logo

Gittiği yolun farkında olmayan tesadüfler yolcusudur.

Aristo (Aristoteles) / Anaximandros

Bacon 

Heraklitos (Herakleitos)

John Locke

Konfüçyüs

Novalis

Sokrates (Socrates)

HAZİRAN

Immanuel Kant (1724-1804), Aydınlanma Dönemi en önemli filozoflarından biri olarak kabul edilen Alman Aydınlanma düşünürüdür. Eleştirel felsefe alanında en önemli eserleri arasında Aydınlanma düşüncesinde deneycilik/empiricism ve rasyonalizm egemenliğini tartışmaya açan ve felsefenin odağını genel kavram ve kategorilerin inceleme konularına taşıyan Saf Aklın Eleştirisi eseri yer alır.

Çocukluk Dönemi

Immanuel Kant, 22 Nisan 1724 tarihinde, Doğu Prusya (bugünkü Kaliningrad/Rusya) Köniksberg şehrinde dünyaya gelmiştir. Her ikisi de Dindar Lutherci olan anne ve babası muhtemelen İskoçya kökenliydi. Babası saraçlık zanaatını icra ederek (koşum takımları ve eyer vs üretimi) mütevazı bir yaşam sürmeye çalışıyordu. Immanuel Kant, ilk entelektüel yeteneğini fark eden bir rahip sayesinde eğitimini daha da ilerletme fırsatını elde etmişti. Kant, 16 yaşında teoloji eğitimine başlayarak Königsberg Üniversitesinde okumaya başlamıştı. 1746 yılında mezun olmuş ve sonraki on yıllık dönemin büyük bir bölümünde farklı yapıda birkaç aile çocuklarına ders vermek özere özel öğretmen olarak çalışmıştı. Mezun olduğu üniversiteye dünmüş ve 1775 yılında Yüksek Lisans Derecesini almıştı. Özel Öğretim Görevlisi (Privatdozent) Lisans derecesini alarak, öğrencilere matematik, doğa bilimleri ve tarih gibi akademik konularda ders vererek geçimini sağlamaya devam etmiştir. 1770 yılında Königsberg Üniversitesinde mantık ve metafizik profesörlük derecesini aldığı zaman şansı önemli ölçüde yaver gitmiş, bu görevi 1796 yılına kadar sürdürmüş ve daha sonra Üniversite rektörü olmuştur.

Karakteri

Tarihçi H. Chisick’ın bu konuda yaptığı kısa bir özette görüleceği üzere Kant, oldukça sakin bir çalışma ve ders verme süreci yaşamıştır:

Immanuel Kant yalnızca derin ve özgünlüğü olan bir düşünür değil, aynı zamanda, düşüncelerini açıkça ifade edebilen ve popülerliği olan bir öğretmendi. Oldukça disiplinli bir özel hayat sürmüş, süresi sabit ve uzun saatler süren çalışma mesaisi yapmış ama aynı zamanda arkadaşlıklarına da değer vermiş ve sosyal ilişkilerinde de başarılı olmuştur (238). Akademisyen S. Blackburn, “Kant’ın hayatı karikatür derecesinde düzenli olduğu” belirtmektedir (258). Hatta bazı Königsberg sakinlerinin Kant’ın günlük yürüyüşe çıkma düzenine göre saatlerini ayarladıkları bile rivayet edilir. Immanuel Kant, hiç evlenmemiş ve bütün yaşamı boyunca Königsberg’de kalmıştır.

Eleştiri Üçlüsü

Immanuel Kant, öğrencilerine verdiği felsefe dersleri konusunda her zaman ilgili olmuştur. Çalışmaları onu “dogmatik uykusundan” uyandırdığını söyleyen İskoç filozof David Hume (1711-1776) Kant’ın kişiliğine büyük hayranlık duyuyordu (Gottlieb, 196). Kant, aynı zamanda İsviçreli filozof Jean-Jacques Rousseau’nun (1712 -1778) hayranıydı; Çalışma odasında tek bir resim vardı ve o da Rouseau’nun bir portresiydi.

Filozof Immanuel Kant’ın ilk yayınlanmış eseri 1763 yılında Tanrı Varlığının Kanıtlanması İçin Mümkün Olan Tek Temel adlı eseri olmuştur. Uzun bir felsefi araştırma kariyerinden sonra 1793 yılında Salt Aklın Sınırları İçinde Din adlı eseriyle teoloji konusuna dönmüştür. 1775 yılında Doğa Bilimleri üzerine bir eser yayınlamıştı: Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Teorisi. Ancak, ilk büyük felsefi eseri, metafizik ile rasyonalizm arasındaki entelektüel savaş hakkındaki görüşlerini kapsayan Saf Aklın Eleştirisini 1781 yılında yayınlamıştır. Bu çalışmasına 1788 yılında Etik konusunu ele alan Pratik Aklın Eleştirisi ve 1790 yılında Kant’ın Estetik Üzerine düşüncelerini kapsayan Yargı Gücünün Eleştirisi başlıklı eserini de ilave etmiştir.

Filozof Immanuel Kant’ın Aydınlanma düşüncesine belki de en önemli katkısı; deneyciliğin (empiricism) o zamana kadarki hâkimiyetine, düşünürlerin duyusal deneyimine, yani içinde bulunduğumuz fiziksel dünyaya dayalı gerçeklere ve ölçümlere odaklanması gerektiği inancına dayalı metafiziğin öneminin azalmasına meydan okumak olmuştur. Batı düşüncesinde dinsel görüşlerin uzun süredir devam eden hâkimiyetine tepki olarak aydın düşünürler, birçok metafizik konuyu araştırmaya değer bulmayarak bir kenara atmışlardı. Çünkü “Tanrı var mı?” ve “Evren neden bu şekilde yaratılmıştır?” gibi bazı sorulara kanıtlanabilir cevapların hiçbir zaman bulunmayacağına inanıyorlardı. Düşünürler artık kesinlik arıyorlardı. Filozof Kant, bilgiye yönelik bu deneye dayalı (ampirical) yaklaşıma kısmen katılıyor ancak Saf Aklın Eleştirisi adlı eserinde tam duyusal deneyim ve duyumun hiçbir zaman tam olarak gerçekleştirilemeyeceğini öne sürüyor; yapabileceğimiz tek şey “kendi başına şeylerin” yönlerini deneyimlemektir. Başka bir deyişle, deneycilerin (empiricist) bile mutlak kesinlik konusunda şüpheli iddiaları vardı.

Filozof Immanuel Kant, bazı bilgilerin duyulardan bağımsız olması gerektiğine inanıyordu; verilen örnekler arasında zaman ve mekân kavramları, özgürlük (seçim ve niyet anlamında), ölümsüzlük ve Tanrı kavramları yer alır. Bunlar a priori bilgiler olup doğrudan deneyimlenmeden de düşünülebilecek, zihnimizin deneyimlerimizi etkileyebileceği şeylerdir. Aslında Kant, bu a priori fikirler olmadan deneyimin imkânsız olduğunu söyleyecek kadar ileri gider. “Filozof Kant, böylece metafiziği felsefede merkezi bir yere yeniden konumlandırmıştır” (Chisick,239), her ne kadar kendisi de bir metafizikçi duygusal (noumenal) dünya, duyusal dünyanın ötesindeki dünyayı araştırarak zaman ayırmak gerektiğine inansa da kesin olarak bilinemez.

Filozof Kant’ın a priori bilgi konusunda düşünceleri Batı Felsefesini şu belirsiz sonuca götürmüştür: “şüphesiz bilenebilir a priori gerçekler bizim kendi, en sonunda keyfi, kural veya kelime ve sembol kullanma alışkanlığımıza dayalı dünya hakkında hiçbir bilgi verir nitelikte değildir” (Berlin, 180). Felsefe kendi içine dönmek ve asırlık araştırma sorularına yanıt bulmak üzere kullanılan genel terim ve kavramları (concepts) eleştirel bir biçimde okumak zorunda kalmıştır. Kısacası, cevap bulma yöntemi de en az cevapların kendisi kadar karmaşık hale gelmiş ve felsefe alanı da, böylece, pozitif bilimden tamamen farklı bir hale gelmiştir.

Kant, Etik Üzerine

Filozof Immanuel Kant’ın, metafizik konusuna ilişkin düşüncelerinin Etik alanı üzerine önemli sonuçları vardı. Dünya konusunda sadece deneysel (empirical) bir açıklama getirmek, insanları sadece dış dünya olaylarına tepki veren, yalnızca biyolojik bir organizmadan ibaret olarak konumlandırır. Kant, insanları, kendi adına düşünebildikleri için, etraflarındaki dünya üzerinde hareket edebilen “özgür bir nedenselliğe” (Yoltan, 262) sahip kendi ahlaki failleri olduklarını vurgulamak istemiştir. Kant, ayrıca bazı düşünürlerin öne sürdükleri gibi ahlaki yargıların duygulara değil, ahlaki kurallara dayandığına inanıyordu.

Immanuel Kant Etik çalışmasının önemli diğer bir yönü, ahlaki değerin, bir kişinin tesadüfi ve kasıtsız olabilen eylemlerin sonuçlarından değil, niyetlerinden kaynaklandığıdır (örneğin, bir dilenciye yiyecek alabilmesi için para vermek, aynı zamanda, dilencinin daha sonra kendisine zararlı olabilecek maddeleri satın almak üzere bu duyguyu kullanması demek olur). Ahlaka dayalı görev anlayışımız nedeniyle iyi niyetli olmalıyız bu da bize “kendine davranılmasını istediğin gibi başkalarına davran” gibi uymamız gereken ilkeler sağlar. Kant; bu düsturların aslında “kategorik zorluklar” olduğunu, hiçbir koşul, eğer ve fakat bağlaçları olmadığını, çünkü sonuçların her zaman konu dışı kaldığını öne sürmüştür. Ahlaki zorunluğun başka bir örneği de “çalmamaktır”, yani hiçbir koşulda. Bir insan kendine “çalmak sorun değil, çünkü şimdi başka çarem yok”, ya da “çalmak sorun değil, çünkü bu sefer yakalanacağımı düşünmüyorum” diyemez. Kant, bu düsturun takip edilmeye değer olup olmadığını, yani herkesin ona uyması gerekip gerekmediğini sorarak test edebileceğimizi öne sürmüştür. Bu şekilde, bir insan, “asla çalma” düsturu testini geçer, ancak “bazen çalmak sorun olmaz” diye düşünemez. Kant’ın meşhur bir yazısı;

Dolayısıyla tek bir kategorik emir vardır: Yalnızca, aynı zamanda, onun evrensel bir yasa olmasını isteyebileceği düsturuna göre hareket edin (Popkin, 46).

Immanuel Kant’ın düstur geçerliliğine yönelik testlerinden bir diğeri de, herkesin rasyonel bir varlık olması ve herkesin eşit haklara sahip olması nedeniyle bir eylemin diğer insanları yalnızca bir amaca yönelik araç olarak kullanılmaması gerektiği yöndedir. Şöyle yazmıştır;

Bu nedenle, ister kendi kişiliğinizde olsun, ister başkasının kişiliğinde olsun, insanlığa her durumda bir amaca yönelik davranın, asla sadece bir araç olarak davranmayın (age).

Filozof Kant, iyi ahlaki davranışların her zaman ödül getiremeyebileceğini fark etmiştir (dürüst olmayan birçok insan hayatta başarı olabiliyor), ancak iyi ahlaki davranışın gerçekten de ödüllendirildiği zaman öbür dünya olduğunu var saydığı için bunu bir argüman olarak kullanmıştır.

Kant Eleştirisi

Filozof Kant’ın motivasyoncu etki teorisini eleştirenler, onun düsturlarında hiçbir istisnaya izin vermediğine işaret ederler (örneğin, bir kişi kendi hayatını veya başkasının hayatını kurtarmak için yalan söyleyebilir). İkinci bir eleştiri, iki düsturun çatışabileceği ve bu nedenle de ahlaki failin hangi eylemi gerçekleştireceğini bilemediğidir (örneğin, daha önce bir sır olarak saklanması için verilen bir sözü tutmak üzere yalan söylemek: kişi ya verdiği sözünden cayar ya da bir başkasına söz verir). Üçüncü eleştiri ise, Kant sisteminin, insanların herhangi bir eylemleri gerçekleştireceklerine karar verirlerken duyguyu dışlamalarıdır. Dördüncü bir eleştiri ise, Kant’ın “Ya bunu herkes yapsaydı?” argümanını kullanmasıdır. Bir eylemin ahlaki geçerlilik yargısı olarak, eylemlerin sonuçlarının dikkate alınması ve ahlaki eylemlerin yalnızca niyetlere bağlanması yönündeki kendi tavsiyesini göz ardı ediyor gibi görünüyor.

Milletler Arasında Barış

Immanuel Kant, daha pratik siyasi meselelerde, devletlerin dini hoşgörüyü teşvik etmeleri gerektiğini düşünüyordu. Ayrıca, farklı fikirlere daha geniş bir hoşgörü gösterilmesi gerektiğine ve “yazma özgürlüğünün halkın haklarının tek koruyucu hakkı olduğuna” kesin olarak inanıyordu (Robertson, 395). Filozof Kant, toplumdaki her bir bireyin sosyal statüden bağımsız olarak kendi adına düşünmeyi öğrenebilmek üzere herkes için eğitimi savunuyordu.

Immanuel Kant, uluslararası politikayla ilgili olarak, “evrensel kozmopolit bir var oluş” olarak adlandırdığı kalıcı barışın ancak tarafların çıkarlarının bir uluslar konfederasyonu dâhilinde birleştirilmesi yoluyla sağlanabileceğine kesin olarak inanıyordu (Cameron, 22). Filozof Kant, insanlığın doğasında var olan “sosyalleşmeyen sosyallik” (Robertson, 683) olarak adlandırdığı şey nedeniyle toplumların tipik olarak çatışma ve bazen de şiddet yoluyla ilerleme kaydettiğini fark etmişti. Ancak aynı zamanda, devletlerin de eninde sonunda, doğa durumunun dezavantajlarını geride bırakıp siyasal toplumlar oluşturmak üzere, tıpkı bireylerin yaptıkları gibi karşılıklı işbirliği yapmak ve birleşik bir irade oluşturmak zorunda olmaları gereğini savunuyordu. Devletler, bağımsız uluslar olarak kalsalar da, kalıcı bir barış yaratmak üzere işbirliği yapmanın bir yolunu bulmak zorundadırlar. Bu nedenlerden dolayı, Avrupalıların yeni kıtalara yerleşebileceklerini düşünmelerine rağmen, (ilk yazıları hariç) sömürgecilerle eşit haklara sahip yerli halkların mevcut yaşam tarzlarına saygı gösteren anlaşmalar yapmaları koşuluyla da olsa sürekli orduların bulunmasına ve sömürgeci güçlerin uyguladıkları vahşete karşıydı. Fikirlerini 1795 yılında yayınlanan Sürekli Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme başlıklı çalışmasıyla savunmuştu.

Söylediklerimizden çok söylemediklerimize pişman oluruz.. Dile getirilmemiş düşünce gidilmemiş yoldur.

Kant’ın Başlıca Eserleri

Filozof Immanuel Kant’ın Başlıca Eserleri aşağıya çıkarılmıştır:

Tanrı Varlığını Göstermenin Tek Temeli (1763)
Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Teorisi (1775)
Saf Aklın Eleştirisi (1781)
Gelecekte Bir Bilim Olarak Metafizik için Prolegomena (1783)
Aydınlanma Nedir (1784)
Etik Metafiziğinin Temel İlkeleri (1785)
Doğa Bilimlerin Metafizik Temelleri (1786)
Pratik Aklın Eleştirisi (1788)
Yargının Eleştirisi (1790)
Saf Aklın Sınırları İçinde Din (1793)
Sürekli Barış (1795)
Ahlak Metafiziğinin Temelleri (1797)

Ölümü ve Mirası

Immanuel Kant, daha sonraki yıllarında, bunama hastalığından dolayı acılar yaşamış, 12 Şubat 1804 tarihinde, Königsberg kentinde hayata veda etmiş ve şehrin Katedralinde toprağa verilmiştir. Tarihçi Chisick, Kant’ı “18.yüzyılın muhtemel en önemli ve etkili filozofu” (217) olarak tanımlar ve bu tanımlaması “Kant’ı okumanın, onun skolastik sistemleştirmeye ve anlaşılması zor terminolojiye olan tutkusuyla daha da artan kötü şöhretin getirdiği zorluğa” (Blackburn,260) rağmen olmuştur. Gerçekten de Kant’ı, eserlerinde tam olarak ne söylediğini anlamanın getirdiği zorluk, neden “Kantçı felsefenin tamamını on sekizinci yüzyılda çok az insanın bildiğine” dair (Hampson,196) bir açıklama getirebilir niteliktedir.

Immanuel Kant’ın eleştirel felsefesinin, Avrupa düşüncesinde yer alması zaman almış olabilir, ancak, felsefede parçalama yaratan ampirizm/deneycilik veya rasyonalizm gibi iki aşırı uç arasında savunabilir bir orta yol olduğu göstermiştir. Filozof Kant, bunu yaparken, felsefeye tamamen yeni bir yön vermekten ve onu takip edenlere bir rehber olarak cesur ve teşvik edici olmaktan başka bir şey yapmamıştır: Sapere aude, yani, kendi aklınızı kullanma cesaretine sahip olunuz!” (Robertson, 30).

Sorular & Cevaplar

Immanuel Kant ne ile tanınır?

Immanuel Kant, metafizik ile deneycilik/ampirizm arasında orta bir yol bulmaya çalışan Alman Aydınlanma filozofu olarak bilinir. Kant, filozofların neyin bilinebilir, neyin bilinmez olduğunu açıklamak üzere kullandıkları kavramları dikkatli ve eleştirel bir şekilde incelemeleri gerektiğini düşünüyordu.

Immanuel Kant’ın ana felsefesi neydi?

Immanuel Kant’ın temel felsefesi, duyusal dünyanın ötesinde bilemeyeceğimiz bazı şeylerin olması şeklindedir. Hoşgörü ve evrensel Etik düsturlarıyla motive edilen rasyonel ve ahlaki failler olarak herkesin eşit haklara sahip olduğunu düşünüyordu.

Immanuel Kant Tanrı’ya inanır mıydı?

Immanuel Kant, ilahi bir yaratıcı anlamında Tanrı’ya inanıyordu, ancak, bir Tanrı’nın olup olmadığından hiçbir zaman kesin olarak emin olamayacağımızın da farkındaydı.

Mark Cartwright tarafından yazıldı, Nizamettin Karaben tarafından çevrildi

WORLD HISTORY ENCYCLOPEDIA

  • Aile, kralların bile giremediği bir kaledir.
  • Alkışı sessizce karşılayan alkışı hak etmiş demektir.
  • Anlaşılmak bir lükstür.
  • Aslında tarih yoktur, biyografi vardır.
  • Antik olana hayranlığımız eski olana değil, doğal olana hayranlıktır
  • Ben alıntıları sevmem, bana sen ne bildiğini söyle.
  • Bin ormanlık oluşum, tek bir meşe palamudunun içindedir.
  • Birçok kez, okunan bir kitap birinin geleceğini etkiledi.
  • Bir kadının yaşının hiçbir önemi yoktur. En iyi ezgiler, eski kemanlarla çalınır.
  • Bir kahraman, sıradan bir insandan daha cesur değildir. Cesareti sadece beş dakika daha uzun sürer.
  • Bir krala saldırdığınızda, onu öldürmek zorundasınız.
  • Bir noktaya ulaşmanın yirmi değişik yolu olabilir… Ama bir an önce, bunlardan birine başlamalısınız.
  • Bir tek düşmanı olan, her yerde onunla karşılaşır.
  • Bir zamanlar bir gence verilen çok değerli bir nasihat duymuştum: “Daima yapmaktan korktuğun şeyi yap.”
  • Birine göre adaletli olan şey, diğerine göre haksızlıktır; birine göre güzel olan, diğerine göre çirkindir; birine göre bilgelik olan, diğerine göre çılgınlıktır.
  • Bütün gün ne düşünürsek onu yaşarız.
  • Büyük insanlar dünyayı düşüncelerin yönettiğini görenlerdir.
  • Davranışlarından utanıp, sıkılma; hayatın tümü bir denemedir.
  • Dikkatsizlik, pişmanlığın başlangıcıdır.
  • Dil, her insanın bir taş koyarak inşa ettiği bir kenttir.
  • Düşünmeyin kaba, zalim olduğumu da
    Yalnız yürüdüğümden vadilerde ve koruda
    Ormanın tanrısına gidiyorum
    Sözlerini alıp getirmeye insanlara.
  • Eğitimin sırrı, çocuğa saygıyla başlar.
  • Eski arkadaşların en iyi tarafı, yanlarında aptallaşabilmenizdir.
  • Eğitici, zor şeyleri kolaylaştırabilen kişidir.
  • Gördüklerim, görmediğimin varlığına inanmaya beni mecbur ediyor.
  • Güzelliği sevmek bir zevk meselesidir; onu yaratmak ise bir sanat.
  • Gerçekten sizin için yaratılmış şeyler size doğru gelecektir.
  • Gerçek şiir şairin zihnidir, gerçek gemi, gemiyi inşaa edendir.
  • Halkı öyle bir eğitmeliyiz ki gırtlağımıza sarılmasın.
  • Hayatta rast geldiğim her insan bir bakımdan benden üstündür ve ben onlardan bir şey öğrenebilirim.
  • Hayatta tek bir kişi bile, siz yaşadığınız için rahat nefes alıyorsa, siz başarılı ve amacınıza ulaşmış bir insansınız.
  • Hepimiz, değişik derecelerde kaynarız.
  • Hepimiz başkalarını kendi yüreğimizde taşıdığımız biçimde görürüz.
  • Her eylemin atası düşüncedir.
  • Her sanatçı bir zamanlar amatör olarak başladı.
  • Hiçbir şey büyüklük kadar sade değildir. Çünkü sade olmak biraz da büyük olmaktır.
  • Hiçbir bilgi yoktur ki güç doğurmasın.
  • Hoşça kal gururlu dünya! Ben evime dönüyorum. Sen benim dostum değilsin! Ben de senin!
  • İnsan olan, toplum kurallarına uyum sağlamaz.
  • İnsanoğlu merak etmeyi sever ve bu da, bilimin tohumudur.
  • İdealler yıldızlara benzer. Onlara ulaşamazsınız, ama size yol gösterirler.
  • İnsanı şaşırtan şey, şu ağaçları görüp de daha çok şaşırmamamız.
  • İnsanın gözü de en az dili kadar konuşur, hatta göz dili dünyanın her yerinde sözlüğe başvurmaya gerek kalmadan anlaşıldığı için daha avantajlıdır.
  • İnsanları hayvanlardan ayıran şeyin ne olduğunu sonunda öğrendim: mali sıkıntıları!
  • İyi davranışlar küçük fedakarlıklardan oluşur.
  • İyi insanlar, kurallara fazla uymamalıdır.
  • İyi tavırlar, fedakarlıklarla ortaya çıkar.
  • İyi yapılmış bir işin ödülü, onu yapmış olmaktır.

Kendinizden başka kimse size barış getiremez.

Önemli olan hayatın uzunluğu değil, derinliğidir.

  • Para çoğunlukla pahalıya mal olur. (Conduct of Life)
  • Rüyaları gerçekleştirmenin en kısa yolu uyanmaktır.
  • Sığ insanlar şansa inanır. Güçlü insanlar ise “sebep ve sonuç” ilişkisine.
  • Sürekli sizi değiştirmeye çalışan bir dünyada, “kendiniz olabilmek” en büyük başarıdır.

Şunu kalbinize iyi yazın: Her gün “yılın en iyi” günüdür.

  • Tanrı “sen ya sevinç ya kudrete sahip olacaksın” dedi. İkisine birden değil.
  • Toprak, çiçeklerle güler.
  • Yapılırken heyecan duyulmayan işler başarılamaz.
  • Yaşam deneyler bütünüdür. Ne kadar çok deney yaparsanız,sizin için o kadar iyi.
  • Yemeğinizi bir güzel yediniz; ama her ne kadar mezbahalar kilometrelerce uzakta sizden gizlense de, suç ortaklığı diye bir şey var.
  • Yol sizi nereye götürüyorsa oraya gitmeyin,yol olmayan yerden gidin ki; iz bırakın.
  • Yolunu kaybetmiş birine yön sorulmaz.
  • Yüksek bir amaca bağlanın.

Zengin bir kalp yoksa servet çirkin bir dilencidir.

  • Hayatın amacı mutlu olmak değildir. İşe yarar olmaktır. Onurlu olmaktır. Merhametli olmaktır. Yaşadığın süre boyunca bir fark yaratmaktır.
  • Zihin sadeleştiğinde eski şeyler geçip giderler; o şimdi yaşıyordur ve geçmişle geleceği şimdiki anın içine çeker.
  • Yamyamların tanrısı bir yamyam. Savaşçıların tanrısı bir savaşçı. Tüccarların tanrısı da bir tüccar olacaktır.
  • Az bulunur bir zekaya sahip bir insana rastladığınızda, ona hangi kitapları okuduğunu sormanız gerekir.    
  • Duyduğum her yanlış düşüncede kiliseden çıkmam gerekseydi, orada beş dakikadan fazla kalamazdım.
  • Eğer iki insan birbirlerinin ufak kusurlarını affedemezse, uzun zaman dost olamazlar.  
  • Şimdiye kadar kimse bir kitabın değerini ödememiştir, yalnız baskı tutarını ödemiştir.
  • Yol sizi nereye götürüyorsa oraya gitmeyin, yol olmayan yerden gidin ki; iz bırakın.
  • Hissetme biçiminiz, neden bir başkasının kafasındaki düşüncelere bağlı olsun.
  • Gerçekten var olan bir sinek, bir ihtimal var olan bir melekten daha önemlidir.
  • Düşüncenin ortaya koyulması insanı kölelikten kurtarıp özgürlüğe ulaştırır.
  • İdealler yıldızlara benzer. Onlara ulaşamazsınız, ama size yol gösterirler.
  • Sığ insanlar şansa inanır. Güçlü insanlar ise “sebep ve sonuç” ilişkisine.  
  • Öfke ile geçirdiğiniz her dakika mutluluğunuzdan çalınmış 60 saniyedir.
  • Bir insanı mucizelerle yolundan döndürmek, canının küçültülmesidir.
  • Hayat, insanın sabahtan akşama kadar düşündüklerinden ibarettir.
  • Uygarlığın gelişmesinde en büyük görev, kadınların üstündedir.
  • Büyük insanlar dünyayı düşüncelerin yönettiğini görenlerdir.
  • İnsanoğlu merak etmeyi sever ve bu da, bilimin tohumudur.
  • Son tahlilde hiçbir şey, kendi zihnimiz kadar kutsal değildir.
  • Bilim, hayal gücüne ne kadar borçlu olduğunu bilmez.
  • Bir çağa ait din, bir sonraki çağ için edebi eğlencedir.
  • Bir adam, gün boyunca düşündüklerinin toplamıdır.
  • Halkı öyle bir eğitmeliyiz ki gırtlağımıza sarılmasın.
  • Zengin bir vicdan yoksa servet çirkin bir dilencidir.
  • Yapılırken heyecan duyulmayan işler başarılamaz.
  • Bir tek düşmanı olan, her yerde onunla karşılaşır.
  • İyi yapılmış bir işin ödülü, onu yapmış olmaktır.
  • İnsan olan, toplum kurallarına uyum sağlamaz.
  • Kendinizden başka kimse size barış getiremez.
  • Benim ülkem dünya ve dinim iyilik yapmak.  
  • Korku, her zaman cehaletten kaynaklanır.  
  • Yolunu kaybetmiş birine yön sorulmaz.  
  • Dikkatsizlik, pişmanlığın başlangıcıdır.  
  • Para çoğunlukla pahalıya mal olur.   
  • İnsanlar ancak adaletle doyurulur.  
  • Sağlıktan büyük zenginlik yoktur.  
  • Korkunun kaynağı, bilgisizliktir.  
  • Her eylemin atası düşüncedir.   
  • Yüksek bir amaca bağlanın.  
  • Anlaşılmak bir lükstür. 

Vikisöz / Ralph Waldo Emerson

Ralph Waldo Emerson 25 Mayıs 1803’te Boston’da Ruth Haskins Emerson ve Boston’un İlk Kilisesi‘nin papazı William Emerson’ın oğlu olarak dünyaya geldi. On dokuzuncu yüzyılın başında Boston’un kültürel ortamı, eski muhafazakâr değerleri ile 1840’lara kadar geçen on yıllarda ortaya çıkan radikal reform hareketleri ve sosyal idealistler arasındaki çatışmayla giderek daha fazla şekillenecekti. Ralph Waldo Emerson, yıllar içinde finansal ve duygusal liderliğini giderek daha fazla üstlenmek zorunda kaldığı birbirine bağlı beş erkek çocuktan oluşan ailenin fertlerinden biriydi.

Ralph Waldo Emerson, on dört yaşında Harvard’a girdi, yazları özel ders verdi, garsonluk yaptı ve kardeşi Edward ile birlikte masraflarını karşılamak için başka öğrenciler için ödev hazırladı. Çok parlak bir öğrenci olmayan Emerson, Harvard’daki Divinity School‘a girdiği 1825 yılına kadar kardeşi William’ın okulunda öğretmenlik yaptı.

Emerson’un entelektüel yaşantısının yapısı, bu ilk yıllarda tarih, edebiyat, felsefe ve din alanlarındaki ders dışı okumalarının kapsamı ve derinliği ile şekillendi; bu okumaların yoğunluğu görme yetisine ve sağlığına ciddi zarar verdi. Entelektüel gelişiminde baba tarafından akrabası olan halası Mary Moody Emerson’ın etkisi de aynı derecede önemliydi. Öncelikle dinî konularda yazmış olsa da Mary Moody Emerson, bilginin her alanında yaptığı geniş okumalar ve dönemin tüm meseleleri hakkında fikir sahibi olmaları yönündeki ısrarcı tavrıyla Ralph Waldo Emerson ve kardeşlerine örnek oldu. Mary Moody Emerson aynı zamanda din konusunda tutkulu bir Ortodoks ve tartışmayı seven, yeğeninin daha radikal inançlarının habercisi olan bir mistisizme eğilimli özgün bir düşünürdü. Yeğeni onun katı Ortodoksluğundan uzaklaştıkça halasının etkisi azaldı, ancak bitmek bilmeyen entelektüel enerjisi ve mücadeleci kişiliği bir düşünür olarak Emerson üzerinde kalıcı bir iz bıraktı.

1829’da Boston’daki İkinci Kilise‘de papaz yardımcısı olarak görev yapma teklifini kabul etti ve 1832’de Rab’bin Sofrası Komünyonunun geçerliliğine ilişkin itirazları nedeniyle istifa edene kadar bu görevi sürdürdü. Ralph Waldo Emerson 1835’te Doğu Lexington Kilisesi’ne papaz olarak atanmayı reddetti ama 1839’a kadar orada düzenli olarak vaaz verdi.

1830 yılında, ertesi yıl tüberkülozdan ölen Ellen Tucker ile evlendi. 1835 yılında Lydia Jackson ile ikinci evliliğini yaptı. İkinci evliliğinden dört çocuğu oldu ve en büyükleri Waldo beş yaşında hayatını kaybetti; bu olay çiftin üzerinde derin izler bıraktı ve Emerson’ın acı çekmenin kurtarıcı değerine bakış açısını değiştirdi. Emerson’ın ilk kitabı Nature (Doğa) 1836’da anonim olarak ve masrafları Emerson tarafından karşılanarak yayımlandı. Emerson 1837’de Harvard’da Phi Beta Kappa konuşması olarak ünlü “American Scholar” konferansını verdi, ancak 1838’de yaptığı tartışmalı Harvard Divinity School konuşması, üniversite ile yirmi dokuz yıllık bir kopuşun vesilesi oldu ve Cambridge’in liberal teolojik akımlarından bile uzaklaştığının sinyalini verdi.

Maddi zorunluluklar nedeniyle konuşmacı olarak kariyer yapmak zorunda kalan Ralph Waldo Emerson, 1839’da ciddi bir şekilde konuşmacı olarak çalışmaya başladı ve 1872’ye kadar zorlu bir kamu programı yürüttü. Konferans turları Emerson’ın büyüyen ailesine ve bakmakla yükümlü olduğu kişilere düzenli bir gelir sağlarken, kamuoyunun Emerson’ın fikirleri ve çalışmaları hakkındaki farkındalığını da arttırdı.

Ralph Waldo Emerson 1840-1844 yılları arasında Margaret Fuller ile birlikte The Dial‘ın editörlüğünü yaptı. Essays: First Series 1841’de yayımlandı ve bunu 1844 senesinde yayınlanan Essays: Second Series takip etti. Emerson’ın bir filozof olarak ün kazanmasında en büyük pay sahibi bu iki kitap oldu.

Emerson 1844 yılında Walden Göleti kıyısında, ertesi yıl doğa bilimci ve filozof Henry David Thoreau’nun bir kulübe inşa etmesine izin vereceği araziyi de satın aldı. Brook Farm’daki deneysel kolektife sempati duymakla birlikte, Ralph Waldo Emerson gruba katılması için yapılan ısrarlı girişimleri reddetti ve Lydia ve büyüyen ailesiyle birlikte Concord’da kendi evini tuttu. Ancak Emerson, Thoreau, Nathaniel Hawthorne, sosyal düşünür Margaret Fuller, reformcu Bronson Alcott ve şair Ellery Channing’in de aralarında bulunduğu bir grup yazarı Concord civarında bir araya getirerek kendi ruhtaş topluluğunu oluşturmaya çalıştı.

