logo

Öğrenmek ve paylaşmak

Kimler İlim Öğrenemez?

Eski âlimlerimiz “her şeyin bir engeli vardır, ilmin ise birçok engeli vardır” diyerek ilim öğrenmenin sabır, gayret ve emek isteyen bir süreç olduğunu ve ilim talibini bekleyen pek çok engelin olduğunu belirtmişlerdir.

1. Merak (dert) sahibi olmayanlar ilim öğrenemezler.

Merak ilmin anahtarıdır. Kişiyi bir şeyin ardına düşürecek olan meraktır. Eğer merakınız yoksa daha fazlasını istemezsiniz, elinizdeki ile yetinirsiniz. Oysa Kur’an’da Allah Resûlü’ne (s.a.v.) şöyle dua etmesi emredilmiştir:

“De ki: Rabbim benim ilmimi artır.” (Taha, 114)

Nasıl ki acıktığınızda oturup yemeğin size gelmesini beklemiyorsanız, karnınızı doyurmak için “acaba ne yesem” diyerek düşünüp açlığınızı giderecek şeylerin peşinde koşuyorsanız işte öyle de zihniniz, aklınız acıktığında da aklınızı doyuracak bilginin peşinden gideceksiniz. Merak eden sorar, kendi zihinsel açlığını giderinceye kadar bilginin peşinden gider. Her bilgi, onda yeni bilgilere kapı açar. Hiçbir zaman “bu kadarı bana yeter” demez. Hep “daha fazla yok mu?” der.

2. Hazırcı olanlar ilim öğrenemezler.

İlim öğrenmek, arının yaptığı gibi binlerce çiçeği dolaşarak hepsinden öz elde edip bunları bal yapmaya benzer. Eğer arı farklı çiçekleri dolaşmasa o özleri elde edemez ve bal yapamaz. Kendisine şeker yedirilen arıların yaptığı balın sahte olduğunu, hiçbir besleyici özelliği bulunmadığını biliyoruz. Aynen bunun gibi de kendi meraklarının peşine düşmeyen, çaba ve gayret göstermeyip “bir kitap okuyarak”, “bir hocaya sorarak” her şeyi öğrenmek isteyenler asla ilim öğrenemezler.

Hz. Musa ile Hz. Hızır kıssasını düşünün… Hz. Musa, vahiyle bilgi alan bir peygamber olduğu halde Allah ona bir takım bilgileri doğrudan vahiy aracılığıyla vermeyip kendi katından ilim verdiği bir kuluna yönlendirdi. Hz. Musa ve yeğeni uzun ve meşakkatli bir yolculuk sonrasında Hızır’a ulaşabildiler.

3. Taklid edenler ilim öğrenemezler.

Taklid, Allah Resûlü (s.a.v.) dışında herhangi bir şahsın görüşünü “delilini bilmeksizin” kabul etmek demektir. Delilleri anlama ve araştırma imkânı olmayanların amelî meselelerde başkalarını taklid etmesi caiz görülse de bu durum söz konusu şahısların ilim sahibi olmalarına engeldir. İlim öğrenmek delili sormayı, soruşturmayı, aramayı gerektirir. Bu ise, Kur’an dışında herhangi bir kitabı kusursuz, Allah Resûlü (s.a.v.) dışında herhangi bir şahsı / âlimi / şeyhi masum ve günahsız kabul etmeye engeldir. Elbette âlimlerimize, hocalarımıza, üstadlarımıza saygı duyarız. Onlar bize ilim yolunu gösterdiği için minnettar oluruz ama son kertede hiç kimseyi masum bilmeyiz. Öğrendiklerimizi Kitap ve Sünnet’e arz ederiz.

4. Ön yargılı olanlar ilim öğrenemezler.

Herhangi bir kişi, grup, görüş lehine ya da aleyhine herhangi bir bilgi ya da belgeye dayanmaksızın ön yargıyla hareket edenler ilim öğrenemezler. İnsan, ön yargılarından arınıp “her şeyden, herkesten öğrenebileceğim şeyler bulunabilir” diye düşündüğünde alıcılarını sonuna kadar açacaktır. Unutmamalı ki yeryüzünün ilk bilgisini insan bir kargadan öğrendi. Kabil, kardeşi Habil’i öldürdüğünde onun cesedini ne yapacağını bilemedi ve Allah ona cesedi gömmesi gerektiğini bir karganın fiili ile öğretti. Demek ki insanın hayvanlardan bile öğreneceği şeyler bulunabilir.

Hiç sevmediğimiz, nefret ettiğimiz, düşman saydığımız kimselerden bile öğreneceğimiz şeyler bulunabilir. Allah Resûlü, Bedir’de esir olarak alınan ve fidye ödeyecek parası bulunmayan kimselerin bir kısmını, on müslümana okuma yazma öğretmesi karşılığında serbest bırakmıştır. Demek kâfir de olsa ondan öğrenebileceğimiz şeyler olabilir.

5. Âlime ve kitaba hürmet etmeyenler ilim öğrenemezler.

Taklid ve taassup kötüdür ama bu demek değildir ki kendisinden ilim öğrendiğimiz hocalarımıza ve ilim tahsilinde bize rehberlik eden kitaplara saygı duymayalım! Kur’an’da “kendilerine ilim verilenlerin derecelerle üstün kılındığı” [Mücadele, 11] belirtildiğine göre âlimin ve kitabın kıymeti bilinmeli. Saygıda kusur edilmemeli.

6. Çapraz okumalar yapmayanlar ilim öğrenemezler.

Bir konuyu öğrenmek istediğimizde o konuda tek bir görüşü okumak bizi doğruya götürmez. Lehte ve aleyhteki görüşleri okumak, araştırmak gerekir. Yüce Rabbimiz, müslümanların bir özelliğini anlatırken “onlar ki sözü dinleyip en güzeline tabi olurlar” [Zümer, 18] buyurmaktadır. Demek ki farklı sözleri olanları dinlemeli, sonra dinlediklerimizi zihnimizde muhâkeme etmeli, bunlar içinden en güzel bulduklarımıza uymalıyız.

7. Kibirli olanlar ilim öğrenemez.

İlim öğrenmek zahmete katlanmayı, âlime ve kitaba hürmet etmeyi gerektirdiğinden kendi benlikleri tavan yapmış olanlar, başkasından öğrenecek bir şeyi olmadığını düşünürler. Böyleleri nasipsiz kimselerdir. Eğer kibir yapacak olsa Hz. Musa “ben Allah’ın peygamberiyim, Hızır’dan öğrenecek bir şeyim yok” diyerek yapardı ama Allah’ın elçilerinde kibir olmaz.

8. Keyfine düşkün olanlar ilim öğrenemez.

İlim öğrenmek çalışıp çabalamayı, uykusuz kalmayı gerektirir. Nice geceler başkaları rahat döşeğinde uyurken bir meseleye kafa yormayı, şakakların zonklamasını gerektirir. Rahata, konfora, keyfine düşkün olanlar bu sıkıntıları göze alamayacakları için ilim öğrenemezler.

9. İlmini amele yansıtmayanlar ilim öğrenemezler.

İlim kuru kuruya malumat yığmak değildir. Aynı zamanda öğrendiklerini hayata geçirmek, nefsinden başlayarak Allah’ın sözünün, hükmünün hakim olması için çalışmaktır. Bunu yapmadıkça kuru kuruya bilgileri yığmak insanı olsa olsa “bilgisayar” yapar. Oysa gerçek ilim tâlibi “bilgisayar” olduğu kadar “bilgisever” ve “bilgiyapar” ve “bilgiyayar” da olmalıdır. Allah, bildiği ile amel edene bilmediğini de öğretir.

10. İlim konusunda Allah’a dua etmeyenler ilim öğrenemezler.

Allah Resûlü (s.a.v.) faydasız ilimden Allah’a sığınmış, faydalı ilim talebinde bulunmuş, ilminin arttırılması için dua etmiştir. Şu halde müslüman, ilim konusunda dâima Rabbi ile irtibat halinde olmalıdır.

Bu konuya ilişkin daha pek çok madde sayılabilir ama yukarıda saydıklarımız, “ilim tâlibinin kendisinden kaynaklanan engeller” arasında en önde zikredilmesi gerekenlerdir.

Rabbimiz hayırlı ilimler öğrenmeyi, öğrendiklerimizi uygulamayı ve başkalarına da öğretmeyi cümlemize nasip eylesin.

Soner Duman

Bilmeyi değerli kılan unsurun ne olduğunu anlamak için “neyi, ne kadar, ne maksatla, hangi öncelik sı­rasına göre bilmek…” gibi temel soruların cevaplanması gerekir. Kötü amaçla kullanıldığında silaha ve sömürü aracına dönüşebilen bilginin bir taraftan sorun oluştu­rurken diğer taraftan da problemin çözümü için kaçınıl­maz olması ilginçtir.

Hakikat soruşturması içinde olmayan malumat sa­hipleri dünyanın sadece zahiri yönünü bilirler, varlığın iç yüzünü, hakikatini ve işaret ettiği manayı bilmezler, okuyamazlar. Kâinatı bir kitap gibi düşünecek olursak, bunların hali, kitabın harflerinden, cildinden, süslerin­den bahseden fakat içinde neler anlatıldığı hakkında hiç bilgi sahibi olmayan adamın durumuna benzer. Sıradan bir insan bir demir parçasına baktığında sert ve gri bir cisim görürken, bir fizikçi onun içindeki atomlar, kuark- lar vs. hakkında çok şey bilir. O halde bakılan şey aynı olmakla beraber görülen ve bilinen şeyler çok farklı ola­bilmektedir.

Bilinmesi ve görülmesi gereken şey fonksiyonel ve amaca yönelik olmalıdır. Kuru ve ham bilgi kişiyi ma­lumat sahibi yapabilir, fakat müspet maksada yönelik hikmet bağlantılı bilgi insanı âlim yapar. Uzun bir yolcu­luğa çıkılmışsa harita okumayı bilmek ve gidilecek yer hakkında doğru bilgiler edinmek önem kazanır. Mesela, yürüyerek çöl gibi bir araziden geçmeniz gerekiyorsa ya­nınızda şişme bot bulundurmanın, tabii ki, hiçbir yararı olmayacaktır.

Dış dünya hakkında bilimsel yöntemlerle elde edilen bilginin insanın anlam arayışına kayda değer bir katkı­da bulunmadığının açığa çıkması bilimsel bilginin her derde deva olmadığı fikrini güçlendirmektedir. Bilimsel bilginin verilerinden faydalanmanın ötesinde farklı bir bilgilenme sürecine ihtiyaç olduğu anlaşılmaktadır. Ar­tık problem bilmekten ve bilimsel olarak açıklamaktan ziyade bilginin insan için ne anlam ifade ettiğini sorgu­lamakla ilgilidir.

Sadece maddeye indirgenmiş bir bilgi anlayışının insanın ihtiyacı olan hakikat arayışına yar­dımcı olması beklenemez. Vahiyden bağımsız bir bilgi geleneği açısından bilginin kaynağı ve değeri meselesi içinden çıkılamaz bir problem olarak kalacaktır.

Her şeyi salt fiziksel faktörlere indirgeyerek açıkla­maya çalışan zihin açısından bakılırsa olgular arasında sebep-sonuç ilişkisinden öte bir gerçeklik söz konusu de­ğildir. Bu anlayışa göre, tüm fenomenler dizisi sonu gel­meyen ve herhangi bir amaca yönelik olmayan maddesel sebepler saikiyle vuku bulur. Bilimsel bilgi kendini sözü edilen fiziksel sebepleri açıklamak ve nasıl sorusuna ce­vap verme çabasıyla sınırlamıştır. Bu sınırlama sebeple­rin nihai ve hakiki açıklamalar ortaya koyduğu yanılgısı­na yol açmaktadır. Dolayısıyla, kendini bu sınırlar içine hapseden kişi ilim adamı olarak görülemez.

İnsan, fiziksel dünyanın sıradan bir nesnesi haline ge­lince hayatın sadece bir şekilde var olmaktan başka bir anlamı da kalmayacaktır. Görüleceği üzere, salt fiziksel dünyaya indirgenmiş bilgi ile hareket edenler insan ha­yatına ve değerine yönelik dolaylı bir tehdit oluşturmak­tadırlar. Bu türden bir bilgilenme herkesin içinde bulun­duğu statü, maddi durum ve hevesine göre farklı hakikat üretmesine yol açar. Netice ise hakikatin izafileştirilerek sıfırlanması ve bilginin suistimal edilmesidir? Açıktır ki, insan ontolojik durumu itibarıyla nihai ve kesin bilginin peşindedir. Her birey doğrudan ya da dolaylı olarak yer­yüzünün ebedi yurdu olmadığının ve buralardan gide­ceğinin farkında olduğundan daima bir arayış içindedir. İnsana bu arayışında çözüm olacak “bilgi” verilmediği zaman endişe ve bunalım devamlı hale gelecektir. İşte tam bu noktada devreye girerek salt bilim adamlarından farkını gösterebilen kişi âlimdir. Bilim adamı bilginin ötesinde anlam soruşturmasına girmezse âlim statüsüne çıkamaz, teknik eleman seviyesinde kalır.

Bilindiği üzere, Aristo varlığı ve oluşu dört temel unsura bağlı olarak ele almıştır. Maddî, formel, gaye ve fail unsu­ru. Modern dönem bilginin oluşumunda sadece maddi ve formel unsuru dikkate almış ve gaye ile fail unsurları göz ardı etmiştir. Bilhassa pozitivist anlayış metafizikten kaçınmak için varlığın ve oluşun arkasındaki teleolojiyi ve fail unsuru gündeminden tamamen çıkarmıştır. Bir heykelin maddî unsurunu (mermer) ve formel unsu­runu (şekli) incelemeye tabi tutarken heykelin yapılma maksadını ve heykeltıraşı görmezden gelmek en cızından bilginin parçalanması gibi bir neticeyi ortaya çıkarmış­tır.

Çünkü heykel ile onu inşa eden arasındaki ilişkiyi ko­parmak hakiki bilginin oluşmasına mani olacak kasıtlı bir davranıştır. Tam bu noktada İslam düşüncesindeki “iman, bir in­fisahtır” tarifine yönelmek uygun olacaktır. İntisab, bilin­diği üzere bağ kurmak (münasebet) manasındadır; yani, varlık ile Allah arasında bir şekilde bağlantı kurulması­dır. İşte, gaye ve fail unsurlarının dikkate alınmaması bu intisabı bozmakta ve bilginin sadece bir yüzü gösteril­mektedir.

Bir şeyi gerçekten bilmek, o şeyle ilgili nihaî sebebi bilmek demektir. Mesela, bir cinayet olayını çözmeye ça­lışan bir dedektifin kurbanın kan kaybı sebebiyle öldü­ğünü anladığını varsayalım. Şimdi, ölüme sebep olan şey kan kaybıdır, o halde “problem çözülmüştür” denilebilir mi? Araştırmaya devam edilsin ve kan kaybına atılan kurşunun sebep olduğu tespit edilsin. Sonra kurşunun belirli bir tabancadan çıktığı anlaşılmış olsun. Ancak hâlâ problem çözülmemiştir. Soruşturma sürdürülür ve tetiği kimin çektiği bulunursa, işte o zaman katilin kim olduğu ortaya çıkmış ve mesele halledilmiş olur. Görü­leceği üzere, sorunun tamamen çözülmesi ancak nihai sebebe ulaşılması neticesinde mümkün olmaktadır. Eğer araştırma son noktaya kadar götürülmeseydi ölüme se­bep olan şeyin kan kaybı, kurşun ya da tabanca olduğu söylenerek soruşturma kapatılmış olacaktı!

îşte, canlılar, cansızlar, madde, insan vs. hakkında gerçekten bilgi sahibi olabilmek için varlık âleminin arkasında duran Hakiki Sebebe ulaşana kadar soruştur­mayı sürdürmek gerekir. Hâlbuki bilimsel bilgi soruş­turmayı kendini sınırladığı alanda sona erdirerek kesin hüküm verme iddiasındadır. Mesela, insanın toprak, su, elementler veya hücrelerden meydana geldiğini söyleyip o noktada kalmak, cinayete kurşunun neden olduğunu ileri sürüp soruşturmayı eksik bırakmak yanlış bilmeye yol açar.

Hakikati soruşturma noktasında deney, gözlem ve sebep-sonuç ilişkisi gibi faktörlerin önemi tartışılamaz. Fakat sebeplere takılıp kalan zihin daha ötelerde yatan hikmeti arama çabasına girmez. Hemen her meselede olduğu gibi hikmet de tabiatı gereği gizlidir ve kendini kolayca göstermez. Hikmetin üzerine sebepler elbisesini giydirmek bilginin anlam ve amacını örtmek manasına gelir. Hakiki âlim, bu örtüyü kaldırmakla kendini vazife­li bilen kişidir. Eğer eşyanın tabiatında ve fenomenlerin arkasında bir hikmet yoksa bilginin de yüce ve ahlakî bir tarafından söz edilemez. Mesele böyle kavrandığı zaman bilgi, hikmetten arındırılmış salt dünyevî içerikli bir ilgi alanı haline gelir ve bu bilginin sahipleri yeryüzünü di­ledikleri gibi değiştirme hakkını kendilerinde bulurlar.

İlim, İrfan ve Cehalet

Cehalet sathî görüşlülük, eşyanın ve olayların arkasında­ki ilahi iradeyi kavrayamama ve özellikle kâinattaki var­lıkların Cenab-ı Hakkı işaret eden semboller olduğunun idrak edilememesi halidir. Cehalet kelimesi Kuran’da bilgi eksikliği ve ilimden mahrum olma anlamında da kullanılmakla beraber farklı ve daha derin imalarda bu­lunacak şekilde yer almaktadır.’ her şeyden evvel belirt­mek gerekiyor ki, asıl cehalet Cenab-ı Hakkı bilmemek ve inkâr etmektir. Bu haliyle cehaletin bilgili, kültürlü, tahsilli, entelektüel olmakla alakası yoktur; ayetlerden anlaşıyor ki, Allah’a ve peygamberlerine karşı direnç gös­terenlerin ve akla gelmedik itirazlarda bulunanların asıl sorunu bilgisizlik değil, itaat etmeme noktasında inat et­meleri ve kibir göstermeleridir.

Cehalet Allah’a itaate razı olmama, günah olduğunu bildiği şeylerden kaçınmama ve hakikate karşı alaycı ve umursamaz olmaktan kaynaklanan bir tavır bozukluğu halidir. Dolayısıyla küfür, şirk ve Allah’a isyanın her türü cahillik kategorisine girerMsyan ve iman konusunda yan çizme ile ilgili tavırlar Kur’an’da gökten meleklerin in­dirilmesini, ölülerin kendileri ile konuşmasını, Hz. Mu­sa’dan diğer kavimlerin tanrıları gibi tanrılar yapmasını istemeleri, Lût kavminin kadınları bırakıp erkeklere yak­laşmaları ve peygamberlere azabın bir an evvel gelmesi için ısrar etmeleri şeklinde sıralanmıştır. Bu tür taleple­rin peygamberlerin önüne getirilmesinin bilgi eksikli­ği ile bir alakası yoktur, çünkü teklifi yapanların hepsi peygamberlerin onları taptıkları batıl ilahları terk edip Allah’a yönelmeye davet ettiğini bilmektedirler. O halde cehaletin sadece bilgi eksikliği olarak algılanmaması ve hakikate karşı kasıtlı bir direnme tavrı şeklinde görül­mesi daha uygundur.

“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Derken, kendile­rine ait putlara tapan bir kavme rastladılar. Israi- loğulları, “Ey Musa! Onların kendilerine ait ilâhları (putları) olduğu gibi sen de bize ait bir ilâh yapsana” dediler. Musa şöyle dedi: “Şüphesiz siz cahillik eden bir kavimsiniz.” (Araf; 138)

“De ki: “Ey cahiller! Siz bana Allah’tan başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz?” (Zümer; 64)

Görüleceği üzere, Kur’an’da bilme ya da cehalet kav­ramları bugün anlaşıldığı şekli ile bilimsel bilgi, entelek­tüellik veya kültürlü olma manasına gelmiyor. Kur’an en temel anlamda bilinmesi ve farkında olunması gereken şeyler olarak tevhit, risalet, ahret inancı, adalet ve ahlâk mevzularını sıralamaktadır. Bu sebeple de Kur’an’da hiçbir olay ve nesne bilgi ve vermek ve bilimsellik sade­dinde yer almaz; daima Allah’a ve var oluşa müteveccih yönü itibarıyla kullanılır. Asıl istenen şey, varlık ve olgu­lardan hareket ederek görünenin arkasındaki manaya ulaşılmasıdır.

