüğüne sahip olduğunu iddia edenler, konuşma şerefinin özgürlüğünden önce geldiğini unutmaktadırlar. Hiçbir milletin, özgürlük adına hainliğe hoşgörülü yaklaştığını görmedim. Fakat içimizden bazıları, özgürlük adı altında toplumumuzun şerefine ihanet etmek istiyor. Şayet bizde duyarlı bir kamuoyu oluşsaydı davalarda hainlerin hesaba çekildiği gibi bunlar da hesaba çekilirdi.

Hayırlı evlat sana dua eder,

Hayırlı evlat sana dua eder, insanlar da seni onun sayesinde her türlü iyilikle anarlar. Bu, seni unutan, hayatta yaptığı kötülüklerle seni de kötülemiş olandan daha kalıcı ve daha hayırlıdır. Evlatların, ciğerparelerindir. Ciğerinin senin hastalıklara ve acılara sebep olmasını görmek ister misin? Yoksa onu sağlıklı ve afiyette mi görmek istersin?

Cahil baba, çocuğunun suretinin güzel olmasına sevinir. Ahlakının kötü olmasını umursamaz. Akıllı baba ise insanların en çirkini de olsa çocuğunun ahlakının güzelliğiyle sevinir. Saygın baba, çocuğunun kendisinden daha saygın olması için çalışandır. Akıllı baba, çocuğunun kendisi gibi olması için gayret edendir. Hiçbir babanın çocuğunun kendisinden aşağıda olmasına çalıştığını tasavvur edemem.

Allah’ım, amelde Senden istikamet istediğimiz gibi sözde de doğruluk istiyoruz! Bizim Senden razı olmamızı talep ettiğini gibi Senden razı olmayı istiyoruz. Bedenimiz hasta da olsa kalp selameti, organlarımız hasta olsa da ruh sağlığı, azalarımız acziyet içinde olsa da gönül dinçliği istiyoruz. Cennet yoluna sokacak dürüstlük, cennetin kapılarını çalacak hidayet ve cennet ahalisi ile beraber olacak başarı istiyoruz. Resulullah aleyhisselam ve diğer peygamberler, sıddıklar, şehidler ve Salihlerle cennetin en üst köşesinde beraber olabileceğimiz ihsanlar bahşetmeni niyaz ederiz. “Onlar en iyi yoldaştırlar.”(Nisa 69)

Allah’ım! Sen biliyorsun ki, ben sana salih amellerle güzel işlerle yaklaşamadım. Ve ben de biliyorum ki, Sana şirk koşulmasından başka bütün günahları affedersin Sen. Sen biliyorsun ki, yasakladığın kötü davranışlardan uzak kalamadım. Ve ben de biliyorum ki, Sen bizi gücümüzün yettiği takvadan sorumlu tuttun. Sen biliyorsun ki, adam gibi Yüce Zatına ibadet edemedim, Ve ben de biliyorum ki, şüphesiz ki Sen, kalbinde zerre kadar iman olan kimseyi cehennemden çıkaracaksın.

bütün günahları affedersin 

Allah’ım! Sen biliyorsun ki, ben sana salih amellerle güzel işlerle yaklaşamadım. Ve ben de biliyorum ki, Sana şirk koşulmasından başka bütün günahları affedersin Sen. Sen biliyorsun ki, yasakladığın kötü davranışlardan uzak kalamadım. Ve ben de biliyorum ki, Sen bizi gücümüzün yettiği takvadan sorumlu tuttun. Sen biliyorsun ki, adam gibi Yüce Zatına ibadet edemedim, Ve ben de biliyorum ki, şüphesiz ki Sen, kalbinde zerre kadar iman olan kimseyi cehennemden çıkaracaksın.

Sen biliyorsun ki. vicdanım Senin esintilerinle karşı karşıya kalmasına rağmen kirinden arınmadı. Ve ben de biliyorum ki, Sen beni çamurdan yarattın, beni topraktan yetiştirdin, yeryüzüne yerleştirdin ve beni şeytanla imtihan ettin. Sen biliyorsun ki, ben Senin güven ve selamet sahiline ulaşmak için dalgaları çırpınan bir denizde yüzüyorum. Ve ben de biliyorum ki, Sen aile, evlat, ihtiyaçlar, hastalık, kederler, hüzünler gibi Sana ulaşmamda beni yavaşlatacak şeylerle bu hayatta beni bağladın.

Sen biliyorsun ki, ben Senin sırlar denizlerine dalmaya, nurlarının hazzına karışmaya istekliyim. Ve ben de biliyorum ki, Sen bende akıl nuruyla beraber şehvet karanlığını, meleklerin itaati ile şeytanın isyankârlığını, göğün yüceliği ile beraber yeryüzünün alçaklığını, iyiliğin saflığı ile beraber kötülüğün kirini, sevgi ateşi ile beraber arzu dumanını yarattın. Sen biliyorsun ki, ben Sana dosdoğru ve gönlü kırık bir şekilde ulaşmak istiyorum. Ve ben de biliyorum ki, Sen dilediğini, istediğini onların amellerinden dolayı değil fazlınla, hak ettikleri için değil cömertliğinle seçersin.

Allah’ım! İşte bunlar Senin benim hakkımda bildiklerinin bazıları ve benim Senin hakkında bildiklerimin bazılarıdır. Bildiklerimi Senin bildiklerine arabulucu eyle. Vesilelerin azlığını bilmeme rağmen bilmeye çalıştıklarımdan dolayı beni bildiklerine ulaştır. Hakkımda bildiklerinden dolayı beni Kendine uzak eyleme. Senin hakkında bildiklerimi de Sana ulaşmada bana fitne kılma. Allah’ım! Muhakkak ki Sen bilirsin, biz bilmeyiz. Sen çok hikmet sahibi ve bağışlayansın.

Her sevgi güzel şeyler miras bırakır.

İnsanların seni sevmeleri için yollarını geniş tut (kolaylık sağla). Sana insaflı davranmaları için onlara kalbini aç. Sen insaflı davranmak için onlara aklını aç. İnsanların yapacaklarından güvende olmak için bazı haklarından onlar için vazgeç. Baskın çıktığı zaman kindardan, hüküm verdiği zaman cahilden, karar verdiği zaman namertten, umutsuzluğa kapıldığı zaman aç kimseden ve dinleyicileri arttığı zaman zahid görünen vaizden sakın! Din; karakterleri ve huyları yok etmez fakat onları eğitir. Eğitim de mizaçları değiştirmez fakat onları terbiye eder. 

Sakın şeytan seni takvan hususunda kandırmasın! O seni değersiz, kıymetsiz şeylerde kanaatkar yapar sonra da büyük, önemli işlerde iştahlı olmana çalışır. Yine seni ibadetlerinde de aldatmasın! Zira o nafileleri sana sevdirir sonra farzları terk etmen için sana vesvese verir.

Sevgi göstermede de nefret etmede de aşırıya kaçma! Durum şu ki; dost düşman, düşman da dost haline gelebilir.

Her sevgi güzel şeyler miras bırakır. Mustafa Sıbai

6

Haset, insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Hasedi ilk Hâbil ile Kabil’in hikâyesinde görüyoruz. Hâbil, kardeşi Kabil tarafından katledildi, yani ilk cinayetin sebebi hasetti. Kabil, kardeşinin Allah’ın gözünde daha sevgili olmasına haset etti ve yeryüzünde haset yüzünden ilk cinayet işlendi. 

Yine, Hz. Yusuf’un kardeşleri ona haset ettiler ve aynı zamanda onu kıskandılar. Bu olumsuz duygular onun ölmesini isteyecek kadar ileri gitti. En son, “öldürmeyelim ama kuyuya atalım” düşüncesinde karar kıldılar. 

Peki ne demek haset? Sahip olunmayan bir özelliği bir başkasında görüp, onu tutkuyla, şiddetle arzulamak demek. Bizde bu özellik yoksa, karşımızdakinde varsa ve bunu şiddetle, tutkuyla arzuluyorsak ve bu arzu yıkıcı bir hâle gelmişse buna haset diyoruz.

İnsanoğlu güce, zenginliğe, güzelliğe, itibara, kişinin sevilebilen birisi olmasına, başkalarıyla iyi geçiniyor olmasına, etki bırakmasına, kısacası olumlu görünen her türlü özelliğe haset edebiliyor. Haset, “kalp afetleri” arasında anılır. İmam Muhammed Birgivî’nin Tarikat-ı Muhammediye adlı eserinde detaylarıyla zikredilir. (Eser bu yanıyla bir tasavvuf eseri olmasının yanı sıra, aslında çok da iyi bir psikoloji kitabıdır.) Haset, kişinin öfke ve nefret hissetmesine neden oluyor. Karşıdakine zarar verme duygusu; yani haset eden kişi, “onun başına bir şey gelsin, o nimet onun elinden gitsin, ölsün, hastalansın, başına felaketler gelsin” bunu istediğinde de hasediyle amel etmiş oluyor maalesef. Aslında o nimeti ona layık görmüyoruz, Hakk’ın takdirine razı gelmiyoruz. Oysa Allah o nimeti ona takdir etmiş, bize de başka güzel şeyler vermiştir.

Hasedi daha çok kendisiyle barışık olmayan, kendi elindeki imkânlarla hayatına devam etmek yerine hep başkası odaklı yaşayanlarda mı daha çok görüyoruz? 

Haset, en başta ve en çok haset eden kişiye zarar veriyor. Haset eden kişi acı çekiyor, eksiklik duygularıyla boğuşuyor, yetersizlik duygularıyla boğuşuyor. Bu da şundan kaynaklı; referansı hep bir başkası. Kendisi kendi çapında, kendi standartları içinde bazı noktalarda iyi de olabilir, yeterli de olabilir; ama ölçüsü bir başkasıysa kişi huzur bulamaz. Zira her güzelden daha güzel bulunur, her akıllıdan daha akıllı bulunur, her varlıklıdan daha varlıklı bulunur. Eğer kıyas noktamız bir başkasıysa, onu mihenk taşı alıp onun üstünden kendimize değer biçiyorsak, maalesef bu bizim değerlilik duygumuzu yerle bir eder. Eğer başkasının sahip olduklarına çok fazla bakarak, odaklanarak kendimize değer biçiyorsak, kendimize değil hep etrafımızdaki insanların neye sahip olduğuna odaklanacağız, o zaman da maalesef gelişemeyeceğiz, değişemeyeceğiz, öğrenemeyeceğiz, büyüyemeyeceğiz demektir.

Haset duygusunun altında yatan temel psikolojik nedenler neler olabilir?