English Traits adlı kitabı 1847-1848 yılları arasında İngiltere’ye yaptığı bir geziden esinlenmiştir. 1850’lere gelindiğinde Emerson, New England ve Midwest’te verdiği konferanslarda köleliğin kaldırılmasının açık sözlü bir savunucusu olmuş ve sadece 1867’de seksen konferans olmak üzere birçok farklı konuda geniş çaplı konferanslar vermeye devam etmiştir.

Emerson hayatının son yıllarını huzur içinde ama yetilerini tam olarak kullanamadan geçirmiştir. Concord’daki evinde 1882 yılında zatürreden ölmüştür.

Ralph Waldo Emerson’un felsefi tutumu

Ralph Waldo Emerson yaşadığı dönemde Amerika’da en çok tanınan edebiyatçı olmuş, üretken bir şair, denemeci, popüler bir konuşmacı ve sosyal reformların savunucusu olarak kendini kabul ettirmiş, ancak yine de reform ve reformculara şüpheyle yaklaşmıştır. Emerson şiirleriyle belli bir üne kavuşmuş, zamanının önde gelen entelektüel ve sanatsal figürlerinin çoğuyla yazışmış ve bir Unitarian papazı olarak ara sıra sürdürdüğü kariyeri boyunca bir dizi tartışma yaratan vaaz vermiş ve daha sonra bunları kitaplaştırmıştır. Ancak Emerson’ın kalıcı ünü bir filozof, aforizma yazarı ve Amerikan transandantal hareketini savunması ve Walt Whitman, Henry David Thoreau, William James ve diğerleri üzerindeki etkisiyle tek başına Amerikan kültür tarihinde önemli bir yer edinecek olan özünde Amerikalı bir düşünür olmasıdır.

SOSYOLOG ÖMER YILDIRIM

William James pragmatizmin kurucusu olan ABD’li filozoftur.

İrlanda asıllı zengin bir göçmen ailenin çocuğu olan William James’in çocukluğu Avrupa’da seyahatlerle geçti. Önceleri düzenli bir öğrenim göremedi. Sonradan Harvard Üniversitesinde tıp ve doğa bilimleri eğitimi gördü. 1869’da tıp doktoru, 1885vde Harvard Üniversitesinde profesör oldu. Burada fizyoloji, biyoloji, felsefe ve psikoloji dersleri verdi.

James’in ilk önemli eseri “Psikolojinin Prensipleri”dir (1890). Felsefi sistemin esaslarını ise “Pragmatizm” (1907) adlı kitabında ortaya koymuştur. Felsefi görüşü pratiklik, faydalılık ve verimlilik kavramlarına dayanmaktadır. James’e göre bilgi, kişilik, bilinç, gerçek düşünce gibi şeyler faydalılık, verimlilik, pratiklik ölçüsüyle değerlendirilir. Mühim olan teori değil, iş ve uygulamadır; hayatta var olan, uygulanabilen ve bir etki meydana getiren şey gerçektir. Zihnen ve soyut olarak ne kadar doğru olur veya görünürse görünsün pratiği olmayan ve hayatta bir etki meydana getirmeyen şey bir değer ifade etmez ve gerçek de sayılmaz.

Amerika’daki ilk psikoloji laboratuvarını oluşturmuş olan William James, “sonuçlar nelerdir?” diye sormakta ve düşüncenin yüzünü, eylem ve geleceğe yöneltmektedir. Nitekim James, yaşamı doğrudan ilgilendiren somut olgulara, eylemlere, insanın yaşamını şimdi ve yakın gelecekte doğrudan etkileyen güç ve eyleme önem vermiştir. O, yararlılıkla, yalnızca bireyin maddi ihtiyaçlarının karşılanmasını değil, aynı zamanda insanın ve toplumun gelişmesine katkıda bulunan her şeyi anlatmak ister. Bu anlamda din, James’e göre, tümüyle doğrudur ve din konusunda, dinin sonuçlarına bakarak yargıda bulunmak gerekir. O, dinin metafizik bir değere sahip olup olmadığını bilmediğini söyler. Fakat din, her durumda yararlı bir varsayımdır.

William James birçok kişi tarafından Amerikalı filozofların en etkileyici ve ilham verici olanı ve aynı zamanda üç büyük pragmatistin (Charles Sanders Peirce ve John Dewey arasındaki orta halka) ikincisi olarak kabul edilir.

Harvard Üniversitesinde psikoloji ve felsefe profesörü olarak çalıştıktan sonra, yaşayan en ünlü Amerikalı psikolog ve daha sonra da zamanının yaşayan en ünlü Amerikalı filozofu olmuştur. Alman idealistler başta olmak üzere Avrupalı rasyonalistlere özgü mantıksal açıdan katı sistemlerden kaçınan William James felsefi çıkarımlar açısından zengin bir psikolojinin ve kendi psikolojik uzmanlığıyla zenginleştirilmiş bir felsefenin parçalarını bir araya getirmiştir. Daha spesifik olarak, benlik teorisi ve bilinçli eyleme yönelik insan görüşü, felsefeye dönmesini gerektirecek sorunları ortaya çıkarmıştır. Burada, fikirlerin anlamını ve inançların doğruluğunu soyut olarak değil, insanların yaşamlarında yaratabilecekleri pratik değişimler açısından ele alan pragmatik epistemolojisini geliştirmiştir. Bu teorinin dinî inanç, metafizik, insan özgürlüğü ve ahlaki değerler ile sosyal felsefe alanlarındaki etkilerini incelemiştir.

William James‘in katkıları arasında, özgürlük ve determinizm, tutarlılık ve bağdaşıklık ve düalizm ve materyalizm gibi konularda uzun süredir devam eden felsefi görüşlerin eleştirisinin yanı sıra, fenomenolojik bir benlik ve bilinç anlayışının kapsamlı bir analizi, “ileriye dönük” bir hakikat anlayışı, detaylı bir metafiziksel çoğulculuk ve toplumsal ve sosyal kaygılarla bağlantılı olarak tam bir eylemlilik görüşüne bağlılık yer almaktadır. Her boyutunu eksiksiz bir şekilde tamamlayacak kadar uzun yaşamamış olsa da Batı düşüncesindeki son büyük felsefi sistemlerden birini yaratan William James kışkırtıcı fikirleri ve ilgi çekici yazım tarzının bileşimiyle çalışmalarının kalıcı olmasını sağlamayı başarmıştır.

  • İşe yarıyorsa, doğrudur.  
  • Her farklılık bir fark yaratmalıdır.
  • İnsan alışkanlıklarıyla zincirlenmiştir.     
  • Ömrünü uzatan bir şey için hayatı harcamak.   
  • Bilge olmak, nelere göz yumulacağını bilmektir.   
  • Asıl fark, dahilerin gayret ve konsantrasyonundadır.    
  • İnsan, düşüncesini değiştirerek hayatını değiştirebilir.  
  • Din gerçek şeyleri bomboş gören bir uyurgezer gibidir.  
  • Hayal gücünüzde sıkıca tuttuğunuz her şey sizin olabilir.    
  • Eğer birinin zihnini görmek istiyorsan, ona hayallerini sor.   
  • Belki de insan korktuğu için kaçmıyor, kaçtığı için korkuyor.   
  • İnsan doğasındaki en derin prensip takdir edilme isteğidir.   
  • İnsanın temel amacı, kendi varlığını korumak ve savunmaktır.
  • Bütün hayatımız, bir yığın alışkanlıktan başka bir şey değildir.   
  • Yaptıkların bir fark yaratıyormuş gibi davran, çünkü yaratıyor.   
  • Bir seçim yapmanız gerektiğinde; seçmemek de bir seçimdir.      
  • Mutlu olduğumuz için gülmeyiz. güldüğümüz için mutluyuzdur.     
  • Potansiyelini gerçekleştiremeyen organizma zamanla hasta olur.    
  • Strese karşı en büyük silahımız, düşüncelerimizi seçebilmemizdir.  
  • Felsefe tarihi büyük oranda insan mizaçlarının çatışmasının tarihidir.    
  • Bir insana verilecek en korkunç ceza, onun varlığını kabul etmemektir.    
  • Üzüldüğümüz için gözyaşı dökmeyiz. Gözyaşı döktüğümüz için üzülürüz.     
  • Bir kabiliyete sahip olmak istiyorsanız, zaten ona sahipmiş gibi davranın.   
  • Hayallerinize her şeyinizi verin. Sahip olduğunuz enerjiye şaşar kalırsınız.     
  • Bir kural olarak, hiç kullanmadığımız tüm gerçekleri ve teorileri inkar ederiz.   
  • Herkes, sadece pratik olsun diye, her gün nefret ettiği en az iki şey yapmalıdır.  
  • Yanlış anlayanlar tarafından söylenen bir doğrudan daha kötü hiç bir yalan yoktur.   
  • Hiçbir şey, tamamlanmamış bir görevi sürdürmeye çalışmak kadar zor ve yorucu değildir.  
  • Bugünün gerçeklerine göre yaşamak zorundayız ve yarın bunları hatalı bulmaya alışmalıyız.   
  • Strese karşı en büyük silahımız bir düşünceyi bırakıp bir diğerini tercih edebilme yetimizdir.    
  • Birçok insan düşündüğünü sanır, aslında yaptıkları sadece önyargılarını yeniden düzenlemektir.  
  • Hayattan korkmayın. Hayatın yaşanmaya değer olduğuna inanın ve inancınız bunu gerçek yapar.  
  • Bir karar verdiğinizde, bu kararın sonucuyla ilgilenmekten ve bu konuda kafa yormaktan vazgeçin.  
  • Hayatı işe yarar bir şekilde kullanmak, onu kendisinden daha uzun ömürlü bir şey için harcamaktır.  
  • Hepimiz içinden hayal bile etmediğimiz şeyleri çekip çıkarabileceğimiz, yaşam sarnıçlarına sahibiz.  
  • Her gün “her işin başında” ne yapması gerektiğine karar veren birinden “daha sefil bir insan yoktur”.  
  • Öyle olmasını kabullenin, olayları kabullenmek, hoş olmayan sonuçları önlemeye doğru atılan ilk adımdır.  
  • Bir kez karara ulaşıldığında ve sıra uygulamaya geldiğinde, tüm sorumluluğu kafanızdan atın ve sonuca odaklanın.  
  • Olmamız gerekenin yarısını olabiliyoruz. Fiziksel ve zihinsel potansiyelimizin küçük bir bölümünü kullanabiliyoruz.  
  • Kuşağımın en büyük keşfi, insanların içsel zihinsel durumlarını değiştirerek yaşamlarının dışsal yönlerini değiştirebilmeleridir.
  • Çoğu insan fiziksel, entelektüel veya ahlaki açıdan olsun kendi potansiyel varlıklarının çok azını kapsayan dar bir çemberde yaşar. 
  • Acı veya zorluk çeken kişi kendi iç tutumunu değiştirir, korkularından vazgeçip mücadele etmeye başlarsa, her kötülüğü iyiliğe dönüştürebilir.
  • Umutlarınız, hayalleriniz ve arzularınız akla uygundur. Eğer sadece onlara izin verirseniz, sizi bulutların ve fırtınaların üstünde havada tutmaya çalışırlar.  
  • Kendimizi cesur hissetmek için, cesurmuş gibi davranıp, bu sonucu alana kadar tüm irademizi kullanalım; ardından çok büyük ihtimalle cesaret hissi korku hissinin yerini alacaktır.   
  • Davranış duyguyu takip ediyormuş gibi görünür; ama aslında davranış ve duygu birlikte hareket ederler. İrademizin doğrudan kontrolü altında olan davranışlarımızı düzene soktuğumuzda, dolaylı olarak duygularımızı da düzenlemiş oluruz.  

Vikisöz / William James

Novalis; asıl adı Friedrich Leopold, Hardenberg Baronu (d. 2 Mayıs 1772, Oberwiederstedt – ö. 25 Mart 1801, Weissenfels, Saksonya), romantizmin gelişimi üzerinde büyük etkisi olmuş ilk romantik şair ve kuramcılardandır.

Aşağı Saksonyalı soylu bir Protestan ailesinin çocuğuydu. Novalis adını, ailesinin eskiden kullandığı “de Novali” adından almıştı. Jena Üniversitesi’nde hukuk öğrenimi gördüğü yıllarda (1790) ünlü şair ve oyun yazarı Schiller’le tanıştı. Hukuk öğrenimini sürdürdüğü Leipzig’de de Friedrich von Schlegel’le dostluk kurdu, Kant ve Fichte’ nin felsefesini öğrenme fırsatını buldu. Öğrenimini 1793’te Wittenberg’de tamamladıktan sonra 1796’da Saksonya hükümetinin Weissenfels’deki tuzlasının denetçiliğine getirildi.

1794’te 14 yaşındaki Sophie von Kühn’e âşık oldu ve nişanlandılar. Ama Sophie 1797’de vereme yakalanarak öldü. Hymnen an die Nacht (1800; Geceye İlahiler) adlı şiir kitabı, Novalis’in bu olaydan duyduğu büyük üzüntüyü yansıtır. Aralarına manzum bölümler serpiştirilmiş altı düzyazı şiirden oluşan kitap, gece ya da ölümü Tanrı’nın huzurunda daha yüce bir yaşama yükseliş olarak ele alır ve Novalis’in öldükten sonra Sophie’yle ve bütün evrenle birleşme umudunu dile getirir. Novalis 1797’de Freiberg’de madencilik öğrenimine başladı. 1798’de Julie von Charpentier’le nişanlandı. 1799’da Weissenfels tuzlasının müfettişliğine getirildi ama iki yıl sonra vereme yakalanarak öldü.

Novalis son yıllarında çok yaratıcıydı. Ansiklopedik yapıtlarının yanı sıra idealizme dayalı bir felsefe sistemi üzerinde çalıştı, şiirlerinin büyük bölümünü de bu dönemde yazdı. Sağlığında yayımlanan ve fragmanlardan oluşan Blütenstaub (1798; Çiçektozu) ve Glauben und Liebe (1798; İnanç ve Aşk) adlı kitapları şiir, felsefe ve bilimi alegorik bir dünya yorumuyla birleştirmeye çalışan zihninin ne kadar kapsayıcı olduğunu gösterir, idealize edilmiş bir ortaçağ ortamında geçen ünlü mitolojik romansı Heinrich von Ofterdingen (1802) genç bir şairin mistik ve romantik arayışlarını betimler. Şairin düşlerinin ana imgesi olan mavi çiçek, Novalis’in çağdaşı romantik şairler arasında romantizmin özlemlerinin bir simgesi haline gelmiştir.

Novalis, Die Christenheit oder Europa (1799; Hıristiyanlık ya da Avrupa) adlı denemesinde kültürel, toplumsal ve düşünsel birliği Reform ve Aydınlanma hareketleriyle yıkılmış Avrupa’yı yeniden birleştirecek evrensel bir Hıristiyan kilisesinin kurulması çağrısında bulundu. Novalis’in ölümünden sonra yayımlanan bu deneme, romantiklerin Katolik Kilisesi’ne yakınlaşmasını başlatan yapıt olarak görülmüştür.

NKFU

Düşümüzde düş görmeye başlayınca, uyanma zamanı yakındır.

Her şakanın içinde bir gerçek vardır.

Felsefe yapmak, kendini tanımak ve kendine açılmaktır.

Dünya inanca dayanır.

İhtiyaçlarımız, düşündüklerimizi ele verir.

Bütün bilginlerin içinde inanış vardır.

Kültür sahibi olmak isteyen insanın ulaşacağı ilk hedef tedbirdir.

Kötülük akılda yer etmiş, inatçı ve ancak mucize ile iyileşebilen bir ruh hastalığıdır. 

Bazen en uzun yolculuk iki insan arasındaki mesafedir.

Gerçek aşkın vasfı, tatlı acılıktır. 

Kadınlar: tatlı bir sır. Sadece üstü örtülüdür, kilitli değil.

İnsan, hepimizin birbirine ait olduğunu ve birimiz olmadan öbürümüzün var olamayacağını neredeyse hiç bilmez.

Novalis

Mayıs 1265’de Floransa’da doğan İtalyan yazar Dante Alighieri, 26 Mart 1266’da Durante adıyla vaftiz edildi. 1274’de “Yeni Hayat” ve “İlahi Komedya”da ölümsüzleştireceği Beatrice’yi ilk kez gördü. 1283’te, babasının ölümünden bir yıl sonra, Floransa’nın önde gelen aşk şairlerinden biri olarak üne kavuştu ve şair Guido Cavalcanti’yle yazışmaya başladı. 1285 yılında evlendiği Gemma Donati’den iki yıl sonra Pietro adında bir çocuk sahibi oldu. 1289 yılında Campaldino Savaşı’nda, Floransalı Guelfoların safında Ghibellinoların şehri Arezzo’ya karşı savaşan Dante, savaştan üç yıl sonra, “Vita nuova” (Yeni Hayat) adlı yapıtını yazdı. Yeni Hayat, Dante’nin 31 şiirini, bu şiirlerin hangi vesilelerle yazıldığına ilişkin açıklamalarını ve şiirlerin yapısal çözümlemelerini içeren bir düzyazı-şiir çalışmasıdır.

Yoğun felsefe çalışmalarına başlayan şair, felsefi konularda şiirler yazmayı da sürdürür bu arada. 1295 yılında Hekim ve Eczacılar Loncası’na üye oldu ve Floransa’nın siyasal yaşamına katıldı. Bu tarihten sonra çeşitli meclislerde görev alan Dante, bu beş yıllık süreç sonucunda altı lonca başkanından biri sıfatıyla Floransa’nın yönetimine seçildi. 1295’te Beyazlar ve Siyahlar olarak ikiye bölünen Guelfolar yüzünden, Floransa’da siyasal uzlaşmayı sağlamak amacıyla, Papa’ya gönderilen üç kişilik kurulun üyesi olarak şehirden uzaklaştığında, önderleri bir süre önce sürgüne gönderilmiş olan Siyah Guelfo grubu iktidarı ele geçirdi.

27 Ocak 1302’de para cezasına çarptırılan ve kamu görevinden men edilen yazar, düzmece bir yolsuzlukla suçlandı ve Toscana bölgesine girmesi yasaklandı. 10 Mart’ta ceza onaylandı ve yakalanması halinde yakılarak idam edilecekti. 2 yıl sonra, mücadelesini tek başına sürdürmeye karar veren Dante, Beyaz Guelfo grubundan sürgün arkadaşlarıyla bağlarını kopardı ve sonraki yıllarda bütün İtalya’yı kapsayan gezilere çıktı. 1304-1308 yılları arasında De vulgari eloquentia (Halkdilinde Belagat) ile Convivio (Şölen) adlı yapıtlarını yazdı. Bu yapıtlardan ilki, dil ve şiir üzerine görüşlerini; ikincisi ise felsefe üzerine düşüncelerini ve felsefi bir bakış açısıyla şiirlerine ilişkin yorumlarını içerir. Dört kitaptan oluşan ve felsefî, siyasî ve ahlâkî konuları içeren Convivio adlı eserinin ikinci kitabı da astronomi ile ilgilidir aynı zamanda. İki yapıt da tamamlanmamıştır.

Bu yapıtlarının hemen ardından 1308’de “Divina Commedia”yı (İlahi Komedya) yazmaya başladı ve ölümünden kısa bir süre öncesine kadar bu yapıt üzerinde çalıştı. Özgün adı Comedia (Komedya) olan bu yapıta “ilahi” nitelemesi sonradan, Rönesans döneminde eklenmiştir. İtalyanca yazılan İlahi Komedya, karşılıksız aşkı Beatrice için yazılan bu destan hem aşkı ve insanı, hem geçmişi, hem kendi güncelliğini anlatıyor, geleceğe uzanan bir sentez oluşturuyordu. Aynı zamanda İlâhi Komedya ile Convivio’da astronomi ve kozmolojiye ilişkin görüşlere de rastlanmaktadır.

İlahi Komedya’dan sonra 1314’de Monarchia’yı (Monarşi) yazan Dante, yönetim biçimini konu aldığı bu yapıtında, papalık-imparatorluk şeklindeki iktidar parçalanmasına karşı tek bir hükümdarın egemenliğini savundu. 1315 Haziran ayında Floransalı sürgünlere suçlarını kabul etmeleri halinde affedilecekleri bildirildi fakat bu öneriyi kabul etmeyen Dante’nin sürgün cezası yeniden onaylandı ve çocukları da ceza kapsamına alındı. Şair, son yıllarını Verona’da Can Grande della Scala’nın ve Ravenna’da Guido Novello da Polenta’nın saraylarında geçirdi. Quaestio de aqua et terra (Su ve Toprak Sorunu) ile Egloge (Eklogalar) adlı yapıtlarını yazdıktan bir sene sonra, 1321 yılında Ravenna’da öldü.

ANTOLOJİ

  • Kim iyi dinlerse o öğrenir.   
  • Ölmedim, ama diri dedeğilim.    
  • Kazanmak zorundayız bu savaşı!    
  • İyi Olan, İyiliği Anladığı Kadar İyidir.  
  • Dinlemesini Bilen, Anlamayı Da Bilmeli.   
  • Kaşlarına kadar batmış insanlar gördüm.   
  • Yıldızını takip edersen, hedefi kaçırmazsın.
  • Kuşku İnsana Keyif Veriyor, Tıpkı Bilgi Gibi.   
  • Bugünün Bir Daha Asla Doğmayacağını Düşün!    
  • Güçlü bir ateş, küçük bir kıvılcımdan sonra çıkar.  
  • Haklı bir isteğin karşılığı söz değil, eylem olmalı.
  • İnsan özgür olmadan, huzurlu ve mutlu olamaz.  
  • Bir şeyleri başarmanın sırrı, harekete geçmektir.   
  • Sen yolundan yürü ve bırak ne derlerse desinler.     
  • İnsanların erdemlerinin çocuklarına geçmesi az rastlanır.    
  • Eğitim ekmek ve sudan sonra halkın en zorunlu ihtiyacıdır.   
  • Bazen bazı şeyleri anlatmaya kelimeler bile kifayetsiz kalır.   
  • Zamanın kaybolduğunu bilenler, en çok üzüntü duyanlardır.
  • Bir irade, kendisinden daha güçlü bir iradeye karşı koyamaz.   
  • Hayat yolunun ortasında kendimi karanlık bir ormanda buldum.
  • Akıl kötü niyetle, kaba kuvvetle birleşirse kimse karşı koyamaz.  
  • Ne oluyorsun? Niçin duruyorsun, niçin? Bunca korkaklık neden?    
  • Ölmek umutları yok bunların. Hayatlarıysa öyle pis ki zavallıların.  
  • Mutlu günleri anmak acılı günlerde, inan ki acıların en büyüğüdür.   
  • Her karanlık kendisini sonlandıracak şafağın tohumlarını içinde taşır.    
  • Bilmez Misin Ki İnsan Olgunlaştığı Oranda Zevki ve Azabı Daha Güçlü Hisseder?   
  • Siz insanlar hem sadakat ister, hem de buna maruz kalınca kaçacak delik ararsınız.    
  • Cehennemin en karanlık yerleri, Ahlak Krizi Zamanlarında tarafsız kalanlara ayrılmıştır.   
  • Altınla gümüşü Tanrı yaptınız kendinize, Putperestten farkınız: Bir yerine bin puta tapmanız.  
  • İnsan yalnızca başkalarına zarar verecek şeylerden korkmalı; bunun dışında korkuya yer olmamalı.   
  • Herkes yenenin peşinden gider; kimi önde yürür, kimi onu arkasından çeker, kimi varlığını yanında belli eder.  
  • Aslınızı Düşünün İsterseniz; Hayvanlar Gibi Yaşamak İçin Dünyaya Gelmediniz, Erdem Ve Bilgi Peşinde Koşmak Göreviniz.    
  • Aşkın efendiliği iyi değildir, çünkü ona inanan kişi ne denli çok inanç beslerse o denli ağır ve acılı anlar yaşamak zorunda kalır.

Vikisöz / Dante Alighieri

17 Ramazan 560 (28 Temmuz 1165) tarihinde Mürsiye’de doğdu. Kökeni, cömertliği ile meşhur Hâtim et-Tâi’nin de mensup olduğu, Tay kabilesine ulaşan soylu bir âileye dayanır. Aile Endülüs toplumunun elit kesimini oluşturan hassa zümresindendir. Babası Ali b. Muhammed yöneticilerle bilhassa İbn Merdenîş (ö. 567/1172) ve Yûsuf b. Abdülmü’min (ö. 580/1184) çevresiyle yakın ilişkilere sahip bir kimsedir. Sekiz yaşında iken ailesi, İşbîliye’ye (Sevilla) göç eden İbn Arabî, Kur’an eğitimine ehl-i tarîk bir zat olan Ebû Abdullah el-Hayyât’ın nezaretinde başladı. Ebû Bekir el-Lahmî’den (ö. 585/1189) kıraat-ı seb’a ve aşere-takrib dersleri aldı; İbn Şüreyh’in (ö. 476/1084) el-Kâfî’sini okudu. Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî’den (ö. 581/1185) er-Ravzü’l-ünüf isimli eserini okudu. Ayrıca derslerine devam ettiği Kâdı İbn Zerkûn’dan (ö. 586/1190) icazet aldı. Döneminin meşhur hadis hafızı İbnü’l-Harrât’ın (ö. 582/1186) derslerine katıldı ve onunla birlikte İbn Hazm’ın bazı eserlerini okudu.

Babasının yakın arkadaşı olan filozof İbn Rüşd ile onun talebi üzerine on beş yaşlarında bir genç iken Kurtuba’da görüştü (575/1180). Bu görüşmede İbn Rüşd’ün kendisine “nazar ve istidlal yoluyla elde edilen bilgi ile keşif ve mücahede sayesinde erişilen bilgi arasında herhangi bir benzerliğin var olup olmadığına” dair bir soru yönelttiği de rivayetler arasındadır. Zâhirî ilimlere dair aldığı eğitimin yanı sıra İbn Arabî mânevî ilimlerle de meşgul olmaya başladı ve bu konularda kendisinin yazılarında yer verdiğine göre üç yüzü aşkın isimden istifade etti. Bunlar arasında ümmî bir zat olan Ebü’l-Abbas el-Uryebî, İbn Arabî’nin İşbîliye’de intisap ettiği ilk şeyhlerden biridir (580/1184). Ayrıca başta Mûsâ b. İmrân el-Mirtûlî (ö. 604/1207), Ebû Abdullah b. Kassûm (ö. 606/1209 civarı), Fâtıma bintü İbni’l-Müsennâ ve Şems Ümmü’l-Fukarâ olmak üzere bölgede tanınan tasavvuf ehli kadın-erkek pek çok ismin meclisinde bulundu. Ruhû’l-Kuds isimli eserini kendisi için kaleme alacağı ve Fütûhât’ı kendisine ithaf edeceği Abdülazîz el-Mehdevî’yi ziyaret maksadıyla Cezîretülhadrâ, Sebte, Fas, Tilimsan güzergahını takip ederek bir yıl vakit geçireceği Tunus’a gitti (590/1194). İşbîliye’ye dönüşünde ise İbn Arabî, Takiyyüddin Abdurrahman b. Ali et-Tevzerî’nin elinden ilk kez tarikat hırkasını giydi (592/1195). Fas’a yaptığı yolculuklardan birinde kendisine uzun yıllar arkadaşlık ve öğrencilik edecek Abdullah Bedr el-Habeşî ile tanıştı.

Fas sonrasında Gırnata ve Kurtuba’ya geçen İbn Arabî Merakeş’te bulunduğu sırada aldığı mânevî işaretle, Endülüs’e bir daha dönmemek üzere Şam’da sonlanacak olan Doğu İslam ülkelerine doğru yapacağı seyahatlere başladı (596-597/1200). İlk hac yolculuğunu tamamladıktan sonra Ebû Medyen ile görüşmek üzere Bicâye şehrine geldi. Ancak Ebû Medyen’in kısa bir süre önce vefat etmesi sebebiyle bu görüşme gerçekleşemedi. Bunun üzerine Tunus’a giderek Abdülazîz el-Mehdevî ile görüştü (597/1201) ve ikinci bir hac yolculuğu yapmak üzere yola koyuldu. Mısır, Kudüs ve Mekke güzergahını takip eden İbn Arabî, Halîl şehrinde Hakîm Tirmizî’nin eserlerini Zâhir el-İsfahânî’den okudu. Medîne’de Hz. Peygamber’i ziyaretin ardından Mekke’ye ulaştı (598/1202). Mekke’de bulunduğu süre zarfında Herevî’nin Derecâtü’t-tâibîn’ini Şerîf Cemâleddin’den okudu; Gazzâlî’nin İhyâ’sını da İbn Hâlid es-Safedî’ye okuttu; yirmi üç yılda tamamlanacak olan el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’yi yazmaya da bu sırada başladı. 601/1204 senesinde Mekke’den ayrıldı ve bir hac kafilesi ile Bağdat’a geldi. Daha sonra Musul’da bir yıl kaldı ve et-Tenezzülâtü’l-Mevsıliyye adlı eserini burada kaleme aldı. Urfa, Diyarbakır, Sivas, Malatya, Konya gibi Anadolu şehirlerinde çeşitli vesilelerle bulundu. Sadreddin Konevî’nin babası Mecdüddin İshak ile birlikte yaptığı Konya yolculuğunda dönemin önemli sûfîlerinden Evhadüddin Kirmânî ile görüştü. Selçuklu sultanı I. İzzeddin Keykâvus’a Dârülislâm’da zimmilerin durumunu hatırlatıcı muhtevaya sahip bir mektup kaleme aldı (609/1212). Devlet adamlarıyla olan ilişkisi yalnızca Selçuklu sultanlarıyla sınırlı kalmamış, Halep emîri el-Melikü’z-Zâhir ve Dımaşk emîri el-Melikü’l-Âdil ile de iyi ilişkiler içerisinde olmuştur.

Öğretisi

İbnü’l-Arabî tasavvufî düşünce tarihinde yeni bir döneme başlangıçtaki (Konevî ile birlikte) en merkezî ve belirleyici isimdir. Bu merkezîlik gerek İbnü’l-Arabî’nin tasavvufun teoriye ve pratiğe dönük hemen her alanında eser telif edişi gerekse kendisinden önceki tasavvufi birikimi yorumlayışı ve sonrası için muhtevanın farklı bir anlayışla aktarımında üstlendiği belirleyicilik rolü sebebiyledir. İbnü’l-Arabi, sûfîler başta olmak üzere dilbilimcilerden kıraatçilere, fakihlerden muhaddislere, filozoflardan kelâmcılara geniş yelpazede pek çok farklı kaynağa, kişiye ya da ekole atıfla öğretilerini izaha çalışır. Özellikle tasavvuf bağlamında öncülleri olan Muhâsibî, Hakîm Tirmizî, Cüneyd-i Bağdâdî, Hallâc-ı Mansûr, Bâyezîd-i Bistâmî, Nifferî ve İbn Meserre isimleri zikredilmelidir. Diğerine nispetle muhtasar olarak nitelendirilebilecek eseri Fusûsu’l-hikem ile ansiklopedik çalışması el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’de İbnü’l-Arabî’nin bilgi-varlık-ahlâka dair temel öğretilerinin izini sürmek mümkündür.

İbnü’l-Arabî’nin varlık düşüncesi ve bilgi anlayışı büyük oranda ilâhî isimler teorisine dayanır. Klasik tasavvuf tarafından bireysel ahlâk bağlamında idealleştirilen “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız” prensibi, yeni dönem tasavvufunda metafizik bilginin ilkeleri olarak vaz’edilen ilahî isimler ile irtibatlandırılarak farklı bir çerçeveye taşınmıştır. Buna göre ilahi isimler Tanrı hakkında bilginin kaynağı ve varlığın ilkeleridir. Her şey bir ismin mazharı olarak varlığa gelmektedir, ya da bir başka ifade ile varlığa gelen her şeyin ilkesi ilahi isimlerdir. Bir şeyin varlığa gelişi, o şeyin kendi ismiyle ya da hakikatiyle tahakkuku demektir. Meselenin klasik tasavvuf ile irtibatlandırıldığı nokta da burasıdır. Bu bağlamda insanın bilkuvve sahip olduğu ilahi erdemlerin bilfiil hale getirilmesi suretiyle tanrısal ahlâkı elde edeceği fikri teorinin temel kabulüdür.

Varlık Düşüncesi ve Metafiziği

Varlık düşüncesinde İbnü’l-Arabî’ye nispetle en çok tartışılan kavramların başında vahdet-i vücûd konusu gelmektedir. Her ne kadar doğrudan İbnü’l-Arabî bu kavramı kullanmamış olsa da takipçileri ve şarihleri tarafından onun öğretilerini izahta bu ıstılahtan hareketle üst bir kavramsallaştırmaya gidildiği söylenilebilir. Vahdet-i vücûd “mutlak varlık” kavramı yani “varlık olmak bakımından varlık Hak’tır (Vücûd min haysü hüve vücûd el-Hak)” önermesini dikkate alan bir öğretidir. Burada mutlak varlıktan çokluğun yani âlemin nasıl çıktığı konusu en başta önem arzeden meselelerden biridir. Tanrı-âlem ilişkisini İbnü’l-Arabî, a’yân-ı sâbite fikri ile izaha çalışır. A’yân-ı sâbite, nesnelerin ilahi ilimdeki hakikatlerini ifade eden bir kavramdır. İbnü’l-Arabî, birlik-çokluk sorununu bu fikirden hareketle çözmek istemiştir.