Kur’an açısından bakıldığında, salt bilgiye takılıp ka­lanların sahip olduğu bilgiler hayatın özüne ve iç yüzü­ne değil, kabuğuna, dış yüzüne yöneliktir ve olanı tasvir etmekten ibarettir. Bu sebeple, her ne kadar bilimden ve akıldan bahsetseler de hiçbir zaman var oluşun esrarını ve anlamını yakalayamazlar:

“Onlar basit ve geçici olan hayatın sadece dış görü­nüşünü bilirler, ama ahiret hayatından tam bir gaf­let içindedirler” (Rum; 7)

Bu anlamda Allah’ın kelamı olan Kuran’ı ve tabiat kitabını okumayı bilmeyenler gerçekte okuma bilme­yenler sınıfından sayılır. Bu insanlar cehaletlerinin farkında olmadıkları ve kendilerini çok bilgili zan­nettikleri için din, toplum, ahlâk, iktisat, siyaset gibi konularda ileri-geri sürekli konuşurlar.

“Onların içinde bir de okur-yazar olmayanlar var ki, Kitabı bilmezler. Bütün bildikleri bir takım kuruntu­lardır. Onlar sadece zan içinde bulunurlar.” (Bakara; 78)

Bu tür insanlar idrak noksanlığı, manevi körlük, inat ve kendi bilgisine aşırı itimat sebebiyle sahip oldukları bilgileri doğru neticeye bağlayamaz, gerekli çıkarımları yapamazlar.

İşte kâinat hakkında fizik, kimya, biyoloji gibi bilim dalları vasıtasıyla bu kadar bilgi toplayan bazı bilim adamlarına “bütün bu olağanüstü durumlardan ve hari­ka düzenden çıkardığın neticeyi söyle” denildiğinde, alı­nacak cevabın “Allah” olması gerekirken “madde, tabiat, tesadüf!” şeklinde olması böyle bir basiretsizliktir. Bazı insanların kendisine en yakın olan şeyi (Cenab-ı Hakk’ı) bilememesi ve eldeki bu kadar veriye rağmen gereken doğru çıkarımı bir türlü yapamıyor olması ancak derin bir anlayışsızlığın neticesi olabilir. Kitabı kâtipsiz, fiili failsiz açıklamaya çalışan bir takım bilim adamları ve filozoflar basiretten ve hakiki bilgiden mahrum kalmış­lardır.

“İşte bu temsilleri biz insanlar için getiriyoruz. Onlar ibret alan ilim sahiplerinden başkasının aklı ermez.” (Ankebut; 43) |

“Faydasız ilimden sana sığınırım” (Müslim) hadisi kapsamına giren bilgileri iki şekilde düşünmek uygun olabilir. Birincisi, gerçekten faydalı muhtevaya sahip bil­gilerin o kişinin kendisine hiçbir hayrının dokunmaması durumudur. 

Cenab-ı Hakk’ı tanımayan ve reddeden bi­lim adamlarının hali, alnına lamba takılmış kör bir kişi­ye benzer. Başkaları faydalanmakla beraber, o ışığın kör adama bir yararı olmaz. Bu durumda kişinin ilmi kendisi açısından faydasız hale gelmiş olur. İkincisi ise, kişinin ürettiği malumatın insanlığa hiçbir faydasının olmaması hatta zehirleyici, ifsat edici, tahribe yönelik, hakikatten inhiraf ettirici ya da demagojik yapıya sahip olmasıdır. Hakikat soruşturmasına katkısı bulunmayan bilgi fayda­sızdır.

Âlim, Aydın, Entelektüel

Âlim, aydın, entelektüel gibi kavramların lügat manasıy­la pratikteki karşılıkları zamana, zemine ve bakış açısına göre değiştiğinden efradını cami bir tanım vermek yeri­ne durum değerlendirmesi yapmak daha münasip görü­nüyor. Bilindiği üzere münevver, nur aydın ise ay kökün­den gelmektedir ve iki kelime de gramatik olarak edilgen yapıdadır. Eğer ortada bir nurlanma veya aydınlanma durumu, yani güneş-ay ilişkisi varsa “bu ışığın kaynağı (faili) nedir?” sorusuna cevap vermek gerekir.

Tarihî açıdan bakılırsa her medeniyetin kendine mahsus yöntemleri kullanarak diğer milletlerin tecrübe ve bilgi birikimlerini tevarüs ettikleri kolayca görülebilir. Burada önemli olan husus söz konusu bilgi ve tecrübenin doğru anlaşılıp hazmedildikten ve yeniden kodlandık­tan sonra kullanılmaya başlanması gerektiğidir. Bilgiyi üretenler o bilgiyi isimlendirme, kodlama ve yorumlama hakkına sahip olur ve dolayısıyla bilginin fonksiyonunu ve kullanım şeklini belirler. Dolayısıyla bilginin kim tara­fından, hangi bağlamda üretildiğine ve nasıl kurgulandı­ğına dikkat etmek gerekir.

Batı Avrupa’da aydınlar gücü elinde tutan kilisenin yerini alarak maddeci dünya görüşünün rahipleri ola­rak sahneye çıkmışlardır. Aydın, Batı biliminin temel prensiplerinden biri olan “pozitivizm” ve “rasyonalizm” ilkelerine bağlı akılcı kişidir. Bu anlamda aydın, vahye ve nakle bağlı kişi değildir; modern ideolojilerin, bilgilerin taşıyıcısı ve yeniden üreticisidir, benzer şekilde, Fransız­ca “entelektüel” kelimesinin tarihi kökeni ve doğuş kay­nağına indiğimiz zaman, karşımıza “Varlığın düşünce­den doğduğunu, aklın sezgi ve iradeden üstün olduğunu ileri süren” ve “zihni, bilginin ve aksiyonun tek prensibi ve rehberi kabul eden felsefî bir doktrin” çıkmaktadır. Bilimsel bilgiye aşırı güvenerek ve çağdaşlık vurgusu yaparak aklını vahyin üstünde görmesi aydının topluma yabancılaşmasına yol açar. Bu grubun ürettiği bilgi fizik­sel faktörlerle sınırlı olup sömürüye, sermayeye ve güce hizmet etmeye yöneliktir. Eğer sözü edilen durumun farkına varılmadan bu insanların arkasından gidilirse, karşımıza ilim adamı yerine “düşünce üreten fail” yerine “vazifesini yapan ve kendine sunulan hazır fikrin savu­nucusu” olan bir tip çıkar.

Gerçek ilim sahipleri ise bilgiyi bir bütün olarak gö­rürler; bilgiyi dini ve dünyevi diye ikiye ayırmazlar. Bil­gilim parçalanması aynı zamanda zihnin de bölünmesi anlamına gelir. Bölünmüş zihin ise tevhidi yakalayamaz. Tevhitten uzak bilgi yarım yamalak olacağından hem o kişiye hem de başkalarına zarar verir. İlim adamının has ve hakiki olanı koyun gibidir, yani yavrusunu (talebele­rini ve diğer insanları) hazmettiği temiz sütü ile besler.

Bilginin kontrol edilmeden olduğu gibi ithal edildiği durumlarda aydın tipinin toplumdan kopuk olması kaçı­nılmazdır. Böyle olduğunda aydın halkına bağlı ve yerli kalamaz, sadece yabancı kültürleri kendi insanına dayat­manın yollarını araştırmakla kendini vazifeli bilir. Var­lığını kendi kültür ve medeniyetine değil, güçlü olanın çıkarlarını meşru kılmak ve tasdik etmekten alır. Hakiki aydın içinde bulunduğu toplumun değerlerine, tarihi ko­numuna vakıf, geniş ufuklu ve başkasının aklıyla değil kendi diliyle konuşan kişidir.

Alim ise, bilgiyi orijinal kaynağından alabilen ve bu bilgiyi teori bağlamında üreterek zaman ve zemine mü­nasip hale getirebilen kişidir. Âlimin ürettiği bilginin tat­bikat sahasına konulması toplumun okur-yazar tabakası­nın vazifesi olarak görülebilir.

Bilgi Ahlâkı – Ahlâk Bilgisi

Bilgi ve ahlâk ilişkisi bağlamında en önemli problem kişisel bağlamda “bilgilerimle nasıl yaşamalıyım?” so­rusuna tutarlı cevap vermektir. İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler tabiatları nispetinde üretim yapabilen varlıklar olmakla beraber varlığının bilincinde olmak açısından insan diğer türlerden ayrılır. Bu farkındalık (self aware- ness) hali insanı mesuliyet sahibi yapar ve bu noktada ahlakî sorumluluk problemi kendini göstermeye başlar.

Baştan belirtmek gerekiyor ki, bilginin ahlâklı olması anlamlı değildir, çünkü hakiki bilgi zaten özü itibarıyla temiz ve ahlâka uygundur. Sorun, bilginin suistimal edil­mesi ya da ahlâka uygun olarak kullanılmaması mesele­sidir. Ahlâklı olmak ancak bir özneye atfedilebilecek bir özelliktir; bilgi ise bir ahlâk öznesi değildir. Dolayısıyla, bilginin değil bilim adamının ahlâkından bahsetmek daha uygundur.

Bilgiyi güç vasıtası olarak görmek modern düşünce­nin en belirgin ilkelerinden biridir. Burada güç kavramı kişiyi ya da toplumları faziletli kılmak, İnsanî değerlere katkıda bulunmak anlamında kullanılmıyor. Bilgi, doğ­rudan doğruya para, teknoloji üzerinden sömürü ve he­gemonya ve iktidarı elde tutma aracı olarak görülmekte­dir. Bu anlamda bilgi, tüketilecek bir metadır.

Bilginin ahlâksızca kullanıldığı zaman insanlığı teh­dit eder hale gelmesi bilgi çağının paradoksal ve trajik bir neticesidir) İnsanlığın kendi ürettiği bilginin altında ezilmesi ve kurban olması hazin bir durumdur. Bilgi, ah­lâkla mütenasip olarak kullanılmayınca insanın bilgisi artsa bile bu bilgiyle nasıl yaşayacağını bilemez oluyor. Kendisini ve varlığı anlamlı kılma çabası için vesile edil­meyen bilgi kişinin kendini tanımasına fayda sağlamı­yor. Böylece bilgiye dayalı bir sorgulamaya dayanmayan bir hayat yaşanma değeri taşımaz hale geliyor. İyinin kö­tüden ve doğrunun yanlıştan üstün olduğunu belirtme­yen bilgi faydasızdır.

Batı düşüncesinin bilgi meselesine bakışının ne dere­ce çarpık olduğunun en tipik örneği, Yunan mitolojisin­de Prometheus’un ateşi (bilgiyi) tanrı Zeus’tan çalarak insanlara vermesidir. Günümüz dünyasında da etkisini sürdüren bu anlayış insan-tanrı ve insan-bilgi ilişkisin­deki anlayışın bozuk bir zemine oturmuş olduğunu gös­termektedir. İnsan- tanrı ilişkisi iman, güven ve sığınma yerine insanın çaldığı bilgiye istinaden ve tanrıya rağ­men sonsuz gücü yakalama ve egemenliğini ilân etme noktasına gelmiştir.

Bilgi ilahi mesnedini kaybettiği zaman geriye sadece dünyevi maksatları olan tamamen fayda ve menfaate yönelik bir anlayışın hakim olacağı açıktır. Böyle olun­ca, insanın tabiata işkence yaparak bilgisinden menfaat elde etmesi legal görülmektedir. Teknolojik başarılar bağlamında inanılmaz ilerleme gösteren bu zihniyet hiçbir kutsal değeri tanımadığı için her şeyi çok çabuk tüketen bir bilgi canavarına dönüşmüştür. îçinde bulun­duğumuz çağda bilgiyi anlamlı kılan, ahlâk sınırlarının dışına taşmasına ve suiistimal edilmesine mani olması beklenen âlimlerin yerini endüstriye hizmet eden bilim adamları almıştır.

Bilgi, Allah’ın ilim sıfatının varlık ve dolayısıyla da insan zihni üzerindeki izdüşümü (tecelli) olarak değil de insanın kendi egemenliğini tanrıya rağmen ilan etme çabası şeklinde algılandığı sürece bilgi ahlâkı ile ilgili so­runlar çözümsüz kalacaktır. Âlimin ahlâk ile sınavı, niye­tini ve “her şeyi hakkıyla bilen” Yüce Yaratıcı karşısındaki duruşunu her daim gözden geçirmesini gerektirir. İnsan hangi seviyede olursa olsun ezeli ve ebedi hakikatin bil­gisine sahip olamayacağını bilmeli ve “kendisine ilimden pek az şey verildiğinin” (îsra; 85) farkında olmalıdır. Bil­gi elde etmedeki amacı, hakikati kavrayarak Hakk’a ya­kınlaşmak olmalıdır. Zira Allah Resulü’nün ifadesiyle, “A- ziz ve Yüce olan Allah’ın rızası için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sırf dünya menfaati elde etmek için öğrenen bir kimse kıyamet günü cennetin kokusunu dahi alamaya- caktır”(Ebû Dâvûd, İlim, 12)

Bilgi, Allah’ın ilim sıfatının tecellisi olarak fayda ve hikmetle muttasıftır; onu seküler bakışla çarpıtarak kir­leten ve ahlak sorununa yol açan insandır. İnsanın akıllı ve şuurlu bir varlık olması açısından bilgi Allah tarafın­dan verilmiş büyük bir nimettir, Yunan mitolojisindeki gibi çalıntı ve gayri meşru bir şey değildir. O halde insa­na düşen vazife bilgiyi kendi gücü için suiistimal ederek tüketmek etmek değil insanlığın faydası için üretmektir. İnsanın varlığını anlamlı kılabilmesi için doğru bilgi ile beslenmesi gerekir; bilgi (ilim), varlık (âlem) ve işaret (alem) kelimelerinin aynı kökten müştak olması bilginin hakikate ulaşma vesilesi olduğunu gösterir. İnsanı diğer canlılardan üstün kılan ve her şeyin ona musahhar olma­sını sağlayan şey bilgiye sahip olabilmesidir.

Bilgili olmak; daha ahlâklı, daha erdemli ve daha doğ­ru olmak anlamına gelmemektedir. Aklı şaşırtan ve sınır­ları zorlayan ilerlemelere şahit olunan bu çağda akıl ve bilgi gibi nimetlerin kötüye kullanımına dair en vahim örneklerin görülmüş olması bir şeylerin yanlış gittiğini göstermektedir. Geçtiğimiz yüzyılda, bilim ve teknik alanında yaşanan gelişmeler barışa ve feraha değil, savaşa etmiştir. Bilgi sayesinde hilm, kemâl ve anlar yetiştirmesi beklenirken tüketim bencillik ve açgözlü tipler türemiştir. Ahlaktan uzak bilginin insanlığa huzur, emniyet ve saadet  vaat etmesi beklenemez. Ahlâki olgunluğa erişmemiş in­sanların eline gecen bilgi eşkıyanın elindeki silah gibidir.

Seküler bilgi sadece silah üretip satarak maddi güç elde etmek icin değil, insanları doğrudan kontrol altında tutabilmek icin bir tür modern büyü aracı olarak kulla kullanılıyor.”Bilimsel olarak gösterilmiştir ki…” şeklinde baş- layan bir cümle sanki ilahi bir muhteva taşıyormuş gibi sunulmakta ve muhtemel itirazların önü kesilmektedir.Bilgi-ahlak uyumunun sağlanması için bilgiyi tekel altında tutanların baskışından kurtarmak ve bağımsız hale getirmek şarttır.

İlim,amel ve ahlak bütünlüğü olmayan, Allahı tanı­mayı doğrudan veya dolaylı hedef almayan bilgi nihai anlamda faidesizdir. Bilgili fakat ahlakî değerlerden mahrum olan insanlar tüm varlık âlemi için ciddi bir pozisyonundadır. Hakiki bilgi insanı üstün ve güçlü kıldığı gibi aynı zamanda ahlaklı bir varlık haline getirmesi gerekir.

Selçuk Kütük – Endişeye Mahal Yok,syf:17-36

İnsanlık tarihinin şu son anlarında, biri Doğu’da, biri de Batı’da sahnelenen iki trajedi izliyoruz. Modern medeniyet bunalımının, her şeyden önce Katının ürünü olan bu bunalımın- genellikle çevre bunalımıyla ilgili olarak bütünüyle hissedildiği Batı dünyasında ileri sürülen çözüm yolları, ilk etapta bunalıma yol açanlarla bizzat aynı etmenleri içermektedir.

İnsanlardan arzularını disiplin altına almaları, akıllı birer hümanist olmaları, insan olsun olmasın, komşularına saygı göstermeleri istenmektedir. Ne var ki, bu isteklerin, insanın tutkularını ve aşağılık eğilimlerini frenleyecek manevî bir güç olmadıkça yerine getirilmesinin imkansız olduğunu kavrayabileni pek azdır. İnsanı insan oluşun altına sürükleyen, hümanist insan anlayışından başka bir şey değildir. İnsanın ne idüğü ve içinde bir imkân olarak aydınlık tepeler kadar derin karanlıkları da taşıdığı konusunda ciddi bir cehâlet sahibi olunduğu için bu tıp kolay çözüm önerilerine başvurulmaktadır. Binlerce yıldır dinler insanlara kötülükten kaçınıp, erdem sahibi olmalarını öğretiyor.

Modern insan ise, önce ruhunu kuşatan din gücünü yok edip, sonra da kötülüğün ve günahın anlamını bile sormaya girmiyor. Şimdi de, her ne kadar, lâik olmayı sürdürüp insanın hayatının kutsal olandan ayrı devam etmesi gerektiğini önerdikleri için, erdemleri başka başka deyimlerle tanımlama yoluna gidiyorlarsa da pek çok insan çevre kirlenmesi bunalımına çözüm olarak geleneksel erdemlere dönemeyi öneriyor.

Denilebilir ki, Batı da yaşayan yığınla kadın ve erkeğin psikolojik dengesizliğinin yanı sıra, çevre bunalımıyla, kent çevrelerinin kirliliği ve benzeri sorunlar, insanın yalnızca ekmekle yaşayıp, ‘tanrıları öldürme’ ve Semavî olandan bağımsızlığını ilan etme girişiminin sonuçlarıdır. Ama insan, içinde bulunduğu durumun doğal ürünü olan eylemlerinin sonucundan kurtulamaz. Şu anda ise tek ümidi, artık isyancı bir yaratık olmayı bırakıp, hem Gök’le hem de yerle barışmak ve kendisini İlâhî Olan’a teslim etmekte yatıyor. Bu da, sözcüğün bugünkü anlamıyla “modern” olmayı bırakmak ve ölüp, yeniden doğmak demektir. Ne var ki, sorun bu boyutuyla, çevre bunalımıyla ilgili yapılan tartışmalarda pek az ele alınmaktadır. Su-çevre-hava kirlenmesi tartışmalarının gözden kaçırılan boyutu, insanın insan olarak rolü ve doğasıyla, bizzat kendisinin yol açtığı bunalımı çözmek istemesi durumunda, geçirmesi gereken manevî dönüşümdür.

Genelde Doğu’da ve özelde Islâm dünyasında sahnelenen trajedi ise, Batı’nın endüstrileşmiş kent toplumunda ve bu toplumu yaratan Batı medeniyetinde görülen başarısızlıklara yol açan aynı yanlışların, büyük oranda tekrarlanmasıdır. Doğu’nun Batı karşısındaki tutumu, Batı’yı körü körüne model almak değil, ders alınacak bir inceleme sahası şeklinde görmek olmalıdır.

Kuşkusuz, endüstrileşmiş dünyanın Batı dışında kalan dünya üzerindeki siyasî-ekonomik ve askerî baskısı, pek çok kararların alınmasını imkânsızlaştıracak ve pek çok seçimi dışarda bıraktıracak kadar büyüktür. Fakat, olumsuz sonuçları ortaya çıkmış belli hareketleri tekrarlayıp durmak ya da şu veya bu projenin gerçekleştirilmesinde, Batı’da yapılmış olması dışında daha iyi bir neden gösterememek için, herhangi bir özür olmasa gerek. Yeryüzü, Batı medeniyetinin işlediği hataların yeniden işlenmesine daha fazla katlanacak değildir. Bu bakımdan, yeryüzünde, tüm yerin ve üstünde yaşayanların mutluluğunu hesaba katacak kadar geniş açılı bir gücün halâ var olmaması ne büyük bir talihsizliktir.

Bu iki trajediden birincisi ikinciyi gölgede bırakıyor; çünkü yerkürenin kalan yanını doğrudan etkileyen, modernleşmiş ve endüstrileşmiş dünyada yaşanan olaylardır. Söz gelimi, su-hava-çevre kirlenmesi bunalımı endüstrileşmiş güçlerin herhangi biri tarafından ekonomik ve teknolojik politikalarında dil ucuyla ifade edilmek yerine ciddi olarak ele alınsa, bu tür alanlarda bu güçlerı örnek edinenler üzerinde kesinlikle ölçülemez etkiler bırakacaktır. Doğu, insanın gerçek doğası hakkında çağlar boyu koruyup geldiği bilgiyi unutmadan önce, Batı yeniden insanın kim olduğunu bir hatırlayabilse, insanın geleceğine de farklı olacaktır!