Yetersizlik duygusu, değersizlik duygusu, küçük düşme duygusu temel sebepler… Çok fazla kıyaslanarak büyümüş insanlarda hasedin gelişmesi daha mümkündür. Çünkü ona, çocukken bizatihi kendisi olduğu için değer verilmemiş. Genellikle, “Komşunun çocuğu şu puanı aldı, komşunun kızı bunu yaptı, ağabeyin bunu başardı…” gibi hep kıyaslanmış, “Bak, o bunu yaptı, o daha değerli” ya da “O daha önemli” demeye getirilmiş. Şu mesaj verilmiş: “Birini geçersen değerli olursun, birinin önüne geçersen başarılı olursun.”

Çocukluktan itibaren kıyas yapmak, başkasını geçince/başkasının üzerinden kendimizi iyi hissetmek gibi bir alışkanlığa sebep olur. Bu da bizde kin duygusunu oluşturuyor. Hasedin yanı sıra sayılan başka kalp afetleri var; bunlardan bir tanesi kin, bir tanesi nefret. Hasetle birlikte kin, nefret, intikam arzusu, kızgınlık, küçük düşmüşlük hissi, onu küçük düşürme isteği oluşur. Kişi bazen haset ettiği kişiye açıkça zarar vermeyi tercih edebilir; Kâbil gibi, Yusuf (a.s.)’ın kardeşleri gibi. Bazen de bunu örtülü şekillerde dile getirir: İğnelemek, bazı lâflar çarptırarak kişiyi kötü hissettirmek, başarısını değersizleştirip aşağıya çekmek, o kişinin gıybetini yapmak gibi yollara başvurulur.

Hasetlik doğuştan gelen bir şey mi? Yoksa öğrenilen bir şey mi?

İnsanın yapısında; biraz bencillik ya da paylaşımcılık bir eğilim olarak olur. Daha bebekken bile kimi çocuk, oyuncakları kendine alır, daha ilgi odağı olmak ister, büyükler gelip etrafında pervane olsun ister, kimi de daha az bir ilgiyle yetinir. Bu iki çocuğun büyüdüğünde aynı eğitimi aldığını bile varsaysak, aynı derecede hasetçi olacaklarını söyleyemeyiz. Ama biri biraz daha bencilse yani biraz daha kendini önemsiyor, ön plana çıkmayı seviyorsa (“Beni alkışlayın, bana bakın” diyen çocuklar vardır) bu bir yatkınlık doğurabilir. Mizaç olarak biraz daha ilgiyi seven kişiler haset etmeye daha yatkın olabilir. Neden? En ufak bir şey onlar için kışkırtma anlamına gelebilir. Yanında birinin övülmesi, “Bak, ne kadar güzel yapmış ne kadar başarılı” denilmesi, kendini gölgede kalmış hissetmesine yol açabilir. 

Haset veya diğer olumsuz duyguları biz hissediyoruz ya da hisseden birini görüyoruz; bunu ifşa etmek yerine, bu hastalıklara karşı ne tavsiye edersiniz?

Öncelikle farkına varmalıyız. Kişi, başkaları için “haset ediyorlar” demeden önce kendi kalbine bakmalı, “Ben acaba haset ediyor muyum?” diye… Kendi duygumuzu ilk bakışta fark edemeyebiliriz. İnsan kendine karşı bazı kör noktalar taşır. Duygumuzu fark edemediğimizde, bastırdığımızda, yok olmaz. Bu duygu, itici şakalarla ortaya çıkar, lâf sokmalarla, iğnelemelerle, imalarla açığa çıkar ve kişi kendini baskı altında hisseder, ama adını koyamaz. O kişiyi seviyor da olabiliriz; ama bu sevginin içerisine öfke, kin, hırs ve haset karışıyor. Onun bazı güzel özelliklerinin bizde olmasını arzu ediyoruz, yani “Sende olan şey bende olmalıydı.” Hasedi tetikleyen duygu bu aslında.

Haset duygusu yıkıcı bir duygudur diyebilir miyiz? 

Haset çok yıkıcı bir duygudur. Hasedin özünde bu yıkıcılık var. Çünkü kişi haset ettiği zaman karşısındakinin elindeki yok olmazsa rahat etmiyor. Hâlbuki duygular enerji yüklüdür. Mesela, bir insan diğerinin güzel özellikleri karşısında ne tür duygular hissedebilir; beğeni hissedebilir, takdir hissedebilir, gıpta edebilir ki güzel özellikler karşısında tavsiye edilen şey budur. Özenme, imrenme, öykünme, arzu etme bunlar bizim dağarcığımızda olan şeyler… Bunlar bize ilham verir. “Bak, arkadaşım ne kadar güzel giyiniyor, ne kadar yakışmış. Ben de böyle bir tarz oluşturabilirim…” Eğer beğenme, takdir etmeyse, ilham alırız. Gıptaysa, “Arkadaşım şu konuda ne kadar birikimli. Bak, çok iyi yetiştirmiş kendisini. Ben de okuyayım, ben de öğreneyim. Hatta söyleyeyim, bana kitap tavsiye etsin, yer göstersin…”

Böyle bir durumda ne yapmak, ne söylemek lazım?

Biz bunu açıkça yüzleştirirsek savunmaya geçecektir. “Bu duygunun üzerinde bir çalışmaya ne dersin?” Böyle demek lazım. Yani “Güzel olmuş demekten seni alıkoyan nedir, niye bu kadar huzursuzsun? Niye birisi bir şeyi güzel yapınca, ‘Aferin! Ne güzel olmuş, iyi olmuş’ diyemiyorsun? Eleştirini niye yapıcı değil de yıkıcı bir şekilde dile getiriyorsun? Şunu yanlış yapıyorsun, bunu yanlış yapıyorsun.” Mesela, sosyal medyada acımasız bir eleştiri furyası var, görüyoruz. İnsanlar yüz yüze olmadıkları kadar kaba ve incitici olabiliyorlar. “Seni bu kadar can yakıcı, incitici olmaya ne sevk ediyor, neden bu kadar mutsuzsun, neden bu kadar huzursuzsun? Niye bir insanın iltifat almasına ya da başarılı olmasına dayanamıyorsun? Niye kusur arıyorsun, niye eksik arıyorsun? Bu, seninle ilgili önemli bir şey söylüyor. Bunun üzerinde bir çalışsan iyi olur.” demek lazım. 

Bu duyguları nasıl yorumlamalı?

Kendini geliştirmek isteyen biri bu duyguları nasıl yorumlamalı?

Gelişmek isteyen insanda haset duygusu varsa, bu aslında bir açıdan büyük bir potansiyeldir. Haset ettiğimiz şey aslında bizim hasretini çektiğimiz şeydir, olmak istediğimiz şeydir. Grup çalışmasında bir katılımcımız şöyle söylemişti: “Çok gülen insanlara eskiden çok kızardım. Ben biraz donuk ve tutuk biriyim, içimden gelerek öyle dolu dolu gülemiyorum. Sonra anladım ki onları kıskanıyormuşum.” Kendisiyle ilgili bir şey fark etmiş, kendisinin bu konudaki eksikliğiyle yüzleşmiş. Bu çok güzel bir şey. Bunu düzeltmek için de fırsatı var demektir. Bir şeyle ilgili güçlü duygular hissediyorsak durup oraya bakmamız lazım.

Bu insandan niye bu kadar rahatsız oluyorum, bu insan bir şey yaptığı zaman niye huzursuz oluyorum ve onu huzursuz etmek geliyor içimden, eleştiresim geliyor? Güçlü bir duygu, yakıcı bir duygu hissettiğimiz zaman kendimize bir sormamız lazım; ben bu konuda niye bu kadar rahatsızlık hissediyorum? Haset ettiğimiz şey bizim hasretini çektiğimiz şeydir demiştik, olmak istediğimiz nokta, varmak istediğimiz yer belki. Benim durduğum yerle haset ettiğim şey arasındaki mesafe benim gelişim potansiyelim. 

Duyguların enerjisi vardır. O yıkıcı enerjiyi, o kişiye kötü bir enerji yönelterek, nazar ederek, haset ederek, dedikodusunu yaparak, olumsuz şeyler söyleyip canını sıkarak mı dile getirirsek daha hayırlı bir iş olur -bu da bir enerji, kötü bir enerji- yoksa, o enerjiyi gelişimimize ayırırsak mı daha güzel bir iş olur? Çünkü haset kalbin amelidir. Eğer eyleme dökmezsek, karşıdakine belki zarar vermeyecek; ama bize içten içe fena hâlde zarar verecek. Bu enerjiyle ne yapacağım? Ben niye bu arkadaşımı görünce çok rahatsızlık hissediyorum; çünkü bu konuda çok başarılı, bu konuda çok yetkin, ben de kendimi yetersiz hissediyorum belki, eksik hissediyorum. O zaman demektir ki, benim bu konuda gelişmeye ihtiyacım var. 

Haset ve kıskançlığı birbirinden nasıl ayırırız?

Haset ettiğinde, kişi karşıdakiyle bir rekabete giriyor. Kıyas yapmaya başladıysa kendini tüketmeye başlamıştır. Bu çok yıpratıcı bir durum. Kıyas varsa saplantı oluşuyor. “Onda var, bende yok.” Sürekli bu mercekten bakıyor. Hâlbuki bize ne öğretildi? “Dünyevi hususlarda senden aşağıda olana bak ve sahip olduğun nimetlerin farkına var, kıymetini bil, elhamdülillah de, sağlığın için şükret, fiziksel âzâların için, sahip olduğun her nimet için şükür et…”

Mesela, “Haset dünyalıkta olur, gıpta dinî hususlarda olur.” denir, manevî hususlarda olur. Dünyalıkta; “Onda var, bende niye yok?” denir. Oysa Kur’ân-ı Kerîm der ki: “Hayırda yarışınız.” Yani “manevî hususlarda gıpta ediniz ve birbirinizi geçmeye çalışınız.” Bunda bir kötülük yok. Arkadaşım şöyle namaz kılıyorsa ben de öyle namaz kılmaya çalışacağım; ama el âleme göstermek için değil. Diyeceğim ki: “Ne kadar güzel bir hâl yaşıyor. Bunun yolu nedir, ben de öğreneyim.” Sadaka veriyorsa “Helal olsun, harçlığından biriktirip böyle bir şey yapıyor. Ben niye boşa harcıyorum; ben de böyle yapacağım.” diye hayırda yarışabilmek lazım, manevî hususlarda gıpta edebilmek lazım. Ama haset mi, kıskançlık mı dersek; haset en çok kişinin birinci planda kendine zarar verir, kıskançlık karşı tarafa daha çok zarar verir

Benim olanı geri istiyorum.

