logo

Şairlerin Dünyası / Uckun Kaan

Annette von Droste-Hülshoff 

KASIM

Anımsıyorum o büyülü ânı
Karşımda beliriverdiğin,
Uçup gidici bir hayal gibi,
Dehası gibi saf güzelliğin.

Bunluklarında ümitsiz hüznün,
Telâşın yorucu tasalarında,
Çınlardı o tatlı ses uzun uzun,
O güzelim çizgiler görünürdü bana.

Yıllar geçti. İsyancı dalgalarında fırtınaların
Dağılıp söndü eski hayaller,
Unuttum tatlı sesini senin
Ve silindi Tanrısal çizgiler.

Issızlıkta, karanlığında tutsaklığın
Sessizce uzayıp gidiyordu günlerim
Tanrısız, esinsiz, gözyaşsız,
Yaşamsız ve sevgisizdim.

Ve bir an geldi, uyandı ruhum:
Ve işte sen yeniden belirdin,
Bir hayal gibi, uçup giden,
Dehası gibi saf güzelliğin.

Ve yürek çarpıyor bir esrimeyle,
Ve yeniden canlanıyorlar onda
Tanrısallık da, esin de,
Yaşam da, gözyaşı da, aşk da.

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin / O’na

  • Önce çalışın sonra dinlenin.   
  • Deha ile kötülük bir araya gelemez.   
  • Halkı özgür görebilecek miyim acaba.  
  • Kötü bir barış, iyi bir savaştan daha iyidir.   
  • Oyun bitince, şah da piyon da aynı kutuya konur.   
  • Yalancı, bacaları karartan is gibi, insanın içini de karartır.   
  • Genellikle bütün büyük yanlışlıkların altında gurur yatar.  
  • Hayat bitti. Biten hayat, nefesim sıkışıyor. Bir şey eziyor beni.   
  • Yüksek nitelikli komedya yalnız gülmeye dayanmaz ve çoğu tragedyaya yaklaşır.   
  • Övgüyü de iftirayı da umursama, Ne hakaretten kork ne çelenk iste Ve tartışma aptalla. 
  • Elde edilmesi güç olan her şey genellikle diğer insanlar tarafından kolaylıkla küçümsenir.  
  • Eleştiri, edebiyat ve sanat eserlerinin güzelliklerini, çirkinliklerini ortaya çıkaran bir bilimdir.    
  • Özgür akıl nereye götürüyorsa seni. Yetiştir emeğinin sevgili meyvesini, Ödül beklemeksizin soylu çabalarına.   
  • Umutsuz tutsak, sanki git gide Sevinçsiz yaşama alışıyordu. Tutsaklık kederini, isyanını İçinin derinliğinde saklıyordu.
  • Dünyada sonsuz bir mutluluk yoktur; ne ünlü bir soy, ne güzellik, ne güç-kuvvet, ne zenginlik, hiçbir şey bizi felaketten kurtaramaz.  

Aleksandr Puşkin / Vikisöz

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, Rus şair ve yazar. Pekçok kişi tarafından en büyük Rus şairi ve Rus edebiyatı’nın kurucusu olarak kabul edilir.

Aleksandr Sergeeviç Puşkin, 6 Haziran 1799’da Moskova’da doğar. Babası Sergey Lvoviç, soylu bir ailenin çocuğudur. Annesi Nadejda Osipovna Hannibal’in ne kadar soylu biri olduğunu söylememiz için ise dedesi Etiyopya’lı İbrahim Hannibal’in Rus Çarı I. Petro’nun vaftiz çocuğu olduğunu belirtmemiz yeterli olacaktır. Görüldüğü gibi çok soylu bir ailenin üyesidir Puşkin. Annesi ve babası çok kültürlü ve aynı zamanda gösteriş düşkünü insanlardır. Zamanlarının çoğunu balolarda geçirdikleri için Puşkin, anne ve baba şefkatinden uzak bir çocuk olarak büyür. Puşkin, ilk bilgilerini yabancı eğitmenlerden edinir. Henüz sekiz yaşındayken Fransızcası Rusçası kadar iyidir. On bir yaşına geldiğinde ise özgürlükçü ve alaycı yazarlarına hayran olduğu Fransız Edebiyatı’nı neredeyse ezberlemiştir ve Fransız şiirler ve komediler yazmaya başlamıştır. Döneminin tanınmış şair ve yazarları, Puşkin’in evine gelip gidenler arasındadır. Ancak hiçbiri onu kendisine durmadan tuhaf masallar anlatıp, eski Rus türküleri söyleyen dadısı kadar etkilemez. Yaşlı dadısı Arina’nın anlattıkları, Puşkin’in çocukluk ruhunda silinmez izler bırakır.

Puşkin, on iki yaşına geldiğinde, Rus Çarı I. Aleksandr’ın Tsarskoye Selo’da (Çar’ın yazlık köyü) açtırdığı okula yazılır ve buradaki altı öğrenim yılı boyunca tıpkı okulun diğer öğrencileri gibi, Petersburg’a gitme izni bile verilmeden adeta dış dünyadan koparılarak eğitim görür. Puşkin’in lise yıllarında yazdığı şiirlerinde bile, gerçekçilik eğilimi açıkça göze çarpar. O dönem şiirinde kullanılmayan kaba ve gündelik sözcükleri rahatlıkla kullandığı ve canlı, kıvrak bir zekanın izlerinin görüldüğü şiirleriyle Derjavin’in dahi dikkatini çekmeyi başarır.

Artık ünlü bir şair sayılmaya başlayan Puşkin, bu sıkıcı okul yıllarından sonra büyük bir eğlence susuzluğu ile, Petersburg’un canlı yaşamına dalar. Yazdığı ve birçoğu yasaklanan özgürlükçü şiirleri ve taşlamaları bu sıralarda dilden dile dolaşmaya başlar. Rus edebiyatı tarihinde şiir, ilk kez olarak, herkes üzerinde hayranlık uyandırır. Yeni doğan ve adeta üzerine titrenen bir çocuk gibi coşku ile büyümeye başlar.

Rus Çarı I. Aleksandr tarafından Kafkasya’ya atanır ve burada ünlü “Kafkas Esiri” ve “Bahçesaray” adlı destanlarını yazar. Onun edebiyatında ne klâsik şiirin kuralcılığı ne de Romantizmin sahte, fantastik güzellikleri yer alır. O, gerçeği duyumsar, gerçeğin içinden gelir ve onu olduğu gibi anlatmayı ister.

Kafkasya’dan dönen Puşkin’in Rusya’daki askeri yönetime ulu orta sövmesinden dolayı dört yıl süreyle başkente girmesi yasaklanır ve ailenin sahip olduğu Mihaylovskoye köyünde yaşamak zorunda bırakılır. Hükümet tarafından oğlunu gözetim altında tutmakla görevlendirilen babası da görevini canla başla yerine getirir. Yirmi dört yaşındaki Puşkin, bu sürgün döneminde yedi yıl sonra tamamlayacağı Yevgeniy Onegin adlı romanını yazmaya başlar. “Çingeneler”, “Peygamber” ve Boris Godunov” isimli önemli eserlerini de yine bu sürgün yıllarında yazar.

Bu uzun, sıkıcı ve gergin sürgün döneminden sonra Rus Çarı I. Nikolay tarafından Moskova’ya çağırılan genç şairin kaleminden çıkan her şey artık çarın sansüründen geçecektir. Polis baskınları ve aşk serüvenleri ise Puşkin’in yaşamının ayrılmaz parçaları olur. Bu dönemde hayatına George Charles d’Anthès adında biri girer. Puşkin, o sıralarda yazdığı birkaç imzasız mektup aracılığıyla, d’Anthès adındaki bu Fransız delikanlısının bayan Natalya Puşkin’e kur yaptığını, bayan Natalya Puşkin’in de d’Anthès’e karşı kayıtsız kalmadığını öğrenir. Çok üzülen Puşkin, 1837’de d’Anthès’i düelloya çağırır. Bu bir anlamda Puşkin’in ölüme meydan okuyuşudur. Çünkü, d’Anthès’in ordunun en iyi nişancılarından olduğu bilinmektedir. 27 Ocak 1837’de St.Petersburg yakınında Kara Dere’nin bir köşesinde düellonun yapılmasına karar verilir. Puşkin’in şahidi arkadaşı Danzas’tır. Düello’da kullanacağı silahı almak için gümüşlerini sattığı iddia edilir. Düelloda Puşkin tarafından omzundan yaralanan d’Anthès, Puşkin’i karnından yaralamayı başarır. Büyük bir soğukkanlılıkla iki gün boyunca can çekişen Puşkin, 10 Şubat 1837 tarihinde 38 yaşında hayata gözlerini yumar.

Şairin öldüğünü duyunca evinin kapısının önünde toplanan ve Yevgeniy Onegin’in son baskısını kapış kapış tüketen halk, şairin ölümü üzerine neredeyse hükümete karşı bir ayaklanma noktasına gelir. Bu gerekçe ile olayların çıkmasından çekinen polis, bir gece yarısı, şairin tabutunu gizlice kiliseden alır ve Mihaylovskoye köyüne götürerek toprağa verir.

Gogol, “Puşkin, olağanüstü bir olaydır.” der; Dostoyevski daha mistik bir tavırla ” Puşkin, bize gelecekten haber veren bir peygamberimizdir.” der. Puşkin, modern Rus Edebiyatı’nın oluşmasına en çok katkıda bulunan yazın ve düşün adamıdır. Puşkin, klasik Batı edebiyatını ve Rus halk ruhunu sentezleyerek, Rus Edebiyatı’nda “gerçekçilik akımı“nı başlatan liderdir.nAleksandr Puşkin’in düello günü uğradığı son yer; Peterburg Nevski Prospekt’de Wolf’s şekercisidir (şimdi ki Cafe Litteraturnia). Bu cafede Puşkin’in balmumundan bir heykeli vardır.

Puşkin’in Eserleri

  • Ruslan i Lyudmila – Ruslan ve Ludmila (1820) (şiir)
  • Kavkazskiy Plennik – Kafkas Esiri (1822) (şiir)
  • Bakhchisarayskiy Fontan – Bahçesaray Selsebili (1824) (şiir)
  • Tsygany, – Çingeneler(öyküsel şiir) (1827)
  • Poltava (1829)
  • Küçük Trajediler (1830)
  • Boris Godunov (1825) (drama)
  • Papaz ve uşağı Balda’nın hikayesi (1830) (şiir)
  • Povesti Pokoynogo Ivana Petrovicha Belkina – İvan Petroviç Belkin’in hikayesi (5 kısa hikayeden oluşur: Atış, Kar Fırtınası, Cenazeci, Menzil Müdürü ve Bey’in Kızı) (1831) (düzyazı)
  • Çar Saltan Masalı (1831) (şiir)
  • Dubrovsky (1832-1833, yayınlandı1841, roman)
  • Prenses ve 7 Kahraman (1833, şiir)
  • Pikovaya Dama – Maça Kızı (1833) daha sonra operaya uyarlanmıştır
  • Altın Horoz (1834, şiir)
  • Balıkçı ve Altın Balığın Hikayesi (1835, şiir)
  • Yevgeniy Onegin (1825-1832) (şiirsel roman)
  • Mednyy Vsadnik – Bronz Süvari (1833, şiir)
  • Yemelyan Pugachev isyanının Tarihi (1834, düz yazı)
  • Kapitanskaya Dochka – Yüzbaşının Kızı (1836, düz yazı)
  • Kirdzhali – Kırcali (kısa hikaye)
  • Gavriiliada
  • Istoriya Sela Goryukhina – Goryukhino Köyü’nün Hikayesi (bitirilmemiştir)
  • Stseny iz Rytsarskikh Vremen – Şövalye Hikayeleri
  • Yegipetskiye Nochi – Mısır Geceleri (kısa şiirsel hikaye, bitirilmemiştir)
  • K AP Kern – AP Kern’ne (şiir)
  • Bratya Razboyniki – Haydut Kardeşler (oyun)
  • Arap Petra Velikogo – Büyük Petro’nun Arabı (tarihsel roman, bitirilmemiş)
  • Graf Nulin – Kont Nulin
  • Zimniy vecher – Kış akşamı

HAKKINDA YAZILANLAR

Puşkin’in dinî bilincinin oluşmasında Doğu’nun etkisi: Doğu ve Puşkin

Vladimir Kazarin*

1820 yılında Kırım gezisi sırasında ve sonrasında, Puşkin’in mektup ve eserlerinde, Tavrida olarak adlandırılan eski Kırım topraklarında, Ortodoks Hıristiyanlığı’nın gelişmesi ile ilgili anı ve rivayetlerden bahsetmemesi, bu konuya fevkalade kayıtsız kaldığını gösterir.