Seyyid Hüseyin Nasr – Modern İnsanın Çıkmazı

Çevre krizine dinî bir perspektiften bakmak niçin önemli?

İlk olarak dinin, çevre krizinin üzerine eğilmek noktasında çok önemli bir görevi olduğunu düşünüyorum. Çünkü tüm bu çevre krizi din sorusundan ve insanların niçin dinî inançlarını yaşadıkları sorusundan ayrı anlaşılamaz. Bu sadece İslam için değil; dünyadaki diğer dinler için de geçerli. Dindarlar için din, harekete geçmeden önce onlara ne yapmaları gerektiğini gösteren bir yoldur. Bu tabii ki doğaya karşı davranışları da kapsar. 

Hâlihazırda yaşadığımız ekolojik krizin modern insanlar için aynı zamanda manevi bir kriz de olduğunu söylüyorsunuz. Burada nasıl bir manevi kriz söz konusu ve sizce bunun üstesinden nasıl gelinebilir?

Bu ilginç bir soru; çünkü çevre krizi manevi düzendeki bir krize işaret ediyor. Arabanız bozulduğu zaman bu arabanızın fiziksel olarak bozulduğu maddi bir krizdir. Çevre krizi ise maddi bir semptomla kendini gösteren, fakat her şeyden önce manevi bir krizdir; çünkü bu krizin temel sebebi bizim Allah’a ve onun yarattıklarına karşı tavrımızdır ve bu tavır yanlıştır. 

Doğaya karşı yaklaşımımızda geleneksel dinî anlayışa geri dönmeliyiz. Bu tavır, Allah’ın yarattığı, kendi ritmi ve güzelliği olan, uyum içinde var olan bir doğa ve bizim de onun yarattıklarının emanetçileri olarak Allah’a karşı sorumlu olduğumuz anlayışına dayanır. Kur’an’da, İncil’de ve dünya üzerindeki tüm büyük dinlerde bu sorumluluktan bahsedilir ve sadece insan türünü değil, çevremizdeki her şeyi kapsar.

Çevre Krizini Doğu’daki İnsanlar Başlatmadı

Müslümanlar iklim değişikliği ve daha genel olarak da çevre krizi konusunda bahsettiğiniz bu ideal tavrın neresinde sizce?

Çevre krizinin başladığı yer modern endüstrileşmiş Batı’ydı. Bu kriz aslında 18. yüzyılda başladı; ancak o zamanlar “kriz” olarak değerlendirilmedi. Endüstrileşme ve modern teknoloji yayıldıkça, çevre krizi de Batı’nın geneline yayıldı. Batı dünyanın geri kalanını sömürgeleştirdikçe ve etkiledikçe de bu kriz dünyanın diğer kısımlarına ulaştı. Çevre krizini Doğu’daki insanlar başlatmadı; ama Batılı düşünce biçimini, yaşam tarzını, üretme ve tüketme biçimlerini o kadar taklit ettiler ki, bunun bir parçası oldular. Bunu bugün her yerde görebiliyoruz.

İslam dünyası çevre krizinin farkına ancak Batı bu krizin farkına vardıktan sonra vardı. Yani çevre felaketinin farkındalığı krizin başladığı yerde başladı. İslam ülkelerinde çevre krizine gösterilen ilgi de esas olarak 90’larda başladı ve bu farkındalık o zamandan beri büyüdü.

Batı, doğa noktasındaki mirasını Rönesans döneminde yitirdi. İslam dünyasında ise bu daha geçtiğimiz yüzyılda oldu. Burada miras derken Kur’an’ın, hadislerin ve tüm geleneğimizin tabiata karşı sorumluluklarımız hakkında söylediklerinden, denklemin neresinde durduğundan bahsediyorum. Fakat bu durum da şimdi değişti. Mısır’da, İran’da, Pakistan’da, Endonezya’da çok kuvvetli çevre hareketleri var. Burada bahsedilmesi gereken önemli bir nokta bu hareketlerin hepsinde kadınların çok önemli bir rol üstlenmesi. Bu ülkelerin neredeyse hepsinde çevre hareketinin öncülerinin çoğunu kadınlar oluşturuyor. Özellikle de genç kadınlar bu meseleyle yakından ilgileniyor.

Çevre konusunda tüm İslam dünyası için geçerli olacak tek bir örnekten bahsetmek mümkün değil. Suudi Arabistan mesela tam bir felakettir. Mekke’ye, Medine’ye, klasik mimariye yaptıkları tam bir felakettir. İslam dünyasında Karaçi, Tahran ve Kahire gibi şehirler çevrenin bozulmasından çok etkilendi. Yani durum tek bir örneği tüm İslam dünyası için genelleyemeyeceğimiz kadar karmaşık.

“İslam Yeşil Bir Dindir”

Teoride baktığımız zaman İslam’ın “yeşil” bir din olduğunu görüyoruz. Müslümanların hayatına baktığımız zaman ise teoriyle pratik arasında büyük bir uçurum var. Bu uçurumun sebebi sizce nedir?

Yakın geçmişe kadar bu bir sorun değildi. Mesela Müslümanlar çöplerini evlerinin önüne koyardı. Nüfus da bu kadar kalabalık olmadığı için bu durum o kadar büyük bir sorun oluşturmuyordu. Bir sürü bitki ekilirdi, Müslümanlar tarımla oldukça ilişkiliydi. İnsan nüfusu, tarım yapılan arazilerle bir uyum içerisindeydi. İnsanların büyük bir çevre bilincine sahip olmamasına rağmen bu bir sıkıntı oluşturmuyordu.

Kur’an’da doğa, vahye dâhildir. Allah Güneş’in ve Ay’ın üstüne yemin eder. Güneş ve Ay, İslam evreninin bir parçasıdır. Kur’an moleküllerden bahseder; doğanın, ağaçların, hayvanların üstüne yemin edilir; hayatın kutsiyeti vurgulanır. Buradan baktığımızda İslam yeşil bir dindir.

Teoriyle pratik arasında niçin uçurum olduğu sorusuna gelecek olursak modern zamanlara kadar pratiğe ihtiyaç olmadığını söylememiz gerek. Mesela Osmanlı döneminde o zamanın büyük şehirlerinden İstanbul’da, Bursa’da ya da İzmir’de yaşadığımızı düşünelim. Onların “çevre” diye bir sorunları yoktu. Teoriyle pratik arasındaki uçurumun sebebi budur. İslam dünyasında güçlü bir doğa düşüncesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu düşünce geçmişte pratikte hiç sınanmadı. Son otuz yıldır dünyanın geri kalanında olduğu gibi İslam dünyasında da çevre kriziyle ilgili büyük bir farkındalıktan bahsedebiliriz.

Çevre krizi, kapitalizm ve küreselleşme arasındaki ilişki hakkında neler söylersiniz?

Çevre krizinin tek sebebinin kapitalizm olduğu fikri yanlış bir fikir. Bu fikir de aslında Sovyetler Birliği tarafından desteklendi; ama komünizm de kapitalizm kadar zarar verdi çevreye. Bir anımı anlatayım: 1971 yılında Stockholm’de ilk Dünya Günü kutlandı. Ben de açılış konuşmacısıydım. Dünyanın dört bir yanından delegeler vardı. Çin’den ve Sovyetler Birliği’nden gelen delegeler de gözlemci olarak oradaydı. Onlar çevresel sorunlara kapitalizmin yol açtığını söylüyorlardı. Konuşmam sırasında şakayla karışık olarak Hazar Denizi’ne dökülen Rusya’daki Volga Nehri’nden bahsettim. Hazar Denizi kuzeyinden güneyine, Basra Körfezi’ne kadar kirliydi ve bu kirlilik bilimsel olarak ölçülebilirdi.

Konuşmamda, “Volga Nehri’nden daha komünist bir lağım bilmiyorum.” dedim. Volga Nehri atıkla doluydu ve balıklar bundan o kadar etkilenmişti ki Basra Körfezi’ne inmişlerdi. Hazar Denizi’ni kirleten Batı’nın kapitalizmi değildi.

Kapitalizmin çevre kriziyle elbette çok ilgisi vardır; ama komünizm için de öyledir. Burada mesele ekonomik ve endüstriyel bir sistem değil; bunların altında yatan doğa anlayışıdır. Batı’da gelişen Marksist ekonomi, liberal ekonomi ya da kapitalist ekonomi gibi modern ekonomi modellerinin hepsi doğanın niteliksel boyutunu tamamen göz ardı eder. Yani burada suçlu olan tek bir sistem değil, bu sistemlerin hepsidir. 

“Müslüman Nesil İslami Geleneğin Farkına Varmalı”

Küresel çevre krizinin aşılması noktasında çok uluslu şirketlerin hasarı karşısında şahsi çabalar naif mi kalıyor sizce?

Çevre sorunu hem makro hem mikro bir sorun. Los Angeles’ta havayı kirleten bir milyon araç varsa bu makro düzeyde tüm şehir için bir sorundur; ama buna yol açan tekil sebeplerdir. Bundan dolayı da sorunu mikro bir bakış açısıyla çalışmak gerekir.

Başbakan, bakan ya da kral olmayan biz sıradan insanların kendi muhasebemizi yapmamız gerek. Ben sadece kendi çevremdeki şeyler hakkında; ne yediğim, ne içtiğim, ne giydiğim, hangi arabaya bindiğim hakkında bir şeyler yapabilirim. Mesele ya/ya da meselesi değildir. “Küresel düşün, yerel davran” sözü çevre meseleleri söz konusu olduğunda çok güzel bir öğretidir.  

İnsanın doğa ile ilişkisinin İslam düşüncesi içinde kadim bir yere sahip olduğundan bahsettiniz. Bu düşünceyi bugün canlandırmak için nelere ihtiyaç var?

Bu hususta tek yapmamız gereken şey günümüz Müslüman neslinin Kur’an’dan şiire kadar İslami geleneğin öğrettiklerinin daha fazla farkına varmasını sağlamak. Türk şiirinin en meşhur mutasavvıf şairi Yunus Emre’nin doğayla ilgili şiirlerine bir bakın. “Şol Cennet’in ırmakları, Akar Allah deyu deyu, Çıkmış İslam bülbülleri, Öter Allah deyu deyu.” Bu çok güzel bir sufi şiiridir; ama doğanın çağrısını duyması anlamında çevreyle ilgili de bir şiirdir. Her şeyden önce yapmamız gereken şey uyanmaktır. Kendimize yeni hakikatler icat etmemize gerek yok, tüm hakikat orada. Modern zamanlarda ülkelerimizde yapıldığı gibi Fransız romanlarını taklit etmek yerine doğayla dolu kendi edebiyatımıza dönmeliyiz. 

“Çoğu İnsan İçin Mutluluk Sadece Dış Uyaranlar Demek”

Koronavirüs salgınıyla birlikte birçok ülkede insanlar evlerine çekildi, üretim faaliyetleri yavaşladı ve doğa bir süre kendiyle baş başa kaldı. Bu salgının insanların doğaya karşı tavırlarında bir değişikliğe yol açacağını düşünüyor musunuz?

Umarım öyle olur. Burada iki husus var: İlk olarak akleden herkes modern bilimin zannedildiği gibi bir “tanrı” olmadığının, o büyük teknolojilerin bile ne kadar güçsüz olduğunun farkına varmalı. Küçücük bir virüs dünyayı karmaşaya sürükledi ve bir yıldan az bir sürede ABD’de 230 bin ve dünya genelinde de 1 milyondan fazla can aldı. Bu bize mütevazı olmayı öğütlüyor.  İkincisi de salgın bize içsel bir yapı kazandırmalı ve mutlu olmak için dış uyaranlara aşırı bağlanmamayı öğretmeli. Bu kolay bir iş değil; zira çoğu insan için mutluluk denilen şey sadece türlü dış uyaranlar demek. Şimdi bunların bir kısmı azaldı ve insanlar içlerine bakmak zorunda kaldı.

Şunu da söylemek zorundayız: Birçok ölüm, trajedi ve üzücü anlar yaşanıyor; ama koronavirüs krizinin doğaya çok yardımı oldu. İnsanların doğa üzerindeki etkisini azalttı. Vahşi hayvanların şehirlerin çeperlerinde, kasabaların içlerinde dolaştığına şahit oluyoruz. Bu da ölüp gittiğimizde doğanın her şeyi devralacağını ve doğanın gücünü gösteriyor. Allah bize O’nun kudreti karşısında kim olduğumuzu, ne kadar zayıf olduğumuzu hatırlatıyor. 

“Modern İnsanın Manevi Krizi”

Bugün birçok İslam ülkesinin savaş ve açlık gibi büyük sorunlarla boğuştuğunu görüyoruz. Çevre krizi de eklenince olumlu bir gelecek hayali zorlaşıyor. Siz bu karartıcı atmosferden çıkış konusunda nasıl bir duruşa sahipsiniz?

İslam dünyasının büyük kısmı bir krizden mustarip. Ama bu kriz her şeyi kapsayan bir kriz değil. Çoğu Müslüman hâlâ geleneksel bir dünyada yaşıyor. Hâlâ namaz kılıyor, zekât veriyor, aile ve sosyal ilişkilerini İslam temelinde düzenlemeye çalışıyor. Bugün doğa karşıtlığı noktasında el ele veren modernizm ve fundamentalizm de İslam dünyasındaki tek güçler değil. Müslüman fundamentalistlerin hepsi de doğaya karşı kayıtsızdır, doğayla ilgili hiçbir şey söylemezler. Bugün bunların yaratılan kriz karşısında bu kadar çaresiz olmasının geleneksel İslam’ın en üst entelektüel noktadan gündelik hayata kadar kendini yeniden sunması için iyi bir fırsat olduğunu düşünüyorum. 

Bir yer ne kadar gelenekselse krizlerin yaşanma tehlikesi de o kadar azdır. Mesela Butan örneği oldukça önemlidir. Butan Müslüman değil, Budist bir ülke. Güneylerindeki Hindistan’da milyonlarca insan hasta ve inanılmaz bir yıkım yaşanırken Butan’da sadece bir koronavirüs vakası çıktı. Orada herkes geleneksel bir şekilde yaşıyor, modern teknoloji yok. Bu hepimiz için önemli bir ders. 

Sorunuzda da bahsettiğiniz gibi İslam dünyasında her dinin karşı çıktığı birçok sorun var ve iyi bir Müslüman bunlara direnmeli. Tüm dış savaşlar içimizde olan çatışmaların sonucudur. Doğayla olan savaş da kendi iç doğamızla olan savaşımızın bir sonucudur. Bundan dolayı İnsan ve Tabiat’tan ve Modern İnsanın Manevi Krizi’nden bahsediyoruz, sosyal ya da ekonomik bir krizden değil. Bunlar dışsal belirtilerdir. Yaşanan felaketlerin içsel sebebi manevi rahatsızlıktır. Bu rahatsızlık da modern insanın kim olduğunu, bu kimlik temelinde de kendine, doğaya ve Allah’a karşı olan sorumluluklarını unutmasıdır.

 Prof. Seyyid Hüseyin Nasr

Canlılarda içten ve dıştan gelen uyarıları almayı mümkün kılan ruhî güç.

İslâm düşünce ve bilim tarihi boyunca teşekkül eden terminoloji içinde duyu his ve hâsse (çoğulu havâs) kelimeleriyle ifade edilmiş, bilgi problemiyle ilgili olarak duyu ve algı konuları his, havâs, havâss-ı hams, havâss-ı zâhire, havâss-ı bâtıne, havâss-ı selîme, el-kuvvetü’l-hassâse, el-kuvvetü’l-müdrike, en-nefsü’l-hayvâniyye ve esbâbü’l-ilm gibi başlıklar altında incelenmiştir. Bir duyu gücünün herhangi bir etkenle uyarılmasına ihsâs, buna bağlı olarak nesnenin zihindeki kavramına ma‘rifet ve fehim, bağımsız bilgi haline gelmesine idrak denir. Duyu objeleri ve genel olarak duyulara konu olan şeyler için mahsûs (çoğulu mahsûsât) ve hissî (çoğulu hissiyyât) kavramları kullanılır.

İslâm düşünce tarihinde duyu meselesiyle ilgili olarak teşekkül eden literatürün kapsam ve derinliğini kavramak öncelikle modern perspektife ihtiyaç gösterir. Çünkü İslâm Ortaçağı’nda meselenin ele alınış tarzı, modern anlayışla paralellik taşıması yanında onun habercisi de olmuştur. Genel bir bakışla duyuların ve duyum hadisesinin açıklanmasında fizikî değişkenlerin rolünü hiçbir şekilde göz ardı etmediği görülen müslüman düşünürler, duyu algısını nihaî noktada ruhî güçlere bağlamışlardır. Aristo’nun De Anima (Kitâbü’n-Nefs) ve De Sensu et Sensato (el-Ḥis ve’l-maḥsûs) adlı eserlerinin özel bir etkiye sahip olduğu bu açıklamalarda esasen nefis “tabii-organik cismin ilk kemali” olarak tanımlandığı için ruhî güçlerin bedene ait organlarla iş gördüğü kabul edilmiş olmaktadır. Bu sebeple modern anlayışa uygun olarak duyu organları, sinirler ve beyin merkezleri duyumun açıklanmasında daima önemli olmuştur. Ayrıca duyuların sağladığı bilginin değeri ve arazlar şeklinde kavranan duyu verilerinin ontolojik ispatı gibi konuları ele alan kelâmcılar da konuya modern felsefede hâlâ tartışmaları süren yeni boyutlar kazandırmışlardır.

Söz konusu tartışmaların tecrübî veriler zeminindeki görünümü modern psikoloji tarafından oluşturulmaktadır. Bu disiplin, duyum (sensation) hadisesini psikofizik bir fonksiyon olarak tanımlama eğilimindedir. Bu fonksiyon psikolojik (zihnî-ruhî) değişken ile fizikî değişken (uyarı yoğunluğu) arasındaki ilişkiyi ifade etmektedir. Ayrıca tecrübe ve hesaplamalar ışığında duyuların mutlak ve değişken duyu eşikleriyle sınırlı olduğu üzerinde önemle duran modern psikoloji, algı yanılmaları hususundaki dikkatiyle de duyularla edinilen bilginin değeri konusuna yeni bir bakış açısı getirmiştir. Psikolojinin derinleştirmeye çalıştığı modern renk teorileri, klasik arazlar meselesine kazandırılmış yeni bir çerçeve olarak görülebilir. Duyu organlarının, alıcıların ve beyindeki duyu merkezlerinin anatomik ve fizyolojik yapısı psikolojik açıklamalarda tabiatıyla önemli sayılmaktadır (Hilgard v.dğr., s. 104-127).

Modern felsefe çevrelerinde de duyunun tam bir tanımı üzerinde anlaşmaya varılmış değildir. Öncelikle duyum hadisesinin fizikî mi ruhî mi olduğu hususu farklı görüşlere yol açmıştır. Bir grup düşünür duyum sürecinin tamamen ruhî (zihnî) olduğunu ileri sürerken aksi fikirde olanlar, duyulan şeylerin zihinden bağımsız var olabilen fizikî nitelikler olduğunu savunmaktadır. Bu tartışmaların oluşturabileceği muhtemel kavram karışıklıklarını önlemek amacıyla duyum sürecinin ruhî ve zihnî vechesini ifade etmek üzere duyum, duyulan nitelikler için de duyu verileri (sense-data) terimi kullanılarak nisbî bir kavram uzlaşmasına gidilmiştir. Ancak yine de duyum sürecini açıklarken ruhî hadiseleri fizikî çerçevede ele alma eğiliminde olan materyalizme rağmen çok sayıda düşünür, duyumlar ve idrak psikolojisinin temeline ruhî ve zihnî açıklamaları yerleştirmiştir (EBr., XX, 222).

İlk İslâm filozofu Kindî’ye göre duyu, nefsin duyu organlarından biri aracılığıyla nesnelerin formlarını algıladığı güçtür veya nefsin nesneleri algılayan gücüdür (Resâʾil, s. 167). Duyulur nesnelerin devam, hareket, nicelik, nitelik, şiddet gibi yönlerden değişken olmasına bağlı olarak duyu idrakleri de değişkendir. Öte yandan duyu objeleri daima maddî veya maddî olana bağlı bir şeydir. Buna karşılık Kindî’nin “tabiat” dediği eşyanın gerçeklik ve aklî ilkeleri ancak aklın bilgi alanına girer. Zira bu temel varlıkları sadece, insan aklı denilen “yetkin nefsin güçleri” kuşatabilir (a.g.e., s. 106-108). İslâm düşünce tarihinin yine erken dönem eserlerinden İhvân-ı Safâ’ya ait Resâʾil’de duyu hadisesinin “fi’l-Hâs ve’l-mahsûs” (algılayana ve algılanan nesnelere dair) başlığını taşıyan özel bir bölümde incelendiği görülmektedir. İhvân, duyulur nesnelerin cismanî olduğunu ve duyulara konu olan şeylerin cismanî arazlardan ibaret bulunduğunu öncelikle belirtir. Ancak buna karşılık duyuları algılayan güçler ruhanîdir. 