Hasetle kıskançlığı nasıl ayırırız? Haset, “Onda olan benim olsun.” demek; kıskançlıksa “Benim olanı geri istiyorum.” demek. Yani bir kere elde ettiğimiz birinin sevgisini… Bu eş olur, nişanlı, sevgili olur. Burada, kıskandığımız, esirgediğimiz şey, sevdiğimiz insan ve onun nitelikleri. Onun bize ait kalmasını istiyoruz. Çocuğun kardeş kıskançlığı da bu manada. “Anne benimdi ve anneyi geri istiyorum.” diyor, “Baba benimdi; babayı geri istiyorum. Oyuncaklarımı geri istiyorum…” Aynı şekilde, kişi sevdiğini, dostunu ya da arkadaşını da bir üçüncü şahıstan kıskanır, der ki: “Benim olanı geri istiyorum. Sadece bana özel olsun. Başkaları gelmesin, aramıza girmesin.” Hani bir şarkıda diyor ya: “Aramıza kimse gelip girmesin / Ayırmasın Mevlam bizi ömür boyunca.” İşte bu temenni, “aramıza kimse gelip girmesin” sözü, tam olarak kıskançlığın tarifi.

Sevilen kişiyi esirgemek, sevilen kişiyi kıskanmak bazen şuna dönüşebiliyor: Sevdiğimiz insanı bir başkasından kıskanıyoruz, bu sefer kendimizi onunla kıyaslamaya başlıyoruz. “Benimle değil de onunla arkadaş oldu. Acaba o daha mı eğlenceli, o daha mı akıllı, o, ona daha mı iyi bir dost oluyor?” Maalesef, ama aldatılma durumlarında insanların çok yaptığı bir şeydir kıyas. Önce eşini kıskanır, sevdiği kişiyi kıskanır, “Neden bir başkası onun hayatına girdi” diye, sonra onunla kendini kıyaslamaya başlar. Bu çok tehlikeli. “Acaba bende bulamadığı neyi onda buldu? Daha mı güzel, daha mı akıllı, daha mı sevgi dolu, daha mı çekici, nedir onda olup bende olmayan.” dediğimiz zaman yine hasede giriyoruz. İkisi birbirine geçişli duygular…

Haset ve teşhir arasında bir bağlantı var mı?

Varlığını, zenginliğini, ilişkisini, ailesini teşhir etmek, sergilemek, hasedi tetikleyen bir şey. Bilinç dışı olarak yıkıcı bir hasedi tetikliyor.

Teşhir niye yapılır? Kişinin içerisinde haset duyguları varsa ve başkalarının hayatlarına çok fazla odaklanıyorsa, kendini de bir çeşit garantiye almak için, değerlilik duygusunu inşa etmek için, “Bakın, bende de var.” demek için teşhir ediyor. İnsanlar genellikle hasetle başa çıkmak için teşhir eder. Başkalarına haset ettiği zaman onun dünyasını didikler. Ne yapar, ne yemiş, ne içmiş, ne giymiş, nereye gitmiş, bunların peşine düşer. Hasetçi insan çok fazla teşhircileri izler ve kendisi de teşhir ederek kendi içindeki hasetten korunmaya çalışır. “Bakın, sizde var, ama bende de var.” 

Haset ettirecek ve kıskanıldığı zaman ancak gerçekten yeterli olduğunu hissedecek. Yani kendi evinde huzurunu mutluluğunu yaşasa, yeterince mutlu olmamış gibi olacak. Fakat birileri görüp haset ederse “Bakın, kıskanıyorlar bizi, çekemiyorlar bizi…” diyecek. İşte o zaman emin olacak ki, evet, harika bir şey yaşıyor. / Uzman Psikolog Rukiye Karaköse

5

Kınanmaya karşı akıllı kimselerin duruşu: İnsanlar senin kötüleyen şeylerden bahsettiklerinde, tahammülsüzlerin öfkelendiği gibi kızma! Kindarların hasedi gibi kin gütme! Lakin bak; söylenilenlerden gerçeklik varsa kınanma sanadır insanlara değil. O halde neden kızıyorsun? Şayet gerçek değilse bu ancak senin mertliğini denemek yahut gafletinden uyarmak yahut da faziletlerinden gizli olanları açığa çıkarmak içindir. Şuna gerçekten inan; arifler cam ile inciyi asla birbirine karıştırmazlar. Ve Alemlerin Rabbi olan Allah’a hiçbir gerçeğin yüzü asla gizli kalmayacağına da kesin inan! Övgüye karşı akıllı kimselerin duruşu: İnsanlar senden seni mutlu edecek şekilde konuştuklarında buna, kibirlenenler gibi değil şükredenler gibi sevin! Gururlular gibi değil mütevazı olanlar gibi dinle! Bu husustaki bütün faziletin Allah’tan olduğunu unutan kimse ahmakların en ahmağıdır. Şayet O kendisini yaratmasaydı, ne kendisi olurdu ne de faziletleri.

On şeyi yapma yoksa on şeyi duyarsın: seni ilgilendirmeyen şeylere girme yoksa hoşuna gitmeyen şeyler duyarsın. Öfkeliyken konuşma yoksa öfkeni artıracak şeyler işitirsin. Kibirli kimseyi övme yoksa seni küçük düşürecek şeyler duyarsın. Sana değer vermeyen kimseye şikayette bulunma yoksa acını artıracak şeyler duyarsın.

Kızgınlığını cahile gösterme yoksa öfkeni artıracak şeyler duyarsın. Seni küçümseyene nasihat verme yoksa seni küçük düşürme hissi veren şeyler duyarsın. Kendi görüşünü beğenene nasihat etme yoksa görüşünü kınayan şeyler duyarsın. İki hasmı kızdıracak şeyler söyleme yoksa o ikisinden üçüncüleri olacağın sözler işitirsin. Hanımın öfkeli iken ona yaptığın iyilikleri hatırlatma yoksa bütün bu iyiliklerin inkarını duyarsın. Bilgisiz, asi çocuğuna babalığını gösterme yoksa ondan dünyaya getirmemeyi temenni ettirecek şeyler duyarsın.

Kur’an-ı Kerim (amel edilmediğinde) işlemez bir silahtır. Müslümanların elindeki Kur’an-ı Kerim, cahillerin elindeki ne savunma, ne saldırı, ne yıkmak, ne yapmak, ne almak, ne vermek için kullanılamayan işlemez silah gibidir. Halbuki o, bütün bunlar ve daha fazlası için elverişlidir. Keşke bilselerdi!

İnsanları birbirlerine bağlayan bağların çoğu çabuk kopan bağlardan oluşur. Birbirlerine engel teşkil eden duvarlar da çabuk yıkılan duvarlardan oluşur.

Hata edenin özrünü kabul et! Hata ettikten sonra senden özür dileyen kardeşine, komşuna zorluk çıkarma! Çünkü kullarına hiç ihtiyacı olma yan ve onları cezalandırmada güç sahibi olan Allah, hata edenlerin özrünü, günah işleyenlerin tevbesini kabul eder. Sen kendine bir fayda ya da zarar vermeye malik olamayan bil aciz iken özürleri kabul etmeye ne kadar da layıksın!

Üç kişinin arkadaşlığına gayret et: peygamberlik ahlakıyla ahlaklanmış alim, tecrübeli, geceleri saçlarını ağartmış hikmet sahibi, mertliği, yanına geldiğinde sana hürmet etmeye, ikramda bulunmaya, yanında olmadığında seni savunmaya, kırıldığında gönlünü almaya, kusurlu iş yaptığında seni affetmeye ve hata ettiğinde sana nasihat etmeye zorlayan yiğittir.

Bir kardeşinin dostluğunda samimi olup olmadığı denemek istediğinde elini onun cebini uzat. Sonra yüzüne ve gözlerine bak. Bundan sonra başka bir delile ihtiyacın kalmaz.

Hata edenin özrünü kabul et! 

Rahat günlerinde etrafında gördüğün sevenlerin ve hayranların çokluğu sakın seni aldatmasın! Zira zor günlerde onlardan yarısını veya çeyreğini bulabilirsin. Bana gelince, ben binlercesinin içinde birkaç kardeşten başkasını bulamadım.

Altı şey vardır ki, hatırladığında musibetin hafifler: her şeyin kaza ve kader ile olduğunu, üzüntünün takdir olunanı geri çeviremeyeceğini, içinde bulunduğun halin beterinden daha hafif olduğunu, sana kalanın senden alınandan daha çok olduğunu, her takdir olunanın bir hikmeti olduğunu bilmen halinde bu musibetin kendisinin nimet olduğunu, mümin için her musibetten ecir ve mağfiret olduğunu veya temizlenme ve mertebesinin yükselmesi için olduğunu yahut da daha kötüsünün def edilmesi için olduğunu hatırlamak, musibeti hafifletir. “Allah katındakiler daha hayırlı ve bakidir.”(Kasas 60)

üç şeyle güzelleşir

İyilik ancak üç şeyle güzelleşir: İstenmeksizin yapmak, geciktirmeden yapmak, minnet etmeden başa kakmadan yapmak.

Mutluluk ancak üç şeyle elde edilir: dinin korunması, bedenin korunması, maddi manevi ihtiyaç duyduğun şeylerin bulunması.

Güzellik ancak üç şey ile süslenir: edepsizlikten korunmak, temizlere muhabbet beslemek, günahkar facirlere karşı iffetli olmak.

Mertlik ancak üç şey ile tam olur: küçük hataları görmezden gelmek, kusuru olanlara müsamaha göstermek, zayıflara/biçarelere şefkat göstermek.

Bildiklerini yaymak

Akıl ancak şu üç şeyle gelişir: devamlı düşünmek, düşünürlerin kitaplarını mütalaa etmek, hayat tecrübelerine karşı uyanık olmak.

İlim ancak üç şey ile kabul görüp faydalı olur: ezberleri unutmamak, bilmediklerini öğrenmek, bildiklerini yaymak.

Çok gülmek, çok neşe ve çok şaka sağlıklı için hastalık, hasta için sağlıktır.

Hanımına karşı isteklerinde kararlı olmazsan, onun İstekleri seni perişan eder. Ona yumuşak huylu olmazsan da sertliğin onu perişan eder. Onu razı olmuş gülen bir yüzle yolculuğunda beraberinde taşıyabilirsen insanların en mutİusu olursun.

Nankör insan, her şeyin fiyatını bilen fakat hiçbir şeyin değerini bilmeyen kimsedir.

Büyüklük nişanelerini, ölümsüzlük lakaplarını, kim veriyor? Doğru söyleyen tarih mi yoksa yalancı propagandalar mı? Samimi halklar mı yoksa fanatik fertler mi?

Kibirli zeki kişinin haline şaşılır! İnsanlar onu teşvik için el üstünde yükseltirler, o ise kendi elleriyle kendini toprağa gömmekte ısrar eder.

Kendilerinden hayır bekleyerek onları teşvik edip adam olmalarını sağladığın kimselerin, sana nankörlük etmelerinden pişmanlık duyma! Zira içindeki benliğe karşı koyman sana yeter! Gül dikmek için çalışmışsın ancak çorak toprakta diken ve çalı yetişir.

