logo

Söylenenle anlaşılan her zaman aynı şey değildir

Değerler Bilinci Nedir?

Yaşam ve Değerler Üstüne / Seminer DOĞAN CÜCELOĞLU

İÇİNDEKİLER

Üzüntü Alışkanlığı

Kaçıngan Bağlanma Nedir?

Kendi Kendine Konuşma Hastalığı

Zorluklarla Yüzleşmek / Tartışmadan Sonra Nasıl Uzlaşılır

Kontrolü Kaybetme Korkusu / İçinizde kopan fırtına / Kayıptan Sonra Kederlenmek

Neden Pek Çok Çocuk Ebeveynleriyle Bağlarını Kesiyor? – Çocuklarını Psikolojik Olarak İstismar Eden Ebeveynler – Yetişkin Çocuklar ve Onları Kontrol Eden Ebeveynler – Kontrolcü Annelerin Yetişkin Oğulları: Zararlı İlişkilerin Etkileri

Yaşlılarda Boşanmadan Sonra Hayata Yeniden Başlamak – Yaşlılarda Günbatırma Sendromu – Huzur Evi ve Yalnızlık: Yaşlı Hayatı

Partnerinizle Kaliteli Zaman Geçirmenin İpuçları

DÜŞÜNMEK Mİ? EVET – EL ÂLEM NE DER? –

Aşk’ın Psikolojisi – Aşk’ın Biyolojisi – Yüreğim Üşüyor

Hatalarımızdan Ders Çıkarmak – Yanlış Anlamak ve Yanlış Anlaşılmak

Bir Şeyleri Yarım Bırakmayın

Bir şeyleri yarım bırakmak, basit görülen ihmalcilikten çok daha fazlasıdır. Psikolojik bir açıdan bakarsak, gözden kaçırmamanız gereken bir semptomdur. Bu, yalnızca ara sıra değil, tekrar tekrar gerçekleştiğinde özellikle doğrudur. Bir şeyleri yarım bıraktığınızda, anksiyete, oluşmaya eğilim kazanır. Yapılacaklar listenizde yarım kalan her şey, tamamlanmamış bir döngüdür. Bir döngü tamamlanmadığında, farkında olmasanız bile kafanızın üzerinde asılı kalır. Somut olarak tanımlayamasanız da, kendinizi duygusal yük altında hissedersiniz. Ayrıca, sizin beklemediğiniz anlarda ortaya çıkan bir çeşit donuk anksiyete de hissedebilirsiniz. Kısacası, kendinizi iyi hissetmiyorsunuz.

“Tamamlanmamış bir görevde sonsuza kadar asılı kalması kadar hiçbir şey yorucu değildir.”

– William James

İnsanların bir şeyleri yarım bırakmasının birçok nedeni vardır. Bazen dış koşullar yüzünden bir şeyi yarım bırakırsınız. Bununla birlikte, çoğu zaman sizinle ve sizin durumla baş edişinizle ilgili bir şeyler vardır. Görevi bitiremezsiniz, çünkü bir şey önüne geçer. Bir nedenden ötürü bir gerçeklikten veya durumdan kaçınmaya çalışırsınız. Bu fikre biraz daha derinden bakalım.

İşleri yarım bırakmanızın nedenleri

Hayatımızda hem büyük hem de küçük hedeflerimiz, büyük ve küçük görevlerimiz var. İşlerini tamamlamayan insanlarda olan şey, hedefler ve görevler arasında bir çeşit kopukluk olması. Bir şeyler yapmak için her türlü niyetleri vardır, ancak bunları gerçekleştirmek için somut eylemlere dönüştürmezler.

Bir çok çeşit olası sebep var. Bununla birlikte, özellikle ilgili olan birkaç sebep vardır. Bunlar:

  • Düşük öz saygı. Yeterince öz saygınız olmadığında, yaptığınız şeylerin değerli olmadığını düşünürsünüz. Yapıp yapmamanız arasında hiç bir fark yokmuş gibi hissedersiniz. Bir görevi yarısında bırakmanın bir fark yaratmadığına dair bir algınız olur.
  • Başarısızlık hissi. Bu, “ne için” sorusunu tanımlayamamak yüzünden olur. Hali hazırda kaybetmiş gibi ve buna çaba harcamaya değmeyeceğini hissederiz. Aslında depresyonun bir unsurudur.
  • İşe yaramazlık hissi. Bazı insanlar, uğraşlarını yarım bırakmanın daha iyi olacağını düşünür, çünkü muhtemelen her halükarda kötü bir şeye dönüşecektir. Sonuçlardan korkarlar. Sonuç olarak, ister gerçek ister hayali olsun, kendi sınırlarıyla yüzleşmekten kaçınırlar.
  • Dikkat dağılması. Bu, dikkatinizi, ilginizi veya mevcut zihinsel enerjinizi tamamen emen şeyler olduğunda gerçekleşir. Sonuç olarak, başka görevler için hiçbir şeyiniz kalmaz. Ve eğer başka bir şey yaparsanız, bunu yarı yolda bırakırsınız.
  • Aşırı yüklenme. Eğer zamanınızın kaldırabileceğinden daha fazla sorumluluğunuz varsa, genelde her şeyi yarım bırakırsınız.

İşlerinizi yarım bıraktığınızda ne olur

Gördüğünüz gibi, bitmeden işleri yarım bırakmak çok fazla olumsuz sonuç doğurur. Basit bir şekilde, gittikçe büyüyen ve sizi istila edebilecek bir anksiyete hissi verir. Ve tabi ki, benlik saygısını ve kendinize verdiğiniz değeri altüst eder.

İşlerin bitmemesinin ana sonuçları şunlardır:

  • Durgunluk hissi. Her zaman olduğunuz yerde sayarsınız ve daha ileriye gidemezsiniz. Bir sonraki yapacağınız şeye geçmek için hiç bir şey yapamazsınız.
  • Verimliliği etkiler. Eğer bir şeyleri yarı yolda bırakırsanız, önemli hedeflere ulaşmak çok zor olacaktır. Sizi verimsiz yapar ve enerjinizi boşa harcar.
  • Dikkatiniz dağınıktır. Bir görevi tamamlamadığınız sürece, zihniniz aynı anda çok fazla şeyle dolu olur. Hala yapmak zorunda olduğunuz ve bunu yapmak için bıraktığınıız zamanı düşünürsünüz.
  • Yeni projelere başlamanızı engeller. Başladığın şeyi hala bitirmediğinizi biliyorsunuz, bu yüzden yeni bir şeye başlamak için kendinizi özgür hissetmezsiniz.
  • Sürekli stres

Bu sorunu nasıl düzeltebilirsiniz?

İşleri yarım olarak bırakıyorsanız, bu sorunu iki farklı düzeyde ele almanız gerekir. Birincisi alışkanlığı kırmakla ilgilidir. Bilinçsiz bir eylem olarak başlar ve bir alışkanlık haline gelir.

Yapmanız gereken üç temel eylemi gerçekleştirmektir.

  • Gerçekçi planlar yapın. Gerçekleştirilebilen hedefler belirleyin.
  • Görevleri adımlara ayırın ve bunları tek tek bitirmek için kendinize meydan okuyun.
  • Aktif ara vermelerinin nasıl yapıldığını öğrenin. Bunlar kısıtlı dinlenme anlarıdır, böylece gücünüzü toparlayıp ilerlemeye devam edebilirsiniz.

Ayrıca sorunu başka bir seviyede de çözmelisiniz. İkinci seviye daha derindir. Nefret ettiğin bir şeyi yapmak ve tuzağa düşmüş gibi hissetmek mümkündür. Belki de yetersizlik hissi ile kapana kısılmış hissedersiniz. Ayrıca bunların içinde depresyon olması da mümkündür. Nedeni ne olursa olsun, derine ulaşmak için çaba sarf edin.

Üzüntü Alışkanlığı

Depresyon konusu gündeme geldiğinde bize en çok sorulan soru; “Depresyonun senelerce sürüp geçmediği, bu durumda ne uygulanacağıdır?” Kronik depresyonda ilaç tedavisi yetmez. Bu kişiler kendi kendilerine yardım etmeyi becerememektedirler. ilaç tedavisi ile beyindeki, hayattan zevk almadan sorumlu kimyasallar düzelir. Fakat kişi otomatik düşünce şemalarının etkisi altında basit streslerden tekrar depresyona girer. Böyle kişilere profesyonel yardım, bireysel psikoterapi teknikleridir. Fakat psikoterapiler yol göstericidir. Köprüyü geçmek kişilere kalmaktadır. Psikoterapiye hazırlık olabilecek bazı karamsar ve kötümser senaryolardan nasıl kurtulunabileceğinden söz edelim. Beck, Kognitif terapi denilen depresyonda olumlu düşünceyi sağlama yöntemlerini öğreten terapinin kurucusu oldu. Beck’e göre depresif kişiler geleceğin karanlık olacağını düşünmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Hastalara farklı biçimde düşünmeyi öğretmek, depresyonun tekrar riskim önlemektedir. Yolda gidiyorsunuz, kaleminizi düşürdünüz. Kötümsersiniz “Ne aptal adamım, bir kaleme sahip olamıyorum” dersiniz. İyimserseniz “Daha dikkatli olmalıyım” dersiniz.

Bazı Yanlış Düşünce Kalıpları:

“İyi olaylar geçicidir, kötü olaylar kalıcıdır.” İyi şeylerin şans ve rastlantı eseri olduğunu düşünen bu düşünce kalıbında, kişi her olayı felakete dönüştürmeyi başarır. Felaket tellalı olarak da tanınan bu kişiler, pencereden baksalar çamur ve çöpleri görürler.

“İyi olaylar kalıcıdır, kötü olaylar geçicidir.” Olması gereken düşünce kalıbı ile düşünen insan, pencereden baktığında çamur ve çöpleri değil ağaç ve kuşları görecektir.

Olumsuz düşünen bir babaya, kızı “babacığım” dese, “ne menfaatin var?” diyecektir. Böyle bir babayı model alan çocuklar içerisinde güzel çiçekler yetişmeyecektir. Hafızası zayıflamış bazı insanlar bilirim, hep kötüyü hatırlarlar, iyiyi unuturlar. İnsan rüyasında olumsuz, karamsar, kötümser senaryolarla uğraşıyorsa; düşünme kalıplarında negativizm baskın demektir. Kötümserlik, karamsarlık, ümitsizlik gibi duygu ve düşünceler refleks haline gelerek bireyleri iyi şeylere karşı körleştirebilir. Karamsarlığın ilacı olumsuz düşünce kalıplarımızı bulup sorgulamaktır. Kognitif terapi seansları esnasında olumsuz düşünceleri not almasını insanlardan isteriz ve onları beraber sorgularız. Zihinsel sapmalar ile yüzleşen kişiler, iyimser yaşam felsefesini benimseyebilir.

Genelleme Yapmak:

– “Bana kimse değer vermiyor.”
– “Sınavlarda hep kafam karışıyor.”
– “Ben beceriksiz biriyim.”

gibi düşünce kalıplarında insanlar mantıksal yanılgı içindedirler. Küçük bir başarısızlığı bütün zamanlara yayarlar. Bir öğretmenin hatasında okuldaki bütün öğretmenleri suçlarlar. Kolayca özgüvenlerini kaybederler. Yahut herkesi suçlu ve kötü olarak düşünürler. Şartları sorgulama refleksini kazandırmak genelleme alışkanlığını düzeltir.

Kişiselleştirme:

Bir insan hata yaptığında onun hatalı sıfatını değil kişiliğini suçlama eğilimi bir örnektir. Yahut çocuğunuz iyi bir şey yaptığında onun çaba ve becerisini değil kişiliğini övüyorsanız, bu faydasız hatta zararlı bir yoldur. Çocuğunuzda bencil, narsist eğilimleri besler. Bir hata karşısında kendi hatalı özelliğinizi değil kişiliğinizi eleştirirseniz, “Ben adam olmam” derseniz, benlik saygınız ve özgüveniniz gider. Fakat sadece hatanızı görürseniz kişiliğiniz gelişir.

Tamcılık:

Hayat iyi ile kötünün, zor ile kolayın bir karışımıdır. Her şeyin tam, iyi, mükemmel olmasını beklemek yanlış bir otomatik düşüncedir. Dörtdörtlük meraklısı insanlar beklenti düzeylerini yüksek tutarlar. Başaramazlarsa felaket duygusu yaşarlar. Halbuki herkesin hata yapma hakkı vardır. Mükemmeliyetçilik, ayrıntıcılık otomatik düşüncesine sahip insanlar bu zihinsel şartlanmalarını sorgulamayı başarırlarsa daha mutlu olacaklardır. Her şeyi dert etmek bu insanların en büyük özelliğidir. Sorumluluk duygusu bu insanların diğer özelliğidir. Taşıyamayacak yükleri yüklenirler, duygularını bastırırlar, daha sonra neden depresyona girdiklerini anlayamazlar.

Korktuğunuz Başınıza Gelir mi? :

Bir şeyden devamlı korkan insan, korktuğu şeyin şartlarının oluşmasına farkına varmadan hizmet eder. Bilinç altı onu o konuya doğru iter. Kararlar verirken korktuğu şeylerle anlam bağı olan kararlar verir. Sonuçta korktuğu şeyle karşılaşır. Korkuları güvene dönüştürmek mümkündür. Korkuları güvene dönüştüren cihaz sevgidir. Sevgi kapasitenizi geliştirirseniz, korktuğunuz şeyin hakkındaki düşüncelerinizi sorgularsanız, çok şeyin değiştiğini göreceksiniz. Sevgi dolu bakışla, tebessüm ve tatlı sözlerle, korkular uçup gitmektedir.

Uzun ve Güzel Yaşamak İçin Beş Şart:

1- Sakin bir insan olun.
2- Manevi yaşama önem verin.
3- Üzülme alışkanlığınızı değiştirin.
4- Her şeyin iyi yönüne bakın.
5- Güler yüzlü olun.

UZMAN KLİNİK PSİKOLOG MEHMET ARAS

Bağlanma kavramı, ilişkilerdeki en temel dinamiklerden biridir. Bu kavram, insanların duygusal olarak nasıl bağlandıklarını ve ilişkilerde nasıl davrandıklarını açıklar. Kaçıngan bağlanma da bu dinamiklerden biridir ve ilişkideki bağlanma şekillerinden birini tanımlar. Peki, kaçıngan bağlanma nedir ve nasıl ortaya çıkar? Bu yazıda, bu konuları detaylı bir şekilde ele alacağız. Ayrıca güvenli bağlanma, bağlanma stilleri ve kaygılı bağlanma gibi konuları da tartışacağız. İlişkilerde bağlanma kavramını anlamak, kendi ilişkilerimizi ve partnerimizi daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Bu yazıda, kaçıngan bağlanmanın ne olduğunu ve nasıl etkilediğini öğrenerek, ilişkilerde daha sağlıklı bağlanma stilleri geliştirmek için bir adım atabiliriz.Kaçıngan Bağlanma nedir? Güvenli bağlanma, farklı bağlanma stilleri ve kaygılı bağlanma hakkında bilgi edinin.

Kaçıngan Bağlanma Nedir?

Kaçıngan bağlanma, genellikle duygusal olarak kendilerini başkalarına açmayan ve ilişkilerde uzak ve bağımsız davranan bireylerin sergilediği bir bağlanma stilidir. Bu kişiler duygusal yakınlıktan kaçınırlar ve bağlanma konusunda zorluk yaşarlar. Genellikle yakın ilişkilerde güvensizlik, korku ve kaygı hissi yaşarlar. Bu bağlanma stili çocukluk döneminde yaşanan travmatik deneyimlerden, anne-baba ilişkilerinden ya da yetiştirilme tarzından etkilenebilir.

Kaçıngan bağlanma, ilişkilerde uzaklık, duygusal karşılaşmaların reddedilmesi, bağımsızlık ve tek başına halledilme eğilimi gibi özellikler sergiler. Bu bağlanma stili genellikle kişinin kendisini koruma mekanizması olarak geliştirdiği bir davranış biçimidir. Zamanla bu stil, kişinin ilişkilerinde sıkıntılar yaşamasına, güvensizlik ve kaygı yaşamasına neden olabilir. Bu nedenle, kaçıngan bağlanma stili üzerinde çalışarak, kişi kendini ve ilişkilerini daha iyi anlama ve geliştirme şansına sahip olabilir.

Güvenli Bağlanma

Güvenli bağlanma, kişiler arasında sağlıklı ve güvenilir ilişkiler kurabilme yeteneğidir. Bu bağlanma stilinde bireyler, ilişkilerinde kendilerini rahat ve güvende hissederler. Güvenli bağlanma, çocukluk döneminde anne-babalarıyla sağlıklı bağlar kuran bireylerde daha sık görülür. Sağlıklı bir güvenli bağlanma, kişilerin sosyal ilişkilerinde başarılı olmalarını ve duygusal olarak daha dengeli olmalarını sağlar.

Güvenli bağlanma, karşılıklı saygı, anlayış ve desteğe dayalı bir ilişki türünü ifade eder. Bu bağlanma stili, bireylerin ihtiyaçlarını açık ve samimi bir şekilde ifade etmelerine olanak tanır. Partnerler arasında güvenli bağlanma varsa, ilişki sorunları daha sağlıklı bir şekilde çözüme kavuşturulabilir. Güvenli bağlanma, bireylerin duygusal ihtiyaçlarını karşılayan ve destekleyen bir ilişki biçimidir.

Güvenli bağlanma, ilişkilerde sıklıkla karşılaşılan bağlanma stili olup, sağlıklı bir ilişki için önemli bir faktördür. Huzurlu ve mutlu ilişkilerin temelini oluşturan güvenli bağlanma, kişiler arasındaki iletişimi ve ilişki dinamiklerini olumlu yönde etkiler. Güvenli bağlanma, kişilerin duygusal ihtiyaçlarını karşılayan, destekleyici ve sağlıklı bir ilişki türünü ifade eder.

Güvenli bağlanma, ilişkilerde bağlılık, samimiyet ve karşılıklı anlayışın önemini vurgular. Bu bağlanma stili, çocukluk döneminde kazanılan temel bağlanma deneyimleriyle şekillenir. Güvenli bağlanmanın temel özellikleri arasında, duygusal açıdan karşılıklı memnuniyet, anlayış ve desteğin bulunması yer alır. Güvenli bağlanma, sağlıklı ve dengeli ilişkilerin oluşmasını sağlar.

Bağlanma Stilleri

Kişiler arasındaki ilişkilerin nasıl geliştiği ve sağlıklı bir ilişkinin nasıl sürdürüldüğü konusu, psikolojinin ilgi çekici konularından biridir. Bağlanma stilleri, bu konunun önemli bir parçasını oluşturur ve kişilerin ilişkilerde nasıl davrandığını anlamak için genellikle kullanılır.

Bağlanma stilleri, kişilerin çocukluk dönemlerinde ebeveynleriyle kurdukları ilişkilerden etkilenir. Bu stiller genellikle dört ana kategoriye ayrılır: güvenli bağlanma, kaçıngan bağlanma, kaygılı bağlanma ve çelişkili bağlanma. Güvenli bağlanma, çocuğun ebeveynlerine güven duyması ve ihtiyaçlarına duyarlı bir şekilde yanıt vermesiyle karakterizedir.

Kaçıngan bağlanma stili, genellikle ebeveynlerden gelen duygusal destek eksikliği ile ilişkilendirilir ve bu bireyler ilişkilerden kaçınma eğilimindedirler. Kaygılı bağlanma, ise çocuğun ebeveynlerinden tutarsız bir şekilde yanıt almasıyla ilişkilidir ve genellikle kişinin ilişkilerde sürekli endişe duymasına neden olur. Çelişkili bağlanma ise hem kaçınma hem de kaygılı davranışları içeren karma bir stildir.

Bağlanma StiliÖzellikler
Güvenli Bağlanmaİlişkilerde rahat, güvenilir, duygusal açıdan dengeli
Kaçıngan Bağlanmaİlişkilerden uzak durma eğilimi, duygusal mesafe
Kaygılı BağlanmaSürekli endişe, takıntılı ilişkiler, ısınma ve soğuma dönemleri
Çelişkili BağlanmaHem kaçınma hem de kaygılı davranışları içeren karma bir stil

Kaygılı Bağlanma

Kaygılı bağlanma, genellikle geçmişte yaşanan travmatik deneyimler sonucu gelişebilen bir bağlanma stili olarak tanımlanır. Bu bağlanma stili, genellikle kişinin ilişkilerde kendini ifade etmekte zorlanması, diğer insanlara güvenememe ve ilişkilerde sürekli bir endişe içinde olma ile karakterizedir.

Kaygılı bağlanma stilindeki bireyler, sürekli olarak ilişki içinde oldukları kişilerden onay ve ilgi beklerler. Aynı zamanda sürekli olarak terk edilecekleri veya reddedilecekleri korkusu ile yaşarlar. Bu durum, ilişkilerde bağlılık kurmalarını engelleyebilir ve ilişkilerin sürdürülmesini zorlaştırabilir.

Bu bağlanma stili genellikle çocukluk döneminde yaşanan ihmal, terk edilme veya istismar gibi travmatik deneyimler sonucu gelişebilir. Bu deneyimler, bireyde güvensizlik duygusu ve bağlanma kaygısı oluşturabilir. Bu durum yetişkinlik döneminde de devam edebilir ve ilişkilerde sorunlar yaşanmasına neden olabilir.

Bağlanma StiliÖzellikler
Kaygılı BağlanmaSürekli endişe ve bağlanma kaygısı, güvensizlik, terk edilme korkusu
Güvenli Bağlanmaİlişkilerde sağlıklı bağlanma, güven duygusu, rahatlık
Kaçıngan Bağlanmaİlişkilerden kaçma eğilimi, bağlanmaktan kaçınma

ANKARA UZMAN TERAPİ

Kendi Kendine Konuşma Hastalığı

Kendi Kendine Konuşma Hastalığı genellikle Maladaptive Daydreaming olarak da bilinen rahatsızlığın bir belirtisi olarak ortaya çıkar. Kişiler, gerçekte karşısında biri olmadığı halde sürekli birinin varmış gibi konuşmasıyla bu hastalıkla mücadele edebilirler. Maladaptive Daydreaming Bozukluğu, kişinin gerçek yaşamından kaçarak sürekli hayal dünyasına dalmak ve bu düşüncelere kapılarak rahatlamaya çalışmasıdır. Bu rahatsızlıkla başa çıkmak oldukça zor olabilir ve genellikle kişinin sosyal yaşamını, iş hayatını etkileyebilir. Bu yazıda, Maladaptive Daydreaming Bozukluğu ve kendi kendine konuşma hastalığı hakkında daha fazla bilgi edinecek ve bu durumun nasıl hissedilebileceği konusunda daha fazla anlayış geliştireceksiniz. Bu yazıda, Maladaptive Daydreaming Bozukluğu ve kendi kendine konuşma hastalığı hakkında daha fazla bilgi edinecek ve bu durumun nasıl hissedilebileceği konusunda daha fazla anlayış geliştireceksiniz. Kendi Kendine Konuşma ve Maladaptive Daydreaming hakkında bilgilendirici blog yazısı. Bozuklukların belirtileri ve nasıl hissedildiği konusunda detaylı bilgi.

Kendi Kendine Konuşma Hastalığı

Genellikle kendini konuşma hastalığı olarak bilinen sensoryal olmayan konuşma olarak da adlandırılan kendine konuşma hastalığı, bireyin kendi kendine konuşmaları olarak tanımlanır. Kişi aslında başkalarıyla konuşmamaktadır, ancak görünüşte sürekli olarak kendi kendine konuşmaktadır. Kendi kendine konuşma rahatsızlığının başlıca nedenleri arasında yalnızlık, endişe, stres, travma ve sosyal normların dışında hissetme yer alır. Bu durum bazen kişinin dışardan biriyle konuşma ihtiyacı duyması sonucu ortaya çıkabilir. Psikolojik bir rahatsızlık olan kendine konuşma, kişinin hayatını olumsuz etkileyebilir.

Bazı durumlarda, kişinin kendine konuşma başkaları tarafından fark edilmeyebilir veya başka bir konuda olduğu düşünülebilir. Bu durum, kişinin sosyal çevresi tarafından anlaşılmamasına veya yanlış anlaşılmasına neden olabilir. Kendi kendine konuşma rahatsızlığı olan kişilerin, profesyonel yardım alması ve terapi görmesi önerilir. Bu rahatsızlıkla başa çıkmak zor olabilir, bu nedenle profesyonel destek almak önemlidir.

Karşısında Biri Varmış Gibi Konuşma Hastalığı

Kendi Kendine Konuşma Hastalığı, sosyal olarak yalnız hisseden insanlarda yaygın olarak görülen bir durumdur. Bu kişiler, kendilerini dış dünyadan izole etmiş gibi hissettiklerinde, iç dünyalarında birini varsayarak konuşmaya başlarlar. Bu durum genellikle hayal kırıklığı, strese ve yalnızlığa bağlı olarak ortaya çıkar. Karşısında biri varmış gibi konuşma hastalığı, aslında kişinin kendi kendine konuşma alışkanlığının bir türüdür.

Karşısında biri varmış gibi konuşma hastalığı olan kişiler genellikle konuşma eylemi sırasında gerçek bir kişinin varlığını hissederler. Bu durum, kişinin kendi iç sesiyle konuşmak yerine dışsal bir sesmiş gibi algılamasıyla ortaya çıkar. Böylece kişi, kendisiyle konuşulan diyalogları gerçekmiş gibi algılar ve buna göre tepkiler verir. Bu durum, kişinin sosyal ilişkilerinde zorluklar yaşamasına, gerçeklik algısının bozulmasına ve psikolojik problemler yaşamasına neden olabilir.

Karşısında biri varmış gibi konuşma hastalığı, genellikle çocukluk döneminde başlar ve yetişkinlikte devam edebilir. Bu durum, kişinin psikososyal gelişimini etkileyebilir ve sosyal ilişkilerinde sorunlar yaşamasına neden olabilir. Bu nedenle, bu tür konuşma alışkanlığına sahip kişilerin profesyonel yardım alması ve terapi sürecinden geçmeleri önemlidir.

Genellikle karşısında biri varmış gibi konuşma hastalığı olan kişiler, bu durumu fark etmekte zorlanabilirler. Bu nedenle, aile bireyleri ve yakın çevresi, kişinin bu alışkanlığını fark ederek profesyonel destek almasını sağlamalıdır. Bu durumun tedavi edilmesi durumunda kişi, sosyal ilişkilerinde ve günlük yaşamında daha sağlıklı bir şekilde iletişim kurabilir.

