
İÇİNDEKİLER



İlişkinizin uzun sürmesini istiyorsanız, partnerinizle kaliteli zaman geçirmek çok önemlidir.
İlişkinizin gelişmesini istiyorsanız, onu geliştirmeli ve günlük olarak onunla ilgilenmelisiniz. Partnerinizin tanındığını, ilgilenildiğini ve sevildiğini hissetmesini sağlamalısınız. Bu hedeflere farklı şekillerde ulaşabilirsiniz, ancak birlikte vakit geçirmek en önemlilerinden biridir. Partnerinize kaliteli zaman ayırmanız için size bazı ipuçları vereceğiz.
Birlikte vakit geçirmek basit bir görev gibi görünse de, genellikle her zaman gerektiği gibi ilgilenmeyebileceğiniz bir şeydir. Aslında, Journal of Family Psychology’de yayınlanan bir araştırmaya göre, çiftlerin birlikte geçirdikleri süre, ilişkilerinde değiştirmek istedikleri ana yönlerden biridir. Bu, birlikte zaman geçirmek, birbirinize dikkat etmek ve ilginç sohbetler oluşturmak gibi alanları içerir.

Partnerinize neden kaliteli zaman ayırasınız?
Romantik bir bağ kurduğunuzda, partnerinizle birlikte olma ve duygusal yakınlığı geliştirme arzusu doğal dürtülerdir. Aslında, Sternberg’in (1986) üçgen aşk teorisini takip ederek, paylaşılan zaman doğrudan iki ana bileşeniyle bağlantılıdır: tutku ve yakınlık. Kaliteli zaman, basit fiziksel yakınlığı ve karşılıklı arkadaşlığı, kendini ifşa etme (kendimizle ilgili önemli bilgileri paylaşmak) ve güveni artırma gibi daha derin yönleri birleştirir.
Bu unsur, bir ilişkideki esenlik ile bağlantılıdır. Çağdaş Aile Terapisi’nde yayınlanan bir araştırmaya göre, birlikte konuşarak ve etkinlikleri paylaşarak daha fazla zaman geçiren çiftler, ilişkilerinde daha fazla memnuniyet ve daha olumlu nitelikler algılıyorlar. Dahası, romantik partnerleriyle daha fazla yakınlık yaşarlar. Bu nedenle birlikte vakit geçirmek tüm ilişkilerde olumlu ve gerekli bir süreçtir. Ancak, özellikle üyelerden birinin veya her ikisinin kaliteli zamanı ana sevgi dili olarak kullandığı kişiler için geçerlidir . Bunlar, ortaklarıyla anları, alanı ve deneyimleri paylaşarak sevgilerini ifade eden ve sevildiğini hisseden insanlardır.

Eşinizle kaliteli zaman geçirmenin anahtarları
Nereden başlayacağınızı mı merak ediyorsunuz? Gary Chapman, The 5 Love Languages adlı kitabında partnerinize kaliteli zaman ayırmanıza yardımcı olacak bazı anahtarlar sunuyor. Kaliteli zamanı aşkın beş dilinden biri olarak tanımlar.
1. Tüm dikkatinizi onlara verin
Kaliteli zaman sadece partnerinizle aynı alanı paylaşmak anlamına gelmez. Kendilerini bu özel sevgi diliyle ifade edenlerin, tüm zamanınızı onlara ayırmanızı istediklerini ya da birlikte belli bir süre geçirdiğiniz sürece kendilerini tatmin edeceklerini sanma hatasına düşmemelisiniz. Aslında, asıl istedikleri bağlantı ve kalitedir.
Bu, birlikte geçirdiğiniz anlarda tüm dikkatinizi onlara vermeniz, beş duyunuzun tümü ile tamamen ilgilenmeniz ve nihayetinde onlara gücünüzü vermeniz anlamına gelir.
Bunu başarmak için yanlarındayken televizyonu kapatıp cep telefonunu bir kenara koyun, göz teması kurun, onları dinleyin ve birlikte anın tadını çıkarın. Başka şeyler düşünerek dikkatinizin dağılmasına izin vermeyin.
2. Birlikte aktiviteler yapın
Sevdiklerini bildiğiniz ve sizinle paylaşmak istedikleri aktiviteleri birlikte yapmak iyi bir fikirdir. Örneğin, hobilerinden birine katılın , sevdikleri konsere veya resitale katılın ya da birlikte doğa yürüyüşüne çıkın.Ayrıca onları hobilerinizi ve ilgi alanlarınızı paylaşmaya davet edin. Bu durumda, sevginizi etkinlikte değil, gerçekleştirme amacınızda ifade edersiniz: önemli anları paylaşmak ve kalıcı anılar yaratmak.

3. Onları dinlemeyi öğrenin
Eşiniz sevgi dili olarak kaliteli zaman kullanıyorsa, onu nasıl dinleyeceğinizi bildiğinizde sevildiğini hisseder. Unutmayın, dinlemek duymakla aynı şey değildir. Dinlemek, kendi ilgi alanlarınız tarafından dikkatiniz dağılmadan size söylediklerini dinlemeye kendinizi adamanız gerektiği anlamına gelir. Bu nedenle, daha fazlasını öğrenmeye gerçekten ilgi gösterin, onlara ilgili sorular sorun ve nasıl hissettiklerini anlamaya çalışın.
Tavsiyenizi veya fikrinizi aramadıklarını unutmayın, ancak onlara ne olduğunu ve nasıl hissettiklerini ifade edebilmeleri ve ilişkinin güvenli bir yer olduğunu ifade edebilmeleri için yanlarında olduğunuzu bilmeleri gerekir. Bu yüzden. Her şeyden önce, anlayış ve doğrulama ararlar.
4. Kendini ifşa etme alıştırması yapın
Nasıl iletişim kuracağınızı ve kendinizi ifade edeceğinizi bilmek de eşit derecede önemlidir. Duygusal yakınlık oluşturmak ve partnerinizi iç dünyanıza dahil etmek için kullandığınız zaman, zamanınız kaliteli zaman haline gelir. Partneriniz nasıl hissettiğinizi, gününüzün nasıl geçtiğini, sizi neyin endişelendirdiğini ve ilişkiden ne beklediğinizi bilmek istiyor.
Bu samimi duyguları paylaşmayı seçtiğinizde, bir bağ kurarsınız ve eşinizin sizinle sevildiğini ve ilgilendiğini hissetmesini sağlarsınız. Ancak, duygularınızla iletişim halinde değilseniz bu egzersizi kolay bulmayabilirsiniz. Ancak, uygulama ile, sonunda bir alışkanlık haline gelecektir.
5. İnisiyatif sahibi olun
Son olarak, partneriniz kaliteli zamanı sevgi dili olarak kullanıyorsa, konu birlikte zaman geçirmeye geldiğinde sizin inisiyatif sahibi olmanıza gerçekten olumlu bir şekilde değer vereceklerini bilmelisiniz. Tekliflerini kabul etmekle yetinmez , alternatifler, öneriler ve planlar da sunarsınız. Bunu yaparak, sadece rutininizden kaçmakla kalmaz, aynı zamanda eşinize birlikte kaliteli zaman geçirmeye değer verdiğinizi ve istediğinizi ve onu aramaya veya inşa etmeye kararlı olduğunuzu da gösterebilirsiniz.
Eşinizle kaliteli zaman geçirmeye başlayın
Partnerinizle zaman geçirmek bazen karmaşık olabilir çünkü sizin de kişisel, iş ve ailevi yükümlülükleriniz vardır. Aslında, Review of Economics of the Hane’de yayınlanan bir makalenin öne sürdüğü gibi, çocuklu çiftlerin programlarını senkronize etmeleri ve birlikte yer bulmaları özellikle zordur. Oysa paylaşılan zaman, birlik ve beraberlik için elzemdir ve hatta dış stresin etkilerine karşı koruyucu bir faktör görevi görür (Milek, 2015). Bu nedenle, eşinizle yeterince kaliteli deneyimler yaşamadığınızı düşünüyorsanız, bu ihtiyacınızı onlara iletmekten çekinmeyin. Kendinizi iddialı bir şekilde ifade ederseniz, herhangi bir değişikliğe dahil olmanız ve bireysel ve çift memnuniyet seviyenizi geliştirmeniz ikiniz için de daha kolay olacaktır.
Psikolog Elena Sanz

Düşünmenin insanî bir meleke olduğu açık. Burada tartışılacak bir durum yok. Önemli olan, salt insana özgü ve insanlığa bir imtiyaz olan bu gerçekliği algılayış biçimimiz. Düşünmek nedir, hayatımızda neye tekabül ediyor; bunu keşfetmemiz gerek. Türkçede‘meleke kesbetmek’ deriz; bir durumu yetenek haline getirmek için. Doğuştan sahip olduğumuz bir meleke değil midir düşünmek. Evet? Peki meleke durağan mıdır? Hayır. Tecrübe etme, yineleme ve uğraşma ile niteliği ve boyutu değiştirilebilir çünkü. Tersi de mümkün elbette. Tecrübe edilmediğinde, yinelenmediğinde, uğraşı haline getirilmediğinde kısırlaşma, hatta zamanla yok olma ile karşılaşılabilir. Yani düşünme melekesine sahip olmak yetmiyor demek ki, o melekeyi kesbetmek de gerekiyor.
İnsanı insan yapan, doğuştan kimi melekelerle donanmış olmak değildir. Aksine, o melekeleri erken zamanda fark etmek, bu fark edişi bir keşfe dönüştürmek ve nihayetinde hayat algımızı bu çerçevede oluşturmaktır. Yoksa var olan ama işlevsel olmayan bir yetinin kime ne faydası dokunur ki?