Taman’dayken, Kerç Boğazı’nın iki kıyısında bulunan eski Taman Hanlığı’na ve büyük ihtimalle, 1792 yıllarının tarihî bulguları arasında en heyecan verici eserlerden olan Taman Hanlığı’nın taştan yapılan muhteşem anıtına ilgi göstermiş ancak Puşkin “Meryem Ana’yı Himaye” kilisesinden hiç söz etmemiştir. Halbuki söz konusu Taman Hanlığı’nın taş anıtı bir süre bu kilisede muhafaza edilmişti. Ayrıca, o dönemde Meryem Ana’yı Himaye kilisesine bağlı bir rivayet çok meşhurdu. Bu kilise, 1022 yılında Taman Hanı Mstislav tarafından, Kosogların hanı Rededü ile yapılan savaşta galip geldiği için kurulmuştur.

Eski vakayinamelerde bu kilisenin Meryem Ana kilisesinin kalıntıları üzerine kurulmuş olduğu rivayet edilmiştir. Puşkin’in Meryem Ana Kilisesinden ve kuruluş özelliklerinden haberdar olduğu muhakkaktır, çünkü kendisi Taman Hanı Mstislav’ın şahsiyetine ilgi duymuş, “Kafkas Esiri” adlı uzun şiirindeki dipnotlarında bu handan da söz ederek, “Mstislav” adlı Taman Hanı’nı anlatan ayrı bir eser yazmayı düşünmüştür. Puşkin’in bütün bu olaylardan haberi vardır ancak eserlerinde bu konulardan hiç bahsetmemesi manidardır.

Kerç’e geldiğinde Puşkin, büyük ihtimalle Hazret Yohhan kilisesini ziyaret etmiştir. Eski Bizans usulü ile inşa edilmiş bu kilise, şehrin esas görülmesi gereken yerlerinden birisidir, Kerç’e gelen herhangi bir seyyah mutlaka burayı ziyaret etmiştir. Bu seyyahlar arasında, kiliseyi 1818 yılında ziyaret eden Çar I. Aleksandr’ın isminin söylenmesi meseleyi yeterince açıklıyor zannederim. Hz. Yohhan kilisesinin kuruluş tarihleri ile ilgili tartışmalar hala devam etmekte. Puşkin’in yaşadığı dönemde, kilisenin kuruluş tarihi olarak M.S. VI yüzyıl (A. İ. Mihaylovski-Danilevski) ve III-IV. yüzyıl (G. V. Gerakov) tarihleri tahmin ediliyordu. Bunun yanında daha gerçekçi fikirler de vardır (İ. M. Muravyev-Apostol). Günümüzde ise bilim adamlarının bu konuda kesin bir cevabı yoktur, tahmin edilen tarih ise VIII-XIV. yüzyıllardır.

Sivastopol yakınlarında Fiyolent burnunda bulunan Georgi Manastırına Puşkin’in yaklaşım tarzı çok manalıdır. O dönemde sadece Kırım’ın değil, bütün Rusya Ortodoks Hıristiyanlığı’nın önemli kutsal yerlerinden olan bu manastırın kuruluşunun 1000. yıldönümü yaklaşıyordu. Rivayetlere göre, günümüzde manastırın bulunduğu yerde eskiden bir mağara kilisesi vardı. O kilisenin papazı ise Andrey Havarisi idi. Puşkin ise yazılarında, ancak manastırın bulunduğu yerin manzarasının çok güzel olduğuna ve manastır yakınlarında eskiden antik mitolojiye ait olan “İfijeni Tavrida’da” adlı rivayette anılan Diana mabedinin bulunmasından dolayı manastırdan bahsetmektedir.

“Bahçesaray Selsebili” adlı eserinde Hıristiyanlık (ancak Ortodoks Hıristiyanlığı değil, Katolisizm) konusu ortaya çıkacaktır. Bu konu da o dönemde moda olan romantizmin meydana getirdiği Avrupa (Hıristiyanlık) ve Şark (İslâm) kültürlerinin karşılaştırılması akımına uymasından dolayıdır.

Nihayet, sıraladığımız olaylar arasında en manidarı, bahsettiğimiz dönemde Kırım’dan söz eden Puşkin, Kırım topraklarının Rus Hıristiyanlığı’nın vatanı olması ve burada 988 yılında Prens Vladimir’in vaftiz edilmesiyle ile ilgili bir kelime dahi söylememesidir. Böyle olmakla beraber, “Ruslan ve Ludmila” adlı uzun şiirinde ve “Mstislav” adlı uzun şiirinin karalamalarında Puşkin, Prens Vladimir’den bahsetmiştir. O dönem, Rusya’nın resmi tarihçisi olan N. M. Karamzin’in yazmış olduğu Rusya’nın vaftiz olayını anlatan kitabını dikkat ve titizlikle okumuş olan Puşkin’in, söz ettiğimiz döneme ait eserlerinde bu vaftiz olayını ihmal etmesi anlamlı ve dikkat çekici bir tavırdır. 1825 yılında Kırım’ı gezen Griboyedov, Rusya’nın bu vaftiz olayını çok düşünecek ve dile getirecektir.

Puşkin’in bu önemli olaylara karşı kayıtsızlık ve suskunluğunun nedeni, 1820 yılında, döneminin modasına uygun olarak aşırı ateist olmasıdır. Arkasında, lise yıllarında yazdığı “Rahip” adlı ahlaki serbest uzun şiiri (1813) vardı, ilerisinde daha yazılacak ve Tanrıya kahredecek “Gavriliada” (1821) ve Odesa’daki “Temiz Ateizm Dersleri” (1824, bahar) vardı. Dinî değerlerini ve Ortodoks Hıristiyanlığı’nı Puşkin, 1824 sonbaharında Mihaylovsko’ye geldikten sonra yeni tanımaya ve benimsemeye başlamıştır. İlgi çekici olan şudur: Puşkin’in dine ısınması, “Kuran-ı Kerim’e nazireler” yazdıktan sonra başlamıştır.

“Kurân-ı Kerim’e nazire” yazma fikri muhakkak, doğrudan Kırımla ilgilidir. Puşkin, Şark kültürünü, İslam dünyasını Kırım gezisi sırasında, özellikle Bahçesaray’da bulunduğu sıralarda tanımıştır. Bir yabancı olan Puşkin’i, Kırım Tatarları’nın dinî emirleri yerine getirme titizliği hayrete düşürmüştür. “Bahçesaray Selsebili” adlı uzun şiirinde Puşkin “muhteşem Doğunun insanlarının” “Kur’an’ın kutsal emirleri”ne “titizlikle riayet etmeye” hazır olduklarını, “Peygamberi sevenlerin” yaşlanırken Mekke’yi görme ve savaşta şehit olup cenneti kazanma arzularından çokça bahsetmiştir.

Kasım 1824’de, nazireler üzerinde çalışan Puşkin, 1790 yılında çıkan M. Verevkin tarafında tercüme edilen Kur’ân-ı Kerim’in metininden faydalanmıştır. Ancak Puşkin Kuran-ı Kerim’deki yazıları titizlikle takip etmemiştir. Onun şiirlerinin, kutsal kitabın surelerinin şiir diline tercümesi olduğunu söylemek yanlıştır. Puşkin’in şiirleri, Kuran-ı Kerim sureleri esas alınarak, Tanrı ile insan arasındaki münasebetler üzerine yazılmış fikirlerdir.

Haklı olarak şu fikir ileri sürülebilir: Puşkin, Rus insanın bilincinde Ortodoks dininin yeri üzerinde, İslâmı tanıdıktan sonra düşünmeye başlamıştır. Bir derecede, Kur’ân-ı Kerim, Puşkin’i Hıristiyan buyruklarını analiz etmeye teşvik etmiştir. Kurân-ı Kerim’in surelerini şiir diline çevirince, Puşkin, doğal olarak İncil’in bölümlerini şiir diline çevirme fikrini benimsemiş ve gerçekleştirmiştir. 1823 yılında yazılan “Eken” şiirinde Puşkin, İncil hikayesinden yola çıkarak, bu hikayesini “Demokrat İsa Mesih’in masalı” olarak yorumlamıştır. “Boris Godunov” trajedisinde (1824-1825) ise, şair tarafından tasvir edilen halk, “Hıristiyanların gayretle ettikleri dua”nın Allah’a ulaşmasını, “Bahçesaray Selsebili”nin kahramanlarının coşkusuyla arzu edecektir.

“Kurân-ı Kerim” naziresinden, Puşkin’in İsa Peygamber’in şahsiyetini açıklamaya çalıştığı ünlü “Peygamber” şiiri (1826) doğmuştur. Bu şiirde şair ilk defa bir Peygamberi, ferdi hayatı dışında bir Mesih olarak düşünecektir. Bunun yanında, “Peygamber” şiirinde, şair peygamberin vazifeleri arasında, Tanrı’dan insan bilincine armağan edilen dinî değerleri şöyle yansıtmıştır:

Çölde yatan cesedime
Aniden bir ses geldi Tanrı’dan,
“Kalk, Peygamber, kalk, gör, işit”,
Diyar diyar dolaşarak,
İrademi kabul et, ettir, git,
İnsan kalplerini sözlerinle yak”.

* Vernadskiy Tavriya Milli Üniversitesi Profesörü, Rus Edebiyatı ve Yabancı Edebiyat kürsüsü başkanı (Simferopol, Kırım/Ukrayna).

Türk Edebiyatı

Öğrenmenin sonsuzluğu, insana ne kadar az bildiğini gösterir. Edward Young.

Edward Young Kimdir,(Winchester/Upham 1683-Hertfordshire/Welwyn 1765) İngiliz şairi. Bir papazın oğluydu, Oxford’da okudu, önce konulan günlük olaylardan alınma şiirler, sonra kraliçe Anne’a adadığı Kıyamet Günü (The Last Day) [1713] adlı uzun bir şiir yazdı.

Genç Wharton dükünün himayesine girdi. 1719’da Londra’da ilk trajedisi Busiris’i oynatmayı başardı. İkinci tragedisi Revenge (öç) 1721’de oynandı. Bundan sonra siyasete atıldı, ama başarı elde edemedi.

Hayal kırıklığına uğradı, hicve yöneldi ve bu alanda kabiliyetli olduğunu ispatladı. Kırk iki yaşında piskoposluğa heves etti, fakat sade bir köy (Welwyn) papazı oldu. Young, artık bir saray şairi değildi. Sosyeteden uzakta, kırda yaşıyordu. Evlendi, Fransa’ya bir gezi yaptı ve 1740’ta karısını, damadını ve evlilik dışı kızı Narcissa’yı kaybetti. Bu dönemde (1742 ve 1743 arası) Night Thoughts on Life, Death and İmmortality’yi (Hayat, ölüm ve ölümsüzlük Üstüne Gece Düşünceleri) yazdı. Bu dokuz bölümlük eser, on bine yakın dizeyi bulan oldukça sıkıntılı ve bulanık, ama o çağda hayli tepki yaratan uzun bir şiirdi.

Yokluk duygusunu, insanoğlunun ölüm karşısındaki bunalımını dile getiren Young, hüzün dolu ve karamsar bir anlatım tarzının öncüsü olmuş, romantikler de onu izlemişlerdir.

  • Kalem, aklın dilidir.
  • Kitap zeka çeşmesidir.  
  • Açgözlü kişi daima ister.  
  • Başlamak, yarı bitirmektir.
  • Zihnini yönet yoksa seni yönetir.  
  • Hiçbir şey her açıdan güzel değildir.
  • Kendi aklınla düşünmeye cesaret et!
  • Hata yapma korkusuyla suç işliyoruz.  
  • Ne öğüt verirsen ver, yalnız kısa olsun.  
  • Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikayen!
  • Zenginlik insanı ya destekler ya da yönetir.  
  • Gününü yaşa, yarına olabildiğince az güven.  
  • Zamanın mahvetmeyeceği hiçbir şey yoktur.  
  • Korku içinde yaşayan kişi asla özgür değildir.  
  • Yıllar her geçişlerinde bizi bir diğerine daldırır.
  • Dün geçti, yarın gelmedi, öfkelenme, sakin ol.  
  • Başla, cesur ol ve bilgece davranmaya cüret et!
  • Dünya yerle bir olsa, yiğitçe katlanır yıkılmasına.   
  • Korkularına boyun eğen, Özgürlüğüne sırt çevirir.  
  • Komşunuzun duvarı yandığında bu sizi ilgilendirir.
  • Gerçeği gülerek söylemekten beni ne alıkoyabilir.
  • Bilgeliği bulunmayan güç kendi ağırlığından çöker.
  • Talihsizlik karakteri gösterir ve mutluluk onu gizler.
  • İnsan sürüsünden nefret ediyorum ve uzak duruyorum.
  • Korkan o kişi durgunluk içinde oturmayı başaramayacak.
  • Para ya bizim başımızın belası ya da bizim hizmetkarımızdır.  
  • Yaşam, biz ölümlülere çok çalışmaksızın hiçbir şey bahşetmez.
  • Öfke; geçici bir çılgınlıktır. Hükmetmeye bak yoksa o sana hükmeder.  
  • Bir insanın karakterini üç şey gösterir: kitaplar, arkadaşlar ve hediyeler.
  • Hiçbir şeye şaşmamak: İşte budur, Seni mutlu kılıp mutlu tutacak olan.  
  • Eğer benim gözyaşı dökmemi istersen, sen kendin İlk önce acı duymalısın.  
  • Rakamlardan başka bir şey olmayan bizler, kaynakları tüketmek için doğduk.
  • Öfke anlık bir deliliktir: Öyleyse hırsınızı kontrol edin ya da o sizi kontrol eder.  
  • Toplanan para size bir köle olarak hizmet eder ya da beyefendi olarak emrediyorum.
  • Mutluluktan sonra denizden veya karadan koşuyoruz. Ama mutluluk burada, neredeyse.  
  • Öyleyse iyiliği seç, hoşnutluğun yapabilecek olduğundadır; Kısa bir yaşamda, bir tek günü yitirmek hata olurdu.