Duyular ve duyu organları arasındaki ilişki onları özdeş sayacak kadar ileridir. Bunlarla ruhanî duyu güçleri duyum hadisesinin psikofizik karakterini yansıtırlar. İhvân-ı Safâ’nın getirdiği tarife göre duyu (his), doğrudan doğruya duyulur nesnenin uyarısıyla duyu organlarının mizacının değişmesidir. Duyum ise (ihsâs) duyu güçlerinin duyu organlarının mizacındaki nitelik değişikliğini algılamasından ibarettir. Bu duyum sürecini tamamlayan aşama, duyu gücünün beyne ilettiği değişikliği veya modern deyimle uyarıyı muhayyilenin farkedip algılamasıdır. Çünkü muhayyile bu değişikliği normal durumla karşılaştırma melekesine sahiptir. İşitme olayında, tıpkı su dalgaları gibi iç içe geçmiş küreler şeklinde yayılan ses dalgalarının farkında olan İhvân, görme olayında da gözün anatomik yapısının ne kadar önemli olduğunun bilincinde görünmektedir. Genel olarak duyum, dış ortamdaki değişikliğin duyu organını uyarması ve bu uyarının organın normal mizacında oluşturduğu değişikliğin muhayyile tarafından değerlendirilip ruh tarafından algılanması şeklinde kavranmaktadır (Resâʾil, II, 401-409).

İslâm felsefesinde bilhassa İbn Sînâ’dan itibaren dış duyular, insan ve hayvandaki teşekkül sırasına göre şöyle tasnif edilmiştir:

Dokunma duyusu (hâssetü’l-lems). Bir hayvan veya insanın var olmasını sağlayan duyuların ilkidir. Bir canlı diğer duyulardan mahrum kalsa da varlığını sürdürebilir, fakat dokunma duyusunu yitiren canlı yaşayamaz. Çünkü öteki duyuların fonksiyonunu kaybetmesi durumunda dokunma duyusu bir ölçüde onları telâfi ettiği halde diğer duyular dokunma duyusunun kaybını telâfi edemez. Başta İbn Sînâ olmak üzere (De Anima, s. 67-68) İslâm düşünürleri, dokunma duyusunun diğerlerine göre hayatî bakımdan daha önemli olduğu üzerinde ehemmiyetle durmuşlardır. İlk ve Ortaçağ filozoflarının anlayışına göre dokunma duyusu deri ve sinirlere yayılmış vaziyette bulunur; dolayısıyla diğer duyulardan farklı olarak bunun özel bir organı yoktur. Duyum, sinirlerin, kendilerine temas eden ve kendi yoğunluklarından farklı yoğunlukta olan şeyleri algılaması, bu şeylerin farklı niteliğine uygun olarak değişikliğe uğraması ve etkilenmesi suretiyle gerçekleşir. Dokunma duyusu, duyulanlardaki farklı niteliklere göre dört veya daha çok duyudan meydana gelir. Bunlar soğukluk-sıcaklık, kuruluk-yaşlık, sertlik-yumuşaklık, kabalık-düzgünlük ve ağırlık-hafiflik gibi birbirine zıt özellikteki uyarıcıları algılayan ve vücudun değişik yerlerine dağılmış olan duyulardır.

Tatma duyusu (hâssetü’z-zevk). Dilin üzerine yayılmış sinirlerde bulunduğu kabul edilen bu duyu ile yiyecek ve içeceklerin tadı ve lezzeti algılanır. Tatma olayının nasıl gerçekleştiği hususunda farklı açıklamalar yapılmıştır. Bazıları tatmanın, dildeki ıslak cevherle tadılan şeydeki ıslak cevherin birbirine karışması sonucu olduğunu ileri sürerler. Diğer bazıları da tatmanın, ağızdan dile doğru giden damarlar vasıtasıyla dildeki yumuşatma ve parçalama sonucunda gerçekleştiğini söylerler. İbn Sînâ ve Gazzâlî’nin de benimsediği ortak görüşe göre dile temas eden besinler, dilde bulunan tükürük salgısıyla karışarak parçalanır, sonuçta tat ortaya çıkar ve dil üzerindeki sinirlere ulaşır, sinirler de bu tadı algılar. 

Bu duyunun ceninde doğum anında ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Abdülkāhir el-Bağdâdî, bir kısım insanların tatma duyusunu dokunma duyusu içinde yer alan bir duyu olarak kabul ettiklerini söyler. Ayrıca Nazzâm’ın da cinsî zevkin idrak edildiği bir başka duyunun varlığını kabul ettiğini naklederek bu görüşü tenkit eder (Uṣûlü’d-dîn, s. 10). İbn Sînâ, dokunma duyusu ile tatma duyusu arasında bir yakınlık görmüştür. Zira bu duyu da dokunma gibi çoğunlukla dilin tadılan nesneye temas etmesiyle faaliyet gösterir. Ancak dokunmada dokunan (deri) ve dokunulan nesne arasında sertlik-yumuşaklık gibi bir nitelik birliği bulunduğu halde tat almada böyle bir birlik yoktur; bu sebeple idrak, tat almayı sağlayacak özel bir organ sayesinde gerçekleşir (De Anima, s. 75).

Koklama duyusu (hâssetü’ş-şem). Bu duyu ile güzel ya da hoş olan ve olmayan çeşitli kokular algılanır. İslâmî kaynaklarda bu duyunun, beynin ön yüzünde yayılmış bulunan ve iki meme ucuna benzeyen bir çıkıntı içerisinde olduğu kabul edilir. Koku alma duyumunun nasıl gerçekleştiği hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları, organların başının beyinde bulunduğunu ve böylece onun nefes yoluyla kokuları kendisine cezbettiğini kabul ederler. Bazıları ise koklamanın, koklanan şeyin buharı sebebiyle nefesteki hava titreşimleri vasıtasıyla vuku bulduğunu ileri sürerler.

İbn Sînâ’ya göre bu duyu, nefes yoluyla içeriye alınan hava vasıtasıyla kendisine iletilen kokuyu algılar. Bu koku, ya hava ile karışık olarak bulunan buharda veya kokulu cismin bir değişime uğrayarak etkilediği havada bulunur. Gazzâlî daha ziyade ikinci görüşü tercih etmiş görünmektedir. Çünkü ona göre hava, kokuyu koklanan şeyden duyuya taşımaz; ateş ve soğuk birbirine temas ettiklerinde nasıl bir değişiklik meydana geliyorsa aynı şekilde hava ile kokunun teması sonucunda da bir mahiyet değişikliği ortaya çıkar (Meʿâricü’l-ḳuds, s. 33). Koklama duyusu hayvanlarda daha kuvvetlidir.

İşitme duyusu (hâssetü’s-sem‘). Bu duyu ile bütün söz ve seslerin algılandığı kabul edilir. İşitme duyumunun mahiyeti konusunda da farklı görüşler mevcuttur. İbn Sînâ, bunu hava titreşimlerinin kulak boşluğunda meydana getirdiği hareketle açıklar. Gazzâlî de benzer bir görüşe sahiptir. Buna göre dışarıda şiddetli çarpma ve sıkışmalar sonucu oluşan basınçlı hava dalgası, kulak boşluğunda hareketsiz ve sıkışmış olarak duran havaya ulaşınca bu havayı kendisininkine benzer bir tarzda hareket ettirir.

Kulak boşluğundaki havanın titreşmesi kulakta yayılmış olan sinirlere dokununca ses işitilmiş olur. Sesin, mahiyeti itibariyle bir tür cisim olduğunu ileri sürenler olmuştur. Bunlar, “her fail ve mef‘ulün cisim olduğu” kaidesinden hareket ederler. Bu anlayış çerçevesinde ses kendisini duymamız, işitmemiz için faaliyette bulunur; mûsiki nağmeleri bizi harekete geçirir, mûsikisi olmayan sesler sıkıntı verir. Ses harekete geçer ve yumuşak dokulara çarpar, tıpkı duvara çarpan bir top gibi tekrar geriye döner.

 Görme duyusu (hâssetü’l-basar). Cisimlere ait renk, şekil ve miktar gibi nitelikleri algılayan bu duyu, güzellik ve çirkinlik gibi estetik değerleri de algılar. Kelâmcılar, görme duyusu ile bütün varlıkları algılamanın mümkün olduğunu kabul ederken bazı filozoflar, renkli cisimlerin görüntüleri dışında bir şeyin idrak olunmadığını, Mu‘tezile’den Ebû Hâşim görme duyusu ile sadece cisimler ve renklerin, Ebû Ali el-Cübbâî ise cisimler, renkler ve tabiattaki her türlü değişmenin idrak edildiğini ileri sürmüşlerdir. Ehl-i sünnet kelâmcılarının, görme duyusunun var olan her şeyi algılayabileceği şeklindeki görüşleri rü’yetullah hakkındaki düşüncelerinden kaynaklanmaktadır. Zira onlar âhirette Allah’ın gözle görülebileceğini savunmuşlardır.

Görme duyumunun nasıl meydana geldiği konusunda değişik görüşler ortaya atılmıştır. Eflâtuncular’a göre gözden bir ışık huzmesi çıkmakta ve görülen şeylerin içine yayılmaktadır. El bedenin dışında olan bir şeye nasıl dokunuyorsa göz de aynı şekilde görülen şeye temas ederek onun görüntüsünü algılamaktadır. Aristocular ise tam tersi bir açıklama getirmiştir. Onlara göre görme olayı, ışınların gözden çıkıp görülen şeye teması ile değil görülen şeyin sûretinin saydam bir aracı vasıtasıyla göze iletilmesiyle gerçekleşir. Gazzâlî ise orta bir yol tutarak bir mütekabiliyet teorisi öne sürmüştür. Ona göre renkli nesnelerden göze bir şey ulaştığı gibi gözden de renkli nesnelere ışınlar ulaşmaktadır. Fakat ışın, yansıtma özelliği olan nesnedeki sûreti algılamak için yeni bir sûret meydana getirmektedir. Böylece görme hususi bir mütekabiliyet ve göz merceği vasıtasıyla meydana gelir.

Göz merceğinde sûret hâsıl olunca o bunu gözün ortasındaki sinire ulaştırır. Bu sinirdeki ruh, durgun suya akseden şekil gibi latif bir cisimdir. Bu ruh aldığı sûreti beynin ön tarafında göze bitişik iki kanalın buluştuğu yere iletir. Burada ortak duyu vasıtasıyla iki sûret tek sûret hâlinde algılanır (Meʿâricü’l-ḳuds, s. 34-35). Ancak konuyla ilgili asıl katkıların Gazzâlî öncesi dönemde İbn Sînâ tarafından yapıldığı belirtilmelidir. Anatomi konusunda büyük bir otorite oluşu, onun görme psikolojisinde önemli başarılar kaydetmesini sağlamıştır. Görme olayının fizyolojik optik açısından matematik temellendirilişi ise İbn Sînâ’nın çağdaşı olan İbnü’l-Heysem tarafından mükemmelleştirilmiştir (Sayılı, s. 206, 228).

İşitme ve görme duyularından hangisinin daha önemli ve değerli olduğu meselesi tartışmalara konu olmuştur. Filozoflar, işitmenin görmeden önemli olduğunu, çünkü onunla karanlıkta ve aydınlıkta altı cihetten seslerin algılandığını, buna karşılık görme duyusu ile ancak karşı yönden ve güneş ışınları vasıtasıyla uyaranların algılanabildiğini belirtirler. Kelâmcıların çoğunluğu ise görme duyusunun işitme duyusuna üstünlüğünü kabul eder; çünkü işitme yoluyla sadece sesler ve sözler idrak edilir, görme duyusu ile cisimler, renkler ve bütün görüntüler algılanır. Fahreddin er-Râzî, Yûnus sûresinin 48. âyetini tefsir ederken İbn Kuteybe’nin bu âyete dayanarak işitme duyusunun görmeden daha üstün olduğunu kabul ettiğini nakleder. Râzî gerek bu görüşü gerekse aksini destekleyen delilleri ayrıntılı olarak zikreder.

Belli şeyleri idrak eden bir duyu organının bunun dışında kalan şeyleri idrak edip etmemesinin imkânı da tartışılmıştır. Filozoflar ve Mu‘tezile bunun mümkün olamayacağını ileri sürerken Ehl-i sünnet kelâmcıları algılamayı câiz görerek bu cevazı şu görüşe dayandırırlar: Algı olayı duyuların tesiri olmaksızın sırf Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşir; böyle olunca teorik olarak bir duyu organının başka bir duyu organına ait duyumu sağlaması, meselâ gözün faaliyeti neticesinde seslerin işitilmesi gibi bir durumun yaratılması imkânsız değildir. Fakat fiilî olarak bunun mümkün olmayacağı hususunda görüş birliği vardır.

İç algı güçlerinden ortak duyunun fonksiyonları, duyu algısının gerçekleşmesinde çok önemli bir rol oynar. Aristo’nun özel ve ayrı bir duyu değil de dış duyuların ortak tabiatı olarak tanımladığı bu güç (De Anima, II, 7, 418a, 20-26; III, 1, 425a, 14-17; a.e. [trc. J. Tricot], s. 425-450), İbn Sînâ’nın kaleminde ayrıntılarıyla şekillenen felsefî İslâm psikolojisinde, beş duyunun ötesinde onlardan ayrı ve hatta onların ilkesi olan bir iç duyu olarak tanımlanmıştır. Bu duyu, beynin ön bölümünde yer alan özel bir organa sahiptir.

İbn Sînâ’ya göre ortak duyu beş duyunun yöneticisi olup bunların ortak algı merkezidir. Duyu verileri orada toplanır, orada birleşir ve oradan ayrılarak dış duyu algısını yönlendirir. Ortak duyu, aynı zamanda duyu formlarını olduğu gibi saklayıp depolayan tasavvur gücü ile bu formları alıp işleyerek hayal formlarına dönüştüren mütehayyile gücünün işe karışmasıyla çağrışım, algı yanılması, halüsinasyon, rüya gibi beş duyuyu aşan iç yaşantıların duyumlandığı güçtür. Ortak duyunun, hem duyu hem de hayal formlarının algılanmasına yönelik bu ekran özelliği sebebiyle İbn Sînâ bu gücü, Aristo’nun “hayal, tahayyül gücü” anlamında kullandığı “bantasya” (phantasia) olarak da adlandırmıştır (De Anima, 41-44, 152-153, 163-165;)

Kur’ân-ı Kerîm’de, âhiret hayatı ile ilgili olarak sıkça zikredilen cennet nimetleriyle cehennem azabı özellikle duyulara hitap etmektedir (meselâ bk. el-Bakara 2/25; el-A‘râf 7/50; İbrâhîm 14/16-17; el-Kehf 18/31; el-Hac 22/19-22; Yâsîn 36/55-57). Ehl-i sünnet’in, âhiretteki yeniden dirilmenin ruh-beden bütünlüğü içinde gerçekleşeceği görüşü esas alındığında maddî ve ruhanî lezzet ve elemlerin her ikisinin de yaşanması gerekecektir. Bu durumda, dünyada insanın sahip olduğu duyuların âhirette de varlıklarını devam ettireceği sonucuna ulaşılmaktadır.

PROF. DR. HAYATİ KÖKELEKLİ

İdrak farkına varma, tanıma, kavrama, tasavvur etme, bilme gibi zihnin çok çeşitli ve karmaşık faaliyetlerini ifade eden genel bir terimdir. Kelimenin Arapça kökü olan derk “kavuşmak, yetişmek; olgunlaşmak, nihaî sınırına ulaşmak; bir araya toplamak; farketmek, anlamak ve bilmek” gibi mânalar taşımaktadır (Lisânü’l-ʿArab, “drk” md.). Kur’ân-ı Kerîm’de idrak fiil haliyle “nihaî aşamaya gelmek” (Yûnus 10/90), “ulaşmak, yetişmek” (en-Nisâ 4/78, 100; Yâsîn 36/40), “algılamak, görmek” (el-En‘âm 6/103; eş-Şuarâ 26/61) anlamlarında kullanılmıştır. Terim olarak “bir nesneyi tam mânasıyla ihata etmek, bir nesnenin sûretinin akılda hâsıl olması, bir şeyin hakikatine ait imaj ve fikirlerin algılayanın zihninde temessül etmesi” şeklinde tanımlanmaktadır. Eğer idrak, olumlu veya olumsuz hiçbir yargı ihtiva etmeden yalnızca zihinde oluşan imaj ve kavramları ifade ediyorsa tasavvur, onlar hakkında bir yargıyı da beraberinde taşıyorsa tasdik adını almaktadır (et-Taʿrîfât, “el-İdrâk” md.; Tehânevî, I, 484).

İslâm düşünürleri idrake, algılama ve bilmenin her türünü içine alacak bir genişlikte yer vermişlerdir. Modern psikolojide “duyumlar” ve “idrak” başlığı altında incelenen konuları da ihtiva edecek şekilde insanın nasıl düşündüğünü ve nasıl bildiğini açıklamaya çalışan Ortaçağ İslâm psikolojisinde idrak kavramı zihnî faaliyetin her aşaması için kullanılmıştır. Fonksiyonları itibariyle nebatî, hayvanî ve insanî olarak tasnife tâbi tutulan nefiste idrak gücü, geleneksel izaha uygun biçimde muharrik güçle birlikte hayvanî fonksiyonlar seviyesinde yer almaktadır.

Dolayısıyla aklın devrede olmadığı idrak türlerinde insan ve hayvan ortaktır. “Müdrike” adını alan idrak gücünün organ ve meleke kadrosu beş duyudan ibaret dış idrak güçleriyle hiss-i müşterek, hayal (musavvire), müfekkire (hayvanî nefis söz konusu olunca mütehayyile), vehim gücü ve hâfıza (zâkire) denen beş iç duyudan meydana gelmektedir. Bütün bu fonksiyonlar, insanı hayvandan sadece derece itibariyle değil mahiyet açısından da ayıran aklın tasarruf ve yönetimi altında aklî idrakin yani bilme hadisesinin psikolojik malzemesini oluşturur. Buna göre dış dünyadaki nesnelerden etkilenen duyu organlarından her biri aldığı izlenimleri tek tek ortak duyuya iletir. Ortak duyu bu verilerin topluca algılandığı merkezdir.

Dış duyuların idrakine “ihsas” (duyum) denir. Bir etkilenmenin sonucunda oluşan ihsas mevcut nesneyi, ondaki nasıllık, nicelik, yer ve durum gibi özel görünüşleri içinde topluca algılamaktır. Hayal gücü ise ortak duyudaki duyu formlarının nesneden bağımsız olarak yeniden idrak edildiği ve başka melekelerin işleyişine sunulmak üzere tutulduğu merkezdir. Mütehayyile denilen asıl hayal gücü bu formların alınıp işlenmesinde aracı rolü üstlenmiştir. Vehim gücü de duyu formlarındaki yararlı-zararlı, haz ve elem gibi cüz’î anlamları idrak eder ve bu anlamlar hâfızada toplanır. Şu halde idrak olayı ortak duyuda hissî, hayal veya musavvirede hayalî, vehim gücünde de vehmî bir karakter taşımaktadır.

Bunların üstündeki aklî idrak seviyesinde ise tahayyül fonksiyonu aklın aktif yönetimine girer ve mütehayyile gücü müfekkire adını alır; onun fonksiyonu düşünmedir. Düşünme, maddî bağlantılarından henüz kopmamış hayal formlarının küllî ve soyut kavramlara ulaşacak tarzda kullanılışı ve küllî bilgiye yöneliştir. Bu yönelişin aklî istidlâle ait şartları yerine getirmesi ve asıl soyut gerçeklerle buluşması durumunda aklî idrak yani bilme meydana gelir.

İster hissî ister aklî olsun mahiyeti bakımından idrak, idrak edilen şeyin sûretini, kopyasını almaktır; algılanan şey dıştaki hakikat değil onun hisseden duyu organında meydana gelen bir benzeridir. Hissedilen şeyin şuurda anlam kazanması, ancak duyu organınca algılanması ve onda iz bırakması ile olur. Akıl ile kavranılan şeyler için de durum aynıdır. Akledilir şey (mâkul), nefiste imajı oluşan hakikatin benzeridir (İbn Sînâ, en-Necât, s. 168; Gazzâlî, Meʿâricü’l-ḳuds, s. 66). Sonuçta her idrak bir soyutlama işlemidir. Bu işlem duyum idrakleriyle başlar ve derece derece yükselerek aklî kavramların oluşmasıyla en yüksek noktasına ulaşır. Sûretin maddeden ve maddî ilişkilerden tecrit edilmesi için dış ve iç duyuların faaliyetlerine ihtiyaç vardır (İbn Sînâ, en-Necât, s. 169; a.mlf., Avicenna’s de Anima, s. 58-59). 