Maladaptive Daydreaming Bozukluk Nedir?

Kendi Kendine Konuşma Hastalığı, genellikle kişinin kendi kendine konuşması veya gözlerini kapatıp hayali arkadaşlarla konuşması gibi durumları ifade eder. Bu durum, bazı durumlarda normal bir hayal gücünün bir sonucu olabilir ancak bazı durumlarda psikolojik bir rahatsızlığın belirtisi de olabilir.

Bu hastalık, sosyal izolasyona, günlük aktivitelerde performans kaybına ve bazen de kişinin gerçeklik duygusunu kaybetmesine neden olabilir. Kişi, kendi kafasında kurduğu hayali dünyada yaşamaya başlar ve gerçek dünyayı reddeder. Bu durum, kişinin günlük yaşamını olumsuz etkileyebilir. Bu hastalığın nedenleri arasında çocukluk döneminde yaşanan travmatik olaylar, psikolojik bozukluklar ve genetik faktörler bulunabilir. Tedavisi için kişinin bir psikolog veya psikiyatristten yardım alması gereklidir. Terapi ve ilaç tedavisi yöntemleri uygulanabilir. Genel olarak kendi kendine konuşma hastalığı, bireyin ruh sağlığını olumsuz etkileyen bir durumdur ve doğru tedavi yöntemleri ile kontrol altına alınabilir.

Maladaptive Daydreaming Esnasında Nasıl Hissedilir?

Maladaptive daydreaming, kişinin hayal kurma eylemini kontrol edememesi ve gerçek dünyadan koparak yoğun bir şekilde hayal kurmaya başlaması durumudur. Bu durumda kişi, gerçek yaşam yerine hayal dünyasında yaşamaya başlar ve bu durum genellikle kişinin sosyal ilişkilerini, iş verimliliğini ve günlük yaşamını olumsuz etkiler. Maladaptive daydreaming esnasında kişi sürekli hayal kurar ve gerçekliği olduğundan daha fazla hayal dünyası içinde yaşar. Bu durum kişinin ruh sağlığını olumsuz etkileyebilir.

Maladaptive daydreaming esnasında kişi içsel bir yoğunluk hisseder ve gerçek dünyadan uzaklaşır. Bu durumda kişi kendini hayallerine kaptırmış hisseder ve gerçeklik ile hayal dünyasını karıştırmaya başlar. Kişi, gerçek yaşamdan kaçarak hayal dünyasında kendini güvende hisseder ve bu nedenle gerçek dünyada yaşanan sorunlardan kaçmak için daha fazla hayal kurar.

Maladaptive daydreaming esnasında kişi duygusal olarak boğulmuş hisseder ve bu durum ruh sağlığını olumsuz etkileyebilir. Gerçek hayattaki problemlerle başa çıkma mekanizması olarak hayal kurma davranışı geliştirildiği için kişi gerçek sorunlarla yüzleşmek yerine kaçarak hayal dünyasında daha fazla zaman geçirir. Bu durum zamanla kişinin sosyal ilişkilerini ve günlük yaşamını olumsuz etkiler.

Duygusal etkileriBelirtileri
KaygıSürekli hayal kurma
DepresyonGerçek yaşamdan kaçma
Duygusal yorgunlukGerçeklikle bağlantıyı kaybetme

Ankara Uzman Terapi

KİŞİSEL BOŞ ZAMAN NASIL DEĞERLENDİRİLMELİ ?

Zaman, kimseye ayrımcılık yapmayan, dil, din, ırk gözetmeksizin herkesin sahip olduğu eşit bir olgudur. Değişen tek şey insanın zamanını iyi yönetebilmesi ya da yönetememesidir. Günlük hayatta farkında olmadan ”zaman yetmiyor, hiç boş zamanım yok” gibi sözleri sıkça söylüyor ve başkalarından duyuyoruz. Bu şikayetlerin temel nedeni, yeterince planlı hareket etmeyişimiz ve zamanımızı iyi kullanamayışımız olarak değerlendirilebilir. 

Başarılı insanların hayatlarına baktığımızda, başarılarının altında zamanlarının, daha da önemlisi boş zamanlarının kıymetini biliyor olmaları yatmaktadır. Boş zamanlarını, boşa geçen zaman olarak geçirmemek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Akşamları televizyon karşısına geçtiğimiz dinlenme zamanları, toplu taşıma araçlarında yol boyu geçen zaman, telefon ve bilgisayara ya da uykuya ayırdığımız zaman dilimlerinin hepsi daha verimli hale dönüştürebileceğimiz boş zaman dilimleridir. İşte bu yüzden, bahaneler üretmekten vazgeçip boş zamanlarımızın farkına varmak, kendimize yapacağımız en büyük iyiliklerden biri olabilir. Bunun yanı sıra boşa geçen zamanların ise insanın kendine yapacağı en büyük kötülüklerden biri olabileceğini unutmamalıyız.

Üretmek ve çalışmak zorunda olduğumuz gerçeği, hayatımızı sürdürebilmemiz için gerekli temellerdendir. Bunun en sağlıklı şekilde devam edebilmesi için, kendimize zaman ayırmalı, dinlenirken aktif kalmalı, beynimizi yavaşlatmamaya özen göstermeliyiz. Yapacağımız boş zaman aktiviteleri, rahatlamamıza yardım ederken beyin egzersizi yerine de geçecek ve hayata bakış açımızı değiştirecektir. Kendinize ayıracağınız bu zaman dilimleri, konsantrasyonunuzu arttırarak daha verimli çalışmanıza yardımcı olacaktır. Gün içinde yapmak zorunda olduğumuz şeyleri yapsak da boş zamanlarımızda duygu ve düşüncelerimize göre hareket ederiz. Yani bize ait boş zamanlarda yaptığımız aktiviteler bizi yansıtır.

Boş zamanları keyifli ve verimli geçirmenin bir çok yolu vardır. Kitap okumak, yeni bir dil öğrenmek, bitkilerle ilgilenmek, yazı yazmak, faydalı filmler ya da belgeseller izlemek, bir müzik aleti çalmayı öğrenmek, merak ettiğiniz bir konuyu araştırmak ve onun hakkında kendi yazınızı oluşturmak, doğa yürüyüşleri yapmak, örgü örmek, el sanatları ile uğraşmak, sessizliği deneyimlemek, fotoğraf çekmek, egzersiz yapmak gibi aktiviteler bunlar arasında sayılabilir. Bu liste asla bitmez, siz bu aktiviteleri yaşam tarzınıza, zamanınızın yeterlilliğine ve yapmaktan hoşlandığınız şeylere göre şekillendirebilirsiniz. Her gün kafanızı yastığa koyduğunuzda şu soruyu kendinize sorun; ”Bugün kendim için ne yaptım?”. Bu soruya verdiğiniz cevap içinizi rahatlatıyorsa evet doğru yoldasınız demektir.  Kendinizi önemsemeyi hiçbir zaman bırakmayın. Boş zaman yoktur, boşa geçen zaman vardır.

Kimlik Psikoloji

Her insan hayatının farklı dönemlerinde farklı sorunlar yaşar. Bu sorunlar kimi zaman kolayca üstesinden gelebileceğimiz basit sorunlar olurken, kimi zaman da üstesinden gelemeyeceğimiz kadar ağır ve zorlu olarak karşımıza çıkabilirler. Üstesinden gelebildiğimiz basit sorunlar ruh sağlığımız açısından herhangi bir tehlike oluşturmamalarının yanı sıra bizi sorunlara karşı daha dayanıklı hale getirip daha güçlü bir duruşa sahip olmamızı sağlayabilirler. Aslında bu durum, tıpkı vücudumuzun bağışıklık sistemi gibidir. Nasıl ki karşılaşabileceğimiz çeşitli hastalıklara karşı küçük mikropları vücudumuza alarak ve onlarla mücadele ederek bağışıklık sistemimizi güçlendiriyorsak, ruh sağlığımız için de aynı durum geçerlidir. Eğer tüm olumsuz duyguları (korku, mutsuzluk, hayal kırıklığı, utanç gibi…) kendimizden uzak tutar ve onları yaşamaya engel olursak, biz farkında olmadan dış etkenlerden karşımıza çıkabilecek herhangi küçük bir olumsuzluk, psikolojinizi yıkmaya yetebilir. Ancak doğduğumuz andan itibaren, karşılaşabileceğimiz her türlü olumsuz duyguyu kabul eder ve onlarla baş edebilirsek ruh sağlığımızı güçlendirmiş ve olası büyük sorunlara karşı daha dayanıklı bir duruşa sahip oluruz.

Bir sorunun büyüklüğü ya da küçüklüğü kişiden kişiye değişebilmektedir. Kimine çok küçük görünen bir problem, bir başkası için üstesinden gelemeyeceği kadar büyük ve zor görünebilir. Burada önemli olan yaşanan sorunun ne olduğundan çok, yaşayan kişiye nasıl hissettirdiğidir. Baş etmesi zor ve kişinin psikolojik halini olumsuz yönde etkileyen bir sorunsa eğer, gerçekten çok dikkat edilmelidir çünkü bu sorunu aşmak kolay olmayabilir. Kişiden kişiye değişebilmekle beraber zihnimiz böyle bir durumda baş edebilmek için farklı savunma mekanizmalarını çalıştırarak farklı tepkiler vermemize neden olabilir. Örneğin kişi karşılaştığı sorunla baş edebilmek için saldırganlaşarak etrafı için tehlikeli bir hal alabilir ya da gerçekleri kabul etmek istemediği için yaşadığı sorunun normal olduğuna kendini inandırıp hiçbir şey olmamışçasına sorunlarla beraber hayatına devam etmek isteyebilir. Belki de kendisini baş edebilmek için yeterli güçte hissetmediği için en güçlü savunma mekanizmalarından birini kullanır ve yaşadığı durumu hafızasından tamamen silerek hiç yanşanmamış gibi hayatına devam edebilir. Bu ve bunlar gibi gerçekleşebilecek ihtimallerin hepsi, kişiye psikolojik olarak ciddi zararlar verebileceği gibi çözülmediği taktirde zamanla daha büyük problemlere de yol açabilir. Kişinin üstesinden gelemediği, yok saydığı, kabullenmediği tüm sorunlar, zamanla, sürekli  bir mutsuzluk hali, hayattan zevk almama, kontrol edilemez öfke problemleri panik atak, depresyon gibi çeşitli rahatsızlıklara kendini gösterebilir. Bu nedenle böyle bir durumu kendinizde ya da etrafınızdaki insanlarda fark ettiğiniz anda uzman bir psikologdan destek alarak sorunu çözmeye çalışmak en doğru adımlardan biri olacaktır. 

Çözemediğiniz sorunları yok saymak ya da onlarla yaşamaya devam etmek yerine uzman desteğiyle bu sorunların üstesinden gelmek hayat kalitenizi arttırarak, daha mutlu ve keyifli bir hayat yaşamınızı sağlar. Kişi her halükarda kendi sorununu yine kendi çözecektir, ancak bu noktada terapi desteği almak kişiye objektif bir bakış açısı sunarak, kendi hayatında görmediği yerleri görmesini, fark etmediği şeyleri fark etmesini sağlar. Böylece kişi farkında olmadan geliştirdiği savunma mekanizmalarını fark ederek, görmesi gereken gerçekleri görebilir ve çeşitli çözümlere ulaşarak daha mutlu bir hayat yaşayabilir.. 

Terapi almanız için belirli bir sorununuz olmasına gerekmez. Yukarıda bahsettiğim gibi savunma mekanizmalarınız aracılığıyla farkında olmadığınız, sorun olarak görmediğiniz birçok durum şu anki hayatınızı olumsuz yönde etkiliyor ve sizi mutsuz ediyor olabilir. Bu nedenle her şey yolunda olmasına rağmen mutsuz hissediyorsanız, kendinizi tanıdığınızdan emin değilseniz ya da gerçekten çözemediğiniz küçük de ola bir probleminiz varsa daha fazla ilerlemesini beklemeyip, hiç vakit kaybetmeden bir uzmana başvurabilirsiniz. Unutmayın ki yaşadığınız hayat sizin tercihlerinizden oluşmaktadır, siz nasıl isterseniz öyle yaşarsınız. Siz değerlisiniz ve yaşadığınız hayat bunun bir göstergesi, yönünü belirlemek sadece sizin elinizde. 

Uzman Klinik Psikolog Gözde Çetinkol Ekinci

Her ilişkide tartışmalar olur. Bu birbirinize değer vermediğiniz anlamına gelmez, tabii tartışmalar çok sık yaşanmaya başlanmadıysa.

Anlaşmazlıklarla ilgili uzlaşmazlıklar vardır. Bazıları aşağı yukarı rasyonel bir şekilde çözüme ulaşır ve daha büyük sorunlara neden olmaz. Tam tersi durumda ise sert söylemler, ses tonunun yükselmesi ve can yakan suçlamalar kendini gösterir. İşte bu nedenden ötürü pek çok insan büyük bir tartışmadan sonra nasıl uzlaşabiliriz sorusunu sormaktadır. Sorun göründüğünden daha karmaşık olabilir. Çünkü atılan adımlar geri alınmak veya söylenen kelimeleri inkar etmek asla mümkün değildir. Her iki tarafta da bu durumun yarattığı rahatsızlıklardan bir parça kalmıştır. Bu nedenle ortada değerli bir ilişki varsa, büyük bir tartışmadan sonra uzlaşmanın bir yolunu bulmalısınız.

“Diğerinin saygınlığını fark edene kadar, onların bakış açısından bakana kadar uzlaşma gerçekleşmez. İnsanların acısını kaydetmeniz gerekir. İhtiyaçlarını hissetmelisiniz.”

– John M. Perkins

Bazen kavgalar, bir şey yanlış zamanda söylendiği için meydana gelir. Diğer zamanlarda ise ilişkide kullanılması uygun olmayan üslup olması nedeniyle uyuşmazlıklar ortaya çıkar. Sebebi ne olursa olsun, aşağıdaki ipuçları büyük bir tartışmadan sonra nasıl uzlaşılacağını anlamanıza yardımcı olabilir.

Büyük bir tartışmadan sonra atılması gereken ilk adım

Tartışma çok şiddetli olduysa ve karşı tarafın duygularını incittiyse, en iyisi işleri hızlı bir şekilde düzeltmeye çalışmamaktır. Muhtemelen tartışmanın etkileri her ikinizde de henüz çok yeni ve diğerinin söylediği herhangi bir kelimeye sakince tepki vermeniz için sizin için çok zor olacaktır.

İkili ilişkide tartışmadan sonra araya biraz mesafe koymak duyguların dengelenmesine yardımcı olur. İlk başta, her zaman karşı tarafın hatasını görürsünüz. Zaman geçtikçe, normal olan şey kişinin kendi hatalarını da görmeye başlamasıdır. Başka bir şekilde ifade etmemiz gerekirse; biraz zaman ve biraz mesafe, soruna karşı bakış açısımızı değiştirmemize yardımcı olan faktörlerdir.

Tartışmadan sonra oluşan duyguların analizini yapın

Tartışmadan hemen önce tam olarak ne olduğunu düşünmek çok önemlidir. Ruh halinizi değiştiren bir faktör var olmuş muydu? Bunun analizini yapabilmek, tartışmayı tetikleyen olası dış unsurları belirlememizi sağlar. Yorgunsanız, açsanız veya bir şey için üzülmüşseniz, kötü bir zamana denk gelmiş olabilirsiniz. Diğer taraftan, sakin bir ortam varsa ve her şey normal olmasına rağmen yine de güçlü bir çatışma çıktıysa, sorunun daha derin olduğu düşünülebilir. Bu nedenle, kavgaya neden olan tüm duyguları irdelemenin faydası olacaktır: korkular, suçluluk, bastırılmış öfke vb. Bu şekilde, büyük bir tartışmadan sonra uzlaşmanın yolunu bulacaksınız.

Yapıcı bir diyalog

Bundan sonra yapılması gereken şey; diğer kişiyi bir diyalog başlatmak için aramaktır. Bunun doğru zamanda yapılması gerekir. Büyük bir tartışmadan sonra uzlaşma çabası içinde süreci aceleye getirmeniz tavsiye edilmez. Karşınızdaki kişinin sinyallerini okumalı ve hala çok incinmiş hissedip hissetmediğiniz veya öfkesinin aynı olup olmadığını gözlemlemelisiniz.

Önce bu kişiye, ne olduğunu açıklığa kavuşturmak için onunla konuşmak istediğinizi söylemelisiniz. Size isteksiz cevap veriyorsa , muhtemelen biraz daha zamana ihtiyacınız vardır. Sizinle aynı fikirdeyse, eğer mümkünse, normalden daha sessiz bir yer bulmak en iyisidir. Yapmanız gereken en basit şey karşınızdaki kişiye ne hissettiğinizi ve nasıl hissettiğinizi açıkça ifade etmenizdir. Davranışlarının veya sözlerinin sizi nasıl hissettirdiğini ona söyleyin. Yalnızca duygularınıza  odaklanın. Tahmin etmeye veya karşınızdaki kişinin duygularını değiştirmeye çalışmayın. Karşınızdaki kişiyi dikkatlice ve sözünü kesmeden dinleyin. Bu kişinin görevi size kendisini ifade etmektir.

Bu olaydan bir ders çıkarın

Konuşmaya başlandığında her şeyin sadece o anki duyguların teşvik, etmesinden kaynaklandığının farkına varıldıysa, ilişki yaşayan kişilerin üsluplarını gözden geçirmesinde fayda vardır. Bu çok sık yaşanan bir şey mi? Neden kimse duygularına hakim olamıyor? Duyguları daha olgun bir şekilde ifade etmek için neler yapılabilir?

Bundan sonra atılması gereken adım, karşınızdaki kişinin duygularını onaylamak ve üzerinize düşen sorumluluğu almaktır. Başka bir deyişle, her biriniz, birbirinizin duygularını anladığınızı ve birbirinizi incittiğiniz için pişman olduğunuzu ifade etmeniz gerekir. Ayrıca bu tartışmadan çıkarmanız gereken dersi kendi adınıza almalısınız.

Affedin ve yaralarınızı iyileştirin

Karşılıklı affetme, her iki insanın uzlaşmayı yerine getirmeye istekli olduğu bir anlaşmadır. Tartışmayı ateşleyen hatalara geri dönmeme iradesini gösterme kararlılığı anlamına gelir. Affetmenin karşılıklı olması tavsiye edilir. Belki ikisinden biri daha saldırgandı ancak kavga etmek için her zaman iki kişiye ihtiyaç vardır. Yine benzer bir durum yaşanırsa, ilişkinin içinde hareket ettiği kalıpları gözden geçirmek gerekir. Çoğu zaman, başkalarıyla ilişki kurarken farkında olmadan uygunsuz yolları kullanırız. Bu, dikkatle incelenmesi gereken daha derin bir konudur.

Büyük bir tartışmadan sonra bazen uzlaşma yolu oldukça açıktır. Diğer durumlarda ise bu durum tam tersidir. Söz konusu bu tersi durumda ise, sadece yapıcı bir diyalog kurmak belki de yeterli değil olmayacak, daha derin bir süreç izlemek gerekecektir.

Eğer denize bakma fırsatınız olduysa, belki de denizin, kimsenin olmayıp aynı zamanda da herkesinmiş gibi hissedilen yerlerden biri olduğunu düşünmüşsünüzdür. Deniz hayatın yansımasıdır, bazen kucaklamayı bırakır ve diğer zamanlarda ele avuca sığmaz. Deniz sakin olduğu zamanlarda her iyi denizci rahattır ve güzelliğini seyreder. Bu açıdan bakıldığında tehlike yoktur, sadece huzur vardır.

Ancak bazen dalgalar kayalara şiddetli bir şekilde çarpar ve fırtına hiddetini denizde gösterir. Daha sonra hayatta kalabilen denizci, rahatlığından feragat eden ve evi tehlike altındayken bu korkunç dakikalarla yüzleşmeye karar verendir. Denize meydan okuyan her kimse, hiddetiyle de yüzleşmeye hazırlanmalıdır.

Rahatlık bölgesi gelişmemize izin vermez

Dünya üzerindeki yaşamda da benzer bir şey gerçekleşir. Deneyimler ve öğretiler, bilhassa rahatlık bölgesinden çıkabilen kişilere gelecektir. Belirsizlikle yüzleşmek için rahatlık bölgesinden ayrılmak kesinlikle hayatın bir dürtüsüdür. Aslında çoğu zaman başımıza gelenlerden sorumlu olmadığımızı düşünürüz, oysaki gerçekte biz, her şeyi talihe ve kadere bırakmayı tercih ettiğimiz için öyle sanırız. Bunu bir rutin haline getirdiğimiz andan itibaren hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimizi hissetmeye başlarız, halbuki yanlış yapıyoruz.

“Hayat denizde bir yolculuk yapmak gibidir: sakin ve fırtınalı günleri vardır; önemli olan kendi gemimize iyi bir kaptan olmaktır.”

– Jacinto Benavente

Rahatlık bölgesinde kalmaya devam ederek olgunlaşmaya ve öğrenmeye devam etme fırsatını kaçırıyoruz. Gemi kazası yaşamış gibi yıkılma ihtimali, onunla beraber bir şeyler öğrenip olgunlaşabilmemiz, rüzgarlara dayanmamız, spontane gelişen ve bizi sarsan şeylere göğüs germemiz için gereklidir, ruhumuza dokunabilmek için daha ötesine gitmek isteriz; daha önce hiç dokunmadığımız ve arzu ettiğimiz bir şey.

Güvende hissetme

Bir dengeye ulaştığımızda gelen güvende olma hissi bir tuzak olabilir. Güvenlik hissi yaşadığımızda doğrudan ya da dolaylı yoldan değişim gerektirecek her şey korku uyandırır. Ancak unutmayın ki korkular hükmetmek için var, onların size hükmetmesi için değil. Güvenceye almanın önemli bir adım atmış olmak demek olduğunu bilmek ama fırtınalı bir denizin kanunlarını öğrenmeye cesaret etmek cesurluk göstergesidir: ancak sınır tanımadan aramaya cüret eden kişi hayatındaki her durumda yeterlilik gösterebilir.

Risk almayarak bir şey kaybetmezsiniz fakat herhangi bir şey kazanmazsınız da

Bahsettiğimiz gibi, yeni şeyler keşfetmemize imkan sağlayacak kararlar verirken başarısız olmaktan kaçınmak için risk almamak pasifliğe ve eylemsizliğe yol açar. Bununla birlikte başarı yakalama ihtimalini de ortadan kaldırmış oluyoruz.

“Yalnızca fazla ileri gitmeyi göze alanlar ne kadar ileri gidebileceklerini öğrenme ihtimaline sahiptir.”

– T. S. Eliot

İnsanlar günlük hayatta kontrol sahibi olma ve denge kurma eğilimindedir, mutluluğun duygusal anlamda iyi hissetmekle geleceğini düşünürler. Bu şekilde düşündüğümüzde psikolojik gelişimin risk almayı da gerektirdiğini unuturuz: denemeye cesaret etmezseniz o çok istediğiniz işi nasıl alacaksınız? O işi alamayacağımızı düşünmek ve olduğumuz yerde sabit durmak, kontrolü elimize verecektir ancak tatmin vermeyecektir.

Bu anlamda “elimizdeki bir kuş çalılıkta duran iki kuşa bedeldir” söylemini duymaya alıştık ve buna tamamen inanıyoruz; böyle tavsiyelerin bilinçaltımıza yerleşip hareketsiz kalmamıza ve istediklerimizi elde etmek için mücadele etmememize neden olduğunu anlayamıyoruz. Ve denizci, denizin gaddarlığının ölümle sonuçlanabileceğini bildiği gibi bu durumla yüzleşmenin hayatın tadını tam anlamıyla çıkarabilmenin tek yolu olduğunu da bilir ve bu tahribattan onu koruyan şeyi sever.

Zorluklarla Yüzleşen Kişi, Güçlü Olmayı Hak Eder

Hayat, bir çok kez darbeler indirir hepimize ve bazı zamanlar, bu darbeler çok daha sert olur. Sizi derin ve sonsuz bir fırtınanın içine çekiverir. Tüm duygusal dengenizi bozar ve sınamaya kalkar. 

İlk başta kötü bir şey olacakmış hissine kapılırsınız, sanki gökler bulutlanmıştır. Sonra hissettiklerinizin doğru olduğunu görürsünüz. Bir rüzgar gelir üzerinize, sizi duvarlara çarpar ve endişeyle doldurur. Yağmur, hatta dolu başlar.

“Fırtınadan çıktığınızda, başka bir insan olmuşsunuzdur artık.”

– Murakami

Şu anı yaşadığınız sırada fırtına, sizi bir karar almaya zorlar. Bunu, fırtına dinene kadar zorluklarla yüzleşmek üzere bir fırsat olarak kabul edebilirsiniz. Ya da sonsuz yağmurun içine düşüp yenilgiyi kabul edersiniz. Zorluklara karşı içinizdeki kuvvetle mücadele etmeli ve ilerlemelisiniz.

Işık, çatlaklardan içeri girer

Bir fırtınaya kapıldığınızda aklınızdaki tek şeyin, bedeninizin duyduğu soğuk, karanlık ve ıslaklık olması çok normaldir. Ama unutmayın ki en karanlık gecelerin ardından bile güneş doğacaktır. Ama gün ışığı çatlaklardan sızacaktır. Ve en fazla çatlak, kalbiniz en çok acı çektiğinde ortaya çıkar

“Zorluklar, erdemler için bir fırsattır.”

– Seneca

Bu nedenle, zorlukların içinizdeki benliğinize zarar verme fırsatı olduğunu söyleyenler vardır. Ayrıca bunu neden yaptığınızı anlamanıza da yardımcı olur. Bunun yanında zorluklar, kendiniz hakkında bilmediğiniz şeyleri öğrenmenizin bir yoludur.

Duygularınızı dışa vurmak

Birçok insan acılarını çoğaltan çok önemli bir şey yaşayabilir. Siz de bu insanlardan biri olabilirsiniz. Kendinizi en kötü hissettiğiniz bu anlarda paradoksal bir şekilde duygularınızı ifade edemezsiniz. Başkalarına da içinizi dökebilirsiniz. Bu bir problemdir çünkü duygularınızdan kendinizi kurtarmanın yolu, onları dışa vurmaktır. Başkalarının size yardım etmesine izin vermek de buna dâhildir.

Sevdiğiniz biri vefat ettiğinde, içinizde büyük bir boşluk ortaya çıkar. Partnerinizden ayrıldıysanız ya da hayatınızı şekillendiren bir hastalıktan muzdaripseniz… Sizi yaralayan zorluğun nedeni ne olursa olsun, bunu biriyle paylaşmanız faydalı olacaktır. Sizi dinlemeye ve yardım etmeye hevesli biriyle.