Vikisöz

  • Anlatılan senin hikayendir.
    • Orijinali: De te fabula narratur.
  • Günü yakala, olabildiğince az güven yarına.
    • Orijinali: Carpe diem, quam minimum credula postero.
  • İnsan sürüsünden nefret ediyorum ve uzak duruyorum
    • Orijinali: Odi profanum vulgus et arceo.

Quintus Horatius Flaccus (8 Aralık MÖ 65 – 27 Kasım MÖ 8), Augustus döneminin en önemli Romalı şairiydi.

Horatius o dönemki ismiyle Venosa ya da Venusia isimli Apulia ve Lucania arasındaki küçük bir kasabada doğdu. Köleyken özgürlüğüne kavuşmuş bir adamın oğluydu, ama kendisi özgür doğmuştu. Babası açık arttırma işlerinde çalışıyordu, Horatius da babasını fakir ama onurlu bir çiftçi olarak anlatıyordu. Babası bütün parasını oğlu Horatius’un eğitimine harcamıştı ve ilköğretimini alması için onu Roma’ya gönderdi. Ardından Atina’ya Yunanca ve felsefe çalışması için yolladı. Şair, babasına olan saygısını şiirlerinde de gösterdi.

Sezar’ın öldürülmesinden sonra Horatius orduya katıldı ve Brutus için Philippi Savaşı’nda savaştı. Brutus savaşı kaybetmişti ve bu savaş sonrasında Horatius kalkanını bırakıp kaçtığını anlatmıştır. Augustus, kendisine karşı savaşanlara karşı genel af ilan ettikten sonra İtalya’ya geri döndü. Bu dönüşünde, babası tahminen ölmüştü ve sahip oldukları da başkalarının eline geçmişti. Horatius’un tanımına göre fakirliğe düşmüştü. Ancak eserleriyle göze girince, ülkenin hazinesi tarafından desteklenmiş ve şiir sanatını uygulamasına oldukça rahat koşullarda devam etmiştir.

Horatius; Virgil ve Lucius Varius Rufus ile beraber çalışıyordu ve Augustus’un arkadaşı Maecenas ile tanışmasına aracı oldular. Maecenas bundan sonra arkadaşı ve patronu oldu. Horatius’a Tibur’un Sabine tepelerinde bir arazi verdi. Ölmeden önce, bir akrabası olmayan Horatius; malvarlığını Maecenas ve İmparator Augustus’a imparatorluk içinde kullanılması için verdi.

Vikipedi

  • Savaşta bütün gecikmeler tehlikelidir.
  • Sabırlı adamın öfkesinden sakının.
  • Önce biz alışkanlıklarımızı oluştururuz, sonra da alışkanlıklarımız bizi oluşturur.

  • Aşk aklın en soylu zaafıdır.
  • Aşk konusunda yanlış seçimden söz etmek hatalıdır, zaten seçim varsa o yanlıştır.

John Dryden, 17. yüzyıl İngiliz edebiyatının önemli bir şairi ve yazarıdır. Eserleri ve sözleriyle edebiyat dünyasına önemli katkılarda bulunmuştur. Dryden’in sözleri, insanların hayat, aşk, sanat, başarı, liderlik, bilgelik ve insan ilişkileri gibi çeşitli konular üzerine derin düşünceler içerir. Bu alıntılar, insanların düşünce ve duygularını yansıtan, ilham verici ve öğretici niteliktedir. Dryden’in sözleri, bugün bile edebiyat severler ve düşünürler tarafından dikkate alınan güçlü ifadelerdir.

John Dryden Alıntılar: Yaşam bir savaştır ve bir tür maceradır. Gerçek aşk, zamanın testine dayanabilen bir bağdır. İyi yazılmış bir şiir, insanın ruhunu besler. Usta bir yazar, kelimelerle resim çizebilendir. Sevgi, dünyayı güzelleştiren sihirli bir güçtür. Bilgelik, deneyim ve düşünceyle elde edilir. Doğru zamanda doğru şeyleri yapmak, başarının anahtarıdır. Geçmişin derslerinden öğrenmek, geleceği şekillendirmede önemlidir.

Geçmişin derslerinden öğrenmek, geleceği şekillendirmede önemlidir. İçtenlik, insanlar arasında güven ve bağlılık oluşturur. Sanat, hayatın anlamını anlamamıza yardımcı olur. Bir lider, vizyonunu diğerlerine ilham verici bir şekilde iletmelidir. Bilgi, insanları güçlendiren bir hazine gibidir. Güvenilirlik, insanların sizi saygıyla karşılamasını sağlar. Yaratıcılık, dünyayı değiştiren bir güçtür. Hayatın iniş çıkışları, karakterimizi şekillendirir.

Başarı, sürekli çaba gerektirir. Mutluluk, iç huzuru ve uyumu bulmaktır. Kararlılık, hedeflere ulaşmada kritik bir faktördür. Yardımseverlik, dünyayı daha iyi bir yer haline getiren bir erdemdir. Mantık, doğru kararlar vermede rehberimizdir. Bilgeliği kabul etmek, büyümeye ve gelişmeye açık olmaktır. Sanat, duyguların ifadesinde güçlü bir araçtır. İyi iletişim, ilişkilerin temel taşıdır. Gerçek sevgi, koşulsuz ve özverili olandır.

Hayal gücü, insanlığın ilerlemesini sağlayan bir güçtür. Başarı, kendi potansiyelimizi keşfetmeye dayanır. Sabır, hedefe ulaşmak için gerekli bir erdemdir. Empati, insanların birbirini anlamasını kolaylaştırır. İyimserlik, olumsuzlukları aşmak için güçlü bir tutumdur. Hayat, anlamlı ilişkiler ve deneyimlerle dolar.

Verlaine, Paul (Marie) (d. 30 Mart 1844, Metz, Fransa – ö. 8 Ocak 1896, Paris, Fransa) Sembolistlerin öncülerinden Fransız şair. Paul Verlaine, Mallarme ve Baudelaire‘le birlikte Dekadanlar olarak bilinen şairler grubunun kurucusu sayılır.

Varlıklı bir subayın tek çocuğuydu. Ortaöğrenimini Paris’te yaptı. On dört yaşındayken günümüze ulaşan ilk şiiri “La Morf’u (Ölüm) Victor FIugo’ya yolladı. 1862’de bakaloryayı büyük bir başarıyla verdikten sonra Paris’te bir sigorta şirketinde çalışmaya başladı. Bir yandan da şiir yazıyor, edebiyatçıların devam ettiği kahvelere, salonlara gidiyordu. Buralarda önde gelen Parnasçı şairlerle, ayrıca Mallarme, Villiers de L’lsleAdam ve Anatole France gibi dönemin başka yetenekli yazar ve şairleriyle tanıştı. Şiirleri, edebiyat dergilerinde yayımlanmaya başladı, ilk basılan şiiri “Monsieur Prudhomme”du (1863). Üç yıl sonra yayımlanan, Parnasçı şairlerin yapıtlarının toplandığı Le Parnasse comtemporain (1866-1876, 3 cilt; Çağdaş Parnasçılık) adlı antolojinin ilk cildinde Verlaine’in de sekiz şiiri bulunuyordu.

Aynı yıl ilk şiir kitabı Poemes saturniens (1866; Hüzünlü Şiirler) yayımlandı. Baudelaire ve Leconte de Lisle’i ustalıkla taklit ettiği kitapta aşk ve hüznü etkileyici bir biçimde dile getirmişti. Bu şiirlerin, başkasıyla evlenen ve 1867’de ölen kuzini Elisa’ya yazıldığı sanılır. Verlaine Fetes galantes’ta da (1869; Çapkın Törenler) İtalyan commedia dell’arte’sindeki ve 18. yüzyıl ressamları Watteau ve Nicolas Lancret ile çağdaşı Adolphe Monticelli’nin doğa resimlerindeki görüntü ve kişileri çağrıştıran imgelerin ardında, kişisel duygularını örtük biçimde dile getirmişti. 1870’te, büyük bu aşkla bağlandığı 17 yaşındaki Mathilde Maute’yle evlendi. Nişanlıyken ona yazdığı, sonradan La Bonne Chanson’da (1870; Tatlı Şarkı) toplanan aşk şiirlerinde sevgilisini, uzun süredir umutla beklediği, ona doğru yolu gösterecek bir koruyucu gibi canlandırmıştı. Paris Komünü kurulunca (1871) Verlaine orada basın görevlisi olarak çalıştı. Bu arada Mathilde’yle evlenmiş (1870), ama aile yaşamına bir türlü uyum sağlayamamıştı. Bu uyumsuzluk, Eylül 1871’de evlerinde kalmaya gelen, kendinden 10 yaş genç şair Arthur Rimbaud‘ya duyduğu tutku yüzünden daha da arttı.

Verlaine Temmuz 1872’de eşini ve yeni doğan oğlu Georges’u terk ederek Rimbaud’yla birlikte Fransa ve Belçika’yı dolaştı. Sonradan Romances sans paroles’da (Sözsüz Romanslar) toplanan izlenimci şiirlerini bu sırada yazmaya başladı. Verlaine ile Rimbaud eylülde Londra’ya ulaştılar. Orada sürgündeki komüncülerle karşılaştılar. Verlaine, Fransız edebiyatında benzerine zor rastlanır bir müzikalitesi olan ve prozodi bakımından en deneysel şiirlerinden bazılarını içeren Romances’ı orada tamamladı. Kitaptaki şiirlerin çoğu manzaralar ya da pişmanlıklar üzerineydi, bazıları ise karısına sövgülerle doluydu. Kitap 1874’te arkadaşı Edmond Lepelletier tarafından yayımlandı. Bu sırada Verlaine Brüksel’de Mons Cezaevi’nde yatıyordu. 10 Temmuz 1873’te duygusal bir bunalım sırasında Rimbaud’yu tabancayla vurmaktan iki yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.

Cezaevi yaşamı, pişmanlık duygusu ve okuduğu dinsel kitapların (cezaevinde Shakespeare ve Dickens’ı da inceledi) etkisiyle Verlaine 1874’te Katolikliğe yakınlaştı. 1875’te hapisten çıktıktan sonra Trappist tarikatının ilkelerine bağlanıp tam bir rahip gibi yaşamayı denediyse de kısa süre sonra Rimbaud’yu bulmaya Stuttgart’a gitti. Onun tarafından sert bir biçimde geri çevrilince İngiltere’ye gitti ve bir yıldan uzun bir süre orada Fransızca ve resim dersleri vererek yaşamım sürdürdü. Orada, ağırbaşlılığı ve dindarlığıyla Anglikan yazarların, ayrıca Tennyson ve Swinbume’ün hayranlığını kazandı. 1877’de Fransa’ya döndü. Önceki yapıtları gibi kendi parasıyla bastırdığı Sagesse’deki (1880; Bilgelik) şiirlerin çoğu bu dönemin (187378) ürünüydü. Bu şiirler Katolik inancının olağanüstü şiirsel anlatımlarının yanı sıra kendi duygusal serüvenini de yansıtıyordu.

Verlaine’nin edebi değeri artık kabul edilmeye başlamıştı. Sekiz yıl önce cezaevindeyken yazdığı sanılan ünlü “Art poetique” (Şiir Sanatı), 1882’de genç simgeci şairler tarafından coşkuyla benimsendi. Bununla birlikte Verlaine sonradan, simgecilerle bağlarını kopardı. Çünkü simgeciler geleneksel biçimlere karşı çıkarken ondan da ileri gitmişler, örneğin onun Fransız şiirinin vazgeçilmez öğesi saydığı uyağa karşı çıkmışlardı.