Düşünmemizin temelinde hayatı algılayış biçimimiz vardır. Burada bir paradoks da yok değil hani: Hayatı algılayışımıza göre şekillendirmiyor muyuz düşünmemizi de? Döngüsel bir hareketlilikten bahsediyoruz yani. İşte bu döngüsellik, hayatı çizgisel bir doğrultuda değil dairesel bir döngüde algılamamızı zorunlu kılıyor. Bu durum insanın bilgilenme sürecini de derinden etkilemektedir.
Çizgisel algı, parçadan hareket eder. Bütünün kendisine değil, bütünü oluşturan parçalardan herhangi birine odaklanır. Bu odaklanmada dikkat unsuru önemli bir yere sahiptir, aynı zamanda değişkenlik gösterir. Dikkat çeken şey; varlıkların kendileridir, yani görünür gerçeklikleri. Belki yapay bir gerçekliktir bu, belki de sanal. Oysa varlıkları sadece görünür gerçeklikleriyle algılamak büyük bir yanılgıdır. Bu yanılgı insanı, varlıklara hükmetmek ve bu hükmediş ile varlığını anlamlandırmaya çalışmak gibi boş bir uğraşa da sürüklemiştir.
Çizgisel algı, insanı nesneler dünyasına hapseder. Nesneler dünyası, bir isimler dünyasıdır. Bu da kategorize etmeyi zorunlu kılar. Zira kategorize etmede hem öğrenme kolaylığı vardır hem de görece bir hükmetme. İnsan, nesneleri kendince ayrıştırarak onlara hükmetme isteğini de açığa vurmuş olur. Çizgisel algı, durağan bir algıdır. Çünkü varlığın kendisinin öne çıktığı algı, varlığı bağlamsızlaştırmayı da beraberinde getirir. Bağlamsızlaştırmak, ilişkileri göz ardı etmek demektir. İlişkilerin göz ardı edilmesi ise bütüncül bakışın gerçekleştirilememesi.

Bütüncül bakış; resme, görünür gerçekliğinin ötesinde bakmayı gerekli kılar. Görünür gerçekliğin ötesine geçebilmek varlıkların ilişkiler ağına nüfuz etmekle mümkündür. İlişkiler ağı, eylemler dünyasıdır. Bu dünya isimler dünyasından daha karmaşıktır. Zira bir eylemin ne olduğunu öğrenmek, birden fazla varlığı birbirine bağlayan ilişkiler yumağını fark etmeyi gerekli kılar. Sadece eylemi ifade etmek, anlamak için yeterli değildir. Öte yandan, eylemleri hatırlamak isimleri hatırlamaktan daha güçtür. Çünkü anlatımda eylemler, isimlere göre daha çok değişkenlik gösterir. İşte eylemlere yönelen algı, varlıkları bağlamsızlaştırmayı değil; onları değişken bağlamlarıyla olduğu gibi algılamayı hedeflemektedir. Bu algıda öne çıkan nitelik, bütüncül bir hareketliliği görebilmektir. Hayat, canlı ve akışkan değil midir? Biteviye değişen bir gerçekliği yok mudur hayatın? Bu değişken gerçeklik, durağan ve nesnel olmaktan ziyade; dinamik ve öznel değil midir? Peki ya karşıtlıklara ne demeli? Bütüncüllük, karşıtlıklarla sağlanmıyor mu? Karşıtlıkta aynı zamanda bir bağlantı, iç içe geçme hatta birbirine nüfuz etme, ötekine bağımlı olma hali yok mudur? Değil mi ki değişimin ve karşıtlığın sonucu olarak yalıtılmış ve bağımsız varlıklardan bahsedemeyiz, o halde bir varlığı gerçekten tanıyabilmemiz için onun tüm ilişkilerini bilmemiz gerekir. Bu da görüngüsel bir algıyla ayrıştırmaya değil; ilişkisel bir algıyla bütünleştirmeye dönük bir düşünme yetisi kazanmakla mümkündür.
Hayatın döngüselliğini göremeden varlıklar dünyasındaki yerimizi kavrayamayız. Çizgisel algıda merkez ‘ben’dir. Her şey ben’in penceresinden nasıl görünüyorsa öyle algılanır. Çoğu zaman algılanmak istenendir bu. Ben, eylemi ‘yapan’dır. Yapan’da hükmedici bir tavır vardır; amaca ya da nedene odaklanır. Halbuki döngüsel algıda eylem; ötekilerle ahenk halinde ortaklaşa girişilen bir hareketliliktir. Ortaklık, orta yol üzerinde gerçekleşir.
Düşünmek evet; ancak, yalnızca düşünüyor olmanın yetmediğini bilerek. Önemli olan; doğru düşünmek, doğru düşünmeyi bilmek. Nasıl mı? Varlıklar dünyasını, tek bir öznenin bakış açısıyla indirgemeci bir tahakkümle değil; bütünleştirici ortak ilişkiler bağlamında algılayarak düşünmek.
Kısacası; hayata ilişkin parçalanmış algımızı yeniden bütünleştirmek için düşünmek. Niçin mi? Hayata dahil olmak için.
MEHMET SOLAK

Günümüzde bilinen en büyük engellerden biridir “elalem”. Her zaman her yerde karşımıza çıkan bu uzun duvarı yıkmak aslında elimizde olan bir durum değil midir?
Kulakları tıkayarak yaşamak ve başkalarının düşüncesine aldırış etmemek en büyük özgürlüktür. İnsan 18 yaşında değil, elalem duvarını yıkmayı başardığı zaman reşit ve özgür bir ruha sahip olur.
Elalem duvarını yıkmayı başarmış olan her birey hem mutluluğu hem de sağlığı için pozitif bir adım atmış sayılır. Uzmanların yaptığı bilimsel araştırmalar, negatif düşünceler ile yaşayan beynin daha çabuk yaşlandığını kanıtlıyor. Hem kendi seçimleriniz ile yol aldığınız bir yolda her zaman için sağlam bir şekilde ayakta durabilmenin kolaylığını da rahatlıkla hissedebilirsiniz. Bu dünyada başkaları için yaşamadığımızın bilincine erdiğimiz zaman ise gerçek mutluluğa erişmiş oluruz da diyebiliriz. Sonuçta ne yapılırsa yapılsın herkesin menfaatlerine karşılık verebilmek imkanlı olmayacaktır. Siz de başkalarının yorumları için değil, kendi özgürlüğünüz için yaşamanın tadını almaya bakmalısınız. Yoksa sağlığınızın gün geçtikçe farkınızda olmadan bozulduğunu görmek zorunda kalırsınız.

Elalem, sizi sadece uçuruma sürükleyen bir çubuktur.
Sağlıklı hayatın kilit noktasında elalem engeli
“Elalem” duvarı her zaman psikolojik anlamda yıkımlara yol açan bir unsur olarak kabul edilir. Sözlerin gücü her anlamda etkileyici olarak insanların psikolojisine dokunur. Genel olarak yaşanılan evrende insanlar birbirlerinin en yakın dostu gibi görülse de aslında en büyük rakipleridir. Bu sebeple “elalem” terimi çok fazla kullanılan bir yola girmiştir. Yapılan her iş sonucunda insan, doğası gereği onay almak ve tebrik edilmek ister. Özellikle de son zamanlarda onay almak neredeyse zor olan bir seçenek gibi görülmektedir. Buna ek olarak da eleştirilerin arkası kesilmez. Artık buna bir dur demenin anahtarı sizde.