”Zorluklar, refah zamanlarında uykuya dalan yetenekleri uyandırma gücüne sahiptir.”

– Horacio

Tam tersine, bu sizin için çok güçse, duygularınızı bir aktiviteye yöneltebilirsiniz. Hislerinizi dışa vurmanızı sağlayacak bir aktivite seçebilirsiniz. Yazın, resim yapın, dans edin ya da zevk aldığınız ve sizi rahatlatan başka bir şey yapın. Unutmayın, dilinizin söyleyemediklerini bedeniniz, çeşitli sağlık sorunları şeklinde ortaya çıkarır.

Korkudan kurtulun

Genel bir ilke olarak fırtınalar içimizde korku yaratır ve bir sığınak aramamıza neden olur. Gerçek hayatta da aynı şeyi yaşarız. Bizi etkileyen en büyük zorluk ve yüzleşmemiz gereken uçurum ne kadar büyükse, kendimizi güvende hissedeceğimiz bir yer bulmamız o kadar kolaydır. Hayatımızın en zor günlerinde sıcağa duyduğumuz bu özlem, korkuya cesurca bakmamızı sağlayan şeydir. İçinizdeki gücü tam anlamıyla fark etmenizin tek yolu budur. Yaşadığımız güçsüzlükleri aşabileceğimiz fikrine tutunmak, bize yaşamak için umut ve neden verir. Korkularınızla beraber uçurumdan aşağı düşmemeniz için mücadele etmeniz, sizi felç eden kabuğu kırıp atmanız gereken bir zaman gelir. O zaman, zorluklarla yüzleşmiş ve gösterdiğiniz gücü hak etmiş olursunuz. Sahip olduğunuzu bilmediğiniz güçtür bu ama size aittir. Yalnız unutmayın: zorluklarla yüzleşen kişi, güçlü olmayı hak eder ve işte bu yüzden o güce sahiptir.

“Her şeyi kaybettiğimi hissetme ayrıcalığına sahiptim.
Tam o anda aslında neye ihtiyacım olduğunu fark edecek kadar şanslıydım.
Üzüntünün tadı bazen huzura benzer.”

– Sara Bueno

Hayat, tepeler ve vadilerden, mutlu anlarla normal bir hayat ve zor durumlardan oluşuyor. Bazen coşkulu bir mutluluk duyuyor, bazen ise sanki bütün dünya üzerinize yıkılıyor gibi hissediyorsunuz. Mutluluğu aramak doğal eğilimimiz olsa da aslında bizi sınayan ve büyümemizi sağlayan şey o zor zamanlardır.

Bu zor anlara verdiğiniz tepki, sizi kişi olarak belirler ve ayrıca yaşadığınız her şeyi daha derin bir şekilde değerlendirmenizi sağlar. Zor durumları yönetebildiğinizde sadece iç gelişme yaşamakla kalmaz, yeni bir bakış açısıyla mutluluğu değerlendirmeyi de öğrenirsiniz ve bu sayede güç ve bilgelik kazanırsınız.

“Hayat, olması gerektiği şey değildir. Hayat olduğu gibidir. Onunla başa çıkma şekliniz, fark yaratır.”

– Virginia Satir

En çaresiz durumlarda bile umut vardır. Bunu söylemek kolay, biliyoruz ama çukurdan çıkıp yaşadıklarınızı aşmak da mümkün. Birçok insan başardı bunu. Bu kolay değil, kimse de kolay olacağını söylemedi zaten. İşte bu yüzden sizi boğan ve ilk başta kaçması imkânsız gibi görünen durumları aşmanıza yardımcı olacak birkaç tavsiyeyi paylaşmak istiyoruz.

Bu da geçer

Kendi tecrübenizden biliyorsunuz ki her şey gelip geçer, hiç bir şey sonsuza dek sürmez. İşte şu an hissettiğiniz acı da ne kadar büyük ve yoğun olursa olsun geçip gidecektir. Bu yüzden onunla başa çıkmak isteğiyle acıya tutunmayın. Akıp gitmesine izin verin, onu hissedin ama ona bağlanmayın.

Acı duyduğunuz için kendinizi suçlu hissetmeyin ve suçlayacak birini, ne kendinizde ne de bir başkasında aramayın.

“Zorluklar, kaçınılmazdır. Onlardan ders çıkarmak ise size kalmış.”

– John Maxwell

Olmak istediğiniz kadar güçlüsünüz

İstediğiniz kadar güç içinizde. Sadece onu toplamanız gerek. Ne kadar güçlü olduğunuzu bimiyorsanız, bunun nedeni içinizde taşıdığınız gücü kullanma fırsatını henüz yakalamamış olmanız. Zor bir durumla karşılaştığınızda, bu iç gücü serbest bırakma şansına sahip olacaksınız. Gücünüzü hissedemiyor musunuz? Bunun nedeni korku, sizi felakete götüren felç edici bir korkudur. Ama korktuğunuz her şey size bir yalan söylemektedir. Bu durumu aşabilirsiniz çünkü bunun için gerekli araçlar içinizde. Onları bulun, yakalayın ve kullanın.

İradeniz, zihninizin kontrolünü eline alsın ve bırakın, akıl kalbinizi kontrol etsin. Canınız yansa bile gücünüzü toplamanız gerektiği gerçeğini kabul edin. Cesur olun ve düşüncelerinizin kontrolünü ele alın.

“Hayatın %10’u başınıza gelenler, %90’u ise bunlara nasıl tepki verdiğinizdir.”

– Charles Swindoll

Kimsenin sizin gerçekliğinizi yönetmesine izin vermeyin

Acı ve kayıp, hayatın bir parçasıdır. Hepimiz acılı tecrübeler yaşarız. Ama başka insanların acıyla yüzleşme şeklinin sizin kendi gerçekliğinizle yüzleşme şeklinizi tanımlamasına izin vermemelisiniz. Bu size ait bir gerçekliktir, başka kimseye değil. Acıyı aşmanın doğru bir yolu yoktur. Bu konuda ”siyaseten doğru” davranmanıza gerek yoktur. Kendiniz için ne yapacağınıza karar verin. Acının akıp gitmesi için içinizde neye ihtiyaç duyduğunuzu keşfedin. İç gücünüzü bulun ve ona nasıl ulaşacağınıza karar verin. Bir çok insan, acıyı yaşama şeklinizi anlamayacak ama bu sizin sorununuz değil. Kimsenin, kendi güç durumunuzla nasıl yüzleşeceğinize karar vermesine izin vermeyin.

Kontrol edemediğiniz şeye yoğunlaşmayın

Zor bir durumla karşılaştığınızda kontrol edemediğiniz pek çok şey olduğunu göreceksiniz. Ama insanlar, bir açıklama ve suçlayacak birini bulmayı denerken bu şeylere tutunurlar. Fakat bu kontrol çabasıyla, öfke ve acıya da tutunmuş olurlar. Boş verin gitsin, kontrol edemeyeceğiniz şeylere odaklanmayın. Bırakın endişeleriniz gitsin, böylece kendinizi onlardan kurtarabilir ve sonra iç huzurunuzu bulmaya yoğunlaşabilirsiniz. Durumu ya da duygularınızı kontrol edemezsiniz, bu yüzden bunu denemeyin. Sadece bağlanmaksızın durumu kabul edin.

Her şeyin bir anlamı vardır; o anlamı bulun

Hayatta her şeyin bir anlamı, nedeni katkıda bulunduğu bir şey vardır. Sadece onu bulmanız gerek. Yaşadığınız her şeyden iyi bir ders alabileceğinizi unutmayın, en acılı durumlardan bile. Durumu anlamaya ya da manipüle etmeye çalışmayın. Sadece size faydalanabileceğiniz ve böylelikle daha çok şey öğrenip güçlü olabileceğiniz bir şey sunmasına izin verin.

Roman yazarı Dean R. Koontz’ın dediği gibi dualar cevaplanır ama dikkatlice dinlemeniz ve cevaba inanmanız gerekir. Tanrı bağırmaz kulağınıza fısıldar ve onun fısıltıları size yolu gösterir. Bunu kendi inançlarınıza uyguladığınızda fikrin doğru olduğunu göreceksiniz.

Keder, her daim hayatımızda olan bir şeydir. İş arkadaşlarımızdan, akrabalarımızdan, yaşadığımız yerlerden, dostlarımızdan ya da sevgililerimizden ayrılmak zorunda kaldığımız zamanlar olur. İlişkiler paramparça olur, şehirler terk edilir, hayatımızın belli aşamaları tamamlanır. Keder başlar. Ancak hissettiğimiz bu keder iyileşmemize yardımcı olur. Bu deneyimlerden bazıları acı verici olabilir. Ancak şüphesiz en zor olan, sevdiğimiz birinin ölümüdür. Bunlar çok zor zamanlardır. O kadar zordur ki o acı sarmalından çıkmak için ne yapabileceğinizi bilmezsiniz. Kendinize yüklenmeyin, çözümler ve cevaplar bulmak için acele etmeyin.

Güçlü bağlarla bağlı olduğunuz önemli birini kaybettiğinizde yapılabilecek en doğru şeyin ne olduğuyla ilgili yazılı kurallar yoktur. İnsanlar olarak duygusal açıdan kendimizi iyileştirmek için zamana ihtiyaç duyarız. Bu kesinlikle yas sürecinin ana fonksiyonlarından biridir.

“Eğer hayatla başa çıkabilmek istiyorsan, ölümü kabul etmeye istekli olmalısın.”

– Sigmut Freud

Acı varsa keder de vardır

Çevrenizdeki bazı kişiler size yardım etmeyi, ne yapmanız gerektiğini söylemeyi deneyecektir. Kendinize çok yüklenebilirsiniz ya da kafanız karışabilir. “Evine gitme”; “En iyisi oraya geri dönmemek”; “Onun eşyalarını vermelisin”; “Onun fotoğraflarına bakarak kendine işkence etme” gibi şeyler söyleyebilirler.

Ancak bunlara siz karar vermelisiniz. Yaşamanız gerektiğini hissettiğiniz durumlardan ya da anlardan kaçınmayın çünkü uzun süreçte, yüzleşmekten kaçtığınız şeyler, daha fazla acı çekmenize sebep olabilir. Yapmanız gerektiğini hissettiğiniz her şeyi yapın ve söylemeniz gerektiğini hissettiğiniz her şeyi söyleyin. Söylememeniz gereken bir şeyi söylemek, onu hiç söylememiş olmak kadar acı vermez. Acı çok yoğun bile olsa kendi kararlarınızı kendiniz verin.

Diğerlerinden daha büyük etki yaratan ölümler vardır. Örneğin, eğer ölümden kurtulunabileceğini, ölen kişinin çok acı çektiğini düşünüyorsanız, tüm detayları bilmiyorsanız ya da ölen kişi uzun süren bir hastalıktan sonra öldüyse. Bazen de ölüm haberini duyma biçiminiz nedeniyle yarattığı etki büyüyebilir. Pek çok kişi birkaç gün ve sonra da birkaç ay geçtikten sonra kendilerini daha iyi hissettiklerini söylerler. Bu sizi korumak için tasarlanmış tamamen normal bir reaksiyondur. Şokun ilk aşaması, bizi yoğun acıdan korumak için tasarlanan akli savunma aşamasıdır.

“Güneş banyosuna batırılmış bir hayatın etrafındaki deniz gibi, ölüm de gece gündüz hiç susmadan şarkısını söyler.”

– Rabindranath Tagore

Kayıpla yüzleşmek

Bazen yas aşamasındaki ilk şokun ardından korku, ızdırap, panik, çalkantı, öfke ve kafa karışıklığı gelir. Hayatınız kaotik bir hal alır, hiçbir şeye odaklanamazsınız, neler olduğunu henüz tam olarak idrak edememişsinizdir ve her şeyin kötü bir kabustan ibaret olduğunu hayal ettiğiniz bile olur.

Beyniniz normal çalışmadığı doğrudur. Ancak yaşadığınız her şey tamamen normaldir. Bunlara, “gerçeklerden kopmak” (çevrenizdeki her şeyle bağlantınızın kopması) ve “benlik yitimi” (kendinize karşı duyarsızlaşmak) adlarını veriyoruz. Bu vücudun, acıyla idare edilebilir dozlarda baş etmek için sahip olduğu bir tür ilaçtır.

Bu sizin delirmiş ya da hasta olduğunuz anlamına gelmez. Kafa karışıklığı ve şaşkınlık kaybın size yaşattığı deneyimin bir parçasıdır. Yss tutmak, kederlenmek her ne kadar zararlı görünse de doğaldır. Sevdiğimiz biri artık bizimle değilse, buna karşı verilebilecek en insani reaksiyon acı çekmektir.

Eğer sizin için önemli olan o kişi artık sizinle birlikte değilse, en son hissedeceğiniz şeyler neşe ve mutluluktur. Kendinizi bunları hissettmeye çalışmak için zorlamamalısınız. Kendinize zaman tanıyın ve üzüntüyü yaşamak için alan bırakın. Şimdi kendinizle iletişime geçme zamanı, duyarlı hissetmeli, ilgi ve saygı duymalısınız.

Peki, onlara ait olan eşyalar? Onları saklamak mı daha iyi yoksa atmak mı? Sorun onların saklanması ya da saklanmaması değildir, asıl soru şudur: onlarla ne yapmalısınız? Kişisel eşyalar sizin için çok önemli olan bir bağı canlı tutmaya yardımcı olma amacını taşır. Anılarınızla tekrar bağlantı kurmanızı sağlar ve böylece aranızda hala kopmayan bir ilişki olduğunu hissedersiniz.

Eğer eşyalar hislerinizi ifade etmenize yardımcı oluyorsa, o zaman yas sürecinde iyileşme yönünde ilerlemenize de yardımcı oluyor demektir. Ama onları saklamak olanları kabul etmemenize ve gerçeği reddetmenize sebep oluyorsa hiçbir zaman bu süreci atlatamazsınız. Önemli olan hepsinden hemen kurtulmak değildir. Acele etmeyin. Kendinize, onlarla ne yapmak istediğinize karar vermek için zaman tanıyın. Kimsenin bu işi sizin için yapmasına izin vermeyin. Size acı verecek bile olsa bunu kendiniz yapın, uzun dönemde bunun faydasını göreceksiniz.

“Ölüm sevdiklerimizi bizden çalmaz. Tam tersine, onları hafızamızda ölümsüzleştirir. Ancak hayat onları pek çok kez çalar ve bunu hep yapar.”

– François Mauriac

Ne kadar sürecek?

Şimdiye kadar çoktan iyi hissetmem gerekiyordu diye düşünerek kendinizi cezalandırmayın. Zamanınız yalnızca size ait ve kederin en kötü düşmanı kendinize duygularınızı ifade edecek kadar zaman tanımamanızdır. Her kaybımızda yaşadığımız acı, bize gerçekten önemli olanın ne olduğunu öğretir. Duygularımızı ve önceliklerimizi belirler, sonuç olarak da büyürüz. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak olsa da zorluklarından üstesinden gelmek ve çatışmalarımızla yüzleşmek için yeni yollar geliştiririz.

Keder, bir ilişkinin yokluğunun sebep olduğu bir yaradır. Bu yokluk bizi, hayatın anlamı hakkında kendimizi sorgulamaya götürür. Bu yüzden, her kriz bizi pek çok soruyla yüz yüze getirir. İnsanlar olarak anlamın peşinde koşarız, biz onun peşinde koştukça, o bizden daha çok kaçacaktır. Anlam hayat yolculuğundaki bir durak değildir, bu yolculuğu yapma biçimimizdir. Bu yüzden de kayıp ve keder gibi süreçlerde devam etme yöntemini buluruz. Acele etmeyin, ulaşmanız gereken tek yer kendi kaderinizdir.

“İnsanlar tarihe bir anlam veremeseler bile, en azından kendi hayatlarını anlamlandırmayı deneyebilirler”

– Albert Camus

Duygular faydalı bir amaca hizmet eder, bize bilgi sağlar, kararlarımızı etkiler ve bizi harekete geçmeye zorlar. Ancak bazen çok acı verici ve bunaltıcı olabilirler. İşte böyle zamanlarda duygularımızın yoğunluğunu azaltmak ve kontrolü yeniden ele almak mümkün.

Günlük hayatta karşılaştığımız pek çok durum karşısında belli duygular hissetmemiz elbette normaldir. Bunlar kimi zaman mutluluk verir, kimi zaman tehlikelerden kaçınmamızı sağlar, kimi zaman da aşırı bunaltıcı hale gelerek hareket etmemizi engeller. Psikoterapist, yazar ve konuşmacı Sheri Van Dijk, Psyche’de yayımlanan yazısında, haddinden fazla hissedilerek bir yük haline gelen duyguların yoğunluğunu azaltacak adımları sıralıyor. Yazının bazı bölümlerini aktarıyoruz:

“Patronunuz, mesainizin bitmesine rağmen bir belge üzerinde çalışmanızı istiyor. Aniden, kendinizi gözyaşları içinde veya nefes almakta zorlanırken buluyorsunuz. Ya da çocuklar yine kavga ediyor, durmaları için bağırıyor ve çileden çıktığınız için akabinde kendinizi hırpalıyorsunuz. Bu duygular karşısında ne yapacağınızı bilmediğinizden, onları bir kenara itiyor ya da sağlıksız dikkat dağıtıcı seçimlerinizle onları bir yere hapsediyorsunuz.

Bu size tanıdık geliyorsa endişelenmeyin, yalnız değilsiniz. Hepimiz zaman zaman güçlü duygusal tepkilerle mücadele ederiz ki, bu insan olmanın bir parçasıdır. Ancak bazı insanlar için duyguları sağlıklı ve etkili yollarla yönetememek yaygın bir sorun olabilir ve bu da pek çok olumsuz sonucu beraberinde getirebilir.”

Sheri Van Dijk, doğru miktarlarda olduklarında, duyguların faydalı bir amaca hizmet ettiğini söylüyor:

“Bize bilgi sağlar, kararlarımızı etkiler ve bizi harekete geçmeye zorlarlar. Örneğin, geceleri yalnız yürürken korku hissediyor ve yakınlarda ayak sesleri duyuyorsanız, beyniniz sizi otomatik olarak harekete geçirerek bir tehlike anında kaçmaya hazır olmanızı sağlar. Haksızlığa uğradığınızda öfke, insanların size daha adil davranması için değişiklik yapmaya yönlendirecektir.

Duygular aynı zamanda acı verici ve üzücü de olabilir. Ortaya çıktıklarında, onları yönetmeye ve onlarla başa çıkmaya çalışırız. Bu süreç ‘duygu düzenleme’ olarak bilinir ve dikkatimizi bize sıkıntı veren şeylerden uzaklaştırmayı, durumla ilgili düşüncelerimizi değiştirmeyi ya da durum sırasındaki davranışımızı değiştirmeyi içerebilir. Duygu düzenleme, duygularımızı tamamen ortadan kaldırmaz (kaldırmamalıdır da), ancak onları sakinleştirmemize yardımcı olur, böylece daha kolay yönetilebilir hale gelirler.

Duygu düzensizliği

Duygular bunaltıcı hale geldiğinde ve onları sağlıklı, etkili yollarla düzenleyemediğimizde sorun ortaya çıkar. Bu da ‘duygu düzensizliği’ olarak bilinir. Özellikle pandemi, doğal afet veya sevilen birinin kaybı gibi durumlarla karşı karşıya kalındığında herkes düzensizlik yaşayabilir. Ancak düzenli olarak ortaya çıkması halinde duygusal düzensizlik, küçük bir stres karşısında bile kaosa neden olabilir. Kişinin hayatını yaşamasını zorlaştırır, duygudurum ve kaygı bozuklukları dahil olmak üzere birçok ruh sağlığı sorununda bir faktör olarak rol oynar. Düzensizlik ayrıca intihara ve kendine zarar vermeye neden olur ve madde kullanımı, yeme bozukluğu ya da acı veren duygu ve düşüncelerden kaçınmak amacıyla başvurulan diğer yolları gibi kendine zarar vermeye yol açan davranışlara neden olur.

Çoğu insan, büyürken duygularını nasıl düzenleyeceğini öğrenir. Ancak bazılarının benimsediği stratejiler sağlıksız veya yararsızdır. Bunun neden olduğuna dair bir teori, diyalektik davranış terapisi (DBT) adı verilen bir tedaviyi temel alan biyososyal teoridir. Bu teoriye göre, bazı insanlar doğuştan daha yüksek düzeyde duygusal duyarlılığa sahiptir: Olaylara daha güçlü duygusal tepkiler verirler, bu yoğun duyguların üstesinden gelmeleri daha uzun sürer ve genellikle daha yüksek düzeyde öfke, üzüntü, utanç veya endişe gibi duygusal acı yaşarlar. Bu duygusal duyarlılık (teorinin ‘biyo’ kısmı) yaygındır ve başlı başına bir sorun olmasa da sorunlu bir ortamla (teorinin ‘sosyal’ kısmıyla) birleştiğinde işler daha da zorlaşabilir.

Duyguları yeniden düzenlemek için yapılabilecekler

Öne eğilin: Bu benim en sevdiğim yeniden düzenleme becerimdir. Ayak parmaklarınıza dokunmaya çalışıyormuş gibi eğilin (ayak parmaklarınıza dokunmanız önemli değil; gerekirse bunu oturarak, başınızı dizlerinizin arasına alarak da yapabilirsiniz). Yavaş, derin nefes alın ve bir süre öylece kalın (mümkünse 30-60 saniye). Öne eğilmek aslında otonom sinir sistemimizi (dinlenme ve sindirme) harekete geçirir ve bu da yavaşlamamıza ve sakinleşmenize yardımcı olur. (…)

Nefes alma sıklığınızı azaltarak nefes vermeye odaklanın: Kulağa klişe gibi gelebilir, ama nefes almak, duygularınızı daha yönetilebilir bir düzeye getirmenin en iyi yollarından biridir. Özellikle nefes vermenizi, almaktan daha uzun tutmaya odaklanın. Bu da otonom sinir sistemimizi de harekete geçirerek sakinleşmenize ve bu duyguları daha yönetilebilir bir düzeye getirmenize yardımcı olur. Nefes aldığınızda, nefesinizin ne kadar sürdüğünü görmek için sayın; nefes verirken de aynı hızda sayın ve nefes verişinizin nefes alışınızdan biraz daha uzun olduğundan emin olun. Örneğin, nefes aldığınızda 4’e kadar sayıyorsanız, verirken en az 5’e kadar sayın. Çifte kazanım için, bu nefes çalışmasını öne eğilirken yapın.” (…)

Duygularınıza dair farkındalığı artırın

Sheri Van Dijk, duyguları uzun vadede daha etkin bir şekilde yönetmek için duygularımızın ve tüm bileşenlerinin daha fazla farkında olmamız ve bunları doğru bir şekilde adlandırmayı öğrenmemiz gerektiğini belirtiyor:

“Bu garip gelebilir, elbette ne hissettiğinizi biliyorsunuzdur, değil mi? Ancak, her zaman ‘öfke’ olarak adlandırdığınız şeyin aslında kaygı değil de öfke olup olmadığını nasıl anlarsınız? Çoğumuz duygularımıza hiçbir zaman fazla kafa yormayız, sadece hissettiğimizi düşündüğümüz şeyin aslında hissettiğimiz şey olduğunu varsayarız. (…)

Duygu düzensizliğine yatkın biri, ne hissettiğini anlamakta zorluk çekebilir ve bu nedenle duygusal bir ‘sis’ içinde gezinebilir. ‘Üzgün’, ‘kötü’ veya ‘kapalı’ hissettiğinizde, gerçekte hangi duyguyu hissettiğinizi tanımlayabiliyor musunuz? Bununla ilgili sorun yaşıyorsanız, bir dahaki sefere hafif bir duygu hissettiğinizde bile aşağıdaki soruları yanıtlayın:

  • Duyguyu harekete geçiren olay veya tetikleyici neydi? Neye tepki veriyordunuz? (Cevabınızın doğru ya da yanlış olmasının bir önemi yok, sadece açıklayıcı olun.)
  • Durum hakkındaki düşünceleriniz nelerdi? Yaşananları nasıl yorumladınız? Yargıladığınızı, sonuç çıkardığınızı ya da varsayımlarda bulunduğunuzu fark ettiniz mi?
  • Vücudunuzda ne fark ettiniz? Örneğin, belirli bölgelerde gerginlik var mıydı? Nefes alışınızda, kalp atış hızınızda, vücut ısınızda değişiklikler oldu mu?
  • Vücudunuz ne yapıyordu? Beden dilinizi, duruşunuzu ve yüz ifadenizi tanımlayın.
  • Hangi dürtüleri fark ettiniz? Bağırmak mı yoksa bir şeyler fırlatmak mı istediniz? Göz teması kurmama, içinde bulunduğunuz durumdan kaçınma ya da kaçma dürtüsü var mıydı?
  • Davranışlarınız ne oldu? Yukarıdaki dürtülerden herhangi birine göre hareket ettiniz mi? Yoksa başka bir şey mi yaptınız mı?

Kendinize yukarıdaki soruları sorduktan sonra, duygunuzun şu dört kategoriden birine uyup uymadığını kendinize sorun: Kızgın, üzgün, memnun ve korkmuş. Bunlar, temel duyguları ayırt etmek için yararlı bir başlangıç noktasıdır, ancak yavaş yavaş daha spesifik olmaya çalışabilirsiniz.” (…)

Duygularınızı doğrulayın

Sheri Van Dijk, kendimizi hissettiklerimiz için yargıladığımızda, genellikle daha fazla duygusal acı yarattığımızı söylüyor: “Unutulmaması gereken, duyguların iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış olmadığıdır; koşullar göz önüne alındığında hissettiğimiz, hissetmemiz gerekendir. Doğru ya da yanlış olabilecek husus, olan bitene dair algılarımız ve yorumlarımızdır.

‘Zıt yönde hareket ederek’ duyguların yoğunluğunu azaltın

Sakinleştikten sonra, hangi duyguyu hissettiğinizi anladınız ve bunu doğruladınız; sonraki adım, duyguyu azaltma yönünde bir şeyler yapmak isteyip istemediğinize karar vermek. Muhtemelen şöyle düşünüyorsunuz: ‘Rahatsız ediciyse, elbette azaltmak istiyorum.’ Ama duyguların bir nedenle ortaya çıktığını ve duygunun bize söyleyeceklerini dinlediğimizden emin olmamız gerektiğini unutmayın. Bazı durumlarda duygu mesajını iletir, yoğunluğu devam eder ancak sonradan yolumuza çıkararak etkili bir şekilde hareket etmemizi engeller.