Verlaine 1880’de en sevdiği öğrencisi Lucien Letinois ve onun ailesiyle birlikte bir çiftlik işletmeye kalkıştı, ama başarlı olamadı. 1883’te Lucien’in, 1886’da da çok sevdiği annesinin ölümü, ayrıca eşiyle barışma girişiminin sonuçsuz kalması üzerine yeniden serseri bir yaşam sürmeye başladı. İçkiye giderek daha bağımlı hale geldi, sık sık hastanelerde yattı. Artık olumlu ve olumsuz yönleriyle ünü iyice yayılmıştı. Geçinmek için yazmayı sürdürdü, ama şiirinin eski gücü kalmamıştı.

Jadis et naguere (1884; Bir Zamanlar) daha önce özenle hazırladığı kitaplarından farklıydı; büyük bölümü, “Art poetique” gibi yıllar önce yazdığı ürünlerden oluşuyordu. Bohem ve erotik şiirler içeren Parallelement’da (1889; Yan Yana) “saygın” şiirleriyle aynı dönemde yazdığı ve teknik bakımdan aynı düzeyde olan şiirleri kapsıyordu. Amour’daki (1888; Aşk) yeni şiirler, özellikle de Lucien Letinois’nun ölümü üzerine yazdığı şiiri yer yer eski yapıtlarının büyüsünü taşımakla birlikte, Verlaine bu şiiri yazarken örnek aldığı Tennyson’ın In Memoriam’ının (Anısına) derinliğine ulaşamamıştı.

Aralarında Mallarme ve Rimbaud’nun da bulunduğu altı şairi incelediği Les Poetes maudits (1884; Lanetli Şairler), çağdaş yazarların kısa yaşamöykülerini içeren Les Hommes d’aujourd’hui (1885-1893; Bugünün İnsanları), hastanelerde geçirdiği günleri anlattığı Mes Höpitaux (1892; Hastanelerim), cezaevi yıllarını ve o sırada dine dönüşünü anlattığı Mes Prisons (1893; Hapishanelerim) ve Confessions, notes autobiographigues (1895; İtiraflar, Otobiyografik Notlar) gibi düzyazı yapıtlarıyla yeniden kendisine ve dönemin kötü ün salmış yazarlarına dikkat çekmeyi başardı. (1886’da da Rimbaud’nun Illuminations’unun basılmasına ve onun ün kazanmasına yardımcı oldu.) 1893’te hayranlarından eleştirmen Arthur Symons’ın yardımıyla İngiltere’yi dolaşarak bir dizi konferans verdi. Makaleleri ve şiirleri Fortnightly Rewiew ve The Senate dergilerinde yayımİandı. Yapıtları ölümünden sonra iki ciltlik Oeuvres completes’de (1959-1960. der. J. Borel; Tüm Yapıtları) toplandı. Yaşamı ve yapıtları üzerine en iyi kaynak, Antoine Adam’ın Verlaine’idir. (yh 1966).

Paul Verlaine Diğer Önemli Eserleri

Şiir:

  • Bonheur (1891; Mutluluk),
  • Chansons pour elle (1891; O Kadına Şarkılar),
  • Liturgles intimes (1892; İçten Ayinler),
  • Odes en son honneur (1893; Onun Onuruna Şarkılar),
  • Chair, dernieres poesies (1896; Ten, Son Şiirler),
  • Invectives (1896; Sövgüler).

Türk Dili ve Edebiyatı. org

  • Aşk ne kadar kısa ve unutmak ne kadar uzun.
  • Biz şairler nefretten nefret ederiz ve savaşa karşı savaşırız.
  • Sırf birisi iyi geceler demediği için, iyi geçmeyen geceler vardır.
  • Seni sevdiğimi anlayacaksın, sevmediğim zaman.
  • Biten bir aşkın hemen ardından bir başkasıyla başlayan şeyin adı, İlişki değil çelişkidir.
  • Aslında kadın; erkeğin beğenen bakışlarından çok, hemcinsinin kıskançlık dolu bakışlarını görünce, güzel olduğundan emin olur.
  • Asla aşk acısı çeken birine aşık olmayın. O kişi yaralıdır ve yara bandı olarak sizi kullanır.
  • Eskiden hayallerimiz vardı, gerçekleştirmeyi umduğumuz. Şimdi bırakın gerçekleştirmeyi, umabilmek en büyük hayalimiz oldu.
  • Gözyaşım kadar değerlisin; ama nasıl gözyaşlarım gözümden düştüyse şimdi sen de öylesin.
  • Hayatta hiçbir zaman bir başkasına tüm benliğinle güvenme, Çünkü; hiç kimse sana tüm benliğiyle görünmez.
  • Yalnızlığa yenilmemek için, sık sık hayaller kurulur; ama aslında neyin hayalini kurarsan kur, yalnızlık her hayalin sonudur.
  • İnsanlarla yüz yüze konuşarak her sorunu halledebilirsin; ama bazı insanlar gelir önüne, hangi yüzüne konuşacağını bilemezsin.
  • Şair, her şeyden önce yaşadığı toplumun sorunlarına, giderek tüm dünyaya karşı sorumludur.
  • Kalbi kırdıktan sonra gelen özür, doyduktan sonra sofraya gelen tuz gibidir. “İhtiyaç” kalmaz.
  • Hiç sevmediği halde neden hep değerli olur bırakıp giden ve neden hiç düşünmeden teslim olur kalbin; o seni hiç sevmemişken.
  • Tüm çiçekleri kopartabilirler ama yine de baharın gelmesini asla engelleyemezler.

Pablo Neruda

NERUDA, Pablo. Asıl adı Ricardo Neftali Reyes Basoalto olan Şilili şair. (D: 12 Temmuz 1904, Parral, Şili- Ö: 23 Eylül 1973, Santiago, Şili)

1971’de Nobel Edebiyat Ödülü‘nü alan, devrimci bir dünya görüşüyle şiirler yazan Pablo Neruda; aşk, insan sevgisi ve doğa karşısında duyulan coşkuyu dile getirmiştir.

Pablo Neruda’nın babası bir demiryolu işçisi, annesi ilkokul öğretmeniydi. Şili Parral’da dünyaya gelen Neruda daha iki aylıkken annesini yitirdi. Babası ikinci kez evlendi. Üvey annesi Neruda’ya kendi çocuğu gibi baktı, sevecenlikle büyüttü ve yetiştirdi. Şairin çocukluğu babasının görevli olduğu küçük taşra istasyonlarında geçti. Köylüleri, mevsimlik tarım işçilerini, maden işçilerini yakından tanıdı. Okulda, düş kurmayı seven, çekingen bir öğrenciydi. Şiirler ve yazılar yazıyor, durmadan kitap okuyordu. Edebiyat açısından ve siyasal açıdan etkilendiği, Şili’nin ünlü kadın şairi Gabriela Mistral ile bu sırada tanıştı. Çek şairi Jan Neruda’nın bir şiir kitabı, bu şairin şiirlerine hayran kalmasına yol açtı. Şiirlerinde ve yazılarında kullandığı Neftali Reyes adı yerine bundan sonra “Pablo Neruda” diye imza atmaya başladı.

Yükseköğrenimi için Santiago’ya giden Neruda üniversitede edebiyat ve felsefe okudu. Bir yandan da Fransızca dersleri alıyordu. Hem büyük kentin olanaklarından yararlanmaya çalışıyor, hem de açlık ve parasızlıkla savaşarak öğrenimini sürdürüyor, durmadan şiir yazıyordu. 1921’de bir şiiriyle Öğrenciler Birliği’nin yarışmasını kazandı. 1923’te de ilk kitabı Crepusculario’yu (“Akşam Alacası”) çıkardı. Bu dönemde Sembolizm ve Gerçeküstücülük akımlarının ve bu anlayışta yazan şairlerin etkisinde kaldı.

Öğrenimini tamamlayınca dışişlerinde görev aldı. Rangun (Birmanya), Sri Lanka, Singapur, Cava ve Arjantin’de konsolosluk yaptı. 1934’te İspanya’ya gönderildi. Önce Barselona’da, sonra Madrid’de çalıştı. Bu sırada İspanyol şairlerinin çıkardığı dergiye ürünlerini vermeye başladı ve derginin yöneticiliğini üstlendi. İspanya iç savaşı sırasında Cumhuriyetçiler’den yana olduğu için Şili hükümeti tarafından görevden alındı.

1937’de Fransa’ya geçerek Louis Aragon ile birlikte Yazarlar Kongresi’nin toplanmasını sağladı. Şili’de Halk Cephesi hükümeti kurulunca ülkesine dönerek mülteci İspanyol Cumhuriyetçileri’ne yardım etmeye ve mültecilerle ilgili işleri düzenlemeye başladı. II. Dünya Savaşı başlarında Meksika konsolosluğuna atandı. 1943’te Şili’ye döndü. 1945 te Şili Parlamentosu’na senatör seçildi. Şili Komünist Partisi’ne de giren Neruda, bir süre sonra ülkenin zorbaca yönetilmeye başlanması karşısında tepki gösterdi. Bunun üzerine suçlanarak tutuklanmasına karar verildi. Kendisi gibi birçok devrimci de izleniyor, tutuklanıyor ve hapsediliyordu. Neruda bir süre kaçak yaşamak zorunda kaldı. 1949’da da And Dağları’nı at sırtında aşarak yurdundan ayrıldı. Jorge Rafael Videla iktidardan düşünce tekrar yurduna döndü.

1971’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Neruda bu sırada Şili’nin Paris büyükelçisiydi. Salvador Ailende hükümetinin askeri bir darbe ile Eylül 1973’te devrilmesini izleyen günlerde öldü.

Neruda 1924’te yayımlanan Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı (Veintepoemas de amor y una cancion desesperada) adlı şiir kitabıyla üne kavuştu. Bu şiirlerde halk şiirinden kaynaklanan bir duygululuk vardı. Sonraki şiirlerine kötümserlik ve iç sıkıntısı egemendi. Ama bu karamsar duygulardan çabuk kurtularak yaşama bir amaç ve şaire canlılık kazandıran devrimci bir dünya görüşüyle şiirler yazdı. Aşk, insan sevgisi, doğa karşısında duyulan coşku Neruda’nın şiirlerinin ana konularıdır.

Çeşitli yapıtlarından yapılan şiir çevirileriyle oluşturulan ve Şiirler başlığı taşıyan kitapların yanı sıra Neruda’nın bazı yapıtları ya tümüyle ya da seçmeler yapılarak Türkçeye çevrildi:

  • Yeryüzünde Konaklama (Residencia en la tierra; 1933),
  • Yürekteki İspanya ( Espana en el corazon; 1937),
  • Kaptanın Dizeleri (Los versos del capitan; 1952),
  • Kara Ada Deften (Memorial de İsla Negra; 1964).

Şiirsel bir dille kaleme alınmış olan Yaşadığımı İtiraf Ediyorum (Canfieso que he vivido; 1974) adlı yapıtı ise kendi yaşamöyküsüdür.

Türk Edebiyatı org

CUÁNTAS VECES, AMOR…

  • Araştırmaktan vazgeçmeyeceğiz ve araştırmamızın sonunda başladığımız yere tekrar dönecek, orayı yeniden keşfedeceğiz.
  • Bazıları ışığın, bazıları gölgenin peşine düştü.
  • Erkekler unutarak yaşar, kadınlarsa anılarıyla.
  • Hakiki Şiir daha anlaşılmadan iletilir.
  • Şimdiki zaman ve geçmiş zaman belki de gelecek zamanda mevcuttur; gelecek zaman ise geçmiş zamanın içindedir.
  • Yaşamakla kaybettiğimiz hayat,
    Malumat içinde kaybettiğimiz bilgi,
    Bilgide kaybettiğimiz bilgelik nerede?
  • Sadece fazla ileri gitme riskini göze alanlar, ne kadar ileri gidebileceğini öğrenir.
  • İşte böyle sona erer dünya
    bir gümbürtüyle değil bir iniltiyle.
  • Unutmayın, hiçbir zaman arkadaş kaybetmezsiniz. Sadece kimlerin gerçek arkadaşlarınız olduğunu keşfedersiniz.

T. S. Eliot

Eliot, T.S., tam adı Thomas Stearns Eliot (D: 26 Eylül 1888, St. Louis, Missouri, ABD – Ö: 4 Ocak 1965, Londra, İngiltere) ABD asıllı İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni.