Sağlık konusunda kilit nokta olarak görülen elalem duvarı, negatif düşüncelerin beyne yüklendiği zaman mental olarak sorunlara sebep olması ile ilgilidir. Her zaman için eleştirilerin psikolojik sağlık üzerinde insan için değersizlik hissi kazandırdığı bilinmektedir. Değersizlik hissi kazanan bir beyin ise zaman içinde öğrenmeye kendini kapatır ve yaşamdaki memnuniyet hissini kaybeder, artık her şeyden şikayet etmeye başlayan bireyler ile karşılaşırız. Bunun yanında sağlık sorunlarının başı olan stres unsurunu da harekete geçiren elalem eleştirileri, fiziksel olarak da rahatsızlıklara sahip olmanıza sebep olabilir. Hem psikolojik hem de fiziksel olarak hastalıkların temelinde bu eleştirilerden etkilenme oranının yüksek olduğunu hiç düşünmüş müydünüz? Genel olarak yapılan tıbbi araştırmalarda her hastalığın ilk sebebi psikolojik çöküş ve strestir.
Elalem duvarı da sizin üzerinizde stres oluşturmaz mı? İşte kilit bağlantı noktasını keşfetmiş olduk.

Kendinizi iç sesinizi duyun, başkalarının fısıltılarını değil.
Elalem duvarlarını nasıl yıkabiliriz?
Elalem unsuru, her bireyin başında olan ve maruz kalmak zorunda olunan noktadır. Bu duvarları yıkmak için ilaç ise kişinin kendisidir. Çevreyi duymadan, yaşadıklarının yüküne bir de çevreden yük eklemelerine izin vermeden ve en önemlisi mutlu olabildikleri gibi yaşayanlar elalem duvarını da yıkmayı başarabilirler.
Başarılı olmanın en büyük sırlarından biri de kendiniz gibi olabilmektir. Kendi gibi olmayı başaran herkes, istedikleri alanlarda okuyup meslek sahibi olmayı başaran, istedikleri özgürlüklerin tadını alabilen, içinde ukde kalmadan başarılara imza atabileceği alanları keşfeden kişilerdir. Bunun yanında hayatın amacını kendinizi severek öğrenmelisiniz. Başkalarını dinlemek, insanın kendini geri plana atması olarak da nitelendirilebilir. Görüldüğü üzere mutlu ve başarılı insanlar bu dünyaya başkaları için gelmediğini bilenler için söylenebilecek sıfatlardır.
Sağlık, istenen en büyük sevettir. Ancak bunu elalem duvarları ile kaybetmeye izin veren de yine aynı serveti dileyen kişilerdir. Siz siz olun, başkasının dedikleri için değil kendi mutluluklarınız için yaşamayı ilke edinin. Tabi ki görüş almak ve eleştiriye açık olmak önemlidir. Ancak hayatınıza karışılması ile eleştiri yapılması iki ayrı uç noktadır. Unutmayın; bir insan, özgürlüğünü reşit olduğu zaman değil başkalarının etkilerinden sıyrılıp kendi fikirleri ile mutlu olmayı öğrendiği zaman eline alır.

St. Valentine günü olmadan yaşayabiliriz ama aşık olmadan yaşayamayız. Aşk, insanın derin yapısına yakınlık ihtiyacı olarak kodlanmıştır. Bu ihtiyaç giderilmediğinde yalnızlık, reddedilme, engelleme, sürüklenme ve donup kalma temalarını deneyimleriz. Aşık olduğumuzda daha enerjik daha odaklı oluruz. Psikolojik büyüme için, aşk, hayatın temel besin kaynaklarındandır. İdeal işlevsellik ve mutluluktur.

Tabii ki tüm aşklar aynı değildir. Aile – arkadaşlar ve sevgili aşklarının arasında net ayrım yaparız. Çoğu kişi ilk grup için en az dokuz isim sayarken, ikincisi için tek isim söyler. Pek çok defa aşık olabildiğimiz halde, sadece az sayıda kişi aynı anda birkaç kişiye romantik aşk hisseder. Her iki aşkı birbirine bağlayan ise yakınlıktır. Yakınlık ile aşk başlar, yakınlığın kaybı ile aşkı sonlanır.
Derin yakınlığı tanımlarken somut şeyleri söyleriz. Bir bakış, bir hareket, bir dokunuş gibi… Diğer insanın varlığını hissettiren ani, sessiz bir farkındalık, ikinizin arasındaki sınırın sessizce kaybolmasını hissetmenize sebep olur. Ancak öte yandan paradoksal olarak, kendinizin ve diğer kişinin bedenine hızla dikkat kesiliriz ki cinsel açıdan olmayadabilir ve ardından beklenti, heyecan hissi gelir. Kendiniz ve diğeri hakkında önemli bir şey ortaya çıkar. Fiziksel rahatlama, gevşeyen kaslar ve ağırlığın azalmasını hissedersiniz.
Aile ve arkadaşlarla olan yakınlığın aksine, romantik aşkın yakınlığında kadersellik ve şaşkınlık hisleri vardır. Tamamen spontan ve doğaldır. “Olması gereken buydu” deneyimini yaşarız. Aile ve arkadaşlık ilişkilerinde de çok sürprizler olabilirken, çok ender “kadersellik” hissi vardır. Romantik aşkın büyük gizemi bu “kadersellik” hissine nasıl kapıldığımızdır.
Aşık olmak, iki yabancının gözlerinin ilk kez buluşmasından başlayarak, yaşamlarımızın en yoğun yakınlığını yaşadığımız anlara kadar giden, çok sıradışı bir yolculuktur.

Aşkın ilk aşaması yakın olmaktır.
Romantik aşklarda, o özel kişiyi bulmak isteriz. Onu bulmadan önce adeta bir elektromanyetik alanın içine girersiniz. Bu gelişimsel güçler sizin potansiyel denginizi bulmak için çekim alanıdır. Üremek, soyun devam ettirilmesi gelişimsel sürecin bir parçasıdır. Bunun için, sağlıklı ve güzel bebekler yapmanıza yardımcı olacak, iyi genli kişilere karşı doğal çekim hissedersiniz. Net ve temiz bir cilt, parlak gözler, kabarık yoğun saçlar, beyaz dişler, güzel bir yürüyüş, belirgin olan veya feromonlardan gelen güzel bir koku sizin iyi bir bağışıklık sisteminiz olduğunu gösterir.
Bu açıdan erkekler doğurganlığı simgeleyen bir kadın vücudu ararlar. Özellikle kalça bel oranı çok önemli olur bu arayışta. Kadınlar da kendi açılarından klasik V şeklindeki erkek yapısına doğru çekilirler. Erkeğin üstünlüğünü fark ettikleri anlar, diğer erkekleri yönetmek ve onları etkilemek de iç güdüsel olarak çekildikleri bir durumdur. Bununla beraber kadınlar başka ipuçlarına da bakarlar. Erkeğin eğitimi, mesleki yönelimi, yetenekleri ve finansal durumu gibi.. Bu ipuçları kadının gelecek statüsünü ve erkeğin bir aileyi geçindirip geçindiremeyeceğini de anlatır. İlk karşılaşmadan sonra erkeğin fiziksel özelliklerindense diğer özelliklerini kadın daha çok hatırlar.
Beyniniz size benzeyen kişilere doğru sizi yönlendirmekle de meşgul olur. Olası bir potansiyel denginizin güvenli ve tahmin edilebilir olması sebebiyle, geçmişi, değerleri, eğitimi ya da ilgi alanları bize benzeyen kişilere de çekiliriz. Sosyal gruplar, iş grupları bizim doğal eşleşme alanlarımızdır. Bazen de fiziksel olarak da kendimize benzeyen insanlara karşı çekilebiliriz. Mesela aynı cilt rengi, göz rengi, dudaklarının kalınlığı, burnunun genişliği, gözlerinin arasındaki açıklık, kulak memelerinin uzunluğu, orta parmağın uzunluğu ve hatta ciğer kapasitesi yapılan araştırmalarda ortaya çıkan bazı fiziksel çekimlerdir. Kim tahmin edebilir ki bunları seçeceğimizi?
Ancak beyin aynı zamanda genetik havuza da ilgi duyar ve çeşitlilik açısından farklı genetik yapılara bakar. Bu yüzden yeniye, riskliye, hatta tehlikelere karşı da bir çekim hissedebiliriz. Farklılık bizi heyecanlandırır. Bizim sahip olmadığımız ve olmak istediğimiz özelliklere sahip olan birisine karşı çekim duyarız.
Aslında bize çok benzeyen ama çok da benzemeyen, bizden farklı ama çok da farklı olmayan insanlara çekiliriz. Bütün bu fiziksel ve diğer özelliklerden geçmek aşık olmanın ilk aşamasıdır. Bu filtrelerden geçtikten sonra onun kişisel özelliklerine bakacak kadar yakınlaşırız. İlk tanışmadan sonra partnerimizin istikrarlı olmasını istediğimizi söyleriz. Nazik, samimi, güvenilir, şefkatli, esprili, bizi seven, bize değer veren ve bizim ihtiyaçlarımıza karşı sorumluluk hisseden birisini çekeriz.
Tabii bu sevgililik alanına girdiğimiz zaman, potansiyel romantik bir partner olarak kendi değerlerimize de bakmamız gerekir. Mesela rekabet nasıl? Biz kendimizi ne kadar yalnız ve çaresiz hissediyoruz? Adayların sayısı ne kadar? Bütün bunlar bizim neyi ve kimi istediğimiz konusunda ayarlamalar yaptırır bize.
Bazen hatta bir aday bizim bütün istediklerimize sahip olsa da çoğumuz ona aşık olmadan evlenmeyeceğimizi söyleriz. Aramızda romantik bir çekim olduğunu, heyecan olduğunu hissetmek isteriz. İşte bu ateşlı duygusal süreç bizim soğuk mantıklı uygunluk kararımızı yargımızı etkiler. Kendi duygularımızı, karşımızdakini aklıcıl değerlendirmek yerine, onun özelliklerine ekleriz. Karşımızdakinin sıkıntılarını görmezden geliriz, olumlu özelliklerini abartabiliriz. Ve artık çok geç kalmışızdır. Aşık olmuşuzdur.