AKIL

İnsanın değeri hedefleriyle, konumu yaşıtlarıyla, zevki tercihleriyle, serveti sahip olduğu gönüllerle, gücü kırabildiği arzu ve istekleriyle, zaferi hezimete uğrattığı rezaletlerle, çokluğu zorluk anında kendisiyle sebat edenlerle ölçülür.

Teşvikte mutedil ol! Kabiliyetli kimseleri teşvik etmede, gurur kendilerini öldürmesin diye orta yolu tut! Zira gençlerden zeki olanların erken gelen şöhret ve abartılı övgüler için akıllarını geniş çaplı kullanmaları pek nadirdir.

Kararlılıkta aşırılık zulüm, yumuşak huylulukta ise zayıflıktır. İbadette aşırılık yükselmek, lezzet duymada ise günahtır. Gülmede aşırılık küçük düşmek, şakada budalalıktır. Kadınların keyfine göre gitmede aşırılık basitlik, karşı çıkmada ise kötülüktür. Yemekte aşırılık açgözlülük, uykuda aşırılık tembelliktir. Cömertlikte aşırılık savurganlık, tasarrufta ise cimriliktir. Tedbirde aşırılık vesvese, rahatlıkta aşırılık gaflettir. Ciddiyette aşırılık katılık, akşına bırakmada ise tembelliktir. Sağlığa dikkat etmede aşırılık hastalık, sağlığı ihmal etmede ise ölümdür. İnsanları hesaba çekmede aşırılık düşmanlık, onlara müsamaha göstermede ise zayıflıktır. Kıskançlıkta aşırılık delilik, görmezlikten gelmede ise cinayettir.

4 / dosdoğru ol

Doğru olmaktan maksat, sözde, davranışlarda, iş ve eylemlerde doğru ve dürüst olmaktır.  Ayrıca esnaf ve sanatkârların alış-verişlerinde ve yaptıkları işlerde dürüst olmaları da doğruluk kapsamına girer.
Bütün iş ve davranışlarda, dînimizin emirlerine uymakla hâsıl olan güzel ahlâktan biri de doğruluktur. Doğruluk, insanların söz, iş ve davranışlarda dürüst olmasıdır. Özü ve sözü doğru olan insanlar, güvenilir ve sevilen kimselerdir. İnsan niyetinde, ibâdetlerinde, iş ve davranışlarında doğru olmalı ve bundan hiç ayrılmamalıdır.

  • Doğru olma hâli; dürüstlük, sıdk, sadâkat, istikamet, hak, birr, hidâyet anlamına gelen itikâdî ve ahlâkî bir kavram. Allah’ın emrine ve kanunlarına uygun bir yol izlemek ve insanların haklarına riâyet etmek demektir. İman eden ve inancını hayata geçiren doğru insan, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in en güzel ahlâkını örnek alır.
  • Kur’ân-ı Kerim, doğruluğa dair birçok âyeti kapsar. Sıdk, istikamet; hidâyet gibi çeşitli türevleri olan doğruluk, ahlâkî vasıfların tümünü kendinde toplar. Özünde Allah’a, meleklere, âhirete, kitaplara, peygamberlere inanan, mallarını akrabaya, yetimlere, yoksullara harcayan, namaz kılan, zekât veren, oruç tutan, sabreden, sözünde duran, cihat eden… müminlerin bütün bu vasıfları doğruluk hâlinin tezâhürleridir. Doğruluk vasfı, Doğru Yol’un anlaşılmasıyla gerçeklik kazanır.

Onlar üzülmeyeceklerdir.

“Alemlerin Rabb’i Allah’a hamdolsun, Rahman’dır, Rahîm’dir. Din (kıyamet) gününün sahibidir. Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna…” (el-Fâtiha, 1/1-6) âyetleriyle başlayan Kur’ân-ı Kerim, doğruluk yolunu ve bunun aksini sapmışların yolu olarak çeşitli ayetlerle açıklar. O’na kulluk etmek, doğruluğun ve doğru yolun ta kendisidir. Allah, O’na inananları ve yoluna yapışanları rahmet ve lutfa mazhar eder, onları doğru yola iletir. Öğüt alanlar için ayetleri Allah geniş geniş açıklamıştır. “…. Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 11/112; eş-Şûrâ, 42/15) buyuran Allah, hâlis kullarını azmış şeytandan korumaktadır. (bk. Hicr Süresi) Allah, müminlerin kendisinden korkmalarını ve ölçü ve tartıyı doğru tutmalarını emretmektedir. Sözünde doğru olması için uyarılan müminler, doğrulukları karşılığında cennet’e gireceklerdir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

Doğrularla beraber olun

Doğruluk, en iyi, takva hâlinde gerçekleşebilir. Âyette “Doğrularla beraber olun” (et-Tevbe, 9/119) buyurulması, bu kavramın toplumsal oluşuna delâlet eder. Doğruluk bir misâktır, kulluk ahdidir: Ahde vefa ve sadakatın mükâfatı hem dünyada hem âhirette verilecektir. Sıddıkların özellikleri ana hatlarıyla açıklanmıştır. Bunlar; sabır, itaat, infâk, istiğfar, ihlâs, takva, hayâ, emanet gibi özelliklerdir.

Doğruluğun karşısında yalancılık, bâtıl, delâlet gibi özellikler bulunmaktadır. Muttakiler, asla yalan söylemezler. Hz. Peygamber, “el-Emîn” olarak tanınmıştı. Yalancılık ise, dar anlamıyla insanın günlük hayatta söz ve davranışlarında doğruluktan uzaklaşması anlamına gelir. Geniş anlamda Allah’ın emir ve yasakları ile alay etmek, Allah’a iftirada bulunmaktır. Bu da müşriklerin sıfatıdır. Allah yalancı kâfirleri doğru yola iletmeyeceğini Kur-‘ân’da birçok âyette açıklamış, onları lânetlemiş ve büyük bir azaba uğraya-caklarını bildirmiştir. Allah mü’minlere şöyle buyurmuş: “Yalan sözden kaçının. “ (el-Hacc, 22/60). Bir diğer yalancı grup, münâfıklardır. Bunların özelliği yalan yere yemin etmeleridir. Bunlar, sahtekâr kimseler olup küfürlerini gizlemişlerdir.

Davranışlarda doğruluğa hakkâniyet de denir. Bu da adalet, insaf ve merhametten ibarettir. Doğruluğun, vahye dayanan temellerinin anlaşıl-masından sonra, düşüncenin eyleme geçirilmesinde en başta dile hakimiyet gelmektedir. Dil, düşüncenin iletim vasıtasıdır. Müminler, söz söylerken doğruyu söyler, gereksiz yere konuşmaz, kötü söz söylemezler; ya hayır konuşurlar yahut susarlar.

Doğruluk; düşüncede, sözde, niyette, iradede, azimde, vefâ ve amelde doğruluk şeklinde ortaya çıkar. Bütün bunların kaynağı, Kur’ân ve Hz. Peygamberin hadislerindedir. Öte yandan, düşünce ve eylem birliği doğruluğun esasıdır. Düşüncede ve inançta tam manasıyla İslâm’a yönelin-medikçe ve İslâmî hükümlere teslim olunmadıkça davranışların doğru olması mümkün değildir. Doğru olan ahlâk Hz. Peygamber’in ahlâkıdır; bunun dışında doğru bir yol yoktur. Zira Rasûlullah (s.a.s.) “dosdoğru ol” mesajı ile “Hûd sûresi beni kocattı” diye buyurarak doğruluğun önemini ve insana yüklediği sorumluluğu ifade etmiştir (Kadı Beydâvî, Envârü’t-Tenzîl, I, 580; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, IV, 2829) Yine O, “Beni Rabbim en güzel şekilde terbiye etti.” (el-Münâvî, Feyzu’l-Kadir şerhu Camii’s-Sahih, 310) buyurmuştur.

Bugünkü beşerî sistemlerin işleyişi gerek toplumsal düzeyde gerek fert olarak, yalancılık temeline dayalıdır. Çünkü insanlarda Allah korkusu azalmıştır. İnsanlar arası ahlâkî ilişkiler sun’î ve doğruluktan uzaktır. Toplum, emin bir toplum değildir, kuşku toplumudur. Böyle bir toplumda hakikat, beyanların aldatıcılığı sebebiyle ortaya çıkamamakta; insanlar Allah için, O’na inanarak davranamadıklarından birbirlerine söz ve işlerinde güven duygusunu tamamen kaybetmiş görünmektedirler.

Allah’a inandım de

İslâm dışı fert ve toplum hayatında doğruluğun bir anlamı yoktur. Çünkü düzenler, zulüm üzerine kuruludur ve insanlar şahsî çıkarları peşinde birbirlerini kandırmak için türlü oyunlara başvurmaktadırlar. Bu bozuk bir hayat düzenidir. Sorumsuz, çirkin davranışların hâkim olduğu düzen, müslümanların hakka yaklaştırıcı en güzel hasletlerini de yozlaştırmıştır. İnsanlar, her geçen gün doğru yoldan uzaklaşmaya, âhiret yurdunu ara-maktansa, materyalist dünyanın hevâ ve heveslerine uymaya başlamışlardır. Cahil olan bir toplumda müslümanlar da gayr-i İslâmî günlük hayata ayak uydurmuş gözüktükleri ve tanınamadıkları için, İslâm’ı tanıtmak ve yaşatmak mümkün olmamaktadır. Bizzat müslümanların doğruluk düsturuna uymamaları bir toplumun helâk olması için yeterlidir. Çünkü hakkı tavsiye eden olmazsa veya insanlar hatâ içinde yüzerken hakkı tavsiye etmeye kalkılırsa o toplum çökmüş demektir. Bir sahabi (Ebu Amr Süfyan b. Abdullah) Hz. Peygamber’e “Ya Rasûlullah bana İslâm’ı öyle tanıt ki, senden başka birine sorma ihtiyacını duymayayım” deyince, Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol.” (Müslim, İman, 62; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 413). Başka bir hadis-i şerifte de “Doğru olunuz, kurtuluşa erersiniz.” (İbn Mâce, Tahâre, 4, Dârimî, Vudu’, 2) buyurulmuştur.

Anglikan kilisenin Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’ye sorduğu “İslâm, fikre ve hayata ne vermiştir?” sorusuna bir İslâm âlimi tek cümle ile “Fikre tevhid, hayata istikamet (doğruluk) vermiştir.” şeklinde cevaplamıştı. Doğruluk ilkesini bırakan ve bezginliğe yönelenlere Allah şöyle buyurur: “… Benim âyetlerimi birkaç paraya satmayın ve benden sakının. “ (el-Bakara, 2/41).