Aklî idrak dışındaki idrak türlerinin hepsi için madde ve maddî ilintilerin varlığı gereklidir, ancak bunlarda tam soyutlama yapılamaz. Aklî idrak ise tam ve mükemmel bir soyutlamadır. Akıl şahıslara göre değişmeyen küllî mânayı idrak eder. Nesnenin varlığının hazır veya gaip, uzakta yahut yakında olması durumu değiştirmez. Akıl fizik ve metafizik âleme nüfuz eder ve bunlardaki gerçekleri çekip çıkarır, soyutlar. Eğer idrak edilen şey tamamıyla mânevî bir özellikte ise Gazzâlî’ye göre onu soyutlamaya ihtiyaç duymaksızın da idrak edebilir (Meʿâricü’l-ḳuds, s. 68). Bu aşamada Gazzâlî, aklî idrakten sonra zevke dayalı tasavvufî idraki söz konusu etmektedir. Gazzâlî, nebevî hakikatlerin aklı aşan bir boyutunun bulunduğunu ve bu boyutun ancak tasavvufî zevk vasıtalarıyla idrak olunabileceğini söyler (el-Münḳıẕ mine’ḍ-ḍalâl, s. 72-83).

Günümüz psikolojisinde bütün ayrıntılarıyla incelenen, idraki tayin eden yapı ve fonksiyonel faktörlerin varlığı yüzeysel ve basit de olsa müslüman düşünürlerce farkedilmiştir. İbn Sînâ, dikkat hallerinin bilgi edinmedeki seçici rolü üzerinde dururken (Avicenna’s de Anima, s. 170-171) Muhyiddin İbnü’l-Arabî, hızla döndürülen bir ateş parçasının bütün bir daire ya da düz çizgi şeklinde algılanmasını duyu organlarından bağımsız olarak hareketin süratine bağlayıp açıklamıştır (el-Fütûḥât, III, 138). Aynı zamanda İbnü’l-Arabî, duyum ve idrakin değeri konusunda bütün İslâm kültür çevresine mal olmuş bulunan görüşleri dile getirir. Buna göre duyunun idrak ettiği şey doğru ve gerçektir, yanılma hüküm veren akla aittir. Duyu asla yanlışlık yapmaz. Akıl da idrak ettiği şeyde kesinlikle hata etmez; yanılma hükümde olur (a.g.e., II, 395, 397).

PROF. DR. HAYATİ KÖKELEKLİ

Peki, insanı en çok hangi duygu üretken yapar?

İnsan yaptığı işi seviyorsa üretkendir. İn­san yaptığı işi yaparken akış duygusuna kapılı­yorsa üretken bir hayat sürdürüyor. Yaptığı işin anlamlı bir iş olduğuna inanan insanlar, fayda­lı olma bilinciyle üretken olabilirler. En temel şart, insanın hayatı ve yaptığı işi sevmesidir.

Hüzün ve keder ilişkisini konuşmak iste­rim. Arasında nasıl bir fark var?

Hüzün, bir misafir gibidir ara ara gelir ve gider. İçimizin en tenha köşeleriyle bizi buluş­turur. Hayatın gelip geçiciliğini hissettirir. O an için hayattan çok büyük bir neşe duymayız ama bazı şeyleri de daha derinlemesine yaşarız. Klinik depresyon, çok ağır mutsuzluk halidir. Bu durumda hayat durmuştur ve kişi etrafında güzel şeyler olsa da hiçbir şeyden lezzet almaz hale gelir. Hüzünlü insan ise hayattan lezzet alır

Bu durum melankoliye benziyor mu?

Melankoli daha depresif bir durumdur. Eskiden melankoli, hüzünlü halleri tasvir et­mek için kullanılmıştır. Günümüzde melankolik depresyon dediğimiz zaman klinik düzeyde bir depresyonu anlıyoruz. Dolayısıyla hüznü tedavi etmeyelim ama depresyonu gördüğümüz yerde iyileştirelim. Onun insanları felç etmesine izin vermeyelim. Hüzün, insanın derinleşmesine yol açtığı için üretkenliği de arttırabilir.

PROF. KEMAL SAYAR

PROF. KEMAL SAYAR / “Mutluluğun Bilimi” / Ankara Palas Buluşmaları


Günümüzde insanlar genelde mutsuzluk­tan dert yanıyor. Sizce neden mutsuzuz?

İnsanlar anlam duygusunu kaybettikleri ve neden yaşadıklarını bilmedikleri için mutsuzlar. Materyal zenginliğin ortasında ruhlarıyla baş başa kalamadıkları için Yaratıcıyla gerçek ve içten bir iletişim kuramadıkları için mutsuzlar. İnsanlar, sosyal ilişkiler yıprandığı ve birbirleri­ne artık çare olamadıkları için mutsuz. Modern çağda mutsuzluğun en temel sebebinin, anlam kaybı ve toplumsal olanın kaybı olduğunu söy­leyebiliriz.

Uzmanlar genelde anksiyetenin modern toplumun hastalığı olduğu görüşünde. Sizin bu konuda yorumunuz nedir? Sizce bu has­talık neden artıyor?

Anksiyete durumu, belirsizlikle ortaya çı­kan bir durumdur. İnsanlar gelecekten emin olmadıklarında ve geleceğin neler getireceğini çok iyi tahmin edemedikleri zaman anksiyete sorunu yaşayabiliyorlar. Tabii bir de her şeyi kontrol etme istediğimizden kurtulmamız la­zım. Hayat kendini kolaylıkla ele veren bir du­rum değil, hayatta her şeyi tam manasıyla kont­rol edemeyiz. Modern dünya biraz da kontrol isteği üzerine kurulmuştur. Her şeyin elimizin altında kurulmasını bekliyor ve hayatı uzaktan kumanda ile kontrol edebileceğimizi zannediyo­ruz. Bu yanıltıcı bir düşünce; eğer insan her şeyi kontrol edebileceği düşüncesinden sıyrılırsa, anksiyeten kurtulur diye düşünüyorum.

İnsanlar sosyal medya üzerinden her anını paylaşıyor. Mutlu olmasalar da çok mutluymuş gibi davranıyorlar. Bir psikiyatrist olarak in­sanların sosyal medya ile ilişkisini nasıl değer­lendirirsiniz?

Sosyal medya insanların çok kolaylık­la –mış gibi davranabildiği bir mecra. Orada olduğumuz gibi değil, olmak istediğimiz gibi davranıyoruz. Aslında kişiliğimizde göstermek istediğimiz tarafları yansıtıyor ya da kendi kişi­liğimizi cilalatıp parlatıyoruz. Kimlik egzersizi gibi herkes kendinin ne olabileceğini biraz ora­da göstermeye çalışıyor. Kendimize ait hayal­lerimizi, ümitlerimizi ve beklentilerimizi oraya yansıtıyoruz. Göründüğümüz kadar var olduğu­muzu zannettiğimiz bir çağda yaşıyoruz.

Sosyal medyada giderek artan şiddet eği­limleri de var. Herkes herkesin alanına çok kolay müdahale edebiliyor. İnsanlarda artan şiddet eğilimini nasıl yorumlarsınız?

İnsan görmediği zaman bir başkasına çok kolay düşmanlık geliştirebilir; gözlerine baktığı kişiye ise çok kolay şiddet uygulayamaz. Oysa sosyal medyada aynı futbol tribünlerinde ol­duğu gibi insanlar anonimlik zırhının arkasına saklanıp çok kolay nefret ve öfke hareketlerine savrulabiliyor. Burada birkaç faktör var. Birisi anonimlik zırhı; binlerce ya da on binlerce in­sanın içerisinden sahte bir isimle fark edilme­yeceği düşüncesi bizi daha kayıtsız davranma­ya yönlendiriyor. Bir diğeri ise internet ortamı; burası dürtüselliği çok kışkırtan bir ortam yani aklımıza geleni çok hızlı eyleme dönüştürebili­yoruz. Normalde yüz yüze olduğumuz ve öfke­lendiğimiz insana karşı duygularımızı tutarız; hemen ifade etmeyiz, daha sakınımlı davranırız. Oysa internet ortamında çok hızlı ve dürtüsel bir şekilde ve düşünmeden fevri olarak hareket edebiliyoruz. Bu da öfke söylemlerini artırıyor.

Peki, mutluluğun psikolojide karşılığı ne­dir? İnsanlar nasıl mutlu olabilir?

Mutluluk, yetinmeyi bilmekle olur. Mutlu­luk, andan zevk almayı bilmekle olur. Mutluluk, dostlara yeterince zaman ayırmayı başarmakla olur. İnsan sevdiklerine iyi zaman ayırırsa, sev­diklerini yeterince severse, sosyal ilişkilerini derin ve geniş tutarsa, mutlu olma ihtimali ar­tar. Mutluluk, insan bir anlam duygusuna sahip olduğunda olur. Niçin yaşadığını, hayatını ne­yin aydınlattığını bilirse insan daha fazla mutlu olacaktır. Bu dünyada neden var olduğu bilinci, mutluluğa götürür.

Kitaplarınızda genelde “Merhamet” duy­gusu üzerine yoğunlaşıyorsunuz. Peki, neden “Merhamet” duygusu?

Günümüzde en temel meselenin merha­met olduğunu düşünüyorum. İnsanlar birbirine karşı çok kırıcı ve acımasız. Merhamet duygu­sunun ilköğretimden başlayarak okullarda bir ders olarak okutulması lazım. Çocuklara cana kıymanın kötülüğünün en başta öğretilmesi ge­rekiyor. Bugün dünyada büyük bir mülteci krizi ve bununda merkezinde yine merhametsizlik var. Mülteciler gittikleri her yerde güzel karşı­lanmıyor. Çok acımasız muamelelere maruz kalabiliyorlar. Bütün bunlar toplumda en büyük meselemizin empati ve merhamet olduğunu dü­şündürüyor.

Eğer Allah’ın nimetlerini sayacak olsanız, onu hesaplayamazsınız. Kuşkusuz, Allah, Çok Bağışlayıcı’dır, Rahmeti Kesintisiz’dir.

Nimet nedir? Dünya ve ahiretimize faydalı olan her şeydir. Sadece dünyamıza faydalı, ahiretimize zararlı şeyler ise nimet değil eziyettir. Ahirete hiçbir yararı olmayan dünya nimetine nimet denilmesi hatadır. Dünyada ancak cennete vesile olan şeyler gerçek anlamda nimettir. Allah’a ibadet etmeyi sağlayan imkânlar, muhtaçlara Allah rızası için verilenler ve Allah için ilim öğretmek gibi…

İnsan kendisine ve çevresine baktığında, kendisinin hiçbir katkısının olmadığı pek çok nimeti görebilir. Yeryüzünde verilen imkânlar; mal, mevki, anne baba, eş, evlat, akraba bunlardandır. Melekler, günler, aylar, yıllar, güneş, ay, yıldızlar, geçim vasıtaları, ulaşım araçları, evler, bahçeler, denizler, nehirler, dağlar, taşlar, bulutlar, yağmurlar, bitkiler, sebzeler, meyveler, türlü türlü hayvanlar ve onlardan yararlanma yolları gibi saymakla bitiremeyeceğimiz nimetlerin hepsi Allah Tealâ’nın lütfundandır. Bunlar, sürekli gördüğümüz için körleştiğimiz ya da gözümüzde sıradanlaşan nimetlerdir.

İnsanın yaratılışı, el, ayak, göz gibi sahip olduğu mükemmel organlar; görme duyma, koklama, tatma, dokunma, irade, idrak, zekâ, nefs, akıl, kalp ve ruh bize emanet edilen büyük nimetlerdir. İnsanların bu nimetlerin farkına varması ve şükretmesi gerekir. Allah Tealâ insanlardan bunu istiyor.

Yediklerimiz ve içtiklerimiz her gün tattığımız nimetlerdendir. Yemekten sonra hamd ederiz. Çünkü Allah Tealâ: “Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin en temiz olanlarından yiyin, Allah’a şükredin, eğer gerçekten ona kulluk ediyorsanız…” (Bakara 172) buyurur. Efendimiz s.a.v. de: “Allah Tealâ, kulunun bir şey yedikten, bir şey içtikten sonra hamd etmesinden hoşnut olur.” buyuruyor. (Müslim, Zikir, 89)

İnsan susuz kalsa bir bardak su karşılığında ne isteseler verir. Bir bardak su için çok şey verebilen insan, su içinde boğulmak üzere olsa ve kurtarılma karşılığında servetini isteseler, bir nefes alabilme uğruna servetini verir. O bir nefes olmasa diğer bütün nimetler boşa gider.

Şükründen gafil olduğumuz bütün nimetler vebaldir. Gölde boğulmak üzere olan birini birisi kurtarsa ya da kazada yaralanan birini hastaneye yetiştirse, kurtulan kişi kurtarana “hayatımı sana borçluyum” der, ömür boyu minnet duyar. Birkaç nefeslik yardım bile hayat boyu minnete vesile olurken, hayatımız boyunca bize her gün her an nefes alıp verdiren Cenab-ı Hakk’a minnet duyulmaz mı? Şu halde sadece nefes nimeti bile şükrü ödenemeyecek bir nimet olarak kaşımızda durmuyor mu?

Bir gün yaşlı bir adam aniden hastalanır, hastaneye kaldırılır. Gerekli muayeneler yapıldıktan sonra oksijen bağlanır. Beş günlük tedavinin ardından yaşlı adam kendine gelip canlanır. Nihayet taburcu olurken, hastane masrafları için beş bin liralık fatura önüne konulur. Adam “Ne yaptınız ki bu kadar para istiyorsunuz?” diye sorar. Derler ki “Amcacığım, sana beş gün boyunca oksijen verdik.” Adam ağlamaya başlar. “Üzülme amca, paran yoksa taksitle de ödeyebilirsin.” diye teselli etmeye çalışırlar. Yaşlı adam; “Hayır, param da var kartım da… Ödeme sorun değil.” der. Görevliler şaşırır. “Peki, sorun ne?” diye merak ederler. Bunun üzerine yaşlı adam şöyle der: “Siz benden beş günlük oksijen için beş bin lira istiyorsunuz. Rabbim bana yetmiş beş yıldır oksijen veriyor. Ben bunun hesabını nasıl öderim!”

Hamd ve şükürle ödeyebiliriz belki.

İnsanın Anlam Arayışı 

Başında kölelerine yelpazeler sallattıran Roma imparatoru evimizdeki, iş yerimizdeki klimaları göremedi. Etrafındakilerin imrenerek baktığı cam kavanozlarda soğuk su içen Bizans Kralı, buzdolaplarımızdaki suyu tatmadı. İran Kisrası’nın koltukları bizim koltuk takımlarımız kadar rahat değildi. Padişahlar şofben veya doğal gaz kombilerimizi görseler ne derdi? Önceki asırlarda aylarca süren yolculuktan sonra hacca gidebilen hacılar, artık klimalı uçaklarla birkaç saatte kutsal topraklara varabiliyor. Fersah fersah yollar kısa sürede katedilebiliyor. Klimalı otellerde konaklanıyor. Arafat’ta bile klimalı çadırlarda vakfe yapanlar var. Hâlâ bazı insanlar kanaat edemiyor.

Kralların, padişahların akıllarına bile gelmeyen nimetler içinde yaşıyoruz. Evlerimizde yok yok. Çamaşır ve bulaşık makinelerinden tutun, suyumuzu soğutan, yemeklerimizi saklayan buzdolapları artık sıradan ev eşyası. Yaz kış meyve sebze yiyebiliyoruz. Bunca nimetler içinde yüzerken nefsimiz hep fazlasını arıyor. Onlarca çeşit yiyeceğimiz giyeceğimiz varken aç ve açıkta kalacakmışız endişesine kapılıyoruz. Bu şükürsüzlük içinde nimetler çoğalırken gönlümüz daralıyor. İnsanlar kanaati gitgide kaybediyor, daha fazlası için azgınlık ve kavga büyüyor.

Şükür bir imtihandır. Hayatımızda şükür imtihanı da var, sabır imtihanı da. Allah bazen darlık verir, sabır ister. Bazen bolluk verir, şükür ister. Bazen hastalık, bazen sağlık verir. Buharî ve Müslim’de geçen uzunca bir hadis-i şerifte bir cilt hastasının, bir kelin, bir de körün ibret dolu hikâyeleri ve şükür imtihanları anlatılır. Bu üç kişi hastalıktan sonra kendilerine sağlık ve mal verilmiş kişilerdir. Fakat ikisi şükür yerine geçmişi unutup Allah Tealâ’ya nankörlük eder. Sonuçta bu üç kişiden sadece kör olanı imtihanı kazanır.

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de İbrahim a.s., Nuh a.s. ve Davut a.s.’ın şükründen bahsederken, Kalem suresinde “bahçe sahipleri”nin nankörlüğü ve helakini haber verir. Yine Kasas suresinde Musa a.s.’ın amcaoğlu Karun’un büyük zenginliğine rağmen şükürsüzlük edip nimeti kendinden bilmesi, böylece nankörlük etmesiyle kötü akıbeti bildirilir.

Şükür, hayattaki güzellikleri görebilmektir:

Şehirde bahçeli bir villada yaşayan zengin bir adam, çocuğunu bu zenginliğin kıymetini anlaması için köyüne götürür. Çocuk akşam eve dönerken; “Babacığım çok teşekkür ederim, ne kadar fakir olduğumuzu anladım.” deyince şaşırır. “Nasıl yani?” deyince oğlu der ki: “Babacığım, bizim bahçemizde birkaç ağaç varken köydekilerin ormanı var. Bizim birkaç sokak lambamız varken, onların sayısız yıldızı ve dolunayı var. Bizim birkaç metrekare havuzumuz varken onların upuzun dereleri var. Bizim bir bekçi köpeğimiz varken onların onlarca köpekleri var. Fakirliğimizi ve dünyadaki zenginlikleri gösterdiğin için teşekkürler.”

Ya Rabbim Beni Bana Bırakma

Ahlâkı bozuk insanlar şükürden kaçarlar. Günümüzde şükürsüzler çoğalmaktadır. Şükredenler ise azdır; gittikçe de azalmaktadır. Zaten Rabbimiz “Beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin ve nankörlük etmeyin.” (Bakara 152) ayet-i kerimesiyle şükretmemizi emretmesine ve nankörlük etmememiz hususunda uyarmasına rağmen “Şüphesiz Rabbin insanlara karşı lütuf sahibidir, fakat insanların çoğu şükretmezler.” (Neml 73) buyurarak, insanların çoğunun şükretmediğini bildiriyor. Günümüzde bazı kimselere şükürle, kanaatle ilgili nasihat edilse, “İnsanların çoğu böyle yapıyor, böyle yapan tek ben değilim ki!” diyerek karşılık verir. Fakat Kur’an-ı Kerim’de insanların çoğunun inanmadığı da belirtiliyor. İnanmayanın şükrü de olmaz. Bu yüzden şükreden azdır. Allah’a inanan kişi onlar gibi şükürsüz yaşamamalıdır.

Bugün etrafımıza baktığımızda ayetlerin tezahürü açıkça görülür. İnsanı yaratan Allah, elbette insanı daha iyi biliyor. Kur’an-ı Hakim’de insanların çoğu için O şöyle buyurur: “İnsanların çoğu inanmaz.” (Raad 1), “İnsanların çoğu şükretmez.” (Bakara 243). Yine insanların azı içinse “Zaten onunla beraber inanan pek azdı.” (Hud 40) ve “Şükreden kullarım azdır.” (Sebe 13) buyuruyor. “Şükürsüz ve kanaatsiz olan bir ben değilim, insanların çoğu böyle yapıyor” diyenler bu ayetleri bir kez daha düşünmelidir.

Çoğunluğa mı uyacağız, Hakk’a ve hakikate mi? Peygamberimiz s.a.v. Hira’da tek kişi olarak vazifeye başlamıştı. İlk inananlardan Hz. Ebubekir r.a. o andaki çoğunluk olan müşrikleri değil, hakkı seçti. Biz de sayısal çoğunluğa değil, Hakk’a iman ediyoruz. Hakk’a uyuyoruz. Bir şeyin hakikat oluşu ona inananların sayısıyla değil, gerçek olup olmadığıyla alakalıdır. Müslüman, hakikat ehli az da olsa, Hz. Ebubekir r.a. gibi bu azlardan olmaya çalışmalıdır.

Nimete karşı şükürsüzlük inkâr ve nankörlüktür. Nankörlük küfür demektir. Küfrün bir anlamı imansızlıkken bir diğer anlamı da nankörlüktür. Hakk’ı inkâr edenler kendilerine hayat veren ve dünyadaki her şeyi bahşedeni tanımadıkları için nankördür. Bu nankörlüklerinden dolayı kendileri için kâfir kelimesi kullanılır. Arapçada inkâr ve nankörlük edenlere “kâfir”, şükredenlere de “şâkir” denir.