İkinci aşama… Aşık olmak
İnsanlar aşkı anlatırken benzer ifadeler kullanırlar (mantıklı tarafımız garip bulsa da). Tüketici bir tutku, saplantılı, ele geçirme, kontrolünüzün çok az olduğu bir şeye çekilme… Fiziksel ve duygusal uyarılma olarak uyuşturucu/alkol etkisindeymiş gibi kafayı bulma hissi verdiği söylenir. Hafif halüsinojen etkilerle, sevgili eşsiz ve özel olarak idealize edilir. Bu aşkın “sonsuza dek” süreceği inancı alır. Genelde tüm bu hisler, erkeklerde kadına göre daha fazla hızlı ve ani gelir. Bazende süreç yavaş çekim gibi ilerler. henüz adı konmamış “bir şey” oldu hissi gelir. İki kişi arasından bir duygu veya enerji dalgası geçer. Kendinizin genişlediğinizi hissedersiniz, kalbiniz aşktan, bedeniniz arzudan “patlar”.
Tüm bunları deneyimlediğiniz için “ gurur” duyarsınız. Tüm “duyularınızı” doyurmak istersiniz. Bu olduğunda da, bebekliğinizden beri çok ender hissettiğiniz bir yakınlık ve tam tatmin yaşarsınız. Freud bunu kaybedilmiş bir aşkın yeniden bulunmasına benzetir.
Romantik aşkın ilk dönemlerinde sadece beyindeki ödül merkezleri tetiklenmez. Bağımlılık ile alakalı bölümler de tetiklenir. Burada bizim aşık olduğumuz kişiye karşı yoğun duygusal ve cinsel odaklanma olur. Onun alt dudağının kıvrımı, burnunun eğimi, sandalyeden kalkış şekli, belirgin yürüyüşü gibi onun varlığı ile ilgili bir şey size hayranlık uyandırır. Onunla birlikte olmak, onun hakkındaki herşeyi bilmek istersiniz.
Bebeklikten başka, insan hayatının başka hiçbir deneyiminde, bu kadar yoğun fiziksel deneyim yaşayamazsınız. Büyüdükçe, sosyal mesafeler devreye girer; gözlerini dikip bakma, dokunma, elleme azalır. Ancak sevgili ile durum tersine döner; uzun bakışmalar, öpüşme, çıplaklık, intim dokunuşlar ve cinsel birleşme, karın karına temas, tüm bedeninizin diğerine değmesi… Aynı ebeveyn – bebek bağlanmasındaki gibi, romantik bağlanmayı da gerçekleştirir.
Küçük sohbetler ve kendimiz hakkındaki bilgilerin paylaşımı bizi daha samimi bağlanmaya doğru sürükler. Konuşmanın tonu yumuşar, daha nazik oluruz. Zamanla kelimeler daha az önemli olur. Bir bebek cıvıldamasına doğru yöneliriz. Ortak paylaşılan güvenlik hissi, çifti sarıp sarmalar. Tüm dışarıdaki goygoy susar ve bu özel anlar süresince aynı çok küçüklük zamanlarımızda olduğu gibi, dünyanın geri kalanı fark edilmez olur. Aslında yukarıdakilerin hepsi, birbirimiz arasındaki bağlanma sağlamlaşana kadar bizi bir arada tutacak yapıştırıcıdır. Sizi uzun dönem bir arada tutmak için bu yapı dizayn edilmiştir.

Tam oluşmuş bağlanma
Aşka yürümek sonunda aşık olmaya dönüşmüştür. Beyniniz oksitosin ve vazopressin salgılarından dolayı aşk kimyasalları ile doludur. Çift olmanızı sağlayacak endorfinler sizi ele geçirir. Bu noktada baskın olan duygular güvenlik, mutluluk ve dünya ile ilgili herşey iyidir hissi verir. Aynen normal arkadaşlıkta olduğu gibi ama birazcık daha farklı, bir arkadaşlık, bir yoldaşlık, birbirine özen gösterme süreçleri başlar. Bu bağlanmanın gerçek başlangıcıdır. Uzun süreli aşkla mı ya da acıyla mı bağlanacağımızı belirler. İşte bu oluşan bağlanma sizin çocukluktaki ebeveynlerinizle bağlanma modeliniz tarafından şekillenir. Siz çocukken güvenli bağlanma ortamında mıydınız? Strese karşı korundunuz mu? Şimdi bunu bir başkasıyla beraber tekrar yapabilir misiniz? Ebeveynler ile olan ilişkinizde kendinizden çok vazgeçmeniz gerektiyse şimdide aynısını mı yapıyorsunuz?
Yakınlık ve samimiyet yerine kontrol etme ihtiyacını mı daha çok duyuyorsunuz veya eski acıyı tekrarlayarak ‘hiçbir şey olmamasındansa, herhangi bir aşk daha iyidir’ diye size çokta uymayacak bağlanmalara evet mi diyorsunuz? İşte bütün bunlar sizin büyük aşkınızın nasıl sonuçlanacağını belirleyecektir. Bu da bambaşka bir hikayedir.
DR. ŞENİZ ÜNAL


Antropolojiden sinirbilimine kadar yıllar boyunca bütün bilim adamları aynı soruyu soruyor. Gerçekte aşk nedir?Her bilim dalı kendi açısından aşkı araştırıyor. Yapılan keşiflerle aşkın arkasındaki bilimin yani kimyanın, hem düşündüğümüzden daha basit hem de daha komplike olduğunu ortaya koyuyor.
En son ne zaman birisine karşı çekim hissettiniz?
Bu çekim esnasında afallayabilirsiniz, avuçlarınız terleyebilir, kendinizi saçmalarken bulabilir, şaşırır veya tökezleyebilirsiniz. Hatta kalbiniz yerinden çıkacak kadar çok çarpabilir. Bütün duyguların kalpten çıktığı gibi, insanların aşkın da kalpten çıktığını düşünmesi boşuna değil aslında. Ancak aşkın tamamen beyinle alakalı olduğunu yapılan çalışmalarla birlikte öğreniyoruz.
Rutgers University’den Dr. Helen Fisher önderliğinde bir grup bilim insanının yaptığı araştırmaya göre romantik aşk üç kategoriye bölünüyor. Arzu – şehvet, çekicilik ve bağlanma… Her biri kategori için örtüşmeler ve incelikler olsa da, her kategori kendi hormonları ile karakterize ediliyor. Testosteron ve östrojen şehveti, arzuyu arttırırken; dopamin, norepinefrin (noradrenalin) ve serotonin cazibe yaratır; oksitosin ve vazopressin de bağlanmaya aracılık eder.

1. Kategori – Arzu – Şehvet:
Arzu – şehvet, cinsel tatmin isteği tarafından yönlendirilir. Gelişimsel olarak baktığımızda bütün canlılarda bir üreme isteği, ihtiyacı vardır. Her canlı üreme yoluyla genlerini başka bir canlıya aktarır ve böylelikle türlerinin devamına katkıda bulunur, soylarını devam ettirir. Aslında ölümsüzlük bir anlamda da üremenin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bu noktada beyindeki hipotalamus büyük rol oynuyor. Hipotalamus, testosteron ve östrojen hormonlarının uyarılmasını sağlar. Bu hormonlar “erkek” ve “dişi” olarak kalıplaşmış olsalarda, her ikiside kadın ve erkekte bulunmaktadır. Testosteron hemen hemen herkeste libidoyu artırırken, östrojen daha az belirgin olabiliyor.
A: Arzu – şehvet, seks hormonlarını salgılayarak cinsel birleşmenin tetikleyicisi oluyor. B ve C: Dopamin, oksitosin ve vazopressin, beynin birçok hayati işlevi ve duyguyu kontrol eden bir bölgesi olan hipotalamusta yapılır. D: Beynin aşkı etkileyen birkaç bölgesi. Şehvet ve arzu, gerçek davranışı içeren beynin prefrontal korteksini kapatır.