Bilgi Teorisi

İbnü’l-Arabî’nin bilgi teorisinde aklın metafizik bilgiyi elde etmesinin imkanına dair yetersizliğine dönük eleştiri büyük yer tutar. Bu bağlamda dile getirilen eleştirinin ana çerçevesi aklın nesnelere dönük vardığı hükümlerde benimsediği selbi/olumsuzlayıcı tavırdır. Dolayısıyla aklın Tanrı’ya ilişkin vereceği bilgi de tenzih yönü ağır basan bir yapıda olacaktır. İbnü’l-Arabî’nin sisteminde akıl gücünün karşıtı hayal gücüdür. Hayal gücü -aklın soyutlaştırıcı tavrının aksine- Tanrı’ya ilişkin bilgide somutlaştıran ve teşbihi benimseyen bir tavır içindedir. İbnü’l-Arabî, Tanrı hakkında tam ve gerçek bilginin tenzih ve teşbih hükümlerini birleştirilmesi ya da bir başka ifade ile akıl ile hayal gücünün vardığı hükümlerin birliktelikleri ile belirlenmesi gerektiği görüşündedir.

Öne Çıkan Eserleri

  • el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye fî Ma’rifeti’l-Esrâri’l-Mâlikiyye ve’l-Mülkiyye: Dâru Sadr, Beyrût [t.y.]; trc. Ekrem Demirli, Fütûhât-ı Mekkiyye, Litera Yayıncılık, İstanbul 2006.
  • Fusûsü’l-Hikem ve Husûsü’l-Kilem: thk. Ebü’l-Alâ Afîfî, Dârü’l-Kütübi’l-Arabiyye, Beyrût 1980; trc. Ekrem Demirli, Fusûsü’l-Hikem, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2006.
  • et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye fî Islâhi’l-Memleketi’l-İnsâniyye: thk. Henrik Samuel Nyberg, Kleinere schriften des Ibn al-Arabi içinde, E.J. Brill, Leiden 1919.
  • Ankau Mugrib fî Ma’rifeti Hatmi’l-Evliyâ ve Şemsi’l-Mağrib: nşr. Âsım İbrahim Keyyâlî, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût 2009.
  • İnşâü’d-Devâir: thk. Henrik Samuel Nyberg, Kleinere schriften des Ibn al-Arabi içinde, E.J. Brill, Leiden 1919.
  • el-İsrâ ilâ Makâmi’l-Esrâ: thk. Suâd el-Hakîm, Müessesetü’l-Câmiiyye, Beyrût 1988; trc. Muhammed Bedirhan, Mânevî Seferler, Nefes Yayınları, İstanbul 2012.
  • Meşâhidü’l-Esrâri’l-Kudsiyye ve Matâliu’l-Envâri’l-İlâhiyye: thk. Suâd el-Hakîm, Pablo Beneito, Las Contemplaciones de los Misterios içinde, Consejería de Cultura y Educación, Murcia 1994.
  • Mevâkiu’n-Nücûm: Mektebetü’l-Halebî, Kâhire 1325.
  • Mişkâtü’l-Envâr fîmâ Ruviye ani’n-Nebî mine’l-Ahbâr: thk. Muhammed Valsan, La niche des Lumieres içinde, Paris 1993; trc. Mehmet Demirci, Nurlar Hazînesi, İz Yayıncılık, İstanbul 1990.
  • Resâilü İbn Arabî, Matbaatü Cem’iyyeti Dâireti’l-Maârifi’l-Osmaniyye, Haydarâbâd 1948.

İSLAM DÜŞÜNCE ATLASI

  • Sufi, kendisini dinleyenlerin anlayışını, kısıtlılıklarını, baskın gizli önyargılarını göz önünde bulundurarak konuşmalı ve hareket etmelidir.
  • İbadetlere neşeli olarak başla.
  • Dünyadaki her şeyin Allah katında belirlenmiş bir ecele kadar devam ettiğini bilmemiz, benliğimize izzet kazandırır.
  • Bazen namazda veya oruçta bulamadığın feyzi, belâ ve mihnette bulursun.
  • Sıkıntılar mevhibelerin sergisidir.
  • Üstüne ilâhî mevhibelerin yağmasını istiyorsan, fakir ve ihtiyaç hâlini ıslah et. “Sadakalar ancak fukara içindir.” (et-Tevbe, 60)
  • Vasıflarını O’nun sıfatlarından yardım gelecek şekilde tahakkuk ettir. Zilletini O’nun izzetini celp edecek şekilde, acziyetini O’nun kudretinden imdat gelecek şekilde ve zaafını O’nun havl ve kuvvetinden yardım görecek surette (düzelt ve) tahakkuk ettir.
  • Bazen istikameti kemâle ermemiş kişi, kerametle rızıklandırılabilir.
  • Cenâb-ı Hak sürekli olarak bir işi senin için neticelendirip semerelendiriyorsa, bu, Allah Teâlâ’nın seni o iş üzere ikâme ettiğinin delilidir.
  • Bir kişi kendi ihsan ve iyiliğinin bolluğundan bahsedip duruyorsa elinden çıkıveren bir kötülük (onu mahcup edip) susturuverir. Ama Allâh’ın ona ihsanının bolluğundan bahsedip duran kişi, elinden kötülük de zuhur etse susmaz (Allâh’ın ihsanından bahsetmeye devam eder).
  • Ehlinin kalb-i nurları sözlerinden önde gider. Böylece nurlandırdıkları yere sözlerinin tesiri de ulaşmış olur.
  • Her söz sâdır olduğu kalbin kisvesine bürünmüş hâlde ortaya çıkar.
  • Manevi tabir için izin verilmiş kişinin sözleri; dinleyenler tarafından anlaşılır ve onun işaretleri insanlara gayet açık görünür.
  • Bazen, izhar etmene izin verilmeyen sırlar, sana nurları sönük bir hâlde görünür.
  • Hakikat erbabının ifadeleri ya vecdlerinin coşkunluğu sebebiyle ya da müridi irşad etmek kastıyladır. Birincisi sülûk ehlinin, ikincisi ise tahkik ve temkin ehlinin halidir.
  • Söz ve ibareler dinleyenler topluluğu için azık mesabesindedir. Senin o azıktan nasibin ancak yediğin kadarıdır.
  • Bir makamdan, ona yenice gözlerini çevirip bakan kişi de bahsedebilir, o makama çoktan ulaşmış kişi de. Bu ancak basiret ehline açık (bir fark)tır.
  • Sâlik, varidat ve ilhamlarını anlatmamalıdır. Bu, hem varidatın tesirini azaltır hem de onun Hakk’a karşı sadakatine mani olur.
  • İnsanlardan bir şeyler almak için elini uzatma. Ancak onların suretinde verenin Allah Teâlâ olduğunu görürsen alabilirsin. Bu takdirde de ilmin sana mubah kıldığı kadarını al.
  • Bazen ârif kişi ihtiyacını Allâh’a bile arz etmekten hayâ eder. Çünkü onun takdiriyle yetinmektedir. Bu böyleyken Allâh’ın kullarına nasıl olsun da arz-ı ihtiyaç etsin.
  • İki iş arasında mütereddit kaldığın zaman nefse daha ağır gelenini tercih et. Zira nefse haktan gayrısı ağır gelmez.
  • Nâfilelerde acele edip, farzlarda tembel davranmak hevâya uymanın alâmetlerindendir.
  • Farz ibadetlerin îfâsı, sen onları erteleyip durmayasın diye belli vakitlerle sınırlandırılmış; senin irade payın olsun diye de genişçe bir zamana yayılmıştır.
  • Allah Teâlâ, kulların sâlih amel işleme arzusunun az olduğunu bildiği için ibadeti farz kılmış ve onları farziyet zincirlerine vurarak cennetine sevk etmiştir.
  • Cenâb-ı Hak sana hizmeti (ibadeti) farz kılmakla aslında cennetine girmeyi farz kılmıştır.
  • Allâh’ın, kendisini şehvetten kurtarıp gafletten uyandırmasını uzak gören kimse, -hâşâ- O’nun ilâhî kudretini âciz görmüş olur. Allah Teâlâ her şeye muktedirdir.
  • Melekler, insanın bedeninde, organlarında ve kabiliyetlerinde gizlenmiş olan güçlerdir.
  • Veliler bilgilerini, peygambere vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan almaktadırlar.
  • Senin Tanrın senin aynandır ve sen O’nun aynasısın. Ben sendeyim ve sen de bendesin. Benim kalbimin formu her şeyi kapsar, o Hristiyanların manastırı, putperestin mabedi, gazellerin çayırı, Musa’nın kanununun altarı, sadıkların Kur’anıdır. Aşk benim imanımdır.
  • Varlığın kökeni harekettedir. İşte bu yüzden, bu dünyada da, ahirette de yolculuk hiç durmaz.
  • Maddeci yaşama tapanlar deniz suyu içenlere benzerler,içtikçe susuzlukları artar.
  • Meryem’in suyundan ve Cebrail’in nefesinden w:İsa topraktan yapılmış insan olarak ortaya çıktı. Ruhu özünde saftı ve sınırlanmıştı. Bu nedenle ruhu onun için belirlenen sürede orada bin yıldan fazla kaldı. Bu ruh Allah’tandır, başkasından değil. Bu nedenle ölüleri diriltti ve kilden kuş yaptı. Üst ve alt dünyadaki etkili eylemleriyle Allah’la olan ilişkisi kanıtlandı. Allah onun bedenini ve ruhunu temizledi, ve onu yaratılışta kendi benzeri yaptı.
  • Son gerçek insan Şit’in izinde yürüyecek, ilahi hakikatin sırlarını taşıyacak ve ondan sonra doğan olmayacaktır. O, son doğan çocuktur. O erkek çocuğun, ondan önce doğan, kafası ayağında bir kız kardeş olacaktır. Çin’de doğacak ve ülkenin dilini konuşacaktır. Sonra bu ülkenin insanları kısırlaşacaklar, çok fazla evlilik olmasına rağmen çocuk doğmayacaktır. On­ları Allah’a çağıracaktır, ama ona uyan olmayacaktır. Allah onu ve inananları yanına alınca, kalanlar doğruyu ve yanlışı bilmeden hayvan gibi yaşayacaklar doğa yasalarına göre hare­ket edecekler, akıldan ve şeriattan uzaklaşacaklardır. Kıyamet o zaman kopacaktır.
  • Öyle bir denize daldık ki nebiler bile kıyıda kaldı.

Vikisöz / İbni Arabi

Anaximandros

Anaximandros, M.Ö. 610 ila 546 yılları arasında yaşamış olan ve Thales’ten sonraki ilk filozof olarak kabul edilen Antik Yunan filozofudur. Yani Anaksimandros, felsefe tarihinin ikinci filozofudur. Anaksimandros politikacı, astronom, haritacı ve matematikçi kimliğiyle ön plana çıkmış bir kişidir. Anaksimandros da Thales gibi Miletlidir; fakat Thales’ten sonra gelen kuşaktandır. Anaksimandros önce Thales’in öğrencisi, sonra da ardılı (halefi) olmuştur. Anaksimandros da Thales gibi, arkhe sorunu üzerinde durmuştur. O da var olanların kökeninin, ana maddenin ne olduğunu sorgulamıştır. Thales ilk maddeyi su ile, demek ki belli, bilinen bir madde ile bir tutmuştur. Anaksimandros’a göre ise bunu yapamayız; çünkü her belli, belirli şey sonlu ve sınırlıdır da. Yani karşıtı ile sınırlanmıştır: Sıcak soğuk ile, sıvı olan katı olanla, aydınlık karanlıkla v.b. sınırlanmıştır. Ona göre ilk maddenin sonsuz, tükenmez olması gerekir.

İyonya Okulu’nun ikinci filozofu ve Thales’in öğrencisi ve dostu olan Anaksimandros hakkında pek az şey bilinmektedir. Onun hayatıyla ilgili en önemli bilgi, rasyonel  düşünce ve faaliyette yazılı geleneği başlatmış olmasıdır. Buna göre, hiçbir şey yazmayan, yazılı bir şey bırakmayan Thales’ten farklı olarak, Anaksimandros varlıkla ilgili düşüncelerini ya da felsefi spekülasyonlarını kâğıda dökmüş ve bundan sonra bütün doğa filozoflarında bir örneğine rastlayacağımız “Peri Phusis [Doğa Üstüne]” adlı denemenin, günümüze doğallıkla erişmemiş ilk örneğini vermiştir.

ANAKSİMANDROS’TA BİLİM ve FELSEFE BAĞLANTISI

Anaksimandros’ta da Thales’te olduğu gibi bilimsel faaliyetle felsefi düşünce iç içe geçmiş durumdadır. Dolayısıyla, onda da felsefi görüşlerinden bağımsız olarak, azımsanamayacak ölçüde bir bilim faaliyetiyle karşılaşılmaktadır. Anaksimandros Karadeniz’e açılan denizciler için bir harita yapmış, yine tarihte ilk kez olarak meskûn dünyanın bir levha üzerine resmini çizmiş, zamanı, düz bir taban üzerine yerleştirilen dik bir çubuğun günün çeşitli saatlerinde meydana getirdiği gölgelerin yerlerine ve uzunluklarına bakılarak belirleyen aygıt olarak “Güneş Saati”ni bulmuştur.

Anaksimandros, kozmolojisinde, dünyanın sanıldığı gibi, bir tepsi değil de genişliği yüksekliğinin üç katı olan bir silindir şeklinde olduğu sonucuna varmıştır. Biyolojide ise o, yaşamın denizlerde ve suda başladığını, insan da dahil olmak üzere, tüm canlıların önce denizlerde yaşamış olup karaya daha sonra çıktıklarını ortaya koyan bir evrim kuramı geliştirmiştir. Eski Yunanların Karadeniz kolonilerinden biri olan Apollonia’nın kurucularından olan Anaksimandros, Akdeniz’i merkeze alan bir yer haritasının yanı sıra, Yunan dünyasında ilk gök haritalarından birini de çıkaran kişidir. Yine, astronomi alanında Eski Yunan dünyasındaki ilklerden olan ve o gün için büyük önem taşıyan dört önemli teorik ve pratik keşfi vardır.

Anaksimandros boşlukta hareketsiz olarak durmayı, dünyaya etki eden bütün güçlerin birbirlerini eşitlemesi sonucunda ortaya çıkan bir durum olarak tasarlar. Anaksimandros’a göre yeryüzünün evrenin merkezinde hareketsiz olarak durmasının yanı sıra dünya çevresindeki yıldızlar ve öteki gök cisimlerinin yapısını ve oluşma biçimlerini de açıklamağa çalışmıştır.

Anaksimandros’a göre yıldızlar, etrafı kabukla örtülmüş olan ve içinde ateş bulunan bir çemberler sisteminin çatlaklarından sızan ışıklardan oluşmaktadır. Bu çemberlerdeki çatlakların büyüyüp küçülmesiyle de Ay’ın değişik hâlleri ortaya çıkmaktadır. Yunan dünyasına astronomi alanında getirdiği bu yeni fikirlerden başka Anaksimandros’un diğer bir özgün yanı ‘sonsuz dünyalar’ fikrini ortaya atmış olmasıdır. Aynı zamanda bir tanrısallığa da sahip olan Apeiron’dan içinde yaşadığımız dünyanın da bulunduğu, eş zamanlı mı yoksa ardışık olarak mı varoldukları belirsiz kalan sonsuz bir evrenler çokluğunun bulunduğundan da söz etmektedir (Kranz, 1948: 38-40).

Astronomi ağırlıklı olan bu çığır açıcı görüşlerinin yanı sıra, Anaksimandros canlılar ile insanın ortaya çıkışı ve gelişimiyle ilgili olarak da ilk evrimci yaklaşım olarak nitelenebilecek bir anlayışı öne sürmüştür. Bu anlayışa göre nemlilikte başlayan canlılık gittikçe daha karmaşık organizmaların ortaya çıkmasıyla neticelenerek sulardan karalara doğru gelişen bir evrimle insan ortaya çıkmıştır (Kranz, 1948: 40).

Nereden geldiğimizi bilmediğimiz sürece, nereye gideceğimizi de bilemeyiz.

Doğa bütün insanlara eşit davranır.

Bir şeyin belirli bir zaman ve yerde doğru olması, başka bir zaman ve yerde doğru olmayabilir.

Bir şeyin ortaya çıkması, diğer bir şeyin yok olmasına neden olur.

“Sonsuz” kavramını ilkin açık olarak belirleyip bunu maddeye yükleyen Anaksimandros olmuştur. Ancak, Anaksimandros ana maddeye yalnız sonsuzluk niteliğini yüklemekle kalmamış, daha da ileri giderek “Arkhe yalnız sonsuz değildir, sonsuz olandır da; çünkü ona, kendine daha yakın olan başka bir belirlenim yüklenemez.” demiştir.

Thales ilk maddeyi su ile, demek ki belli, bilinen bir madde ile bir tutmuştur. Anaksimandros’a göre ise bunu yapamayız; çünkü her belli, belirli şey sonlu ve sınırlıdır da. Yani karşıtı ile sınırlanmıştır: Sıcak soğuk ile, sıvı olan katı olanla, aydınlık karanlıkla v.b. sınırlanmıştır. Her belli olan, dolayısıyla sonlu ve sınırlı olan şey, meydana gelmiş olan bir şeydir –sıcak soğuktan, sıvı katıdan oluşur– ve yeniden karşıtına döner. Böylece, birbirinin karşıtı olan şeylerden biri, öteki karşısında zaman zaman ağır basar; bu da bunların içinden çıktıkları sonsuz ana madde içinde yeniden arınmalarına kadar sürer.

Apeiron anlayışından Anaksimandros çok özgün bir doğa görüşü geliştirmiştir: Apeiron’dan önce sıcak ile soğuk oluşmuştur. Sıcak, başlangıçta soğuk ve karanlık olanı (biçimlendirmekte olan yeri) bir alev küresi olarak bir kabuk gibi sarmıştı.

Soğuk’tan iki karşıt: katı ile sıvı doğmuştur. Sıvı’dan, yeri çevreleyen alev küresinin sıcaklığı yüzünden, buğular yükselip alev küresini halkalara, ateşle dolu olan hava tekerleklerine bölmüşlerdir. Bu tekerlekler de birtakım deliklerin – güneş, ay – alevler saçarlar. Böylece hava (buğu) ile ateşin birleşmesinden gök meydana gelmiştir. Yer tepsi biçiminde değil, bir silindir, yuvarlak bir sütün biçimindedir ve boşlukta serbest olarak durur; gök de yerin etrafında döner.

Anaksimandros’un bu açıklamalarından açıkça şunu görüyoruz: Doğal karşılaştığımız çeşitli ve karmaşık olayları, burada tek, yalın bir temele bağlamak denemesi yapılmaktadır. Anaksimandros’u tam bir düşünür yapan da budur; bu yalınlaştırıcı açıklama denemesi, onun gerçekteki çokluğu düşüncede bir birliğe bağlamak istemesidir.

İnsanı savaş durumuna sokan, şiddetin haksız kullanımıdır. JOHN LOCKE

  • Gerçeği gerçek olduğu için sevmek gerekir.
  • Mülkün olmadığı yerde adaletsizlik de olmaz.  
  • Hiç kimse, kendinde olandan fazlasını veremez.
  • Doğada anlamsız veya yararsız hiçbir şey yoktur.  
  • Akıl her şeyde son hakim ve rehberimiz olmalıdır.
  • Okumak; okuduğumuzu bize mal eden düşünmedir.
  • İnsanı savaş durumuna sokan, şiddetin haksız kullanımıdır.
  • Her birey kendi kişiliğinin ve mülkiyetinin mutlak efendisidir.
  • Çocuklar, hiç tanımadıkları bir ülkeye yeni gelmiş yolculardır.
  • Hiç kimse, doğuştan bir kiliseye yahut mezhebe bağlı değildir.  
  • Düşüncenin, isteğin ve iradenin olmadığı yerde özgürlük olmaz.
  • Aynı “insan” olabilirim, ancak asla eskiden olduğum kişi olmam.
  • Çocuklar işittiklerinden çok gördüklerini anlar ve daha esaslı davranırlar.
  • Her şey, zevk ve acı vermesi bakımından iyi ya da kötü olarak adlandırılır.  
  • İnsanların siyasi topluma girmelerinin nedeni mülkiyetlerinin korunmasıdır.
  • Herkesin asıl ve ilk uğraşı , kendi kişiliği daha sonra ise toplum barışı olmalıdır.
  • Moda çoğunlukla insanların zenginliklerini gösterişinden başka bir şey değildir.
  • Hiç bir insanin bilgisi öğrenmiş ve görmüş geçirmiş olduğunun ötesine geçemez.
  • Birey bir otoritenin veya rahibin yargılarına değil, kendi yargılarına güvenmelidir.
  • Aynı anılara sahipseniz, bu anılar farklı bir bedene iliştirilmiş olsa bile, aynı kişi olabilirdiniz.  
  • İkna etmek bir şeydir, emretmek ise başka bir şey; biri tartışmalarla kabul ettirilir, diğeri cezalarla.  
  • Doğuştan bilgi yoktur ve insan zekası doğduktan sonra dolmaya başlayan bomboş bir levha tabulası dır.
  • Eğer devlet vatandaşlarının haklarını korumazsa, geriye uygun tek bir cevap kalıyor. “Neymiş o?” “Devrim.”
  • Tuhaf , biz insanlar bukalemun gibiyiz. Ahlaki değerlerimizin rengini, çevremizdekilerin kine bakarak seçiyoruz.
  • İnsan zihninde, doğuştan  gelen hiçbir bilgi ve düşünce yoktur. Bildiğimiz şeylerin temelinde duyu ve deneyimler vardır.
  • Aranmadan ansızın akla gelen düşünceler çoğunlukla en değerli olanlardır ve bu yüzden korunmalıdırlar; çünkü nadiren tekrar gelirler.
  • Hepimiz dünyayı gerçekte olduğu gibi değil, kendi ön yargılı algılarımız ile gözlemleriz. Dolayısıyla, gerçekten bilebileceğimiz tek şey kendimiziz.
  • Her insanın kendi kimliğinde mahfuz bir mülkiyeti vardır. Buna kendi dışında hiç kimsenin bir hakkı yoktur. Bedeninin emeği, ellerinin işi tamamen kendisine aittir.

  • Her insanın kendi kimliğinde mahfuz bir mülkiyeti vardır. Buna kendi dışında hiç kimsenin bir hakkı yoktur. Bedeninin emeği, ellerinin işi tamamen kendisine aittir.
  • Felsefe bütün düşüncelerimizin duyumlarımızla, gerçek alemden geldiğini kanıtlamaktır.
  • Mutluluk ve mutsuzluk son sınırlarını bilmediğimiz iki durumdur.
  • Akıl, bence insan zihninin algılar veya düşünme gibi doğal yeteneklerini kullanarak elde ettiği fikirlerden yapılan çıkarımlarla eriştiği önermelerin ya da doğruların kesinliğinin veya olasılığının bir keşfidir.

VİKİSÖZ

John Locke 29 Ağustos 1632 — 28 Ekim 1704 yılları arasında yaşamış İngiliz filozoftur. John Locke 18. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biridir. Locke düşünce özgürlüğünü, eylemlerimizi akla göre düzenlemek anlayışını en geniş ölçüde savunan ilk filozof olduğu için Avrupa’daki Aydınlanma ve Akıl Çağı’nın gerçek kurucusu olarak kabul edilir. John Locke, Bristol yakınlarında, Wrington’da doğmuştur. Kumaş ticareti ile uğraşan bir aileden gelmektedir. Babası ticaretle uğraşmak yerine noterliği tercih etmiş ve ibadette sadelik isteyen Püriten mezhebinin koyu bir destekçisi ve üyesi olmuştur. Locke’un daha sonra öne sürdüğü öğrenim kuramlarında babasının büyük etkisi sezilmektedir. Locke yüksek öğrenimini Oxford Üniversitesinde yapmış, burada doğa bilimleriyle tıp okumuştur.

Hayata atıldıktan sonra hem yazar hem de siyaset adamı olarak çalışan Locke önce Brendenbur Dükalığı’nda İngiliz elçiliği katibi olarak bulundu, ardından İngiltere’ye döndükten sonra da 8 yıl Shaftsbury adında bir İngiliz aristokratın yanında özel hekimlik yaptı.1683’te Shaftsbury’nin Hollanda’ya kaçmak zorunda kalması üzerine Locke da İngiltere’den ayrıldı. Ancak 1689’da İkinci İngiliz Devrimi başarı kazanınca İngiltere’ye dönebildi. Locke, bütün eserlerinde gelenek ve otoritenin her çeşidinden kurtulmak gerektiğini, insan hayatına ancak aklın kılavuzluk edebileceğini ileri sürer. Bu düşünceleriyle liberalizm’in, tabii bir din anlayışının, rasyonel pedagojinin öncüsü olmuştur.

Locke mutlakıyet yönetimlerini sarsan ilk kişi olarak tarihe geçmiştir. Mutlakıyet yönetimine açtığı sarsıntılar sonucunda zamanla derin yarıklar oluşmuştur ve İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinin temelleri oluşmuştur. Locke bu devrimlerin temelini oluşturan filozof olarak akıllara yer etmiştir.

Empirizm’in kurucusu sayılan Locke, doğuştan gelen ideler fikrine karşı çıkmış, zihnimizdeki her tür idenin duyu verilerinden türediğini savunmuştur. İnsan zihni başlangıçta boş bir kâğıt gibidir (tabula rasa). Bu kâğıt dış cisimlerden edinilen duyu verileriyle dolmaya başlar ve böylece duyumun basit ve ideleri ortaya çıkar. Zihin bu basit ideleri çeşitli şekillerde işleyip bir araya getirerek karmaşık idelere ulaşır. Ayrıca duyumdan edinilenler üzerine yapılan içsel duyum ve işlemler, düşünümün ideleri dediğimiz şeyleri doğurur.

Cisim idesi de böyle karmaşık bir idedir. Bu ideyi meydana getiren ideler cismin nitelikleri olurlar ki bunlar da birincil ve ikincil diye ikiye ayrılır. Töz idesi ise tüm bu özelliklerin taşıyıcısı olarak kabul edilen idedir. Cisimsel tözler dışında, zihinsel idelerin taşıyıcısı olan bir tinsel tözü de kabul eder. Tanrı da böyle karmaşık bir idedir. Bilgi de bu ideler arasındaki ilişkilerden doğar ve ideler arası uyuşumun ya da uyuşmazlığın algılanma biçimine göre üç dereceye ayrılır; sezgisel, tanıtlamalı ve duyusal.

Locke’a göre ahlak da matematik gibi tanıtlamaya elverişlidir çünkü ahlaksal yargıların karşılık geldikleri cisimlerin özleri bilinebilir. İyi ve kötü, haz ve acıdan ya da bizde haz ve acıya yol açan şeyden ve istençli eylemlerimizin etik yasalarla uyuşup uyuşmamasından başkası değildir. Üç çeşit yasa vardır:

  1. Kutsal yasa,
  2. Yurttaşlık yasası,
  3. Ahlak yasası.

İnsanın doğal durumu herkesin herkese karşı savaşı değil, özgürlük durumudur ama bu durumu yöneten bir doğa yasası vardır. Bu yasa aklın yasasıdır; insana eşit ve bağımsız olduğunu öğretir. İnsanların doğuştan sahip oldukları doğal haklar, kendini koruma ve yaşamını savunma hakkı, özgür olma hakkı ve mülkiyet hakkıdır. İnsanlar doğal olarak özgür oldukları için kimse öz onayı olmaksızın başkasının politik gücüne uyruk edilemez. Fakat insanlar haklarından daha güvenli bir ortam kurmak için vazgeçer ve bazı hak ve yetkilerini toplumun çoğunluğuna devredecek biçimde sözleşirler.

Böylece doğa durumundan çıkarak yurttaş toplumuna geçmek için bireysel istençlerini toplumun istencine bağlarlar. Bu şekilde kurulan hükümet toplumunun hak ve özgürlüklerini korumak, refahı için çalışmak zorundadır. Çıkarılan yasaları uygulamak yürütme erkine ve anlaşmazlıkları gidermek yargı erkine düşer.

Sosyolog Ömer YILDIRIM

  • Düşünüyorum, öyleyse varım.
  • Felsefe sözünden “bilgeliği inceleme” anlaşılır. Bilgelikten de yalnız işlerimizde ölçülülük değil, aynı zamanda hayatımızı sürdürebilme, sağlığımızı koruma ve bütün zanaatların icadı için de insanın bilebildiği bütün şeylerin tam bir bilgisi anlaşılır. Bu bilginin böyle olması için de onun ilk nedenlerden çıkarılmış olması gereklidir. Böylece bu bilgiyi edinme yolunu öğrenmek için (-ki asıl felsefe budur) bu ilk nedenleri, yani ilk ilkeleri aramakla işe başlamak gerekir. Bu ilkelerde de iki koşul bulunmaktadır. Birincisi bu ilkeler o kadar açık ve apaçık olmalıdır ,ki insan aklı onları dikkatle incelemeye koyduğunda doğruluklarından şüphe etmesin. İkincisi geriye kalan başka bütün nesneler var olmadığı hâlde dahî ilkeler bilinebilmeli, fakat buna karşılık, ilkeler var olmayınca başka şeyler bilinmemelidir. Bundan sonra da ilkelere bağlı olan şeylerin bilgisini öyle ilkelerden çıkarmalıdır ki yapılan dedüksiyonların bütün devamınca apaçık olmayan hiçbir şeye rast gelinmesin.
  • Hakikatte ancak ve yalnız Tanrı’dır ki tam olarak bilgedir, yani her şeyin hakikati hakkında tam bilgisi vardır; fakat denilebilir ki insanlar daha önemli hakikatler hakkında az ya da çok bilgi sahibi oldukları ölçüde, az ya da çok bilgelik sahibidirler. Bu noktada bütün bilginlerin hemfikir olamayacağı hiçbir şey bulunmadığını sanıyorum.
  • Tıpkı zanaat ustalarımızın mekanik sanatlarını anlayabileceğimiz gibi; ateş, su, hava, yıldızlar ve semanın ve bizi çevreleyen bütün cisimlerin hareketlerini anlayabiliriz, bu güçleri aynı şekilde uygun oldukları amaçlar için kullanabilir ve bu şekilde kendimizi tabiatın hakimi yapabiliriz…
  • Sağduyu Dünya’nın en iyi paylaştırılmış olan şeyidir, zîrâ her bir kişi onunla öylesine yeterince

donanmış olduğunu düşünür ki, tüm başkaca şeylerde yetinme konusunda en fazla zorluk çıkaranlar bile sahip oldukları sağduyunun daha çoğunu asla istemek adetinde değillerdir.

  • Akıllı olmak da bir şey değil, mühim olan o aklı yerinde kullanmaktır.
  • Aldatmaz olduğu için de Tanrı’nın bildirdiği doğrudur.
  • Benim bilgime güvenin bu bilgiler gerçekliği kanıttır kanıtlamak düşünmeyi gerektirir.
  • Bizim çıkış noktamız bireyin subjektivitesidir… Çıkış noktamızdan bakıldığında ‘düşünüyorum öyleyse varım’ gerçeğinden başka bir gerçek olamaz. Herhangi bir gerçekten önce, bir mutlak gerçek olmalıdır. Bu gerçeği kavramak basittir, zîrâ bireyin varlığında mevcuttur.
  • Düşünüyorum, o hâlde varım. (Cogito, ergo sum; je pense, donc je suis.) Varım; çünkü düşünüyorum, çünkü şüphe ediyorum.
  • Eğer gerçeği gerçekten bilmek istiyorsan, yaşamında bir kez olsun bütün şeyler hakkında şüphe et.
  • En güçlü beyinler, en yüce erdemlere olduğu kadar en korkunç ahlâksızlıklara da muktedirdir.
  • Felsefe bir bilimdir ve geometrik yöntemi metafiziğe uygulamak gerekir, felsefeyi kesin bir bilim yapmak için.
  • Hiç kimseye yararlı olmamak, tam anlamıyla değersiz olmak demektir.
  • İlk olarak, açık bir şekilde bilmediğim bir şeyi asla doğru olarak kabul etmem. İkinci olarak, doğru çözüme ulaşmak için incelediğim konuyu mümkün olduğu ölçüde küçük parçalara ayırır, ondan sonra analiz ederim. Üçüncü olarak, küçükten başlayarak büyüğe doğru adım adım ilerleyerek düşüncelerimi netleştirmeye çalışırım. Nihayet, son olarak, her durumun sonucunu ortaya koyar ve genel olarak gözden geçiririm.
  • İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en iyi insanlarıyla sohbet etmek gibidir.
  • Kesin olan bir şey var. Bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek.
    Şüphe etmek düşünmektir.
    Düşünmekse var olmaktır.
    Öyleyse var olduğum şüphesizdir.
    Düşünüyorum, o hâlde varım.
    İlk bilgim bu sağlam bilgidir.
    Şimdi bütün öteki bilgileri bu bilgiden çıkarabilirim.
  • Önemli olan akıllı olmak değil, aklı yerinde ve zamanında kullanmaktır.
  • Şüpheyi, asla işlerimizi sevk ve idarede kullanmamalıyız.
  • Tanrı’nın bilgisinin mükemmel olması ve onun aldanmaz ve aldatmaz olması inancı, vahyin temelini oluşturur.
  • Tanrı’nın varlığı, bir hakikati ifade eden geometrik teorilerden daha hakikidir.
  • Ukalâ takımı öylesine becerikli olmaya alışmıştır ki cahillerin bile gördükleri apaçık şeyleri görmemenin bir yolunu bulur.
  • Düşünün, ta ki düşüncenin derinliklerinde kaybolana dek

VİKİSÖZ

Rene Descartes 1596-1650 yıllarında yaşamış olan Fransız filozof ve matematikçidir. Descartes, Aristotelesçi felsefenin Orta çağ skolastik geleneklerinin kabul gören bilgeliğine başarılı bir şekilde meydan okuduğu için modern felsefenin kurucusu olarak görülür. Descartes hakikatin ortaya çıkarılmasında insan mantığının kullanılmasının önemini vurgulamıştır. Bu akılcılık felsefesi Aydınlanmanın ve modern düşüncenin gelişiminin önemli bir parçasıydı. Matematik alanındaki çalışmaları, Isaac Newton’un son çalışmaları için önem arz etmekteydi.