İslâm’ın hayat yolu sırat-ı müstakim’dir; yani dosdoğru yoldur. O yola girenlere bir üzüntü ve korku yoktur. Her şeyden önce doğruluk, müslümanın inancına dayanan bir özelliğidir. Meselâ, dosdoğru namaz kılmayan bir mümin, ibadette tam doğruya uymadığından, diğer davranışlarında da hatalı olacaktır.

Rasûlullah şöyle buyurur: “Doğruluk insanı iyiliğe yöneltir, hayırlı işlerde cennet’e kılavuzluk eder. Bir kimse, doğruluğu prensip edinirse sıddîk olur. Yalancılık da insanı kötülüğe ve fücura sürükler. Kötülük de cehennem’e götürür. Bir kimse yalancılığı prensip edinirse Allah’ın divanında kezzâb (yalancı) defterine yazılır.” (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII, 146). (Şamil, İslam Ansiklopedisi,Sait KIZILIRMAK)

Doğrunun yardımcısı Allah’tır.

Doğruluk, dînimizin emrettiği ve her müslümanda bulunmasını istediği en güzel huylardandır. Sevgili Peygamberimiz doğru olan kimselerin, dünyada ve âhirette kurtuluşa ereceklerini bildirmiştir.   Bir hadîs-i şerifte de şöyle buyruldu: (Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de Cennete götürür. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında Sıddîklar (doğrular) derecesine kavuşur).

Doğruluğun aksi yalancılıktır. Olgun ve tam bir müslümanın, yalandan uzak olup, doğruluk ile ahlâklanması lâzımdır.

Özellikle çıkarlarını düşünen insanların çoğaldığı, fedakârlığın azaldığı yerlerde yalan dolan, hile, ahlâksızlık artar ve insanlar ikiyüzlü olurlar. Böyle bir ortamda doğru sözlü olan, sözünü esirgemeyen ve sakınmadan herkesi eleştiren kişiyi kimse sevmez. Herkes onu kınar, yanından ve yöresinden uzaklaştırmaya çalışır. Çünkü bu kişi doğru sözleriyle ahlâksızlık üzerine bina edilmiş menfaat düzenini bozmaya çalışır ve çok kimseyi rahatsız eder. Dolayısıyla çıkarları zedelenen, kusurları yüzüne söylenen, ikiyüzlülükleri yüzlerine çarpılan insanlar tarafından hor görülüp kovulurlar.

Kimi insanlara (özellikle yalancı, çıkarcı, ahlâkı bozuk) kusurlarını, yanlış-larını, düzensizliklerini, yolsuzluklarını ortaya çıkaran sözleri yüzüne karşı söylemek çok acı gelir. Çünkü çoğunlukla bu tür insanlar, ya açıklarının ortaya çıkmasını istemezler, ya da doğru sandıkları hareketlerinin yanlış olduğunu kabul etmezler. Prof. dr. Dr. Nusrettin BOLELLİ

Doğrunun yardımcısı Allah`tır.

3/ özgürlüğün yolu

Özgürlük, insanın kendi saadetini, yani kemalin; arama imkânıdır. Ve bu imkânı ondan kimse alamaz. Ancak kendisi, kendisine sunulan imkânı fark etmeyerek veya ihmal ederek, kendi kemalinden eksik kalabilir. İnsan kemalini ancak diğer insanlarla birlikte elde edebileceği için, kemalin ve özgürlüğün yolu, diğer insanlardan geçer. İnsan kemalini kendisi kendi başına tesis edebilir mi? İnsan diğer insanlarla, ama sadece diğer insanlarla, birlikte kendi kemalini tesis edebilir mi? İnsanların diğer insanlarla beraberliğinin ve beraberce kemal arayışının ön şartı var mıdır? Ön şartsız olduğu söylenen birliktelikler gerçekten de ön şartsız mıdır? Daha doğrusu a priori olarak kabul edilenler, kendi kendilerini temellendirebilirler mi?

Fertlerin özgürlüğünden bahsedilebildiği gibi toplumların, devletlerin, milletlerin ve ümmetlerin de özgürlüğünden bahsedilebilir. Belki milletlerin ve devletlerin özgürlüğünden değil de istiklalinden bahsetmek daha isabetli olacaktır. Bir toplumun veya milletin istiklali, istediğini yapması değil, kendi varlığını teminat altına alarak geliştirmesi cihetinden anlamlıdır. Milletin varlığı birliği demek olduğu için, milletin varlığını teminat altına alması, birliğinin kökeni ve esasının farkında olarak, bu köken ve esas ile irtibatının şuurunda olması ve bu şuuru takviye edecek makul yolları sürekli yenileyerek, geliştirmesine bağlıdır. Devletin istiklali, milletin istihlalinin son ucudur.

Rousseau’nun meşhur sözü Aydınlanma ve sonrası Batı düşüncesinde bir müteârife olarak kullanılır. “İnsan hür doğar; ama her yerde zincirlere vurulmuştur.” Bu söz kadar açık bir şekilde yanlış olan ve yanlışlığı oranında, zahiri dışında kullanılan ikinci bir söz bulmak zordur. Aslında insan dünyaya geldiğinde hür olmadığı gibi, her yönden eksik ve bağımlı bir varlıktır. Yani hürriyet ile ifade edilenin tam aksi, insan yavrusu için geçerlidir. Doğrusu şu şekilde söylenebilir: insan yavrusu her cihetten eksik ve bağımlı olarak dünyaya gelir ve hayatı, eksikliklerini, bağımlılıklarını yöneterek ikmal etme üzerine kuruludur.

İnsan yavrusu dünyaya üryan/eksik olarak gelir. Bu eksiklik hem fiziki ve beden cihetinden hem de bilgi ve beceri cihetinden söz konusudur. İnsan yavrusunun eksikleri saymakla bitmez: sadece bir imkân yumağıdır. Duyu verileri, eğer onun bedenini muhafaza etmesini sağlayan şartlar uygunsa, fiziki nesneleri ona sunar. Duyuların kemali, çevre şartlarına bağlıdır. İnsan yavrusu, dilsiz doğar. Dil ona, içine doğduğu toplum tarafından verilir. Ve insana dünyayı dili verir/sunar. Dil üzerinden insan bir dil cemaatinin mensubu olur; bir toplumun ferdi haline gelir. Kendi oluşturmadığı dilin kurallarına tâbi olarak, daha önce duyulmamışı söyleyerek, kendi özgünlüğünü elde eder. İnsan, duyularını ve dili bulduğu ve kesb ettiği zaman, kulağı ve diğer duyularının desteği ile elini kullanmayı öğrenir. Eli ona, nesneleri, amaçlarına muvafık bir şekilde tanzim ve tasnif etme imkânı sunar. Elin imkânları, içine doğulan toplumun verilerinin üstlenilmesi, temsil ve temessülüne bağlıdır.

Her insan her şeyi aynı şekilde temsil ve temessül edemez; insanlardaki farklar, farlılıklar oluşturur ve özgünlük, bu farklılıkların son ucudur. İnsanlardaki eksiklik, bir cihetten özgünlüğün esasını teşkil eder. Her bir insanın en az bir cihetten başka insanlardan eksik olması, aralarındaki söz ve iş birliğini icab eder. İnsanlar arasındaki söz ve iş birliği, insanların kemalinin değil, itibari eksikliğin ve fazlanın son ucudur. İnsanlar bir bütün olarak, insanlığı temsil ve temessül edebilirler. Bu sadece bilkuvve bir durumdur. Bunun bilfiil tahakkuku, insanları aşan, aşkın bir referansı/isnadı iktiza eder.

İnsan hem fert olarak hem de tür olarak varlığı ve kemalini, aşkın bir kaynak ile irtibat içinde kazanabilir. İnsan dünyaya gelmez; getirilir. Varlığı açıkça kendinden değildir. Eksiktir ve yaşaması, kemaline bağlıdır. Kemali ise onun, bedeni için hava, su, gıda gibi zorunlu ihtiyaçlarını karşılaması, manevi tarafı için de dil ve kültürü alabileceği insanlar gibi-, kendi dışında bir şeyden destek almasına bağlıdır. Daha farklı ve kısa bir ifade ile, insanın varlığını sürdürmesi ve kemalini kazanması, “serbest” olmasına, yani “başının aşkın bir ilkeye bağlı olmasına” dayanır. Serbest olmayanı insanlara “serseri”, yani başına buyruk veya başı bozuk denir. Serserilik, gerçekten başına buyruk olmak demek olmayıp, bağımlılıklarının farkında olmamak, bu anlamda varlık düzeni ile irtibatının farkında olmamak demektir. Fizik kuralların üstünde olan bir serseri mevcut değildir; serserilik sadece manevi cihetten kuralları tanımama yönelişine denk düşer. Serserilik, kemal arayışından eksik kalmanın en açık formudur.

Batı Avrupa’da gelişerek, küresel bir tesir kazanan Batı düşüncesinin genellikle dile getirilmeden varsaydığı esası, Hristiyanlığın esas aldığı insanın terk edilmişliği ön kabulüdür. İnsanın terk edilmişliği, Hristiyanlığın, kendi irrasyonel tezini anlamlandırmak/temellendirmek için insan hayatına kattığı, bir ilkedir. İnsanın Tanrı tarafından terk edilmiş olduğu varsayımı hem teist, hem ateist, hem deist, hem natüralist, hem yapısalcı, hem hermeneutik hem de evrimci perspektiften bakanların hemen hepsinin ortak hareket noktasıdır. Terk edilmişliğin Hobbes’daki adı, “natural condition/ tabii durum”dur. Rousseau”daki adı “libre/hür” olmasıdır. Kant’daki adı “Autonomie/kendi koyduğu kurallara uyma”dır. Heidegger’de “Geworfenheit/atılmışlık”tır. Sartre’da “reyete, delaisse fırlatılmışlık, terk edilmişlik”tir. Deizm, insanın Tanrı tarafından maddi olarak değil, manevi olarak terk edilmiş olduğu varsayımına dayanır; Batı’da ortaya çıktığı haliyle bir kusuru ikmal edilmiş Hristiyanca bir düşüncedir.

İnsan fillerinin maksadı, ihtiyar cihetinden hayr’dır; en yüksek hayr ise insanın saadeti olmakta; böylece insan ihtiyarının, yani özgürlüğünün mânâsı, insanın saadeti ile irtibatlı olarak ortaya çıkmaktadır. İster istediğini yapabilmek veya isterse de istemediğini yapmamak olarak kavranılsın, özgürlüğün kudret ile alakalı olduğu fark edilebilir: Özgürlük, kudret ile, kudret yanında ikinci bir unsur, istemek de özgürlük ile alakalıdır. Öncelikle isteyebilmek ve istemek, yapabilmek ve yapmak ile bir araya geldiğinde hürriyet/özgürlükten bahsedebiliyoruz. Hem yapabilmek hem de isteyebilmek, insanın kendi kendisine verdiği değil, kendisine verilmiş olanı isimlendirir. Kendisine verilmiş olanı, kendi mülkü olarak kabul etmek bir yanılgı olduğu gibi, bunların “otonomluk” gibi bir tavrı temellendirmek için kullanılması, sadece bir hakikatin üstünü örterek, onu yok saymak; o yokmuş gibi davranmak demektir.