T.S. Eliot,  The Waste Land (1922; “ Çorak Ülke“, 2000) ve Four Quartets (1943; “Dört Kuartet“) gibi yapıtlarıyla modernist şiirin öncülerinden olmuş, 1920’lerin başından yüzyılın sonlarına değin İngiliz ve Amerikan kültürünü önemli ölçüde etkilemiştir. Denediği söyleyiş tarzı, üslup ve şiir teknikleriyle İngiliz şiirini yeniden canlandırmış, eleştirel denemelerinde yerleşik öğretileri yıkarak yenilerini koymuştur. Dört Kuartet’in yayımlanması üzerine yaşayan en büyük İngiliz şair ve edebiyatçı sayılan Eliot, 1948’de hem Liyakat Nişanı’nı, hem de Nobel Edebiyat Ödülü‘nü kazanmıştır.

Ailesi ve Gençlik Yılları

Sonradan St. Louis’e taşınmış köklü bir New England ailesinin oğluydu. Ticarete atılma konusunda babasının hiçbir zorlamasıyla karşılaşmadı ve ailesinin desteğiyle o dönemde sağlanabilen en kapsamlı eğitimi gördü. St. Louis’deki Smith Academy’de okuduktan sonra Massachusetts’teki Milton’a gitti. 1906’da da Harvard’a girdi. Dört yıllık öğrenimi üç yılda tamamlayarak 1909’da buradan mezun oldu. Harvard’da felsefeci ve şair George Santayana ve eleştirmen Irving Babbitt’ten etkilendi. Babbitt’in romantizm karşıtı tavrını benimsedi. Sonralan İngiliz felsefecileri F. H. Bradley ve T. E. Hulme’un etkileriyle daha da güçlenen bu tavrını yaşamı boyunca sürdürdü. 1909-1910 öğrenim yılında Harvard’da felsefe asistanlığı yaptı.

1910-1911 arasındaki dönemi Fransa’da, Henri Bergson’un Sorbonne’da verdiği felsefe derslerini izleyerek ve Alain Foumier ile şiir çalışmaları yaparak geçirdi. Gene bu dönemde Dante‘yi, İngiliz yazarlar John Webster ve John Donne’ı, Fransız simgeci şair Jules Laforgue’u inceledi; bu çalışmaları kendi üslubunu bulmasında çok etkili oldu. 1911-1914 arasında Harvard’a dönerek Hint felsefesi okudu ve Sanskrit dersleri aldı. 1913’te Bradley’nin Appearance and Reality: A Melaphysical Essay (1893; Görünüm ve Gerçeklik: Bir Metafizik Deneme) adlı yapıtını okudu. 1916’da, Avrupa’dayken Knowledge and Experience in the Philosophy of F. H. Bradley (1964; F. H. Bradley’nin Felsefesinde Bilgi ve Deneyim) adlı doktora tezinin yazımını bitirdi. I. Dünya Savaşı başlayınca Harvard’a dönemedi ve son sözlü sınava giremediği için doktorasını tamamlayamadı. 1914’te ABD’li şair Ezra Pound’la tanışan Eliot onunla yakın bir ilişkiyi sürdürdü.

İlk Eserleri

Yayıncılık, oyun yazarlığı, edebiyat eleştirmenliği ve şairliği birlikte sürdüren Eliot, o dönemde İngiliz dilinde yazan belki de en bilgili şairdi. Öğrencilik yıllarında yazdığı şiirler, özgün olmayan “edebi” yapıtlardı. Yayımlanan ilk önemli şiiri, modemizmin İngiliz dilindeki başyapıtı sayılan “The Love Song of J. Alfred Prufrock” (“J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı“) oldu. Pound daha 1908’de A lume spento adlı bir kitapçık bastırmıştı, ama Eliot’ın şiiri o dönemde deneyselliği aşarak yetkinliğe ulaşan ilk yenilikçi yapıttı. “Prufrock” Samuel Taylor Coleridge ve William Wordsworth’ün Lyrical Ballads’da (1798; Lirik Baladlar) yaptıklarına benzer biçimde, yakın geçmişten radikal bir kopuşu temsil ediyordu. 20. yüzyılda şiirde yaşanan devrimin olgunluk dönemi, Eliot’ın ilk kitabı Prufrock and Other Observations’la (1917; Prufrock ve Başka Gözlemler) başlatılabilir. 20. yüzyıl şiirindeki bu devrimin önemi günümüzde de tartışılmaktadır, ama Coleridge ve Wordsworth’ün romantik devrimiyle çarpıcı bir benzerlik taşıdığı da kuşku götürmez. Bu şairler gibi Eliot ve Pound da öncelikle şiirsel söyleyiş biçimlerini değiştirdiler. Wordsworth “insanoğlunun gerçek dili”ne döndüğünü düşünürken, Eliot çağdaş konuşma dilinin ritimlerine dayalı yeni şiir ritimleri yaratmaya çalışıyordu. Bir aydının konuşabileceği “ne bilgiç, ne de bayağı” olan bir dil arayışı içindeydi.

Eliot bir yıl süreyle Highgate Okulu’nda Fransızca ve Latince dersleri verdi. 1917’de kısa bir süre Lloyds Bank Ltd.’de banka memurluğu yaptı. Bir yandan da edebiyat eleştirisi ve felsefe alanında çok sayıda tanıtım yazısı ve deneme yazdı. 1919’da Poems (Şiirler) adlı kitabı yayımlandı. Kitapta düşünceye dayalı bir iç monolog biçiminde ve açık ölçüyle yazılmış “Gerontion” adlı şiir de yer alıyordu. Şiir, İngiliz şiirinde o güne değin denenmemiş bir tarzın örneğiydi.

Son Eserleri ve Etkileri

Eliot’ın başyapıtı, kitap olarak ilk kez 1943’te yayımlanan “ Dört Kuartet“tir. İlk kez 1936’da Collecled Poems (Toplu Şiirler) içinde yayımlanan ilk kuartet “Burt Norton”, zamanın doğası ve sonsuzlukla ilişkisi üzerine incelikli bir düşünsel şiirdi. Eliot bu şiiri örnek alarak üç şiir daha yazdı: “East Coker” (1940), “The Dry Salvages” (1941) ve “Little Gidding” (1942). Bu yapıtlarda olağanüstü güzel, unutulmaz bir güce sahip imgeler aracılığıyla kendi geçmişini, insanoğlunun geçmişini ve insanlık tarihinin anlamını araştırıyordu. Her “kuartet” başlı başına bir şiirdi, ama birlikte yayımlandıklarında, tema ve imgelerin yinelendiği ve müziksel bir tarzda gelişip nihai bir çözüme ulaştığı tek bir yapıt oluşturmuşlardı. Yapıt okur üzerinde derin bir etki bıraktı: şiirlerdeki Hıristiyan inancı kabul edemeyenler bile Eliot’ın yüce temasını büyük bir düşünsel bütünsellikle ele aldığını. yarattığı biçimin özgünlüğünü ve şiirindeki teknik ustalığı kabul ettiler. Yapıt. Eliot’ın 1948 Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasını sağladı.

Eliot’ın ilk oyunu, ilk kez 1934’te sahnelenen Sweeney Agonistes (1926; Sweeney Agonistes, 1961), son oyunu ise ilk kez 1958’de sahnelenen The Elder Statesnum’dir (1959; Emekli Devlet Adamı). 1935’te yayımlanan ve sahneye koyulan Murder in the Cathedral (Katedralde Cinayet) dışında, Eliot’ın oyunlarının hiçbiri lirik ve düşünsel şiirlerinin düzeyine ulaşamaz. Dindışı tiyatronun bile bilinçsizce din arayışı içinde olan insanlara seslendiğine inanması Eliot’ın “manzum oyun”u öbür şiir türlerinden üstün tutmasına yol açtı.

Bütün oyunlarında ölçünün anlamla iç içe geçtiği ve kendi buluşu olan bir tür açık ölçüyü kullandı; böylece “manzum oyun”u popüler tiyatroya geri getirdi. The Family Reunion (1939; Aile Toplantısı) intikamı, Murder in the Cathedral ise gururu konu alan Hıristiyan trajedileridir. Dinsel inançları yüzünden öldürülen Thomas Becket’le ilgili bir gizem oyunu olan ve Eliot’ın en başarılı oyunu kabul edilen Murder in the Cathedral’in en çarpıcı özelliği, Becket’in kahramanlığının anlamını daha anlaşılır kılmak için, geleneksel Yunan tiyatrosundaki koroyu kullanmasıdır. Aynı ölçüde tutulmayan The Family Reunion ise çok etkileyici sahneler ve Elizabeth döneminden bu yana yazılmış bazı en iyi dramatik dizeleri içerir. Bununla birlikte seyirci, Orestes öyküsünü modern bir aile oyununa dönüştüren bu yapıtı şaşırtıcı bulmuş, psikolojik gerçekçilik ile mitolojik hayaletlerin ve amcalarla halalardan oluşan komik koronun bir arada kullanılmasını yadırganmıştır.

Eliot II. Dünya Savaşından sonra yeniden oyun yazarlığına yöneldi; 1949’da The Cocktail Party (1950; Kokteyl Parti, 1963, 1975), 1953’te The Confidential Clerk (Güvenilir Kâtip), 1958’de de The Elder Statesman sahnelendi. Konularını Eski Yunan tiyatrosundan alan bu komedilerde Eliot, dönemin tiyatro uzlaşımlarını kabul ediyor, üslubunu konuşma diliyle sınırlıyor ve önceki oyunlarına güzelliğini veren lirik bölümlerden uzak duruyordu. Bu oyunlardan yalnızca, Euripides’in Alcestis’inden yola çıkarak yazdığı Kokteyl Parti seyircinin ilgisini çekmeyi başardı. Tiyatro tekniğindeki yetersizliklerine ve seyircinin oyundaki karakterlere yakınlık duymasını sağlayamamalarına karşın bu oyunlar bir yandan karmaşık ahlaki ve dinsel sorunları ele alırken bir yandan da seyirciyi farsa dayalı olay örgüleri ve keskin bir toplumsal yergiyle eğlendiriyordu.

Eliot’ın yayıncılığı ana uğraşlarına yardımcı nitelikteydi. Üç ayda bir çıkardığı edebiyat dergisi Criterion (y. 1922-1939) döneminin uluslararası düzeyde en seçkin eleştiri dergisiydi. Eliot ayrıca 1920’lerin başından ölümüne değin Faber & Faber Ltd. yayınevinin yayın yönetmeni sıfatıyla genç şairlerin destekçisi oldu.

Eliot özel yaşamını her zaman büyük bir titizlikle arka planda tuttu. 1915’te Vivian Haigh-Wood’la evlendi. Karısı 1933’ten sonra akli dengesini yitirdi ve ayrı yaşadılar. Haigh-Wood 1947’de öldü. Eliot 1957’de Valerie Fletcher ile evlendi ve ölümüne değin onunla yaşadı.

Eliot’ın şiirleri Türkçede Seçme Şiirler (1965) ve  Çorak Ülke,  Dört Kuartet ve Başka Şiirler (1990) adlarıyla yayımlanmıştır. Denemelerinden yapılan seçmeler ise Denemeler (1961, 1988), Kültür Üzerine Düşünceler (1981) ve Edebiyat Üzerine Düşünceler (1983) adlı kitaplarda toplanmıştır.

Kitapları:

Şiir:

  • Poems (1919)
  • Ara Vos Pree (1920)
  • Gerantion (1920)
  • The Waste Land (1922)
  • Sweney Agonistes (1923)
  • Ash Wednesday (1930)
  • Old Possum’s Book of Practical Cats (1939).

Türk edebiyatı

Güneş uykuya dalarken
Ufuktan karanlığa kapı açılıyorsa
Yıldızlar geceyi kucaklarken
Ay gökyüzünde parlıyorsa

Gecenin çiği düşüyorsa sabaha
İlk ışıkla buharlaşıp uçuyorsa semaya
Gökyüzünde beyaz bulut, siyah oluyorsa
Kızgın bir ateş olup şimşekler çakıyorsa

Rüzgarla karışıp fırtına oluyorsa
Dev yelkenler onunla doluyorsa
Her bir damla toprakla buluşuyorsa
Sarı benizler, çatlak yüzler, canlanıyorsa

Yeşil ot, çepeçevre sarıyorsa
Toprak onu bağrına basıyorsa
Her canlı bu zamanda yaşıyorsa
Anlamaz mı bu evrende boşluk yok

Victor Hugo

Güneş uykuya yatmış bu akşam bulutlarda.
Yarın fırtına var, sonra karanlık ve gece,
Tan ağaracak sisin içinden sızan ışıkla,
Derken günler ve geceler, ardı arkasınca!