Birine kızgın olduğunuzu düşünün: Öfke geldi, mesajını iletti ve durumu iyileştirmek için o kişiyle iletişim kurmak istiyorsunuz, ancak o kadar kızgınsınız ki verimli bir konuşma yapamıyorsunuz. Bu, öfkenizi azaltmak isteyeceğiniz bir zamandır. Kaygı da bu noktada iyi bir örnektir: Diyelim ki bir grup içinde olmaktan kaygı duyuyorsunuz. Güvenliğinizi gerçekten tehdit eden bir şey olmadığını biliyorsunuz. Kaygı, başkalarıyla bir şeyler yapmanızı engelliyor ancak yine de onu azaltamıyorsunuz. Bunlar, duyguya zıt hareket etmeyi deneyebileceğiniz zamanlara örnektir.

Öfke: Bir kavganın ardından eşinize kızgınsınız ve incitici şeyler söyleme dürtüsüne sahipsiniz. Zıt hareket etmek, bir süre eşinizden uzak durmak anlamına gelebilir. (…) Ya da eşinize medeni ve saygılı bir şekilde davranabilir, işleri daha da kötüleştirmeden ona iyi davranmaya karar verebilirsiniz. Çekip gitmeye karar verirseniz, başka bir yerde durum üzerinde düşünmeye devam etmeniz ve eşiniz hakkında yargılayıcı şekilde düşünmeniz, öfkenizin devam etmesine neden olacaktır. Bu durumda, düşüncelerinize zıt hareket etmeyi deneyebilirsiniz (örneğin, eşiniz hakkında nazik düşünmeye çalışabilirsiniz).

Üzüntü/depresyon: Modunuz düşükse veya kendinizi depresif hissediyorsanız, genellikle kendinizi izole etmek ve normalde yapacağınız faaliyetleri yapmamak gibi dürtüler söz konusu olur. Bunun zıttı, bağ kurmak için başkalarına ulaşmak, faaliyetlerinizi yapmaya devam etmek ve iyi hissettiren, ilginç, eğlenceli, sakinleştirici vb. şeyler yapmaktır.

Bazen duygunun zıddına gitmek hızlı etki gösterebilir, ancak bazen de bu daha kademeli bir süreç olacak ve duyguda bir değişiklik fark etmeden önce sürekli pratik yapmanız gerekecektir. Tüm DBT becerileri gibi zıt hareket etmek de duyguları bastırmak ya da bunlardan kurtulmakla ilgili değildir; unutmayın ki hepsi bir amaca hizmet eder. Ancak duygu mesajını ilettiyse ve yolunuza çıkmaya devam ediyorsa, bu beceri sayesinde duygunun yoğunluğunu azaltabilirsiniz.”

Kontrolü Kaybetme Korkusu

Kontrolü kaybetme korkusu, düşüncelerinizin ve eylemlerinizi belirleme becerisinin yok olacağı varsayımına dayanmaktadır. Kontrolü kaybetme korkusuna sahip kişiler, kendini toplum içinde aptal gibi gösterecek şeyler yapmak üzere olduğunu düşünür. Ayrıca düşündüklerini ve söyleyeceklerini de kontrol edemeyeceğini sanır ve neredeyse delirmek üzere olduğunu hisseder.

“Ya kontrolümü kaybedersem?” “Ya korkunç bir şey yaparsam?” “Ya kendimi aptal durumuna düşürürsem?” ve “İnsanlar benim hakkımda ne düşünür?” gibi düşünceler kontrolü kaybetme korkusu ile birlikte zihnimizde dolanmaya başlar. Bu tür düşünceler geçici veya kalıcı olabilir. Yoğunluğu çok fazla olmasa da kişileri rahatsız edebilir ya da büyük ölçüde sorunlara neden olabilir. Bu tür düşünceler, aktif bir stres tepkisi, kaygı ile ilişkilendirilebilir veya görünürde hiçbir sebep yokken ortaya çıkabilir. Bu tür düşünceler günden güne ve hatta andan ana değişebilir.

Kontrolü kaybetme korkusuna ne sebep olur?

Stresli ve endişeli olmak vücudun stres tepkisi üretmesine neden olur. Stres tepkisi, stres hormonlarını kan dolaşımına salgılar ve burada vücudun bir tehditle başa çıkma yeteneğini artıran belirli fizyolojik, psikolojik ve duygusal değişiklikler meydana getirmek için vücuttaki hedeflenen noktalara giderler. Stres tepkisinin genellikle savaş ya da kaç tepkisi olarak anılmasının nedeni budur. Bu değişikliğin bir kısmı beynin nasıl çalıştığını etkiler. Örneğin, stres tepkisi beynin korku merkezinin (amigdala) daha aktif hale gelmesine ve beynin rasyonalizasyon alanlarının (korteks) baskı altına alınmasına neden olur. Bu değişiklik, artan bir aciliyet ve tehlike hissine ve bilgiyi rasyonelleştirme yeteneğinin azalmasına neden olur. Tehlikeyle savaşmak veya tehlikeden kaçmak için hemen harekete geçmek, harekete geçmeden önce durup düşünmekten daha güvenlidir.

Korku seviyesi arttıkça, stres tepkisinin büyüklüğü de değişir. Sonuç olarak, ciddi bir şekilde korkuyorsanız, büyük olasılıkla şiddetli aciliyet ve tehlike düşünceleri yaşayacaksınız, ancak bunları mantıklı kılmakta zorlanırsınız. Bu tepki, kendinizi kaybedecekmişsiniz (düşüncelerinizin ve eylemlerinizin kontrolünü kaybedecekmiş gibi) veya delirecekmişsiniz gibi hissettirebilir. Ancak bu gerçek olmayacak. Olabilecek en kötü şey, kötü şeyler olabileceğine dair korkunun seni kötü etkilemesidir ve hepsi bu. Korkmakla kontrolü kaybetmek arasında hiçbir bağlantı yoktur. Bir düşünün, bütün korkularımız gerçek olsaydı yaşanılmaz bir dünyada olurduk. Kontrolü kaybedecekmişsiniz gibi görünse de, davranışlarınızın (düşünceler ve eylemlerin) kontrolü her zaman sizdedir. Davranışınızı kontrol altına almayı öğrenmek size tam kontrol sağlar.

Hayatta artan korkuları ve düşünceleri deneyimlediğinizde, büyük bir tehlike algılandığında vücudun böyle tepki verdiğini, kontrolü kaybedemeyeceğinizi ve sinir sistemi sakinleştikçe düşünme kalıplarınızın normale döneceğini unutmayın. İzlenimleriniz ne kadar kontrolden çıkmış görünürse görünsün, eylemlerinizin kontrolü daima sizdedir. Dahası, vücut stres tepkisi aşırı uyarılmış hale geldiğinde, beyin işleyişindeki değişiklik devam edebilir. Yani korkularınız devam ettiği sürece stres kaynağı ortadan kalkmış olsa bile stres belirtileri vermeye devam edebilirsiniz. Bunu önlemek için kontrolü kaybetme korkusu ile nasıl başa çıkabileceğinizi keşfetmeniz gereklidir.

Kontrolü kaybetme korkusunun üstesinden nasıl gelinir?

Kontrolü kaybetme korkusu semptomuna herhangi bir kaygı verici durum neden olduğunda, onu ortadan kaldırmanın en iyi yolu, bunun aktif bir stres tepkisinden ve aşırı stresli bir vücuttan kaynaklandığını kabul etmektir. Ardından kendinizi sakinleştirmek için bazı yollar deneyebilirsiniz. Vücudunuz sakinleştikçe, bu his azalmalıdır. Bununla birlikte, aşırı stresli hale geldiğinde vücudun sakinleşmesinin uzun zaman alabileceğini aklınızda bulundurmalısınız. Bu nedenle, kontrolü kaybetmek üzereymişsiniz gibi bir his bir süre daha devam edebilir ve ta ki vücudunuz çok daha sakin ve daha az stresli olana kadar.

Kontrolü kaybetme korkusu tepkilerinize sürekli olarak artan bir stres kaynağı neden oluyorsa da bu endişe edilecek bir durum değildir. Her ne şekilde olursa olsun stres kaynakları bizi sonsuza dek etkilemeye devam etmez. Ya tamamen ortadan kaybolur ya da üzerimizdeki etkisinin yoğunluğu hafifler. Bu nedenle stres anlarında soğukkanlılığı korumaya çalışmak gereklidir.

Bu duygudan kurtulmak istiyorsanız kendinizi sakinleştirin, stresinizi azaltın ve bu duygu için endişelenmeyin. Vücudunuz yeterince dinlendiğinde kontrolü kaybetme korkusu azalacaktır. Bu korku tıbbi veya zihinsel bir sağlık sorunundan kaynaklanmıyor. Vücudun strese nasıl tepki verdiğinden ve endişeli bir kişinin bu duyguya nasıl tepki verdiğinden kaynaklanır. Bu yüzden “Bende bir sorun mu var?” diye kendinizi yıpratmayın. Vücudunuzun stres tepkisini ortadan kaldırmak için nasıl rahatlayacağınızı bilemiyorsanız bir yaşam koçundan yardım alabilirsiniz.

Derya Öte Almanya’da yaşayan Türk bir ICF koçudur. 

Akış Durumu Nedir? Akış Durumuna Nasıl Erişebiliriz?

Akış durumu, bedeniniz ve zihniniz arasında bir şeye tamamen odaklandığınız ve kendinizi tamamen kaptırdığınız bir durumdur. Sanki zaman yavaşlar ve duyguları çok daha derin hissedersiniz. İster fiziksel bir aktivite yapıyor olun ister basit bir günlük görevle, akış durumunu deneyimleyebilirsiniz. Akış durumuna erişmek için tek yapmanız gereken doğru koşulları sağlamaktır. Akış durumu, şimdiki zamana ve önünüzdeki göreve o kadar daldığınızda ortaya çıkar ki, başka herhangi bir şeyle dikkatiniz dağılmaz ve geçmiş ve gelecek duygunuzu kaybedersiniz. Huzurun, mevcudiyetin ve boş bir zihnin nihai halidir. Bazı insanlar meditasyon yaparak bu yere erişebilirler, ancak birçoğu için akış durumu, ya tatmin edici bir şey yaparken ya da nihai varlıklarını gerektirecek kadar kendilerini meşgul eden ve onları zorlayan bir aktivite yaparken ortaya çıkar.

Tüm dikkatinizi inanılmaz derecede tutkulu olduğunuz, tekil bir şekilde odaklandığınız ve tamamen kendinizi kaptırdığınız bir faaliyete veya göreve verirken, kendinizi akış halinde bir zihin durumu yaşamak için gerekli koşulları yaratırken bulabilirsiniz. Zihnin her zamanki gevezeliği kaybolmaya başlar ve bizi dikkatimizin dağılmadığı bir bölgeye yerleştirir. Normal şartlar altında sizi tüketecek olan duygular (engelleme, açlık, yorgunluk veya ağrılar ve sızılar) eriyip yok olur ve önemli olan tek şey uğraştığınız işle olan bağınızdır.

Durgunlukta Akış Durumu

Akış hali pek çok yerde ortaya çıkabilir ve bazıları için meditasyon minderi, huzur ve mevcudiyetin nihai yeridir. Bir meditasyon uygulamasının başlangıç ​​aşamalarında, zihnin sesini susturmak ve bir sükunet koltuğuna erişmek neredeyse imkansız gibi gelebilir. Ancak, ne kadar çok pratik yaparsanız ve ne kadar uzun süre oturursanız, bu huzurlu duruma dalmak ve zihnin gevezeliğini yavaşlatmak o kadar kolaylaşır. Ufak ufak başlayın ve konu meditasyon pratiğiniz olduğunda, sıklık ve uzunluk açısından ilerlemeye çalışın. Sabırlı kalın ve pratiğinize adanın ve siz farkına bile varmadan, akışınızı bulacak ve çevrenizdeki dünyanın solup gitmesine izin vererek şimdiki zamana derinlemesine dalacaksınız.

Sanatsal Uğraşlarda Akış Durumu

Birçoğu için akış durumu, sanatsal aktivitelerle meşgul olurken gerçekleşir. Müzisyenler şarkının içinde kendilerini kaybederler, sanatçılar önlerindeki tuvale mest olurlar, yazarlar kelimeleri parmak uçlarından sayfalara dökerken diğer her şeyi unuturlar. Özgün çıktı, derin bir mevcudiyet durumunu elde etmeye yardımcı olabilir ve geçmiş ve gelecek anlatılarını bırakmamıza yardımcı olabilir. Hâlihazırda hoşunuza giden bir sanat uygulamanız varsa, önceden merkezlenin ve tüm varlığınızı zanaatınıza adayın. Bunu yapmazsanız, bir kalem ve kâğıt veya biraz boya almayı deneyin ve kusurlu bir şekilde üretirken odaklanmaya ve kendinizi akışa bırakmaya çalışın.

Etkinlikteki Akış Durumu

Fiziksel aktivite, insanların şimdiye derinlemesine dalmasına yardımcı olan başka bir güçlü yerdir. Pek çok sporcu, meditatif bir durumu geliştirmelerine yardımcı olan tam mevcudiyet ve uyanıklık gerektirdiği için yaptıkları spordan zevk alır. Yoga, insanların bir akış durumuna erişmesinin, nefesi harekete bağlamasının ve farkındalığın fiziksel bedenin hareketlerine düşmesine izin vermesinin başka bir yoludur. Her ikisi de sizi nerede tam farkındalığınızı gerektirdiği konusunda biraz zorlayan, ancak yine de kendinizi rahat hissettiğiniz fiziksel aktivite, bir akış durumuna girmek için tatlı bir nokta olabilir.

Akışınızı Bulun

Herkesin kendi bedenlerinden uzaklaşmış gibi hissettikleri deneyimleri vardır. Kendinizi en çok ne zaman ve nerede hissettiğinizi merak edin. Zaman durmuş gibi göründüğünde ne yapıyordunuz? Geçmiş veya gelecekle ilgili herhangi bir konuya odaklanmadığınızda, tamamen şimdinin içinde olduğunuzda neredesiniz? Eğer geçmiş deneyimlerinizde buna benzer bir anı bulamıyorsanız, merakla düşünmeye devam edin. İlgi çekici bulduğunuz yeni özgün çabaları veya etkinlikleri deneyin. Farkındalık ve meditasyon pratiğiniz üzerinde çalışın, böylece nerede olursanız olun ve ne yapıyor olursanız olun varlığınızı geliştirebilirsiniz. Kendi benzersiz akış durumunuza erişmenin yollarını ve yeni şeyleri denemeye açık olun.

Günlük yaşamda akış deneyimi, yaratıcılığın ve esenliğin önemli bir bileşenidir. Gerçekten de, bir bireyde kendini gerçekleştirmenin kilit bir yönü olarak tanımlanabilir. Doğası gereği ödüllendirici olduğu için, ne kadar çok pratik yaparsanız, tamamen meşgul ve mutlu bir hayat elde etmenize yardımcı olan bu deneyimleri o kadar çok çoğaltmaya çalışırsınız.

Derya Öte

Kontrolcü Annelerin Yetişkin Oğulları: Zararlı İlişkilerin Etkileri

Bir annenin sevgisi her zaman koşulsuz değildir. Bazen bu sevgi, onların acılarını paylaşmasına yardımcı olur. Bazen de uzun süreli etkileri olan birçok duruma yol açar. Kontrolcü annelerin yetişkin oğulları üzerinde yarattığı sorunlar bunun bir örneğidir. Bu çocuklar, bu zararlı ve kötü ilişkinin yükünü büyüyüp bir yetişkin olana kadar taşır. Peki bu çocuklara ne olur? Bizim kültürümüz daha çok anne-kız ilişkilerine odaklanma eğilimindedir. Bir anne ve oğlu arasındaki sancılı ilişkiler genellikle görmezden gelinir.

Oidipus kompleksi üzerindeki Freudyen gölge teorileri, baba-oğul ilişkisini vurgulayarak buna katkıda bulunmuş olabilir. Film dünyası genellikle daha az popüler olan anne-oğul ilişkisini inceler. Örneğin; Alfred Hitchcock’un çoğu filminde kontrolcü bir annenin, çocuğunun hayatı üzerindeki etkisi sergilenir.

Bu nedenle, bu durumlarla ilgili daha gerçekçi tartışmalar içeren daha kapsamlı çalışmalara ihtiyacımız var. Teşhis etmesi zor olan bir problemden bahsediyoruz. Bir şekilde, “deli gömleği” kavramı hala toplumsal cinsiyetle ilişkilendiriliyor. Erkek benlik kavramı, erkeklerin çoğu zaman yardım isteme konusunda zorluk yaşamalarına sebep oluyor. Yetişkin bir erkeğin annesiyle olan ilişkisi, inşa etmekte olduğu kimliğini ve başkalarıyla nasıl etkileşimde bulunduğunu etkilediği için oldukça önemlidir. Bu nedenle, kontrolcü bir annenin gölgesi bağımsızlığa ve mutluluğa ulaşmada ciddi etkilere sahip olabilir.

Kontrolcü annelerin yetişkin çocukları: bu ilişki bu çocukların yaşamlarını nasıl etkiler?

Kontrolcü annelerin yetişkin oğulları, genellikle sessizlik ve sürekli çelişkiler içinde yaşar. Bunu her şeyden önce kültürümüze borçluyuz. Aynı zamanda, erkeklerin güçlü görünmesi için duygularını gizlemek zorunda olduğu erkek davranış kuralları da bu durumu etkilemektedir. Erkek, bir kadın gibi görünmemek için bunu yapar. Acısını gizler ve olaylara sadece erkeklere izin verilen şekilde tepki verir. Dolayısıyla, erkeğin özgür ya da bağımsız olması beklenen bir dünyada, denetleyici, narsisist ve manipülatif bir annenin ağır taleplerini karşılaması kolay değildir.

Kontrolcü annelerin kızlarının da, oğullarıyla aynı problemleri paylaştığını söyleyebiliriz. Her şeyden önce aynı insan tarafından büyütüldüler ve onunla birlikte yaşadılar. Anneleri tarafından kontrol edilme duygusunu, bencillik ve tatminsizlik gibi hisleri tattılar.

Ancak, bu durum her zaman böyle olmayabilir. Bireysel farklılıklar her zaman vardır ve bu farklılıklar kişinin cinsiyetinden çok karakterine bağlıdır. Ancak yetişkin erkeklerin yaşadıkları problemler daha benzerdir ve tutarlı olduğundan incelenmesi kolay belli bir kalıp oluşturmaktadır.

İnkar ve yalanın sürekli kullanımı

Narsisist bir annenin etkisi altında büyümüş olan bir çocuk kendi özgün ve güçlü kimliğini inşa edecek zaman bulamaz. Bu tip durumlarda, erkeklerin hayatta kalma mekanizmaları onları sürekli yalan söylemeye sevk eder. Bunu her şeyden önce annelerini hayal kırıklığına uğratmamak, töhmet altında kalmamak için yaparlar. Ancak çocukken edindikleri bu davranış biçimini yetişkin olduklarında da devam ettirirler.

Yalanlar sizi korumak, duygularınızı gizlemek, annenizi memnun etmek ve her türlü zorlu durumda hayatta kalmanıza yardımcı olmak için hizmetinizdedir.

Güçlü duygusal baskı

Duygular kontrolcü annelerin yetişkin çocuklarını derinden etkiler. Bir annenin kendi duygusal ihtiyaçlarını öncelikli hale getirmek için çocuğunun duygusal ihtiyaçlarını bastırması, çocukta duygularını gizleme arzusu meydana getirir, hatta hislerini belli etmeyi utanç verici ve aynı zamanda tehdit edici bulmasına sebep olabilir. Bu nedenle, kontrolü elden bırakmayan bir anneyle yaşayan yetişkin erkekler, birçok durumda farklı psikolojik bozukluklara yol açabilecek şekilde duygularını bastırmaya devam ederler.

Düşmanlık

Kontrolcü bir anne çocuğuyla arasında güvensiz bir bağ kurar. Erkek çocuk, duygusal olarak değerli görülmediği bir ilişkide agresif ve düşmanca davranışlar sergileyebilir. Kontrolcü anneyle olan ilişkilerde erkek çocuğu kızdan ayıran fark budur. Bu, böyle bir ortamda büyümüş yetişkin bir erkeğin bazı durumlara aşırı abartılı tepkiler gösterebileceği anlamına gelmektedir. Kontrolünü kaybedip sinirle hareket edebilir. Çünkü duygularıyla başa çıkma konusunda oldukça başarısızdır.

Başarısız ilişkiler ve kendini boykot etme

Manipülatif anneler oğullarını kendi kişisel mülkü gibi görür. Bu zararlı ilişki, erkek çocuğun duygusal gelişimini, psikolojik olgunluğunu, bağımsızlık anlayışını ve karar verme yeteneğini ciddi şekilde etkiler. Bu durumdan çıkacak sonuç ise bireyin partneri ile duygusal bir bağ ve yakınlık kurmada kesinlikle zorluk çekecek olmasıdır. 

Kontrolcü bir anne, oğlunun kendi yaşam alanına sahip olmasını istemez. Çocuğunun başka bir insanla bağımsız ve mutlu bir hayat kurmasını engellemekten hiç çekinmemesi yaygın görülen bir durumdur. Bu durum, yetişkin oğlun aklına bütün ilişkilerinin başarısızlıkla sonuçlanacağı konusunda şüphelere düşmesine ve bunun sonucunda kendini boykot etmesine sebep olur.

Sonuç olarak bir noktayı vurgulamamız gerekiyor. Erkekler yardım istemeye pek de yatkın olmadığından terapi seçeneğini göz önünde bulundurmazlar. Hatırı sayılır derecede acı çekiyor olmalarına rağmen muazzam bir inkar kapasitesine sahip oldukları için sıkıntılarını yok sayarlar. Bu nedenle, manipülatif annelerin yetişkin çocukları mutlaka dikkat gerektiren özel bir gruptur ve onlara yardım etmek bir toplum olarak bizim sorumluluğumuzdur.

Psikolog Valeria Sabater

Yetişkin Çocuklar ve Onları Kontrol Eden Ebeveynler

Kontrolcü ebeveynler, sadece çocukları büyüdüğü için bazı davranışlarını değiştirmezler. Aksine, yetişkin çocuklarını manipüle etmek için duygusal şantaj veya kurban psikolojisi gibi daha karmaşık tekniklere sıklıkla başvururlar. İstenmediği hâlde bolca tavsiye vermek. Yaptıkları veya yapamadıkları şeyler konusunda çocuklarını sürekli azarlamak. İstediklerini elde etmek için duygusal şantaj yoluna başvurmak. Bütün bunlar, ebeveynlerin çocuklarının özgüvenini olumsuz etkiler. Yetişkin çocuklar üzerinde hüküm sürdürmeye devam etmek isteyen ve onları kontrol eden ebeveynler, genellikle o kadar dolambaçlı teknikler kullanırlar ki, onlar hakkında bir kitap bile yazabilirsiniz.

Ne yazık ki, bu davranış şekli, gereksiz sıkıntılara da neden olabiliyor. Bazı insanlar yetişkinliğe ulaşmalarına rağmen, yaptıkları her şeyi eleştiren veya sürekli onları kontrol altında tutmaya çalışan ebeveynlerle uğraşmaya devam ederler. Bu sorun, genellikle toplum içerisinde pek de fark edilmemesine rağmen, kurbanın haysiyet duygusuna ve kendine güvenine çok büyük zarar verir.

Toplum, ebeveynlerin yaptıkları şeyleri kayıtsız şartsız övme ve aile birimini de koşulsuz bir sevgi ve destek sığınağı olarak idealleştirme eğiliminde. Ancak gerçek şu ki, bazı ebeveynlerin çocuklarını yetiştirme şekli daha çok acı ve mutsuzluğa yol açıyor. Maalesef, bu dinamikler, çocuklar yetişkinliğe ulaşsa bile, otomatik olarak değişmiyor. Aksine, bazen daha yerleşik hale geliyorlar ve bu dinamiklerle başa çıkılması daha sa zorlaşıyor.

Peki sizce neden bazı ebeveynler çocuklarını bu kadar çok kontrol altında tutuyor? Bu yetişkin çocukların,  bu duruma bir son vermesi neden bu kadar zor? İsterseniz, gelin, birlikte bu sağlıksız aile dinamiğinde rol oynayan bazı faktörlere bir göz atalım.

Yetişkin çocuklar ve onları kontrol altında tutan ebeveynleri

Birçok ebeveyn yetişkin çocuklarını kontrol altında tutmaya devam ediyor. Oğullarının veya kızlarının uzun zaman önce taşınması veya kendi aileleri ve ayrı bir hayatları olması aslında onlar için hiç de önemli değil. Bazı durumlarda, göbek kordonu hiçbir zaman kesilemiyor ve ebeveynler ve çocukları arasındaki ilişki yalnızca aradaki bağımlılığı beslemeye çalışan bir tür toksik sevgi bağını taşımaya devam ediyor.

Bu kontrol ihtiyacının arkasında ne olabileceğini merak ediyorsanız, cevabı oldukça basit. Başkalarını kontrol etmek isteyen insanlar, genellikle bir şeyden yoksun oldukları hissini gidermeye çalışırlar.

Bu tarz bir ilişki anlamında, ebeveynler ve yetişkin çocuklarının söz konusu olduğu durumda ise, ebeveynler yalnızlıktan korkarlar, bu yüzden çocuklarını kendilerine bağımlı tutmak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Yakınlık (ve tahakküm), onlara hâlâ birşeyler için yararlı olduklarını hissettirir. Bu güç hissi, düşük benlik saygısına sahip olma durumunu da hafifletmeye yardımcı olur ve neden oldukları ıstırabın da farkında olmamalarını sağlar.

Çocuklarının büyüdüğü gerçeği, kontrol sahibi olma gereksinimlerini değiştirmez. Bu durumu kabullenmek yerine, daha ince ve karmaşık teknikler kullanırlar. Aslında, ebeveynler, çocuklarını psikolojik olarak manipüle etmek için yıllarını harcamış olduklarından, bunu yapmaya devam etmek adına her zaman için rahatlıkla yeni yollar ve stratejiler bulacaklardır.

Hayatın kendi yoluna girmesine izin verme korkusu

Yukarıda bahsettiğimiz gibi, bu kontrol ihtiyacı bir şeylerin eksik olduğu hissinden kaynaklanır. Bu anlamda, korku da bir başka önemli faktör. Bu tarz ebeveynler, oğullarının veya kızlarının evden uzakta bağımsız, olgun ve özgür bir yaşam sürmesinden korkarlar. Kontrol altında tutan ebeveyn, yetişkin çocuğunun kendi hayatının hükümdarlığını ele geçirme girişimini saldırganlık olarak yorumlar. Aslında, öfke ve kaygıyı da tetikleyecek olan bu davranış tarafından saldırıya uğradıklarını hissederler.