İnsana beden verildiği gibi beden ön şartına bağlı olarak zuhur eden duyular ve duygular kadar irade ve ihtiyar da verilmiştir. Beden, irade ve ihtiyarın verilmiş olduğunu dikkate alarak özgürlük meselesine baktığımızda insanın özgürlüğünün tabiata karşı olamayacağını fark ederiz. Özgürlüğün karşı olmasının düşünülemeyeceği ama sanki meselenin merkezini teşkil ediyormuş gibi sunulan ise Tanrı’dır. İnsanın özgürlüğünün Tanrı’ya karşı bir benlik ve kendilik iddiası olduğunu söyleyenler, yakından bakıldığında, söylediklerini kastetmiyorlar; Karşı olduklarını söyledikleri Tanrı değil; duruma göre onların hayatlarına çeki düzen vererek, onları diğer insanlar ve şeyler ile belirli bir düzen içerisinde yaşamalarını talep eden kurallar ve kurallılıklardır.

Kuralların yaygın olarak bazı insan ve insan gruplarının eliyle onların çıkarlarına uygun olarak etkin oldukları dikkate alındığında, bu kuralların sadece bir kısım/kesim insanın faydası anlamında “hayrını” gözettiğini tespit etmek ve bununla birlikte diğer insanların hayrını gözetmediğini ve dolayısıyla diğer insanların saadeti aleyhine bir durum oluşturduğunu söylemek mümkündür. Eğer özgürlük insanların saadetlerini arama imkânı ise, o zaman, insanların hayatlarında ortaya çıkan ve uygulanan kurallar, sadece bir kısmın ve bir kesimin faydasına indirgenen bir “saadeti” temin etmekteler ve geri kalan insanların faydaları ve dolayısı ile saadeti en iyi ihtimalle ihmal edilmektedir. Bu ihmale bağlı olarak özgürlük meselesi, insanların oluşturduğu düzenler ve düzenekler karşısında kendi “hayrını” ve “saadetini” arama imkânı olarak anlam kazanmaktadır.

İnsanların hayatında bulunan ve etkin olan kurallılığın ve kuralların nereden geldiği, asıl ve esasının ne olduğu sorusunun cevabı yaygın olarak bellidir: Bu kurallar ve kurallılıkların bir taraftan bakıldığında kaynak olarak Tanrı ile irtibatlı olduğu; hatta kadim düşüncede olduğu kadar modern Batı düşüncesinde de mesela Hobbes, Rousseau ve Austin’nin ifadesi ile bütün yasaların en azından kaynak olarak ilâhi olduğu kabul edilir. Ancak modern Batı düşüncesinin hangi yasanın gerçekten ilâhi olduğunu belirleyecek elimizde bir kriter olmadığı veya bu husustaki kriterin kaybedildiğini varsayması veya mevcut kriteri ihmal etmesi sebebi ile, tüm kurallar kural olarak aynı kefeye atılmakta; bunun neticesinde de insana kendi hayrını/saadetini elde etme hususunda kendi aklına dayanma yegâne imkân olarak kalmaktadır. 19. yüzyıl ve sonrası Batı düşüncesi, kadim düşünce kadar modern Batı düşüncesinin ilâhi kaynağı kabul eden hareket noktasını terk ederek, insanların kendi oluşturdukları düzenin kurallarını kendilerinin koymaları gerektiğini, gerisi olmayan bir hakikat olarak kabul etmiştir. Hem tabiattaki düzenin hem de toplumdaki düzenin kaynağı, birisi tabiatın kendisi, diğeri insanlar arası ilişkilerin kendisi olarak varsayılmıştır. Sorun sadece bunlardan hangisinin diğerine indirgenebileceği cihetinden müzakere edilmiştir.

Mevcut kuralları ve kurallılıkları ilâhi kaynağı ile irtibatı içinde dikkate alanlar, bu kurallara karşı çıkmak ile Tanrı’ya karşı çıkmanın bir ve aynı şey olduğunu varsaymakta; bunun neticesinde tanrıtanımazlık ile özgürlük sanki bir ve aynı şeymiş gibi bir görüntü kazanmaktadır. İlginç olan taraflardan birisi Tanrı tanımazlık ile tabiatçılık, yani âlemdeki düzeni, ona aşkın bir kudret ile irtibatı içinde değil, ona içkin bir zorunluluk düzeni olarak kavramaya yönelenler, dolaylı olarak Tanrı’ya ait olan sıfatları kendilerine ve kendi oluşturdukları düzenlere atfederek, hakikisini inkar ve ihmal ettikleri uluhiyeti, kendi oluşturdukları düzeneklere yüklediklerini; sonrasında da, Marx’ın farklı bir bağlamda, daha farklı gerekçelerle işaret ettiği, bir yabancılaşmaya maruz kaldıklarını ya fark edemiyorlar ya da fark ettiklerinde iş işten çoktan geçmiş oluyor. Bilim adına mesela neroscience alanında olduğu gibi tabiatta ve insan hayatında mutlak determinizmi savunan yaklaşımlar, tam da bu içkin yaklaşımın içerdiği fatalizme denk düşmektedir.

Hakiki Mabudu tanımamayı özgürlük olarak isimlendirenler, herhangi bir özü olmayan ve varlığı insanların fiillerine ve fiillerinin koordinasyonuna bağlı olan düzenekleri aidiyet dayanağı/isnadı olarak kabul ederken, asli varlık ve varoluş kaynağını ikinci ve üçüncü dereceden oluşumları mutlaklaştırarak, yok sayıyorlar. Yok saymak yok etmek olmadığı için esas fâil sadece üzeri örtülü olarak/gaybda etkinliğini sürdürmekte, buna karşılık insanların oluşturarak hakiki ve nihai fâillik atfettikleri düzenler ve düzenekler, insanların oynama ve oyalanmasına yetmekte, bunun neticesinde de insanların önemli bir kısmı, özgürlük söylemleri ile başka insanların oyuncağı haline gelmektedirler.

İrade ve ihtiyar meselesi insanın mükellefiyetini temellendirmek cihetinden müzakere edilir. Soru her halükârda Allah’a karşı veya rağmen değil, “Allah ile” insanın mükelleftiyetini temellendirmeye matuftur. Kelam ve tasavvufta olduğu kadar Felsefe ve Fıkıhta da bütün seyr ü sülük, bu cihetten müzakere edilir. Dilini ve elini kullanabilmesi için, duyuları ile eli arasında irtibat kurabilmesi; bunun için de verilenin ötesine geçebilmesi gerekir. Verilenin ötesine geçme imkânı, akıl dediğimiz imkânı ifade eder. Akıl ise en fazla verilenler arasındaki bağlar ve bağlantılar ile alakalıdır; kendisi bir veri içermez. Akli olarak bilinen tüm doğrular, özünde sem”idir; insanlar dili öğrenirken, evveliyât”ı da birlikte üstlenir. Evveliyât’ın dili veya herhangi bir tecrübeyi gerektirmediği tezi, refleksif bir şekilde elde edilen, ikincil bir temellendirmeyi işaret eder.

Akıl insanın fiziki varlığını sürdürmesi için gerekli olmakla birlikte, kemalini elde etme cihetinden, verili olana bağlı ve bağımlı olduğu için, kemalde gerekli olan boyut farkını temin edemez. Akıl bile kendi kemalini, ancak kendisini aşan bir ilke ile irtibatı içinde elde eder. Terkedildiğini varsayan Batı düşüncesinin rasyonalitenin en üst formunu enstrümentalizm/araçsallıkta bulması, tesadüfi değildir; enstrümentalizm aklın kendi sınırlarını keşfetmesinin daha farklı bir ifadesidir.

Bilindiği haliyle felsefi veya bilimsel bir ahlâk sisteminin insanların hayatında ahlâki bir düzen oluşturamadığı dikkate alınırsa, aklın ahlâk ile irtibatının kurucu cihetten değil, alıcı cihetten olduğu fark edilir. Akıl ahlâkı kuramaz; üstlenir ve uygulamasının uygun yollarını keşfetmeyi sağlar. Mill’in “aklın, ihtiraslarının kölesi olduğu ve daha başka bir şey de  olamayacağı hükmü, aklı küçük görmek değil, imkânları içinde kavramak anlamına gelir. 19. ve 20. yüzyilar, mutlaklaştırımış aklın, insanlığa bir ahlâk veremediği gibi, insanları özgürlüğünden, yani kendi kemalini/saadetini elde etme yönünde gayret etme imkanından da mahrum ettiğinin şahidi olarak yeterlidir. / Prof. Dr. Tahsin Görgün

2/ DEĞER KAVRAMI

İnsan, önce annesiyle sonra aile fertleriyle ve nihayetinde toplumdaki diğer insanlarla sosyal ilişki kurar. Tarih boyunca insan, bir toplum veya topluluk içinde hayatını devam ettirmiştir. İnsanların bir arada yaşaması, iletişim ve etkileşim içinde olması ortak değerlerin ortaya çıkmasını sağlar. Böylece her toplumun, kendine özgü bir yaşam tarzı ve değerler sistemi oluşur. Toplumlar güçlü olabilmek ve uzun yıllar ayakta kalabilmek için değerler sistemini korumak ve gelecek nesillere aktarmak durumundadır. Oluşturduğu değerlere yeterince sahip çıkmayan ve yeni kuşaklara aktarmayı başaramayan toplumlar, ahlaklı ve erdemli bireyler yetiştirmek ile toplumsal düzenin devamını sağlamak konusunda çeşitli problemler yaşayabilir. Çünkü toplumsal açıdan değerler, adeta bir binayı ayakta tutan ve o binanın tuğlalarını birbirine kenetleyen çimento gibidir.

Toplumu oluşturan fertler, aynı zamanda ortak değerler ve kültürel ögeler tarafından eğitilir. Bu yönüyle değerler insanlara önemli ve öncelikli olan yaşamsal amaçları ya da tercih edilmesi gereken davranışları kazandırır. Eğitim öğretim yapan kurumlar da bu doğrultuda hareket eder. ve bireylerin; vatansever, adil, yaratıcı, girişimci, temiz, şefkatli, ahlaklı ve dürüst olması için hazırlanmış programları uygular. Bu anlamda toplumsal düzenin devamı ve sosyal refahın temini için, sahip olunan değerlerin korunarak yeni kuşaklara aktarılması son derece önemlidir.