Geçip gidecek günler, geçip gidecek zaman
Dağların üzerinden, dağların, denizlerin,
Irmakların gümüş sularından, ormanlardan
Anlaşılmaz ilahileri gibi ölülerimizin.

Ve suların yüzü,ve kırış kırış ama genç
Dağların alınları ve yemyeşil ormanlar
Daha da gençleşecek, köyden geçen küçük çay,
Yine suyu dağdan alıp denize verecek.

Ya ben! her geçen gün başımı daha bir eğerek,
Tatlı ışıkları altında güneşin, titrek,
Şamatanın ortasında çekip gideceğim,
Sonsuz yeryüzünden hiçbir şey eksilmeyecek.

Victor Hugo

Söylesem Söyleyebilsem Ah Derdimi

söylesem ah söyleyebilsem derdimi
mehtap bir gecede açabilsem sana kalbimi
göreceksin seninle dolu
desem, diyebilsem ki seviyorum seni
çılgınca aşığım sana
ama demem, diyemem
çünkü aramızda dağlar, denizler
ve benim o kahrolası gururum var
bu böyle sürüp gidecek
sen, seni sevdiğimi bilmeyecek, öğrenmeyeceksin
ben her gece yıldızlara seni sevdiğimi söyleyeceğim
sana asla…
çünkü aramızda dağlar denizler
ve benim o kahrolası gururum var

Victor Hugo

Asıl adı Gerard Labrunie olan edebiyatçı, yazılarında Gerard de Nerval ismini kullanmış, romantizm akımının dünyadaki temsilcileri arasında yerini almıştır. Hatta çağdaş Fransız şiirinin hazırlayıcılarından olmuştur. Aynı zamanda bir gezgin de olan Nerval, birçok defa Türkiye’ye de uğramış, İstanbul’un en çok mezarlıklarını beğenmiştir.

Gerard de Nerval, 22 Mayıs 1808 yılında Paris’te dünyaya geldi.

Annesi, o iki yaşındayken öldüğü, babası da Napolyon’un ordusunda askeri doktor olduğu için Nerval, Montefontaine’deki büyükbabasının yanında büyüdü. Babası 1814 yılında savaştan dönünce Nerval tekrar Paris’e gitti ve 1820’li yıllarda College de Charlemagne’a girdi. O dönemin genç romantik şairlerinden ve daha sonraki Parnasçı şiir akımının kurucularından Theophile Gautier ile burada tanıştı.

20’li yaşlarındayken Paris’in edebiyat çevresine girdi.

Daha yirmi yaşındayken yaptığı serbest Faust çevirisiyle Goethe’nin beğenisini kazandı ve Paris’in edebiyat çevrelerine girdi. 1830’larda Gautier ve Petrus Borel (1809-1859) gibi şairlerin öncülüğündeki genç romantik şairler arasına katıldı. Büyükbabasından kalan mirasla Fransa dışına yolculuklar yapma olanağını buldu. 1836’da tanıştığı tiyatro oyuncusu Jenny Colon’a büyük bir aşkla bağlandı, ancak Colon başka biriyle evlendi ve bir süre sonra da öldü. Nerval için bir düş kişisine dönüşen Colon, onun eserlerini önemli ölçüde etkiledi. Colon’la tanıştığı yıllarda tiyatroyla yakından ilgilenen ve oyunlar yazan Nerval, bir de tiyatro dergisi çıkartmaya çalıştı, ancak başarılı olamadı.

Nerval’in ruh sağlığı gitgide bozuldu.

1841’den başlayarak Nerval’in ruhsal sağlığı giderek bozuldu, birçok kez akıl hastanesinde yattı. Gerard de Nerval, 1842’de Mısır, Suriye, Lübnan ve Türkiye’yi de kapsayan bir doğu yolculuğuna çıktı. Dönüşünde yazdığı Voyage en Orient (Doğu’ya Yolculuk) adlı kitabı, bir seyahatname olmanın yanı sıra, onun ruhsal yolculuğunu ve arayışını da yansıtan bir yapıt niteliğindedir. Nerval’in ruhsal bozuklukları yolculuktan döndükten sonra da aralıklarla sürdü.

Gerard de Nerval, 26 Ocak 1855 yılında intihar etti

Nerval teyzesine “bu akşam beni bekleme, çünkü gece kara (siyah) ve ak (beyaz) olacak…” mısralarını içeren bir şiir yazarak bedenini, 26 Ocak 1855’te bir sokak lambasına asmıştır. Başka bir rivayete göre, kendini evinin pencere demirlerinden asarak intihar ettiği söyleniyor. Nerval’in hazin ölümüne ilişkin en gerçek bilgi, onu görmeye gelen şairlerin, asılmış bedeni önünde saygı duruşunda bulunduğudur.

Paris’teki Pere Lachaise mezarlığına gömülen Nerval, aşkı için intihar eden ender romantizm dönemi şairlerinden sadece biridir. Umberto Eco tarafından İtalyancaya çevrilmiş olan eserleri İtalyan edebiyatını yönlendirirken; Nerval ayrıca modern sürrealizmin en büyük ilham kaynaklarından biridir.

Listelist / Caner Cem Martı

Annette von Droste-Hülshoff 

Georg Philipp Friedrich von Hardenberg

Hermann Karl Hesse

Johann Wolfgang von Goethe

Johann Christian Friedrich Hölderlin

Johann Martin Usteri

Katharina Sibylla Schücking

Rainer Maria Rilke

Theodor Storm

Keşfedilmemiş ozan yedi yaşındadır. Jenny, Werner ve Ferdinand adlı kardeşleriyle ailenin devamlı adresi olan Westfalen eyaletinin Münster kenti yakınındaki Hülshoff şatosunda taşralı bir soylu kızı olarak yetişmektedir. Çocukluğu şöyle betimlenir: Hastalıklı, narin, tuhaf. Özellikle son özelliği olan “tuhaflığı”, annesini endişeye düşürür. Annette’in oldukça aşırılığa kaçan duygusal ifadeleri vardır. Bir gece önce gördüğü bir düşü anımsadığında hüngür hüngür ağlayabilmektedir. Kendi kendisiyle konuşur, hayal kurar. Ata yadigârı şatonun etrafında saatlerce tek başına dolaşır. Yalnız gezileri sırasında çiftçilerin yanına gider, orada anlatılan tuhaf olayları ve hayalet öykülerini adeta nefes almadan dinler. Annette bir de kibirli ve kişilikli olmaya başlamasaydı, tüm bunlar hazmedilebilirdi.

Piyanoda gelişigüzel melodiler çalar, kendi şiirlerini yazmaya çalışır, arkadaş ve akraba çevresinde “komedi oynamaya” bayılır. Sahnelemelerinde alçakgönüllü ve çekingen değildir. Aile dostu Graf Friedrich Leopold von Stolberg, Annette’in ebeveynine yazdığı bir uyarı mektubunda genç kızın “mağrur ve şahsiyetli” olduğunu yazar. Çocuk ve Ev Masallarının ortak yayımcısı Wilhelm Grimm de onu çok sert yargılar: “Yazık ki benliğinde aceleci ve tatsız bir yan vardı… Mutlaka yükselmek istiyor ama bu iki özelliği arasında bocalıyordu.”

Bunun dışında kendisi için Westfalen masal ve efsanelerini toplamasını memnuniyetle karşılarken, Annette tevazuyu yine de elden bırakmamalıdır. Annette uyum göstermeyi öğrenir. Bunu tüm yaşamı için öğrenir. Güpegündüz perdeleri çekili durumda yatağına yatıp, sıcak çay içerek “sakinleşmek” zorunda az mı kalmıştır? Örgü örmek ve piyano çalmak dışında başka şeyle uğraşması az mı engellenir? Fazla okumaması gerektiği az mı söylenir?

Fakat: “Tuhaf ve deli dolu mutluluğumu kitaplardan, romanlardan kazanmadım ben. Bunlar zaten benim içimdeydi,” diye itiraf eder yirmi iki yaşındaki Annette, baba dostu (kamu hukuku profesörü) Anton Matthias Sprickmann’a yazdığı bir mektubunda. Annette von Droste-Hülshoff “içinde olanları” daha da eleştirir. Sessiz, sakin. Çocukluğunda ilk dizelerini altın varağa sarılı olarak ailesinden sakladığı gibi – gizlice. Hayatının sonuna dek ailesinin ve sınıfının göze batmayan, uyumlu bir ferdi olarak kalır. Kırk beş yaşında bile annesine yazdığı mektupları “itaatkâr kızın Nette” diye imzalar. Her şeye rağmen Droste’dir. “Dünyaca ünlü kadın ozan”dır.

Çok küçük yaşlardan beri “dişi” olmama konusunda içine çok büyük bir korku yerleşmiş olmalı. Yine de dış görünümüyle zamanının ve konumunun gereği bir genç kız nasıl olması gerekirse, tam öyleymiş gibi bir izlenim bırakır. Çağdaşları onu kocaman mavi gözleri, açık sarı bukleli saçlarıyla zarif ve ince biri olarak tanımlarlar.

Çok önemli kadınsal bir özellik olan itaatkârlık bakımından da eksiği yoktur. Uslu uslu “çevre turu” dedikleri, yöredeki çiftliklerde yaşayan soylu akrabaları ziyaret amaçlı gezilere katılır. Bükendorf çiftliğindeki büyükannesi için “dini şarkılar” içeren bir kitap yazmayı planlar. Kadın eliyle yazılmış bu tür şiirler törelere de uygundur. Buna karşılık genç Annette’in kurduğu bazı arkadaşlıklar “aşırı maceracı” olarak nitelenebilir. On altı yaşındayken Westfalya eyaletinde kendisinden birkaç yaş büyük olan Katherine Busch adlı yazara büyük bir ilgi duyar.

Katherine “Westfalya’nın Ozanı” olarak kutlanır. Fakat Katherine, Modestus Schücking ile evlenir ve artık sadece eş, ev kadını ve ana olmaya karar verir. Annette o anda arkadaşının taşıdığı Schücking soyadının ileride kendisi için ne denli önemli olacağını sezemez. O sadece Katherine şiir yazmayı temelli bıraktığında, bir meslektaşını yitirdiğini sanmaktadır. Peki ya Annette’in hiç talibi yok mudur? Kimse ona teklifte bulunmamış mıdır?

1820’de (Droste üzerine yazılanlarda belirtildiği gibi) “gençlik felaketini” yaşar. Hatta sözü edilen “büyük bir yaşam krizi”dir. İlgi duyduğu iki erkek vardır. Hani denir ya, “umuda kapılmış”, ikisi de o türden işte. O yaz olanlar, işin içinden çıkılacak gibi değildir. Droste’nin her biyografi, olayı başka türlü yazar. Belki Annette delikanlılarla olan ilişkilerinde çok beceriksizdir. Belki diğerlerinin uyduğu oyun kurallarına uyamamıştır.

Belki kendi duygularını analiz edememiştir. Her ne olursa olsun, iki erkekten de “ortak bir red mektubu” alır. Sessiz sedasız ortadan yok edemeyeceği bir mektup. O zamanlar mektuplar aile ve arkadaş çevresindeki her bireye hitaben “resmi açıklama” niteliğindeydi. Annette (o hep ‘tuhaf değil miydi?) bu durumda ve aile çevresinde kendisini eskisine göre daha da yalnız hissetmiş olsa gerek. Hiç kimseden anlayış görmez. Kız kardeşi Jenny daha sonraları şöyle diyecektir: “Annette evlilikten söz ederken, sağlığı pek yerinde olmadığı ve bağımsızlığına çok önem verdiği için evliliğin kendisine göre bir iş olmadığını söylerdi sadece.” Annette’in kendisini burada belirtildiği gibi ifade etmiş olması imkânsızdır. O, hayatının sonuna kadar ailesiyle son derece uyumlu ve söz dinler bir kadın olarak kalır.

Annette içine kapanır. Yirmi yıldan daha fazla bir süre sonra kız arkadaşı Elise Rüdiger’e eski günleri anımsayarak “Vaktiyle çok gençtim, çok mağrur ve mutsuzdum ve binlerce kez ölmeyi diledim,” diye yazar. Çoktan üne kavuştuğunda ve Alman edebiyat tarihine “Die Droste” olarak girdiğinde, hakkında şu yorum yapılır: “O bir dâhinin yazgısı olan yalnızlığa mahkûmdu.”

Evet, yalnız kalır. Eş ve anne olmaz. Ama yıllar sonra karşılıksız seveceği erkeğin, kendisine “Annecik” demesine izin verecektir.

Duygularını maskelemek için mi? Daha küçük bir kızken, hiç kimseye sezdirmeden, alay ve aşağılanmaya katlanmayı öğrenmiş olmalıdır. Belki de yetişkin bir kadın olarak annecik rolüne sığınmasının nedeni, bu rolün ona kendi duygularının açıklanmasına izin vermesidir.