2. Kategori – Çekim:
Bir diğer kategori atraksiyon yani çekimdir.
Çekim duyduğunuz birisine karşı arzu hissedebilirsiniz veya tam tersi olabilir. Yani illa çekici bulduğunuz birisine karşı cinsel arzu hissedeceksiniz diye bir durum söz konusu değil, birinden biri olmadan da olabilir.
Kimyasal olarak baktığımızda da bu ödül mekanizmasıyla ilgilidir.. İlişkinin özellikle ilk haftaları hatta ayları çok yorucu, insanı çok tüketici olabilir. Yapılan araştırmalara göre aşık olduğunuzu hissettiğiniz an, günde, yüzde 85 oranında o kişiyi düşünürsünüz. Bu çekim, uyuşturucu veya alkol aldığınız zamandaki beynin tetiklenen bölgesiyle aynı kısmı tetikliyor. Yani beynin ödül mekanizması tetikleniyor. İlişki veya aşk açısından baktığınızda da, sevdiğiniz insanla beraber olmak, onunla cinsellik yaşamak sizi iyi hissettiriyor ve hipotalamustan yüksek dozda dopamin salgılanmasına sebebiyet veriyor. Bu denli yüksek dopamin salınımdan dolayı iştahınız kesilebilir, uykusuzluk çekebilir, kendinizi yoğun uyuşturucu almış gibi sersemlemiş bir şekilde hissedebilirsiniz. İşte burada da noradrenalinin çok etkisini görüyoruz. Adrenalin ve noradrenalin, beynin dikkat ve çevreye yanıt verme ile ilgili bölümlerini etkilerler. Adrenalinde birden bire çok yükselirken, noradrenalin sizi geri çekerek sakinleştirir, yatıştırır. Noradrenalin damarları büzüştürüp kan akışının yavaşça kalbe geri dönüşünü sağlar. Çünkü stres zamanlarında savaş ya da kaç rolü tetiklenir.
Araştırma için yapılan bazı beyin taramalarında insanlara, öncelikle çok çekici bulduğu kişinin fotoğrafı gösterilirken sonrasında çekici bulmadığı kişinin fotoğrafını gösteriliyor. Çekici bulduğu kişinin fotoğrafı gösterildiğinde beynin ödül merkezi kısmının, diğer kısmına göre çok daha aktif olduğu gözüküyor.
Ödül merkezinin bu kadar aktif çalışmasının ardından, aslında mutluluk hormonu olarak bilinen seratonin vücutta azalmaya başlıyor. İlginç bir şekilde obsesif-kompulsif bozukluk ile başa çıkan insanlarda da serotonin seviyesinin düşük olduğu saptanmıştır. Bilim adamları özellikle aşkın başlangıç seviyelerinin, ilerleyen seviyelerine göre aşırı tutkudan dolayı obsesif-kompulsif bozukluk ile aynı semptomları gösterdiğini düşünüyorlar. Tıpkı saplantılı aşklar gibi…
3. Kategori – Bağlanma:
Bağlanma aşaması, birbirinize yakın hissedeceğiniz ve uzun vadeli planlar yapmaya başlayabileceğiniz bir zamandır. Şehvet ve çekim romantik ilişkilere özel olsa da, bağlanma, ebeveyn – bebek bağlarına, sosyal samimiyete ve diğer birçok yakınlığa da aracılık ediyor. Bu aşamada baskın olan iki tane hormon devrededir. Bunlar oksitosin ve vazopressindir. Oksitosin sarılma ya da kucaklaşma hormonu olarak da adlandırılır. Oskitosin ve vazopressin de dopamin gibi hipotalamus tarafından üretilir. Özellikle cinsellik, emzirme ve doğum esnasında çok fazla salgılanır. Bunlar çok tuhaf gözüksede tüm bu olay bağ kurmanın öncü olaylarıdır.

Aşk Acıtır
Bütün bunlar olurken hepsi çok güzel gözüküyor. Hormonlar salgılanıyor, kendimizi iyi, ödüllendirilmiş ve partnerimize yakın hissediyoruz. Ama birde madalyonun diğer tarafı var. Aşkın içerisinde kıskançlık, çıldırmışlık, mantıksızca davranışlar gibi pozitif olmayan duygu ve ruh hali de size eşlik edebilir. Çünkü bu hormonlar sizi yukarı çıkardığı kadar aşağı da indirebilir.
Örneğin dopamin, beynin ödül mekanizmasını çalıştıran hormondur ve bu, hem iyiyi hem de kötüyü kontrol etmek anlamına gelir. Dopamin bağımlılıklarla da çok el ele giden bir hormondur. Madde bağımlılığı gibi veya duygusal yemedeki tatlı-çikolata bağımlılığı gibi durumlar dopamin sinyalini genele göre çok daha fazla yakar. Benzer şekilde partnerlerimize duygusal olarak bağımlı olduğumuz zamanda beynimizin aynı bölgesi aydınlanıyor. Bağımlı olduğumuz kişiden ayrı kaldığımızda da tıpkı herhangi bir maddeye bağımlıymışız gibi geri çekilme semptomları gösterebiliriz. Agresiflik, sinirlilik, kızgınlık, kıskançlık gibi dengesiz davranışlar fazlasıyla gözle görülür.
Bu durum fazla oksitosin salınımında da yaşanır. Oksitosin, iyi hissetmek, sosyalleşmek, sıcaklık ve samimiyet kurmak için salgılanır, olumlu duygular aşırıya kaçınca yabani bir şekilde, dikkatsiz, fütursuz, pervasızca davranmaya da kişiyi itebilir.
Oksitosin bağlanma hormonu olduğu için ailelerimize, arkadaşlarımıza, bizim için önemli insanlara bağlanırız. Arka tarafta oksitosin çalışırken bizlere bu kişileri hatırlatır. Tek eşlilik için iyi bir şey olabilirken bu tür çağrışımlar her zaman olumlu değildir. Yerleşik kültürel gruplarımızdaki insanlara olan sevgimizi artırdığı ve bizden farklı olanları daha yabancı gösterdiği de öne sürülmüştür. Irkçılık yapan kişiler, futbol fanatikleri bu duruma verilebilecek tipik örneklerdir.
Son olarak, utanma hissi olmadan aşk olabilir mi?
Cinsel arzu için illa çekim olması gerekmiyor. Özellikle cinsel istek, beynimizde kişisel farkındalığımızı, mantıklı davranışımızı, önemli düşünce noktalarını regüle eden beynimizin prefrontal korteksi de dahil olmak üzere bazı bölgeleri kapatıyor. Yani aşk bizi aptal yapıyor. Aşık olduğunuzda sonradan pişman olduğun bir şey yaptınız mı? Belki yapmadınız. Ama bunu meşhur, onlar için sonu hüsranla biten Shakespeare çiftine sormak lazım.
Özetle aşkın bir çeşit “formülü” var. Ancak bu hala araştırma aşamasında olan cevaplanmamış pek çok soruyu içinde barındırıyor. Şimdi artık fark ediyoruz ki sadece hormon tarafı komplike ve karışık değil, aşk sizin için aynı zaman da çok iyi ya da çok kötü bir şey de olabilir. Sizi böyle sabahleyin heyecanla uyandırırken, aynı zamanda ‘bir daha asla uyanmak istemiyorum’ diyeceğiniz duruma da düşürebilir.
Herkes aşkı kendisi için tanımlayabilir. Eğer sadece hormonlardan ibaret olsaydık o zaman herhangi birisi için yeterli kimyasallarımız olabilirdi ama maalesef bu öyle değil.
DR. ŞENİZ ÜNAL
Katherine Wu figures by Tito Adhikary


Bugün ilk kez karanlık odamdan gün ağarırken ışığa çıktım desem yalan olmaz. O da kapıdan değil, pencereden. On üçüncü katın şehri ve denizi alabildiğine geniş gören açtığım penceremin pervazında öylece oturuyor şehri seyrediyorum; ancak seyretmeye gücüm var. İnsan içine çıkacak halim kalmadı; böcek gibi hissediyorum kendimi. Deniz sakin, gökyüzüyle birleşmiş, ellerimi uzatsam dokunsam mavi gökyüzüne beyaz bulutlara. Sakin yumuşaklık değse ellerime. Kollarımın gücü yok, gündüzüm gece, ihanetle savaşıyorum.
Güneşe bakıyorum. Henüz doğmamış, yarım portakal. Bu yaz sıcağı bunaltıyor beni. İnsanlar uykudalar. Kim bilir neler yaşanıyor her bir evde? Bu sessizlik soğuk hissettiriyor bana. Yaşayan bir şehir değil de sanki; terkedilmiş gibi in cin top oynuyor sokaklarda. Cüssesi, tek gözümün önüne gelen, yüzünü seçemiyorum dahi. Elinde okuduğu mektubum. Mektubum ulaştı ona. Tekrar tekrar okuyor, anlamaya çalışıyor. Nihayet beni, yazdıklarımı anlayacak biliyorum, Düşünecek bir süre ama dönecek.