Değer kavramı; psikoloji, sosyoloji, teoloji ve felsefe başta olmak üzere sosyal bilimler literatüründe sıkça tartışılan konulardan biridir. Bireysel anlamda değerlendirildiğinde değer, kişinin yaşamsal amacını belirleyen ve hayat yolculuğunda ona rehberlik eden ya da yol gösteren inançlar ile tutumlardır. İnsan, sahip olduğu değerleri referans alarak çeşitli tutum ve davranışlarda bulunur. Bu doğrultuda değerler; bireyin yaptığı tüm eylemleri, yapmak isteyip de yapamadığı davranışları ve diğer insanların sergilediği yaklaşımları değerlendirmeye yönelik etmenlerin tümüne denir.

Ahlaki bağlamda değer kavramı ele alındığında, bireyin kendini ve diğer insanları tanımlamak ya da değerlendirmek amacıyla kullandığı ölçütlerdir. Değer, toplumu inşa eden yapı taşlarıdır ve toplumun varlığının devam etmesini sağlayan unsurlardan biridir. Aynı zamanda toplum tarafından inşa edilen bir olgudur. İnsan, yaşam boyu sosyal iletişim kurma ile sosyalleşme ihtiyacı içindedir. Birey, doğum anından itibaren sosyalleşmeye başlar. İlk olarak annesiyle ilişkisi vardır, ardından ailenin diğer üyeleriyle iletişim kurar. İlk sosyal çevre olan ailenin ardından kişi, yaşamın ilerleyen dönemlerinde sokak oyunları, okul ortamı ve yaptığı meslek aracılığıyla diğer insanlarla iletişim kurar. Kurduğu tüm bu sosyal etkileşim biçimleri zihinsel ve duygusal repertuarındaki değerler tarafından şekillendirilir ve yaşadığı deneyimler sahip olduğu değerler sistemini etkiler. Bu doğrultuda insan ve benimsemiş olduğu değerleri, içinde yaşadığı sosyal çevreyi şekillendirir ve o çevreyle birlikte şekillenir.

Aynı zamanda bir toplumdaki iyi ve kötü tanımlamalarının şekillenmesi, ideal düşünme ve davranma yollarının belirlenmesi, değerler aracılığıyla oluşturulur. Bu durumda, toplumsal düzenin sağlanması için işleyen sosyal kontrol mekanizmalarının ve pekiştirme unsurlarının değerlere dayanarak oluştuğu değerlendirilebilir.

İlk sosyal çevre olan ailenin ardından kişi, yaşamın ilerleyen dönemlerinde sokak oyunları, okul ortamı ve yaptığı meslek aracılığıyla diğer insanlarla iletişim kurar. Kurduğu tüm bu sosyal etkileşim biçimleri zihinsel ve duygusal repertuarındaki değerler tarafından şekillendirilir ve yaşadığı deneyimler sahip olduğu değerler sistemini etkiler. Bu doğrultuda insan ve benimsemiş olduğu değerleri, içinde yaşadığı sosyal çevreyi şekillendirir ve o çevreyle birlikte şekillenir. Aynı zamanda bir toplumdaki iyi ve kötü tanımlamalarının şekillenmesi, ideal düşünme ve davranma yollarının belirlenmesi, değerler aracılığıyla oluşturulur. Bu durumda, toplumsal düzenin sağlanması için işleyen sosyal kontrol mekanizmalarının ve pekiştirme unsurlarının değerlere dayanarak oluştuğu değerlendirilebilir. Din, en kapsamlı şekilde “Allah’tan insana doğru uzatılmış kurtuluşa götüren ip” olarak tanımlanabilir. İnsan seçtiği din doğrultusunda kendini ve hayatı anlamlandırmakta, temel değerlerini bu bağlamda şekillendirmektedir. Dini değerlerin ise; dinin hedeflerinin ve değerlerinin alt başlıklarından bazıları olduğu ifade edilmektedir.

Dini ilimlerle uğraşan uzmanların ve eğitimcilerin neredeyse tamamı; gençlerin ahlaki değerlere sahip olması gerektiği konusunda fikir birliği içindedir. Çünkü değerler; darda kalana yardım etme, komşuya pişirdiği yemekten ikram etme, diğer esnafın da kazanabilmesi için müşterisini oraya yönlendirme, parası olmayana da imkânı ölçüsünde ürün verme, kaza yapmış bir sürücüye yardımcı olma gibi davranışların ortaya çıkmasını sağlar. Bir anlamda maddi karşılığı olmayan ve yalnızca insanların içsel kaynaklarından beslenerek ortaya çıkan ve değerlere sahip olmak sayesinde sergilenen davranışların toplumdan silinmemesi açısından değerler eğitimi son derece önemlidir.

Aynı zamanda okul ortamında gençlerin, trafikte yetişkinlerin ve sosyal hayatın her aşamasında bireylerin birbirine yönelik merhametsiz, kaba, incitici, yaralayıcı hatta kıyıcı davranışlar içine girebilmesi; yine değerlerimizin yozlaşmasıyla ilişkili durumlardır. Karşısındaki bireyin de en az kendisi kadar değerli olduğunu göz önünde bulunduran, onun da sevenleri ve yolunu gözleyenleri olduğunu düşünen, ona zarar verme seçeneğini aklından bile geçirmeyen bireyler; güçlü inanca ve içselleştirilmiş değerlere sahip olan kişilerdir. Nitekim toplumsal düzenin korunabilmesi ve sosyal ilişkilerin başarılı bir şekilde yürütülebilmesi; bireylerin fert fert veya toplu olarak insani değerlere bağlılığıyla ilişkilidir.

Toplumun mayasını oluşturan değerler, kalıcı olabilmeli ve gelecek kuşaklara aktarılabilmelidir. Toplumsal varlığın sürdürülebilmesi, ancak bu şekilde mümkün olabilir. Bu bağlamda dini anlamdaki değerler, bireysel ve toplumsal değerlerle iç içedir. Değerler eğitimi kapsamında yürütülen çalışmalar, dini değerlerle bağlantılı olarak yürütülmelidir. Çünkü dinin amacı bireyin ruhsal bütünlük içinde; anlamlı, mutlu ve davranışsal açıdan tutarlı bir hayat yaşamasıdır. Değerler eğitiminin amacı ise insan yaşamını anlamlı hale getirmek, ruhsal dengeyi korumak, kişiliği güçlendirmek, bireyin ahlak ve karakterini geliştirmektir.

Değer; istenilen, gereksinim duyulan, ilgi gösterilen ve uygulamaya (amel etmeye yönelik) dönük güçlü inançlardır. Dürüstlük ise, etimolojik olarak doğruları ve gerçekleri söylemek; samimi, güvenilir ve sadakatli olmak anlamına gelir. Dürüstlük içtenlik, doğruluk, açıklık, netlik gibi kişilik özelliklerine sahip olmayı yansıtmaktadır. Yalan, hile, düzenbazlık gibi olumsuz eylemleri değil; doğruluk, netlik ve gerçekçilik gibi olumlu eylemleri içerir. Dürüstlük; güvenilirlik, içtenlik, kibarlık, tutarlılık, affedicilik ve adalet gibi kavramları da kapsar. Ayrıca dürüst olmak ve dürüstlük, karşımızdaki bireyleri ikna etmek noktasında önemli bir niteliktir. Değerler eğitimi kapsamında yetişkinlere, çocuklara ve gençlere; onların olumsuz davranışlarını olumlu yöne çevirecek veya var olan olumlu davranışlarını daha da geliştirmelerini sağlayacak bir dizi kavramın benimsetilmesi amaçlanır. Bunlar; saygı, eşitlik, adalet, sorumluluk, hoşgörü, işbirliği, yardımseverlik, paylaşma, vatanseverlik, samimiyet ve dürüstlüktür. Bu yönüyle bir bakıma insan davranışlarını şekillendirmenin ve anlamlandırmanın yolu dürüstlükten geçmektedir.

Değerler eğitimi bağlamında dürüstlük, bireye kazandırılması amaçlanan temel kavramlarından birisidir. Kişilerarası ilişkilerde dürüst olmayan davranış ve tutumlar sergilemek, bireylerin kaliteli iletişim kurmalarını engelleyebilmektedir. Dürüst olmayan, karşısındaki bireyin söylediklerini doğru bir şekilde değerlendirmeyen bireyin ilişkileri sağlıksız olur. Böyle bir muhatapla sağlıklı ve yakın ilişki kurmak son derece zordur. Çünkü bir birey, diğer bireyler kendisinin tavırlarını yanlış yorumlarsa veya kötüye yorarsa, onlar gözünde nasıl göründüğüne dair endişelenir ve kamusal kimliğinin tehdit altında olduğunu algılar. Bu tehdidin büyüklüğü, yani bireyin özgürlüklerinin üzerindeki etki derecesi bireyin tepkisini ortaya çıkarır.

Günlük yaşamsal işleyişte; eş, arkadaş, akraba gibi ilişki türlerinde bireyler kimi zaman duygusal yaralanmalar yaşayabilmektedir. Bu durumu yaşayan bireylerde, dürüst olmalarından kaynaklanan bir mağduriyet yaşadıklarına dair inanç gelişebilir. Ancak dürüstlük noktasında toplumun onayı, bireylerin inançlarını biçimlendirebilir. Eğer doğruluk dürüstlük kendine odaklanma eğilimiyle sonuçlanıyorsa, bu durumun özgür düşünmeyle ilişkili olması beklenir. Dürüst olmayan davranışlara muhatap olan, örneğin toplumdaki saygınlığı, kişisel özellikleri ve davranışsal yetenekleri taklit edilen birey; benliğini tehdit altında hissedebilir. Bu durum, bireyin “kamusal kimliğini” tehdit altında hissetmesine yol açabilir. Bu nedenle bireylere, çocukluk dönemi gibi erken bir zamandan itibaren çeşitli hikâyelerin de öğretici yönü kullanılarak dürüstlük değerinin kazandırılması gerekir.

Bireysel özelliklerinin ve davranışsal becerilerinin taklit edilmesi sonucunda birey, kamusal kimliğini tehlike altında görür. Kamusal kimliğe yönelik kişilerarası tehditleri betimleyen dört önemli unsur vardır: 1) Kurban, failin davranışının kasıtlı olduğunu algılar, 2) Kurban, ortada yasa dışı bir durum olduğunu fark eder, 3) Kurban, kamusal kimliğindeki kendine özgü yanlarını, diğer insanlardan ayırt edici özelliklerini tehdit altında hisseder, 4) Fail; kurbanın öznel, benzersiz ve kıymetli özelliklerini teşhir ederek onun özgürlüğünü kısıtlamaktadır. Kamusal kimliğe yönelik tehditlerde diğerlerinin aksine, (örneğin toplumsal başarısızlık, utanç) tehdit oluşturan tanımlanabilir bir fail vardır. Kurban bu duruma kızar, kaygılanır
ve öfkelenir, tehdit kaynağı olan faille yüzleşmek ister ve faile yönelik olumsuz bir bakış açısına (örneğin onun sahtekâr ve itici olduğunu düşünür) sahiptir.