Ama henüz pek “olgun” değildir. Kendi kendisiyle ve kendisine karşı savaş verir ve “aşk için hiçbir organa sahip olmadığı” duygusu içindedir. Bu sırada yazmaya başladığı -dini şarkılar- üzerinde çalışmaya devam eder. 1820 Ekim’inde annesine verdiği müsveddeye yazdığı ithafta “Belki de şarkılarım gizli kalmış bazı hasta damarlara basacaktır; çünkü hiçbir düşüncemi saklamadım, en gizli düşüncelerimi bile. Hoşuna gider mi bilmiyorum; bunları belirli bir kişi için yazmadım. Bununla birlikte kızının eseri olarak senin doğal mülkiyetin olduğunu düşünüyor ve bunu içtenlikle diliyorum.”

Yazdıklarıyla kamu önüne çıkmadığı sürece Annette’in aile içersinde yazmasına göz yumulur. Bu da onun zaman öldürme şeklidir. Ledwina adlı bir roman, opera metinleri, liedler, baladlar üzerinde çalışır. 1825 sonbaharında akrabaları ile birlikte ilk kez daha uzun bir geziye çıkmasına izin verilir: Ren kıyılarına. Bir sürü olay gelir başına. Ren’de seyreden buharlı bir gemi ona çok heybetli gelir. Karnavala katılır, müzik ve edebiyat sohbetleri yapabileceği yeni arkadaşlar edinir. Kendisini özgür ve aile yükümlülüklerinden -oldukça- kurtulmuş hisseder. Fakat bu durum uzun sürmez.

1826’da Annette, Hülshoff a geri döner, en büyük ağabeyi evlenir ve mirasa sahip çıkar. Bundan kısa bir zaman sonra baba ölür. Annette’e ömür boyu alabileceği küçük bir gelir bağlanır. Annesi ve kız kardeşi ile Rüschhaus dullar evine taşınır. Bundan sonraki yaşamı açık bir şekilde belirlenmiştir. Bekâr kalacak ve aile içersinde faydalı görevler üstlenecektir. Erkek kardeşinin çocuklarına ders vermek. Hastalara bakmak. Aile yazışmalarını yürütmek. “İyi bir hala” olmak. En yakın akraba çevresinden hiç kimse onun durmadan gizli gizli “anlaşılmaz şeyler” yazdığını fark etmez. İlk şiir kitabı piyasaya çıkmadan önce -anonim tabii- bu göze batmayan Annette’in 41 yaşına geldiğine de şaşmamak gerek.

Onu destekleyen biri daha vardır: Levin Schücking. Schücking? Bu soyadını taşıyan genç adam, Annette’in vefat etmiş çocukluk arkadaşı Katherine’in oğludur. Annette’ten 17 yaş daha genç olan Levin, hukuk öğrenimini bırakıp geçimini yazar olarak sağlamak istemektedir. Droste’nin ilk şiir kitabı çıktığında sık sık Rüschhaus’ta Annette’e uğrayan ve ozan hakkında olumlu eleştiriler yapan ender kişilerden biridir. Annette’in arkadaşı olur. Arkadaştan da öteye, kendisini ve yazılarını ciddiye alan biri olduğuna inanır Annette. Die Judenbuche adlı uzun öykülerin ön çalışmalarını yapmaktadır. Şiirler ve baladlar yazarken ailevi sorumluluklarını da ihmal etmez. Levin Schücking ile sohbet ederek geçirdiği saatler annesini endişelendirmeye başlar. Ne garip bir ilişkidir bu? Annette Levin’e “Oğlum”, Levin de ona “Anneciğim” demektedir. Bu hitap şeklinin arkasında ne saklıdır? Akraba çevresinde yeniden dile düşer Annette. Fakat bu kez mutluluğu için mücadeleye hazırdır. Çünkü Levin ile olan birlikteliği onun mutluluğudur.

Delikanlıyı Bodensee yakınlarında Meerburg’da kütüphaneci olarak işe yerleştirmeyi başarır. Kız kardeşi Jenny de bu kente gelin gitmiştir. Annette, 1841 sonbaharında Jenny’e gider. Orada “tesadüfen Levin’e rastladığını” yazar annesine: “Boş zamanlarında kendi yazıları ile uğraştığı ve müzeye gidip gazeteleri okuduğu için onunla yemek zamanları dışında pek görüşemiyoruz.” Annette yalan söylemektedir. Kendisi için güç sembolü ve toplumun temsilcisi olan annesine hem de.

Levin’i pek az gördüğü doğru değildir. Her gün onunla birliktedir. Baş başa saatler süren yürüyüşler yaparlar. Annette kendisini öylesine dertsiz ve özgür hisseder ki, arkadaşıyla korkusuzca bir bahse girer. Çok kısa bir zamanda lirik şiirler içeren bir kitabı yazıp bitirmenin onun için zor olmayacağını iddia eder. “Ona karşı çıktığımda,” der Levin Schücking “Benimle bahse girdi ve bir an önce eserine başlamak için hemen kulesine çıktı. Hemen öğleden sonra ilk şiirini muzaffer bir eda ile kız kardeşine ve bana okudu. Ertesi gün ise sanırım iki tane daha yazdı…”

Şiirlerini küçük zarif yazısıyla not eder. Hiçbir zaman aceleci değildir. Kız kardeşi Jenny ile evli olan eniştesi Lassberg şiir sanatı üzerine önemli söyleşilere girdiğinde sessizce içine çekilir. Örneğin, Meersburg’da konuk olan Ludwig Uhland, o sırada Edebi Almanca ve Halk Ağzıyla Türküler derlemesini yayınlamaktadır.

Annette bu konuda yardımcı olmaya söz verir. Katkısı memnunlukla karşılanır. Ama bunun dışındaki durumu şöyle anlatır Annette: “Hemen ardından konular bilgece konuşmalara, kütüphanelere vs. dönüşüyor ve biz kadın takımına kulak veren olmadığından sadece dinlemek zorunda kalıyorduk.”

Uslu dinleyici ve bilgi aktarıcı olarak kendini feda eden uyumlu davranışlı, saçları kurdeleli, tokalı, firketeli bu soylu, kendinden emin kadın, Meersburg’da oturduğu dönemde Kulede adlı bir şiir yazmıştır ki, ilk ve son kıtalarını burada aynen aktarmak gerekir:

Kulenin yüksek balkonundayım. Çığlık çığlığa sığırcıklar etrafımda, Ve bir Baküs rahibesinden fırtına Uğıddamakta uçuşan saçlarımda; Ey vahşi adam, ey harika çocuk,

Seni kuvvetle sarmaktır arzum, Adele adeleye, kenardan iki adım Sonrası ölüm kalım güreşim!

Özgür kırlarda bir avcı olsam, Askerin bedeninden yalnız bir parça, Ne olurdu sanki erkek olsam, Gökler akıl verirdi o zaman azıcık Mecbur, burada ince ve kibarca, Uslu bir çocuk gibi oturmaya Ancak gizlice saçlarımı açıp Bırakabilirim rüzgârda dalgalanmaya.

Uçuşan saçlarıyla Annette von Droste-Hülshoff; bu görünümü kimse ona yakıştırmaz. Annette uslu kalır. Zamanla, kendisinden çok genç biriyle evlenen, yuva kuran ve arada bir birkaç satır mektup yazan Levin Schücking sorununu da halleder. Şöhret ve parayı hiç mi hiç düşlemez.

Kız arkadaşı Elise Rüdiger’e 1843’te yazdığında şöyle der: “Biri başını suyun üstüne çıkaracak olsa, arkadan başka biri yetişiyor ve birkaç santim daha yükseğe çıkarak ötekinin başını nasıl suya batırdığını; Heine’nin nasıl yok olduğunu, Freiligrath ve Gutzkow’un nasıl yaşlandığını, kısacası ünlülerin birbirlerini nasıl yediklerini ve yaprak bitleri gibi birbirlerini nasıl dejenere ettiklerini görüyorum da, bacaklarımı kanepeye uzatıp, yarı yumuk gözlerimle sonsuzluğu düşlemek daha iyi diyorum. Ah, Elise, her şey boşuna! Şimdi ünlü olmak ne hoşuma gidiyor, ne de istiyorum. Fakat yüz sene sonra okunmak istiyorum. Aslında Kolumbus’un yumurtayla yaptığı oyun gibi kolay olduğu ve sadece şimdiki zamanı feda etmemi gerektirdiği için belki başarırım da bunu.”

TARİH SİTESİ

wie in Der Traum / Katharina Sibylla Schücking

Freut euch des Lebens / Johann Martin Usteri

Dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri olan Johann Wolfgang von Goethe, yalnızca edebiyatla değil eğitim, doğa bilimleri ve felsefe de içinde olmak üzere pek çok konuyla yakından ilgilenmiştir.

Frankfurt am Main’de doğan Goethe’nin annesi, babası varlıklı ve aydın insanlardı. Evlerinde zengin bir kütüphane ve değerli bir resim koleksiyonu vardı. Wolfgang ve kız kardeşi Charlotte bu evde büyüdü. Aydınlanma Çağı’nın düşünceleriyle yetiştirilen Goethe küçük yaşta Fransızca, Latince ve Eski Yunanca öğrendi. O yıllarda Fransız işgali altında bulunan Frankfurt’ta sergilenen Fransız tiyatro topluluklarının oyunları küçük Wolfgang’ı çok etkiledi ve Fransız edebiyatınana ilgi duymasına yol açtı.

18 yaşına gelince babasının isteğine uyarak hukuk öğrenimi için Leipzig’e gitti. Orada dönemin sanatçıları, edebiyatçıları ve arkeologlarıyla tanıştı. Eski Yunan sanatına hayranlığı bu sırada başladı. Gözlerini kullanmayı, bir insana ya da nesneye bakıp geçmek yerine, onu görüp tanımayı ve anlamayı öğrendi. Başladığı her işi en iyi biçimde yaparak sonuna kadar götürmek gibi bir özelliği vardı. Leipzig’e gittikten üç yıl sonra 1768’de ağır bir hastalıkla evine dönmek zorunda kaldı. Evde kaldığı iki yıl boyunca simya ve astroloji ile ilgilendi.

1774’te yazdığı ilk romanı Genç Werther’in Acıları (Die Leiden des jungen Werther) gerek anlatımı, gerek duygularının coşkunluğu ve çağdaş gençliğin duygu ve düşüncelerini yansıtmaktaki başarısıyla evrensel bir üne kavuştu. Bu romanla Alman edebiyatında Coşkunluk Akımı olarak bilinen yeni bir çığır açıldı. Bu yıllarda ilahiler kısa ama özlü, pırıl pırıl şiirler yazdı.

Türk Edebiyatı

Rastlose Liebe / Johann Wolfgang von Goethe.

Theodor Storm Kimdir,Alman şairi ve romancısı (Huşum 1817-Hademarschen Holstein 1888). Kiel ve Berlin’de hukuk okudu.

Kiel’de kaldığı sürece, Theodor ve Tycho Mommsen kardeşlerle dostluk kurdu, Theodor Stormonlarla birlikte Liederbuch Dreier Freunde (Üç Dostun Şarkı Kitabı) [1843] adlı bir şiir kitabı yayımladı. 1848’de Danimarka aleyhtarı hareketten sonra, Schleswig’den ayrılmak zorunda kaldı, Prusya’da hakim oldu.

Schleswig-Holstein’ın Prusya’ya ilhakından sonra (1864), Husum’a döndü. Sommergeschichten und Lieder (Yaz Hikayeleri ve Şarkıları) [1851] adlı şiirlerinde, Kuzey Almanya’ya duyduğu özlemi yansıttı.

Storm, 1864’ten sonra hikaye yazmaya başladı. Ona göre hikaye «dramın kardeşi» idi.

Başlıca hikayeleri

immenses (1849), Pole Poppenspaler (Kuklacı Pole) [1874], Aquis Submersus (1875-1876), Renate (1877-1878), Eekenhof (1879), Die Söhne des Senators (Senatörün Oğulları)[1879], Kır Atlı (Der Schimmelreiter) [1886 -1888]. özellikle olgunluk çağında yazdığı hikayelerinin ana teması, insanın, kendi iç dünyasındaki kaçınılmaz trajik kaderle çatışmasıdır.

Hakkında Bilgi

Die Zeit ist hin / Hans Theodor Woldsen Storm

Hermann Karl Hesse (D: 2 Temmuz 1877, Calw, Almanya – Ö: 9 Ağustos 1962, Montagnola, İsviçre) Yazar.

Hermann Hesse, 1877’de Almanya’nın Calw Kasabası’nda doğdu. 1962 yılında İsviçre’nin Montagnola Kasabası’nda yaşamını yitirdi.