Yollar uzun, kalabalık ve gürültülü. Araçlar çokça, insan az. Ard arda çalan üç vapur düdüğüyle uzaklarda bir gemi görüyorum, güneşin doğduğu yerde. Uzaklardan gelen bir gemi belki getirir bana onu. O zaman yalnızlığım biter mi? Çoğalınca yalnız olmaz mı insan? Penceremin önünde kalacağım hep. Valizini toplayıp çıkıp gidişini hatırlıyorum. Nasıl bir öfkeydi bu, bir anda her şeyi bırakıp gidecek kadar! Bende bıraktığı boşluğa alışamadım hala. Hayatın yolları her zaman düz gitmiyor. Tümsekleri aşacak gücümüz yoksa çare ihanet mi?
Başım dönüyor, günün karanlığında uçuyorum deniz üstünde. Gemideki o, elinde okuduğu; mektubum. Sesim titriyor ona seslenirken. Ağırlığımı taşıyamayan kollarım kırıldı. Geri dönmek istiyorum. Önümde bir duvar. O duvarı aşıp geçsem başka bir duvar… Geçemeden düştüm kör karanlık dipsiz bir kuyuya.
Sessiz çığlıklarımı duyan yok. Kuyu karanlık. Ben çıkmaya çalıştıkça her seferinde geri düşüyorum dipsiz dibe doğru.

Güçsüzlük bütün vücuduma yayılıyor. Bağırmak istiyor susuyorum, çıkmak istiyor düşüyorum yeniden dipsiz karanlık kuyuya. Bilerek evde bıraktın bunları, değil mi baba?» «Seni unutmak olmasın diye? Kendimi suçlu hissetmem için? Bir kez söylemediğin sevgini göstermek için mi? Verecek başka bir şeyin olmadığı için mi? Yoksa geri dönmek için bir nedenin olsun diye mi, bıraktın bunları? Söyle! »
Yaz sıcağında üşüyorum ben. Güçlükle girdiğim yatakta, yorganın altına gömdüm kafamı, geçsin zaman, doğsun güneş, içim ısınsın istiyorum. Yalnızlığım mı beni üşüten? Yooo, aslında ne kadar da kalabalığım. Bir ben masa başında yazıyor yazıyor, diğer ben başı omzuna çökmüş gibi odada olta atıyor düşünüyor, düşünüyor. Bir başka ben ….
Ayaklarım beni taşıyamayacak kadar güçsüz. Kalkamıyorum yatağımdan artık. Şehrin gürültüsünde beni duyan yok. Bahçede neşeli kuş sesleri. Bu sıcak neşeli sesler bile ısıtamadı odayı hala çok üşüyorum. Ellerimi sürterek ısınmaya çalışıyorum. Yorgan buz gibi değiyor tenime. Sanki donacağım. Derin bir uykuya dalmak istiyorum. Bir, iki, ……dokuz, bir, iki……. yedi, bir, iki…..bir, iki. Olmuyor, başladığım yere geri dönüyorum Yaşıyor muyum ölüyor mu yoksa? Nasıl bir ikilemdeyim? Onunla da ölüm, onsuz da… Onu bekleyişlerim omzumda bir yük beni aşağı doğru çeken. Diri diri gömseler beni, toprak ısıtsa yüreğimi.
Hülya Kandemir Yavuz

Hatalar, bizi var eden ve alnımızdaki çizgileri daha da derinleştiren en yoğun deneyimlerimizdir. Bu yoğun deneyimler öyle derinlere işler ki insan hayatı bir süre sonra daha az hata yapanın mutluluğu yakaladığı bir kısır döngüye dönüşür. Hata yaptıkça yalnızlaşırız; hatalardan arındıkça sosyalleşir ve diğerlerine uyum sağlarız. Buna karşın herkesten uzak duran, içe kapanık insanların hatasız olduğunu söylemek de mümkün değildir.
Hayatımız boyunca hepimiz birçok hata yaparız. Kimi zaman küçük kimi zaman büyük hatalarla karşılaşırız. Bazıları bizi derinden yaralar, bazıları ise kolayca unutulur gider. Peki hatalarımızla nasıl başa çıkıyoruz? Onlardan ders çıkarıp kendimizi geliştirebiliyor muyuz? Yoksa aynı hataları tekrar tekrar mı yapıyoruz? Hatalardan ders çıkarmak, hayatta başarılı olmanın en önemli anahtarlarından biridir.
Genel olarak psikolojide hata, bireyin amaçladığı sonuçtan farklı bir sonuç elde etmesi veya beklenen davranıştan farklı bir davranış sergilemesi olarak tanımlanabilir. Hata, bireyin bilgi, beceri, yargı veya algısındaki eksiklik veya yanlışlıktan kaynaklanabilir. Psikolojide hata kavramı, özellikle bilişsel psikoloji, sosyal psikoloji ve klinik psikoloji gibi alanlarda önemli bir yer tutar. Bilişsel psikolojide hata, bireyin zihinsel süreçlerindeki bozukluk veya sapmalar olarak incelenir. Örneğin bellek hataları, dikkat hataları, algı hataları, dil hataları, mantık hataları gibi bilişsel hatalar vardır. Sosyal psikolojide hata, bireyin sosyal ortamlarda kendisi veya başkaları hakkında yaptığı yanlış değerlendirme veya yargılama olarak ele alınır. Örneğin önyargılar, stereotipler, sosyal etki altında kalma, sosyal karşılaştırma yapma gibi sosyal hatalar vardır. Klinik psikolojide ise hata, bireyin ruhsal işlevselliğini bozan veya azaltan olumsuz düşünce veya davranış biçimleri olarak değerlendirilir. Örneğin depresyon, kaygı bozuklukları, obsesif kompulsif bozukluk gibi ruhsal bozuklukların altında yatan olumsuz otomatik düşünceler, bilişsel çarpıtmalar, irrasyonel inançlar gibi klinik hatalar vardır.

Psikolojide hata kavramının önemi ise hem bireysel hem de toplumsal açıdan büyüktür. Çünkü hatalar hem bireyin kendini tanıma, geliştirme ve iyileştirme sürecinde hem de toplumun bilgi üretme, paylaşma ve ilerleme sürecinde önemli bir rol oynar. Hatalar bize zayıf yönlerimizi gösterir ve daha iyi olmak için çaba sarf etmemizi sağlar. Hatalar bize yeni şeyler öğretir ve yaratıcı olmamızı teşvik eder.Hatalar bize değişime ve gelişime açık olmamız gerektiğini hatırlatır ve daha mutlu ve başarılı bir hayat yaşamamız için fırsat sunar. Bu nedenle psikolojide hata kavramını olumsuz bir şekilde değil de olumlu bir şekilde ele almak gerekir. Hata yapmaktan korkmak veya utanmak yerine onları kabullenmek ve onlardan öğrenmek elzemdir. Çünkü hatalar insan olmanın ve yaşamın bir parçasıdır. Hatalarımız bizi biz yapar.