Bu ebeveynler, yetişkin olan çocuklarını, kendi kararlarını verdikleri gerçeğiyle tehdit etmeyi düşünürler. Kontrol eden ebeveynin bu kararlara tepkisi, bu kararlar üzerinde tahminler yürütmek şeklinde olacaktır. Aslında, bu kişiler, yetişkin çocuklarını aldıkları kararlardan dolayı suçlu bile hissettirirler. “Bu iş için başka bir şehre taşınmaya ve beni yalnız bırakmayı nasıl düşünebilirsin?” gibi şeyler bile söyleyebilirler. Buna benzer şekilde, “Sana ihtiyacım olduğunu bildiğin halde ciddi bir ilişkiyi nasıl düşünebilirsin?” gibi cümleleri duymak bile mümkün.

Yetişkin çocuklarını kontrol altında tutan ebeveynler, sürekli olarak duvarlar örerek çocuklarının yaşamlarının doğal akışını sürdürmesini imkansız hale getirirler.

Kontrol ve manipülasyon teknikleri

Yetişkin çocuklar üzerinde kontrol sağlayan ebeveynler bunu genellikle dolaylı, incelikli ve acı verici bir şekilde yapar. Bu tür bir manipülasyon o kadar sinsidir ki, insanlar bunu gittikleri terapi seanslarında da açıklamakta genellikle zorlanırlar.

Bu durum bir örümcek ağına takılmak gibi düşünülebilir. O kadar uzun süredir oradasınızdır ki bunun normal olduğunu düşünüyor olursunuz. Ancak, tabii olarak, bu davranış tipi, normal olmaktan da oldukça uzak.

  • Kontrol eden ebeveynler her zaman “yardım etmek” için yanınızdadırlar. Ancak, tabii ki, bu yardımın bir bedeli vardır. Amaçları, üzerinizde güç sahibi olmaları için sizi bir çeşit borç durumu içinde tutmak. Ebeveyniniz size biraz borç verirse veya örneğin evinizi almanıza ya da yaptırmanıza yardım ederse, bunu daha sonra size karşı kullanır. “Ben sana borç verdim ve sen gidip ____ ‘a mı harcıyorsun?” Size iyilik yapmak, onlara sizin üzerinizde söz sahibi olmak anlamında belirli bir derecede yetki verecektir.
  • Ayrıca yetişkin çocuklarını her zaman suçlu hissettirmek için duygusal manipülasyonu da kullanırlar. Çocuklarını kontrol altında tutan ebeveynler, çocukları tarafından terk edilmekten, ihanete uğramaktan ve incitilmekten şikayet ederler.
  • Daha çok emir gibi de algılanabilecek tavsiyeler verirler ve çocukları için neyin “en iyisi” olduğu hakkında konuşmaktan asla çekinmezler.

Yetişkin çocuklar için bu döngüyü kırmak kolay mı?

Ebeveynlerinizle olan ilişkiniz üzerinde zaman zaman durup düşünmek çok önemli. Kaç yaşında olursanız olun, aranızdaki bağların olumlu mu yoksa olumsuz mu olduğunu düşünmelisiniz. Çok aşikar bir biçimde görünse de, birçok insan, bu durumun aile dinamiklerinin selameti için ne kadar zararlı olduğunun farkında bile değil.

Aşağıda, bu sağlıksız bağların döngüsünü kırmanıza yardımcı olacak bazı önerileri sunuyoruz:

  • Hangi tür davranışların sizin için kabul edilemez olduğu konusunda anne ve babanıza açık olun.
  • Net sınırlar belirleyin. Ebeveynleriniz onlara saygı duymaz, doğru tepki vermez veya kendilerini kurban gibi gösterip onları terk ettiğinizi söylerlerse, bu tür tuzaklara düşmekten kaçınmaya çalışın.

Durum ne olursa olsun, olayların nasıl olmasını istediğiniz konusunda anne ve babanızla net ve kararlı bir şekilde konuşmaya çalışın. Bunun yapılacak şeyler arasında en iyisi olduğunu özellikle vurgulayın. Son olarak da, tüm bu manipülasyon içerisinde geçen yıllarından kaynaklanan acı ve yaraları iyileştirmek için de çaba sarf etmeniz gerekecektir.

Çocuklarını Psikolojik Olarak İstismar Eden Ebeveynler

Birçok ebeveyn, yetişkin çocuklarını duygusal manipülasyon, eleştiri ve karşılaştırmalarla psikolojik olarak istismar eder. Bu görünmez dinamikler, ebeveynlerine bağımlı olmaya devam eden kadın ve erkeklerin psikolojik sağlığını tüketebilir. Manipülasyon, şantaj, hakaret ve çocukluk güvensizliklerini besleyecek yorumlar ile yetişkin çocuklarını psikolojik olarak istismar eden ebeveynler vardır. Geçen zaman, zarar veren çocukluk bağlarının kopacağı ya da tamir edileceğini garanti etmez. Bazen, bu travmalar yetişkinliğe kadar devam eder ve öz saygı ve refahı olumsuz yönde etkiler.

Psikolojik istismar pek çok formda gelir ve herkesi etkileyebilir. Bazı çocuklar yaşlı ebeveynlerini istismar ederken, bazı ebeveynler genç çocuklarını istismar eder ve hatta bazı bağımsız erkek ve kadınlar anneleri, babaları ve hatta bazen ikisi tarafından istismar edilmeye devam eder. Bu durumlarda ne yapılabilir? Bu tür sorunlarla ilgilenen sosyal servislere ya da diğer organizasyonlara ulaşmak, istismar edilen yetişkinler için nafile gelebilir. Çocukluğunuzdan beri uğraştığınız bir şeyi düzeltmenin ne anlamı var? Psikolojik istismara maruz kalan çoğu kurban, şartları değiştirmenin mümkün olacağını düşünmemektedir. Çözümden vazgeçerler ve istismar eden ebeveynler ile temas halinde kalırlar.

Açık olan bir şey var: istismar eden ebeveynler ve çocukları, her zaman bir bağa, hem de bağımlılığı, korkuyu ve hatta sevgiyi besleyen bir bağa sahiptir. Kötüye kullanımla zehirlenmiş olduğu açık olan zararlı bir aşk türüdür. Ne yazık ki, bu durum oldukça yaygındır ve kolayca kronikleşebilir.

Yetişkin çocuklarını psikolojik olarak istismar eden ebeveynler

Psikolojik istismar, başka bir kişiyi korku, manipülasyon, aşağılama, sindirme, suçluluk yansıtması, baskı ve sürekli onaylamama ile kontrol etmeye veya boyun eğdirmeye çalışan herhangi bir veya birden fazla davranıştır. Bu tür saldırılar fiziksel iz bırakmasa da psikolojik bütünlüğü etkiler. Örneğin, bir çocuğun zihni üzerindeki etkileri yıkıcı olabilir. Bu türden istismar onlarca yıldır devam ettiği zaman ortaya çıkan sonuçlarını tahmin edebilirsiniz. Diğerlerinin yanı sıra öz saygı, kimlik ve kişisel güvenlik gibi temel konular üzerinde muazzam bir etkisi vardır.

Bu tür bir istismar, mağdur bir yetişkin haline geldiği zaman başlamaz. Her zaman için çocukluklarında başlayan davranışlara dayanır. Bu, neden birçok insanın yetişkinliğe ağır duygusal yüklerle geldiğini açıklıyor. Aslında, ömür boyu psikolojik istismar travma sonrası stres bozukluğuna yol açabilir.

Bu tür istismarın göze çarpan bir yönü, insanların her şeyin normal olduğunu varsaymak için gösterdikleri olağanüstü çabadır. Çok nadiren akraba ve arkadaşlar, hatta yakınları bile istismar hakkında bir şeyler bilirler. Koşullar gizli kalır ve şiddetle korunur.

İstismar eden ebeveynler: psikolojik istismarı normalleştirmek

Yukarıda bahsettiğimiz gibi, birçok anne-baba çocuklarını psikolojik olarak istismar ediyor. Aklınıza gelebilecek ilk soru, bunun neden olduğu. İnsanlar bu korkunç koşullara nasıl dayanabilir? Bu insanların bu istismarcı ebeveynlerle bağlarını koparması daha iyi olmaz mıydı? Bu hiçbir zaman bu kadar kolay değildir. Kurban ile istismarcı arasındaki bağ, müthiş derecede karmaşıktır. Bazen, anksiyete, korku, aşağılanma ve hor görme ile özdeşleşmiş berbat şartlara rağmen, canınızı yakan kişiyi yine de sevebilirsiniz. Günün sonunda bu kişi sizin ebeveyninizdir. Eğer hiç başka bir ebeveyn-çocuk ilişkisi görmemiş olsaydınız, bu davranış size “normal” gelebilirdi.

Sonuç olarak, yetişkin çocuklar istismara ve sevgi, korku, şefkat ve nefret arasındaki tereddütlere katlanmaya devam ediyor. İstismar eden ebeveynler, sırf çocukları yetişkin olduğu için davranışlarını değiştirmez. Hor görme, eleştiri, aşağılama ve duygusal manipülasyon, gücü kontrol etmek ve kullanmak için yararlı olmaya devam ediyor. Geçen zaman bu kişileri bir meleğe dönüştürmeyecek. Kişiliklerinin bir parçası olduğu için gücü ve kontrolü beslemeye devam ederler.

Bu psikolojik istismarın etkileri nelerdir?

Çocukluk döneminde başlayan duygusal ve psikolojik istismarın sonuçlarından biri de travma sonrası stres bozukluğudur. Utrecht Üniversitesi ve Portekiz’deki Coimbra Üniversitesindeki toplum çalışmaları, bu ilişkinin önemini göstermiştir.

Bu nedenle, yetişkinliğe kadar devam eden psikolojik istismar aşağıdaki sonuçlara yol açma eğilimindedir:

  • Sorunlu ve tatmin etmeyen duygusal ilişkiler
  • Düşük öz saygı, gereksizlik hissi, zarar görmüş gurur, güvensizlik  ve motivasyonsuzluk hissi vb.
  • Duygusal baskılama ve duyguları gizleme eğilimi
  • Anksiyete, stres, uyku bozuklukları vb.

Çıkış yolu var mı?

Bu tür durumlar genellikle umutsuz görünse de, istismarcı bir ilişkiden kurtulmanın yolları vardır. Yeni başlayanlar için, yetişkin kişinin, istismarın tamamen farkında olması ve bunu çözmeye kararlı olması gerekir. Bunu söylemek yapmaktan daha kolaydır çünkü istismarcı ilişkilerde bağımlılık yaygındır. Sadece duygusal değil, aynı zamanda finansal bağımlılık. Bu durumdaki birçok yetişkin, mali açıdan bağımsız olmadıkları için ebeveynlerinin evini terk edemez. Fakat, finansal açıdan bağımsız olmak da bu istismarcı bağları kolayca kırabileceğiniz anlamına gelmez. İstismar eden ebeveynlerin devamlı manipülasyon ve eleştirisi yüzünden, bu bağları kırmak çok zordur. Kurban, durumun savunulamaz olduğuna ve değişmesi gerektiğine sıkı bir şekilde inanmalıdır.

Sonuç olarak, bu durumda iki seçenek vardır. İstismarcı ebeveynlere ses çıkarın ve onlarla bağlarınızı tamamen kesin veya iletişimi önemli ölçüde azaltın. Aynı şekilde, istismarcı ebeveynlerin yetişkin çocukları da psikolojik yardıma ihtiyaç duyar. On yıllarca süren aşağılanma ve acı, iyileşmesi gereken çok derin bir yara bırakır. Amaç; onların öz güvenlerini, kişisel güvenliklerini geri kazanmaları ve bağımsız ve mutlu olabilmeleri için hayatlarını yeniden inşa etmeleridir.

Psikolog Valeria Sabater

Neden Pek Çok Çocuk Ebeveynleriyle Bağlarını Kesiyor?

Giderek daha fazla çocuk ebeveynleriyle bağlarını koparıyor. Öyle görünüyor ki, böyle yaparak kendi hayatlarını daha barışçıl yaşamayı başarıyorlar. Ancak farklılıkların, çatışmaların veya anlaşmazlıkların üstesinden gelmek için her zaman en iyi seçenek değildir. Görünüşe göre giderek daha fazla çocuk ebeveynleriyle bağlarını kesiyor. Şu anda resmi bir veri veya rakam yok ama forumlarda, kliniklerde ve basında çıkan makalelerde bu olgunun yükselişte olduğu konuşuluyor. Görünüşe göre, bu durum özellikle Batı ülkelerinde yaygın ve yüksek gelirli ülkelerde daha belirgindir.

Bu konuda mevcut birkaç çalışmadan biri, Profesör Karl A. Pillemer tarafından yürütülen araştırmadır. Cornell Üniversitesi’nde (ABD) İnsan Gelişimi başkanıdır. Bu çalışma, bugün birçok insanın ebeveynleri ve diğer aile üyeleriyle bağlarını kestiğini belirtiyor. Bu, yetişkin yaşamıyla gelen normal bir uzaklaşma değil, son derece farklı nedenlerle bağın kopmasıdır.

” Hem uzlaşmak isteyen insanlar için daha iyi çözümler bulması, hem de sürekli yabancılaşma yaşayan insanlarla baş etmeye yardım etmesi için araştırmacılara ihtiyacımız var.”

-Karl A. Pillemer-

Çocuklar neden anne babalarıyla bağlarını koparır?

Profesör Pillemer, günümüzde ebeveynleri ile bağları koparan çocuklar ve genel olarak aile içi yabancılaşma ile ilgili araştırmalarda bir eksiklik olduğunu kaydetti. Bu nedenle 2020 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde bir anket gerçekleştirdi. Sonuçlar, dört Amerikalıdan birinin bir aile üyesiyle bağlarını kestiğini gösterdi. Bu, Karl A. Pillemer’in Fay Hatları: Kırık Aileler ve Nasıl Onarılır adlı kitabında kaydedildi. Benzer bir anket Birleşik Krallık’ta yapıldı ve sonuçlar son derece benzerdi: her beş katılımcıdan biri bazı aile bağlarını kesmişti.

Benzer anketler daha sonra Kanada ve Avustralya’da yapıldı. Yine, elde edilen veriler gerçekten benzerdi. Aslında, her iki ülkede de aile ayrılıklarının ‘salgınından’ söz ediliyordu.

Ek olarak, kendilerini ailelerinden uzaklaştırmaya karar vermiş kişiler için çevrimiçi destek gruplarının çoğaldığı açıktır. Bu grupların birçoğunda ebeveynleriyle bağları kopmuş ve onları yeniden kurmaya hiç niyeti olmayan çocuklar var. Ancak, İngilizce konuşulan dünya dışındaki ülkelerde eşdeğer bir çalışma bulunmamaktadır.

Bu fenomen neden ortaya çıkıyor?

Bu konuya yaklaşan bir diğer araştırmacı da Dr. Joshua Coleman. Onun değerlendirmesine göre, şiddet eylemleri çocukların ebeveynleriyle bağlarını kesme kararlarında en belirleyici faktörlerden bazıları. Kural olarak, geçmişten, bazen günümüzde yeniden üretilen ve aile bağlarının kopmasına neden olan bazı şiddet olayları vardır. Bu tür durumlar fiziksel, sözlü, duygusal veya cinsel şiddeti ifade eder.

Bununla birlikte, yetişkin çocuklar, çocukken yaşadıkları aynı istismarcı durumlara müsamaha göstermek istemezler. Aynı zamanda, kendileri de saldırgan olabilirler ve bu da ayrılığı hızlandırır. Bu durumlara katkıda bulunan diğer bir faktör ise ebeveynlerin boşanmış olması ve yeni bir aileye sahip olmalarıdır. Aslında pek çok insan bu duruma uyum sağlayamıyor ve bu nedenle ebeveynlerden biri veya her ikisi ile bağlarını kesmeye karar veriyor.

Değerler: çok önemli bir konu

Çocukların ebeveynleriyle bağlarını koparma olgusunu etkileyen diğer bir faktörün de değerler olduğu keşfedilmiştir. Aslında Dr. Coleman, çocuklarından uzak duran her üç anneden birinin, bu konunun en alakalı nedenlerden biri olduğunu iddia ettiğini belirtti. Bu, Karl A. Pillemer’in ulaştığı sonuçlarla tutarlıdır. Ebeveynler ve çocuklar arasında radikal bir mesafenin ortaya çıkabileceği üç boyut olduğuna dikkat çekti. Bunlar cinsel çeşitlilik, dini inançlar ve alternatif yaşam tarzlarıdır. Siyasi kutuplaşmanın da etkisi daha az da olsa var.

Ebeveynleriyle bağlarını kesen çocukların çoğu, bunun ilgili herkes için iyi bir karar olduğunu düşünüyor. Aslında bu, çatışmaları azaltır. Öte yandan, bunu bir kayıp olarak deneyimleyen ve ailesiyle anlaşamadığı için pişmanlık duyan çok kişi var. Belki de bu, biri ile diğeri arasındaki farklılıklarla ilgili değil, daha çok çatışmaları işleme yeteneğinin eksikliğiyle ilgilidir. Tartışmaların ve sevgi gösterilerinin her zaman anlaşmazlıkları yönetmenin ve yaraları iyileştirmenin iyi yolları olduğunu hatırlamakta fayda var. Aslında, ne yazık ki bazen kaçınılmaz olsa da, ayrılmak her zaman en iyi seçenek değildir.

Psikolog Valeria Sabater

Huzur Evi ve Yalnızlık: Yaşlı Hayatı

Huzur evi, her fırsatta ziyarete gittiğim, kendi içimde karmaşık duygular hissettiğim bir yer. Bir yandan, yaşlı insanların bakıldığı bu harika merkezlerin bulunmasından dolayı yoğun bir sevinç hissederim. Bu merkezlerde çalışan kişiler, hayranlık uyandırıyorlar. Diğer yandan ise, yardım edemiyor ama üzgün hissediyorum. Üniversitedeyken stajımı bir huzur evinde yaptım. Hafızama kazınan şey, birkaç çalışanın orada yaşayan bazı yaşlıların aylardır tek bir ziyaret almadıklarını söylemeleriydi.

Ara sıra, amcamı ziyaret etmek için yaşadığı huzur evine gidiyorum. Orada amcama çok iyi bakılıyor. Ayrıca beslenmesine de çok dikkat ediliyor. Amcam çok yaşlı olmadığı halde, kendine bakabilecek durumda değil. Hayat partneri ya da çocukları yok. Onu bakım evine yerleştirmek, bütün aile için harika bir karardı. Amcam orada mutlu ve hatta birkaç kilo aldı. Çalışanların söylediğine göre davranışları iyi. Onu ziyaret etmek ve onunla karşılıklı kahve içmek keyifli. Beni gördüğünde sevinir ve “Naber şampiyon?” diyerek selamlar. Ancak, çoğu zaman beni erkek kardeşimle karıştırıyor.

Huzur evinin hüzünlü koridorları

Amcamın odasına gidebilmek için binanın yarısını geçmem gerekiyor. Onun olduğu kata çıkmak ve ona sürpriz yapmak için asansöre binerim. Odasına ulaşmak için birçok yaşlı insanın her zaman tekerlekli sandalye ile oturduğu bir koridordan geçiyorum. Bu yaşlı insanlar, hareket bile etmiyor gibi görünüyorlar. Önlerinden geçerken her zaman büyük bir gülümseme ile onlara selam veriyorum. Bazıları bana bakıp gülümsüyorlar, bazıları bakıyorlar ama gülümsemiyorlar ve bazıları orada olduğumu fark etmiyorlar bile.

Bazıları o kadar üzgün ve kederli görünüyor ki yardım edemiyorum ama akıllarından ne geçtiğini ve huzur evine gelmeden önceki hayatlarının nasıl olduğunu merak ediyorum. Genellikle, yaşamlarının sonlarında kendilerini hayatın kendisi yüzünden ve ya hastalıktan boğulmuş hissederek bir tekerlekli sandalyede hayal edip etmediklerini merak ediyorum.

Staj süresi boyunca, sadece gülmek ve bağırmak için bir kadınla aynı odayı paylaşan bir adamla tanıştığımı hatırlıyorum. Adam, oldukça şiddete eğilimli görünüyordu. Alzheimeri çok ilerlediği için konuşmakta güçlük çekiyordu. Bir gün, onunla iletişim kurmaya karar verdim. Yanına oturdum ve ona hayatı ile ilgili sorular sormaya başladım. Bana nerede doğduğunu söylemesini sağladım. Daha sonra, yavaşça ama emin bir şekilde onu daha fazla konuşturmaya başladım. Bir gün, bana gülümsedi bile ve bu beklenmeyen bir şeydi.

Tek istedikleri şey ilgi

Staj günlerimin birinde, holde yürürken onun çığlığını duydum. Odasına gittim ve iki çalışanın onu banyo yaptırmak için kaldırmaya çalıştıklarını gördüm. Fakat, adam durmadan titriyordu. Odaya girdim ve beni gördüğü zaman tamamen sakinleşti. Bu, en başından beri aradığım anahtardı. İfadesiz bakışın ve etkilenmiş bilişsel kapasitelerin ardında sadece ilgiye ihtiyacı olan biri vardı.

Sevgi ve arkadaşlık edinmek bu insanlar için çok önemli. Bu anlamda, Hollanda’daki Stichting Woon en Zorgcentrum Humanitas Deventer’in yönetmeni olan Gea Sijpkes, bu konuyla ilgili bir proje başlattı. 2012 yılında, öğrencilere huzur evinde yaşlı sakinlerle ayda en az 30 saat vakit geçirmeleri karşılığında ücretsiz konaklama vermeye karar verdi.

Başkalarıyla ilişki halinde hissetmek için can atan ruhlar

Hem staj yaptığım huzur evi hem de amcamın kaldığı huzur evinde, çoğu yaşlı insanın kendini oldukça yalnız hissettiğini gözlemledim.  Bu kurumlardaki sağlık çalışanlarının yapmaları gereken çok iş var ve bu nedenle gerekli desteği sağlayamamaktadırlar. Dahası, çok az ziyaretçi alan ya da hiç ziyaretçisi olmayan bu yaşlılar nedeniyle oldukça üzgünüm. Her birinin arkasında, başka biriyle ilişki kurmak için can atan birer ruh var. Yalnızlık, onları azar azar tüketiyor.

Toplumun bize sadece işlevsel şeylerin ilgiye değer olduğunu öğrettiğini hissediyorum. Pek çok ailenin, artık bir şeye katkıda bulunmadıklarına inandıklarında, yaşlı yakınlarını bakım evlerinde bırakmaya karar vermelerini anlayamıyorum. Bu durumun en kötü kısmı ise, daha sonra çok nadiren ziyarete gidiyor olmaları. Yaşlı insanlar dinmeye değer bir hikayeye sahipler. Onlar, genç insanlar kadar önemlidirler. Bir insanı sadece yaşlandı diye terk etmek zorunda değiliz.

Hiç şüphe yok ki, huzur evi birçok durum için harika bir seçenek. Bu yazı sadece, birçok yaşlı insanın yalnızlığına ve terk edilmişliğine ışık tutmayı amaçlamaktadır. Ne yazık ki, bazı yetişkinler yaşlı insanlara,  sanki onlar bir yükmüş gibi davranıyor ve onları bir huzur evine terk etmeye karar verip daha sonra onları unutuyorlar.

Huzur evi ve çıkarmış olduğu harika iş

Yoğun programları ve diğer sorumlulukları nedeniyle birçok aile, kendilerine yetemediklerinde yaşlı yakınlarıyla ilgilenmemeye başlarlar. Bu tür durumlarda, huzur evi harika bir seçenek olur. Ancak, onları sürekli ziyaret etmeyi hatırlamak önemlidir. Yaşımızın kaç olduğundan bağımsız olarak hepimiz sevgiye ihtiyaç duyarız. Çoğu yaşlı insan, huzur evinde yaşamaktan dolayı kötü hissetmez. Ancak, sevdiklerinin arada bir onları görmeleri için zaman ayırmadıkları durumda yıpranırlar.

Bu kurumların yürüttüğü bu harika iş için her zaman minnettar olmalıyız. Bu kurumlar olmadan, onlara ihtiyacı olan birçok aile, yaşlılarına bakmak için umutsuz tedbirlere başvururlar. Özetleyecek olursak, yaşlı yakınlarımızı biraz daha düşünmeye başlamalıyız. Her daim yanlarında olmak zorunda değilsiniz ama sadece onları sürekli ziyaret etmeyi hatırlamalısınız. Onların da küçükken bize baktıkları asla unutulmamalıdır. O halde haydi, onların bize yaptıkları iyilikleri geri ödeyelim. 

Psikolog Francisco Javier Molas López

Yaşlılarda Günbatırma Sendromu

İnsanlar yaşlandıkça neredeyse tüm alışkanlıklarında değişiklikler gözlemlemeye başlarlar. Bazıları, insanların yaşlandıkça yiyecek, temizlik, uyku vb. şeylerle ilgili daha delice alışkanlıklara sahip olduğunu söyler. Peki bu neden oluyor? Bu yazıda, gün ışığının azalması ile ortaya çıkan davranışları göz önünde bulundurarak, yaşlı insanların uyku yapısında meydana gelen değişikliklere odaklanacağız. Bu fenomen akşam, alaca karanlık, gün batımı veya en yaygın olarak günbatırma sendromu olarak adlandırılır.

Bu sendromu öğleden sonra ortaya çıkan ve geceye kadar uzanan bir yönelim bozukluğu olarak tanımlayabiliriz. Özellikle yaşlandıkça herkesi etkileyebilir. Bununla birlikte, bir tür demansı olan kişilerde daha yaygındır.

Herkesin başına gelebilmesine rağmen, hastaların sadece yüzde 10 ila 25’ini etkilediğini belirtmek gerekir (Lesta ve Petocz, 2004).

González ve Sardinia’ya (2015) göre Dewing, bu durumun doğru bir şekilde tanımlanmasının zor olduğunu belirtti. Bununla birlikte, öğleden sonra veya akşam saatlerinde aşırı sinirlilik ve kafa karışıklığı dönemlerini içerdiğini ve sinirliliğe neden olduğunu doğruladı. Hastada davranış değişiklikleri de görülür.

Demansı olan insanları nasıl etkiler?