Değerler eğitimi, toplumun düzenlenmesinde yasaların ve kanunların ulaşamadığı noktalara erişebilmeyi sağlar. Örneğin hırsızlık yasal olarak suçtur ve hırsızlık yapan hukuki yaptırımla karşılaşır. Ancak kimsenin olmadığı ve görmediği bir yerde, düşürülmüş bir cüzdan bulan kişi; eğer onu sahibine vermezse hukuki yaptırımla karşılaşmaz. Çünkü “kimse görmediği için” yasal olarak bir problem yoktur. Bu noktada bireyin sahip olduğu değerler devreye girer. Kendisini herhangi bir insan görmese bile Allah’ın gördüğünü bilen kişi, dünyada olmasa bile ahrette yaptığı her davranışın hesabını vereceğine inanır.

Hem manevi sorumluluk gereği hem de kendisine olan saygısı nedeniyle, cezai bir durum ortaya çıkmasa bile bulduğu cüzdanı sahibine ulaştırmak için çabalar. Sahibini bulamasa bile onu devlete teslim etmek gibi yöntemler izler. Böylece hiçbir şekilde kendisi kullanmamış olur. Bu noktada dürüstlük, sorumluluk ve erdemlilik gibi birçok değer, bireyin davranışını biçimlendirmektedir. Bu nedenle Dürüst olmayan davranış biçimlerinden birisi olan taklitçilik; bir kişinin, bir başka bireyin kamusal kimliğindeki kendine özgü niteliklerini ve ayırt edici yanlarını istendik bir şekilde kopyalayıp kendine mal etmesidir. Yapılan araştırmalar taklitçiliğin, mağdur bireylerin kamusal kimliği açısından tehdit oluşturduğu görüşünü desteklemiştir. Aynı zamanda taklitçilik, fail açısından kendine zarar verdiği bir davranıştır. / Abdullah Yalnız & Yusuf Yıkmaz

1 / Dürüstlük

Dürüstlük pahalı bir mülktür; ucuz insanlarda bulunmaz

Dürüstlük son derece pahalı bir hediyedir. Bu hediyeyi ucuz insanlardan beklemeyin. Warren Buffet

Genelde herkes gerçeği söyleme ve dürüst olma özelliklerini över ve savunur. Ancak gerçek hayatta bir kişi doğruları savunmaya cesaret ettiğinde çoğunlukla eleştirilerin hedefi haline gelir. Dürüst insanların aklında herkesi memnun etmeye çalışmak gibi bir düşünce yoktur. İkiyüzlü davranışlar bu tür insanları son derece rahatsız eder. Bu nedenle bildikleri tek dili kullanma konusunda asla tereddüt etmezler: içtenlik. Dürüst insanlar kimi zaman rahatsız olsalar da düşünce ve görüşlerinde oldukça sağlam ve sadık bir tutum sergilerler. Değer verdikleri insanlarla anlamlı bağlar kurma konusunda ise çok yetenekli olduklarının altını çizmek gerekir.

Bu nedenle bir insanın düşündükleri ile yaptıkları arasında tutarlı olması pek de kolay başarılabilecek bir durum değildir. Ne düşünüp hissettiğimizi biliriz, ancak insanlarla iletişime geçtiğimizde sıklıkla bu düşüncelerin tam tersini ifade ettiğimiz olur. Bu tür davranışları da genellikle çeşitli sosyal nedenlerden ve aşırı dikkat çekerek zarar görmekten çekindiğimiz için sergileriz.

Bu sebepten dolayı dürüst insanlar çok değerlidir. Çünkü bu tür insanlar sahip oldukları cesaret ve belirgin seviyedeki istekleri ile tutarlı olma konusunda kararlı bir tutum sergilerler. Sosyal ve psikolojik değerler dikkate alındığında çok az sayıda özelliğin dürüst olma kadar önemli ve değerli olduğu söylenebilir. Bu boyut, Thomas Jefferson tarafından bilgeliğin ilk bölümü olarak adlandırılmıştır. Benzer şekilde Mark Twain de dürüstlüğü en değerli kayıp sanat olarak nitelendirmiştir.

Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, herkes için net olan konu şudur: Üzerinde durduğumuz özellik yani dürüstlük, hayatımız boyunca daima karşımızdaki insanlardan beklediğimiz bir niteliktir. Dürüstlük sayesinde insanlar arasında güven temelli ilişkiler kurulabilmektedir. Bir insan olarak karşımızdaki kişi ya da kişileri tanıma ihtiyacı duyarız. Özel hayatımızda ya da iş hayatında sevdiğimiz ve saygı duyduğumuz bir arkadaşımızın her zaman için içten, samimi ve gerçek olduğunu bilmek isteriz.

Dürüst insanlar, dürüst olduklarını herkese ilan eden yazılar yazılı kıyafetler giymez ya da benzer işaretler taşımazlar. Bu insanları tanımlamayı kendimiz öğrenmemiz gerekir. Bunu yapabilmenin en uygun yöntemlerinden biri ise etrafımızdaki kişileri dinlemek, onları gözlemlemek ve onlarla bağlantı kurmaya çalışmaktır. Elbette dürüstlük özelliğinin herhangi bir nedene bağlı olmadığının da farkında olmak gerekir. / Dürüst İnsanlar Hoşlanmadıkları Şeyler İçin Vakit Harcamazlar. Almanya Würzburg’da bulunan Julius Maximilians Üniversitesi bu boyut üzerinde biraz daha derine dalmak için bir çalışma gerçekleştirmiştir. Bu bağlamda, ortaya çıkarılan ilk konu dürüst insanların konuşma ve sohbetlerinin büyük bölümünde zaman tasarrufu yapmayı tercih ettiklerini göstermektedir. Bu insanlar lafı dolandırmazlar, hoşlanmadıkları bir kişi ya da bir konu olduğunda veya kendi değerlerine uymayan bir durum olduğunda hiç zaman kaybetmek istemezler. İnsanlara karşı mesafe belirleme söz konusu olduğunda iddialı olma ile saygı duyma arasında net çizgiler çizme özelliğine sahiptirler.

Bunu yaparken aşırı derecede bir gerekçelendirme ihtiyacı hissetmez ve kendileri de gereğinden fazla sebep bulma eğilimine girmezler. Gereğinden fazla zaman harcandıkça istenilenin tam tersi etki yaratan durumların uygun olmadığının bilincindedirler.

Yalan Söylemezler ve Yalan Söylenmesine de Tahammül Edemezler. Bu konu ile ilgili psikoloji profesörü Dan Ariely tarafından yazılmış olan, “Neden Yalan Söyleriz…Özellikle de Kendimize: Aldatma Sanatı” adlı oldukça ilginç bir kitap bulunmaktadır. Yazara göre, her birimiz kendimizin dürüst olduğuna inanırız. Yalan söyleyip söylemediğimiz, ne düşündüğümüz ya da ne ifade ettiğimizin aslında hiçbir önemi yoktur. Yani bizi asla terk etmeyen kendimize ait o kusursuz imajı neredeyse her zaman sürdürürüz. Diğer taraftan hem fikirsel hem de davranış açısından gerçekten dürüst olan insanlar ne kendilerini ne de diğer insanları aldatmaktan asla hoşlanmazlar. Yalan söylemezler, çünkü bu davranış şekli kişiliklerine ve öz güvenlerine bir saldırı niteliği taşıyan rahatsızlık verici kavramsal uyumsuzlukların ortaya çıkmasına neden olur.

Rahat Kişiliklere ve Dingin Zihinlere Sahiptirler. Dürüst insanlar daha mutludur ve hatta diğer insanlara göre daha sağlıklı oldukları da belirlenmiştir. Bu durum, Paris’te bulunan Notre Dame Üniversitesinde psikoloji profesörü olarak görev yapan Dr. Anita E. Kelly tarafından ortaya çıkarılmıştır. Dr. Kelly tarafından yapılan çalışmaya göre, dürüst olmak, yalanlara başvurmamak, her zaman için kendisine samimi davranmak, söyledikleri ve yaptıkları konusunda doğru olmak daha sağlıklı bir insan profili ortaya çıkarmaktadır. İşte bu iç denge ve zihin dinginliği, kişinin sağlığını doğrudan etkileyen faktörler olarak ön plana çıkmaktadır.

Dürüst İnsanlar Daha Anlamlı İlişkiler İnşa Etmeyi Bilirler. Yalancılık ve kimi zaman ahlaki anlamda eksiklikler bu tür insanların aşırı derecede dikkat ettiği ve uzak durmak için çaba sarf ettiği kişilik özellikleri arasında bulunmaktadır. Bu tür kavramsal uyumsuzluklar rahatsızlık, gerilim ve sıkıntıya yol açmaktadır. Bu nedenle, dürüst insanlar güvene dayalı ilişkiler kurmaya her şeyden daha fazla değer verirler. Etrafındaki insanlara karşı sürekli olarak sadece samimi, içten ve saygılı olarak davranmakla kalmazlar, aynı zamanda günlük hayatlarının bir parçası olan bu insanlardan da aynı şekilde davranmalarını beklerler. / Bu tür kriterleri olan insanların her zaman çok sayıda arkadaşı olduğu söylenemez. Az sayıda da olsa bu arkadaşlar en uygun ve en gerçek nitelikte olanlardır. Ayrıca bu arkadaşlıkların süreklilik gösterdiği ve karşılıklı memnuniyet prensibine dayalı olduklarının da altını çizmek gerekir.

Son olarak, dürüstlük konusuyla ilgili son bir boyutun da altını çizmek faydalı olacaktır. Dürüstlük etik bir prensiptir. Daha eksiksiz ve sağlıklı bir toplumun yaratılması için yardımcı olan özel bir değerdir. Ancak hepimizin kendimizde olduğuna inandığımız bu özellik her zaman gerçek ve saygılı bir biçimde uygulama alanı bulamaz. Yani sık sık rahat bir biçimde yalana başvurur ve bu yalanlarla yaşadığımız gerçeklerin ve hislerimizin üstünü örteriz. Her durumda tam olarak ne düşündüğümüzü söyleyemeyecek olmamız oldukça doğal bir durumdur. Bu bağlamda, çeşitli şartlar altında kendimize farklı filtreleri uygulamamız çoğunlukla tavsiye edilen bir durumdur. Ancak öyle ya da böyle içtenlik ve samimiyet hem diğer insanlara hem de kendimize saygı açısından çok önemli bir özelliktir.

Comments are closed.