Hatalardan ders çıkarmak mümkün müdür?
Hatalardan ders çıkarmak, yaptığımız yanlışların nedenlerini ve sonuçlarını analiz ederek, gelecekte daha iyi kararlar almak ve aynı hataları tekrarlamamak için gerekli adımları atmaktır.Hatalardan ders çıkarmak, aynı zamanda kendimizi tanımak, öğrenmek, geliştirmek ve değiştirmek için bir fırsattır.Hatalardan ders çıkarmak, bize hayattaki önceliklerimizi belirleme, yeni fikirler üretme, yaratıcı olma ve başarıya ulaşma imkânı sunar. Hatalardan ders çıkarmak, hayatta başarılı olmanın en önemli şartlarından biridir. Çünkü hata yapmak kaçınılmaz bir gerçektir. İnsan doğası gereği mükemmel değildir ve her zaman doğruyu bilemez.Bu nedenle hata yapmaktan korkmak veya utanmak yerine, onları kabullenmek ve onlardan öğrenmek gerekir. Hatalardan ders çıkarmak, bize şu faydaları sağlar:
- Hata yapmaktan korkmamızı engeller. Hata yapmaktan korkmak, bizi yeni şeyler denemekten, risk almaktan ve farklı olmaktan alıkoyar.Bu da bizi gelişimden uzaklaştırır ve potansiyelimizi kullanamamamıza neden olur. Hatalardan ders çıkarmak ise bize cesaret verir ve hata yapmanın doğal olduğunu hatırlatır. Böylece kendimize güvenir ve daha çok deneyim kazanırız.
- Bize yeni fikirler ve bakış açıları kazandırır. Hata yapmak, bize mevcut durumun işe yaramadığını gösterir. Bu da bizi alternatif çözümler aramaya ve yaratıcı olmaya yönlendirir. Hatalardan ders çıkarmak ise bize yeni fikirler üretme ve bakış açımızı genişletme imkânı sunar.Böylece daha iyi sonuçlar elde etme ve hedeflerimize daha etkili bir şekilde ilerleme fırsatı verir.
- Bize kendimizi geliştirme ve değiştirme motivasyonu verir. Hata yapmak, bize eksiklerimizi ve zayıflıklarımızı gösterir. Bu da bizi kendimizi tanımaya ve geliştirmeye teşvik eder. Hatalardan ders çıkarmak ise bize kendimizi değiştirme ve iyileştirme gücü verir.Böylece daha mutlu, başarılı ve tatmin olmuş bir hayat yaşama şansı yakalarız.

Hatalardan nasıl ders alırız?
Hatalardan ders çıkarmak, bir beceri ve alışkanlıktır. Bu nedenle bunu yapabilmek için bazı adımları takip etmek gerekir. İşte hatalardan ders çıkarmak için izlenebilecek basit bir yöntem:
- Hatanın farkına varın. Yaptığınız hatayı kabullenin ve inkar etmeyin. Hatanın ne olduğunu, ne zaman, nerede, nasıl ve niçin yaptığınızı belirleyin. Hatanın size ve başkalarına ne gibi zararlar verdiğini veya verebileceğini düşünün.
- Hatanın nedenlerini araştırın. Yaptığınız hatanın altında yatan sebepleri bulmaya çalışın. Hatanızın kişisel, sosyal, psikolojik, fiziksel veya başka türden faktörlerden kaynaklandığını belirleyin. Hatanızın sizin kontrolünüzde olup olmadığını sorgulayın.
- Hatanın sonuçlarını değerlendirin. Yaptığınız hatanın size ve başkalarına ne gibi etkileri olduğunu veya olabileceğini analiz edin. Hatanızın olumlu veya olumsuz yönlerini belirleyin. Hatanızdan ne gibi dersler çıkardığınızı veya çıkarabileceğinizi düşünün.
- Hatanızı düzeltin veya telafi edin. Yaptığınız hatayı mümkünse geri alın veya düzeltin. Eğer bu mümkün değilse, hatanızın zararlarını en aza indirmek için gerekli adımları atın. Hatanızdan etkilenen kişi veya kişilerden özür dileyin ve onlara yardım edin.
- Hatanızı tekrarlamayın. Yaptığınız hatadan öğrendiğiniz dersleri uygulayın ve aynı hatayı bir daha yapmamak için önlemler alın. Kendinize yeni hedefler belirleyin ve bunlara ulaşmak için planlar yapın. Kendinize güvenin ve yeni şeyler denemekten korkmayın.

Hata Yapma Hakkı: Bir İnsanlık Hakkı
Hata yapmak, insan olmanın doğal bir sonucudur. Hiç kimse mükemmel değildir ve her zaman doğruyu bilemez. Bu nedenle hata yapmaktan korkmak veya utanmak yerine, onları kabullenmek ve onlardan öğrenmek gerekir. Hata yapma hakkı, insanların kendi hayatlarını yönlendirme, kendilerini ifade etme ve geliştirme özgürlüğüne sahip olmaları anlamına gelir.
Hata Yapma Hakkı Neden Önemlidir?
Hata yapma hakkı, insanların kendilerini gerçekleştirmelerinin en önemli şartlarından biridir.Çünkü hata yapmak kaçınılmaz bir gerçektir ve bize şu faydaları sağlar:
- Bizi cesaretlendirir ve motive eder. Hata yapma hakkı, bizi yeni şeyler denemekten, risk almaktan ve farklı olmaktan alıkoyan korku ve endişeleri azaltır.Bize kendimize güvenme ve daha çok deneyim kazanma imkânı verir.
- Bizi öğretir ve geliştirir. Hata yapma hakkı, bizi mevcut durumun işe yaramadığını göstererek alternatif çözümler aramaya ve yaratıcı olmaya yönlendirir. Bize yeni fikirler ve bakış açıları kazandırır.Bize daha iyi sonuçlar elde etme ve hedeflerimize daha etkili bir şekilde ilerleme fırsatı verir.
- Bizi değiştirir ve iyileştirir. Hata yapma hakkı, bizi eksiklerimizi ve zayıflıklarımızı görmeye ve geliştirmeye teşvik eder. Bize kendimizi değiştirme ve iyileştirme gücü verir.Bize daha mutlu, başarılı ve tatmin olmuş bir hayat yaşama şansı yakalarız.
Hatalarla dolu bir hayat, bomboş geçirilmiş bir hayattan çok daha faydalı ve onurludur der Bernard Shaw; Sophia Loren ise Hatalar, dolu bir hayat için ödediğimiz bedeldir der. Demek ki hatalar güçlü bir öğretici… Hatalardan tamamen sıyrılmak maalesef mümkün değil; ancak onları düzeltmeye çalışmak gerçek bir erdemdir. Hatasız kul olmasa da hatasını fark eden ve bunları yinelemekten çekinen biri olmak hem toplum içinde bize duyulan güven hem de itibarımız için önemlidir. Bunun yanında hatalarımız bizi var eder; hataları düzelttiğimiz ölçüde kendimizi gerçekleştirmeye ve zirve deneyimler yaşamaya yaklaşırız. Ancak şunu da unutmayalım; herkes hata yapar, önemli olan affedebilme cesaretini gösterebilmektir.
Doç. Dr. Ali BALTACI

Yanlış Anlamak ve Yanlış Anlaşılmak…
Sebahattin Ali, ‘İçimizdeki Şeytan’ adlı eserinde kuruntularla beslenen şüphenin insanı sürükleyeceği açmazları tasvir ederken, insanın sahip olduğu şüphenin şeytani bir güç olduğuna dem vurur. Şüphenin pek çok türü var, hemen her şeyden şüphe edebiliriz… Bu yazımda içimizdeki kuruntuları ve diğerlerini yanlış anlamanın bizi götürdüğü ruh halinin izlerini sürmek istiyorum.
Modern dönemde diğerleriyle sağlıklı iletişim kurmak giderek güçleşiyor. Her gün aynı asansöre binsek de birbirimizle karşılaşmamak için asansör kabininin köşelerine doğru kaçıyor, saklanıyoruz diğerinden. Selamlaşmamak, hâl hatır sormamak sıradanlaştı. Daha da ilginci, hepimizin gün boyu elinde tuttuğu -en yakın arkadışımız- cep telefonlarına defalarca bakıp birinin bize mesaj göndermesini, aramasını beklemek. Hem diğerlerinden kaçıp hem onlardan çağrı beklemek, aranılır olmak, modern dönem paradokslarından birisi. Hepimiz meşgulüz, diğerlerine meşgul olduğumuzu söylemek hoşumuza gidiyor. Hep önemli işlerimiz var, hep resmi işler, hayati toplantılar yapıyoruz. Oysa durumun böyle olmadığını biliyoruz. Bu ikircikli tutum, yani aslında var olmayan bir meşguliyetin peşinde koşma hali şu aralar sahte hatıralar üzerine yapılan bellek çalışmalarında daha da belirginleşiyor. Aslında hatırladığımız anıların büyük bölümü kurgudan ibaret, zamanla daha fazla detayı unutuyoruz, zamanla daha fazla uzaklaşıyoruz anılardan ve kurgusal bellek yanılgılarına sığınıyoruz. Bellek yanılgıları ise diğerini anlama yolculuğumuzda önemli bir engel oluşturuyor.