Rene Descartes’ın Erken Yaşamı

Rene Descartes 31 Mart 1596’da Fransa’nın Touraine- La Haye şehrinde doğmuştur. Ailesi, katolik olmasına rağmen Poitou’daki Protestan olan Huguenotların bölgesinde yaşamıştır. Annesi Descartes bir yaşındayken hayatını kaybetmiştir, onu büyük annesi ve büyük amcası yetiştirmiştir. Genç Descartes La Flèche’deki Jesuit Koleji’nde okumuştur; burada matematik, fizik dersleri ve Galileo’nun son çalışmalarını da içeren modern bir eğitim almıştır. Kolejden sonra, Poitiers Üniversitesi’nde hukuk okumuştur.

1616 yılında babasının isteği üzerine, avukat olarak çalışmak için Paris’e gitmiştir. Fakat Descartes hukukçu olma konusunda kararsızdır ve farklı deneyimler kazanabilmek için sık sık seyahat etmiştir. 1618 yılında Breda’daki Felemenk Devlet Ordusu’na katılmış, burada daha çok matematik içeren askeri mühendislik alanındaki çalışmalarına odaklanmıştır.

Yeni bir Felsefe Tasavvuru

1619 ekim ayında Descartes, Neuburg an der Donau’da konuşlandığı sırada, odasına kapatıldığında tanrısal görüler gördüğünden bahsetmiştir. İlahi bir varlığın ona, yeni bir felsefe görüşünü ve matematikle felsefeyi birleştirme fikrini aşıladığını hissetmiştir. Descartes her zaman bağımsız bir akla sahip olmayı isterdi, okuduğu kitaplara asla güvenmezdi. Bu görü düşüncelerinin bağımsızlığını arttırdı ve felsefeyle matematik çalışmalarının karakteristik bir özelliği oldu.

1620’de Descartes ordudan ayrıldı ve Fransa’ya dönmeden önce birkaç ülkeyi daha gezdi. Kendi felsefi tezlerini yazmayı amaçlıyordu. İlk eseri Regulae ad directionem ingenii (1928) (Aklın Yönetimi için Kurallar) idi. Eser Descartes’ın felsefe ve doğal bilimler konusundaki prensiplerinden bazılarını ortaya koyuyordu. Özellikle, gerçeğin yöntemsel incelenmesinde akla güvenmenin ve akli yetilerin kullanılmasının önemini açıklıyordu.

Kural 3 şunu söyler:

“İnceleme konumuz hakkında başkalarının düşündüklerini ya da kendi kuşkularımızı değil, açık ve seçik görebildiğimiz veya kesin olarak elde edebileceğimizi düşündüğümüz şeyi araştırmamız gerekir.” – Rene Descartes

Descartes genç yaşlarında sık sık taşındı; fakat Hollanda’ya yerleşmek amacıyla gitti ve yazılarının çoğunu burada yazdı. Felsefeyle beraber matematik alanındaki çalışmalarını da sürdürdü. Leiden Üniversitesi’ne girdi ve burada matematik ve astronomi okudu.

Yöntem Üzerine Konuşma

1637 yılında Descartes Discours de la méthode (Yöntem Üzerine Konuşma) da dahil olmak üzere bazı önemli eserlerini yayınladı. Burada; Descartes’ın karakteristik netliğiyle beraber, herhangi bir şey düzgün bir biçimde incelenmediği sürece, yöntemsel bağlamda doğruluğunun kabul edilmesinin mümkün olmadığı belirtildi. Descartes hayatı boyunca kendini Katolikliğe adamış biri olmasına rağmen, eserleri o dönemde tartışmalı sayılmaktaydı. 1633’te Utrecht Üniversitesi’nde Galileo’nun eserleri yasaklı eserler listesine alınmıştı ve Descartes’ın Kartezyen Felsefesi de kınanıyordu. 1663’te, ölümünden kısa bir süre sonra eserleri, Papa tarafından Yasaklı Eserler Listesi’ne taşındı.

İşin garip tarafı, Descartes düşünce çalışmalarının Katolik inancını savunmayı amaçladığını iddia ediyordu. Bunu yaparken de yalnız inanca güvenmemenin, mantığı kullanmanın üstünü çiziyordu. Yine de geçmişe bakıldığında pek çok kişi Descartes’ın şüpheyi temel alma isteğinin felsefede ve dini inanışlarda önemli bir değişimin altını çizdiğine inanmakta. Descartes artık kilisenin ve kutsal kitabın otoritesinin benimsenmesinin gerekliliğine işaret etmiyordu – Descartes hakikatin kanıtını insan mantığına dayandırdı; Bu, Aydınlanma’nın etkili yönlerinden biriydi ve Kilisenin otorite kaybına işaret ediyordu.

Descartes’ın Tanrı’nın varlığından şüphe etme eğilimi çağdaşlarının Descartes’ın inancını sorgulamalarına neden oldu. Bazıları Descartes’ın gizli bir Deist olabileceğine ve pratik nedenlerle dinine düşkün bir katolikmiş izlenimi verdiğine inanıyordu.

Ahlak Felsefesi

Descartes felsefe ile ilgili çeşitli konularda yazılar yazdı. 1649’da, Bohemya Prensesi Elisabeth ile etik ve psikoloji üzerine yaptığı uzun yazışmalardan doğan 1649 Les Passions de l’me (Ruhun İhtirasları) adlı eserini yayımladı. Bu çalışma Descartes’ın, Kraliçe Christina tarafından İsveç Kraliyet Sarayına davet edilmesine yol açtı.

1650’de Descartes gönülsüzce İsveç’e gitti ve kraliçeye sabah erken saatlerde felsefe dersleri verdi. Fakat bu dersler başarısızlıkla sonuçlandı; çünkü ikisi arasında anlaşmazlıklar vardı. Daha önemlisi, bu soğuk şatoda Descartes bir tür zatürreye yakalandı ve kısa bir süre sonra 11 Şubat 1650’de hayatını kaybetti.

Özel Hayatı

Descartes’ın Helena Jans van der Strom isimli, hizmetçi bir kızla ilişkisi vardı. Helena’dan bir çocuğu oldu ve 1640 yılında Helena vefat ettiğinde perişan olmuştu.

Felsefesi

Descartes, önceki Aristotelesçi yaklaşıma benzemeyen yeni bir yaklaşımla, modern felsefeye öncülük etti. Descartes vardığı sonuçlara, başkalarının çalışmalarına güvenmeyerek, yalnız kendi tümdengelimleri (çıkarımları) vasıtasıyla ulaşmış olmaktan büyük gurur duyduğunu belirtmişti.

Descartes’ın felsefi yöntemi her şeyle ilgili metafiziksel bir şüphe duymakla ve “her şeyden şüphe etme” temeliyle başlar, doğruluğunu kanıtlayabileceği şeyleri doğru olarak görür.

Cogito ergo Sum (“Düşünüyorum, o halde varım.”)

Şüpheden yola çıkan Descartes, emin olabileceği tek şeyin kendi düşünceleri olduğu çıkarımına vardı. Eğer o şüphe duyuyorsa, o zaman ortada şüphelenme işini gerçekleştiren biri de olmalıydı. Ve bu görüş Descartes’ın ünlü “Cogito Er Sum” (Düşünüyorum, o halde varım.) vecizesinin oluşmasını sağladı. Descartes güvenilir olan tek şeyin kendi düşünme ve tümdengelim kabiliyeti olduğunu düşünüyor, sezgilere güvenmenin şüpheye açık olduğuna inanıyordu. Bu öncülden yola çıkarak Descartes, iyiliksever bir Tanrı’nın ontolojik kanıtını sunabiliyordu. Descartes Tanrı’nın varlığı fikrinin, ulvi kusursuz bir varlığın “açık ve net” düşüncesinden hareketle, hızlıca anlaşılabileceğine inanıyordu.

Dualizm

Descartes felsefesinin bir yönü de zihin (veya ruh) ve bedenin ayrımıydı. Descartes, zihnin bedeni ve bedenin de zihni nasıl kontrol edebileceğini yazdı.

Ahlakçılık

Daha sonra Descartes kendi felsefesini baz alarak gerçek hayatta işlevsel olabilecek bir ahlak felsefesi geliştirdi. Bu felsefe; yaşadığı ülkenin yasalarına ve geleneklerine uymayı, aşırılıklardan kaçınmayı ve etrafınızdakiler için adil olan uygulamaları benimsemeyi içeriyordu. Üçüncü prensibi, zihni ve arzuları kontrol etmenin önemini ifade ediyordu.

“Her zaman yazgıdan çok kendimi yenmeye, dünyanın düzenini değiştirmekten çok arzularımı değiştirmeye çalışmak ve genellikle düşüncemizin dışında herhangi bir şeye tümüyle egemen olamayacağımıza göre, dışımızdaki şeylerle ilgili olarak elimizden geleni yaptıktan sonra bizi başarmaktan alıkoyan her şeyin bizim açımızdan mutlak olarak olanaksız olduğuna inanmaya alışmaktır.” – Rene Descartes,Yöntem Üzerine Konuşma, III. Bölüm

Matematik

Descartes cebirin ve geometrinin kullanıldığı bir kartezyen ya da analitik geometri geliştirdi. Cebir çalışmaları Isaac Newton’un (değişkenler hesabı ve üçüncü derece denklemler) ve Gottfried Leibniz’in (sonsuz küçükler metodu) son çalışmalarını etkiledi.

Descartes bunların yanında optik, astronomi ve müziğin de dahil olduğu bir çok alanda da bilgi sahibi biriydi.

Tejvan Pettinger / Çeviren: Sena Uzunal

DÜŞÜN BİL

Hiç kimse görmek istemeyen kadar kör değildir.

  • Ne öğrendiysem secdede öğrendim.
  • İlim ve sanat ittifak görmediği ülkeyi terk eder.
  • Dünya bir eğlence ve oyun yeri değildir.
  • Kendinin ne olduğunu bilen insan, bazı kendini bilmezlerin, onun hakkında söylediklerinden etkilenmez.
  • İnsanın ruhu kandil, bilim onun aydınlığı ve Tanrısal bilgelik de kandilin yağı gibidir. Bu yanar ve ışık saçarsa o zaman sana “diri” denilir.
  • Ben öküzden korkarım çünkü onun silahı var ama aklı yok.
  • Her hastalığı yapan bir kurttur. Yazık ki onu görecek elimizde âlet yoktur. (Mikroskop)
  • İnsanlar ileri sürdüğünüz nedenlere, içtenliğinize, çektiğiniz acıların ağırlığına ancak siz öldükten sonra inanırlar. Yaşadığınız sürece durumunuz şüphelidir, çok çok sizden şüphe ederler, bu kadarına hak kazanabilirsiniz.
  • Çok gerekli olmadıkça ilaç kullanma!
  • Bütün hastalıklar esasen yenilen ve içilen şeylerden ileri gelmektedir.
  • Ne öğrendimse secdede öğrendim.
  • Benim gönlümün kırılmaz sabrı, senin gönlünün yumuşamaz katılığı var. Şu halde sevgilim aşk yolunda ikimiz de sert taşız.

İbn-i Sina

İbn-i Sina, Avrupalıların Latinize deyimiyle ise Avicenna… Üzerine günlerce, saatlerce konuşulsa da söyleyeceklerimizin asla bitmeyeceği, yaşamı ve bilim alanında yaptıkları ile tüm dünyayı adeta simya etkisinde bırakan, Türk ve İslam tarihimizde en derin ve anlamlı izleri oluşturanların en başında gelen bir isim.

İnanmanın ve azmin zaferinin açmış olduğu yolda, yolculuk yapmış Müslüman Türk adamlarının başında gelen önemli isimler arasından bir isim daha var bu kez arşivimizde.

İbn-i Sina ve bilim

Asıl adı, Ebu’l- Ali el – Hüseyin bin Abdullah İbn-i Sina, 980 yılında, bugünkü Özbekistan sınırları içerisinde olan Buhara kenti yakınlarındaki Afşana köyünde dünyaya gelmiştir. 10 yaşına kadar öncelikle, Samanoğulları Sarayı’nda katiplik yapan babası Abdullah bin Sina’dan, sonrasında ise o dönemin ünlü bilginleri olan Natili ve Zahit İsmail’den Matematik, Geometri, Fizik, Doğa Bilimleri, Edebiyat, Felsefe ve Mantık alanlarında dersler almıştır. Bu yaşta Kuran-ı Kerim’i ezbere okuyabilen İbn-i Sina, tıp konusuyla ilgili o dönemin tüm kitaplarını okumuş ve öyle ki o dönemin tıp konusundaki tüm üstadları kendisinden tıp bilimini öğrenmeye başlamışlardır. Birçok alanda öne çıkmasına rağmen bizler O’nu daha çok Tıp ve Felsefe alanlarında tanırız.

İbn-i Sina’nın  “Ebu’l Haris” adında tek bir erkek kardeşi vardır. 1629 yılında Kadı Seyyid Ziyaeddin Yahya’nın kaleme aldığı “Gencine-i Hikmet” adlı eserde yer alan öykülerden rivayet edildiği üzere bir gün İbn-i Sina ve kardeşi Buhara’da iyi bir eğitim görmüşler ve bilgilerini arttırmak üzere dünyayı dolaşmaya çıkmışlardır. Magrip ülkesinde yılda sadece bir kez açılan ve içinde birçok gizli bilgiler içeren bir mağaraya girmiş ve orada tam bir yıl bu mağarada bulunan tüm kitapları okuyup ‘ Simya İlmi’ni öğrenen kardeşler dışarı çıktıklarında halk tarafından cadı zannedilerek yakalanmışlardır. Sultan tarafından cezalandırılacaklarını anlayınca İbn-i Sina orada bulunan bir havuza atlamış ve simya ilmi sayesinde Mısır’a varmıştır. Kardeşi Ebu’l Haris ise yine simya ilmi sayesinde elindeki bağlı ip ile Bağdat’a varmış orada zengin bir Müslüman olarak yaşamına devam etmiştir.”

Yaşadığı yüzyıl Türkistan’ın çalkantılı bir dönemidir. O doğduğunda Abbasi halifeliğine bağlı Samanoğulları yönetimi çökmek üzeredir. Abbasi halifelerinin otoriteleri zayıflamış her tarafta hanedana rakip aileler türemiştir. Büveyhiler, Ziyariler, Deylemiler, Memuniler… İki büyük güç olan Karahanlılar ve Gazneliler’in bölgeye hakim olma çabaları da sürmektedir. İşte bu kargaşa döneminde İbn-i Sina’nın yaşamı, şehirden şehre göç etmekle geçmiştir. Bazen bir sultan sarayının en seçkin konuğu, bazen şehirden gizlice çıkan bir yolcu, bazen de herhangi bir zindanda bir mahkum…

16 yaşından sonra tam bir buçuk yılını araştırmaya ayıran İbn-i Sina, Mantık ve tüm felsefi ilimler üzerine yeniden okumalar ve incelemeler yapmıştır. Uyku ile hiç arası olamayan İbn-i Sina bu süre zarfında neredeyse tek bir gece uyumamıştır. Hatta gündüz uyanıkken çözemediği soruları gece rüyasında çözerek uyandığı dahi rivayet edilmektedir. Yine aynı yaşta Buhara Sultanı’nın hiçbir hekimin çare bulamadığı hastalığına çare bulması ve Sultanı iyileştirmesi üzerine İbn- Sina’ya bu sayede sarayın kütüphanesinin bütün kapıları sonuna kadar açılmıştır. Daha sonra bir yangında yanıp kül olacak kitapları ise adeta yutarcasına okumuş ve metafizik yaşantısına da bu zamanda başlamıştır. Saray eğlencelerinde de bulunmayı seven İbn-i Sina, aynı zamanda rubailer okuyan bir şair ve son derece iyi çaldığı enstrümanı olan udu ile de yetenekli bir müzisyendir.

Sarayda geçirdiği günler zarfında kütüphaneden öğrendiği tüm ilimleri içinde topladığı kitabı olan El Hikmet’ül Aruziye’yi 21 yaşında yazmıştır. 22 yaşında ise babasının ölümü üzerine İbn-i Sina, Buhara’dan ayrılarak Cürcan’a kadar yolculuk yapmış ve sadık öğrencisi Cüzcani ile de burada tanışmıştır. Bu olaydan sonra bir yaprak gibi oradan oraya savrulan İbn-i Sina, yaşamını şu iki dize ile özetlemiştir :

“Yüceldim, sığacağım bir şehir kalmadı

Arttı kıymetim, alacak hiç müşteri bulunmadı”…

Büveyhiler döneminde saraydan ayrılan ve çok sıkıntılar yaşayan İbn-i Sina, sultanın hastalığının tekrar nüksetmesi üzerine saraya çağrılarak ikinci kez vezirlik makamına getirilir. Burada gündüzleri saray işleri ile meşgul olurken geceleri de öğrencilerine dersler vermektedir. Bu arada ünlü  Kitabü’ş Şifa adlı eserine fizik ilmi ile başlamış, El Kanun-i Fit Tıp adlı tıp kitabının da birinci cildini yazmıştır. Fakat Büveyhi’lerin (Büveyhoğulları) gölgesinde yaşamaktan hiç memnun olmayan İbn-i Sina’nın isteği, Kakuiler hükümdarı Sultan Alaüddevle Bozkurt Bey’in (Dulkadiroğolları Sultanı ve Yavuz Sultan Selim’in öz dedesidir) yanına gitmektir. Sultan Alaüddevle ile gizlice mektuplaştığını öğrenen Büveyh Sultanı İbn-i Sina’yı “Ferdecan” denilen bir köyün kalesinde zindana attırır. Dört aylık süren zindan yaşamında İbn-i Sina El Hidayat kitabını, İleride Robinson Cruise adlı esere esin kaynağı olacak olan Hayy bin Yakzan ve Kulunç adlı kitaplarını burada yazmıştır.

Daha sonra arkadaşlarının yardımı ile derviş kılığında buradan kaçmayı başarmış ve İsfahan’a geçerek burada Sultan Alaüddevle’nin himayesinde korumaya alınmıştır. İnsanlık tarihi açısından en büyük felsefi eser ve ansiklopedi olarak bilinen Kitabü’ş-Şifa eserini ise burada tamamlamıştır. Sultan Gazneli Mesut’un İsfahan’ı ele geçirmesi ile güzel günler son bulmuş, İbn-i Sina’nın evi ve kütüphanesi askerler tarafından yağmalanmıştır. Aristo’nun tüm eserlerinin açıklamasını yaptığı yirmi ciltlik El İnsaf‘ adlı eser de bu yağmalama sırasında yok olmuştur.

Hamedan’da başladığı İsfahan’da tamamladığı o güne dek tüm tıp ilmi hakkında yazılmış bilgilerin sentezlendiği El Kanun-i fit Tıp adlı eseri ise yüzyıllar boyunca tüm insanlığa hizmet ederek her dilde yazılacak bütün eserlere kaynaklık etmiş, altı yüzyıl boyunca Avrupa’da tüm tıp fakültelerinde “Tıp İncili”  olarak okutulmuştur.

Felsefe ve İbn-i Sina

Aristo‘nun teorik bilgilerinden yola çıkan fakat onun teorik anlamdaki bilimsel çalışmalarına işlevsellik kazandıracak derecede deneyselliği ile öne geçmiş diyebileceğimiz en önemli Türk İslam bilim adamıdır İbn-i Sina… Rivayet edilir ki; İbn-i Sina, Aristo üzerine incelemeler yapıp düşündüğü zamanlarda, Aristo felsefesinde okuduğu bir olayı çözemez ve bunun üzerine sürekli düşünmekte olduğu bir gün Buhara sokaklarında dolaşmaktadır. Bir kitap satıcısının kendisine Farabi’nin kitabını göstererek birçok olayı bu kitap ile çözebileceğini söylemesi üzerine İbn-i Sina, bir kitap satıcısının bildiği ve kendisinin bilemediği bu durum karşısında hayıflanmıştır. Hemen Farabi‘nin bu kitabını okuyan İbn-i Sina, anlayamadığı olayı çözer ve o kadar sevinir ki secdeye kapanır. Farabi henüz yaşadığı halde O’nun adına fakirlere sadaka dağıtır. İbn-i Sina’nın felsefeye olan en büyük katkısı ise Farabi ile Gazali arasında köprü oluşturmasıdır.

Türk İslam dünyasında İbn-i Sina

İslam kaynakları O’ndan “Eş Şeyh’ül Reis” olarak söz etmişlerdir. 13. yüzyıl düşünürlerinden Roger Baker’a göre O, felsefenin sultanı ve lideridir. Bir jeologdur aynı zamanda fizikçidir, kimyacıdır, ruhların hekimi ve müzikolog, bir gök bilimci, metafizikçi, şair ve devlet adamıdır. Aristo, Yunan ilim dünyası için ne ise İbn-i Sina da İslam dünyası için O’dur. Zekası ve etkileyiciliğiyle düşmanları tarafından bir sihirbaz olarak görülürken dostları O’nda ilahi özellikler görmüşlerdir.

Tıp alanında bağışıklık sistemi dediğimiz sistemi bulmuş ve bu alanda çalışmalar yapmıştır. Bunun yanı sıra anatomik çalışmalar yapmış, halk sağlığı, çevre sağlığı, göz, diş, kalp, kan ve damar hastalıkları, cerrahi, yanık tedavisi, spor, çocuk sağlığı, patoloji, eczacılık, koruyucu hekimlik, teşhis ve tedavi yöntemleri gibi alanlarda Tıp bilimine görüş ve uygulamalarıyla eşsiz ve evrensel katkılarda bulunmuştur. Bu sebeple de kendisine Avrupalılar Tıbbın Kralı anlamına gelen Avicenna lakabını takmışlardır.

57 yıl gibi kısa süren hayatında rahat ettiyse bu da tıp bilimi sayesinde olmuştur. Çünkü tarihte saray hanedanları daha çok sağlıklarını korumak için tıbba ve yazgılarını öğrenmek için de astrolojiye ilgi duymuşlar dolayısıyla bu ilimlerle uğraşanlara da yakınlık göstermiş, imkanlar sunmuşlardır.

“Çözemediğim tek düğüm ecel düğümü” diyen İbn-i Sina, Kakui Sultanı’nın Nedimi olması sebebiyle sultanın tüm seferlerinde onunla birlikte olmuş ve bir sefer sırasında Kolit hastalığına yakalanmıştır. Daha önce bu hastalığa yakalanan birçok kişiyi tedavi eden İbn-i Sina, kendine uyguladığı tedavide kullandığı ilaçlarda dozu ayarlayamayınca bağırsaklarında yaralar oluşmuştur. Son yıllarını ise bu hastalığın etkisiyle şiddetli baş ağrıları ve sara nöbetleri ile geçirmiş, Hemedan’da yaşama gözlerini yummuştur. 1037 yılında vefat eden İbn-i Sina arkasında 220 adet kadar eser bırakmıştır. O’nun zamanına kadar ”kan” ruhun yeri olarak bilinirken O, ilk defa kanın gıda taşıyan bir sıvı olduğunu keşfetmiştir. İdrardaki şekeri, sudaki mikrobu ve birçok hastalıktan korunmanın ve tedavi yöntemini, yüzlerce ilacı insanlığa kazandıran en değerli bilim adamı yine O’dur.

Binlerce hastaya şifa dağıtan İbn-i Sina aynı özeni kendisine göstermemiş

“BEDEN BİR RUHA MUHTAÇTIR. RUH VARLIĞINI SÜRDÜRMEK İÇİN NE MEKANA NE DE ZAMANA MUHTAÇTIR. KARA TOPRAĞIN DİBİNDEN ZÜHAL YILDIZININ DORUĞUNA KADAR KAİNATIN DİPTEN DORUĞA BÜTÜN MÜŞKÜLLERİNİ HALLETTİM, HER HİLENİN HER DÜZENİN BAĞINDAN SIYRILDIM. HER DÜĞÜM ÇÖZÜLDÜ AMA ECEL DÜĞÜMÜ, İŞTE O ÖYLECE KALDI” DEMİŞTİR. AYRICA O, BİLİMİ BU DÜNYADA GÖRDÜĞÜ KADAR ÖLÜMDEN SONRAKİ YAŞAMDA DA MUTLULUK İÇİN GEREKLİ GÖRMÜŞTÜR.

İbn-i Sina’ya göre bilim:

“İNSANIN KENDİNİ MÜKEMMELLEŞTİRMESİ VE ALLAH’I BULMASI İÇİN GEREKLİDİR VE ÖLÜMDEN SONRA ANCAK “AKLİ VE İLMİ LEZZETLERİ” TATMAK SÖZ KONUDUR. ”BU LEZZETLERİ ANCAK BİLİMLE UĞRAŞMIŞ VE AHLAKİ BİR HAYAT SÜRMÜŞ KİMSELER TADACAKTIR.” ŞEKLİNDEKİ İLİŞKİ KURMUŞ OLDUĞU  ”AKLİ TASAVVUF” DENİLEN SİSTEMİN UNSURLARINDAN BİRİ OLMUŞTUR.

Bunun yanı sıra 2014 yılında Türkiye’de ile ilk kez, İbn-i Sina’nın “El Kanun-i fit Tıp” adlı eseri, günümüz Türkçesi ile yayınlanmıştır. Tüm yaşamını bilime ve bilimin öğrenilmesine adayan bir ölümsüzü kaleme almaktan son derece mutluluk duyduğumu belirtmekle birlikte, bir başka yazıda bir başka ölümsüz yolcuda buluşmak dileğiyle deyip sözümü yine İbn-i Sina’nın bilim ile ilgili bir sözü ile bitirmek istiyorum:

“Nefsini bilimlerle süslemeye çalış. Bilimden başka her şeyi bırak. Bilimde her şey vardır. İnsanın ruhu kandil ve bilim onun aydınlığıdır. İlahi hikmet de kandildeki yağ gibidir. Bu yanar ve ışık saçarsa sana diri denilir yanmaz ve karanlık kalırsa sen ölü sayılırsın.”

Daima bilim ile mutluluk ile kalınız…

INDIGO / FİLİZ HALLIOĞLU

Akıl, başlangıçta, fizik dünyanın bilgisine karşı potansiyel bir durumdadır.

İnsanların nasıl yaşayacaklarını, neyi yapıp neyi yapmayacaklarını emreden yasa ezeli-ebedi yasadır.

Toplumda yer alan insanların huzur ve refah içinde amaçladıkları hedefe doğru düzgün bir hayat sürdürmeleri için gereken şey, o toplumun düzgün yasalarla idare edilmesidir.

Adalet her bir kimseye kendi hakkını istikrarlı ve daimi bir şekilde verme arzusudur.

Her bir insanda ruh bedeni yönetmektedir ve ruhun içinde kalmak suretiyle akıl tutkuları ve arzuları kontrol altında tutmaktadır.

Akıl, insanın doğasıdır. Dolasıyla akla aykırı olan her şey, insanın doğasına aykırıdır.

Kötülük diye adlandırdığımız şeylerin bir kısmı, zorunlu olarak, sonlu bir evrende yaşadığımız gerçeğinin bir sonucudur. nitekim, eşya zaman ve mekanda sınırlanmış olmalıdır. eşya sonsuza kadar var olamaz, insan da dahil olmak üzere hepsi fanidir. dolayısıyla bu sınırlamalar ve beraberinde getirdikleri kötülük en kusursuz evrende dahi gereklidir.

Aquinolu Thomas ya da orijinal adıyla Thomas Aquinas, 1225 ila 1274 yılları arasında yaşamış olan ünlü Hristiyan filozoftur.

Orta çağ felsefesinin ve düşünce tarihinin en önemli düşünürlerinden biri sayılabilecek Thomas Aquinas, soylu bir ailenin çocuğu olarak 1225 yılında dünyaya gelmiştir. Eğitimini İtalya, Fransa ve Almanya’da gerçekleştirmiştir.

Aquinolu Thomas felsefesini geliştirirken hocası olan Albertus Magnus’un ve düşünce tarihinin en büyük filozoflarından birisi olan Aristoteles’in etkisi altında kalmıştır. Grekçe bilmediği hâlde düşünce tarihinin en önemli Aristoteles yorumcularından biri olarak da tarihe adını yazdırmıştır. Aquinolu Thomas, Fransa’da Paris Üniversitesinde, İtalya’da Napoli’de dersler vermiştir. 1274 yılında, arkasında yaklaşık olarak 13 milyon kelimeyi bulan bir yapıt bırakarak hayata veda etmiştir. Thomas Aquinas’ın bütün eserlerinin birden fazla baskısı bulunmaktadır. Eserlerinin bir kısmını kendisi, önemli bir kısmını da öğrencileri ve sekreterleri yazmıştır. Kitaplarının özgün dili Latincedir. Eserlerinden başlıcaları şunlardır: Summa Contra Gentiles, Summa Theologiae, In libros De caelo et mundo expositio, In libros De generatione et corruptione exposition.

AQUINOLU THOMAS’IN FELSEFESİ

Thomas Aquinas bir Orta Çağ filozofudur. Bu yüzden, onun bir filozof olduğu kadar aynı zamanda bir teolog olduğunu da hesaba katmamız gerekir. Bundan dolayı, Thomas Aquinas’ın varlık anlayışının doğru bir şekilde kurulabilmesi için onun yaratılış ve Tanrı anlayışlarının anlaşılması gereklidir. Bu, Antik Çağ filozofları için gerekli değildir. Zira o dönemde bir yaratılıştan söz etmek için henüz erkendir. Platon’un Demiurgos’u, Aristoteles’in ilk hareket ettiricisi, Orta Çağ’ın tek tanrılı evren anlayışındaki Tanrı kavramı ile kıyaslanamaz. Bununla birlikte, özellikle Aristoteles’in yapıtları üzerine yazmış olduğu yorumlarında Thomas Aquinas’ın felsefeye bağlı hareket ettiğini görmekteyiz.

Thomas Aquinas’ta Zorunlu Varlık ve Zorunsuz Varlık Ayrımı

Ona göre varlık birçok bakımdan incelenebilir. Varlığın en önemli ayrımını zorunlu varlık ve zorunsuz varlık olarak ikiye ayırdığımızda yaparız. Zorunlu varlık, kendi kendisiyle özdeş olan ve varoluşu için kendisinden başka hiçbir nedene gereksinim duymayan varlıktır. Bu varlık, kendisi dışındaki bütün varolanların nedenidir. Platon’un ideasına, Aristoteles’in ilk hareket ettiricisine benzetilebilecek bu varlık Tanrı’dır. Tanrı, kendi içindeki tamamlanmışlığından dolayı bu evreni ve içindekileri yaratmış ve onlara birlik içinde bir düzen sağlamıştır. Tanrı tarafından yaratılmış olan varlıkların da zorunsuz oldukları söylenebilir. Varoluşları ile özleri birbirinden farklı olan bu varlıklar Tanrı’ya, bir neden olarak muhtaçtırlar. Özü ve varoluşu bir ve aynı olan Tanrı dışında hareketinin kaynağı olan bir başka varolan yoktur.

Thomas Aquinas’ın Din Felsefesi Anlayışı

Thomas Aquinas, Tanrı kanıtlamalarında Tanrı’nın özü değil, onun etkileri üzerinden giderek Tanrı’yı kanıtlamaktadır. Beş değişik biçimde ortaya çıkan bu kanıtlama türüne felsefe tarihinde “kozmolojik Tanrı kanıtlaması” adı verilmektedir. Bu kanıtlamanın karşısında da Anselmus’un “ontolojik Tanrı kanıtlaması” yer almaktadır. Thomas Aquinas, yaradılışı bir döngüsellik içinde anlar ve her şey kendi ilk ilkesine geri dönünceye kadar bu sürecin devam edeceğini söyler.