Echáverri ve Erri’ye (2007) göre günbatırma sendromu, geriatrideki en yaygın fenomenlerden birini oluşturmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu sendromun belirli bir tanımı yoktur. Ancak buna olumsuz psikolojik-davranışsal bir epizod diyebiliriz. Alzheimer hastalığı olan bazı hastaları, günün son saatlerinde özellikle huzursuz, agresif ve ajite olacakları şekilde etkiler. Günbatırma sendromu, Alzheimer’ın neden olduğu kafa karışıklığını şiddetlendirir, böylece bu hastaları daha belirgin hale getirir. Sonuç olarak, bunama ile ilgili davranışsal, duygusal ve bilişsel sorunlara yol açar.

Günbatırma sendromunun belirtileri ve semptomları

Gimenez ve Macias’ın dediği gibi, bu sendromun kökeni veya nedeni Alzheimer hastalığının neden olduğu sirkadiyen uyku ritmlerinin bir arızası olabilir. Başka bir neden, yaşlılıkla ilişkili ışık algısında bir başkalaşma olması olabilir. Bu sendroma yol açabilecek bazı nedenler, sosyal izolasyon ve gün batımının karanlığı olabilir. Bir diğeri, Dünya Sağlık Örgütü’nün aynı anda üç veya daha fazla ilacın kullanımı olarak tanımladığı çoklu ilaç kullanımı olabilir.

Tanımlanmış bir klinik tablo olmamasına rağmen, Gimenez ve Macias’a (2015) göre bu sendromun bazı belirtileri şunlardır:

  • Yüksek yönelim bozukluğu.
  • Kafa karışıklığı.
  • Hiperaktivite.
  • Saldırgan davranışlar.
  • Anksiyete.

Echáverri ve Erri’ye (2007) göre de ortaya çıkan diğer belirtiler şunlardır:

  • Kısıtlanmış monologlar, canlı tartışmalar, bağırmak, küfretmek ve ses bastırmak.
  • Kayıtsızlık ve depresyon.
  • Baş ağrıları.
  • Gezici davranışlar ve gece aktivitesinde artış, sonuç olarak uykusuzluğa yol açar.
  • Paranoyak düşünceler ve çığlık atma.

Günbatırma sendromu nasıl daha iyi yönetilir?

Farmakolojiye ek olarak, aşağıdaki önerileri akılda tutmak önemlidir:

  • Düzenli yaşam alışkanlıkları oluşturun.
  • İnterküran enfeksiyonu eleyin. Başka bir deyişle, bu sendromun başka bir durumla etkileşmediğinden emin olun.
  • Kişiyi basit aktivitelerle meşgul edin.
  • Gündüz saatlerinde şekerleme yapmayın.
  • Gürültü miktarını azaltın.
  • Uygun aydınlatma sağlayın.
  • Kafeinli içeceklerden kaçının.
  • Bu sendroma yol açabilecek ilaçları almadıklarından emin olun.

Bununla birlikte, çok agılı terapi veya Snoezelen kullanımının bu sendromun belirti ve semptomlarını hafifletebileceğini unutmamalıyız. Sonuç olarak, günbatırma sendromu hakkında çok fazla bilgi yoktur. Buna göre hareket etmek için farklı değişikliklere yol açan faktörleri anlamak gerekir. Ancak bu şekilde hastaların yaşam kaltesi önemli ölçüde artacaktır.

Psikolog Elena Garcia

Yaşlılarda Boşanmadan Sonra Hayata Yeniden Başlamak

Birçoğu bunu bir kurtuluş olarak görüyor. Bununla birlikte, 50 yaşın üzerindeki kişilerde boşanmalar her zaman çok olumlu değildir. Aslında, bu patlayan olgunun arkasında gizli ekonomik anlaşmazlıklar ve büyük duygusal zorluklar yatmaktadır. İstatistiki veriler, yaşlılarda ve 50 yaş üstü çiftlerde boşanma oranlarının tüm dünyada arttığını belirtiyor. Bununla birlikte, biri 20, 30, hatta 40 yıllık bir ilişkinin sona ermesiyle karşı karşıya kaldığında, zorluklar sayısızdır. Ayrıca kişiden kişiye göre değişkendir.

‘Yaşlılarda boşanmadan’ sonra hayata başlamak kolay bir iş değil. Aslında, birçok insan tamamen kaybolmuş hissediyor. Öte yandan, diğerleri bunu yeni bir fırsat veya ikinci bir şans olarak görüyor. Umut dolu hedeflerle dolu daha mutlu, daha canlandırıcı bir varoluşu şekillendirmek için hak edilmiş bir fırsat. Durum ne olursa olsun, memnuniyet getirmekten çok sadece mutsuzluk ve sorun getiren herhangi bir ilişkiyi bitirmenin gerekli olduğu inkar edilemez.

Bununla birlikte, iki kişi on yıllardır birlikte yaşadıklarında, genellikle büyük bir aile, duygusal, maddi ve hatta ekonomik altyapı inşa ettiler. Bu mirası ikiye bölmek, tıpkı bir kağıdı ortadan ikiye kesmek gibi kolay değil. Örneğin, mülklerin bölünmesinde hemen hemen her zaman zorluklar ortaya çıkar. Dahası, çiftler kendilerini ayrılığın yasını tutup hayatlarının anlamını yeniden tanımlamak zorunda bulurlar.

0-60 yaş arası birçok insan, boşanma süreciyle ilgili duygularla nasıl başa çıkacağını ve hayata tek başına nasıl başlayacağını bilmiyor.

Yaşlılarda boşanma, kendimizi yeniden inşa etmek zorunda kalmayı, aynı zamanda eski partnerimizle paylaştığımız tüm hayatı bütünleştirmeyi ima eder.

Yaşlılarda boşanmadan sonra hayata yeniden başlamanın anahtarları

Yaşlılarda boşanma durumunda, aşk bazen bitti, zarar gördü veya istismar edildi. Ancak, mutsuz ilişkilerini bitirmek yerine on yıllarca uzatanlar da var. Bu, özellikle evliliğin sonsuza kadar sürmesi gerektiği öğretilen altmış yaşın üzerindeki çiftlerde yaygındır. Söylemeye gerek yok, bu tür koşullar altında sonsuza kadar sürecek tek şey acı çekmektir. Neyse ki, bu algının modası geçmiş. Boşanma artık bir damga olarak değil, toplumumuzda sık ve pekiştirilmiş bir eylem olarak görülüyor. Buna 50 ile 60 yaş arasındaki birçok kadının ekonomik bağımsızlığının ve kendi kariyerlerinin tadını çıkarması da eklendiğinde, nüfusun bu dilimindeki ayrılıkların artmasının nedenini anlamak kolay.

Asıl zorluk, yaşlılarda boşanmadan sonra hayata nasıl başlayacağınızdır. Boş yuva sendromu, orta yaş krizi veya yaklaşan emeklilikle açıklanabilecek bir şey değil. Bunlar eşlerini/partnerlerini artık sevmeyen ve yeni bir hayata tek başına başlamak isteyen kişilerdir. Bu cesur adımı attıktan sonra gelenleri yönetmek kolay değil.

Çevreden destek ihtiyacı

The Journals of Gerontology’de yayınlanan araştırma, iki ilginç yönü ortaya koyuyor. İlk olarak, sözde yaşlılarda boşanma devrimi varlığını ilk kez 1990’da duyurdu. O zamandan beri, 50 yaşın üzerindeki çiftlerdeki ayrılıklar dört boşanmadan birini temsil ediyor. İkinci yön, bu fenomenin tahmin edicilerini veya sonuçlarını kesin olarak bilmememizdir. Bildiğimiz şey, bunun basit bir süreç olmadığı ve kendine has özellikleri nedeniyle genç yaşta boşanmadan son derece farklı olduğu.

Bu durumlarda kilit nokta, boşanmış eşin çevresinin desteğine sahip olması gerektiğidir. Aslında, konuşacak arkadaşlara ve günlük bir müttefik gibi davranan bir sosyal gruba sahip olmak, yaşlılarda bir boşanmadan sonra hayata başlamanın anahtarıdır. Diğer aile üyelerinin anlayış ve desteğine sahip olmak da önemlidir.

Yaşlılarda bir boşanmayla karşı karşıya kalmak, çiftin geniş ailesi ve ortak arkadaşlıkları ile ilişkileri bırakmak zorunda kalmak anlamına gelir. Ayrıca belirli hayallerinden vazgeçmeleri ve tüm hatıra ve deneyim miraslarını yeniden formüle etmeleri gerekir.

Hayat hikayelerini geleceğe yönlendirmek için yeniden şekillendirmek

Boşanmaya karar veren 55 veya 60 yaşındaki çift, 20, 30 veya daha fazla yıl birlikte yaşamış olabilir. Doğal olarak, her vaka benzersizdir ve başlangıçtan itibaren yanlış giden bazı ilişkiler olsa da, diğerleri çok daha sonra bir düşüş yaşamış olabilir. Çoğu durumda, hayatı neredeyse sıfırdan yeniden formüle etmek anlamına gelir.

Yaşadıklarından pişmanlık duyanlar var ve kendilerine “Neden daha önce yapmadım? diye soranlar var. Hala sevdikleri bir partnerden çeşitli koşullar nedeniyle ayrılmak zorunda kaldıkları için acı çekerek ( ihanetler, anlaşmazlıklar vb.) gidenler de var. Ayrıca, uzun süren istismarcı ilişkilerden kaçanlar ve aşk kalmadığında karşılıklı anlaşma ile ilişkileri terk edenler de olacaktır.

Tüm bu durumlarda, yapmaları gereken son şey, partnerleriyle olan hayatlarını silmeye çalışmaktır. Bu paylaşılan on yıllar oradadır ve tarihlerinin bir parçasıdır. Kim olduklarının bir parçasını oluştururlar. Geleceğe odaklanmak için geçmişi kabul etmeleri gerekir. Bunun için ayrılığın yasını tutmaları gerekir. Daha sonra yeni istek ve amaçları netleştirebilirler.

Ekonomik sorunlar kaygıya neden olabilir

Yaşlılarda boşanmadan sonra hayata başlamak, çoğu durumda zorlayıcıdır. Dahası, partnerlerden biri mali olarak katkıda bulunmadığında ve eşlerinin emekli maaşına bağlı olduğunda. Ne de olsa, hayatlarını çocuklarını büyütmeye adayan birçok kadın var.

Diğer durumlarda, çift genellikle yasal sorunlara neden olan bir mülkün bölünmesiyle karşı karşıya kalır. Bunlar, çok fazla endişeye neden olan ve bazı durumlarda diğer aile üyeleri arasında düşmanlık yaratabilen deneyimlerdir.

Yaşlılarda boşanmanın yetişkin çocuklar üzerindeki etkisi

50’li ve 60’lı yaşlarındaki çoğu ebeveyn, çocuklarının boşanmalarının etkisini fazla hissetmeyeceğini varsayıyor. “Büyüdüler”, “Onların kendi hayatları var” diyorlar. Ancak, bu gençlerin çoğu, nasıl kabul edeceklerini, anlayacaklarını ve yüzleşeceklerini gerçekten bilmeden, durumla sessizce ilgilenirler. Hayal kırıklığı ve üzüntü ile birlikte garip ve çelişkili duygular yaşarlar.

Bu nedenle, ebeveynler yetişkin çocuklarıyla konuşmalı ve onlara nasıl hissettiklerinin tamamen anlaşılabilir olduğunu açıklamalıdır. İletişim kanallarını açık tutmalı ve çocuklarının büyümüş olmalarının  ayrılığın onları çok fazla etkilemeyeceği anlamına gelmediğini anlamalıdırlar. Hayat böyle değil. Açıkçası, ayrılma ve boşanmak için çocuklarının iznine ihtiyaçları yok. Bununla birlikte, ebeveynler ve çocuklar arasındaki karşılıklı destek, empatik ve samimi diyalogdan yararlanmanın yanı sıra, hiç kimse için asla rahat veya kolay olmayan bir durum için bir tampon görevi görecektir.

Psikolog Valeria Sabater

İlişkinizin uzun sürmesini istiyorsanız, partnerinizle kaliteli zaman geçirmek çok önemlidir. 

İlişkinizin gelişmesini istiyorsanız, onu geliştirmeli ve günlük olarak onunla ilgilenmelisiniz. Partnerinizin tanındığını, ilgilenildiğini ve sevildiğini hissetmesini sağlamalısınız. Bu hedeflere farklı şekillerde ulaşabilirsiniz, ancak birlikte vakit geçirmek en önemlilerinden biridir. Partnerinize kaliteli zaman ayırmanız için size bazı ipuçları vereceğiz.

Birlikte vakit geçirmek basit bir görev gibi görünse de, genellikle her zaman gerektiği gibi ilgilenmeyebileceğiniz bir şeydir. Aslında, Journal of Family Psychology’de yayınlanan bir araştırmaya göre, çiftlerin birlikte geçirdikleri süre, ilişkilerinde değiştirmek istedikleri ana yönlerden biridir. Bu, birlikte zaman geçirmek, birbirinize dikkat etmek ve ilginç sohbetler oluşturmak gibi alanları içerir.

Partnerinize neden kaliteli zaman ayırasınız?

Romantik bir bağ kurduğunuzda, partnerinizle birlikte olma ve duygusal yakınlığı geliştirme arzusu doğal dürtülerdir. Aslında, Sternberg’in (1986) üçgen aşk teorisini takip ederek, paylaşılan zaman doğrudan iki ana bileşeniyle bağlantılıdır: tutku ve yakınlık. Kaliteli zaman, basit fiziksel yakınlığı ve karşılıklı arkadaşlığı, kendini ifşa etme (kendimizle ilgili önemli bilgileri paylaşmak) ve güveni artırma gibi daha derin yönleri birleştirir.

Bu unsur, bir ilişkideki esenlik ile bağlantılıdır. Çağdaş Aile Terapisi’nde yayınlanan bir araştırmaya göre, birlikte konuşarak ve etkinlikleri paylaşarak daha fazla zaman geçiren çiftler, ilişkilerinde daha fazla memnuniyet ve daha olumlu nitelikler algılıyorlar. Dahası, romantik partnerleriyle daha fazla yakınlık yaşarlar. Bu nedenle birlikte vakit geçirmek tüm ilişkilerde olumlu ve gerekli bir süreçtir. Ancak, özellikle üyelerden birinin veya her ikisinin kaliteli zamanı ana sevgi dili olarak kullandığı kişiler için geçerlidir . Bunlar, ortaklarıyla anları, alanı ve deneyimleri paylaşarak sevgilerini ifade eden ve sevildiğini hisseden insanlardır.

Eşinizle kaliteli zaman geçirmenin anahtarları

Nereden başlayacağınızı mı merak ediyorsunuz? Gary Chapman, The 5 Love Languages adlı kitabında partnerinize kaliteli zaman ayırmanıza yardımcı olacak bazı anahtarlar sunuyor. Kaliteli zamanı aşkın beş dilinden biri olarak tanımlar.

1. Tüm dikkatinizi onlara verin

Kaliteli zaman sadece partnerinizle aynı alanı paylaşmak anlamına gelmez. Kendilerini bu özel sevgi diliyle ifade edenlerin, tüm zamanınızı onlara ayırmanızı istediklerini ya da birlikte belli bir süre geçirdiğiniz sürece kendilerini tatmin edeceklerini sanma hatasına düşmemelisiniz. Aslında, asıl istedikleri bağlantı ve kalitedir.

Bu, birlikte geçirdiğiniz anlarda tüm dikkatinizi onlara vermeniz, beş duyunuzun tümü ile tamamen ilgilenmeniz ve nihayetinde onlara gücünüzü vermeniz anlamına gelir.

Bunu başarmak için yanlarındayken televizyonu kapatıp cep telefonunu bir kenara koyun, göz teması kurun, onları dinleyin ve birlikte anın tadını çıkarın. Başka şeyler düşünerek dikkatinizin dağılmasına izin vermeyin.

2. Birlikte aktiviteler yapın

Sevdiklerini bildiğiniz ve sizinle paylaşmak istedikleri aktiviteleri birlikte yapmak iyi bir fikirdir. Örneğin, hobilerinden birine katılın , sevdikleri konsere veya resitale katılın ya da birlikte doğa yürüyüşüne çıkın.Ayrıca onları hobilerinizi ve ilgi alanlarınızı paylaşmaya davet edin. Bu durumda, sevginizi etkinlikte değil, gerçekleştirme amacınızda ifade edersiniz: önemli anları paylaşmak ve kalıcı anılar yaratmak.

3. Onları dinlemeyi öğrenin

Eşiniz sevgi dili olarak kaliteli zaman kullanıyorsa, onu nasıl dinleyeceğinizi bildiğinizde sevildiğini hisseder. Unutmayın, dinlemek duymakla aynı şey değildir. Dinlemek, kendi ilgi alanlarınız tarafından dikkatiniz dağılmadan size söylediklerini dinlemeye kendinizi adamanız gerektiği anlamına gelir. Bu nedenle, daha fazlasını öğrenmeye gerçekten ilgi gösterin, onlara ilgili sorular sorun ve nasıl hissettiklerini anlamaya çalışın.

Tavsiyenizi veya fikrinizi aramadıklarını unutmayın, ancak onlara ne olduğunu ve nasıl hissettiklerini ifade edebilmeleri ve ilişkinin güvenli bir yer olduğunu ifade edebilmeleri için yanlarında olduğunuzu bilmeleri gerekir. Bu yüzden. Her şeyden önce, anlayış ve doğrulama ararlar.

4. Kendini ifşa etme alıştırması yapın

Nasıl iletişim kuracağınızı ve kendinizi ifade edeceğinizi bilmek de eşit derecede önemlidir. Duygusal yakınlık oluşturmak ve partnerinizi iç dünyanıza dahil etmek için kullandığınız zaman, zamanınız kaliteli zaman haline gelir. Partneriniz nasıl hissettiğinizi, gününüzün nasıl geçtiğini, sizi neyin endişelendirdiğini ve ilişkiden ne beklediğinizi bilmek istiyor.

Bu samimi duyguları paylaşmayı seçtiğinizde, bir bağ kurarsınız ve eşinizin sizinle sevildiğini ve ilgilendiğini hissetmesini sağlarsınız. Ancak, duygularınızla iletişim halinde değilseniz bu egzersizi kolay bulmayabilirsiniz. Ancak, uygulama ile, sonunda bir alışkanlık haline gelecektir.

5. İnisiyatif sahibi olun

Son olarak, partneriniz kaliteli zamanı sevgi dili olarak kullanıyorsa, konu birlikte zaman geçirmeye geldiğinde sizin inisiyatif sahibi olmanıza gerçekten olumlu bir şekilde değer vereceklerini bilmelisiniz. Tekliflerini kabul etmekle yetinmez , alternatifler, öneriler ve planlar da sunarsınız. Bunu yaparak, sadece rutininizden kaçmakla kalmaz, aynı zamanda eşinize birlikte kaliteli zaman geçirmeye değer verdiğinizi ve istediğinizi ve onu aramaya veya inşa etmeye kararlı olduğunuzu da gösterebilirsiniz.

Eşinizle kaliteli zaman geçirmeye başlayın

Partnerinizle zaman geçirmek bazen karmaşık olabilir çünkü sizin de kişisel, iş ve ailevi yükümlülükleriniz vardır. Aslında, Review of Economics of the Hane’de yayınlanan bir makalenin öne sürdüğü gibi, çocuklu çiftlerin programlarını senkronize etmeleri ve birlikte yer bulmaları özellikle zordur. Oysa paylaşılan zaman, birlik ve beraberlik için elzemdir ve hatta dış stresin etkilerine karşı koruyucu bir faktör görevi görür (Milek, 2015). Bu nedenle, eşinizle yeterince kaliteli deneyimler yaşamadığınızı düşünüyorsanız, bu ihtiyacınızı onlara iletmekten çekinmeyin. Kendinizi iddialı bir şekilde ifade ederseniz, herhangi bir değişikliğe dahil olmanız ve bireysel ve çift memnuniyet seviyenizi geliştirmeniz ikiniz için de daha kolay olacaktır.

Psikolog Elena Sanz

Düşünmenin insanî bir meleke olduğu açık. Burada tartışılacak bir durum yok. Önemli olan, salt insana özgü ve insanlığa bir imtiyaz olan bu gerçekliği algılayış biçimimiz. Düşünmek nedir, hayatımızda neye tekabül ediyor; bunu keşfetmemiz gerek. Türkçede‘meleke kesbetmek’ deriz; bir durumu yetenek haline getirmek için. Doğuştan sahip olduğumuz bir meleke değil midir düşünmek. Evet? Peki meleke durağan mıdır? Hayır. Tecrübe etme, yineleme ve uğraşma ile niteliği ve boyutu değiştirilebilir çünkü. Tersi de mümkün elbette. Tecrübe edilmediğinde, yinelenmediğinde, uğraşı haline getirilmediğinde kısırlaşma, hatta zamanla yok olma ile karşılaşılabilir. Yani düşünme melekesine sahip olmak yetmiyor demek ki, o melekeyi kesbetmek de gerekiyor.

İnsanı insan yapan, doğuştan kimi melekelerle donanmış olmak değildir. Aksine, o melekeleri erken zamanda fark etmek, bu fark edişi bir keşfe dönüştürmek ve nihayetinde hayat algımızı bu çerçevede oluşturmaktır. Yoksa var olan ama işlevsel olmayan bir yetinin kime ne faydası dokunur ki?

Düşünmemizin temelinde hayatı algılayış biçimimiz vardır. Burada bir paradoks da yok değil hani: Hayatı algılayışımıza göre şekillendirmiyor muyuz düşünmemizi de? Döngüsel bir hareketlilikten bahsediyoruz yani. İşte bu döngüsellik, hayatı çizgisel bir doğrultuda değil dairesel bir döngüde algılamamızı zorunlu kılıyor. Bu durum insanın bilgilenme sürecini de derinden etkilemektedir.

Çizgisel algı, parçadan hareket eder. Bütünün kendisine değil, bütünü oluşturan parçalardan herhangi birine odaklanır. Bu odaklanmada dikkat unsuru önemli bir yere sahiptir, aynı zamanda değişkenlik gösterir. Dikkat çeken şey; varlıkların kendileridir, yani görünür gerçeklikleri. Belki yapay bir gerçekliktir bu, belki de sanal. Oysa varlıkları sadece görünür gerçeklikleriyle algılamak büyük bir yanılgıdır. Bu yanılgı insanı, varlıklara hükmetmek ve bu hükmediş ile varlığını anlamlandırmaya çalışmak gibi boş bir uğraşa da sürüklemiştir.

Çizgisel algı, insanı nesneler dünyasına hapseder. Nesneler dünyası, bir isimler dünyasıdır. Bu da kategorize etmeyi zorunlu kılar. Zira kategorize etmede hem öğrenme kolaylığı vardır hem de görece bir hükmetme. İnsan, nesneleri kendince ayrıştırarak onlara hükmetme isteğini de açığa vurmuş olur. Çizgisel algı, durağan bir algıdır. Çünkü varlığın kendisinin öne çıktığı algı, varlığı bağlamsızlaştırmayı da beraberinde getirir. Bağlamsızlaştırmak, ilişkileri göz ardı etmek demektir. İlişkilerin göz ardı edilmesi ise bütüncül bakışın gerçekleştirilememesi.

Bütüncül bakış; resme, görünür gerçekliğinin ötesinde bakmayı gerekli kılar. Görünür gerçekliğin ötesine geçebilmek varlıkların ilişkiler ağına nüfuz etmekle mümkündür. İlişkiler ağı, eylemler dünyasıdır. Bu dünya isimler dünyasından daha karmaşıktır. Zira bir eylemin ne olduğunu öğrenmek, birden fazla varlığı birbirine bağlayan ilişkiler yumağını fark etmeyi gerekli kılar. Sadece eylemi ifade etmek, anlamak için yeterli değildir. Öte yandan, eylemleri hatırlamak isimleri hatırlamaktan daha güçtür. Çünkü anlatımda eylemler, isimlere göre daha çok değişkenlik gösterir. İşte eylemlere yönelen algı, varlıkları bağlamsızlaştırmayı değil; onları değişken bağlamlarıyla olduğu gibi algılamayı hedeflemektedir. Bu algıda öne çıkan nitelik, bütüncül bir hareketliliği görebilmektir. Hayat, canlı ve akışkan değil midir? Biteviye değişen bir gerçekliği yok mudur hayatın? Bu değişken gerçeklik, durağan ve nesnel olmaktan ziyade; dinamik ve öznel değil midir? Peki ya karşıtlıklara ne demeli? Bütüncüllük, karşıtlıklarla sağlanmıyor mu? Karşıtlıkta aynı zamanda bir bağlantı, iç içe geçme hatta birbirine nüfuz etme, ötekine bağımlı olma hali yok mudur? Değil mi ki değişimin ve karşıtlığın sonucu olarak yalıtılmış ve bağımsız varlıklardan bahsedemeyiz, o halde bir varlığı gerçekten tanıyabilmemiz için onun tüm ilişkilerini bilmemiz gerekir. Bu da görüngüsel bir algıyla ayrıştırmaya değil; ilişkisel bir algıyla bütünleştirmeye dönük bir düşünme yetisi kazanmakla mümkündür.

Hayatın döngüselliğini göremeden varlıklar dünyasındaki yerimizi kavrayamayız. Çizgisel algıda merkez ‘ben’dir. Her şey ben’in penceresinden nasıl görünüyorsa öyle algılanır. Çoğu zaman algılanmak istenendir bu. Ben, eylemi ‘yapan’dır. Yapan’da hükmedici bir tavır vardır; amaca ya da nedene odaklanır. Halbuki döngüsel algıda eylem; ötekilerle ahenk halinde ortaklaşa girişilen bir hareketliliktir. Ortaklık, orta yol üzerinde gerçekleşir.

Düşünmek evet; ancak, yalnızca düşünüyor olmanın yetmediğini bilerek. Önemli olan; doğru düşünmek, doğru düşünmeyi bilmek. Nasıl mı? Varlıklar dünyasını, tek bir öznenin bakış açısıyla indirgemeci bir tahakkümle değil; bütünleştirici ortak ilişkiler bağlamında algılayarak düşünmek.

Kısacası; hayata ilişkin parçalanmış algımızı yeniden bütünleştirmek için düşünmek. Niçin mi? Hayata dahil olmak için.

MEHMET SOLAK

Günümüzde bilinen en büyük engellerden biridir “elalem”. Her zaman her yerde karşımıza çıkan bu uzun duvarı yıkmak aslında elimizde olan bir durum değil midir?