Diğerlerini anlama yolculuğumuz, onlara atfettiğimiz değere bağlı olarak değişiyor. Kahneman ve Tversky’nin diğerini anlama ve diğeri hakkında karar verme üzerine çalışmalarda oldukça belirgin bir sonuç çıkıyor: Değer verdiğimiz kişileri daha fazla anlamaya çalışıyoruz; bu uğurda yoğun çaba ve emek harcıyoruz. Değer vermediğimiz kişileri ise yanlış anlamaya meyilliyiz. Onların yaptığı iyi şeylere dahi bir bahane buluyor ve onları dışlıyoruz. Goffman’a göre yanlış anlama giderek kurgusal bir forma dönüşüyor ve diğeri hakkında gerçek olmayan, yalan yanlış bilgileri birleştirerek hatalı kararlara dönüşüyor. Bu ise çoğu kez damgalama dediğimiz daha yıkıcı bir süreçle ilişkilendiriliyor. Geçmişimizde hakkında hatalı karar verdiğimiz onlarca kişi olabilir, onları damgalamış da olabiliriz. Bir kişiyi tüm yönleriyle tanımak zaman alıyor, yani insanları zamanla tanıyıp onlar hakkında görüş geliştiriyoruz. Başlangıçta herkes size karşı iyi taraflarını gösterir ama zamanla kötülük gün yüzüne çıkmaya başlar. Kötülüklerle karşılaştıkça diğerleri hakkında verdiğimiz kararların da değiştiğini görürüz.
Yani diğerleri hakkındaki kararlarımız, onların zaman içinde bizde oluşturduğu değer yargılarının bütünüdür.
Bazen iyilik yaptığımız halde bize karşı kötü davranış sergilendiğine şahit oluruz; bu durumda da bir değer kaybı yaşanır. İyiliğe karşı kötülük, sevgiye karşı nefret gibi durumlar nesiller boyu defalarca yaşanmıştır. Edebiyatta kurgu olsa da pek çok eser kötülük mitini işler. Göethe’nin Faust’u veya Dostoyevski’nin Raskolnikof’unda kötülüğün gri alanlarını görürüz. Bir kişi iyi veya kötü olabilir; ona atfettiğimiz değer veya aklımızda kalan son anı onun nihai değeridir. Yani değer, diğerinin bize karşı sergilediği tutum ve davranışlar toplamı olup genelikle iyi anıları unutup kötü olana odaklanır ve kötü olanı hatırlarız. Burada bahsedilen değer aslında bir tür konsensüs. Anlama ve anlaşılma yolculuğumuzda bize sunulan yoğun bilgiden olumsuz olanı seçme eğilimimizin sonucu…

İnsanları anlamak ne kadar önemli ise onların bizi doğru anlaması da o derece önemli. Bu aslında tüm insan iletişiminin odağını oluşturuyor: doğru anlaşılmak…
Hemen her edimimiz, her söylemimiz doğru anlaşılmak üzerine kurulu. Başkalarının dünyasında yalnız kalmamak için doğru anlaşılmak istiyoruz. Çünkü bizi bir kez yanlış anlamaya başlarlarsa hakkımızda hatalı kurgular yapacaklarını, yalan yanlış şeyler üreterek bunlara gerçekmiş gibi inanacaklarını biliyoruz. Dedikodu ve yıkıcı söylentiden kaçarak kendi içimize çekilmek yerine, başkasına kendimizi doğru anlatmak hayati bir edime dönüşüyor bizim için. Ötekinin hakkımızdaki değerlendirmesinin peşinde ömür harcıyoruz. Diğeri bizi değersizleştirmesin diye yapmacık bir yaşama, sanal bir kimliğe bürünüyoruz. Oysa Galileo veya Baruch Spinoza ya da Giordano Bruno’nun yanlış anlaşılmak yerine kendi doğrularını savunup diğerlerinden ayrıştıkları için başlarına gelenleri de biliyoruz. Bazen bir maske, bazen bir mahlas bazen de sanal profillerle gerçek kimliğimizi saklayarak diğerinin yıkıcı değersizleştirmesinden kaçıyoruz.
Yanlış anlaşılmak veya kendimizi doğru şekilde anlatamamak önemli bir özgüvensizlik kaynağı. Diğerine derdini anlatmaktan çekinme korkusu diye bir şey var. Zamanında ineceği durağı söyleyemeden kilometreler boyu yolculuk eden ve son durakta inerek evine yürüyerek giden bir kişi tanımıştım. O denli içe kapanıktı ki en basit iletişimden bile imtina ediyordu. Sesini kısarak konuşuyor, sürekli kekeliyor ve devrik cümleler kuruyordu… Zamanla terapi alması konusunda ikna ettim. Özgüven eğitimleri sayesinde en azından toplum içinde temel iletişimi yapabilecek kadar geliştirdi kendisini. Demek ki özgüven zamanla kazanılıp kaybedilebilen bir yetenek. Yaşadığımız bir travma tüm özgüvenimizi yerle yeksan ederken bir olumlu deneyim bizi TED Talks konuşmacılarına döndürebilir…:)
Bazen de diğeri hakkında gerçeği bilsek de söylemeyiz; onların da bizim hakkımızda gerçeği bildiklerini ve söylemediklerini düşünürüz. Bu zannetme hastalığı, yazının başında zikrettiğim Sabahattin Ali romanındaki durumu tasvir ediyor. Detay bilmesek de biliyormuşuz gibi yaparız.
Yargısız infaza hazırız; çünkü diğerinin görüşünü ya da kendisini aklayacak savunmayı dinlemek yerine onun hakkında duyduğumuz dedikoduya inanmak kolay geliyor. Bunun bir örneğiyle yakın zamanda karşılaştım. Bir öğrenci hakkında kopya çektiği iddiasıyla yürüttüğüm soruşturmada, öğrenci bana diğerlerinin tutumundan bahsetti. Gerçekten de öğrenci kopya çekmemişti ve ben buna inandım. Oysa sınıf arkadaşları ve diğer öğretmenleri onun bir kopyacı olduğunu defalarca yüzüne vurarak onu çaresiz bir boşluğa sürüklemişlerdi. Bir ceza binlerce kez verilmez; suç varsa ceza er ya da geç tevdi olunur. Ancak suçunu kabul eden ve cezasını çeken birisini toplumdan ayrıştırmak, onu işlevsizleştirmek veya kendini aklamasına izin vermemek ne derece mantıklı… Yani suçu daim kılmak, oysa dinlerde bile bir suç işlendiğinde onun cezası verilir ve kişi arındırılır. Oysa toplum bu geniş çerçeveyi es geçerek insanı yargısız infaza maruz bırakıyor. Daha da kötüsü hakkınızda sürekli dedikodu yaparak cezasını çektiğiniz bir suçu sanki sürekli işliyormuşsunuz izlenimi veriliyor. İnsanın diğerinin kurdu olduğu sözü sanırım doğru… İnsan, insanın kurdu ve en büyük düşmanıdır derlerken gerçekten de kötücül doğamıza vurgu yapmışlar…

Yanlış anladıklarımızı ötekileştirmek, yanlış anlaşıldığımızda ötekileştirileceğimizi bilmek gerçekten oldukça kötü bir ruh haliyle yaşamamızı sağlıyor. Sürekli tetiktesiniz. Sürekli sizi izleyen gözler var: kötülük adeta yanı başınızda ve sizi sürekli kolluyor. Neyse ki akademide düşman kazanmak için başarılı olmanıza gerek yok, diğerleri herhangi bir ekstra özelliğiniz sebebiyle size düşmanlık besleyebiliyorlar. Bu durumda kendinizi anlatmanızın da faydası olmuyor, çünkü biliyorsunuz ki kötülük her zaman iyilikten güçlüdür ve insanlar iyi olanı değil kötü olanı tercih ederek diğerini ezmek isterler. Hannah Arendt’in kötülük kavramsallaştırması tam da bu: “insan bir kez kötülük yapmaya görsün; artık iyi olan her şey kötü, kötü olan her şey radikal kötüye” dönüşür. Bu nedenle diğerinin bizi anlamamasından, yanlış anlamasından korkarız; çünkü anlaşılmamak aforoz edilerek kötülükle yüzleşmek anlamına gelir….
Sözlerimi Hasan Ali Toptaş’ın hikayelerine benzer bir muğlaklıkta, karanlık bir noktada bırakmak istiyorum. Ama yine de Gabriel Garcia Marquez’in “İyi olanı görmüş olamamanın verdiği hazin çöküntü ve sürekli kötülükle yüzleşen, diğerlerince anlaşılamayan ve bol bol düşman biriktiren bir adamın yalnızlığını” düşünmenizi de istiyorum. Anlaşılmadan yaşamak mümkün müdür?
Doç. Dr. Ali Baltacı