Aquinolu Thomas’ın Değişim ve Bilgi Anlayışı

Thomas Aquinas, Antik Çağ filozoflarının dile getirdikleri, fizik dünyadaki sürekli değişimin, nesnelere ilişkin bilgi elde etmek için bir engel olduğu düşüncesini kabul etmektedir. Bununla birlikte, sürekli değişim halindeki nesnelerde durağan olan bir yapının bulunduğunu düşünmektedir. Bu durağan yapı, nesnenin bilinmesi için gerekli olan tözdür. Duyulanabilir tözlerde değişmeden duran bir unsur yer almaktadır ve bu da nesnelere ilişkin bilginin temelini oluşturmaktadır. Duyu algısı, o hâlde, bilgimizin zorunlu başlangıç noktasıdır.

Duyuların imgeleme taşıdıkları nesnelere ilişkin benzerliklere imge denmektedir. Bunlar, etkin aklın soyutlama eylemi için birer malzemedir. Etkin akıl, yalın anlamda Tanrı’nın yarattığı bir ışıktır. Bu ışık aracılığıyla akıl, imgedeki anlaşılabilir yapıyı çekip çıkartır. Örneğin, bireysel insanların tikel özelliklerinden insanın doğasını çekip çıkarması gibi. Burada ortaya çıkan kavram edilgin akla aktarılır ve anlama edimi için kullanılır. Burada ortaya çıkan yargı nesnesiyle upuygun ise doğrudur, değilse yanlıştır.

Aquinolu Thomas’ın Ahlak ve Toplum Anlayışı

Thomas Aquinas’ın ahlak ve toplum anlayışı Aristoteles’in felsefesi ile Hristiyanlığın akılcı bir yorumunun karışımıdır. Aquinas’a göre ahlak insan eylemiyle, ama akla uygun iradenin neden olduğu eylemlerle ilgilidir. Eylemin ölçüsü veya kuralı eylemin ilk ilkesi olan akıldır. Akıl, iradeyi harekete geçiren güçtür.

İrade doğal bir biçimde iyi olana doğru yönelir ve pratik akıl bizim iyiye yönelmemizi, kötüden de kaçınmamızı buyurur. Doğal yasa, akıl sahibi olan her bir varlığı üç doğal eğilim çerçevesinde yönlendirir:

  • Hayatını korumak ve sağlığını muhafaza etmek;
  • Çoğalmak ve karısı ve ailesine göz kulak olmak;
  • Hakikati gözetmek suretiyle akılsal hayatını geliştirmek ve sosyal erdem içinde büyümek.

Ama insanlar bazen doğal yasanın buyruklarından saparlar. Bunun için de bir ezeli-ebedi yasa yapmak şarttır. İnsanlardaki mutlak itaatin kaynağı olan bu yasa bir taraftan fizik dünyadaki her şeyin yapısını belirlerken diğer taraftan akıl sahibi varlıkların da nasıl yaşamaları gerektiğini dikte eder.

Toplumun bir bütün olarak refahı, o toplumun düzgün yasalarla idare edilmesi ile mümkün olur. Bu idare insani kanun yapıcının doğal yasayı tekil olaylara uygulaması sonucunda ortaya çıkan insani yasa ile gerçekleşir. İnsanın iyi bir hayat sürmesi iki koşula bağlıdır. Birincisi erdeme uygun davranmak, ikincisi ise erdemli bir eylem için gerekli olan maddi ihtiyaçları sağlamaktır.

Aquinalı Thomas’ın gerçekleştirdikleri, o aynı zamanda bir büyük filozof olduğu için, bunlardan ibaret değildir. Onun içinde yaşadığı ve Hıristiyanlığın hakim olduğu dünya bir süreden beri öylesine değişmiş ve genişlemiştir ki Hristiyan teolojisinin salt öte dünyacı şeması tatmin edici olmaktan çıkıp önemli ölçüde yetersiz hale gelmeye başlamıştır.

Yeni sanat formları, üniversitelerin doğuşu, doğa bilimine dönük ilginin ilk kez olarak zuhuru, İslam dünyasından yapılan çevirilerin ardından klasik dünyaya yönelik bakışın gözden geçinilmesine duyulan ihtiyaç var olan teolojik şemayı zorlamaya başlayınca, Aquinalı Thomas Hristiyan dünya görüşünü yeni ilgiler ve bu ilgilerin doğurduğu yepyeni bilgilerle zenginleştirme ve geliştirme ihtiyacı içinde olmuştur. Başka bir deyişle, o Orta Çağ insanı XIII. yüzyıldan itibaren Orta Çağ karanlığından yavaş yavaş çıkmaya başlayıp kültür ve uygarlığını yeniden inşa eder ve dünyevi şeylere ilgi duymaya başlarken, teolojiyle felsefenin, iman ile aklın, Hıristiyan dünya görüşüyle klasik dünya görüşünün, çağının ihtiyaçlarına uygun düşen yeni ve sağlam bir sentezini yapmıştır. Thomas’a bu sentezinde en büyük yardımı, hiç kuşku yok ki Aristoteles ve felsefesi sağlamıştır.

Sosyolog Ömer YILDIRIM

Francis Bacon (d. 22 Ocak 1561, York House, Londra, İngiltere – ö. 9 Nisan 1626, Londra, İngiltere) İngiliz filozof, bilim insanı, hukukçu, devlet adamı ve yazar.

St. Albans Vikontu, Sir Francis Bacon (1603 – 1618) ya da Verulam Baronu (1618-1621) olarak da bilinir.

Doğanın ve toplumun kavranmasında deneyci bilgi öğretisini ve tümevarım yöntemini savunmuştur. Aynı zamanda İngiliz dilinin ustalarından biri olarak kabul edilir.

Bacon’ın Yaşamı

Babası krallık mühürdarı olan Francis Bacon, anne tarafından I. Elizabeth’in başbakanı William Cecil’in akrabasıydı. 1573’te Cambridge’de Trinity College’a girdi. “Kısır” olarak nitelendirdiği Aristotelesçi felsefeye karşı duyduğu hoşnutsuzluk bu dönemde başladı. 1576’da hukuk öğrenimi görmek üzere Gray’s Inn’e girdi, ama ardından İngiliz büyükelçisinin maiyetinde Paris’e gitti. Babasının ölümü üzerine 1579’da geri döndü ve hukuk öğrenimini sürdürerek 1582’de avukat oldu. Aynı kurumdaki öğretim görevlisi ve baro yönetim kurulu üyeliğinden sonra saray hukuk danışmanlığı yaptı. 1584’te parlamentoya girdi. Kraliçeye ve etkili kişilere çeşitli ülke sorunları ile ilgili mektuplar yazarak göze girmeye çalıştı, ama bu çabaları sonuç vermedi. 1593’te Ispanya’ya açılan savaşın giderlerini karşılamak için krallık ödeneklerinin artırılmasına karşı çıkması gözden düşmesine yol açtı. Danışmanlığını da yaptığı dostu genç Essex kontunun girişimlerine karşın, boşalan başsavcılık makamını, yaşamı boyunca rakibi olan Sir Edward Coke’a kaptırdı. Essex kontunun başka makamlar için yaptığı başvurular da hep sonuçsuz kaldı.

Bacon gene de saraya danışman olarak girmeyi başardı. İspanyol hazine gemilerinin yolunu kesmede başarısızlığa uğrayan koruyucusu Essex kontunu İrlanda’daki Katolik ayaklanmasını bastırma işini üzerine alması için özendirdi. İşlerin ters gitmesi üzerine serinkanlılığını yitirip başına buyruk davranan Essex kontu ile ilgili gayri resmi yargılamada “iyi yurttaş” olmanın “iyi insan” olmaktan önce geldiğini belirterek koruyucusunu suçlamaktan kaçınmadı. 1601’de başarısız bir ayaklanma girişiminde bulunan Essex kontunu vatan hainliği ile suçlayan resmi raporu hazırladı.

Bacon, Elizabeth’in 1603’te ölmesinden sonra, kuzeni Robert Cecil’in de yardımıyla, çeşitli alanlardaki bilgi birikimini I. James’in hizmetine sunma olanağını buldu. İskoçya ile birleşme görüşmelerinde etkin bir görev aldı. 1605’te krala adadığı Advancement of Leaming (Bilginin Gelişimi) adlı kitabını yayımladı. Ertesi yıl bir Londra Belediye Meclisi üyesinin kızıyla evlendi. Haziran 1607’de başsavcı yardımcılığı görevine getirildiyse de, siyasal alanda pek etkili olmadı. Sonraki yıllarda özellikle taht ile parlamento arasındaki ilişkileri ele alan mektuplarıyla James’i etkileyerek 1613’te Coke’un yerine başsavcılığa geçmeyi başardı. Krallığın üstünlüğüne ilişkin görüşlerinden dolayı, geleneksel hukuku ve yargıçların bağımsızlığını savunan Coke ile giderek artan bir çatışmaya girdi. Baskıya karşı ayaklanmanın haklılığı üzerine bir broşür yazan bir din adamı ile ilgili davada, yargıçlara baskı yapılmasına aracılık etti. Coke görevden alındıktan sonra Mart 1617’de mühürdar oldu. Ertesi yıl lord chancellor (adalet bakanı) ve Verulam baronu, 1621’de de St. Albans vikontu yapıldı.

Bacon’ın bu yükselişinde, parlamentodaki çalışkanlığının yanı sıra, etkili çevrelerle kurduğu ilişkiler de rol oynadı. Bu dönemde, bir defter içinde topladığı Commentarius Solutus (Serbest Yazılar) rakiplerinin zayıf noktalarından devlet işlerine, sağlık bilgilerinden felsefe tasarılarına kadar çok değişik konularla ilgilendiğini gösterir. En ünlü yapıtı Novum Organum’u (1620; Yeni Organon, 1948) yayımlamadan önce en az 12 taslak üzerinde çalıştığı anlaşılan Bacon, bu dönemde bazı küçük felsefe kitaplarının dışında, efsanelerin yorumlanmasına dayanan De Sapientia Veterum (1609; Eskilerin Bilgeliği) adlı ilginç bir kitap yazdı. Bilimlerin yeniden düzenlenmesini öngören Instauratio Magna (1620; Büyük Yenileme) ile yurtdışındaki bilginlerin ilgisini çekti.

Bilim ve felsefeye düşkünlüğüne karşın, bu yıllarda asıl çabasını devlet işleri üzerinde yoğunlaştırdı. Ülkenin bir iç kargaşaya doğru sürüklendiğini görmekle birlikte, yeniliklerden ürktüğü için, kralın egemenliğinin korunması gereğini savundu. Büyük bir bağlılıkla hizmet ettiği kralın güvenini kazandı, ama onun üzerinde her zaman etkili olamadı. Bacon 1621’de rüşvetçilikle suçlanıp yargılandı. Hastalığından dolayı savunma için süre istediği bir sırada, Lordlar Kamarası da hakkındaki şikâyetleri ele aldı. Bir pişmanlık dilekçesi vererek görevinden çekildiyse de, 40 bin sterlin para cezasına çarptırıldı ve Londra Kulesi’ne hapsedildi. Kısa bir süre sonra serbest bırakıldı; bundan sonra büyük sıkıntılar içinde yaşadı.

Bu dönemde kendisini bütünüyle bilim ve felsefeye adayarak değerli yapıtlar verdi. Hukuk derlemeleri, İngiltere tarihi, tefecilik, İspanya ile savaşın getireceği sonuçlar ve eğitim reformları gibi değişik konular üzerinde durdu. Tasarladığı altı ayrı doğa tarihi kitabından yalnızca ikisini yazabildi. 1610’da yazmaya başladığı ve ideal topluma ilişkin bir ütopya denemesi olan Nova Atlantis’in (1627; Yeni Atlantis, 1957. 1966) bir bölümünü yayımladı. İtalyan düşünürler ile yazışarak onlara yapıtlarını gönderdi. İlk kez 1597’de yayımlanan Essayes (1625; Denemeler, 1943, 1982) adlı yapıtının üçüncü ve genişletilmiş baskısını hazırladı. 1622/23’te kralın elini öpmesine izin verildiyse de, hiçbir zaman tam anlamıyla bağışlanmadı.

Bacon’ın, yaratılıştan doğaya yönelik, deneye eğilimli, sürekli araştımayı seven, kesin bilgiye ulaşana kadar sorunları irdeleyen bir kişiliği vardı. Yapıtlarında eylem adamı ve düşünce adamı yönleri arasındaki karşıtlık belirgin olarak görülür. Bir yandan dürüst bilgeler aracılığıyla “insanın doğa üzerindeki egemenliğini son çizgisine ulaştıracak” bir toplumun düşünü kurarken, bir yandan da İ. James’in çıkmazlarına düzeni koruyarak çözüm arıyordu. Siyasal düzlemde yükselme hevesinin yol açtığı bu çarpıklığa karşın, bir filozof olarak Bacon doğayı ve toplumu kavrama konusunda kuşkuya yer veren, önyargılardan uzak ve araştırmacı bir yaklaşımı benimsemiştir. Bu arada ortaçağ Aristotelesçiliğine karşı deneyci yöntemi savunan düşünürlerin yazdıklarından da yararlanmıştır.

Bacon’ın felsefesinin odağı bilimdir. Ona göre bilim bir ilerleme, gelişme sürecidir. Tarih boyunca dinsel, siyasal ve düşünsel nedenlerle önem verilmeyen bilimin, insan lan aydınlatma ve yönlendirme işlevini öne çıkarmak gerekir. Bilim, sözcüklerle oynama yerine, doğanın özünü kavramaya yö nelmelidir. Doğaya egemen olmanın birinci koşulu, onu kendi bütünlüğü içinde bilmek. onu düzenleyen genel yasaları kavramaktır. Bunun yolu da deneyden geçer. Kesin bilgi. kuşkunun bittiği yerde başlar.

Düzene düşkün bir kişi olan Bacon, bir bütün olarak gördüğü bilim ve yaratı ürünlerini us, düş gücü ve bellek yetilerine göre bölümlere ayırır. Felsefenin kapsamına gi ren bilimlerin kaynağı us, düş gücünün ürünü şiir ve öteki yaratı örnekleri. belleğin ürünü ise tarihtir. Bütün bilimlerin görevi. olayların nedenlerini sonuçlarıyla bağlantılı olarak öğretmektir. Bacon. kendi döneminde eksik ve yetersiz olarak gördüğü felsefe ve bilim üzerinde durur. Bu bağlamda insan zihni ile nesnelerin doğası arasındaki ilişkiyi köklü bir biçimde yeniden düzenlemeyi amaçlar. Doğanın incelikli gizlerini araştırmada daha yetkin yöntemler geliştirerek insanoğlunun yaratıcı gücünü özgürleştirme peşinde koşar. Bacon’a göre, bunu sağla mak için tasımlara dayanan usavurmanın yerini, deneylere dayanan eleştirel bir tümevarım yöntemi almalıdır.

Bu öğreti Novum Organum’da, yapıtın mayasını oluşturan üç düşüncenin işlendiği özdeyişler biçimini alır. Bu düşünceler yeni bir mantığın gerekliliği, doğadaki niteliklerin “alfabe”sini oluşturacak “kalıp”lar (form) bulma çabası ve kapsamlı bir doğa tarihi derlemesine ilişkindir. Bunların kendi başlarına kavranabilir olduğunu, ama aralarındaki ilişkilerin karmaşıklık yarattığını savunan Bacon. bilimi, temelini doğa tarihinin. gövdesini fiziğin ve uç noktasını metafiziğin oluşturduğu bir piramit biçiminde görür. Başlangıçta zaman zaman uğraştığı doğa tarihi, yaşamının sonuna doğru çalışmalarının asıl odağı durumuna gelmiştir.

Bilim anlayışı. Bacon bilime büyük önem vermesine karşın, çağdaş anlamda iyi bir bilim adamı değildi. Astronomiye yaklaşımı tutucuydu. Matematiğin ve yeni bulunan logaritmanın önemini tam olarak kavrayamamıştı. Kaldıraç sistemi, cisimlerin ivmesi ve kan dolaşımı ile ilgili yeterli bilgisi yoktu. Bacon’ın, zamanındaki bu gelişmelerden habersiz oluşu, benzerlikleri kolayca kavrayabilen zekâsının, farklılıkları kavramaya aynı ölçüde yatkın olmayışıyla açıklanabilir. Çünkü onun için bilimin başlıca temeli tümevarım yöntemiydi.

Bacon’a göre doğayı tanıma yöntemi olan tümevanm, olaylan oluşturan ve biçimlendiren özün kavranmasını sağlar. Tümevarımın başlıca kaynağı olan deney, kesin genellemelere varmak amacıyla belirli kurallar çerçevesinde yapılmalıdır. Tikel bir olaydan yola çıkarak genel sonuçlara ulaşmayı yanlış bulan Bacon. deney sonuçlarının toplanarak düzenlenmesiyle tümevanlabileceğini belirtir. Tümevarıma giden yolu tabula praesentiae (varlık çizelgesi), tabula graduum (derece çizelgesi) ve tabula absentiae (yokluk çizelgesi) biçiminde üç basamağa ayırır. Birinci çizelgede incelenen özelliğin bulunduğu bütün olgular saptanarak sıralanır. İkinci çizelgede incelenen özelliğin değişik derecelerde bulunduğu durumlar sıralanır. Üçüncü çizelgede ise incelenen özelliğin bulunduğu durumlara olabildiğince çok benzeyen, ama bu özelliği taşımayan durumlar belirlenir.

Bacon’ın tümevanm yöntemiyle uygunluk yöntemi, birleşmiş uygunluk-ayrım yöntemi ve eş değişmeler yöntemini temelde kavradığı söylenebilir. Bununla birlikte yöntemi iki önemli noktada eleştiriye uğramıştır.

Birincisi, son derece uğraştırıcı olan bu yöntem kesin bir sonuca ulaşmak için bazı varsayımlardan yararlanmayı gerektirir; oysa Bacon bu tür varsayımlara ilişkin herhangi bir belirleme yapmaz. İkincisi, Bacon tümevarım yoluyla bulunması öngörülen “kalıpların yeterli ve tam bir tanımını vermekle güçlük çeker. Bu yöndeki açıklamaları bayii genel bazı fiziksel özellikleri sıralamaktan öteye gidemez. Bu açmaza girmesinin başlıca nedeni, görüşlerini ortaya koyarken. ortaçağ skolastik düşüncesinden aldığı hareket, yasa, nitelik ve kalıp gibi kavramlara yeni anlamlar yükleme yoluna gitmesidir. Örneğin Bacon’ın kullandığı “yasa” terimi irdelenince, onun bu terimle (modem fizikte olduğu gibi) niteliksel ilişkilerden çok, yapılara ve hareketlere yüklenen özleri, yani olgulara ilişkin açıklayıcı varsavımlan ifade ettiği anlaşılır. Bacon’ın bu varsayımları gerçek amacına ulaşmış sayılmazsa da. felsefi sezgiler olarak büyük değer taşır. Tümevarım yöntemini ilk kez kullanan Bacon olmadığı gibi, doğa bilimlerinin günümüzde kullandığı tümevarım yöntemi de onun biçimlendirmesine göre geliştirilmemiştir. Bununla birlikte özellikle 19. yüzyılda biyolojinin Bacon’ın öngördüğü yolu izlediğj söylenebilir. Charles Darwin’in evrim kuramını geliştirirken Bacon’ın yönteminden yararlandığı kuşkusuzdur. Royal Society’nin kurucuları Robert Hooke ve Robert Boyle, Bacon’ı yüceltmişler, 18. yüzyılda Jean d’Alembert ünlü Encyclopedie’yi hazırlarken Bacon’a gönül borcunu ödemiştir. İmmanuel Kant Kritik der reinen Vernunft’u (1781; Saf Aklın Eleştirisi) Bacon’a adamıştır. Bacon’ı yücelten 19. yüzyıl düşünürlerinden biri de olguculuğun kurucusu Auguste Comte’tur.

İdoller

Bacon’ın belki de en önemli katkısı idola adım verdiği yanıltıcı düşüncelere ilişkin uyarısıdır. Ona göre idola, kişiyi doğra ve kesin bilgiye ulaşmaktan alıkoyan, deneyle bağlantısı olmayan önyargılardır. Bacon, Novum Organum da bu yanıltıcı düşünceleri şöyle sıralar:

1) İdola tribus (soy idolleri), insanın doğasında bulunan ve çoğunluk tarafından paylaşılan önyargılardır. Bunun en açık örneği doğada gerçekte olduğundan daha büyük bir düzenlilik görme, kolayca genelleme yoluna giderek doğadaki olayları soyutlaştırma eğilimidir. Kuşaktan kuşağa geçen inanç ve söylencelerle karışmış bu yanılgılar, duyuların yetersizliğinden doğa varlıklarına keyfi benzetmeler yüklemekten ve kesin ilkelere ulaşma tutkusundan kaynaklanır.

2) İdola specus (mağara idolleri), bireyin düşünsel ve bedensel yapısından doğan yanılgılardır. Birey dıştan gelen etkileri kendi zihnine yansıdığı gibi görür. Bu nedenle de doğanın bütünü yerine kendine yansıyan bölümünü temel alır: nesneler arasında aşırı ayrım ve benzetmeler yapma yoluna gider. Burada “mağara” benzetmesi Platon’un Devlet diyalogundaki “mağara” simgesinden etkilenerek kullanılmıştır.

3) İdola fori (çarşı idolleri), soyul sözcüklerin zihin üzerindeki etkisinden kaynaklanır. Bunlar en tehlikeli yanılgılardır. İnsanlar karşılıklı konuşmalarla düşünce alışverişinde bulunur. Gerçeğe dayanmayan soyut düşünceleri araştırmadan ve eleştirmeden benimsemek insanları yanılmalara sürükler.

4) İdola theatri (tiyatro idolleri), gelenekleşmiş felsefe sistemlerinin ve yanlış kanıtların yol açtığı temelsiz düşünce kalıplandır. Bütün donmuş düşünce akımlan bu bölüme giren önyargılann yoğunlaşmasıyla ortaya çıkar.

Denemeler

İnsanoğluna yalnızca “doğanın gizleri”ni değil, “yaşamın güçlükleri”ni de açıklamayı amaçlayan Bacon, ortaya koyduğu yeni mantığı, insan ilişkilerini de kapsayacak biçimde tasarlar. Bu yüzden Essayes’de tutku, ikiyüzlülük, kin ve sevgi gibi “yalın yaradılışlar’ı irdelemeye çalışır. Tarihten ve kendi gözlemlerinden çıkardığı deneyimlere dayanarak davranış ve güdüleri inceler ve genellemelere varır. Bu yoldan insanoğlunun yaptıklarını ve yapması gerekenleri ortaya koyar. Gerçekçiliğin ve ahlaksal ideallerin bir karışımı olan bu denemeler, dünyevi bir bilgelik taşır.

Yazılarına yansıyan kişiliği son derece berrak ve canlı olan Baconin anlatımı insanı sıkmayan zengin imgelerle doludur. Okuyucusunu kolayca avucuna alarak zihnindeki akışa katar ve böylece düşüncelerini harekete geçiren duygu dünyasına taşır. Gerçek bir iletişim ustası olarak titizlikle işlenmiş dengeli cümleler kurar; düşüncelerini sunuş biçimi sağlam bir yapı gösterir.

Bacon yapıtlarıyla bilimin ve felsefenin gelişme yolunu göstermiş, doğa ile us arasında bir bütünlük kurulabileceği inananı yerleştirmiştir.

TURK EDEBİYATI

  • Bilginin kendisi güçtür.
    • Latince Orijinali: Ipsa scientia potestas est. (1597)
    • Sözün Hobbes tarafından 1688’de Leviathan’da söylenen biçimi; “Scientia potentia est.” şeklindedir ve “bilgi güçtür” anlamına gelmektedir. Pers şair Firdevsi’nin (940-1020) şahnamesinde geçen benzer bir ifade “bilge olan kişi güçlüdür” anlamına gelmektedir.
  • İnsanlar ölümden korkar, tıpkı çocukların karanlığa gitmekten korktukları gibi.
    • Men fear death as children fear to go in the dark (Essayes, 1597).
  • Doğmak ne denli doğal ise, ölmek de o denli doğaladır.
    • It is as natural to die as to be born (Essayes, 1597).
  • Öç almak bir çeşit vahşi adalettir.
    • Revenge is a kind of wild justice (Essayes, 1597).
  • Karısı ve çocukları olan, kaderin eline rehineler vermiştir.
    • He that hath wife and children hath given hostages to fortune (Essayes, 1597).
  • Kurnazların bilge geçinmesi, bir devlete en çok zarar veren şeydir.
    • Nothing doth more hurt in a state than that the cunning men pass for wise (Essayes, 1597).
  • Kimi kitapların sadece tadına bakılır, kimileri yutulur, çok az sayıda kitap da çiğnenip sindirilir.
    • Some books are to be tasted, others to be swallowed, and some few to be chewed and digested (Essayes, 1597).
  • Hastalığı iyileştir ve hastayı öldür.
    • Cure the disease and kill the patient (Essayes, 1597)

Kaynaksız

  • Akıllı adam, bulduğundan daha fazla fırsat yaratan adamdır.
  • Bizi güçlü yapan yediklerimiz değil, hazmettiklerimizdir. Bizi zengin yapan kazandıklarımız değil, muhafaza ettiklerimizdir. Bizi bilgili yapan okuduklarımız değil, kafamıza yerleştirdiklerimizdir.
  • Bilginin kendisinde büyük bir kudret vardır.
  • Çabuk yanlış yapan, onu çabuk da tasdik eder.
  • Çirkin insanlar genellikle doğa ile ödeşirler, çünkü doğanın kendilerine ettiği kötülüğün acısını onlar da doğaya kötülük ederek çıkarmaya çalışırlar.
  • Çok soran hem çok öğrenir, hem de çok sevilir, hele soruları karşıdakinin bildiği konulardansa.
  • Dertlerini dökecek dostları olmayanlar kendi yüreklerini kemirirler.
  • Deneyiniz, deneyiniz, denemeden hiçbir şeye inanmayınız.
  • Dikkatli bir şekilde gözlemlenirse, yaşlılık bedenden ziyade ruhları bozar.
  • En kötü isyanları, geç kalan karınlar doğurur.
  • Eşya üzerinde çalışacak yerde, herkesin kendine göre istediği anlamı verdiği kelimeler üstünde kavga ediyoruz.
  • Evli ve çocukları olan bir adam, artık kaderine tutsak olmuş demektir.
  • Güzel bir evi kötü bir muhite inşa etmiş kişi, kendisini hapse tıkmış gibidir.
  • Güzellik çarçabuk çürüyen yaz meyvesi gibidir, uzun süre dayanmaz.
  • Güzelliğin en iyi kısmı hiçbir resmin ifade edemeyecek olduğudur.
  • Güzellik değerli bir insana nasip olursa, onun faziletini belirtir, kusurunu gizler.
  • Gerçek dostu olmamak, yalnızlığın en kötüsüdür.
  • Her işe karışan, her şeyi soran kurcalayan bir adam, çoğunlukla başkalarını çekemeyen bir adamdır.
  • İnsan tabiatında akıllıktan ziyade delilik vardır.
  • İnsanın yaradılışı öç almaya çok yatkın olmakla birlikte, yasaların kökten söküp atmaları gereken vahşi bir adalettir öç; ilk işlenen haksızlık, yasalara bir karşı gelmedir ama bu haksızlığın öcünü almaya kalkışmak da yasayı hiçe saymaktır.
  • İnsaniyet, hakikate muhtaçtır.
  • İnsan ruhunun selameti için en koruyucu ilaç, bir dostun, gördüğü kusuru sadakatle ihtar etmesidir.
  • İnsanlar gerçek yüzlerini, güvenildikleri, öfkelendikleri, boş bulundukları, darda kaldıkları, bir işin belli bir yönde yapılmasını isteyip de buna bir gerekçe bulamadıkları durumlarda gösterirler.
  • Kadın, kocasının; delikanlılıkta sevgilisi, olgun çağda arkadaşı, ihtiyarlıkta da hastabakıcısıdır.
  • Kendi değeri olmayan bir insan başkalarının değerini hiçbir zaman çekemez.
  • Mademki alışkanlıklar, hayatımızın en ileri gelen hakimleridir, öyle ise ne yapıp yapıp iyi birini edinmeye çalışmalıyız.
  • Övülme, tahta kaplamaların hem parlamasını sağlayan, hem de ömrünü uzatan cilaya benzer.
  • Para iyi bir uşak, kötü bir efendidir.
  • Para, gübre gibi etrafa yayılmazsa işe yaramaz.
  • Sanat, tabiata ilave edilmiş insandır.
  • Şöhret paraya benzer, orada çok kalırsanız, fiyatlar düşer.
  • Tez elde edilen başarı, insanı kararsız ve maceraperest yapar.
  • Yaşamın kısalığından dolayı bugünün insanı olmalıyız, yarının değil.
  • Yıllanmışlığın güzelliği dört şeyde kendini gösterir; yakmak için bekletilmiş odun, içmek için yıllanmış şarap, güvenmek için eski dostlar, okumak için de eski yazarlar en iyisidir.
  • Yalnız kendisini düşünen insan, yumurtasını pişirmek için komşusunun evini yakar.
  • Yalanlamak ve reddetmek için okuma! İnanmak ve her şeyi kabullenmek için de okuma! Konuşmak ve nutuk çekmek için de okuma! Tartmak, kıyaslamak ve düşünmek için oku!
  • Yargıç, hakkı uygular; Hukuku yaratan, canlandıran avukattır.
  • Zenginliğin azını büyük bir emekle, çoğunu ise pek az emekle elde ettiğini söyleyen kişi, doğru söylemiş.
  • Az miktarda felsefe, insan aklını ateizme yönlendirir ama derinlikli felsefe insanların aklında dinin yolunu açar.
  • Hiçbir şey göze, güzelce biçilmiş yeşil çimlerden daha hoş görünemez.
  • Hiçbir şey, hakikatin gözetleme mevkiinde durmakla mukayese edilemez.
  • Hakikat otoritenin değil zamanın çocuğudur.
  • Orantısında biraz tuhaflık barındırmayan hiçbir kusursuz güzellik yoktur.
  • Tüm yüce yerlere, döne döne çıkan merdivenle ulaşılır.
  • İcatların gücü, erdemi ve sonuçlarını incelemek iyidir ve bunların en bariz görüneceği alanlarda, eskilerin bilmediği ve kökenleri yakın zamana ait olsa da belirsiz ve muğlak olan şu üç alandır: matbaa, barut ve mıknatıs. Bu üçü dünyada her şeyin çehresi ve durumunu değiştirmiştir.
  • İntikama odaklanan insan, normalde iyileşip düzelecek olan kendi yaralarını açık tutar.
  • Sahilde durup gemilerin denizde gidip gelişini izlemek bir zevk. Bir kalenin penceresinde durup, bir muhabereyi, aşağıda süregiden macerayı izlemek bir zevk. Ancak hiçbir şey, gerçeğin gözetleme mevkiinde durup da… Aşağı vadideki hataları, amaçsız gezintileri , pusları ve fırtınaları görebilmekle mukayese edilemez
  • Kurnaz adamlar okumayı anlamsız bulur, basit insanlar hayran kalır, bilge kişilerse okuduklarından yararlanır.

VİKİSÖZ

A

  • Adalet kutup yıldızı gibi yerinde durur ve geri kalan her şey onun etrafında döner!
  • Alkışı en sessiz şekilde karşılayan, alkışı hak etmiş demektir.
  • Ağaç yaşken eğilir.
  • Araştırma yapıldığı zaman ancak bilgi artırılabilir; bilgi artırıldığında ancak istek samimi olabilir; istek samimi olduğunda ancak akıl ıslah edilebilir; akıl ıslah edildiğinde ancak özel yaşam iyileştirilebilir; özel yaşam iyileştirildiğinde ancak aile yapısı düzeltilebilir. Aile yapısı düzeltildiğinde ancak devlet düzen içinde yönetilebilir.
  • Aşk, dört nala giden at gibidir, ne dizginden anlar, ne söz dinler.
  • Aç midenin cezasını yorgun ayaklar çeker.
  • Asıl bilgi insanın cehaletini tanımasında yatar.
  • Akıllı i kimseyle yarışmaz, böylece kimse onunla yarışamaz.
  • Adalet devletin hazinesidir.
  • Az konuşmaktan pek az, çok konuşmaktan sık sık pişman olunur.

B

  • Bana anlat unuturum, bana göster hatırlarım, beni dahil et, anlarım.
  • Başarının kaynağı ne çalışmaktan ne de hırstan geçer. En büyük araç bir cemiyetin üyesi olmakla başlar.
  • Bildiğini bilenin arkasından gidiniz, bildiğini bilmeyeni uyarınız, bilmediğini bilene öğretiniz, bilmediğini bilmeyenden kaçınız.
  • Bilinmemekten değil başkalarını bilmediğimde üzüntü duyarım.
  • Bilgi insanı şüpheden, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır.
  • Bilgiye sahip olarak doğmuş birisi değilim. Öğretmeyi seviyorum ve öğrenmeye çalışıyorum.
  • Bir insanı doyurmak istiyorsanız, ona balık verin; aç kalmamasını istiyorsanız ona balık tutmayı öğretin.
  • Bir kişiye iyilik yapmak istiyorsan ona balık verme, balık tutmayı öğret.
  • Bir milleti tutsak etmek isterseniz, onun müziğini çürütün.
  • Bir şeyi bildiğin zaman, onu bildiğini göstermeye çalış. Bir şeyi bilmiyorsan, onu bilmediğini kabul et. İşte bu bilgidir
  • Bir şeyin haklı olduğunu bildiğin halde, o şeyden yana çıkmazsan, korkaksın demektir.
  • Bir ülkede adaletin varlığı kişinin kendini özgürce ifade etmesinden anlaşılır. Bir ülkede adaletsizliğin varlığı ise kişilerin başına buyruk davranışından anlaşılır. İyi insanlar sorunları önlemek için çaba sarf ederler.
  • Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir.