Birinci Dünya Savaşı’nda Alman militarizmini protesto etmek için İsviçre’ye yerleşti. İkinci Dünya Savaşı’nda hem Naziler hem de antifaşistler tarafından sert şekilde eleştirildi. Bu eleştiriler, ayrıca sorunlu aile yaşamı ve savaş esirlerine yardım konusundaki yoğun çalışmasının sonucu ağır bir bunalım geçirdi. Jung’un öğrencisi Lang ona psikanaliz tedavisi uyguladı. Lang ile dostluğu ruhbilime ve Jung’a duyduğu ilgiyi körükleyerek şiirsel iç dünyasını zenginleştirdi. İnsancıllığı, barışseverliği ve insan yaşamını irdeleyen felsefesi, Bozkırkurdu, Narziss ve Goldmund ve Siddhartha adlı romanlarında özellikle belirgindir.

Boncuk Oyunu adlı romanından sonra 1946’da Nobel Edebiyat Ödülü aldı. Doğu edebiyatına ve mistisizmine düşkünlüğü, ayrıca bireysel bunalımlara çözümü Doğu felsefesinde arayışı, 1960 yıllarında canlanan Budizm ve Zen Budizmi akımlarının da yardımıyla özellikle Amerikan hippi gençliği arasında en çok okunan yazarlar arasına girmesini sağladı.

Türk Edebiyatı

Alle Bücher dieser Welt / Hermann Karl Hesse

  • Hayatını değiştirmelisin.  
  • Tek yolculuk, içindeki yolculuktur.   
  • Şimdi çok erken, yarın ise çok geç.    
  • Ölüm, hayatın bizden yüz çeviren tarafıdır.   
  • Yalnızca içteki yakındır; başka her şey uzak.      
  • Hayat – cinsel yolla bulaşan bir terminal durumu.  
  • Evet, yazmak zorundaydım, yoksa çıldıracaktım!  
  • Ve cesaret o kadar kırık / hasret o kadar büyük ki.    
  • İnsanların çoğu, yaşanmamış bir hayattan ölüyor.    
  • Tek çıkar yol, gözlerimizi kendi içimize çevirmemizdir.    
  • Susmayı öğrendiğimden beri her şey bana çok yaklaştı.  
  • Bu dünyada ise düşlemeyi sürdürmektir, en büyük beceri.
  • Günümüze musallat olan geçicilik bilgisi, onların kokusudur.  
  • Dünyanın zekasına teslim olursak, ağaçlar gibi kök salabilirdik.  
  • Bırak hayat senin başına gelsin. İnan bana: hayat her zaman haklıdır.   
  • İnsan, meyvanın çekirdeğini taşıması gibi ölümü kendi içinde taşımaktadır.
  • İnsanı şu zavallı gösteri dünyasına malzeme olmaktan kurtaracak şey, görkemli bir yenilgidir.
  • Bırak her şey senin başına gelsin Güzellik ve dehşet Sadece devam et Hiçbir duygu nihai değildir.  
  • Yoksul insanlar, düşünceye dalmışlarsa rahatsız edilmemelidir. Bakarsınız, düşündükleri şeyi bulurlar.

Vikisöz / Rainer Maria Rilke

Rainer Maria Rilke, 4 Aralık 1875’te Alman kökenli bir ailenin çocuğu olarak Prag’da dünyaya geldi. Öğrenim hayatının ilk dört yılını Prag’daki Katolik eğitim veren bir okulda geçirdikten sonra maddi zorluklar sebebiyle Saint Pölten Askeri Okulu’na devam etti. Teorik eğitimde oldukça başarılı olan Rilke 1890’da sağlık problemleri nedeniyle okulu bıraktı. 1891’in sonlarına doğru ailesinin yönlendirmesiyle Linz’teki bir meslek okuluna girdi. Bu dönemde edebiyata ve edebi gelişimine daha fazla zaman ayırma olanağı buldu ve üç yıl sonra, Leben und Lieder (Yaşam ve Şiirler) isimli ilk kitabını yayımladı. 1896-1899 yılları arasında Münih ve Berlin’e giderek öğrenimine devam etti. Edebi anlayışının gelişmesinde büyük rol oynayan kadın şair Lou Andreas-Salomé ile tanıştı. Sonrasında Salomé ile, “ruhsal anakara” olarak tanımladığı Rusya’ya gitti ve müzeleri ziyaret etmenin yanında birçok ressamla ve aralarında Lev Tolstoy’un da bulunduğu birçok yazarla görüşme olanağı buldu. Bu yolculuk sayesinde felsefesini geliştirmesine yardımcı olacak şiirsel malzemeyi elde eden Rilke, Rusya’dan döndükten sonra Das Stundenbuch (Dua Saatleri Kitabı) isimli kitabı üstünde çalışmaya başladı. 1905’te Auguste Rodin’in özel sekreteri olarak çalıştı ve aynı dönemde, Rodin’in sanatını ve Paris’teki yaşamını anlattığı, düzyazı türündeki en önemli eserlerinden biri olan Auguste Rodin’i yayımladı. Takip eden yıllarda Afrika, Mısır ve İspanya’yı gezen Rilke, 1912’de Trieste yakınlarındaki Duino Şatosu’na yerleşti. Bu tarihte, şatonun sahibi olan Kontes Maria von Thurn und Taxis’den de aldığı ilhamla Duineser Elegien’i (Duino Ağıtları) yazdı. Birinci Dünya Savaşı sırasında kısa bir süre Viyana’daki savaş arşivinde görev aldı. Rilke, 1926’da yakalandığı lösemi nedeniyle yaşamını kaybetti. Başlıca eserleri: Larenopfer (1895, İyi Ruhlara Adak), Buch der Bilder (1902, İmgeler Kitabı), Das Stundenbuch (1905, Dua Saatleri Kitabı), Neue Gedichte (1907, Yeni Şiirler), Duineser Elegien (1922, Duino Ağıtları).

NOTOS KİTAP

 Georg Philipp Friedrich von Hardenberg

“Novalis”, erken dönem Alman romantik filozof, şair ve roman yazarı Georg Philipp Friedrich Freiherr von Hardenberg‘in takma adıdır. 1772’de Saksonya asilzadelerinden Pietist bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Novalis, 1801’de 28 yaşındayken tüberkülozdan ölmüştür.

Novalis kimi çevrelerce Alman romantizminin örnek figürü olarak görülür: Erken yaşta ölümü, birkaç yıl önce genç nişanlısı Sophie’nin hastalığı ve ölümü -ki bu ölüm en ünlü eserlerinden biri olan Hymns to the Night‘a ilham vermiştir- ve yazılarının mistik tarzı onun uhrevi, hatta marazi bir şair olarak tanınmasına neden olmuştur. Bununla birlikte, Novalis aynı zamanda Kant sonrası idealist gelenek içinde yer alan ve bu geleneği meşgul eden sorunlarla ilgilenen eğitimli bir filozoftur. Üzerinde durduğu konuların içinde özgürlük problemi ve insan eyleminin doğası, bilginin temeli, doğa ve bilim arasındaki ilişki, dinin önemi gibi meseleler vardır.

Novalis; Fichte, Herder, Goethe ve Hıristiyan mistik Jakob Boehme’nin çalışmalarından etkilenen ve Friedrich ve August Wilhelm Schlegel, Ludwig Tieck, Caroline Schlegel, Dorothea Veit-Schlegel ve başka isimlerin yer aldığı erken dönem Alman romantiklerinin Jena çevresinin önemli isimlerinden biriydi.

Novalis kısa yaşamı boyunca felsefi fragmanların (bazıları Schlegel kardeşlerin dergisi Athenaeum‘da yayınlandı) yanı sıra şiir, roman (The Novices of Saïs ve Henry of Ofterdingen), felsefi denemeler (“Christendom or Europe” ve “Faith and Love or The King and Queen”) ve bilim, tıp, din, tarih, dil, sanat ve doğa üzerine notlar ve kısa denemeler yazdı; bunların çoğu bir ansiklopedi için tasarlanmıştı ve çevirileri Notes for a Romantic Encyclopaedia adıyla bulunabilir. Bu eserlerin çoğu ancak Novalis’in ölümünden sonra, Ludwig Tieck ve Friedrich Schlegel tarafından derlenen yazılarıyla birlikte yayımlanmıştır.

Novalis ilk eğitimini özel öğretmenlerden aldı. Bu öğretmenlerin arasında Christian Daniel Enhard Schmid de vardır ki Novalis Schmid ile daha sonra üniversite eğitiminin başında tekrar karşılaşacaktır. Novalis daha sonra Eisleben’deki Luther gramer okuluna gitmiş, burada retorik ve antik edebiyata dair bilgi ve yeteneklerini geliştirmiştir.

Novalis 1790’dan 1794’e kadar Jena’da hukuk okumuştur. Eğitimi sırasında Schiller ile tanışmış ve Schiller’in derslerine katılmıştır. Schiller’in hastalık döneminde ona dostluk göstermiştir. Ayrıca Goethe, Herder ve Jean Paul ile de tanışmış, Ludwig Tieck, Friedrich Wilhelm Joseph von Schelling ve Friedrich ve August Wilhelm Schlegel kardeşler ile arkadaş olmuştur. Ekim 1794’te kamu hizmetinde çalışmaya başlayan Novalis bu sıralarda tanıştığı Sophie von Kühn ile 15 Mart 1795’te nişanlandı. Nişanlısı 1797’de öldü ve bu Novalis’i çok etkiledi.

1795-1796 arasındaki dönemde Novalis Johann Gottlieb Fichte’nin bilimsel doktriniyle ilgilenmiştir ki bu dünyaya bakış açısını büyük oranda etkilemiştir. Ayrıca, Fichte’nin felsefesindeki çeşitli kavramları geliştirmiş, bu konuda çalışmalar da bulunmuştur. Birkaç ay sonra Saksonya’daki Freiberg Madencilik Akademisi’ne jeoloji çalışmak için girmiştir. 1798’de ilk fragmanları Athenäum isimli dergide yayımlanmıştır. Novalis’in ilk yayınının ismi Blüthenstaub`dur ki bu aynı zamanda “Novalis” mahlasını da ilk kullandığı yerdir.

Aralık 1798’te Novalis Julie von Charpentier ile nişanlanır. Ağustos 1800’de tüberküloz hastalığına yakalanır. 25 Mart 1801’de Weißenfels’de vefat eder.

Sosyolog Ömer Yıldırım

Johann Christian Friedrich Hölderlin (1770-1843)

Alman şair. Klasik çağın ve romantizm akımının en önemli temsilcisi. Neckar kıyısında eski bir manastır köyü olan Lauffen’de dünyaya geldi. İki yaşındayken babasını kaybetti. Nürtingen’de okula başladı. 1788-1793 yılları arasında Tübingen Üniversitesi’ndeki İlahiyat Okulu’na devam etti ve eğitimini tamamlayarak papaz oldu. Hölderlin Lutherci Protestan papaz kimliğini uzun süre üzerinde taşıyamadı ama inancını hiçbir zaman yitirmedi. Ona göre “şair olmak, tanrılar­la insanlar arasında, rahiplerin yapabileceği bir aracılık görevini üstlenmek anlamına geliyordu”. 1793 yılında Friedrich Schiller ile tanıştı. Onun önerisiyle özel öğretmenlik yapmaya başladı. Neue Thalia dergisinde şiirlerini ve romanı Hyperion’un bir bölümünü yayımladı. Hölderlin’in eserlerinde Yunan mitlerinin etkisi çok güçlüdür ve Hyperion, Yunanistan’ın özgürlüğü için savaşan düş kırıklığına uğramış kahramanın ağıt niteliğindeki hikâyesidir. Hölderin şiirlerinde Klasik Yunan şiir biçimlerini Alman diline başarıyla uygulamıştır. Sophokles’ten yaptığı Antigone ve Oidipus Tyrannus çevirileri 1804 yılında yayımlanmıştır. Zaman zaman öğretmenlik yapmaya çalıştıysa da, geçirdiği ağır bunalımlar buna engel oldu. 1805 yılında beş ay rahatsızlığından ötürü gözaltında tutuldu. Yaşamının bundan sonraki bölümü ise deliliğin gölgesi altında geçti. Bu tarihten sonra iyileşme umudu kalmamıştı. Yaşadığı dönemde çok az tanınan Hölderlin, uzun bir süre tamamen unutuldu. Ancak 20. yüzyılın başlarında ülkesinde ve dünyada değeri yeniden anlaşıldı. Yalnızca edebiyat alanında değil, Hegel’den Heidegger’e uzanan çizgide felsefe dünyasını derinden etkilemiştir.

DOĞUBATI

Comments are closed.