Kulakları tıkayarak yaşamak ve başkalarının düşüncesine aldırış etmemek en büyük özgürlüktür. İnsan 18 yaşında değil, elalem duvarını yıkmayı başardığı zaman reşit ve özgür bir ruha sahip olur.

Elalem duvarını yıkmayı başarmış olan her birey hem mutluluğu hem de sağlığı için pozitif bir adım atmış sayılır. Uzmanların yaptığı bilimsel araştırmalar, negatif düşünceler ile yaşayan beynin daha çabuk yaşlandığını kanıtlıyor. Hem kendi seçimleriniz ile yol aldığınız bir yolda her zaman için sağlam bir şekilde ayakta durabilmenin kolaylığını da rahatlıkla hissedebilirsiniz. Bu dünyada başkaları için yaşamadığımızın bilincine erdiğimiz zaman ise gerçek mutluluğa erişmiş oluruz da diyebiliriz. Sonuçta ne yapılırsa yapılsın herkesin menfaatlerine karşılık verebilmek imkanlı olmayacaktır. Siz de başkalarının yorumları için değil, kendi özgürlüğünüz için yaşamanın tadını almaya bakmalısınız. Yoksa sağlığınızın gün geçtikçe farkınızda olmadan bozulduğunu görmek zorunda kalırsınız.

Elalem, sizi sadece uçuruma sürükleyen bir çubuktur.

Sağlıklı hayatın kilit noktasında elalem engeli

“Elalem” duvarı her zaman psikolojik anlamda yıkımlara yol açan bir unsur olarak kabul edilir. Sözlerin gücü her anlamda etkileyici olarak insanların psikolojisine dokunur. Genel olarak yaşanılan evrende insanlar birbirlerinin en yakın dostu gibi görülse de aslında en büyük rakipleridir. Bu sebeple “elalem” terimi çok fazla kullanılan bir yola girmiştir. Yapılan her iş sonucunda insan, doğası gereği onay almak ve tebrik edilmek ister. Özellikle de son zamanlarda onay almak neredeyse zor olan bir seçenek gibi görülmektedir. Buna ek olarak da eleştirilerin arkası kesilmez. Artık buna bir dur demenin anahtarı sizde.

Sağlık konusunda kilit nokta olarak görülen elalem duvarı, negatif düşüncelerin beyne yüklendiği zaman mental olarak sorunlara sebep olması ile ilgilidir. Her zaman için eleştirilerin psikolojik sağlık üzerinde insan için değersizlik hissi kazandırdığı bilinmektedir. Değersizlik hissi kazanan bir beyin ise zaman içinde öğrenmeye kendini kapatır ve yaşamdaki memnuniyet hissini kaybeder, artık her şeyden şikayet etmeye başlayan bireyler ile karşılaşırız. Bunun yanında sağlık sorunlarının başı olan stres unsurunu da harekete geçiren elalem eleştirileri, fiziksel olarak da rahatsızlıklara sahip olmanıza sebep olabilir. Hem psikolojik hem de fiziksel olarak hastalıkların temelinde bu eleştirilerden etkilenme oranının yüksek olduğunu hiç düşünmüş müydünüz? Genel olarak yapılan tıbbi araştırmalarda her hastalığın ilk sebebi psikolojik çöküş ve strestir.

Elalem duvarı da sizin üzerinizde stres oluşturmaz mı? İşte kilit bağlantı noktasını keşfetmiş olduk.

Kendinizi iç sesinizi duyun, başkalarının fısıltılarını değil.

Elalem duvarlarını nasıl yıkabiliriz?

Elalem unsuru, her bireyin başında olan ve maruz kalmak zorunda olunan noktadır. Bu duvarları yıkmak için ilaç ise kişinin kendisidir. Çevreyi duymadan, yaşadıklarının yüküne bir de çevreden yük eklemelerine izin vermeden ve en önemlisi mutlu olabildikleri gibi yaşayanlar elalem duvarını da yıkmayı başarabilirler.

Başarılı olmanın en büyük sırlarından biri de kendiniz gibi olabilmektir. Kendi gibi olmayı başaran herkes, istedikleri alanlarda okuyup meslek sahibi olmayı başaran, istedikleri özgürlüklerin tadını alabilen, içinde ukde kalmadan başarılara imza atabileceği alanları keşfeden kişilerdir. Bunun yanında hayatın amacını kendinizi severek öğrenmelisiniz. Başkalarını dinlemek, insanın kendini geri plana atması olarak da nitelendirilebilir. Görüldüğü üzere mutlu ve başarılı insanlar bu dünyaya başkaları için gelmediğini bilenler için söylenebilecek sıfatlardır.

Sağlık, istenen en büyük sevettir. Ancak bunu elalem duvarları ile kaybetmeye izin veren de yine aynı serveti dileyen kişilerdir. Siz siz olun, başkasının dedikleri için değil kendi mutluluklarınız için yaşamayı ilke edinin. Tabi ki görüş almak ve eleştiriye açık olmak önemlidir. Ancak hayatınıza karışılması ile eleştiri yapılması iki ayrı uç noktadır. Unutmayın; bir insan, özgürlüğünü reşit olduğu zaman değil başkalarının etkilerinden sıyrılıp kendi fikirleri ile mutlu olmayı öğrendiği zaman eline alır.

St. Valentine günü olmadan yaşayabiliriz ama aşık olmadan yaşayamayız. Aşk, insanın derin yapısına yakınlık ihtiyacı olarak kodlanmıştır. Bu ihtiyaç giderilmediğinde yalnızlık, reddedilme, engelleme, sürüklenme ve donup kalma temalarını deneyimleriz. Aşık olduğumuzda daha enerjik daha odaklı oluruz. Psikolojik büyüme için, aşk, hayatın temel besin kaynaklarındandır. İdeal işlevsellik ve mutluluktur.

Tabii ki tüm aşklar aynı değildir. Aile – arkadaşlar ve sevgili aşklarının arasında net ayrım yaparız. Çoğu kişi ilk grup için en az dokuz isim sayarken, ikincisi için tek isim söyler. Pek çok defa aşık olabildiğimiz halde, sadece az sayıda kişi aynı anda birkaç kişiye romantik aşk hisseder. Her iki aşkı birbirine bağlayan ise yakınlıktır. Yakınlık ile aşk başlar, yakınlığın kaybı ile aşkı sonlanır.

Derin yakınlığı tanımlarken somut şeyleri söyleriz. Bir bakış, bir hareket, bir dokunuş gibi… Diğer insanın varlığını hissettiren ani, sessiz bir farkındalık, ikinizin arasındaki sınırın sessizce kaybolmasını hissetmenize sebep olur. Ancak öte yandan paradoksal olarak, kendinizin ve diğer kişinin bedenine hızla dikkat kesiliriz ki cinsel açıdan olmayadabilir ve ardından beklenti, heyecan hissi gelir. Kendiniz ve diğeri hakkında önemli bir şey ortaya çıkar. Fiziksel rahatlama, gevşeyen kaslar ve ağırlığın azalmasını hissedersiniz.

Aile ve arkadaşlarla olan yakınlığın aksine, romantik aşkın yakınlığında kadersellik ve şaşkınlık hisleri vardır. Tamamen spontan ve doğaldır. “Olması gereken buydu” deneyimini yaşarız. Aile ve arkadaşlık ilişkilerinde de çok sürprizler olabilirken, çok ender “kadersellik” hissi vardır. Romantik aşkın büyük gizemi bu “kadersellik” hissine nasıl kapıldığımızdır.

Aşık olmak, iki yabancının gözlerinin ilk kez buluşmasından başlayarak, yaşamlarımızın en yoğun yakınlığını yaşadığımız anlara kadar giden, çok sıradışı bir yolculuktur.

Aşkın ilk aşaması yakın olmaktır.

Romantik aşklarda, o özel kişiyi bulmak isteriz. Onu bulmadan önce adeta bir elektromanyetik alanın içine girersiniz. Bu gelişimsel güçler sizin potansiyel denginizi bulmak için çekim alanıdır. Üremek, soyun devam ettirilmesi gelişimsel sürecin bir parçasıdır. Bunun için, sağlıklı ve güzel bebekler yapmanıza yardımcı olacak, iyi genli kişilere karşı doğal çekim hissedersiniz. Net ve temiz bir cilt, parlak gözler, kabarık yoğun saçlar, beyaz dişler, güzel bir yürüyüş, belirgin olan veya feromonlardan gelen güzel bir koku sizin iyi bir bağışıklık sisteminiz olduğunu gösterir.

Bu açıdan erkekler doğurganlığı simgeleyen bir kadın vücudu ararlar. Özellikle kalça bel oranı çok önemli olur bu arayışta. Kadınlar da kendi açılarından klasik V şeklindeki erkek yapısına doğru çekilirler. Erkeğin üstünlüğünü fark ettikleri anlar, diğer erkekleri yönetmek ve onları etkilemek de iç güdüsel olarak çekildikleri bir durumdur. Bununla beraber kadınlar başka ipuçlarına da bakarlar. Erkeğin eğitimi, mesleki yönelimi, yetenekleri ve finansal durumu gibi.. Bu ipuçları kadının gelecek statüsünü ve erkeğin bir aileyi geçindirip geçindiremeyeceğini de anlatır. İlk karşılaşmadan sonra erkeğin fiziksel özelliklerindense diğer özelliklerini kadın daha çok hatırlar.

Beyniniz size benzeyen kişilere doğru sizi yönlendirmekle de meşgul olur. Olası bir potansiyel denginizin güvenli ve tahmin edilebilir olması sebebiyle, geçmişi, değerleri, eğitimi ya da ilgi alanları bize benzeyen kişilere de çekiliriz. Sosyal gruplar, iş grupları bizim doğal eşleşme alanlarımızdır. Bazen de fiziksel olarak da kendimize benzeyen insanlara karşı çekilebiliriz. Mesela aynı cilt rengi, göz rengi, dudaklarının kalınlığı, burnunun genişliği, gözlerinin arasındaki açıklık, kulak memelerinin uzunluğu, orta parmağın uzunluğu ve hatta ciğer kapasitesi yapılan araştırmalarda ortaya çıkan bazı fiziksel çekimlerdir. Kim tahmin edebilir ki bunları seçeceğimizi?

Ancak beyin aynı zamanda genetik havuza da ilgi duyar ve çeşitlilik açısından farklı genetik yapılara bakar. Bu yüzden yeniye, riskliye, hatta tehlikelere karşı da bir çekim hissedebiliriz. Farklılık bizi heyecanlandırır. Bizim sahip olmadığımız ve olmak istediğimiz özelliklere sahip olan birisine karşı çekim duyarız.

Aslında bize çok benzeyen ama çok da benzemeyen, bizden farklı ama çok da farklı olmayan insanlara çekiliriz. Bütün bu fiziksel ve diğer özelliklerden geçmek aşık olmanın ilk aşamasıdır. Bu filtrelerden geçtikten sonra onun kişisel özelliklerine bakacak kadar yakınlaşırız. İlk tanışmadan sonra partnerimizin istikrarlı olmasını istediğimizi söyleriz. Nazik, samimi, güvenilir, şefkatli, esprili, bizi seven, bize değer veren ve bizim ihtiyaçlarımıza karşı sorumluluk hisseden birisini çekeriz.

Tabii bu sevgililik alanına girdiğimiz zaman, potansiyel romantik bir partner olarak kendi değerlerimize de bakmamız gerekir. Mesela rekabet nasıl? Biz kendimizi ne kadar yalnız ve çaresiz hissediyoruz? Adayların sayısı ne kadar? Bütün bunlar bizim neyi ve kimi istediğimiz konusunda ayarlamalar yaptırır bize.

Bazen hatta bir aday bizim bütün istediklerimize sahip olsa da çoğumuz ona aşık olmadan evlenmeyeceğimizi söyleriz. Aramızda romantik bir çekim olduğunu, heyecan olduğunu hissetmek isteriz. İşte bu ateşlı duygusal süreç bizim soğuk mantıklı uygunluk kararımızı yargımızı etkiler. Kendi duygularımızı, karşımızdakini aklıcıl değerlendirmek yerine, onun özelliklerine ekleriz. Karşımızdakinin sıkıntılarını görmezden geliriz, olumlu özelliklerini abartabiliriz. Ve artık çok geç kalmışızdır. Aşık olmuşuzdur.

İkinci aşama… Aşık olmak

İnsanlar aşkı anlatırken benzer ifadeler kullanırlar (mantıklı tarafımız garip bulsa da). Tüketici bir tutku, saplantılı, ele geçirme, kontrolünüzün çok az olduğu bir şeye çekilme…  Fiziksel ve duygusal uyarılma olarak uyuşturucu/alkol etkisindeymiş gibi kafayı bulma hissi verdiği söylenir. Hafif halüsinojen etkilerle, sevgili eşsiz ve özel olarak idealize edilir. Bu aşkın “sonsuza dek” süreceği inancı alır. Genelde tüm bu hisler, erkeklerde kadına göre daha fazla hızlı ve ani gelir. Bazende süreç yavaş çekim gibi ilerler. henüz adı konmamış “bir şey” oldu hissi gelir. İki kişi arasından bir duygu veya enerji dalgası geçer. Kendinizin genişlediğinizi hissedersiniz, kalbiniz aşktan, bedeniniz arzudan “patlar”.

Tüm bunları deneyimlediğiniz için “ gurur” duyarsınız. Tüm “duyularınızı” doyurmak istersiniz. Bu olduğunda da, bebekliğinizden beri çok ender hissettiğiniz bir yakınlık ve tam tatmin yaşarsınız. Freud bunu kaybedilmiş bir aşkın yeniden bulunmasına benzetir.

Romantik aşkın ilk dönemlerinde sadece beyindeki ödül merkezleri tetiklenmez. Bağımlılık ile alakalı bölümler de tetiklenir. Burada bizim aşık olduğumuz kişiye karşı yoğun duygusal ve cinsel odaklanma olur. Onun alt dudağının kıvrımı, burnunun eğimi, sandalyeden kalkış şekli, belirgin yürüyüşü gibi onun varlığı ile ilgili bir şey size hayranlık uyandırır. Onunla birlikte olmak, onun hakkındaki herşeyi bilmek istersiniz.

Bebeklikten başka, insan hayatının başka hiçbir deneyiminde, bu kadar yoğun fiziksel deneyim yaşayamazsınız. Büyüdükçe, sosyal mesafeler devreye girer; gözlerini dikip bakma, dokunma, elleme azalır. Ancak sevgili ile durum tersine döner; uzun bakışmalar, öpüşme, çıplaklık, intim dokunuşlar ve cinsel birleşme, karın karına temas, tüm bedeninizin diğerine değmesi… Aynı ebeveyn – bebek bağlanmasındaki gibi, romantik bağlanmayı da gerçekleştirir.

Küçük sohbetler ve kendimiz hakkındaki bilgilerin paylaşımı bizi daha samimi bağlanmaya doğru sürükler. Konuşmanın tonu yumuşar, daha nazik oluruz. Zamanla kelimeler daha az önemli olur. Bir bebek cıvıldamasına doğru yöneliriz. Ortak paylaşılan güvenlik hissi, çifti sarıp sarmalar. Tüm dışarıdaki goygoy susar ve bu özel anlar süresince aynı çok küçüklük zamanlarımızda olduğu gibi, dünyanın geri kalanı fark edilmez olur. Aslında yukarıdakilerin hepsi, birbirimiz arasındaki bağlanma sağlamlaşana kadar bizi bir arada tutacak yapıştırıcıdır. Sizi uzun dönem bir arada tutmak için bu yapı dizayn edilmiştir.

Tam oluşmuş bağlanma

Aşka yürümek sonunda aşık olmaya dönüşmüştür. Beyniniz oksitosin ve vazopressin salgılarından dolayı aşk kimyasalları ile doludur. Çift olmanızı sağlayacak endorfinler sizi ele geçirir. Bu noktada baskın olan duygular güvenlik, mutluluk ve dünya ile ilgili herşey iyidir hissi verir. Aynen normal arkadaşlıkta olduğu gibi ama birazcık daha farklı, bir arkadaşlık, bir yoldaşlık, birbirine özen gösterme süreçleri başlar. Bu bağlanmanın gerçek başlangıcıdır. Uzun süreli aşkla mı ya da acıyla mı bağlanacağımızı belirler. İşte bu oluşan bağlanma sizin çocukluktaki ebeveynlerinizle bağlanma modeliniz tarafından şekillenir. Siz çocukken güvenli bağlanma ortamında mıydınız? Strese karşı korundunuz mu? Şimdi bunu bir başkasıyla beraber tekrar yapabilir misiniz? Ebeveynler ile olan ilişkinizde kendinizden çok vazgeçmeniz gerektiyse şimdide aynısını mı yapıyorsunuz?

Yakınlık ve samimiyet yerine kontrol etme ihtiyacını mı daha çok duyuyorsunuz veya eski acıyı tekrarlayarak ‘hiçbir şey olmamasındansa, herhangi bir aşk daha iyidir’ diye size çokta uymayacak bağlanmalara evet mi diyorsunuz? İşte bütün bunlar sizin büyük aşkınızın nasıl sonuçlanacağını belirleyecektir. Bu da bambaşka bir hikayedir.

DR. ŞENİZ ÜNAL

Antropolojiden sinirbilimine kadar yıllar boyunca bütün bilim adamları aynı soruyu soruyor. Gerçekte aşk nedir?Her bilim dalı kendi açısından aşkı araştırıyor. Yapılan keşiflerle aşkın arkasındaki bilimin yani kimyanın, hem düşündüğümüzden daha basit hem de daha komplike olduğunu ortaya koyuyor.

En son ne zaman birisine karşı çekim hissettiniz?

Bu çekim esnasında afallayabilirsiniz, avuçlarınız terleyebilir, kendinizi saçmalarken bulabilir, şaşırır veya tökezleyebilirsiniz. Hatta kalbiniz yerinden çıkacak kadar çok çarpabilir. Bütün duyguların kalpten çıktığı gibi, insanların aşkın da kalpten çıktığını düşünmesi boşuna değil aslında. Ancak aşkın tamamen beyinle alakalı olduğunu yapılan çalışmalarla birlikte öğreniyoruz.

Rutgers University’den Dr. Helen Fisher önderliğinde bir grup bilim insanının yaptığı araştırmaya göre romantik aşk üç kategoriye bölünüyor. Arzu – şehvet, çekicilik ve bağlanma… Her biri kategori için örtüşmeler ve incelikler olsa da, her kategori kendi hormonları ile karakterize ediliyor. Testosteron ve östrojen şehveti, arzuyu arttırırken; dopamin, norepinefrin (noradrenalin) ve serotonin cazibe yaratır;  oksitosin ve vazopressin de bağlanmaya aracılık eder.

1. Kategori – Arzu – Şehvet:

Arzu – şehvet, cinsel tatmin isteği tarafından yönlendirilir. Gelişimsel olarak baktığımızda bütün canlılarda bir üreme isteği, ihtiyacı vardır. Her canlı üreme yoluyla genlerini başka bir canlıya aktarır ve böylelikle türlerinin devamına katkıda bulunur, soylarını devam ettirir. Aslında ölümsüzlük bir anlamda da üremenin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bu noktada beyindeki hipotalamus büyük rol oynuyor. Hipotalamus, testosteron ve östrojen hormonlarının uyarılmasını sağlar. Bu hormonlar “erkek” ve “dişi” olarak kalıplaşmış olsalarda, her ikiside kadın ve erkekte bulunmaktadır. Testosteron hemen hemen herkeste libidoyu artırırken, östrojen daha az belirgin olabiliyor.

A: Arzu – şehvet, seks hormonlarını salgılayarak cinsel birleşmenin tetikleyicisi oluyor. B ve C: Dopamin, oksitosin ve vazopressin, beynin birçok hayati işlevi ve duyguyu kontrol eden bir bölgesi olan hipotalamusta yapılır. D: Beynin aşkı etkileyen birkaç bölgesi. Şehvet ve arzu, gerçek davranışı içeren beynin prefrontal korteksini kapatır.

2. Kategori – Çekim:

 Bir diğer kategori atraksiyon yani çekimdir.

Çekim duyduğunuz birisine karşı arzu hissedebilirsiniz veya tam tersi olabilir. Yani illa çekici bulduğunuz birisine karşı cinsel arzu hissedeceksiniz diye bir durum söz konusu değil, birinden biri olmadan da olabilir.

Kimyasal olarak baktığımızda da bu ödül mekanizmasıyla ilgilidir.. İlişkinin özellikle ilk haftaları hatta ayları  çok yorucu, insanı çok tüketici olabilir. Yapılan araştırmalara göre aşık olduğunuzu hissettiğiniz an, günde, yüzde 85 oranında o kişiyi düşünürsünüz. Bu çekim, uyuşturucu veya alkol aldığınız zamandaki beynin tetiklenen bölgesiyle aynı kısmı tetikliyor. Yani beynin ödül mekanizması tetikleniyor. İlişki veya aşk açısından baktığınızda da, sevdiğiniz insanla beraber olmak, onunla cinsellik yaşamak sizi iyi hissettiriyor ve hipotalamustan yüksek dozda dopamin salgılanmasına sebebiyet veriyor. Bu denli yüksek dopamin salınımdan dolayı iştahınız kesilebilir, uykusuzluk çekebilir, kendinizi yoğun uyuşturucu almış gibi sersemlemiş bir şekilde hissedebilirsiniz. İşte burada da noradrenalinin çok etkisini görüyoruz. Adrenalin ve noradrenalin, beynin dikkat ve çevreye yanıt verme ile ilgili bölümlerini etkilerler. Adrenalinde birden bire çok yükselirken, noradrenalin sizi geri çekerek sakinleştirir, yatıştırır. Noradrenalin damarları büzüştürüp kan akışının yavaşça kalbe geri dönüşünü sağlar. Çünkü stres zamanlarında savaş ya da kaç rolü tetiklenir.

Araştırma için yapılan bazı beyin taramalarında insanlara, öncelikle çok çekici bulduğu kişinin fotoğrafı gösterilirken sonrasında çekici bulmadığı kişinin fotoğrafını gösteriliyor. Çekici bulduğu kişinin fotoğrafı gösterildiğinde beynin ödül merkezi kısmının, diğer kısmına göre çok daha aktif olduğu gözüküyor.

Ödül merkezinin bu kadar aktif çalışmasının ardından, aslında mutluluk hormonu olarak bilinen seratonin vücutta azalmaya başlıyor. İlginç bir şekilde obsesif-kompulsif bozukluk ile başa çıkan insanlarda da serotonin seviyesinin düşük olduğu saptanmıştır. Bilim adamları özellikle aşkın başlangıç seviyelerinin, ilerleyen seviyelerine göre aşırı tutkudan dolayı obsesif-kompulsif bozukluk ile aynı semptomları gösterdiğini düşünüyorlar. Tıpkı saplantılı aşklar gibi…

3. Kategori – Bağlanma:

Bağlanma aşaması, birbirinize yakın hissedeceğiniz ve uzun vadeli planlar yapmaya başlayabileceğiniz bir zamandır. Şehvet ve çekim romantik ilişkilere özel olsa da, bağlanma, ebeveyn – bebek bağlarına, sosyal samimiyete ve diğer birçok yakınlığa da aracılık ediyor. Bu aşamada baskın olan iki tane hormon devrededir. Bunlar oksitosin ve vazopressindir. Oksitosin sarılma ya da kucaklaşma hormonu olarak da adlandırılır. Oskitosin ve vazopressin de dopamin gibi hipotalamus tarafından üretilir. Özellikle cinsellik, emzirme ve doğum esnasında çok fazla salgılanır. Bunlar çok tuhaf gözüksede tüm bu olay bağ kurmanın öncü olaylarıdır.

Aşk Acıtır

Bütün bunlar olurken hepsi çok güzel gözüküyor. Hormonlar salgılanıyor, kendimizi iyi, ödüllendirilmiş ve partnerimize yakın hissediyoruz. Ama birde madalyonun diğer tarafı var. Aşkın içerisinde kıskançlık, çıldırmışlık, mantıksızca davranışlar gibi pozitif olmayan duygu ve ruh hali de size eşlik edebilir. Çünkü bu hormonlar sizi yukarı çıkardığı kadar aşağı da indirebilir.

Örneğin dopamin, beynin ödül mekanizmasını çalıştıran hormondur ve bu, hem iyiyi hem de kötüyü kontrol etmek anlamına gelir. Dopamin bağımlılıklarla da çok el ele giden bir hormondur. Madde bağımlılığı gibi veya duygusal yemedeki tatlı-çikolata bağımlılığı gibi durumlar dopamin sinyalini genele göre çok daha fazla yakar. Benzer şekilde partnerlerimize duygusal olarak bağımlı olduğumuz zamanda beynimizin aynı bölgesi aydınlanıyor. Bağımlı olduğumuz kişiden ayrı kaldığımızda da tıpkı herhangi bir maddeye bağımlıymışız gibi geri çekilme semptomları gösterebiliriz. Agresiflik, sinirlilik, kızgınlık, kıskançlık gibi dengesiz davranışlar fazlasıyla gözle görülür.

Bu durum fazla oksitosin salınımında da yaşanır. Oksitosin, iyi hissetmek, sosyalleşmek, sıcaklık ve samimiyet kurmak için salgılanır, olumlu duygular aşırıya kaçınca yabani bir şekilde, dikkatsiz, fütursuz, pervasızca davranmaya da kişiyi itebilir.

Oksitosin bağlanma hormonu olduğu için ailelerimize, arkadaşlarımıza, bizim için önemli insanlara bağlanırız.  Arka tarafta oksitosin çalışırken bizlere bu kişileri hatırlatır. Tek eşlilik için iyi bir şey olabilirken bu tür çağrışımlar her zaman olumlu değildir. Yerleşik kültürel gruplarımızdaki insanlara olan sevgimizi artırdığı ve bizden farklı olanları daha yabancı gösterdiği de öne sürülmüştür. Irkçılık yapan kişiler, futbol fanatikleri bu duruma verilebilecek tipik örneklerdir.

Son olarak, utanma hissi olmadan aşk olabilir mi?

Cinsel arzu için illa çekim olması gerekmiyor. Özellikle cinsel istek, beynimizde kişisel farkındalığımızı, mantıklı davranışımızı, önemli düşünce noktalarını regüle eden beynimizin prefrontal korteksi de dahil olmak üzere bazı bölgeleri kapatıyor. Yani aşk bizi aptal yapıyor. Aşık olduğunuzda sonradan pişman olduğun bir şey yaptınız mı? Belki yapmadınız. Ama bunu meşhur, onlar için sonu hüsranla biten Shakespeare çiftine sormak lazım.