Günümüzde hızlıca zengin olma, asla elindeki ile yetinmeme, kısa yoldan köşeyi dönme anlayışı rağbet görüyor. Nimetin kadrini bilenler azalıyor, bilmeyenler çoğalıyor. Fakir fukarayı düşünmeyen müslümanları görmek, İslâm ahlâkından ne kadar uzaklaşıldığını anlamak için çevremize şöyle bir göz atmak yeterli. Çünkü şükürsüzlük insanları bencilleştirdi. Bencil insan gelecek kaygısı ile sadece kendisi için biriktirir. Şâkir paylaşırken, nankör yardımlaşmaktan çekinir. Nankörlük huyu insanı tüketir ve ceza olarak yeter. Şükür insanı Rabbi ile, kaderi ile, kendisiyle barıştırıp ayakta tutarken, nankörlük insanı yakar, yıkar.

Kâinatın hikmetini ve insanın mahiyetini kavrayabilmek şükürle mümkündür. Allah Tealâ Kur’an-ı Kerim’de, “Andolsun ki biz Lokman’a ‘Allah’a şükret’ diyerek hikmet verdik.’’ (Lokman 12) buyurur. Ayet-i kerime şükredene hikmet verileceğini beyan eder. Bu hikmetle kişi Allah Tealâ’nın dünyada kahır suretinde görünen tecellilerini lütuf olarak idrak eder. Hacı Bayram Velî k.s.’nin: “Hoştur bana senden gelen / Ya gonca gül yahut diken” demesi bu tecellileri fark ettiği içindir.

İnsanların büyük kısmı kahır içindeki lütfu veya lütuf içindeki kahrı ancak zamanla ve kendisi için büyük hadiselerin yaşanmasıyla görebilir. Avam kısmına düşen, doğrudan nimet tezahürü karşısında şükür, kahır tezahürü karşısında sabırdır. Manen seçkin (havas) kullar için ilahî tecellilerin hepsinde durum aynıdır. Rabbine karşı tavrı değişmez. Onlar bilir ki kahır içinde hamd halinin devamı, daha büyük kahırlardan muhafaza ettiği gibi onun lütfa dönüşmesine de vesile olur.

Hz. Peygamber s.a.v. her tecelli karşısında, “Elhamdü lillâhi alâ külli hâl: Her durum için Allah’a hamd olsun!” ifadesinin zikredilmesini tavsiye ve telkin buyurmuşlardır. Bu hale ulaşamayanlar, gafletleri sebebiyle kadere karşı bir nevi tavır almış olurlar. Elbette hamde vesile bu her durumun iki istisnası vardır: Küfür ve dalâlet… Bu durumda şöyle demek lazımdır: “Elhamdü lillâhi alâ külli hâl, sive’l-küfri ve’d-dalâl: Küfür ve sapkınlık hariç, her durum için Allah’a hamd olsun.”

Kahır suretinde görünen lütfa misal olarak Hz. Yakup a.s. ve Hz. Yusuf a.s.’ın başına gelen tecelliler ve Hudeybiye Antlaşması zikredilebilir. Lütuf suretindeki kahra gelince, buna da Hud a.s.’ın kavmi olan Âd’ın hali açık bir misaldir. Onlar, gökyüzünü kaplamış ve azap olarak gönderilen bulutları gördüklerinde, yağmur yağacak, diyerek sevinmişlerdi. Fakat yağmur yağmamış ve Âd kavmi fırtınaların arasında helak olmuştur.

Dünya nimetlerine aldananlar, lütuf görünümlü azaba uğradıklarını ahirette anlayacaklardır. Dünyada sıkıntı çeken müminler de kahır görünen lütufları cennette yakînen göreceklerdir inşallah.

Ayrıca Rabbimiz İbrahim suresi 7. ayette: “Yemin olsun, şükrederseniz elbette nimetinizi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok çetindir.” buyurmaktadır. Şükür nimetleri artırır, Allah’a ulaştırır. Ayrıca insanı zâhiren ve bâtınen zenginleştirir, ahlâkı güzelleştirir.

Şükretmek onurlu bir tavır, her türlü ruhî sıkıntıya ilaç ve mutluluğun anahtarıdır. Şükredenler cömert, mütevazi, affedici, yapıcı, olgun, olumlu, iyimser ve kolay çözüm yolu bulan pozitif insanlardır. Şükreden, nimetin Allah Tealâ’dan olduğunu kalbiyle kavrar, sonra diliyle O’nu yüceltir ve O’nun fazl u keremini güzel bir edeple karşılar. “Verdiğin ve vermediğin her şeye şükürler olsun. Hak etmediğim halde ihsan ettiğin nimetini aldım. Kabul ettim. Razıyım. Mutluyum. Sana hamd ü senalar olsun Allahım” der.

Yalnızca dil ile yapılan şükür alt seviyede bir şükürdür. Bir üst derecedeki şükür, her nimetin şükrünü, kendi cinsinden bir amelle yerine getirmektir. Mesela âlimlerin şükrü ilmiyle amel etmek ve başkalarına da öğretmektir. “Allah sana nasıl ihsan etmişse, sen de öylece ihsan et.” (Kasas 77) ayeti mucibince zenginlerin şükrü yardım ve infaktır. Güzel ahlâk sahibinin şükrü kendisindeki bütün güzelliklerin Rabbinden geldiğini idrak etmek ve etrafına güzel örnek olmaktır. Seyr u sülûk ehlinin şükrü de tâbi oldukları mürşid-i kâmilin terbiye metotlarına uymaları, haram ve helale dikkat ederek hedefe vasıl oluncaya kadar azimle çalışmaları ve maneviyat yoluna zarar verecek her şeyden sakınmalarıdır.

Sıhhatin şükrü, sağlıklı bedenini Allah Tealâ’ya itaatte kullanmaktır. Hastaların ve fakirlerin şükrü sabırdır. İçinde bulundukları halin bu dünyada geçici bir imtihan için verildiğini idrak ederek teslimiyet ve rıza halinde yaşamaktır. Sabırlı fakirler ile şükür ehli zenginler ilahî rızada aynıdır.

Görüldüğü üzere dil ile şükürden sonraki şükür, ibadetleri yerine getirip haramlardan uzak durarak Allah Tealâ’ya itaat halinde bulunmaktır. Her nimetin hakkını vermektir. Nihayetinde gerçek şükür, şükürden bile aciz ve noksan olduğunu itiraf edebilmektir.

Şükür Nimeti Değil Nimeti Vereni Görmektir | Gönül Sadası

Allah Tealâ, “Şükredenlere ise muhakkak mükâfat vereceğiz.” (Âl-i İmran 145) ve “Şükreder ve inanırsanız Allah sizi niye azaba uğratsın?” (Nisa 147) beyanlarıyla şükrün mükâfata vesile olduğunu ve azabı engellediğini müjdelemekte. Ayrıca şükür, tıpkı zikir ve fikir gibi mübahları sevaba çeviren bir ibadettir. Mesela su içmek mübah bir iştir. Yani sevabı veya günahı yoktur. Fakat suyun hikmetlerini düşünen, suyu vereni zikreden, yani besmele ile suyu içtikten sonra şükreden kul, mübah olan bir işi mükâfatı olan bir ibadete dönüştürmüş olur.

Şükür Allah’a teşekkürdür. En çok teşekkür kime yapılır? Elbette en çok iyilik yapana. Bize en çok iyiliği yapan elbette Allah Tealâ’dır. Annemiz, babamız, eşimiz, çocuklarımız, dostlarımız gibi bize ikram edeni severiz. Kimden iyilik görürsek ona teşekkür eder, onu anar, ona muhabbet besleriz. Bize en çok iyilik ve ikram edenin Allah Tealâ olduğunu da unutmamalıyız. O’nu anmalı, O’na muhabbet beslemeli ve şükretmeliyiz.

Şükür ve teşekkür ederken sıralamaya dikkat etmek gerekir. Başta Âlemlerin Rabbi’ne hamd ve şükredilir. Sonra teşekkür mahiyetinde Efendimiz s.a.v.’e salât u selam getirilir. Bize Rabbimizi tanıtan peygamberler ve Allah dostları, Allah’tan sonra en çok iyilik gördüklerimizdir. Onlar vesilesiyle Rabbimizi tanır, rızasını kazanırız. Cennete vesile oldukları için onlara da teşekkür etmeliyiz.

Allah’a hamd, Rasulü’ne salât O’nun emri olduğu gibi “Bana ve anne babana şükret.” (Lokman 14) ayet-i kerimesinde buyurulduğu üzere dünyaya gelmemize vesile olan anne babamıza teşekkür etmek de O’nun emridir. Hatta mümin, tüm iyilik sahibi insanlara teşekkür etmelidir. Bize iyiliği dokunan insanlara teşekkürün Allah’a şükür olduğunu unutmamalıyız. Peygamberimiz s.a.v., “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmiş olmaz.” (Tirmizî, Birr ve Sıla 35) buyurmaktadır. Allah dostlarına, âlimlere, yöneticilere teşekkür gibi bize iyiliği dokunan herkese teşekkür, Allah’a şükür sayılır

Elbette insanlara teşekkür ederken bütün iyiliklerin Allah Tealâ’dan olduğunu hatırlayarak, “Size ulaşan her nimet Allah’tandır.” (Nahl 53) ayet-i kerimesi mucibince nimetleri O’ndan bilmelidir. Rabbini unutup çıkarları için sadece insanlara teşekkür edenlerin, nimeti O’ndan bilmeyenlerin övgüsü yalan ve dalkavukluktan ibarettir, menfaat teşekkürüdür.

Hamd ve şükür birbirinin yerine kullanılabilen yakın anlamlara sahip kavramlardır. Hamd, bir nimete karşı ya da karşılıksız yapılırken, şükür genelde nimetten dolayı yapılır. Hamd, lütuf ve kahrın hepsinde olur. Her durumda Allah’a hamd edilir. Hamd ile kahır da lütuf da hoş görülürken; şükür sadece lütufla olur. Kısaca hamd hikmet gereği genel olarak, şükür nimet gereği özel olarak yapılır.

Âlimlerimizden Râgıb el-İsfahânî rh.a.’e göre nimeti vereni övgüyle anmak, “elhamdülillah” demek veya “Allahım sana şükürler olsun demek” dille şükürdür. Nimeti hatırda tutarak onu verenin Allah Tealâ olduğunu unutmamak kalp ile şükürdür. Nimet sahibine layık olduğu şekilde ibadetlerle karşılık vermek ise bedenle yapılan şükürdür. Yine el-İsfahânî’ye göre kendinden üstün olana şükür, hizmetle, övgü ve dua ile yapılır. Aynı seviyede olana iyilikle karşılık vererek, aşağı seviyede olan birisine ise onu ödüllendirerek şükür gerçekleşir.

Şükür ve aynı kökten gelen kelimeler Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde geçer. Dilimizde de şükürle ilgili birçok deyim vardır. Mesela eskiler, servetini Allah Tealâ’nın rızası için sarf eden zenginleri ifade etmek üzere “ağniyâ-i şâkirînden olmak” tabirini kullanırmış. Bugün de “şükran borcu” ifadesiyle gördüğümüz bir iyiliğe karşı teşekkürün borç olduğunu hatırlarız. Bir nimete eriştiğimizde yaptığımız “şükür secdesi”yle Efendimiz s.a.v.’in bir sünnetine uyarız. Ramazan bayramının diğer adı “şeker” değil, “şükür bayramı”dır. Belki çocukların marifetiyle şükür zaman içinde şekere dönüşmüş. Şükür kelimesinin böyle türlü şekillerde dilimizde yer edinmesi, gönlümüzde de yer edinmesine bir yol açar.

Gönülde yer eden şükür ve hamd, Allah Tealâ’yı yüceltmektir, övmektir, anmaktır, zikretmektir. İyiliğe saygıdır. Hürmettir, minnettar olmaktır. Geçmişi mutluluk, geleceği umuttur. Tıpkı zikir gibi hamd ve şükür de kalbin şifasıdır. Nimeti veren Yüce Mevlâ’yı anarak nimete ulaşma mutluluğunu açıkça dile getirmektir. Duadır, iyiliğe vefadır. Nimette Rabbimizi görmek, O’na kulluk ve itaattir. Bununla ilgili olarak Kuşeyrî Risalesi’nde geçtiği üzere Ebu Bekir Şiblî k.s. der ki: “Şükür, sadece nimeti görerek körleşmek yerine, nimeti vereni de görmektir.”

Acılarımızı Yönetmek – Mustafa İslamoğlu

RAHMAN RAHİM OLAN ALLAHIN ADIYLA 

Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez. Herkesin yaptığı iyilik lehine, kötülük de aleyhinedir. “Rabb’imiz! Unutur veya yanlış yaparsak, bizi sorumlu tutma. Rabb’imiz! Bize daha öncekilere yüklediğin gibi zor şeyler yükleme. Rabb’imiz! Bize gücümüzün üzerinde bir sorumluluk yükleme. Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen, Mevlamız’sın. Gerçeği yalanlayan nankörler toplumuna karşı bize yardım et. Bakara 286

Rasyonel Düşünce ve Kur’an-ı Kerim (Akıl ve Din) – Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün | HD

Kur’an; Allah kelamı olarak sadece doğruyu bildiren, insana yakışanı ilan eden, hak ve adil olanı isteyen, güzellik ve ihsana yönelik, esenlik ve hidayet kaynağıdır. Çünkü Yüce Allah güzeldir, güzel yaratır ve güzeli sever.

Yüce Allah, kullardan fıtratta verdikleri iman ve sadakat sözünden başkaca bir şey asla istemez. Din adına tüm emir ve yasakları, tüm sınırları, tüm öğüt ve azarlamaları hep buna dairdir ve bunun ispatı mahiyetindedir. Çünkü iman sınavın kendisi, din o imanı bulabilmek için yaşanılması gerekendir. Dinle ve müslüman olmakla yetinenler bu yüzden imana uzaktır ve şekilcilikten öte gidemedikleri için de cennetleri ancak uzaktan yahut bir süre cehenneme konuk olduktan sonra görebilirler.
İman Kur’an’ın ilk emridir. Kulluk ve ibadetten de öncedir ve hatta amelden de. Çünkü iman niyet faslından doğar ve daha o şey amele dönüşmeden sevap veya günah olarak hanelere yazılır. Kur’an teni, dili, dini, cinsi ne olursa olsun herkes için önce ve daima iman emreder ki diğerleri yok sadece iman varsa bu şefaat sebebi, diğerleri var ama iman yoksa bu afsızlık sebebidir.

Peki bizler ne anlıyor ve yapıyoruz?

Kur’an’dan da evvel gelen imanı yok sayıp, ezbere dayandırıp, Amentü duasını okumak farz edip, inandık deyip geçiyoruz ve şartlarından, çeşitlerinden, türevlerinden ve gereklerinden habersiz olarak ve aslında iman etmeyerek münafıklık ediyoruz. İmandan nasipsiz olduğumuz için yasak ve haramlara dalıp, günahlarda yüzüyor, iyilik yerine paraya, sevgi yerine şöhrete, infak yerine nifak sergiliyoruz. Bunların her biri başlı başına bir felaket habercisi olduğu halde o günahların vebalinden bile çekinmeden fütursuzca yenilerini işlemeye devam ediyoruz. Uslanmıyoruz, akıllanmıyoruz, korkmuyoruz. Oysa tek korkulacak olan Yüce Allah’tır.

Kur’an aklını kullanmayanlar üzerine (kullanamayanlar değil) pislik attığını duyurduğu halde aklı kenara koyuyor, öğrenmeye ve anlamaya çalışmadan, ilkokul bilgilerimizle tüm dünyaya İslam örneği olmaya çalışıyor, cumalarda söylenenlerle dini şekillendirip Kur’an’dan habersiz yaşıyoruz. Oysa Kur’an diyor ki; Oku, anla, öğren ve uygula. Öyle uygula ki örnek olsun, güzel sonuç versin ve diğerleri de gıpta etsinler. (Haset değil)

Kur’an, Yüce Allah’a varlık, oluş ve yönetimde sakın ortak koşmayın, başkaca ilah aramayın diyor. Bunu yaparsanız şirk koşmuş olursunuz ve bu hal üzere ölürseniz afsızlığa mahkumsunuz diyor. Sonra şirki tanıtıp, çeşitlerini gösterip örnekliyor ve en büyük müşrik olarak da şeytanı ve firavunu yaklaşık 173 yerde anlatıyor.

Biz ise ne yapıyoruz? Başta şeytana, paraya ve dünya süslerine, nefsimize (egomuza) olmak üzere sayısız puta tapıyoruz, endüstriyi, makineleri, servetleri, kadınları, cinleri ilahlaştırıp şirkcikler üretiyoruz. Daha da ileri gidip anlaşılmaz bir enayilikle Rahmet Peygamberini dahi ölümsüz, melek ilan edip ilahlaştırıyoruz ve insan olmaktan çıkarıp İsa Peygamber gibi acayip bir mevkiye koyuyoruz. Bunu da sözle değil ama O’na din adına hüküm koyma ve haram belirleme yetkisi vererek yani sünneti farzların yani hadisleri ayetlerin üzerinde bir yere koyarak yapıyoruz.

Kur’an en büyük düşman olarak şeytanları, müşrikleri, tuzak kuranları, bozguncuları, adaletsizleri, zalimleri, nankörleri, inkarcıları, yalancıları, iftiracıları, münafıkları gösterirken bizler bunlardan uzak durmak yerine onlara yem oluyor, onlara el açıyor, helal haram demeden onlardan gelecek lokmalarla beslenmeye kalkışıyoruz. Bu arada rızkı ve nimeti de onlardan beklediğimiz için ayrıca şirk suçunu da işliyoruz.

Kur’an, ehliyetsiz ve liyakatsiz olanın işe talip olmasını dahi haram kılarken ve işi ona vermek de haram iken biz usulsüz ve kanunsuz kayırmalara sessiz kalıyor ve hatta bizlerde aynı yolla makamlara kurulmak istiyoruz.

Kur’an, bilime ve bilim adamlarına önem verirken bizler onları cahillerin emrine veriyor, akıl yürütmek yerine örflere ve alışkanlıklara göre günübirlik, bilimsellikten uzak çözümle üretiyoruz.

Kur’an, mutlak ahlakı Yüce Allah’ın da üzerinde olduğu Sırat’ı Mustakim olarak tanıtırken, Peygamberi örnek ahlak üzere diye tanıtırken biz mutlak ahlak yerine sanal ve sahte bir beşeri ahlak yaratıyor ve sonra o ahlakı alkışlıyoruz. Kur’an’ın ahlaksız diye tanıttıkları ekranlarda boy gösteriyor ve biz Kur’an’ı bir kenara koyup o anlatılanları din diye içimize çekiyoruz, yaşam tarzı olarak benimsiyoruz.

Kur’an, aldanmayın, aldatmayın derken biz cehalet ve gafletle aldanıyor ve aldatıyoruz.

Kur’an, iman eder gibi yapmayın iman edin, dinin gereklerini yapar gibi yapmayın yapın dediği halde riya ve gösterişle numara yapıyor, etrafı kandırıyor ama Allah’ı asla kandırmayacağımızı bilemiyoruz.

Yoklukta sabır ve bollukta şükür emreden Kur’an’a rağmen bunu yapmıyor, yoklukta Allah’ı cimrilikle suçlayıp, bollukta o kazanımları bileğimizin hakkı sanıp aldanıyoruz, nankörlük ediyoruz.

Zulümle savaş halinde olan Kur’an’ın tüm ikazlarına rağmen zalimlerle bir olmaktan, onlara alkış tutmaktan bir türlü vazgeçemiyoruz.

Çalışmak yerine dilenmeyi tercih ediyor, rızkı ve medeti başkalarından bekliyor, hakkımız olmayanları istiyoruz. Bu arada hakkı olanları da ihmal ediyor ve kazandıklarımızda o muhtaçlara ait payları onlara vermiyoruz (infak etmiyoruz) etsek de kırkta bir yalanına göre cimri davranıyoruz, verdiklerimizi de reklam ediyor ve başa kakıyoruz. Hatta bu zekatları dinen verilmesi gereken şekil ve kimselere değil acayip ve belirsiz yerlere, hem de himmet adıyla ve karşılık bekleyerek veriyoruz. Bu hal kurban keserken dahi dostlar görsün yarışına giriyor ve manadan uzaklaşıyoruz.

Kur’an, itidal ve tevazuyu emrederken, lüks ve israfı yasaklarken biz konfor putuna taparak şeytanlaşıyoruz, hep daha fazlasını hep daha pahalısını almak için hayatı hem kendimize hem başkalarına zehir ediyor, alttakilerin temel ihtiyaçları için olan paraları lükse israf edip haram üstüne haram işliyoruz.

İnsan hakları Kur’an emri iken takmıyoruz. Bedenlerin, hanelerin dokunulmazlığı var iken dinlemiyoruz. Eşitlik esasken umursamıyoruz.