Ç

  • Çizik bir elmas, çizik olmayan bir çakıl taşından daha iyidir.

D

  • Devlet düzen içinde yönetildiğinde ancak dünyada barış tesis edilebilir.
  • Doğrunun ne olduğunu görüyor fakat onu yapmakta başarısız oluyorsanız eksikliğiniz cesarettir.
  • Duyduğumu bilirim, gördüğümü hatırlarım, yaptığımı anlarım.
  • Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek tehlikelidir.
  • Dinsel erdem, insanlığı sevmekle olanaklıdır. Bu sevgi hissi, aileden toplumdan hükümete dek karşılıklı olarak uzamalıdır.
  • Durmadığınız sürece yavaş ilerlemeniz önemli değildir.

E

  • Efendi adam, kendisinden çok şey, başkalarından az şey bekler.
  • Eğer bir şeyi zorla elinizde tuttuğunuzu düşünüyorsanız, ulaşmak istediğiniz şeyi engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız.
  • Eğitimli insanlar adaleti ilke edinir ve onu düzenli bir biçimde yürütür; onu alçak gönüllülükle kurar ve sadakatla gerçekleştirir.
  • Eğitimli insanlar öncelikle adalete değer verir. Eğitimli insanlar adalet olmadan cesaret sahibi olunca asi olurlar. Küçük insanlar adalet olmadan cesaret sahibi olunca haydut olurlar.
  • Elde edilecek bir çıkarı olduğu halde adaleti düşünen, tehlike karşısında hayatını hiçe sayan, verdiği sözü unutmayan, tam insandır.
  • Erdemli olanların söyleyecek sözleri vardır ama söyleyecek sözleri olanların tümünde erdem yoktur. İnsancıl olanlar cesaretlidir ama cesaretli olanların tümü insancıl değildir.
  • Etraflıca çalış, doğru bir şekilde araştır, dikkatlice düşün, düşündüklerini gözden geçir, ciddi ve samimi bir şekilde uygula.
  • Evinizin eşiğini temizlemeden komşunuzun damındaki karlardan şikayet etmeyiniz.

G

  • Gerçeği bilenler ile onu sevenler hiçbir zaman eşit değildirler.
  • Gökyüzünün altında, mutlulukların altında bir tek aile bulunur. Sadece onu meydana getiren kişiler farklıdır.
  • Güçlü olan, zayıf yanını herkesten iyi bilendir; daha güçlü olan ise zayıf yanına hükmedebilendir.
  • Güler yüzlü olmayan bir kişi, dükkan açmamalıdır.
  • Güzelliği sevdiği kadar, erdemi de seven bir insanı daha görmedim.

H

  • Her şey bir güzelliğe sahiptir fakat bunu herkes görmez.
  • Hiç kimse başarı merdivenini elleri cebinde tırmanmamıştır.
  • Hiçbir şey eyleme geçen cahillik kadar korkunç olamaz.

İ

  • İhtiyatlı insan nadiren hata işler.
  • İlkelerde uyuşmamış olanlar birbirlerine öğüt veremezler.
  • İnsanlar sahip olduklarını küçümser, sahip olamadıklarını önemser.
  • İnsanları niçin öldürüyorsunuz, biraz bekleyin zaten ölecekler.
  • İsteyenler bilgilerini genişletmelidirler. Bilgilerini genişletmek isteyenler önce araştırmalıdırlar.
  • İşlerin çabuk yapılmasını istemek, onların düzgün biçimde yapılmasını engeller.
  • İdare etmek dürüstlük demektir. Sen doğru yönetirsen yanlış olmaya kimse cesaret edemez.
  • İyi insan, güzel söz söyleyen değil, söylediğini yapan ve yapabileceklerini söyleyen insandır.
  • İnsancıl olmak iyidir. Eğer diğer bir iyiliği seçersek ve böylece insaniyetten ayrılırsak, nasıl bilge olabiliriz?
  • İnsanların umutlarıyla oynama, belki sahip oldukları tek şey odur.
  • İnsanlar ellerine neden silah aldıklarını bilseler o silahları parçalarlar.
  • İntikam yolculuğuna çıkacaksan, kendin için de bir mezar kaz.

K

  • Karanlığa söveceğine, bir mum yak.
  • Kelimelerin gücünü anlamadan, insanların gücünü anlayamazsın.
  • Kelimelerin kuvvetini bilmeyen insanlarla esaslı bir konuyu konuşmak mümkün değildir.
  • Kendine eşit olmayan kimselerle dost olma.
  • Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma… Kendin ayağa kalkmak istiyorsan başkalarının da kalkmasına yardım et; kendin başarı kazanmayı arzuluyorsan başkalarının da başarıya ulaşmasına yardım et.
  • Kendini affetmeyen bir insanın bütün kusurları affedilebilir.
  • Kuyunun dibinde yaşayanlar, gökyüzünü kuyunun ağzı kadar görürler.
  • Kısa olan iptir, derin olan kuyu değil.
  • Kötülüğe adaletle, kibarlığa kibarlıkla karşılık ver.
  • Küçük avantajların peşinden koşarken büyük başarılardan olabilirsiniz.
  • Küçükler ot gibidir, büyükler ise rüzgar: Rüzgar ne yöne eserse, otlar o yöne eğilir.
  • Konuşmaya değer insanlarla konuşmazsan insanları, konuşmaya değmez insanlarla konuşursan kelimeleri yitirirsin. Sen öyle biri ol ki ne insanları, ne de kelimeleri yitir.

M

  • Mutlu olmak için içinde bulunduğunuz andan daha iyi bir zaman olduğuna karar vermek için beklemekten vazgeçin. Mutluluk bir varış değil, bir yolculuktur. Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da daha alçakta. Oysa mutluluk insanın boyu hizasındadır.
  • Müzik gökle toprak arasında bir ahenktir.
  • Hayallerdir insanı ayakta tutan.

N

  • Nasıl ki elmas yontulmadan mükemmelleşmezse, insan da acı çekmeden olgunlaşamaz…
  • Ne aradığını bilmeyen bulduğunu bilemez.
  • Neyi bildiğimizi bilmek ve neyi bilmediğimizi bilmemek, gerçek bilgidir.

O

  • Olgun insan güzel söz söyleyen değil, söylediğini yapan ve yapabileceklerini söyleyen kişidir.
  • Okudum, unuttum, gördüm, hatırladım, yaptım, öğrendim.

Ö

  • Öğrenme ilkesi insanın temiz karakterini ortaya çıkarmak, insanlara yeni yaşam vermek ve nihai iyiye ve doğruya ulaşmak demektir.
  • Öğrenmeyi sevmeksizin cömertliği sevmek vardır ki aptalca bir saflığa götürür.
    Öğrenmeyi sevmeksizin bilmeyi sevmek vardır ki zihinin gereksizce dağılmasına götürür.
    Öğrenmeyi sevmeksizin içten olmayı sevmek vardır ki onur kırıcı bir aldırmazlığa götürür.
    Öğrenmeyi sevmeksizin dobra olmayı sevmek vardır ki kabalığa götürür.
    Öğrenmeyi sevmeksizin açık görüşlü olmayı sevmek vardır ki umarsız bir asiliğe götürür.
    Öğrenmeyi sevmeksizin prensip sahibi olmayı sevmek vardır ki mantıksız bir zorlamaya götürür.
  • Örnek insanlar adaleti anlar. Adaleti anlamayan adaletsiz olur.
  • Örnek insanlar yumuşak huyludur ve öfkeden kaçınır.
  • Öğretmek iki kere öğrenmek demektir.

S

  • Sana bir şeyi nasıl bilebileceğini öğreteyim mi? Bildiğin zaman bildiğini anla, bilmediğin zaman ise bilmediğini anla.
  • Susmak, insanı ele vermeyen sadık bir arkadaştır.
  • Sözcüklerin gücünü anlamadan insanların gücünü anlayamazsınız.
  • Sıkışmayan kertenkele kuyruğunu bırakmaz.

T

  • Tanrım bana çiçek dolu bir bahçe ve kitap dolu bir ev ver.

Y

  • Yaldızlı sözlerle erdem bağdaşmaz.
  • Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.
  • Yavaş yürüyene çelme takılmaz.
  • Yalan, ona inanmaktan hoşlananlar çoğaldıkça, “doğru” sayılmaya başlar.

Vikisöz

Çin’in yerli ve millî dinlerinden biri olup ismini Konfüçyüs’ten almıştır ve önceki dönemlerden beri Çin’de var olan tabii dinin üzerine temellendirilmiş bir ahlâk sistemidir. Çin’de Ju Chiae (bilginlerin öğretisi) ve K’ung Chiao (Konfüçyüs’ün öğretisi) diye adlandırılan Konfüçyüsçülüğün kökleri Konfüçyüs’ten öncesine, Ju diye bilinen bir bilgin sınıfının öğretilerine kadar gider (DCR, s. 204; Pike, s. 108).

A) Konfüçyüs’ün Hayatı. Konfüçyüs milâttan önce 551’de Çin’de Lu eyaletinin Tsou şehrinde doğdu. Konfüçyüs isminin Batı dillerindeki karşılığı olan Confucius, K’ung Futzu’nun (üstat, filozof Kung) Latince şeklidir. Çince’de K’ung Ch’iu diye bilinen Konfüçyüs’ün hayatı yoksulluk içinde geçmiş, on beş yaşından itibaren kendini ilme vermiş, yirmi yaşında iken açtığı okulda öğrenci yetiştirmeye başlamıştır. Onun hedefi yeni görüşler ortaya koymak değil eskilerin hikmetli sözlerini aktarmaktı. Belli aralıklarla küçük memuriyetlerde bulunmuş, elli yaşında kendisine devlet şûrasında görev verilmiştir. Konfüçyüs, eski bilgelerin faziletlerini yeni nesillere aktarmak suretiyle geçmişin seçkin idarecilerinin Çin’e barış ve huzuru nasıl getirdiğini göstermeyi amaçlıyordu (DCR, s. 204). Bu sebeple kendini tanıtmak ve ülke yönetimiyle ilgili düşüncelerini pratiğe dönüştürmek için on üç yıl dolaşarak düşüncelerini anlatmış, 483’te Lu’ya dönmüş, ömrünün geri kalan kısmında araştırma yapmış ve öğrenci yetiştirmiştir.

Bir eğitimci olarak son derece başarılı olan Konfüçyüs gençleri politik görevlere hazırlıyor, öğrencilerini edebiyat, tarih, felsefe ve ahlâk eğitimi almaya teşvik ediyordu. Milâttan önce 479’da vefat eden Konfüçyüs hayatını şöyle özetlemiştir: “On beş yaşında iken kendimi öğrenmeye verdim. Otuz yaşında irademe sahip olabildim. Kırk yaşında şüphelerden uzaklaştım. Elli yaşında Gök’ün emrini öğrendim. Altmış yaşında seziş yoluyla her şeyi kavradım. Yetmiş yaşında doğru olan şeylere zarar vermeden kalbimin isteklerini yerine getirebildim” (Konuşmalar, s. 23-24).

Konfüçyüs’ün ideal insan ve ideal toplum fikri kendisini ideal bir hükümet düşüncesine sevketmiştir. Çünkü onun zamanında iyi bir hükümet yoktu ve halk ıstırap içindeydi. Konfüçyüs’ün idealindeki hükümet, bütün insanların iyiliği için çalışan ve halkın güvenini kazanan bir yönetimdi. Aynı zamanda o, korku ile yönetilen devleti değil hükümdarla tebaası arasında karşılıklı anlaşma bulunan ortak bir idareyi savunmuştur (DCR, s. 203-204).

Konfüçyüs’ün etkisi, öğrencileri ve takipçileri sayesinde ölümünden kısa süre sonra görülmeye başlanmış, Han hânedanlığı zamanında (m.ö. 206 – m.s. 225) şöhreti iyice artmış, bu dönemde onu tanrılaştırma teşebbüsleri bile olmuştur. Böylece Konfüçyüs, yeni bir din ortaya koymayı düşünmediği halde Lu’nun prensi onun adına bir mâbed inşa etmiş ve ona kurbanlar sunulmaya başlanmıştır. Konfüçyüs’ün öğretileri daha sonra imparator tarafından Gök’e yapılan ibadetle irtibatlandırılmış, Çin yönetimine bağlı bütün bölgelerde Konfüçyüs’e de ibadet edilmesi emredilmiş ve Konfüçyüsçülük Çin’in resmî ve millî dini haline getirilmiştir. Bu gelişmede, imparatorun Gök’ün oğlu olduğu şeklindeki tasavvurunu dinin merkezine yerleştirmesi etkili olmuştur (Schimmel, s. 21; Brown, s. 90-94).

İbadet. Konfüçyüsçülük’te ibadet göğe, yere ve atalara tapınma ile Konfüçyüs adına düzenlenen törenlerden ibarettir (Brown, s. 94). Konfüçyüsçülük, Taoizm ve Budizm gibi dinler ortaya çıkmadan önce Çin’de atalara saygı, gök ve tabiat tanrılarına tapınma, gelecekten haber verme, kutsal varlıklara kurban sunma ve Şangti diye adlandırılan bir yüce varlık inanışı vardı. Çin’de her devrin dinî özelliği haline gelen atalara tapınma Çinliler tarafından asırlardan beri uygulanagelmiş ve hâlâ da uygulanmaktadır. Bu uygulamayı Konfüçyüs de tasvip etmiş ve bunu faziletlerin en önde geleni diye kabul ettiği ataya saygının bir ifadesi olarak teşvik etmiştir.

Ahlâkî Prensipler. Konfüçyüs, âyinlere büyük önem vermek ve her şeye hâkim olan tanrı T’ien’e inancı ön plana çıkarmak suretiyle zamanının geleneksel Çin dinini kabul ve tasvip etmekle birlikte bir din kurucusu olmaktan çok bir ahlâk öğreticisi olarak ün yapmış, Konfüçyüsçülük de dinden ziyade ahlâk ve hikmet yolu olarak gösterilmiştir. Aslında Konfüçyüs bir üstün insan, orta yolu takip edecek ve başkalarına da itidal yolunu gösterecek kültürlü, nazik insan yetiştirmeye yönelik hayat tarzını belirlemeye çalışan bir ahlâk öğreticisi idi. Onun sisteminin amacı milletini siyasî terbiye yoluyla mutluluğa kavuşturmaktı (Schimmel, s. 21).

Konfüçyüs’e göre soyluluk miras yoluyla devralınmadığından herkes soylu olabilir. Gerçek soyluluğun işaretleri ise insanları sevmek, atalara saygılı olmak, samimiyet, insanlarla iyi ilişki kurmak, doğruluk ve dengeli yaşamaktır. Konfüçyüs, bir yenilikçi olduğunu iddia etmemekle birlikte kendisini Çin’in ailevî, sosyal ve politik hayatında esas olan ahlâkî prensipleri kesin biçimde yerleştirmekle sorumlu hissetmiştir.

Konfüçyüsçü ahlâkın temeli “büyük bilgi”de kendini, ev halkını, milletini yönlendirme, barışı sağlamanın yolunu bulma şeklinde açıklanmıştır. Konfüçyüs konuşmalarında dünyada beş ilkeyi her şeye uygulayabilme yeteneğine “mükemmel erdem” demektedir. Bunlar ağır başlılık, cömertlik, samimiyet, doğruluk ve nezakettir. Konfüçyüs üstün insanla küçük insan arasındaki farkı şöyle belirtmiştir: “Büyük ve üstün insan erdemi, küçük insan ise rahatı düşünür. Üstün insan kanunlar üzerinde kafasını çalıştırır, küçük insan ise kendi rahatını aramaya bakar. Büyük ve üstün insan yalnız doğruluğu, küçük insan ise yalnız faydayı düşünür” (Konuşmalar, s. 36, 37, 46). Konfüçyüs bir kimsenin bütün hayatına rehber olabilecek ilkeyi, “Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma” diye özetlemiş (a.g.e., s. 114), onun bu sözü “altın kural” olarak nitelendirilmiştir.

Faziletin en yüksek derecesi bir insanın daima değişmez olan orta yoldan yürümesidir. Âlicenap ruhlu adam için en önemli şey adalettir; adaleti icra eden kişi ahlâk ve âdâba göre davranmış olur. Konfüçyüs ahlâkının temeli sevgidir. Konfüçyüsçülük’te evrensel veya en üstün erdem olarak bilinen bu sevgi anlayışı “jen” terimiyle ifade edilmiştir. Konfüçyüsçülük’te bütün ahlâkî faziletleri içine alan beş temel faziletin en üstünü jendir. Mensiyüs’e göre bu, başkalarının duygularını paylaşabilmek ve onlara şefkat göstermekle eyleme dönüşür. Buna kısaca iyilik severlik denilmektedir. İkincisi görevdir (yi). Yapılan bir yanlıştan sonra utanma duygusunda ortaya çıkar. Üçüncüsü âdetlere riayet duygusuyla dışa yansıyan görgü kurallarıdır (li). Dördüncüsü, doğru ve yanlışa karar verme duygusuyla dışa yansıtılan hikmettir (chih). Beşincisi ise doğru inançtır (hsin). Bu da güvenilirlik olarak açıklanmıştır.

AHMET GÜÇ

  • Adaletsizlik eden, adaletsizliğe uğrayandan daha mutsuzdur.
  • Akıllı olduğuna inanmış birini akıllı kılmaya çalışmak boşa vakit harcamaktır.
  • Aklın üç belirtisi vardır. İyi düşünmek iyi söylemek iyi yapmak.
  • Atomlar ve boş uzaydan başka var olan hiçbir şey yoktur; geriye kalan her şey sadece düşüncedir.
  • Bir şeyi şiddetle arzulamak ruhunu başka şeyler için kör etmektir.
  • Biz hiçbir şey bilemeyiz. Doğru ancak gerçeğin derinliğinde bulunabilir.
  • Biz insanız, bize insanlığın acılarına gülmek yakışmaz, insanlığın acılarına üzülmek yakışır.
  • Kıskanç kişi düşmanına kötülük eder gibi kendine kötülük eder.
  • Doğru düşünenlerin umutları gerçekleşebilir umutlardır; kafasızların umutları gerçekleşemez umutlardır.
  • Dostluğu doğuran duygulardaki uygunluktur.
  • Hakikat uçurumun dibindedir.
  • Hekimlik bedenin kötülüklerini, bilgelik ruhun kötülüklerini iyileştirir.
  • Duyularımız bize asla gerçeği gösteremez, ancak edindikleri algıyı yansıtırlar. Gerçek, duyularımızın çok ötesinde bir şey olmalı.
  • İnsanı mutlu kılan ne bedensel güçlükler ne zenginliklerdir, insanı mutlu kılan dürüstlük ve sakınıklıktır.
  • Ödev insanı adaletsiz olmaktan engeller; en azından, kendi adaletsizliğine sahip çıkmaktan engeller.
  • Çelişkiyi ve boş sözleri seven biri ciddi herhangi bir şey öğrenemez.
  • Pers Kralı olmaktansa, bilen kişi olmayı tercih ederim.
  • Sadece düşmanını yenen değil, heveslerine hakim olan da erdemini göstermiş olur.
  • Ruhun iyiliklerini aramak kutsal iyilikleri aramaktır; bedenin iyilikleriyle yetinmek insanî iyiliklerle yetinmektir.
  • Yanlışlardan sakın; korkuyla değil, ödev duygusuyla.

Vikisöz

Demokritos, Kuzey Yunanistan’da Abdera’da doğmuştur. Sokrates öncesi dönemin en etkin filozoflarından birisidir. Demokritos zaman olarak hem Sokrates’ten önceki dönemlerde yaşamıştır hem de Sokrates’ten sonraki kültür filozoflarındandır. Demokritos “Gülen Filozof” olarak da bilinirdi ve Seneca onun halk arasında insanların aptallıklarını küçümsemek için her zaman gülerek dolaştığını söylemektedir. Buna uygun olarak yurttaşları arasında “Alaycı” olarak da ayrıca bilinirmiştir. Öldüğünde yüz yaşının üzerinde olduğu söylenmektedir.

Kendisinden önce neredeyse tamamen doğa sorunlarıyla ilgilenildiği hâlde Demokritos, doğa sorunlarından insan sorunlarına geçilen bir ara dönemde yaşamış bir düşünür olarak hem doğa hem kültür konuları ölçülü olarak işlemiştir. Bu bakımdan Demokritos, felsefe tarihinin kapsamı en geniş felsefelerinden birinin sahibidir. Bu geniş kapsamlı felsefenin temeli ise mutlu bir yaşam, bilgince bir yaşamdır.

Leukippos’un öğrencisi olan Demokritos, Sokrates’ten sonra ölmüş olmasına rağmen, Sokrates öncesi doğa filozoflarından birisi olarak sayılır. Parmenides’in temsil ettiği tekçilik (monizm) ile Empedokles’in çokçuluk’u (plüralizm) karşısındaki aracılık girişimleri sonucu, “Atom veya bölünmeyen öz” teorisi ile ünlenmiştir. Bazı kaynaklar Empedokles ve Anaksagoras’ı da atomcular sınıflandırmasının içine sokmaktadır. Var oluş ile ilgili çok kesin bir görüş ortaya koyan Demokritos için evrendeki oluşuma, kesin bir zorunluluk egemendir. Bütün olup bitenleri bir rastlantı ile açıklamaya çalışmak saçmalıktır.

“Yaratılmamış, yok olmayan, değişmeyen varlık, özdeksel atomdur. Öz, maddeyi temsil eder ve onunla her nesne yapılabilir.” şeklinde özetlenebilecek bir görüşle, materyalist doğa biliminin ilk temellerini atmıştır. Demokritos’a göre evren atomalar denen gözle görülemeyecek kadar küçük temel unsurlardan meydana gelmiştir. Bu unsurlar ezelî ve ebedîdirler ve sayıca sonsuzdurlar. Parçalanmazlar, kendi içlerinde boşluk içermezler, yekpare ve yalındırlar. Bu yüzden de dağılıp gitmezler. Bir anlamda Parmenides’in varlığa atfettiği tüm özellikleri taşırlar. Demokritosçu evren sonuçta iki şeyden, sonsuz sayıda atomdan ve sınırsız bir boşluktan oluşur.

Eğer Demokritos boşluk diye bir şeyi kabul etmeseydi bu atomlar asla hareket edemez, birbirleriyle âdeta bitişirlerdi. Oysa atomlar boşlukta hareket eder, birleşip dağılarak tüm evren olaylarını oluştururlar. Demokritos’ta değişimin temeli atomların birleşmeleri ve ayrılmalarıdır. Atomlar asla yok olmazlar ama birleşerek sonradan ortadan kalkacak bileşik yapılar meydana getirirler. Bu tabloda tüm değişim nicel bir temelde gerçekleşir. Boşluk sınırsız, atomlar da sayıca sonsuz oldukları için bu sonsuz malzemeden sonsuz sayıda kâinatın ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Demokritos’a göre ruh da atomlardan oluşmuş bir yapıdır ve bu yüzden bedenin ölümünden sonra dağılıp gider. Demokritos Antik Yunan dünyasında ruhun ölümlü olduğunu bu denli açık biçimde söyleyen ilk kişilerden biri olmuştur. Demokritos bütün bu evren tablosuyla bir anlamda değişimi kurtarmış olmaktadır.

Ona göre atomlar tıpkı Parmenides’in varlığı gibi asla yok olmasalar da nicel anlamda birbirleriyle birleşip dağılarak bir değişim meydana getirirler. Böylece her türden değişim bir anlamda nicel temelde olup biter. Tüm değişim de atomların yer değiştirmesinden ya da sayıca artmasından oluşur.

Bu tabloda bütün olaylar fiziksel süreçlerdir. Yani evren olayları üzerinde herhangi bir akıl ya da iradenin etkisi yoktur. Tüm evren olayları atomlar arası etki ve tepki ilişkilerinden oluşmaktadır. O hâlde bunun mekanik bir evren tasarımına giden yolu araladığı söylenebilir. Bu düşüncenin Antik Yunan dünyası açısından önemli bir yenilik olduğu görülmektedir.

Demokritos bu evren anlayışının yanı sıra idealist bir ahlak anlayışı ortaya koymuştur. Bilgeliğin insanı mutlu edeceğine inanmıştır. Hayatı bütün olumsuzluklarına rağmen sırtlayıp götürmeyi savunmuş, bilgece, ölçülü ve dengeli olmak gerektiğini söylemiştir. Atomcular, sadece bir hacim, bir şekil ve belki de bir ağırlık içeren bölünmez en küçük birim olarak tarif ettikleri atomun ve atomların hareket ettiği boşluğun (eter – ether – esir) ezelî, ebedî mevcudiyetini ortaya atmışlardır. Bütün bu materyalist görüşlere rağmen, “tek gerçek, atomlar ve atomların hareketidir” prensibini, ruhun açıklanması aşamasında da tutarlı bir şekilde kullanmışlardır.

Bilinçli bir materyalist yaklaşımla, algılama ve düşünmeyi, vücuttaki en ince, en hafif ve en düzgün ateş atomlarının hareketi olarak izah eden Demokritos, kendisinden önceki düşünürlerin üzerinde durmadığı oranda, ahlak (etik) ile de ilgilenmiştir. Demokritos’un eserlerinin önemli bir kısmı maalesef yok edilmiştir. Bunun başlıca sebeplerinden biri Yunanlı değil, Makedonyalı olmasıdır. Atinalı olmayanların genelde saygı görmemelerinden dolayı kendisi de Atina’da çok saygı görmemiştir. Mesela Platon onun görüşlerinden birçok şey esinlendiği hâlde eserlerinde adını bir kere bile anmamıştır. Buna karşılık Aristoteles’te ona karşı daha ölçülü ve saygılı bir dil kullanıldığını görmekteyiz.

 Sosyolog Ömer YILDIRIM

  • Gizlilikte yaşa!
  • Ölüm bizim için hiçtir.  
  • Özgürlük efendisizdir.
  • Haz, mutlu bir yaşamın başı ve sonudur.
  • Yaşamıyor olmak hiç de korkunç bir şey değil.
  • Yoktum, Varım, Olmayacağım, Umrumda Değil.
  • Epikuros felsefede doyumu ve mutluluğu bulur.
  • Kendine yeterliliğin en güzel meyvesi, özgürlüktür.
  • Azla mutlu olmayan insan hiçbir şeyle mutlu olamaz.
  • Kim etrafa korku salarsa, kendisi de korkusuz değildir.
  • Özgürlük, kendi kendine yetmenin en yüce meyvesidir.   
  • Fukaralık, doğal yasaya göre düzenlenmiş bir zenginliktir.
  • Basit kişiler mutluluk ile övünür, felaketle de yere serilir.
  • Yaşlılar da gençler gibi felsefe ile kendilerini yetiştirmeliler.
  • Bilge olan evlenmez. Evlense bile aşkın vehimlerine kapılmaz.
  • Aklı başında insan savaşla ilişkili hiçbir şey yapmaya kalkışmaz.
  • Bilge insan yemeğin çoğunu değil, en lezzetlisini yemeye bakar.
  • Mühür balmumunda nasıl iz bırakırsa, eşya da insanda öyle iz bırakır.
  • Felsefe, mutlu bir yaşam sağlamak için tutarlı eylemsel bir sistemdir.
  • Mühür balmumunda nasıl iz bırakırsa, eşyada insanda öyle iz bırakır.
  • Barış tacı, saltanat tacıyla kıyaslanamayacak kadar güzel ve değerlidir.
  • Felsefe mutlu bir yaşam sağlamak için, tutarlı eylemsel bir sistemdir.
  • Yaşamında, komşun farkına vardığı zaman utanacağın hiçbir şey yapma.
  • Kendi doğruların başkalarına yanlış geliyor diye, doğrularından vazgeçme.
  • Bir insanın kendisinin yapabileceği şeyleri tanrılardan istemesi anlamsızdır.
  • Yaşamımızı bekleyişten bekleyişe tüketiyor ve hepimiz acı içinde ölüyoruz..
  • Var olduğumuz sürece ölüm ortada yoktur; ölüm geldiği anda da biz artık yokuz.
  • İnsanın karakteriyle ilgilenmesi için hiçbir zaman çok erken ya da çok geç değildir.  
  • Bütün hayatınızı muhtemelen ulaşamayacağınız bir şeyi elde etmeye çalışarak harcamayın.
  • Acıdan ve kederden kaçıp, mutluluğun ve refahın peşinden koşmak yegane insani hedeftir.
  • Mutlu bir varlığa ulaşmak için bilgeliğin kazandırdığı şeyler arasında en büyük olanı dostluktur.
  • Eğer bir insanı mutlu etmek istiyorsanız; onun zenginliğini arttırmak yerine tutkularını eksiltin.
  • Kendi ölümünüzü hayal edebilseniz de edemeseniz de var olmamaktan korkmamız çok normaldir.
  • Kanunlar bilgeler için konmuştur, ama haksızlık etmesinler diye değil, haksızlığa uğramasınlar diye.
  • İnsan, dostlarının acılarına, onlarla bir olup ağlayıp sızlamakla değil, yardım ve bakım ile katılmalıdır.  
  • Mutluluğa giden tek bir yol vardır ve bu irademiz dışındaki şeyler yüzünden kaygılanmayı bırakmaktır.
  • Her istek karşısında insan kendine şunu sormalıdır: Bu istek elde edilirse ne olur elde edilmezse ne olur?
  • Ölümden korkmak anlamsızdır, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuz.
  • Tanrı onların dualarını dinleseydi, sürekli birbirlerinin aleyhine dua ettikleri için, insanların hepsi yok olurdu.
  • Akıllı, dürüst ve insaflı olmadan mutlu yaşanamayacağı gibi, mutlu olmadan da akıllı, dürüst ve insaflı olunamaz.
  • Ölüm ne yaşayanları ilgilendirir ne de ölüleri. Çünkü yaşayanlar için ölüm yoktur. ölülerin ise zaten kendileri yoktur.
  • Hayatı zevkli kılan şeyler, kolay bulunmayan şeylerdir ama aslında hiç de pahalı değildirler: Dostluk, özgürlük, düşünmek.
  • Dine karşı asıl saygısız kişi, kalabalığın taptığı tanrıları tanımayan değil, tanrılar hakkında kalabalığın inandığını onaylayan kişidir.  
  • Ölüm gelecek diye acı çekmek en büyük aptallıktır. Ölüm varken biz yokuz. Biz varken ölüm yoktur. Onunla hiç karşılaşmayacağız.
  • Yaşamıyor olmak hiç de korkunç bir şey değil; bunu tam anlamıyla kavramış bir insan için hayatta katlanılamayacak hiçbir şey yoktur.
  • Hayatın asıl amacı dikkate alındığında, yoksulluk içinde, büyük bir yoksulluk içinde yaşamak aslında en sınırsız servete sahip olmaktır.
  • Bilginin amacı; insanı bilgisizlik ve boş inançlardan tanrı ve ölüm korkusundan kurtarmaktır. Ve bu olmadan mutlu olmaya imkan yoktur.
  • Evrende her şey insan için haz objesidir. Ancak erdemle gelen bilgi arttıkça haz da artar. Bu nedenle yönelim hazza değil bilgiye olmalıdır.
  • Ölümden neden korkacakmışım? Ben buradaysam ölüm yoktur. Ölüm buradaysa ben yokum. Ben varken olmayan bir şeyden neden korkayım?
  • Tanrı insanların dualarını dinleseydi, insanlık çok hızlı bir şekilde ortadan kaybolurdu, zira herkes birbirine beddua etmekten başka bir şey yapmıyor.
  • Tat alma, duyma zevkini, cinsel zevkleri, güzel şeyler görünce içimde uyanan hoş duyguları bir kenara atarsam, iyiyi kötüden nasıl ayırırım bilmiyorum.
  • Felsefeyle uğraşma zamanının daha gelmediğini ya da artık geçmiş olduğunu söylemek, mutlu olmanın zamanı daha gelmedi ya da artık geçti demekten farksızdır.
  • Eğer Tanrılar yeryüzünden kötülükleri kaldırmak istiyorlar da kaldıramıyorlarsa o zaman onlar her şeye gücü yeten değillerdir. Eğer yapabilirler de, yapmak istemiyorlarsa o zaman onlar iyiliksever değillerdir. Eğer onların kötülüğü kaldırmaya ne güçleri ne de istekleri varsa o zaman onlar ne her şeye gücü yeten, ne de iyilikseverlerdir. Ve son olarak eğer Tanrı’lar kötülüğü kaldırma gücüne sahipseler ve kaldırmayı istiyorlarsa o zaman kötülük nasıl ortaya çıkmıştır?  
  • Non Fui Fui Non Sum Non Curo / Yoktum, Varım, Olmayacağım, Umrumda Değil.
  • Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor? Öyleyse o güçsüzdür. Yok gücü yetiyor da önlemek mi istemiyor? Öyleyse o, kötü niyetlidir. Hem güçlü hem de iyi ise kötülük nereden geliyor?
  • Evrende her şey insan için haz objesidir. Ancak erdemle gelen bilgi arttıkça haz da artar. Bu nedenle yönelim hazza değil bilgiye olmalıdır.
  • Yaşlılar da gençler gibi felsefe ile kendilerini yetiştirmeliler. Birinci grup kaderin onlara sunduğu serveti hatırlayarak gençleştiğini hissetmek için, ikinci grup, gençliklerine rağmen gelecek karşısında yaşı ilerlemiş birisi kadar cesur olmak için.