Özetle aşkın bir çeşit “formülü” var. Ancak bu hala araştırma aşamasında olan cevaplanmamış pek çok soruyu içinde barındırıyor. Şimdi artık fark ediyoruz ki sadece hormon tarafı komplike ve karışık değil, aşk sizin için aynı zaman da çok iyi ya da çok kötü bir şey de olabilir. Sizi böyle sabahleyin heyecanla uyandırırken, aynı zamanda ‘bir daha asla uyanmak istemiyorum’ diyeceğiniz duruma da düşürebilir.

Herkes aşkı kendisi için tanımlayabilir. Eğer sadece hormonlardan ibaret olsaydık o zaman herhangi birisi için yeterli kimyasallarımız olabilirdi ama maalesef bu öyle değil.

DR. ŞENİZ ÜNAL

Katherine Wu figures by Tito Adhikary

Bugün ilk kez karanlık odamdan gün ağarırken ışığa çıktım desem yalan olmaz. O da kapıdan değil, pencereden. On üçüncü katın şehri ve denizi alabildiğine geniş gören açtığım penceremin pervazında öylece oturuyor şehri seyrediyorum; ancak seyretmeye gücüm var. İnsan içine çıkacak halim kalmadı; böcek gibi hissediyorum kendimi. Deniz sakin, gökyüzüyle birleşmiş, ellerimi uzatsam dokunsam mavi gökyüzüne beyaz bulutlara. Sakin yumuşaklık değse ellerime. Kollarımın gücü yok, gündüzüm gece, ihanetle savaşıyorum.

Güneşe bakıyorum. Henüz doğmamış, yarım portakal. Bu yaz sıcağı bunaltıyor beni. İnsanlar uykudalar. Kim bilir neler yaşanıyor her bir evde? Bu sessizlik soğuk hissettiriyor bana. Yaşayan bir şehir değil de sanki; terkedilmiş gibi in cin top oynuyor sokaklarda. Cüssesi, tek gözümün önüne gelen, yüzünü seçemiyorum dahi. Elinde okuduğu mektubum. Mektubum ulaştı ona. Tekrar tekrar okuyor, anlamaya çalışıyor. Nihayet beni, yazdıklarımı anlayacak biliyorum, Düşünecek bir süre ama dönecek.

Yollar uzun, kalabalık ve gürültülü. Araçlar çokça, insan az. Ard arda çalan üç vapur düdüğüyle uzaklarda bir gemi görüyorum, güneşin doğduğu yerde. Uzaklardan gelen bir gemi belki getirir bana onu. O zaman yalnızlığım biter mi? Çoğalınca yalnız olmaz mı insan? Penceremin önünde kalacağım hep. Valizini toplayıp çıkıp gidişini hatırlıyorum. Nasıl bir öfkeydi bu, bir anda her şeyi bırakıp gidecek kadar! Bende bıraktığı boşluğa alışamadım hala. Hayatın yolları her zaman düz gitmiyor. Tümsekleri aşacak gücümüz yoksa çare ihanet mi?

Başım dönüyor, günün karanlığında uçuyorum deniz üstünde. Gemideki o, elinde okuduğu; mektubum. Sesim titriyor ona seslenirken. Ağırlığımı taşıyamayan kollarım kırıldı. Geri dönmek istiyorum. Önümde bir duvar. O duvarı aşıp geçsem başka bir duvar… Geçemeden düştüm kör karanlık dipsiz bir kuyuya.

Sessiz çığlıklarımı duyan yok. Kuyu karanlık. Ben çıkmaya çalıştıkça her seferinde geri düşüyorum dipsiz dibe doğru.

Güçsüzlük bütün vücuduma yayılıyor. Bağırmak istiyor susuyorum, çıkmak istiyor düşüyorum yeniden dipsiz karanlık kuyuya. Bilerek evde bıraktın bunları, değil mi baba?» «Seni unutmak olmasın diye? Kendimi suçlu hissetmem için? Bir kez söylemediğin sevgini göstermek için mi? Verecek başka bir şeyin olmadığı için mi? Yoksa geri dönmek için bir nedenin olsun diye mi, bıraktın bunları? Söyle! »

Yaz sıcağında üşüyorum ben. Güçlükle girdiğim yatakta, yorganın altına gömdüm kafamı, geçsin zaman, doğsun güneş, içim ısınsın istiyorum. Yalnızlığım mı beni üşüten? Yooo, aslında ne kadar da kalabalığım. Bir ben masa başında yazıyor yazıyor, diğer ben başı omzuna çökmüş gibi odada olta atıyor düşünüyor, düşünüyor. Bir başka ben ….

Ayaklarım beni taşıyamayacak kadar güçsüz. Kalkamıyorum yatağımdan artık. Şehrin gürültüsünde beni duyan yok. Bahçede neşeli kuş sesleri. Bu sıcak neşeli sesler bile ısıtamadı odayı hala çok üşüyorum. Ellerimi sürterek ısınmaya çalışıyorum. Yorgan buz gibi değiyor tenime. Sanki donacağım. Derin bir uykuya dalmak istiyorum. Bir, iki, ……dokuz, bir, iki……. yedi, bir, iki…..bir, iki. Olmuyor, başladığım yere geri dönüyorum Yaşıyor muyum ölüyor mu yoksa? Nasıl bir ikilemdeyim? Onunla da ölüm, onsuz da… Onu bekleyişlerim omzumda bir yük beni aşağı doğru çeken. Diri diri gömseler beni, toprak ısıtsa yüreğimi.

Hülya Kandemir Yavuz

Hatalar, bizi var eden ve alnımızdaki çizgileri daha da derinleştiren en yoğun deneyimlerimizdir. Bu yoğun deneyimler öyle derinlere işler ki insan hayatı bir süre sonra daha az hata yapanın mutluluğu yakaladığı bir kısır döngüye dönüşür. Hata yaptıkça yalnızlaşırız; hatalardan arındıkça sosyalleşir ve diğerlerine uyum sağlarız. Buna karşın herkesten uzak duran, içe kapanık insanların hatasız olduğunu söylemek de mümkün değildir. 

Hayatımız boyunca hepimiz birçok hata yaparız. Kimi zaman küçük kimi zaman büyük hatalarla karşılaşırız. Bazıları bizi derinden yaralar, bazıları ise kolayca unutulur gider. Peki hatalarımızla nasıl başa çıkıyoruz? Onlardan ders çıkarıp kendimizi geliştirebiliyor muyuz? Yoksa aynı hataları tekrar tekrar mı yapıyoruz? Hatalardan ders çıkarmak, hayatta başarılı olmanın en önemli anahtarlarından biridir.

Genel olarak psikolojide hata, bireyin amaçladığı sonuçtan farklı bir sonuç elde etmesi veya beklenen davranıştan farklı bir davranış sergilemesi olarak tanımlanabilir. Hata, bireyin bilgi, beceri, yargı veya algısındaki eksiklik veya yanlışlıktan kaynaklanabilir. Psikolojide hata kavramı, özellikle bilişsel psikoloji, sosyal psikoloji ve klinik psikoloji gibi alanlarda önemli bir yer tutar. Bilişsel psikolojide hata, bireyin zihinsel süreçlerindeki bozukluk veya sapmalar olarak incelenir. Örneğin bellek hataları, dikkat hataları, algı hataları, dil hataları, mantık hataları gibi bilişsel hatalar vardır. Sosyal psikolojide hata, bireyin sosyal ortamlarda kendisi veya başkaları hakkında yaptığı yanlış değerlendirme veya yargılama olarak ele alınır. Örneğin önyargılar, stereotipler, sosyal etki altında kalma, sosyal karşılaştırma yapma gibi sosyal hatalar vardır. Klinik psikolojide ise hata, bireyin ruhsal işlevselliğini bozan veya azaltan olumsuz düşünce veya davranış biçimleri olarak değerlendirilir. Örneğin depresyon, kaygı bozuklukları, obsesif kompulsif bozukluk gibi ruhsal bozuklukların altında yatan olumsuz otomatik düşünceler, bilişsel çarpıtmalar, irrasyonel inançlar gibi klinik hatalar vardır.

Psikolojide hata kavramının önemi ise hem bireysel hem de toplumsal açıdan büyüktür. Çünkü hatalar hem bireyin kendini tanıma, geliştirme ve iyileştirme sürecinde hem de toplumun bilgi üretme, paylaşma ve ilerleme sürecinde önemli bir rol oynar. Hatalar bize zayıf yönlerimizi gösterir ve daha iyi olmak için çaba sarf etmemizi sağlar. Hatalar bize yeni şeyler öğretir ve yaratıcı olmamızı teşvik eder.Hatalar bize değişime ve gelişime açık olmamız gerektiğini hatırlatır ve daha mutlu ve başarılı bir hayat yaşamamız için fırsat sunar. Bu nedenle psikolojide hata kavramını olumsuz bir şekilde değil de olumlu bir şekilde ele almak gerekir. Hata yapmaktan korkmak veya utanmak yerine onları kabullenmek ve onlardan öğrenmek elzemdir. Çünkü hatalar insan olmanın ve yaşamın bir parçasıdır. Hatalarımız bizi biz yapar.

Hatalardan ders çıkarmak mümkün müdür?

Hatalardan ders çıkarmak, yaptığımız yanlışların nedenlerini ve sonuçlarını analiz ederek, gelecekte daha iyi kararlar almak ve aynı hataları tekrarlamamak için gerekli adımları atmaktır.Hatalardan ders çıkarmak, aynı zamanda kendimizi tanımak, öğrenmek, geliştirmek ve değiştirmek için bir fırsattır.Hatalardan ders çıkarmak, bize hayattaki önceliklerimizi belirleme, yeni fikirler üretme, yaratıcı olma ve başarıya ulaşma imkânı sunar. Hatalardan ders çıkarmak, hayatta başarılı olmanın en önemli şartlarından biridir. Çünkü hata yapmak kaçınılmaz bir gerçektir. İnsan doğası gereği mükemmel değildir ve her zaman doğruyu bilemez.Bu nedenle hata yapmaktan korkmak veya utanmak yerine, onları kabullenmek ve onlardan öğrenmek gerekir. Hatalardan ders çıkarmak, bize şu faydaları sağlar:

  • Hata yapmaktan korkmamızı engeller. Hata yapmaktan korkmak, bizi yeni şeyler denemekten, risk almaktan ve farklı olmaktan alıkoyar.Bu da bizi gelişimden uzaklaştırır ve potansiyelimizi kullanamamamıza neden olur. Hatalardan ders çıkarmak ise bize cesaret verir ve hata yapmanın doğal olduğunu hatırlatır. Böylece kendimize güvenir ve daha çok deneyim kazanırız.
  • Bize yeni fikirler ve bakış açıları kazandırır. Hata yapmak, bize mevcut durumun işe yaramadığını gösterir. Bu da bizi alternatif çözümler aramaya ve yaratıcı olmaya yönlendirir. Hatalardan ders çıkarmak ise bize yeni fikirler üretme ve bakış açımızı genişletme imkânı sunar.Böylece daha iyi sonuçlar elde etme ve hedeflerimize daha etkili bir şekilde ilerleme fırsatı verir.
  • Bize kendimizi geliştirme ve değiştirme motivasyonu verir. Hata yapmak, bize eksiklerimizi ve zayıflıklarımızı gösterir. Bu da bizi kendimizi tanımaya ve geliştirmeye teşvik eder. Hatalardan ders çıkarmak ise bize kendimizi değiştirme ve iyileştirme gücü verir.Böylece daha mutlu, başarılı ve tatmin olmuş bir hayat yaşama şansı yakalarız.

Hatalardan nasıl ders alırız?

Hatalardan ders çıkarmak, bir beceri ve alışkanlıktır. Bu nedenle bunu yapabilmek için bazı adımları takip etmek gerekir. İşte hatalardan ders çıkarmak için izlenebilecek basit bir yöntem:

  • Hatanın farkına varın. Yaptığınız hatayı kabullenin ve inkar etmeyin. Hatanın ne olduğunu, ne zaman, nerede, nasıl ve niçin yaptığınızı belirleyin. Hatanın size ve başkalarına ne gibi zararlar verdiğini veya verebileceğini düşünün.
  • Hatanın nedenlerini araştırın. Yaptığınız hatanın altında yatan sebepleri bulmaya çalışın. Hatanızın kişisel, sosyal, psikolojik, fiziksel veya başka türden faktörlerden kaynaklandığını belirleyin. Hatanızın sizin kontrolünüzde olup olmadığını sorgulayın.
  • Hatanın sonuçlarını değerlendirin. Yaptığınız hatanın size ve başkalarına ne gibi etkileri olduğunu veya olabileceğini analiz edin. Hatanızın olumlu veya olumsuz yönlerini belirleyin. Hatanızdan ne gibi dersler çıkardığınızı veya çıkarabileceğinizi düşünün.
  • Hatanızı düzeltin veya telafi edin. Yaptığınız hatayı mümkünse geri alın veya düzeltin. Eğer bu mümkün değilse, hatanızın zararlarını en aza indirmek için gerekli adımları atın. Hatanızdan etkilenen kişi veya kişilerden özür dileyin ve onlara yardım edin.
  • Hatanızı tekrarlamayın. Yaptığınız hatadan öğrendiğiniz dersleri uygulayın ve aynı hatayı bir daha yapmamak için önlemler alın. Kendinize yeni hedefler belirleyin ve bunlara ulaşmak için planlar yapın. Kendinize güvenin ve yeni şeyler denemekten korkmayın.

Hata Yapma Hakkı: Bir İnsanlık Hakkı

Hata yapmak, insan olmanın doğal bir sonucudur. Hiç kimse mükemmel değildir ve her zaman doğruyu bilemez. Bu nedenle hata yapmaktan korkmak veya utanmak yerine, onları kabullenmek ve onlardan öğrenmek gerekir. Hata yapma hakkı, insanların kendi hayatlarını yönlendirme, kendilerini ifade etme ve geliştirme özgürlüğüne sahip olmaları anlamına gelir.

Hata Yapma Hakkı Neden Önemlidir?

Hata yapma hakkı, insanların kendilerini gerçekleştirmelerinin en önemli şartlarından biridir.Çünkü hata yapmak kaçınılmaz bir gerçektir ve bize şu faydaları sağlar:

  • Bizi cesaretlendirir ve motive eder. Hata yapma hakkı, bizi yeni şeyler denemekten, risk almaktan ve farklı olmaktan alıkoyan korku ve endişeleri azaltır.Bize kendimize güvenme ve daha çok deneyim kazanma imkânı verir.
  • Bizi öğretir ve geliştirir. Hata yapma hakkı, bizi mevcut durumun işe yaramadığını göstererek alternatif çözümler aramaya ve yaratıcı olmaya yönlendirir. Bize yeni fikirler ve bakış açıları kazandırır.Bize daha iyi sonuçlar elde etme ve hedeflerimize daha etkili bir şekilde ilerleme fırsatı verir.
  • Bizi değiştirir ve iyileştirir. Hata yapma hakkı, bizi eksiklerimizi ve zayıflıklarımızı görmeye ve geliştirmeye teşvik eder. Bize kendimizi değiştirme ve iyileştirme gücü verir.Bize daha mutlu, başarılı ve tatmin olmuş bir hayat yaşama şansı yakalarız.

Hatalarla dolu bir hayat, bomboş geçirilmiş bir hayattan çok daha faydalı ve onurludur der Bernard Shaw; Sophia Loren ise Hatalar, dolu bir hayat için ödediğimiz bedeldir der. Demek ki hatalar güçlü bir öğretici… Hatalardan tamamen sıyrılmak maalesef mümkün değil; ancak onları düzeltmeye çalışmak gerçek bir erdemdir. Hatasız kul olmasa da hatasını fark eden ve bunları yinelemekten çekinen biri olmak hem toplum içinde bize duyulan güven hem de itibarımız için önemlidir. Bunun yanında hatalarımız bizi var eder; hataları düzelttiğimiz ölçüde kendimizi gerçekleştirmeye ve zirve deneyimler yaşamaya yaklaşırız. Ancak şunu da unutmayalım; herkes hata yapar, önemli olan affedebilme cesaretini gösterebilmektir.

Doç. Dr. Ali BALTACI 

Yanlış Anlamak ve Yanlış Anlaşılmak…

Sebahattin Ali, ‘İçimizdeki Şeytan’ adlı eserinde kuruntularla beslenen şüphenin insanı sürükleyeceği açmazları tasvir ederken, insanın sahip olduğu şüphenin şeytani bir güç olduğuna dem vurur. Şüphenin pek çok türü var, hemen her şeyden şüphe edebiliriz… Bu yazımda içimizdeki kuruntuları ve diğerlerini yanlış anlamanın bizi götürdüğü ruh halinin izlerini sürmek istiyorum.

Modern dönemde diğerleriyle sağlıklı iletişim kurmak giderek güçleşiyor. Her gün aynı asansöre binsek de birbirimizle karşılaşmamak için asansör kabininin köşelerine doğru kaçıyor, saklanıyoruz diğerinden. Selamlaşmamak, hâl hatır sormamak sıradanlaştı. Daha da ilginci, hepimizin gün boyu elinde tuttuğu -en yakın arkadışımız- cep telefonlarına defalarca bakıp birinin bize mesaj göndermesini, aramasını beklemek. Hem diğerlerinden kaçıp hem onlardan çağrı beklemek, aranılır olmak, modern dönem paradokslarından birisi. Hepimiz meşgulüz, diğerlerine meşgul olduğumuzu söylemek hoşumuza gidiyor. Hep önemli işlerimiz var, hep resmi işler, hayati toplantılar yapıyoruz. Oysa durumun böyle olmadığını biliyoruz. Bu ikircikli tutum, yani aslında var olmayan bir meşguliyetin peşinde koşma hali şu aralar sahte hatıralar üzerine yapılan bellek çalışmalarında daha da belirginleşiyor. Aslında hatırladığımız anıların büyük bölümü kurgudan ibaret, zamanla daha fazla detayı unutuyoruz, zamanla daha fazla uzaklaşıyoruz anılardan ve kurgusal bellek yanılgılarına sığınıyoruz. Bellek yanılgıları ise diğerini anlama yolculuğumuzda önemli bir engel oluşturuyor.

Diğerlerini anlama yolculuğumuz, onlara atfettiğimiz değere bağlı olarak değişiyor. Kahneman ve Tversky’nin diğerini anlama ve diğeri hakkında karar verme üzerine çalışmalarda oldukça belirgin bir sonuç çıkıyor: Değer verdiğimiz kişileri daha fazla anlamaya çalışıyoruz; bu uğurda yoğun çaba ve emek harcıyoruz. Değer vermediğimiz kişileri ise yanlış anlamaya meyilliyiz. Onların yaptığı iyi şeylere dahi bir bahane buluyor ve onları dışlıyoruz. Goffman’a göre yanlış anlama giderek kurgusal bir forma dönüşüyor ve diğeri hakkında gerçek olmayan, yalan yanlış bilgileri birleştirerek hatalı kararlara dönüşüyor. Bu ise çoğu kez damgalama dediğimiz daha yıkıcı bir süreçle ilişkilendiriliyor. Geçmişimizde hakkında hatalı karar verdiğimiz onlarca kişi olabilir, onları damgalamış da olabiliriz. Bir kişiyi tüm yönleriyle tanımak zaman alıyor, yani insanları zamanla tanıyıp onlar hakkında görüş geliştiriyoruz. Başlangıçta herkes size karşı iyi taraflarını gösterir ama zamanla kötülük gün yüzüne çıkmaya başlar. Kötülüklerle karşılaştıkça diğerleri hakkında verdiğimiz kararların da değiştiğini görürüz. 

Yani diğerleri hakkındaki kararlarımız, onların zaman içinde bizde oluşturduğu değer yargılarının bütünüdür.

Bazen iyilik yaptığımız halde bize karşı kötü davranış sergilendiğine şahit oluruz; bu durumda da bir değer kaybı yaşanır. İyiliğe karşı kötülük, sevgiye karşı nefret gibi durumlar nesiller boyu defalarca yaşanmıştır. Edebiyatta kurgu olsa da pek çok eser kötülük mitini işler. Göethe’nin Faust’u veya Dostoyevski’nin Raskolnikof’unda kötülüğün gri alanlarını görürüz. Bir kişi iyi veya kötü olabilir; ona atfettiğimiz değer veya aklımızda kalan son anı onun nihai değeridir. Yani değer, diğerinin bize karşı sergilediği tutum ve davranışlar toplamı olup genelikle iyi anıları unutup kötü olana odaklanır ve kötü olanı hatırlarız. Burada bahsedilen değer aslında bir tür konsensüs. Anlama ve anlaşılma yolculuğumuzda bize sunulan yoğun bilgiden olumsuz olanı seçme eğilimimizin sonucu…

İnsanları anlamak ne kadar önemli ise onların bizi doğru anlaması da o derece önemli. Bu aslında tüm insan iletişiminin odağını oluşturuyor: doğru anlaşılmak… 

Hemen her edimimiz, her söylemimiz doğru anlaşılmak üzerine kurulu. Başkalarının dünyasında yalnız kalmamak için doğru anlaşılmak istiyoruz. Çünkü bizi bir kez yanlış anlamaya başlarlarsa hakkımızda hatalı kurgular yapacaklarını, yalan yanlış şeyler üreterek bunlara gerçekmiş gibi inanacaklarını biliyoruz. Dedikodu ve yıkıcı söylentiden kaçarak kendi içimize çekilmek yerine, başkasına kendimizi doğru anlatmak hayati bir edime dönüşüyor bizim için. Ötekinin hakkımızdaki değerlendirmesinin peşinde ömür harcıyoruz. Diğeri bizi değersizleştirmesin diye yapmacık bir yaşama, sanal bir kimliğe bürünüyoruz. Oysa Galileo veya Baruch Spinoza ya da Giordano Bruno’nun yanlış anlaşılmak yerine kendi doğrularını savunup diğerlerinden ayrıştıkları için başlarına gelenleri de biliyoruz. Bazen bir maske, bazen bir mahlas bazen de sanal profillerle gerçek kimliğimizi saklayarak diğerinin yıkıcı değersizleştirmesinden kaçıyoruz.

Yanlış anlaşılmak veya kendimizi doğru şekilde anlatamamak önemli bir özgüvensizlik kaynağı. Diğerine derdini anlatmaktan çekinme korkusu diye bir şey var. Zamanında ineceği durağı söyleyemeden kilometreler boyu yolculuk eden ve son durakta inerek evine yürüyerek giden bir kişi tanımıştım. O denli içe kapanıktı ki en basit iletişimden bile imtina ediyordu. Sesini kısarak konuşuyor, sürekli kekeliyor ve devrik cümleler kuruyordu… Zamanla terapi alması konusunda ikna ettim. Özgüven eğitimleri sayesinde en azından toplum içinde temel iletişimi yapabilecek kadar geliştirdi kendisini. Demek ki özgüven zamanla kazanılıp kaybedilebilen bir yetenek. Yaşadığımız bir travma tüm özgüvenimizi yerle yeksan ederken bir olumlu deneyim bizi TED Talks konuşmacılarına döndürebilir…:)

Bazen de diğeri hakkında gerçeği bilsek de söylemeyiz; onların da bizim hakkımızda gerçeği bildiklerini ve söylemediklerini düşünürüz. Bu zannetme hastalığı, yazının başında zikrettiğim Sabahattin Ali romanındaki durumu tasvir ediyor. Detay bilmesek de biliyormuşuz gibi yaparız. 

Yargısız infaza hazırız; çünkü diğerinin görüşünü ya da kendisini aklayacak savunmayı dinlemek yerine onun hakkında duyduğumuz dedikoduya inanmak kolay geliyor. Bunun bir örneğiyle yakın zamanda karşılaştım. Bir öğrenci hakkında kopya çektiği iddiasıyla yürüttüğüm soruşturmada, öğrenci bana diğerlerinin tutumundan bahsetti. Gerçekten de öğrenci kopya çekmemişti ve ben buna inandım. Oysa sınıf arkadaşları ve diğer öğretmenleri onun bir kopyacı olduğunu defalarca yüzüne vurarak onu çaresiz bir boşluğa sürüklemişlerdi. Bir ceza binlerce kez verilmez; suç varsa ceza er ya da geç tevdi olunur. Ancak suçunu kabul eden ve cezasını çeken birisini toplumdan ayrıştırmak, onu işlevsizleştirmek veya kendini aklamasına izin vermemek ne derece mantıklı… Yani suçu daim kılmak, oysa dinlerde bile bir suç işlendiğinde onun cezası verilir ve kişi arındırılır. Oysa toplum bu geniş çerçeveyi es geçerek insanı yargısız infaza maruz bırakıyor. Daha da kötüsü hakkınızda sürekli dedikodu yaparak cezasını çektiğiniz bir suçu sanki sürekli işliyormuşsunuz izlenimi veriliyor. İnsanın diğerinin kurdu olduğu sözü sanırım doğru… İnsan, insanın kurdu ve en büyük düşmanıdır derlerken gerçekten de kötücül doğamıza vurgu yapmışlar…

Yanlış anladıklarımızı ötekileştirmek, yanlış anlaşıldığımızda ötekileştirileceğimizi bilmek gerçekten oldukça kötü bir ruh haliyle yaşamamızı sağlıyor. Sürekli tetiktesiniz. Sürekli sizi izleyen gözler var: kötülük adeta yanı başınızda ve sizi sürekli kolluyor. Neyse ki akademide düşman kazanmak için başarılı olmanıza gerek yok, diğerleri herhangi bir ekstra özelliğiniz sebebiyle size düşmanlık besleyebiliyorlar. Bu durumda kendinizi anlatmanızın da faydası olmuyor, çünkü biliyorsunuz ki kötülük her zaman iyilikten güçlüdür ve insanlar iyi olanı değil kötü olanı tercih ederek diğerini ezmek isterler. Hannah Arendt’in kötülük kavramsallaştırması tam da bu: “insan bir kez kötülük yapmaya görsün; artık iyi olan her şey kötü, kötü olan her şey radikal kötüye” dönüşür. Bu nedenle diğerinin bizi anlamamasından, yanlış anlamasından korkarız; çünkü anlaşılmamak aforoz edilerek kötülükle yüzleşmek anlamına gelir….

Sözlerimi Hasan Ali Toptaş’ın hikayelerine benzer bir muğlaklıkta, karanlık bir noktada bırakmak istiyorum. Ama yine de Gabriel Garcia Marquez’in “İyi olanı görmüş olamamanın verdiği hazin çöküntü ve sürekli kötülükle yüzleşen, diğerlerince anlaşılamayan ve bol bol düşman biriktiren bir adamın yalnızlığını” düşünmenizi de istiyorum. Anlaşılmadan yaşamak mümkün müdür?

Doç. Dr. Ali Baltacı 

Comments are closed.