Hak ve adalet Yüce Allah’ın en değer verdiği kıymetlerden iken yok sayıyor ve kendi adaletimizi tesis ediyoruz. Kısası yok sayıyor, kadına ikinci sınıf insan muamelesi yapıyor, sokak hayvanlarına şiddet uyguluyor, çocukları dinsiz yetiştiriyor, kaldırımları yayaların hakkını yiyerek işgal ediyor, pirince taş katıyor, üreticilerin hakkını savunmuyor, çalışanların emeklerinin karşılığını alın terleri kurumadan ve tam olarak vermiyor, hortumluyor, karaborsacılık yapıyor, kalpazanlıklarla, cinayetlerle, mafyalaşmalarla şeytani hayatlar sergiliyoruz.

Kur’an, Allah yolunda mücadeleyi emrederken cihadı sadece savaş sanıyor, askerlik hizmeti yapmakla bundan yırttığımızı düşünüyoruz. Oysa Kur’an, tüm hayatı cihat ilan ederken, cihadı kaleme, kılıca vesair surete bağlamakta ve sonsuz bir amel olarak emretmektedir. Çünkü Allah’ın nizamının yeryüzüne egemen olması ancak bu şekilde mümkündür ve ibadet de, amel de, cihad da devamlı bir faaliyettir. Biz ise Allah yolunda değil kendi cüzdanımız istikametinde mücadele ediyoruz.

Yeryüzünü ve çevreyi korumayı emreden Kur’an’a rağmen tabiatı katlediyor, doğayı zehirliyor, denizleri dahi yaşanılmaz hale getiriyoruz. Yangınlarla, ağaç kesmelerle, kimyasal atıklarla, çöpler dolusu israf malzemeleriyle, doğada yok olmayan plastik poşetlerle tam bir canavarlık sergiliyoruz.

Kur’an aşırı cimrilik ve aşırı cömertliği sakındırırken, aşırı cimrilik yapmaya ama cömertlikten uzak durmaya çalışıyor, parayı infak edip paylaşmak yerine biriktiriyor, sonra büyükleniyor, kibirle aşağılıyor ve eziyor, bir zaman sonra da ayrımcılıkla zulmeder hale geliyoruz.

Dini araç değil amaç ederek dincilik ediyor, makamlara gelmek için kullanıyor, kandırarak paraya kavuşuyor, soygunlarla, hırsızlıklarla Allah’tan korkmuyoruz.

Eçcinselliğin her türünü yasak eden Kur’an’a rağmen, hoşgörü gösteriyor, destekliyor hatta alkışlıyoruz. Birileri her dizide, her filmde, her yarışmada gözümüze sokarken o eşcinsellik nedeniyle Lut kavminin toptan helak edildiğini, Lut peygamberin hanımının da helak edilenler arasında kaldığını … unutuyoruz.

Kur’an okunmak ve anlaşılmak isterken, hazmedilmek ve hayata rehber edinilmeyi dilerken, anlayarak okumak farz iken .. okumuyor, anlayarak okumuyor, anlamıyoruz. Bilmez isek sorumlu tutulmayız sanıyoruz ve birileri de anlamadan okusanız da kafidir diyor ve salaklar gibi aldanıyoruz.

Neden ve nasıl okumamız veya okuyunca ne yapmamız dahi Kur’an’da yazdığı halde, Peygamber dahi dini Kur’an’dan öğrendiği halde bizler Kur’an’ı din dışına atıp, mişnalarla oyalanıyor, peygamber üstü kişiler yaratıp onlara ilah diye tapıyoruz.

Dini bölmeyin, Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı diyen Kur’an’a rağmen; dini sayısız hizip, fıkra, tarikat ve cemaate bölüp kınalar yakıyor, zikir adına acayip ayinler yapıyor, her bir tarikatın diğerini din dışı etmesinden uyanmıyoruz bile.

Şeytan işi pisliklerden sakındıran Kur’an’a rağmen faldan, sihir ve büyüden kaçınmıyor, şaraptan, domuz etinden tiksinmiyor, kumarı devlet eliyle oynatmaya devam ediyoruz. Sonra da Darül-harp, Darül-İslam oyunlarıyla bu cennet vatanı din dışı ilan ediyoruz.

Haram yemeden bıkmıyor, hakkımız olmayanı kusana kadar yiyor, doyduktan sonrasını dahi haram kılan dine rağmen beş kişilik yemek hazırlatıp, üç kişilik yiyip iki kişilik yemeği çöpe atıyoruz.

Komşuya, ana babaya, yetime, muhtaca saygı ve sevgi emreden, dost eli uzatmayı farz kılan Kur’an’a rağmen, bizler sanki onlar yokmuş yada nasılsa birileri yardım edecekmiş veya bu sadece devletin göreviymiş gibi davranıyoruz.

İsrailiyat, arapçılık gibi kanımıza işlemiş zehirlerden tiksinmeden afiyetle yiyor, hurafe ve örfleri dinleştiriyor, rivayetleri sahih yapıp ayetleri nesheder hale getiriyoruz.

Birçok soytarı çıkıp ilham veya rüya yoluyla vahiy aldığını iddia ederken, Peygamberliğin bittiğini ve o insanın sahte peygamber olduğunu haykırmak yerine ona biat ediyoruz.

Herşeye, herkese biat ederken Allah’a, Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e biat etmiyoruz.

Allah’a güvenmek yerine çelik kapılara, alarmlara, bankada biriktirdiğimiz paralara güveniyoruz.

Allah’a teslim olmak yerine birilerine, şeytanlara, paraya teslim oluyoruz.

Şeytanı en büyük düşman kılmıyoruz, merhamet etmiyor, sevgiyle yaklaşmıyor, affetmiyor, hoş görmüyor, kendimizi hesaba çekmiyor, başkalarının açık ve ayıplarını arıyoruz.

Ölmeden önce nefsimizi öldüremiyoruz, kendimizi hesaba çekemiyoruz.

Kur’an’ın dediklerini okumadığımız, ana dilde okumaya ayak dirediğimiz için anlamıyoruz, O’nun emirlerinin aksine olan işleri dinden sanıyoruz, akılı kullanmıyor, hafızayı kullanmıyor, ders almıyor, cehalete teslim oluyoruz.

Kur’an sadece Allah diyor .. biz Allah diyor, sadece diyemiyoruz!

Kur’an, Allah’ı ve imanı tanıtıyor, biz anlamıyoruz.

O halde … daha binlerce örneğe dayanarak şu soruya cevap bulalım;

Kur’an’ın ve dinin neresindeyiz?

Ve Kur’an ne diyor biz ne anlıyoruz?

Günah, dinen yasak edilen ve suç sayılan, söz ve davranışları yapmak durumunda amel defterlerine yazılan ve affedilmediği takdirde cezayı gerektiren kötü veballerdir.

Büyük günahlar ise kebair denilen ve vebali de cezası da büyük, isyan ve inkarda haddi aşan, küfürle yetinmeyip şirke varan söz ve davranışlardır.
Kur’an, günahları da, büyük günahları da okuyucusuna anlatır ki bunlar şayet Allah’ın rahmet ve şefaati ile affolunmaz ise cezası katidir.
En büyük günahlar ise Allah’a, Kur’an’a, Peygamber’e, fıtrata, insanlığa ve hak ile adalete karşı işlenen günahlardır ki bunların adı kısaca ZULÜM’dür.
Allah hakkını zedeleyen bu en büyük günahları (doğrusunu daima ve sadece Allah bilir) şu şekilde ifade etmek inşallah yanlış olmayacaktır.

Allah’tan başka ilah yoktur. Yaratan, öldüren, rızıklandıran, hesap soran sadece O’dur. Başkaca ilahlar atamak küfürdür, yedek ilahlar atamak şirktir ve her ikisi de sonsuz cehennem azaplarına razı olmaktır. Şirkin en tabi görünümü olan bu gafletler, Allah’ın kuluna şah damarından yakın olma halini inkarı da içeren isyanlardır ve aracı, şefaatçi, put arayışları asla Allah’ı inkarı içermez. Modern zamanda ise bu putlar daha ziyade para, makam, nüfus şeklinde kendisini gösterir ve tesettürden ibadete, nefisten dünya malına dek uzanan çok sayıda putun gönüllerdeki iman tahtalarına Allah’ın yanı başına isimlerini yazdırmaya sebeptir. Kişileri ilahlaştırmak bu işin en vahim durumudur ki başkalarının helal ve haramlarına uymak, Allah rızası yanında onların da rızasını aramak onları ilahlaştırmaktır ve bunun adı şirktir ve şirk afsızlığa mahkum tek günahtır.

Şirk, Yüce Allah’ı inkar değil, inkar etmeden varlık, yaratış ve yönetimde yedek ilahlar üreterek ilahi mülk ve kudreti parçalamak, Allah haklarına isyan etmektir. Sistemlidir, organizedir, maksatlıdır ve bu yüzden bir cehalet ve gaflet değil düpedüz isyandır. Şirk bu hal üzere ölündüğü takdirde afsızlığa mahkumdur ve İblisin ahdi şirk dininin anayasasıdır. Şirkin açık olanı doğrudan Allah’ın otoritesini alenen bölüştürürken, gizli olanı riya, gösteriş ve gizli şehvetlerle şirkin daha hain ve sinsi halini sergiler.

Zulüm ilahi denge ve ahengi yerinden oynatan, hak ve adaleti yerle bir eden, fıtrata isyan ve imana düşmanlık halidir. Zulüm öldürmekten beterdir ve şirk dahi zulüm olduğu için afsızlığa mahkumdur. Kur’an’ın savaşı zulümledir, cihad ancak zulme karşıdır ve Allah zalimleri affetmeyecektir. Öte yandan Allah zalimlere tevbe için veya helakleri hak olsun diye veyahut o zalime uyacaklar belli olsun diye süre verendir.

Kur’an, Allah kelamıdır ve okunması bizzat Allah tarafından emredilendir. O yüzden ilk kelimesi “Oku!” emridir. Kur’an, okunmalı ve anlaşılmalıdır ki ilahi mesaj, emir ve yasakalr anlaşılır olsun, din hayata yansıtılabilsin ve Kur’an saadet kapılarını açabilsin. Bunu inkar yani okumamak veya anlaşılmayan dille okumak Kur’an’a ve Kur’an yazarına ihanet ve haksızlıktır. Çünkü Kur’an’ı anlayarak okumak her müslümana farzdır. Okunmayan, başkalarından dinlenen Kur’an noksandır, yanlışa gebedir, insanı mahva götürür. Anlaşılmadan okunan Kur’an sevap kazandırsa da erdirici değildir ve cennetlere sevapla değil imanla gidilir. İman ise Kur’an’ın manalarından fışkıran lezzetin adıdır. En büyük şefaatçi Kur’an, kendisini anlayarak okumayanlara ve hayata yansıtmayanlara şefaat etmeyecek, Peygamber böylelerinden ahirette şikayetçi olacaktır. Kur’an’a biat ise Müslüman olsun olmasın herkese farzdır çünkü İslam evrenseldir, herkesedir, kıyamete dektir.

Dinin ve imanın gerçeklerine, Sünnetullah’a, Kur’an’a aykırı söz ve fikirleri dincilik adına ve çıkar uğruna kasti olarak üretmek, bunlardan menfaat elde etmek, ayrıştırmak, dini bölmek ve tanınmaz hale getirmek dine yalan söyletmektir. Ayetlerin manasını saklamak, değiştirmek, meal ve tefsirler yoluyla evrensel ilkeleri sadece o anılan olaya indirgemek, kelime oyunlarıyla dine yanlış istikamet vermek, parantez içi açıklamalarla ilahi mesajın manasını değiştirmek bu cümledendir. Tarifinden anlaşıldığı üzere de dinden çıkartacak kadar büyük bir günahtır.

Dinde zorlama yoktur. Elbette doğru yanlıştan ayrılmıştır. Kim tağut’u (azgınlık edeni) reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan en sağlam kulba yapışmış demektir. Allah duyandır, bilendir. Bakara 256

Dinde zorlama ve baskı uygulamak.

Dine giriş, içinde olma ve çıkış tamamen kulun kendi hür iradesi ile vereceği bir durumdur, haktır. İslam, kula cennet kapılarını vadederken, cehenneme giden kapıları da gösterir ve günah işlemeyi dahi serbest bırakır ki sınav hür iradelerin tercih değerlendirmesidir. Dine tabi olmak, dinin gereklerini yapmak, dinde kalmak olması gerekendir, sevaptır. Dine girmemek, dinin gereklerini yapmamak veya dinden çıkmak yanlıştır, günahtır ama tüm bunlar kulun kendi rızasına dayalıdır. Başkasının hakkaniyet ve adalet adına nasihatten öte söz söyleme, zorlama hakkı yoktur. Zorlayanlar, baskı uygulayanlar sınava ve fıtrata ihanet eden, ilahiliğe soyunan, yobaz zihniyetli mücrimlerdir. Sadece dine değil, dinin içindeki gerekler için de zorlama aynı cümledendir. Hele ki birilerini menfaat uğruna kendi rızası dışında din dışı göstermek büyük vebaldir.

Dini bölmek.

Din Allah’ındır, tamdır, sondur, bakidir. Dinin kitabı Kur’an, Peygamberi Hz. Muhammed(sav)’dir. Aynı Allah, kitap v peygambere biat edenler Müslümandır, kardeştir. Bunların kardeşliğini bozacak, dini parçalayacak her türlü girişim ve müdahale büyük günahtır ki din adına Peygamber üstü kişi ve Kur’an üstü kitap tanımak dini bölmektir. Maalesef günümüz mezhep, tarikat, cemaat, hizip, fıkraları dini bölmek adına muazzam bir yarıştadır ve yapılan küfre hizmet etmektir. Bu kapsamda yaşananlar ise; hür iradeyi sıfırlayan, Peygamber ve Kur’an üstü kişi ve kitapları dinleştiren, vahiy denmese de ilham ve rüya ile sahte peygamberlik iddiasını seslendiren uygulamalardır ve bunların bu şirk kokulu hali ile mali-siyasi destekçilerinin mahiyeti büyük günah olmalarının da sebebini açıklar.

Allah’ın Rahim sıfatını yok saymak, rahmetin sınırlarını azımsamak, umutsuzluğu kışkırtarak tevbe kapılarını kapamak, moralsiz ve umutsuzları şeytanın ağlarına sevk etmektir.

Cihad, Allah yolunda verilen her türlü mücadeledir ve kılıçla da kalemle de yapılır. hacılara su dağıtmakta, savaşmak ta, bilimsel keşifler için ter dökmek de cihattır. Savaşmak cihadın son mertebesidir ve ancak zulme karşıdır. Çünkü cihadın tamamı Allah dostları safında, Allah adına ve Allah düşmanları olan zalimlere karşı yapılır. Bu görevden kaçmak, imanın zayıflığına ve yüzeyselliğine işarettir ve vebali büyüktür. O kadar ki zulüm altında inleyenler Müslüman olmasalar dahi yardım etmek Allah emridir.

 Zulme karşı gelmemek.

Zulüm, Kur’an’ın tek savaş açtığı konudur ve iman sadece inanmak ve sevmek değil aynı zamanda kötülüğe bulaşmamak ve kötülükle mücadele etmektir. Cihat zulme karşıdır ve zulme karşı sessiz kalanlar, yardım eden ve ortam sağlayanlar dahi zalimdir. Zulümle savaşı emreden Kur’an’dır ve zulme uğradığı halde sessiz kalmak; hem haklarından mahrum olmak hem de zulme elle, dille, kalple karşı koymayı emreden Allah emrine karşı olmak, Allah’tan değil o zulmedenden korkmaktır ki bu tamamen imansızlık demektir.

 Tefecilik, aşırı faiz.

Enflasyonun olmadığı zamanlarda faiz almak, enflasyonla yaşanan modern zamanlarda yıllık enflasyon üzerinde bir haksız faiz almak demek olan riba, bildiğimiz anlamıyla tefeciliktir, her türlü haksız kazançtır. Kötülüğü, hem haksız olmasında, hem muhtacın muhtaçlığından istifade edilmesindedir. Adı sanı nasıl konulursa konulsun her türlü haksız kazanç, alın teri dökülmeden elde edilen gelirler haram ve günah iken, paranın yıl içinde kaybedeceği değerin altında faizlendirilen kazançlar mübahtır. Çünkü asıl olan hak ve adalettir, hakların korunmasıdır.

Haksızlık ve adaletsizlik.

Bu günah; yapan için de, yapana göz yuman için de, yapana yardım eden için de, yapana ortam ve destek sağlayan için de, yapanı cezalandırmayan kayıran için de geçerlidir. Yani hak ve adalete aykırı olan en ufak bir şeye zerrece katkısı olan vebale ortaktır ve hak Yüce Allah’ın en kıymetli emanetlerindendir. Yalancı şahitlik de bu cümledendir. Çünkü Allah, ana baba aleyhine de olsa Allah adına şahitlik ederken adaletin dimdik ayakta tutulmasını emreder.

Kibirle büyüklenmek, servetlerle şımarmak ve ezmek.

Kur’an insanları ezenler ve ezilenler yahut yukarıdakiler ve aşağıdakiler diye ikiye ayırır ki ezilenleri ezenlerin üzerine ama şimdi ama ahirette çıkarmayı murad eder. Kibir, şeytanın en büyük silahıdır, aldatma vasıtasıdır. Çünkü kibir haksız büyüklenme ve acizliğini unutmaktır ki beraberinde aç nefisler ve doyumsuz hırslar getirir. Bu hırslar helal haram tanımayan inançlara gebedir ve yığılan servetler, makamlar, nüfuslar bu kibri daha da artırır, aşağıdakileri ezmeyi adeta zorunlu kılar. kendisinden aşağı gördüklerinin kendisine eşit olduğunu unutanlar, rızkı bileklerinin hakkı sanırlar ve o makamların onlara sınav için verildiğini inkar ederek ahirette de aynı servet ve makamlarla ödüllendirileceklerini sanırlar. Oysa şımarmak da, haddini bilmezlik de, eziyet etmek de büyük günahtır ve vebali çok ama çok büyüktür. Çünkü Allah itidali, tevazuyu ve merhameti emredendir.

Sihir ve büyüden medet ummak.

Fıtrata, Sünnetullah’a, kadere, cüzi irade ile yaşadığımız sınava aykırı, haksız ve batıl yollarla menfaat arayışı demek olan sihir ve büyü gerçektir lakin yasak olandır. Kulları, iradesi dışında bir şekle ve davranışa zorlayan bu haller, yapana çıkar sağlasa da cehennemi garanti eden büyük günahlardandır.

Ölülerden medet ummak.

Türbecilik de denen bu zararlı alışkanlık, minnet ve duanın ötesine geçen aracılık ve şefaatçiliğe uzanan bir illettir ve dinen büyük günahtır. Allah’tan başka gerçek Veli yoktur ve imana sarılan, Allah’a dost olmaya gayretli imanlı kullar veli olarak anılsalar da sonuçta yaratılmış birer beşerdir. Hz. Peygamberimiz de aynı durumdadır ve ilahi değil, melek hiç değildir. Şefaat tümden ve sadece Allah’a aittir. Kabirlerdekileri kendi şirkimize alet etmek ise onları da vebal altına sokmaktır.

Öfke ve kin duymak, merhametsizlik.

Yüce Allah merhameti ve affetmeyi emreder ki bunun istisnası zulme karşı dirençtir. yani hatasız yaşaması mümkün olmayan insan hata yapacak, kırıp dökecek, kalp kıracaktır. hatta haksızlık ve adaletsizlik edecektir. Lakin affetmek dinin gereğidir. Bunu bir öfke ve intikam melodisine dönüştürmek, kin duymak ise iman kardeşliğini yok saymak ve kibirle düşmanlık dilemektir. Tevazu yerine şiddeti ve hainliği dileyenler içinse din erdirici olmaktan uzaktır.

Yeryüzünde bozgunculuk yapmak, haset, fitne ve fesat.

Yaşamın her anında huzur ve sükunet olması gerekendir ve buna aykırı eylem ve sözler bozgunculuk kapsamındadır. İnsanları kutuplaştırmak, dini bölmek, hile ve yalanlarla sinsi planlar yapmak, fitne ve fesat üretmek hep bozgunculuk cümlesindendir ve helak sebebidir.

Şeytan işi pisliklerden uzak durmamak.

Şeytanın kışkırtmasıyla hak görünen batıllıklar, helal görünen haramlardan sakınmak imanlı kalplerin görevidir. Çünkü şeytan aldatmakta ustadır ve o diler ki kul sözlerini unutsun, kontrol mekanizmalarını devre dışı bıraksın, bilincini kaybetsin, yasaklara uyma melekesini yitirsin, aldansın, yanlış mecralara dalsın ve kendisine tabi olsun. Zihni, nefsi, kalbi, aklı, sözleri hedef alan bu şeytani saldırılara karşı koruyucu kalkan elbette iman zırhıdır. Çünkü bu Allah’ın vaadidir. İmandan yoksun olanlar ise bir süre direnecek ama sonra kanacak ve sonsuz karanlık akibetlere mahkum olacaktır.

Ölçü ve tartıda hile.