Vikisöz

Epikür ya da Epicurus, milattan önce 341 senesinde Yunanistan’ın Samos adasında doğan ve 270’te Atina’da hayata gözlerini yuman Antik Yunan filozofudur. Epikür ahlak felsefesine yalın hazdostluk ve inzivaya çekilme anlayışlarını sokan; milattan önce 4. yüzyıldan milattan sonra 4. yüzyıla kadar varlığını sürdürecek olan bu minvaldeki felsefe okullarının da fikirsel kurucusudur.

EPİKÜR KİMDİR?

Epikür aslen Atinalı olan bir ailenin çocuğudur. Epikür’ün Atina’nın Attik eyaletinin Gargettos bölgesinde yaşayan ailesi önceleri asiller sınıfına mensup iken zaman içinde yoksullaşmıştır. Aile 352 senesinde hem bu yoksulluk hem de Atina’nın istila edilmesi nedenleriyle Sisam adasına göçmek zorunda kalmıştır.

Epikür’ün babası Neokles burada bir arazi edinip burayı işlemeye başlamış ve ayrıca öğretmenlik yaparak da ailesinin geçimini sağlamaya çalışmıştır. Annesi ise ev ev gezerek falcılık yapmış, hasta kişilere başlarındaki belalardan kurtulmaları için duacılık etmiştir. Epicuros henüz çok genç yaşında annesiyle birlikte annesinin bu ev ziyaretlerine katılmıştır ve annesinin bu faaliyetlerini yakından izlemiştir. Bu ziyaretler Epikür’ün halkın batıl inançlarını yakından görmesine, insanların safdilliğine ve her şeye inanmalarına şahit olmasına yol açmıştır.

Epikür Sisam’da birçok öğretmenle tanışmış ve bunlardan dersler almışsa da bunların hiçbirine bağlı kalmamıştır. On sekiz yaşına ulaştığında Atina’ya giderek dönemin popüler okullarından birisi olan Ephebie’ye kaydolmuş ve burada oyun yazarı Menandros ile tanışmıştır. Aynı okulda Senokrates’in öğrencisi olmuş ve dönemin birçok fikir insanını da dinleme fırsatı bulmuştur. Epikür aynı dönemde Platoncu ve Demokritosçu filozoflardan da dersler almıştır. Eğitimiyle birlikte babası gibi öğretmenlik mesleğine yönelen Epikür öğretmenlik yapmak için önce günümüzde Çanakkale ilimizin sınırlarında bulunan Lapseki (Lampsakos) şehrine daha sonra yine bugün ülkemizde bulunan İzmir ilimize bağlı Kolofon kentine gitmiştir. Yaklaşık beş yıl buralarda öğretmenlik yapan Epikür bu sürenin sonunda Atina’ya geri dönmüş ve buraya yerleşmiş, otuzlu yaşlarında da kendi adıyla anılacak olan felsefe okulunu kurmuştur.

Epikür Antik Yunan’ı sarsan bütün mücadele ve karışıklıklara rağmen hayatının sonlarına doğru gerçekleştirdiği birkaç seyahati hariç hiçbir zaman Atina’yı terk etmemiştir. Burada siyasi hayata hiçbir suretle iştirak etmemiş, dolayısıyla da hiçbir zümrenin nefretine muhatap olmamıştır. Felsefeyi kendisine bir yol olarak kabul eden Epikür’ün ölümü dahi dostlarıyla ve öğrencileriyle yaptığı söyleşiler sırasında gerçekleşmiş ve Epikür hayat gözlerini bu sakin ve samimi diyaloglar arasında yummuştur.

Epicuros (Epikür, Epiküros) Felsefesi

Epikuros bir ahlak felsefesi geliştirmiştir ve felsefenin ana düşüncesi mutluluktur (eudaimonia). Temel amacın mutluluğa ulaşmak olduğunu belirtir. Felsefenin görevi de buna göre belirlenmiştir, insanın mutluluğa giden yolunu araştırmak. Klasik felsefenin soyut tartışmalarıyla Epikuros bu hedefin dışında ilgilenmemiştir. Mantık da, doğru yaşama ulaşmak için gerekli olan bilginin üretilmesini sağlayan bir araçtır. Doğru bilgi olmadan doğru eylemlilik olmayacaktır; doğru bilginin ölçütü ise ikili bir temele sahiptir, ilki duyu verileri ikincisi ise haz ve acı duyumlarıdır.

Epikuros’a göre; insan, tanrı ve ölüm korkusundan kurtulmalıdır . Kuruntulardan ve önyargılardan arınarak buna ulaşılabilir. Bu noktada Epikuros’un felsefesine Demokritos’un atomcu teorisinin etkileri karışır. Doğadaki her şey atomların mekan içindeki hareketlerinden meydana gelmektedir. Yalnızca bu hareket mekanik bir zorunlulukla meydana gelmez. Bu doğa düşüncesiyle Epikuros Tanrı kavramını dışta bırakmaya çalışır. Tanrının varlığı yokluğunu değil dünyaya karşı ilgisizliğini belirtir.

Ayrıca ruh konusunda da maddi bir açıklama öne sürer, ona göre insan ruhu maddi bir niteliğe sahiptir, başka türlü var olabilmesi söz konusu olamaz. Ruhun maddi varlığını açıklamak üzere Epikuros onun dört öğeden meydana geldiğini belirtir. Ateş, soluk, hava ve adlandırılamayan dördüncü bir öğe. İlk üçü bedensel kısmı meydana getirir, dördüncü öğe ise ruhsal kısmı oluşturur. İnsan ölünce bu öğeler dağılır, yani birliklerini kaybederler. Dolayısıyla ölümsüzlük ya da ruh-göçü diye bir şey olamaz. Ölüm konusunda bir anlamda Epikurosculuğun ünlenmesinde etki etmiş olan yaklaşım, Epikuros’un bir sözüne dayanır;

“Ölümden korkmak anlamsızdır; çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuzdur.”

Epikür’ün Toplum ve Siyaset Anlayışı

Epiküros, tarih görüşü bakımından evrimci bir tarih anlayışı benimsemişti. Buna göre, başlangıçta insan varlıkları yalnızdılar, gelişigüzel ürüyorlardı, sözel bir iletişim içinde değillerdi; onların bu dönemde, toplumsal kurumları yoktu, kendilerinden sonra gelen hemcinslerinden fiziki olarak daha güçlü oldukları için ayakta kalabildiler. Zaman içinde insan ırkı, biraz da ateşin keşfedilmesi sayesinde önemli ölçüde yumuşamış ve bunun sonucunda aile kurulup komşuluk ilişkileri başlamıştır. İşte bu evrede insanlar doğal tehlikelerden korunmak için dil, tarım ve ev inşası gibi birtakım teknik ustalıklar geliştirmişlerdir.

Devleti yaratmak için bir neden daha vardı. Tarihin ilk zamanlarındaki kıtlığın ardından, sanatların keşfinin temin ettiği göreli zenginlik, insanlara hayatlarının yanısıra mallarını da korumaları için devlet adını verdiğimiz politik örgütü yaratmanın bir zorunluluk olduğunu göstermiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere, Epiküros söz konusu evrimci tarih anlayışı içine sözleşmeye dayandırdığı bir devlet öğretisi yerleştirmiştir. Bu sözleşmeci devlet anlayışı, önceleri ortak çıkar anlayışından yoksun olarak birbirleriyle mücadele eden insanların, zamanla ortak bir çıkar duygusuna sahip olduklarını, tehlikeleri birlikte önleyip birlikte çalışarak daha fazla haz ve mutluluk elde etmek amacıyla, devleti bir sözleşme temelinde kurduklarını söyler.

Bu devlet görüşü, devleti doğal bir kurum olarak gören Platoncu-Aristotelesçi devlet anlayışına taban tabana zıt bir görüştür. Buna göre, devlet doğal bir kurum olmayıp birey için varolan, sözleşmeye dayalı bir kurumdur. Toplumsal yaşam, bireyin çıkarı ilkesine dayanır; bireyler, kendilerini korumak, varlıklarını sürdürmek ve dolayısıyla mutlu olmak için bir araya gelerek, devleti bir sözleşmeyle kurmuşlardır. Adalet de bu sözleşmeye dayalı, salt uzlaşımsal bir değerdir. Bizim doğal haklar adını verdiğimiz haklar ise insanların yararlılıklarından dolayı benimsediği genel davranış kurallarıdır. Tüm yasalar ve devlet de dahil olmak üzere tüm kurumlar, bireyin güvenlik ve mutluluğuna katkıda bulundukları, eşdeyişle yararlı oldukları sürece, gerekli ve adil olurlar. İnsanlar adil olmak çıkarlarına uygun düştüğü için adil olurlar, adaletsizlik yapmak ise onların çıkarlarına ve dolayısıyla kendilerine çeşitli cezalar yoluyla zarar verdiği için kötülükten ve adaletsizlikten kaçınırlar. Bundan dolayı, adaletsizlik kendi içinde kötü olduğu için değil de sonuçları olumsuz olduğu için kötüdür.

Epicuros (Epikür, Epiküros) Psikoloji Anlayışı

Epikuros’un fiziği gibi psikolojisi de materyalisttir. Psikolojinin ödevi, insanı ölüm korkusundan kurtarmaktır. Ruh da maddidir, cisimseldir, çünkü ancak maddi olan varlık etkin ve edilgin olabilir. Ruh dört öğeden kurulmuştur: Ateş gibi, soluk gibi, hava gibi birer cisimden, bir de kesin olarak adlandırılamayan bir cisimden. İlk üç öğe, ruhun bütün bedene yayılmış olan ve içinde aklın bulunmadığı (alogon) bölümünü meydana getirirler. Bu bölüm pek psişik bir şey değil, fizyolojik yönü canlının, can’a karşılık. Ruhun dördüncü öğesi (logikon), korkuyu ve sevinci duyduğumuz göğsümüzde bulunur, burada yerleşmiştir; ruhi ve tinsel hayatın asıl taşıyıcısı da bu. ölünce ruhu kuran bu dört öğe birbirinden ayrılır, yani ruh çözülür, dağılır. Bu yüzden ne ölümsüzlüğün, ne de ruh-göçmesinin sözü olabilir; böylece de bu iki düşünceye bağlı olan bütün korkularımız, ürkmelerimiz de ortadan kalkar. Ölüm bizi korkutamaz, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde de artık biz yokuz.

Epicuros (Epikür, Epiküros) Ahlak Anlayışı

Epiküros, felsefesinin adeta bütününü temsil eden etik görüşünde, hazcı etiğin savunuculuğunu yapar. Nitekim o insan hayatının gerçek amacının, temel hedefinin, hazzın bizatihi kendisi, haz miktarının olabildiğince artırılması ama esas hedefin acıdan uzak olmak olduğunu söylemiştir. Epiküros bu sonuca ya da etik hazcılığa psikolojik hazcılıktan yola çıkarak, yani bütün hayvanların acıdan kaçıp hazza yöneldiği gözleminden hareketle varmıştır. Gerçekten de “hazzın mutlu ve kutlu bir yaşamın başı ve sonu olduğunu, […] onun bütün seçimlerimizle, her tür istikrahın başlangıcını oluşturduğunu” öne süren Epiküros’a göre, haz her şeyden önce acının yokluğuyla belirlenir. Bu nedenle, onun hazcılığı olumsuz bir hazcılık olarak tanımlanır. Öte yandan, Epiküros’a göre, tüm hazlar aynı değerde değildir; bu yüzden, onun niceliksel değil de niteliksel bir hazcılığı benimsemiş olduğu söylenebilir.

Sosyolog Ömer YILDIRIM

A

  • Adalet ilkin devletten gelmelidir. Çünkü hukuk, devletin toplumsal düzenidir.
  • Akıllı insan düşündüğü her şeyi söylemez, fakat söyleyeceği her şeyi düşünerek söyler.
  • Alçak olan kimse düşmekten korkmaz.
  • Arzu bir şeyi istemek veya söylemektir.
  • Arzu öyle bir şeydir ki, hiç doymak bilmez; birçok insanın hayatı, arzuları doyurma yollarını aramakla geçer.
  • Aynı fikirler bu dünyada bir değil, iki değil, sayısız defa boy gösterirler.

B

  • Bilim, iyi zamanlarda servet, kötü zamanlarda bir sığınak ve iyi bir yol göstericidir.
  • Bütün; başı, ortası ve bir sonu olandır.
  • Bir ‘dost’ kimdir? İki vücutta bulunan tek bir ruhtur.
  • Birçok kişinin yaşamı, isteklerini doyurma yollarını aramakla geçer.
  • Bilge kişi zevk aramaz, kaygı ve acılardan uzak durur.
  • Bilgi doğuştan akılda yoktur, ama akıl bilgiyi üretecek kapasitededir.
  • Bütün insanlar doğaları gereği bilmek isterler.
  • Bütün insanların düşüneceği bir aklı vardır ve kullanmasını bilmek gerekir.
  • Bir şeyi yapma gücümüzde saklı olan, bir şeyi yapmama gücümüzde saklıdır.

Cesaret kuvvetle birleşince birazcık artar.

Ç

  • Çünkü doğaya güvenilir, paraya değil.
  • Çok süslenenlere bakın; hepsi de gizlenmek istiyordur.

D

  • Demokratik devletin temeli özgürlüktür.
    • Politika
  • Devlet adamıyla devlet, kralla uyrukları, aile reisiyle ev halkı, efendiyle köleleri arasındaki ilişkilerin hep aynı olduğunu sanmak yanlıştır. Aralarında yalnızca büyüklük değil, nitelik farkı da vardır.
  • Dünya bir hücredir, seni yalnızlığa iten fakat seni düşündürüp olgunlaştıran ortam da olabilir.
  • Demokrasi despotizmin en ileri şeklidir.
  • Devlet birçok kişi tarafından yönetilirse bu ona, tıpkı giderleri toplulukça karşılanan şölenin tek kişinin hazırlayacağı bir şölenden daha üstün olması gibi bir üstünlük sağlar. Onun içindir ki çoğunluk, birçok durumda, her kim olursa olsun tek bir kişiden daha iyi bir yargıçtır. Ayrıca çokluk daha güç bozulur ya da kıstırılır. Kötü bir anında olan ya da konuya ilişkin çok güçlü duyguları bulunan bir kişinin yargısı ister istemez çarpık olacaktır. Öte yandan, bir kitlenin yargıda bulunması durumunda, kitleyi oluşturan her kişinin aynı anda duygulara kapılmasını ve yargısını çarpıtmadan ayarlamak güçtür.
  • Dost; kişinin ikinci benliğidir.
  • Dostlar! Dost yoktur!
  • Dost kara günde belli olur.

E

  • Erdem ve kabiliyet yönünden üstün olan kimselerin arkasından gitmek ve onlara uymak doğrudur.
  • Erdem bilincine sahip olmak yeterli değildir. Erdeme erişmek için ya da iyi insan olmak için çaba göstermeliyiz.
  • En büyük suçlar, gerekli olanı değil de fazla olanı elde etmek için işlenir.
  • En üstün şey metafor ustası olabilmektir; başkalarından öğrenilemeyecek tek şey budur. İyi metafor, benzeşmeyenler arasındaki benzerliğe karşı sezgisel bir algı gerektirdiğinden, aynı zamanda dehanın da göstergesidir.
  • Eğitimin kökleri acı, meyveleri tatlıdır.
  • Eğitim görmüş aklın işareti, herhangi bir düşünceye onu kabul etmeden önce açık olmasıdır.
  • En büyük suçlar yokluktan değil çokluktan doğar. Kimse başını sokacak yer bulabilmek için zorba olmaz

F

  • Fazileti olmayan insan, hayvanların en kirlisi, en vahşisi, en muhteris ve en doymak bilmez olanıdır.
  • Felsefe kişilerin yaşamı merak etmesinden doğar. Yaşamı en çok merak eden çocuklardır.
  • Felsefe bilim​lerin ya kraliçesi ya da onların önündeki engelleri ortadan kaldırdığı için, ağır işçisidir.
  • Flüt, iyi ahlaki etki yaratan bir enstrüman değildir. Fazla heyecan verir.

G

  • Gerçek mutluluk mal ve mülke sahip olmak ile değil, akıl ve erdeme sahip olmak ile mümkündür.

H

  • Herkes en fazla kendi çıkarını, en az başkalarının çıkarını düşünür.
  • Her alanda konunun doğal yapısı izin verdiği ölçüde kesinlik aramak, eğitim görmüş kişinin özelliğidir.
  • Hukuk her şeyin üzerinde olmalıdır.
  • Her devinim, ne denli hızlıysa o denli devinimdir

Omnis motus, quo celerior, ro magis motus

  • Hiç kimse rastlantıyla ya da onun aracılığıyla doğru ve akıllı olmaz.
  • Hiçbir dahi, biraz çılgınlık karışımından yoksun olamaz.
  • Hayatı bir şölen sofrası gibi bırakmalı, ne susuz ne de sarhoş olarak.
  • Her kişi öfkelenir, bu çok kolaydır; ancak tam istenilen kişiye, tam ölçüsünde, tam zamanında, tam yerinde, tam yöntemince öfkelenmek, ne herkesin yetkinliğindedir, ne de kolaydır.
  • Hükümetlerin alınyazılarını belirleyenler, her zaman silah taşıyanlardır.

İ

  • İlim tümeli, tarih tikeli, sanat olanaklı olanı bildirir.
  • İnsanlar arzularına son olmadığı için, bu arzuları tatmin edecek vasıtalara da son olmamasını isterler.
  • İyi, basit; kötü ise çok yönlüdür.
  • İnsanları iyi yapan yasalardır.
  • İyi iki anlama gelir: Birisi mutlak iyidir. Diğeri ise birisi için iyi olandır.
  • İnsanoğullarının yönetimi sanatı üzerinde düşünen herkes, devletlerin geleceğinin gençlerinin eğitimine bağlı olduğu konusunda ikna olmuşlardır.
  • İlkeler ya da ilk nedenler bilimidir felsefe.
  • İyiliğe gücün yetmezse, kötülük etme.
  • İnsan düşünen bir hayvandır.
  • İradene hakim fakat vicdanına esir ol.
  • İşler, iş olarak şerefli veya şerefsiz diye ayrılmazlar. Yapılışlarındaki maksada göre şerefli veya şerefsiz olurlar.
  • İyi rejimler arasında demokrasi en kötüsüdür, ancak kötülerin en iyisidir.
  • İnsan politik bir hayvandır.
  • İsteklerini tutsak al, vicdanına tutsak ol.
  • İnsan, doğası gereği siyasi hayvandır.
  • İnsanlar bir açıdan iyi pek çok açıdan kötüdür.
  • İnsanın içinde olanlar dışında anlam buluyor.
  • İnsan ve hayvan arasındaki tek fark düşünmektir düşünebilene.

K

  • Kalite bir yasa değil bir alışkanlıktır.
  • Kanun düzendir, iyi kanun iyi düzendir.
  • Kimi ister, kimi verir; doğa ile insan bir bütündür.
  • Kimilerinin gerçekten özgür olabilmesi için ötekilerin köle olması gerekir.
  • Kimse, korktuğu adamı sevmez.
  • Kimse tesadüfle veya onun vasıtasıyla doğru ve akıllı olmaz.
  • Kendini bilmek bütün bilgeliğin başlangıcıdır.

M

  • Mevkilerini para ile satan kimseler, masraflarını geri almak yoluna düşerler.
  • Mutlu olmak kendi kendine yeter olmak demektir.
  • Mutluluğun özü, bizdeki tam bilgi ve ruh doğruluğudur.
  • Tek mantık düşünebilmekse; evet, akıllıyız.
  • Mizahın sırrı şaşırtmasıdır.

O

  • Okuyup yazanla okumayıp yazmayan arasındaki ayrılık, ölülerle diriler arasındaki ayrılık kadardır.
  • Ortak tehlikeler, birbirlerinin can düşmanı olanları bile birleştirir.

P

  • Platon’u severim ama gerçeği daha çok severim.
  • Pisagoryenler dünyayı ve üstündeki her şeyi, üç sayısının belirlediğini söyler.

R

  • Ruhun güzelliği bedenin güzelliği kadar çabuk görünmez.

S

  • Sözün en güzeli, söyleyenin doğru olarak söylediği, dinleyenin de yararlandığı sözdür.
  • Sabır acıdır, fakat meyvesi tatlıdır.
  • Sevmek acı çekmektir, sevmemek ölmek.Sevmek zevktir ama yalnız sevilmenin hiçbir zevki yoktur.
  • Sıradan insanlar gibi konuş, bilge adamlar gibi düşün; böylelikle herkes seni anlasın.
  • Sürekli yaptığımız şey neyse, biz oyuz. O halde, mükemmellik bir eylem değil, bir alışkanlıktır.
  • Sanatın amacı, varlıkların dış görünümlerini değil, onların içsel önemlerini temsil etmektedir.

Ş

  • Şiir, daha felsefidir ve ciddiye alınmayı tarihten daha çok hak eder.
  • Şiir tarihten daha iyi ve felsefidir. Şiir evrensel olanı; tarih bir konuyla ilgili olanı açıklar.
    • Poietika

T

  • Tek bir kırlangıç ile yaz gelmez, ne de bir tek güneşli günle; ne tek bir gün, ne de tek bir kısa an insanı mutlu ve kutlu yapmaz.
    • Nikomakhos’a Etik, 1098a:17
  • Tek istikrarlı devlet, tüm insanların yasa önünde eşit olduğu devlettir.
  • Tekrar tekrar yaptığımız şeyiz biz. Dolayısıyla mükemmeliyet bir eylem değil, alışkanlıktır.
  • Tanrılar da şakalara bayılır.
  • Tüm insanlar, doğaları gereği bilmeyi arzular.

U

  • Umut, uyanık adamın rüyasıdır.
  • Umut insanı uyandıran bir rüyadır.
  • Utanç gençlerin süsü, yaşlıların yüz karasıdır.

Y

  • Yalnız erdemi bilmek yetmez, ona sahip olmak, onu yapmak da gerekir.
  • Yaratılış bakımından bütün kişiler öğrenmek isteği içindedirler.
  • Yetinmesini bilenler mutludur.
  • Yüreklilik güçle birleşince büsbütün artar.
  • Yalnızlık vahşi hayvanlara ya da Tanrı’ya mahsustur.
  • Yanlış yoldan gitmenin birden çok yolu vardır. Ama doğruyu yapmanın tek bir yolu bulunur. Yanlış yapmak bu yüzden kolay, doğruyu bulmak ise bu yüzden zordur.
  • Yapmadan önce öğrenmiş olmamız gerekenleri onu yaparken öğreniriz.
    • Nicomakos’a Etik
  • Yüce zihinli insan, insanların ne düşüneceğinden çok, gerçeğe aldırış etmeli.
  • Yunusun havadaki sesi, ünlü harfleri ve onların kombinasyonlarını telaffuz edip, ünsüzleri edemeyen insanlarınkini andırır.

Z

  • Zayıf, daima adalet ve eşitlik ister, halbuki bunlar kuvvetlinin umurunda bile değildir.
  • Zaman nedir, yapısı nasıldır? Bir varlık mıdır? Varlık dışı mıdır? Boşlukla bir ilgisi var mıdır? Değişim konusunda ısrarlı mıdır? Ve başlangıcı nedir?
  • Zamanın bir parçası var olmuştur, artık yoktur; öteki parçası ise olacaktır, henüz yoktur.

Vikisöz

Trakya’daki Stageira’da doğdu. Bir hekim ailesinden gelen babası Nikomakhos, Makedonya Kralı II. Filip’in babası II. Amyntas’ın özel hekimi ve yakın dostu idi. Aristo’nun gerek ailesi gerekse bulunduğu kültür çevresi kendisini tecrübî araştırmaya ve müsbet ilimlere önceden hazırlamıştı. 367 yılında Atina’ya tahsile giderek Eflâtun’un Akademi’sine (Akademos) girdi. Burada yirmi yıl kadar süren tahsili sırasında önceleri Eflâtun’un en seçkin talebesi, sonra da onun felsefî sistemini eleştiren başarılı bir rakibi oldu. 347’de hocasının ölümü üzerine Aterneus tiranı prens Hermias’ın yanına Assos’a (Edremit körfezinde bugünkü Behramköy’ün bulunduğu yer) gitti. Buradaki Akademi’de özellikle hocasının idealar teorisini eleştirdiği derslerini sürdürürken ahlâk ve siyaset alanındaki düşüncelerini de kaleme aldı. Bir yıl kadar Lesbos (Midilli) adasındaki Mytilene’de kalan Aristo’yu Makedonya Kralı Filip, oğlu İskender’i yetiştirmek üzere 343-342 yılında Pella Sarayı’na davet etti. Sekiz yıl süren bu eğitim, daha sonra Aristo’yu “cihan imparatorunu yetiştiren üstat” unvanıyla büyük bir şöhrete kavuşturmuştur. Babasının ölümünden sonra tahta çıkan Kral İskender, 335-334’te Asya seferine çıkınca Aristo Atina’ya gidip kendi okulunu kurdu. Bu okul Apollon Lykeion Tapınağı’nın yanında kurulduğu için Lykeion (lise) adını almıştı. Derslerini öğrencileri arasında gezinerek verdiğinden onun kurmuş olduğu felsefe ekolüne de Peripatos (el-meşşâî: yürüyen) adı verildi. On iki yıl süren bu dönem Aristo için her bakımdan en verimli dönemdir. O, bir yandan Lykeion’da dersler veriyor, bir yandan da felsefî düşüncesini temellendiriyor, ayrıca çağının bilinen bütün ilimlerini sistematize ediyordu. 323’te İskender ölünce Atina’da Makedonya aleyhtarlığı başlamıştı. Aristo hem Makedonya taraftarı olmakla hem de dinsizlikle suçlanıyordu. Nihayet Sokrat örneğinde olduğu gibi, Atinalılar’a felsefeye karşı ikinci bir cinayet işleme fırsatı vermemek için Kuzey Yunanistan’da annesinin şehri olan Khalsis’e gitmek zorunda kaldı. Yakalandığı mide hastalığından kurtulamayarak 322’de altmış iki yaşında iken orada öldü.

Eskiçağ Yunan ilmi ve felsefesi ulaşabileceği en yüksek noktaya Aristo ile ulaşmıştır. Aristo keskin zekâsı, tecrübeci ve eleştirici karakteriyle çağının bilinen bütün ilimlerini sistematize etti. Başta mantık olmak üzere birçok ilmin kurucusu sayılan Aristo felsefenin bütün disiplinleriyle ilgilendi ve geriye yüze yakın eser bıraktı. Eserleri Eflâtun’unkiler gibi diyalog şeklinde olmayıp sistematik ve didaktiktir.

İslâm Dünyasında Aristoculuk (Meşşâiyye). İslâm dünyasında halifelerin desteğiyle VIII. yüzyılda başlayıp X. yüzyılın sonlarına kadar üç asır devam eden tercüme hareketleri sayesinde, Antik ve Helenistik çağlarda yaşamış olan seksene yakın bilgin ve filozofun çeşitli eserleri Arapça’ya çevrilmiş oldu. Bunlar arasında Aristo, İslâm dünyasındaki etkileri bakımından üzerinde en çok durulan filozoftur. İslâm filozofları içinde terminolojik, metodik ve problematik açıdan Aristo’yu takip edenlere Meşşâiyyûn ve temsil ettikleri okula da Meşşâî okulu adı verilmiştir. Fonetik zaruretler sonucu müslümanlar, filozofun orijinal şekliyle Aristoteles olan ismini Aristûtâlîs, Aristâtâlîs, Aristâlîs ve kısaltılmış olarak Aristû gibi farklı imlâlarla yazıp okumuşlardır. Ayrıca yaygın olan şöhretinden dolayı “el-hakîm” ve “el-feylesûf” unvanları mutlak olarak zikredilince kastedilen yine Aristo’dur. Bunlardan başka Aristo mantık disiplininin kurucusu sayıldığı için “sâhibü’l-mantık”, ilimleri sistematize eden bir üstat olduğu için “el-muallimü’l-evvel” unvanlarıyla da anılmıştır.

Hemen hemen her ünlü kişi hakkında olduğu gibi Aristo hakkında da Helenistik çağda birtakım menkıbeler uydurulmuş ve İslâm dünyasındaki tercümeler döneminde bu efsanevî unsurlara da yer verilmiştir. Ayrıca felsefeyi İslâm toplumuna benimsetmek amacıyla Aristo’nun ismi etrafında özel olarak bazı menkıbelerin meydana getirildiği de bilinmektedir. Meselâ İbnü’n-Nedîm’in verdiği bilgiye göre, Halife Me’mûn rüyasında Aristo’yu görür ve ona estetikle ilgili sorular sorar. Müellif bu rüya olayını İslâm dünyasında tercüme ve felsefe hareketlerinin başlamasında en önemli sebep olarak gösterir (bk. el-Fihrist, s. 239). Bazı kaynaklarda Aristo’nun fizyonomisiyle ilgili olarak yer alan tasvir ve minyatürler de Me’mûn tarafından görüldüğü rivayet edilen bu rüya olayına dayanılarak yapılmış yakıştırmalardan ibarettir. Bu menkıbe ve rivayetler bir yana bırakılacak olursa, iddia edilenin aksine müslümanlar VIII. yüzyıldan itibaren Aristo’nun hayatı, eserleri ve felsefe sistemi hakkında doğru ve ayrıntılı bilgiye sahip olmuşlardır. İslâm kaynaklarında Batlamyus el-Garîb olarak anılan Ptolomaios Khennos’un Aristo’nun hayatını, vasiyetini ve eserlerinin listesini ihtiva eden kitabı Fihristü kütübi Arisṭo ve sîretüh adıyla Arapça’ya tercüme edilmiş (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 4833) ve İbnü’n-Nedîm’in el-Fihrist’inden itibaren konuyla ilgili kaynaklar genellikle bu eserdeki sağlam bilgilere dayandırılmıştır. Hatta kelâmdan felsefeye geçişi sağlayan ve ilk İslâm filozofu olarak bilinen Kindî, Aristo’ya ait eserlerin sayısını, konu ve muhtevasını tanıtmak amacıyla Kemmiyyetü kütübi Arisṭoṭâlîs ve mâ yuḥtâcü ileyhi fî taḥṣîli’l-felsefe adlı bir eser kaleme almıştı.

Bu eserleri konuları itibariyle mantık, fizik, metafizik ve ahlâk olmak üzere dört bölümde inceleyen Kindî, Aristo’nun bugün bilinen bütün eserlerini tanıtmış ve hiçbir sahte esere yer vermemiştir. Meşşâî okulunun ikinci müslüman filozofu olan Fârâbî ise birçok eserinde çeşitli vesilelerle Aristo’nun kitapları üzerinde durmuş ve özellikle Felsefetü Arisṭoṭâlîs adlı eserinde her birinin geniş şekilde kritiğini yapmıştır. Bu da gösteriyor ki müslümanların, Aristo’yu ona mal edilen sahte eserler yoluyla tanımış olmalarından dolayı felsefesini doğru anlayamadıkları yolunda bazı Batılı araştırmacılar tarafından ileri sürülen iddialar (bk. De Boer, İslâm’da Felsefe Tarihi, s. 22) yanlış ve mesnetsizdir. Bununla beraber Yeni Eflâtunculuğun ortaya çıkışından sonra Aristo’ya ait olmayan bazı eserlerin ona nisbet edildiği ve bunların İslâmiyet’ten önce İskenderiye okulu kanalıyla Ortadoğu’ya yayıldığı bilinmektedir. Daha sonra Arapça’ya da çevrilen bu eserlerin tesirinde kalan bazı Meşşâî filozofların zaman zaman peripatetik çizgiden uzaklaştıkları görülmektedir. İslâm kültür ve düşüncesi üzerinde iz bırakan ve sayısı yediyi bulan bu eserlerin en önemlisi Esulucia (Theologia) veya Arapça adıyla Kitâbü’r-Rubûbiyye’dir. Geçen yüzyılın sonlarına kadar Aristo’ya ait olduğu sanılan bu eserin, yapılan ilmî araştırmalar sonunda Yeni Eflâtunculuğun kurucusu Plotin’e ait Enneades adlı kitabın IV-VI. bölümlerinin özetlerinden ve buna yer yer eklenen bazı açıklamalardan ibaret olduğu anlaşılmıştır; eserin yazarı yine Yeni Eflâtuncu bir filozof olan Proklos Diadokhos’tur (ö. 485).

Böylece Yeni Eflâtuncu fikirler, özellikle bu felsefedeki sudûr teorisi İslâm düşünürleri arasında yayılma imkânı bulmuştur. Gerçi bazı Meşşâî filozoflar bu eserin Aristo’ya ait olduğu konusunda kuvvetli şüpheler taşımışlarsa da (bk. Fârâbî, el-Cemʿ, s. 28) bu filozoflar, Aristo’nun dinî dogmalarla bağdaşmayan ve âlemin kıdemini gerektiren madde ve sûret teorisine karşı, din ile felsefeyi uzlaştırmak ve kozmik varlığı bir hiyerarşi içinde izah etmek için sudûr teorisine daha çok temayül göstermişlerdir. Bazı Meşşâî filozofların Aristocu gelenekten uzaklaşmasının bir başka sebebi de bunların, İskender Afrodisî, Porphyrios, Themistius, Simplicus ve Yahyâ en-Nahvî (J. Philoponus) gibi Aristo’nun Yeni Eflâtuncu şârihlerini ve bunların yorumlarını tanımış olmalarıdır. Bu sebeple bazı problemlerde yanlış anlama ve yorumlamalar varsa bunun sorumluluğunu müslüman düşünürlerden ziyade sözü edilen eski yorumcularla Süryânî mütercimlerde aramak lâzımdır. Şunu da belirtmek gerekir ki Meşşâîler için Aristo felsefesini olduğu gibi takip veya taklit etmek söz konusu değildir. Aynı ekole bağlı oldukları halde, meselâ Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün felsefeleri az veya çok birbirinden farklı özellikler taşır.

MAHMUT KAYA

  • En büyük üstünlük bilgeliktir.
  • Değişmeyen tek şey, değişimdir.  
  • Köpekler tanımadıklarına havlar.
  • Her arzu edilenin elde edilmesi iyi değildir.
  • Çok bilgili olman akıllı olduğunu göstermez.  
  • Değişiklikten başka hiçbir şey devamlı değildir.   
  • Adaletsizliği bir yangından daha çabuk önlemeliyiz.
  • Her yerde aynı anda iki yöne birden çeken güçler vardır.
  • Mutluyken söz, üzgünsen cevap, öfkeliysen karar verme.  
  • Zaman nehir gibidir. An’ı yaşa, geçen su bir daha gelmez.
  • Gözler ve kulaklar kötü tanıklardır yüreği barbar olanlara.  
  • Domuzlar, temiz su da değil çamurlu suda olmaktan hoşlanır.
  • Adalet, milletlerin ekmeğidir; milletler daima adalete acıkırlar.  
  • Bir yıkandığın ırmakta bir daha yıkanamazsın, çünkü sular değişmiştir.  
  • Uykudayken yaptıklarını unuttukları gibi, uyanıkken yaptıklarını da bilmiyorlar.  
  • Aslında insanlar hiç ummadıkları ve geleceğine inanmadıkları ölümü beklerler.  
  • Evrenin ve varlığın ana maddesi, kendisi de sürekli değişme içinde olan ateştir.  
  • Okuduktan sonra biraz düşünmek lazım “Görülmeyen uyum, görünenden daha iyidir.
  • Aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız, çünkü sonradan akan şu ilk akan sudan farklıdır.  
  • İnsanların çoğu uyanıkken de tıpkı uyurkenki gibi ne yaptıklarının farkında olmadan yaşar.  
  • Çoğunluk kavramaz karşılaştığı şeyleri. Ne de anlar öğretildiği zaman. Yalnızca öyle gözükür.  
  • Gözler ve kulaklar, onların dilinden anlayacak vicdanda olmayan insanlar için, kötü tanıklardır.    
  • Ne şaşırıyorsunuz bre reziller! yoksa oyun oynamak sizinle devlet yönetmekten daha iyi değil mi?
  • Kendinizi başkasına anlatmayın, Sizi sevenin buna ihtiyacı yoktur. Sevmeyen de inanmayacaktır zaten.
  • Ölçülü olmak en büyük erdemdir. Bilgelik doğaya kulak vererek hakikati söylemek ve doğru olanı yapmaktır.
  • Aynı şeydir ; canlı ve ölü, uyanık ve uyuyan, genç ve yaşlı. Çünkü öncekiler sonrakiler olur, sonrakiler önceki.  
  • Sağlıklı düşünmek en büyük haslettir ve akıllı olmak doğru söylemekten, tabiatın kurallarına uymaktan geçer.  
  • Savaş her şeyin babası ve kralıdır: kimini tanrı, kimini insan olarak ortaya çıkarır; kimini köle, kimini özgür kılar.  
  • Doğanlar hem yaşamayı hem de ölümü kabullenirler ve arkalarında çocuklar bırakırlar; böylece ölüm yeniden doğar.  
  • Garip ama gerçek. Bize değer verenleri ağlatır, vermeyenler için ağlarız. Bizim için hiç ağlamayacaklara değer veririz.  
  • Geceleyin gözün ışığı söndüğünde, insan bir kandil yakar kendine; yaşarken ölüye dokunur uykusunda; uyanıkken uyuyana.
  • Mutluluk bedensel hazlardan kaynaklanmış olsaydı, öküzler yemek için burcak bulduklarında, onlara mutlu varlıklar derdik.
  • Karşılarındaki tanrı heykellerine yakarıyorlar, konuşur gibi duvarlarıyla evlerin. Ne tanrılar ne de kahramanlar hakkında bir şey bildikleri var.   
  • Hep meşgulsen, hiç müsait olamazsın. Hep zamanının olmadığını söylersen, hiç zamanın olamaz. Hep “yarın yapacağım” dersen, yarın hiç gelmez.  
  • Her şey akar hiçbir şey kalıcı değildir o yüzden aynı dereye iki kez girmek mümkün değildir; çünkü dereye bir kez daha girdiğimde hem ben hem de dere değişmiştir.
  • Bütünün kendisi olan bu kozmosu ne bir tanrı, ne de bir insan meydana getirmiştir. O, daima belli ölçülere göre yanan, belli ölçülere göre sönen ezeli ve ebedi ateştir.  
  • Ölümden sonra size ne olacağını düşündüğünüzde, doğumdan önce size ne olduğu üzerine de düşünün. bir yere gitmeyi planlıyorsanız, zaten bir yerden gelmişsinizdir.
  • Niye beni şuraya buraya çekiştirip duruyorsunuz kara cahiller? Sizin için yazmadım ben, beni anlayabilenler için yazdım. Bir insan benim için yüz bin insan değerindedir; güruhsa, hiç.
  • Oluşumdan başka hiçbir şey görmüyorum. Aldanmayınız! Eğer oluş ve yok olma denizinde herhangi bir yerde sağlam bir kara parçası gördüğünüzü sanıyorsanız, sebebi sizin uzağı göremeyişinizdir. Siz, varlıkların adını, sanki sağlam bir süreklilikleri varmış gibi kullanıyorsunuz: ama içine ikinci kez girdiğiniz nehir bile ilk seferki değildir.

Heraklitos, insanın ateş, su ve topraktan oluştuğu düşünen bir filozoftur. Milattan önce 535 ile 475 yılları arasında Efes’te yaşadığı düşünülmektedir.

Heraklitos Kimdir?

Heraklitos, milattan önce 535 yılında Efes’te doğmuştur. Babası Bloson olan Heraklitos Efes’in yerlisidir. Kendisini çağdaşlarından farklı gören Heraklitos toplumdan uzaklaşmıştır. Dönemin siyasi durumunu ve yurttaşlarını sert bir dille eleştirdiğinden döneminden memnun olmadığı düşünülmektedir. Yurttaşları Heraklitostan bir kanun yapmasını istemiştir ve o da bu isteği geri çevirmiştir.

Halka anlayışsızlar ya da bir yığın gözüyle bakarak onları küçümseyen Heraklitos yerleşik din anlayışını da eleştirmektedir. Aynı zamanda Heraklitos daha önceki Yunan filozoflarını, bilginleri ve şairleri de küçümser. Herhangi bir filozofun öğrencisi değildir fakat Ksenophanes’in derslerini dinlediği düşünülmektedir. Heraklitos zor anlaşılan bir filozoftur çünkü ona göre hakikat gizlenmeyi sever ve anlamak için bilmeceyi çözmek gerekir.

Heraklitos’a göre nesneler ateşten gelmiştir ve ateşe gidecektir. Onun düşüncesine göre ateş hem tokluk hem de bir gereksinimdir. Ateşin bir gün gelip her şeyi yargılayacağını ve mahkum edeceğini söyler. Ateşten gelen her şeyin değiştiğini ama ateşin aynı kaldığını savunur ve var olanın her zaman ateş olduğunu düşünür. Karşıtlıklar arasındaki savaşın da gerekli olduğu savunur. Karşıt olan şeylerin bir araya geldiğini ve bundan da bir uyum sağlandığını savunur. Aynı zamanda Heraklitos’a göre her şey akar ve sürekli olarak bir değişim meydana gelir.

Ana madde olan ateş bile hareketsiz kalmaz. Heraklitos’a göre her şeyin göreli olduğu bir düşünce mevcuttur. İyilik, kötülük, güzellik, çirkinlik, bilgelik gibi kavramlar göreli kavramlardan ve bunlar herkese göre değişir. O’na göre insan ateş, su ve topraktan oluşmuştur ve sürekli olarak dönüşüm içindedir. Ruhlar ölüm ile su olur, su için ölüm topraktır, topraktan su olur ve sudan da ruh olur. İnsan aslında ateşten oluşmuştur ve bu ateş ruha dönüşürken nemlenmiştir. Bilgeliği oldukça önemseyen filozof bilgeliğin her şeyden üstün olduğunu savunmuştur. 

Milliyet

‘Sadece ölüler savaşların sonunu görmüştür.’

– ‘Düşünüyorum, öyleyse varım.’

– ‘Her şeyi dahil edebileceğimiz üç sanat bulunmaktadır: Kullanan, üreten ve taklit eden.’

– ‘Aşkın dokunuşu ile herkes şaire dönüşür.’

– ‘Kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın, yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi sevilmeye bırakmaktır.’

– ‘Dost hem iyi görünen hem de iyi olan insandır.’

– ‘İyice bilin ki, bir değil bin kez ölmem gerekse de, doğru bildiğimi yapmaktan vazgeçmeyeceğim.’

– ‘Başlıca üç çeşit insan vardır deriz: Bilgisever, ünsever ve parasever insan.’

– ‘Kötülüklerin ilki ve en büyüğü, haksızlıkların cezasız kalmasıdır.’

– ‘Görünen değişiyor, görünmeyen değişmiyor. 

– ‘Her şeyin en mühim noktası, başlangıçtır.’ 

– ‘Haksız suçlamalara ve bana haksız yere saldıranlara yanıt vermeye hakkım olduğuna inanıyorum.’

– ‘Aşk, çok zor bir şuur bozukluğudur.’

– ‘Küçük şeylere gereğinden çok önem verenler, elinden büyük iş gelmeyenlerdir.’

– ‘Gözlemle, dinle, sus, az yargıla, çok sor’

– ‘Doğruluk herkese borçlu olduğumuz şeyi ödemektir.’ 

– ‘Cehaletten daha büyük bir kötülük yoktur.’

– ‘Edebini kaybeden kimse kötülükten zevk alır.’

Platon(Eflatun); Milattan önce 427 doğup – 347 yılına kadar yaşamış bir filozoftur. Antik Yunan filozofu olarak bilinen Eflatun, geniş omuzlu ve atletik yapılı biriydi, bu nedenle kendisine Platon(geniş omuzlu) lakabı takılarak adının dahi önüne geçmiştir.

Platon(Eflatun) Kimdir?

Eflatun, Antik Yunan filozofudur. Asıl adı Aristokles olmasına rağmen, kendisine verilen Platon lakabıyla anılmıştır. Sokrates’in öğrencisi, Aristotales’in de hocası olarak 20 yaşından hayatının sonuna kadar ayrılmamıştır. Eflatun, Batı felsefesinin ilk filozofu, Atina Akademisinin de kurucusudur. Bazı düşünürlere göre Platon’dan sonra gelen Batı felsefesi O’nun eserlerine düşülen dip notlar olarak tanımlanmaktadır. İslam ve Hristiyan felsefesine büyük etkide buluna Eflatun, eserlerinde diyaloglar kullanmıştır. 

Platon özellikleri

Platon(Eflatun), eserlerini diyaloglar şeklinde yazmaktadır. Milattan önce yaşamış günümüzde fikirleri halen çok değerli bulunan değerli bir filozoftur. Atina Akademisini kurmuş, Sokrates’in öğrencisi Aristotales’in hocası olmuştur. Antik Yunan filozofu Platon’un asıl adı Aristokles’dir. Sokrates’den önceki filozoflar, doğa filozofları olarak materyalist görüş ürettiler.

Eflatun kurguladığı ürünlerini ustalıkla ve şiirsel özelliklerle süsleyerek asırlara ulaştırmayı başarmıştır. Ruhun ölümsüzlüğüne inanmaktadır. Bütün eserlerini diyaloglar halinde ürettiğinden, Sokrates’in deyimiyle şöyle söylemiştir. “Ben bir ebeyim. Şu farkla ki, kadınları değil, erkekleri doğurtuyorum.“ Eflatun, hem doğa kuralları, hem ahlak ve toplum değerlerine özenle değişmeyenin peşinde koşmuş bulunmaktadır.

CNN TÜRK

  • Haksızlığa uğramak, haksızlık yapmaktan iyidir.
  • Aklınızda olanları, hayata geçirecek kadar yüreğiniz yoksa, ömrünüz cesaretli insanların dedikodularını yapmakla geçer.
  • İnsan bildiğini öğrenir.
  • Kimseye hiçbir şey öğretemem, sadece onların düşünmelerini sağlayabilirim.
  • İnsanlar her zaman her yerde acıkmışlardır, ama her zaman her yerde erdemli olmamışlardır
  • Bir şey bilmediğim dışında başka bir şey bilmiyorum.
  • Değersiz insanlar sadece yemek ve içmek için yaşarlar, değerli insanlar ise sadece yaşamak için yer ve içerler.
  • Kendin pahasına olduktan sonra tüm dünyayı kazansan eline ne geçer?
  • Kainatta tesadüfe, tesadüf edilmez.
  • Bilen insan kötülük yapmaz.
  • Felsefe, hayretle başlar.
  • Sizin istediğiniz gibi konuşup yaşamaktansa, kendi istediğim gibi konuşup ölmeyi tercih ederim.
  • Kadın erkekle bir kez eşit hale getirildi mi, artık ondan üstün olur.
  • Eğitim kıvılcımla ateş yakmaktır. Boş bir kabı doldurma değildir.
  • Güçlü beyinler fikirleri tartışır vasat beyinler olayları tartışır, zayıf beyinler insanları…
  • Bir yargıç, iyi niyetle dinlemeli, akıllıca karşılık vermeli, sağlıklı düşünmeli, tarafsızca karar vermelidir.
  • Aklınızda olanları, hayata geçirecek kadar yüreğiniz yoksa, ömrünüz cesaretli insanların dedikodularını yapmakla geçer.
  • Ölüm insanlara verilmiş nimetlerin en büyüğü olabilir.
  • Kimseye hiçbir şey öğretemem, sadece onların düşünmelerini sağlayabilirim.
  • Eğitim, kıvılcımla ateş yakmaktır, boş bir kabı doldurmak değildir.
  • Bir insanın onsuz yapabileceği ne kadar çok şey vardır.
  • En derin arzular genellikle en ölümcül nefretlere sebep olur.
  • Hayret etmek bir filozofun hissidir ve felsefe hayret etmekle başlar.
  • Kendini bulmak istiyorsan, kendin için düşün.
  • Kendin pahasına olduktan sonra tüm dünyayı kazansan eline ne geçer?
  • Güç olan ölümden kaçınmak değil, kötülükten kaçınmaktır. Çünkü kötülük ölümden daha hızlı koşar.
  • Haksızlık yapmak, haksızlığa uğramaktan daha acıdır.
  • İnsanlar her zaman her yerde acıkmışlardır ama her zaman her yerde erdemli olmamışlardır.
  • Bir şeyi gerçekten bilmek, onu anlatmakla olur.
  • Kimse beceremeyeceği ticarete atılmaz; ama herkes ticaretlerin en zoru olan “hükumet” işine gözünü bile kırpmadan girmek ister.
  • Umut her daim vardır.
  • Bir şeyleri değiştirmek isteyen insan önce kendisinden başlamalıdır.
  • Endişelerinizden kurtulmak istiyorsanız, yaşamaktan en çok korktuğunuz şeyin bir gün başınıza geleceğini kabul edin.
  • Cahil insan kendinin bile düşmanı iken, başkasına dost olması nasıl beklenir.
  • Ne kadar az şey istiyorsan, o kadar Tanrı’ya yakınsın!
  • En faziletli insan, rûhen yükselmeye çalışan, en mutlu insan da yükseldiğini duyandır.
  • En faziletli insan, ruhen yükselmeye çalışan, en mutlu insan da yükseldiğini duyandır.
  • Fazilet, ruhun güzelliğidir. Felsefe, neleri bilmediğini bilmektir.
  • Bilgi ruhun gıdasıdır.
  • Bir insanın onsuz yapabileceği ne kadar çok şey vardır.
  • Hayattan uzaklaştığımız ölçüde gerçeğe yaklaşırız.
  • Bir şeyleri değiştirmek isteyen insan, işe önce kendisinden başlamalıdır.
  • Sadece bir iyi vardır, bilgi; ve sadece bir kötü vardır, cehalet.

Milâttan önce 470’te Atina’da doğdu. Babası Sophroniscus taş ustası, annesi Phaenarete ebeydi. Bir süre babasının yanında taşçılık (heykeltıraşlık) yaptı (Laertios, s. 75). İlk Atinalı filozof Anaksagoras’ın öğrencisi olan Archelaos’un yanında öğrenime başladı. Erken dönem tabiat felsefesinin yanı sıra onun ahlâk alanındaki görüşleri Sokrat (Sokrates) üzerinde olumsuz bir etki bıraktığından kısa sürede ilgisini başka alanlara yöneltti (Taylor, s. 13-14). Zira Sokrat varlığın menşei (arkhe) hakkında o güne kadar geliştirilen teorilerin ve ispatı mümkün olmayan fizikî bilgilerin insanlığa hiçbir fayda sağlamadığını anlamakta gecikmemişti. Ona göre insanın, varlığın ilkesi veya fizikî varlıklar üzerine değil kendi varlığı üzerine düşüp zihin dünyasını keşfetmesi gerekir. Kendisine bu fikri ilham edenin Anaksagoras’ın, “Evrendeki düzenin ve kanunun sebebi akıldır” şeklindeki ifadesiyle Delfi tapınağındaki kâhinlerin, “Kendin tanı” biçimindeki özdeyişleri olduğu anlaşılmaktadır (Eflatun, s. 60 vd.). Onun bu anlayışı felsefe tarihinde Sokrat öncesi ve Sokrat sonrası diye bir ayırım yapılmasına sebep olmuştur. Kaynaklar Sokrat’tan, herkesin dikkatini çekecek şekilde sade ve basit bir hayat yaşayan ve aktif politikadan uzak duran büyük bir filozof, katıldığı savaşlarda cesur bir asker, giyim kuşama değer vermeyen, her zaman çıplak ayakla dolaşan bir derbeder ve Atina’nın en çirkin erkeklerinden biri olarak söz eder. Geçimsiz ve kocasına saygısı olmayan Xanthippe ile evliliğinden üç oğlu oldu. Sokrat, hayatının önemli anlarında içinden bir ses işittiğini, bu sesin kendisini şu veya bu şekilde davranması yönünde uyardığını söyler. Bu sese o “dai-monion”um der. İkaz ve ihtar eden, sıradan işlerle uğraşmaktan alıkoyup bilgeliğe yönlendiren bu ses ona göre ilâhî bir sestir. Yorumcular bu sesin ilham perisi yani cin (daimonia) olduğunu söyleseler de Sokrat, hayatının yüksek bir kudretin elinde olduğuna ve bu yüce kudret tarafından sevk ve idare edildiğine samimiyetle inanıyordu (von Aster, s. 96). Keskin zekâsı, büyüleyici konuşması, ince ironileri, pervasızlığı, savunduğu ahlâkî fikirlerin yüksekliği ve hayat tarzı insanları kendisine çekiyordu.

Sürekli değiştiği için varlık hakkında doğru ve geçerli bilgi edinmenin imkânsız olduğunu savunan sofistleri şiddetle eleştirmekle birlikte onlar gibi tabiat ilimlerinde kesinlik bulunmadığını söylüyor, boş ve faydasız düşüncelerden ibaret gördüğü matematikle ilgilenmiyordu; “Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir” diyordu. Bununla birlikte insan varlığın mahiyetini bilemiyor ve “arkhe” sorununu çözemiyorsa hiç olmazsa ne olması gerektiğini, hayatın anlam ve amacını, ruh için en yüksek iyinin ne olduğunu bilebilir. İşte biricik sağlam ve faydalı olan bu bilgidir yani ahlâktır. Ahlâkın dışında asla ciddi bir felsefe yoktur. Gerçi Protagoras da, “Her şeyin ölçüsü insandır” diyerek insanı ve değerleri merkeze almaktaysa da onun kastettiği şey değişen varlığın bir parçası yani fert olarak insandır; Sokrat’a göre ise bu ölçü ahlâkî düşüncenin değişmez ve zorunlu unsuru olması itibariyle insandır (Weber, s. 42-43).

Sokrat’ın kullandığı yöntem diyalogdur (cedel); bununla o varlığa, özellikle ahlâka ait kavramları başkalarıyla konuşup sorgulayarak gerçeğin ne olduğunu ortaya çıkarmak ve sofistlerin yol açtığı kavram kargaşasından ve kaostan Atinalılar’ı kurtarmak istiyordu. Sokrat bu yöntemi ebe olan annesinden öğrendiğini söyler. Ebe sadece çocuğun doğmasına yardımcı olmakla kalmaz, onun sağ mı ölü mü, sağlıklı mı sağlıksız mı olduğunu da belirler. Kendisi de insanların zihninde var olan kavramları soru sorarak ve onlarla tartışarak ortaya çıkarır, sonuçta doğru mu yanlış mı olduğu açıklığa kavuşmuş olur. Ancak konuşma sırasında kendisinin konu hakkında hiçbir şey bilmediğini söyler ve muhatabının verdiği cevapları irdeleyerek onların tutarlı veya tutarsız olduğunu ona göstermek isterdi. Sokrat’a göre bilgi zihinde var olanı hatırlamaktır. Bu sebeple hoca talebesine yeni bir şey öğretmez, sadece hatırlatır. Sofistlerin yaptığının aksine amacı tartıştığı insanı susturup mahcup duruma düşürmek değildir. Onun asıl hedefi örnekler vermek suretiyle tümel kavramlara ulaşmak ve bu kavramların tam bir tarifini elde etmek, başka bir deyişle bilgiyi temellendirmektir. Sofistler ise diyalektiği değil bir konu üzerinde uzun uzadıya konuşma yapmayı tercih ediyordu.

Büyük bir ahlâkçı olan Sokrat geriye hiçbir eser bırakmadı, hayatı boyunca hep tartıştı ve sorguladı. Ona ait olduğuna kesin gözüyle bakılan iki önerme vardır: “Erdem bilgidir” ve, “Hiç kimse bilerek kötülük yapmaz.” Bu konuda Sokrat daima genel prensipler üzerinde durur ve ahlâka dair ayrıntılarla ilgilenmez. İnsanı merkeze alan ve bilgiyle uygulamayı birbirinden ayırmaya yanaşmayan Sokrat’a göre bilgi uygulamayla anlam kazanır; diğer bir ifadeyle bilgisiz uygulamadan iyi bir sonuç beklemek imkânsız olduğu gibi uygulamasız bilgi de bir işe yaramaz. Meselâ herhangi bir konuda insan amacına ulaşmak istiyorsa kendini ona ulaştıracak yol ve yöntemi bilmek zorundadır. Öte yandan insan bilerek kötülük yapmaz, çünkü yaratılış itibariyle insan kötü değildir, kötülüğün kaynağı bilgisizliktir. Eğer insan bir şeyin kendisi için iyi ve yararlı olduğunu bilirse onu kesinlikle yapar. Kötülük yapmak yani yanılmak gerçek değerlerin yerine sahte değerleri koymaktan kaynaklanır. Değerler söz konusu olduğunda gerçeğini sahtesinden ayırmasını bilen kimse asla hata yapmaz. Şu halde insanı erdemli kılan aklını doğru kullanabilmesidir. Sokrat ruhun bedenden bağımsız bir cevher olduğuna, bedenin süflî arzu ve isteklerine karşı koyacak güce sahip bulunduğuna inanmaktadır. Gerçek mutluluğa ulaşmak için ruhun beden üzerinde tam bir hâkimiyet kurması gerekir; mutluluk bilgiyle aydınlanan ruhun mutluluğudur. Sokrat bunun ne olduğunu hayatı boyunca yaşayarak göstermiştir, bu bakımdan o hem filozof hem büyük bir eğitimcidir.

Politeist bir toplumda yaşadığı için Sokrat da çok tanrılı halk dinini benimsemişti; ancak ilâhî inâyet ve ilhama inanmakta, her şeyin üstünde yüce bir kudretin varlığını kabul etmekteydi. Sokrat ünlü savunmasında, “Ey Atinalılar! Tek gerçek bilge vardır, o da Tanrı’dır” diyorsa da (Eflatun, s. 63) onun mutlak anlamda monist olduğunu söylemek hayli güçtür. Sokrat dindar bir insan olmakla birlikte, “Gençlerin kafasını bozan bir günahkârdır. Devletin tanıdığı tanrılar yerine kendi icat ettiği tanrılara inanmakta ve bu şekilde kendine ait yeni bir din ortaya çıkarmak istemektedir” diye şikâyet edildi (a.g.e., s. 65). Bir heyet önünde kendini savunduysa da mahkemece ölüm cezasına çarptırıldı ve baldıran zehiri içerek hayatına son verdi.

MAHMUT KAYA

Pisagor’un 7 Özlü Sözü*:

  1. Oğlun bir hayvanın canına kıydıysa ona en ağır cezayı ver, isterse bir böcek öldürsün, çünkü ileride insanı da öldürebilir.
  2. Mutluluk insanın kendiyle uyum içerisinde olmasından ibarettir.
  3. Şunu bilirim: Kocaman bir bedendeki ruh küçülür. bedenini ruhunun mezarı yapma.
  4. Şu ikisine düşünmeden elini uzatma: Şüphe etmek ve çekimser kalmak.
  5. Kadınlar zayıftır, çünkü hayatlarını sürdürmek için sadece kalplerine güvenirler ve kalp kırılgandır.
  6. Başkalarının her şeyini affet ama kendinde hiçbir şeyi affetme.
  7. Asla zenginliğin kibrine özenme; insanlığa fakir olarak katkıda bulun.

*Rius, Çizgilerle Felsefe, çev: Çiçek Öztek, Yordam Kitap 2013.

Pisagor ya da Pythagoras, M.Ö. 570 – M.Ö. 495 yılları arasında yaşamış olan İyonyalı filozof, matematikçi ve Pisagorculuk olarak bilinen akımın kurucusudur. En iyi bilinen önermesi, kendi adıyla anılan Pisagor teoremidir. “Sayıların babası” olarak bilinir. Pisagor ve öğrencileri her şeyin matematikle ilgili olduğuna, sayıların nihâî gerçek olduğuna, matematik aracılığıyla her şeyin tahmin edilebileceğine ve ölçülebileceğine inanmışlardır.

Kendisini filozof, yani bilgeliğin dostu olarak adlandıran ilk kişiydi. Pisagor, düşüncelerini yazıya dökmediği için hakkında bilinenler öğrencilerinin yazılarında anlattıklarıyla sınırlıdır. Pisagor’a atfedilen birçok eser, gerçekte onun öğrencilerinin olabilir. Pisagor, Yunanistan’daki Sisam Adası’nda doğmuştur. Yüzük taşı yapımcısı Mnesarkhos’un oğludur. İlk eğitimini doğduğu adada almış, daha sonraları ticaret için babasıyla farklı şehirlere gitmiştir. Tales’in öğrencisi olan Pisagor, Tales’in isteği ile dönemin matematikteki öncü ülkesi Mısır’a gitmiş ve Antiphon’un “Erdemde Sivrilenler Üzerine” adlı eserine göre orada Mısır dilini öğrenmiştir.

Döndüğünde Sisam Adası’nın tiran Polykrates’in baskısı altında olduğunu görünce İtalya’nın güneyindeki bir Yunan kenti olan Crotone’ye gitmiştir. Burada efsanevî şarkıcı Orpheus’un kurduğu Orfeusçuluk etkisine kalarak gizli bir dinsel topluluk kurmuştur. Kurduğu bu topluluk ile Pisagor, aynı zamanda siyasî bir rol de üstlenmiştir. Kendilerini matematikçiler (mathematikhoi) olarak adlandıran bu topluluktakiler; kişisel hiçbir şeye sahip olmadan okulda yaşıyor ve Ruh Göçü öğretisi ile et yemiyorlardı. Bu matematikçiler topluluğuna dinleyiciler (akousmatikhoi) olarak adlandırılan öğrencileri de katılıyor, fakat onların et yememe gibi zorunlulukları olmuyordu.

Hürriyet

  • Ana madde sudur, diğer maddeler ise hava ve apeiron (sonsuzluk)dur.
  • Hiçbir şey düşünceden daha etkili değildir çünkü o bütün evreni dolaşır; hiçbir şey zorunluluktan daha güçlü değildir, çünkü her şey ona teslim olur.
  • Zaman, en bilge olandır; çünkü her şeyi aydınlatır.
  • Başkalarında gördüğünde kınayacağın şeyi yapmaktan kaçın.

Thales kimdir sorusuna bilim tarihinin önemli şahısları incelenirken sıklıkla denk gelinir. Felsefeye dair düşünceleri ve matematik dehasıyla bugün bile hayranlık uyandıran Thales neyi savunur ve neyi bulmuştur sorularının yanıtları Felsefe ve Matematiğe dair alanlarda ilgi görmektedir. İnsanlık tarihinde önemli bir yere sahip olan bazı kuram ve teoremlerin sahibi Thales MÖ 600-500 yılları arasında yaşamış antik aydınlardan biridir. Milattan önceki tarihlerde ismi felsefe ve matematik alanlarında nam salmış antik aydınlardan biri olan Thales hayatı ve çalışmalarıyla günümüzde hala ilgi görmektedir. Öyle ki Felsefe tarihinin Thales ile başladığı kabul edilmiş, çalışmalarının bilim alanının temel taşları olduğu öne sürülmüştür. Felsefenin dışında matematik alanında çığır açan fikirleriyle hem filozof hem de matematikçi olarak anılan Thales neyi savunur ve neyi bulmuştur?

Tarih kaynaklarına baktığımız zaman Thales’in milattan önce 640 yılından dünyaya geldiğini görmekteyiz. Doğum yeri ise şimdilerde Milas, o dönemlerde Milet ismiyle anılan ve Antik Yunana dahil bölgedir. Ailesi oldukça varlıklı ve ayrıcalıklı olduğu için kendisini çocukluk yıllarından itibaren geliştirebilme şansı olmuştur. Kendisi yaşadığı dönemin en ünlü matematikçisi ve filozofudur. Bu alanların dışında astronomi başta olmak üzere pek çok bilim alanında fikirler öne sürmüş, öncü olmuştur. Yetişkinliğe eriştiği yaşlarda Mısır’a ticaret yapmak için giden Thales burada astronomi ve matematiğe merak salarak bu alanlara yoğunlaşarak Antik Mısır Matematik Okulunun ilk öğrencisi olmuş, burada öğrendiği teoremleri geliştirmiştir. Milet’e döndüğünde ünlü felsefe okulu Milet Okulu’nun kurucusu olmuştur. Bu okulda Aneksimenes, Anaksimandros gibi bazı ünlü filozofların yetiştiği bilinmektedir. Matematik, felsefe ve astronomi alanlarında çığır açan Thales 70’li yaşlarında hayatını kaybetmiştir.

Thales’in Bilime Katkıları

Ünlü matematikçinin bilimsel çalışmaları öncelikle onun doğanın denge ve düzenini sorgulamasıyla başlamıştır. Thales’e göre doğada var olan düzenin mantığa ve matematiğe uygun bir açıklaması vardır. Bilime ve felsefeye çok büyük katkıları olan Thales’in bilimsel çalışma ve keşiflerinin başlıcaları şunlardır;

  • Gökyüzünü inceleyerek güneş tutulması ve ekinoks olaylarının keşfini ilk olarak Thales yapmıştır.
  • Yine astronomi ve matematik bilgilerini kullanarak denizcilerin yön bulabilmeleri için izlemeleri gereken takım yıldızlarından Küçükayı olduğunu keşfetmiştir.
  • Matematik alanının en önemli keşiflerinden biri de kendi adının verildiği ‘Thales Teoremi’ ve daha birçok geometri teoremi geliştirmiştir.
  • Çapın çemberi iki eşit parçaya bölmesi formülünü keşfetmiştir.
  • Piramitlerin gölgelerine bakarak uzunluk hesaplamaları yapmıştır.

Thales Neyi Savunur?

Thales sadece matematik ve astronomi alanlarında çalışmalara değil, felsefe alanında da dünyaya büyük katkılar vermiş bir aydındır. Felsefe tarihinde ilk adımlarım Thales ile atıldığı öne sürülmüştür, bunun nedeni ise kendisinin Sokrates öncesi yaşaması ve Milet Felsefe Okulunun kurucusu olmasıdır. Ayrıca Thales, meşhur Antik Yunan Yedi Bilge’nin ilk filozofudur. Var olmaya, doğaya ve hayat düzenine dair sürekli düşünmüş olan Thales evrenin tek bir yapıtaşı olduğunu savunmuş, savunusunun ardından bu yapıtaşının temel maddesinin ne olduğunu sorgulamıştır. Suyun her şeyin başlangıcı yani evrenin oluşumunun temel maddesi kabul etmiştir.

SABAH

Comments are closed.