Kısaca ticaret ahlakından yoksunluk olarak adlandırılabilecek bu durum hak ve adalet adına olan doğruları yok saymak, kandırmak, fahiş fiyatla satmak, kötü malı kakalamak, rekabette adil olmayan koşullar yaratmak, haksız kazançlar elde etmek, malı reklam edilen halinden daha kötü sunmak, borçları ödememek gibi sayısız hileyi içerir. Ahlaksızlıktır, iman yoksunluğudur.

Eşcinsellik, tecavüzler ve diğer cinsel sapıklıklar.

Yüce Allah bedenleri ve kalpleri sevgi ve mahremiyet için yaratmış, eşler arasına sevgi koymuş, şehvetin yasal ve mübah olanını bahşederek caiz ve meşru ilişkilere tat katmıştır. Bu anılanlar dışındaki tüm ensest ilişkiler, sapıklıklar, aynı cinse yakınlaşmalar, mahrem ve helal olmayana istek duymalar, para karşılığı veya gönül eğlendirmek için yapılan fuhuş ve zinalar, taciz ve tecavüzler haddi aşmak, sınırları tanımamak ve nefse kurban olmaktır. Taciz ve tecavüz ise istek dışı gerçekleştiği için ayrıca gasp ve hak ihlali suçunu da işler ki cehennemin ebediliği helallik alınmazsa ve Allah affetmezse katidir. Çünkü büyük zulümdür.

Nimetlere nankörlük ve şükretmemek.

Mutlaka sorulacağımız nimetleri veren sadece Allah’tır ve şükretmek kulun borcudur. Şükür, nimet verene duyulan minnetin ifadesidir. Şükretmemek, o kazanç veya makamı veya serveti bileğinin hakkı sanmak zulümdür, nimet verene haksızlıktır ve büyük günahtır.

Hayatı sonlandırmak, intihar veya öldürmek.

Canı veren ve alacak olan sadece Allah’tır. Ömür, doğum ile ecel arası bizlerce malum olmayan süreçtir ve bu sınav bu süreçte sergilediğimiz doğru ve yanlışların muhasebesidir. Bu hak ve yetki sadece Allah’tadır ve ister kendisini ister başkasını öldürmek, haksız yere, bu hak ve yetkiye müdahaledir.

Ehliyet ve liyakata sadık kalmamak.

Ehliyet ve liyakat, o iş için ehil olmak, yeterli ve uygun olmak halidir ve o işe talip olmak da ehliyete haiz olanların hakkıdır. Sadakat veya kayırma ile işin başkasınca talep edilmesi de, işin ehliyetli başka adaylar varken ehliyetsiz olana verilmesi de haramdır. Emeğe, hakka, nizama aykırı bu hal, sadece ferdin değil toplumun ve tüm insanlığın hakkına tecavüzdür.

İşleri zorlaştırmak.

Peygamberimizin üç lanetinden birisi olan bu konu mühimdir çünkü Allah kolaylık diler, din kolaylık dinidir. Dini ve hayatı zorlaştıran her şey zorlamadır, zorluktur, yokuşa sürmek ve bıktırmaktır.

Çevreye zarar vermek.

Yeryüzü veya çevre denilen şey yaşam alanımızdır, ortaktır, temiz ve güzeldir. Sayısız canlıya ev sahipliği yapan tabiat sonsuz ayetlerle doludur. Bunları kirletmek, yakıp yok etmek, yerine beton binalar yapmak, tarıma, güzelliklere savaş açmak, kirletmek, pisletmek, ekim alanlarını sınırlayarak açlığa sebep vermek, kullanılabilirliğini engellemek demektir. Dünya sınavı için tesis edilen bu muazzam şaheserlikteki yaşamı kirletmek ise en büyük zulümdür, dengeleri bozmaktır, Sünnetullah’a karşı gelmektir.

Hırsızlık ve rüşvet.

Bilgi, mal, para veya hak çalmak demek olan hırsızlık, karşısındakine ait olanı habersiz, yetkisiz ve haksız vaziyette almak, el koymak veya yer değiştirtmektir. Hak edilmeden kazanılan her şey bu cümledendir ki ehliyetsiz olduğu halde ihale almaktan, sınavda kopya çekmeye kadar uzanır. Rüşvet ise haksız olarak birilerini kayırmak, o kayırmadan dolayı hak yemek ama yine hak olmayan gelir elde etmektir ki kamuya, sırada bekleyenlere haksızlık, olmayacak işin oldurulması ile sahtecilik ve haksızlıktır.

Haram yemek.

Allah’ın haram kıldıklarını mecburi sebepler olmadan ve vebalden çekinmeden yemek, içmek ve işlemek en büyük günahlardandır, imanın yokluğuna, dini akidenin zayıflığına, kulluk bilincinin acınası haline delildir. Leş, kan ve domuz eti ile sınırlı olmayan haramlar, çalmaktan, öldürmeye, yetim hakkı yemekten, kamu malına el uzatmaya kadar gider ve tamamı Kur’an’da yazılıdır. Yani Kur’an’da alenen haram sayılmayanlar mübah ve helaldir. Çünkü haram ve helal belirleme yetkisi (tahrim) sadece Allah’ındır. Bu yetkinin azının dahi bir başkalarına verilmesi veya kulun bu anlamda insiyatif kullanması da haram yemekten de büyük günahtır.

Ahde vefasızlık, Allah’ın yarattığını değiştirmek.

Fıtratta verdiğimiz misaka, verdiğimiz sözlere, yüce ve kutsal değerlere saygı ve riayet demek olan ahde vefa boynumuzun borcudur, erdemimiz ve iman göstergemizdir. Ahde vefasızlık ise bu sözü unutmak, inkar etmek veya yalanlamak, hiç değilse gereğini yapmamaktır ki vebali büyüktür. İmandan küfre dönmek, borçları inkar etmek, ana baba haklarını yok saymak, vatana saygı ve sevgide kusur etmek, vatanı kurtaranlara minnet duymamak bu günah cümlesindendir. Allah’ın yarattığını değiştirmek ise doğumla verilen bedenleri veya yaratılışla gelenleri beğenmemek, tıbbi zorunluluk olmaksızın güzelleşmek adına değiştirmektir ki her şeyi güzel yaratan Allah’ın işine karışmak, haddi aşmaktır. Estetik ameliyatlar bu cümledendir.

Muhtaç, yaşlı, zayıf, güçsüz ve fakirlere kötü davranmak.

Makam, servet veya beden gücünden kaynaklanan kudret ile zayıf ve muhtaçları ezmek, eziyet etmek, haklarına tasallut etmek zulümlerin en yücelerindendir ki kendisini savunma kabiliyetine sahip olmayan bu insanların (hayvanlar ve tabiat varlıkları dahil) temel haklarına saldırı cehennem azaplarına razı olmaktır. Oysa din tam tersidir ve bunlara yardımı emreder. Dolayısıyla sergilenen bu zulüm dine de isyan suçunu teşkil eder.

Yalan, iftira, gıybet, kötü zan.

Hakikat ve hak olmayanı söylemek, ima etmek, gerçeği değiştirmek demek olan bu hallerde anılan kişinin savunma hakkı elinden alınmış, masumiyetine tecavüz edilmiş, yaratılıştan gelen zaafları alay konusu edilmiş, yok yere suç isnat edilmiş demektir ve büyük günahtır. Dedikodu da, açık aramak da, aşırı zanda bulunmak da bu cümledendir. İffetli kadınlara iftira atmak ise günahın katmerlisidir.

Çoklukla övünmek (Tekasur)

Mal, servet, evlatlar veya başkaca kudretlerle övünmek, büyüklük taslamak günahtır. Çünkü bunları veren Allah’tır ve bu sınav olsun diyedir. Kudret, imandan gelir, gelmelidir. Mal ve servetlere güvenmek ise Allah’a güvenmemek demektir ki bu imanın yokluğuna delalettir. Plansız nüfus artışları da, servet yığmalar da, kabirlere kadar gidip saymalar da aynı cümledendir. Çünkü kontrolsüz güç güç değildir ve Allah güçlerin uygun ve doğru istikamette kullanılmasını, zulme araç yapılmamasını ister.

Cimrilik, aşırı cömertlik, lüks ve israf.

Rızık, Yüce Allah’ın yeryüzüne gönderdiği ve herkese fazlasıyla yetecek nimetlerdir. Zalim insan ise o rızkı aç gözlülükle gasp eden, fazlasını isteyen, haklara saldıran, herkesin doyması gibi bir ideal taşımayan, bazılarının aç kalması ihtimaline rağmen kendisine rızık yedekleyen, servet biriktirendir. Yüce Allah, aç gözlülüğü, servet biriktirmeyi, cimriliği, lüks ve israfı yasak eden haram kılandır. Yüce Allah cömertliği emreder lakin aşırı cömertliği de yasak eder. İsraf ise çoğusu başkalarına ait olan ve ihtiyaç fazlası durumundaki nimetlerin çöpe gitmesidir ki o heba edilenler aslında o kulun hakkı ve malı dahi değildir.

Tassupluk – muhfazakarlık – içtihada karşı olmak.

Din Kur’an’dadır ve diyanet ile şeriat dini ve dine insanlarca getirilen yorumları da alan idraklerdir. Din değişmez ama diyanet çağın gereklerine, kamunun çıkarlarına, bilimsel keşiflere, vahim durumlara, zor şartlara göre değişir, değişmelidir. Yoksa din on dört asır önceki yansımasına mahkum edilir ki Kur’an değişim emreder. Bu değişim ana ilkelerde asla değil ama bu ilkelerin hayata yansımasındadır. İçtihat zaman zaman yapılan bu düzenlemelerdir ve tecdit belki yüz yılda bir ilahi rıza ile gerçekleşen külli tanzimlerdir, yaban otları ve yanlışların temizlenme hareketidir. Yobazlık, muhafazakarlık veya taassup denilen şey işte bu değişimi inkardır ki aklı ve bilimi inkarı içerir. Dahası içtihat kapılarını kapatmak dinin erdiriciliği önünde en büyük engeldir.

Allah’ın korunmasını emrettiği bağları koparmak.

Aile bağlarına, ana baba haklarına, akraba ilişkilerine, iman kardeşliğine değer vermemek, yardımlaşmamak, destek olmamak diye tarif edilen bu günah, ahde vefasızlıkla birlikte değerlendirilmeli, merhametle eda edilmeli ve Allah emri olduğu unutulmamalıdır. Çünkü bir ve birlik olmak güçtür, güçlükler bu sayede yenilir ve güzellikler paylaştıkça artar.

Mahremiyete riayetsizlik ve teberruc.

Mahremiyet, hak ve lazım olan namusa, İslam’ın gelecek salih nesillere kavuşmasına dair Allah’ın koyduğu erdem ve fazilet sınırlarıdır. Bu sınırlar yabancılar ve yakınlar için farklıdır ve bu sınırlara riayet namusu, fazileti, iffeti korumak için şarttır. Bunlara riayetsizlik ise hafifliktir, zinaya davettir, aile bağlarına ve sadakat yeminlerine aykırı davranmaktır, bedensel şehvetlere tabi olmaktır.

İslam dini hoşgörü ve tevazu dinidir. Affetmeyi, yardımı, iyilik yapmayı ve kötülükle mücadeleyi emreder. Allah’ın sınırları herkes için aynıdır ve herkes kendi vebalinden sorulacaktır. kur’an en büyük şefaatçidir ve şefaat sadece Allah’ın razı olduğu kullara hastır. Rızkı ve medeti veren Allah kötü sözün açıklanmasını dahi yasak eder ki bunun tek istisnası zulme uğrayanın feryadıdır. Bilakis o güzel söz ve davranış ister, salih amel ve Kur’an ahlakı ister.

Kul, emir ve yasakları, helal ve haramları sadece Kur’an’dan öğrenmesi gerekendir. Bu yüzden Kur’an’ı anlayarak okumak günahları, büyük günahları ve en büyük günahları bilindik kılacaktır. Bunlardan bihaber olmak ise sadece gaflet olmakla kalmaz ihanet ve haksızlık suçunu da işler ki bunun sonu acı azaplardır. Kul, iman etmek, imanla yaşayıp ölmek mecburiyetinde olandır. Çünkü Allah’a söz vermiştir. Tüm bu sayılan büyük günahlar işte bu ahdi unutanların, aksine iblisin ahdine asker olanların gafletidir ve imanın kalplerine giremediği bu kullar için cennetler hayal olmaktan dahi uzaktır.

Doğrusunu daima ve sadece Allah bilir.

Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile neredeyse aydınlatacak (kadar berrak)tır. Nur üstüne nur. Allah, dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah, insanlar için misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nur 24/35)

Ergenlik çağına gelmiş, aklı olan her erkek ve kadına ilk önce farz olan Allah’ı bilmek ve O’na inanmaktır. Allah’a iman etmek; O’nun varlığına, birliğine, kemal sıfatları ile donatılıp noksan sıfatlardan münezzeh (uzak) olduğuna iman etmektir. Allah vardır. O’nun varlığını anlamak ve bilmek için kendimize, kainata ve kainattaki yaratılış inceliklerine ve her şeyin yerli yerine konulduğuna bakmak yeterlidir.

Evrende hiç birşey kendiliğinden veya rastgele olmuş değildir. Mutlaka onu yapan ve ona şekil veren, aralarındaki denge ve ahengi düzene koyan birisi vardır. İşte O Allah’tır. Bizi yaratan ve yaşatan O’dur. Öldürecek ve tekrar diriltecek olan da O’dur. Bu nedenle bizim için ilk görev Yüce Allah’ı layıkıyla tanımak, ondan başka ilah olmadığına yürekten inanmaktır. Allah vardır ve birdir. Ondan başka ilah yoktur. Kainattaki ahenk ve düzen, tabiattaki kanunların birbirine uygunluğu Allah’ın birliğine, O’nun hiçbir surette eşi ve benzeri olmadığına açık bir delildir.

“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş’ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir. (Enbiya 21/22)”

Sevgilerin en yücesi Allah sevgisidir. Anne ve babamızı severiz çünkü onlardan ilgi ve sevgi görmüş, onların şefkat ve merhamet kanatları altında büyümüşü azdür. Onlar bizi büyütmede ve hayata hazırlamada hiçbir fedakarlıktan kaçınmmışlardır. Bunun için severiz. Allah’ı neden sevmeliyiz? Bizi yaratan ve sayısız nimetler veren kimdir? Bizi akıl, ruh ve şuur gibi üstün yeteneklerle donatan kimdir? Şüphesiz Allah’tır. O halde en çok sevgiye layık olan O’dur. Bunun için O’nu herşeyden çok sevmeliyiz. Allah’ı sevmek O’nu tanımaya ve bilmeye bağlıdır. Çünkü insan tanıdığı ve bildiği şeyi sever. Bu nedenle Allah’ı sevenler ancak O’na inananlardır.

Allah’ı nasıl sevmeliyiz? Allah’ı seviyorum demek yetmez. Allah’ı sevmek gönderdiği son Peygamberi de sevmek ve Peygambere uymaktır. Onun izinden gitmek ve güzel ahlakı ile ahlaklanmaktır. Çünkü bu aynı zamanda Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından sakınmak ta demektir. Allah’ı sevmek demek Peygamberi örnek almak ve sünnetine uymaktır. İnsan sevdiğini unutmaz. Allah’ı sevenlerde O’nu unutmaz, daima anarlar. Bir insanın sevdiğini sık sık anması ve onun memnun olacağı davranışlarda bulunmasından daha doğal ne olabilir? Allah kendisini ananları anar. Çünkü Allah yapılan hiçbirşeyi karşılıksız bırakmaz. O’nu seveni O’da sever. O’ndan isteyeni boş çevirmez, O’na güveneni korur, gözetir ve yüceltir.

Allah bize şah damarımızdan daha yakındır. Bizi her zaman ve her yerde görür, işitir, yaptığımızı bilir. Yerde ve gökte olan hiçbirşey O’ndan saklı kalamaz. İçimizden geçenleri de, tehna yerlerde yaptıklarımızı da bilir. Birgün hayattyken yaptıklarımızdan dolayı bizi hesaba çekecektir. İyi iş yapanları ödüllendirecek, kötü ve çirkin şey yapanları cezalandıracaktır. Allah’a bu şekilde inanan kimse O’nun cezalandırmasından korkar. Allah’tan korkmak demek; O’nun emirlerine uyup yasaklarından sakınmak demektir.

Allah korkusu dünya ve ahiret mutluluğunun temelidir. Allah’tan korkan ölçülü hareket eder, dürüst olur, çevresine iyi davranır. Günah ve haramdan sakınır, güzele ve helale yönelir. Merhamet eder, adaletli ve yardımsever olur. Allah korkusu insanı Allah’a yaklaştırır. O’nun rızasını kazanmaya ve cennete girmeye vesile olur.

İnsan üzerinde etkili olan ve insanı kendine çeken hiçbir şey düşünülemez ki, arkasında Allah bulunmasın. “Allah” gerçek ilâhın özel ismidir. Daha doğrusu zat ismi ve özel ismidir. Yani Kur’ân bize bu en yüce ve en büyük zatı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle tanıtacak, bizim ve bütün kâinatın ona olan ilgi ve alâkamızı bildirecektir. Bundan dolayı Allah diye adlandırılan en büyük ve en yüce zat kâinatın meydana gelmesinde, devamında ve olgunlaşmasında bir ilk sebep olduğu gibi “Allah” yüce ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir başlangıçtır.

Yüce Allah’ın varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kâinat ve kâinattaki düzeni hissetmek ve anlamak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telafisi imkânsız olan bir acıdan ibaret kalacağı gibi “Allah” özel ismi üzerinde birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimlerimiz, sanatlarımız, bütün bilgiler ve eğitimimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı silip süpüren, dağınık fikirlerden, anlamsız bir toz ve dumandan ibaret kalır.

“Allah” yüce ismi, bütün duygularımızın, düşüncelerimizin ilk şartı olan öyle derin ve bir tek gizli duygunun, görünen ve görünmeyen varlıkların birleştikleri nokta olan bir parıltı halinde, hiçbir engel olmaksızın doğrudan doğruya gösterdiği yüce Allah’ın zatına delalet eden, yalnızca O’na ait olan özel bir isimdir. Yüce Allah varlığı zaruri olan öyle bir zattır ki, gerek nesnel ve gerek öznel varlığımızın bütün gidişatında varlığının zaruretini gösterir ve bizim ruhumuzun derinliklerinde her şeyden önce Hakk’ın zatına ait kesin bir tasdikin var olduğu inkâr kabul etmez bir gerçektir.

Hatta bizim varlığımızda bu yüce gerçeğe basit ve öz ve sınırsız bir ilişkimiz, bir manevi duygumuz vardır. Ve bütün ilimlerimizin temeli olan bu gizli duygu; sınırlı duygularımızın, anlayışlarımızın, akıllarımızın, fikirlerimizin hepsinden daha doğru, hepsinden daha kuvvetlidir. Çünkü onların hepsini kuşatıyor. Ve onları kuşattığı halde O’nun zatı sınırlandırılamaz ve bu âlem O’nun kudret ve kuvvetinin bir parıltısıdır.

Gaflet ve delalet

Durum böyle iken biz birçok zaman olur ki, dalgınlıkla kendimizi ve varlığımızın geçirdiği zamanları unuturuz. Ve çoğunlukla yaptığımız hataların, sapıklıkların kaynağı bu gaflet ve dalgınlıktır. Böyle kendimizden ve anlayışımızın inceliklerinden dalgınlığa düştüğümüz zamanlardır ki, biz bu gizli duygudan, bu ilk anlayıştan gaflete düşeriz ve o zaman bunu bize aklımız yolu ile hatırlatacak ve bizi uyaracak vasıtalara ve delillere ihtiyaç duyarız. Kâinat bize bu hatırlatmayı yapacak Allah’ın âyetleri (işaretleri) ile doludur.

Kur’ân, bize bu âyetleri, kısa ve özlü sözlerle hatırlattığı ve bizi uyardığı için bir ismi de “ez-Zikr”dir. Allah’ın hikmeti de bize buradan birçok mantıkî, akla uygun ve ruhî delilleri özetleyiverir. Diğer taraftan biz o gizli duygunun diğer sınırlı ve belirgin duygularımız gibi içimizde ve dışımızda ortaya çıkma ve kesintiye uğrama anlarıyla sınırlı bir şekil kazanmasını ve bu şekilde varlıkların parçalarının gözle görülen şeyler gibi anlayışımızın sınırına girecek bir şekilde açıklanmasını arzu ederiz.

Bu arzunun hikmeti, O’nun tecellisindeki süreklilikte duyulan bir görme lezzetidir. Fakat bunda bilgisi ve kuvvetiyle herşeyi kuşatan Allah’ı, yaratılmış varlıklara çevirmeye çalışmak gibi imkansız bir nokta vardır ki, nefsin gururunu kıracak olan bu imkansız nokta birçok insanı olumsuz sonuçlara ulaştırabilir.

O zavallı gururlu nefis düşünemez ki, bütün kâinatın o ilk başlangıç noktasına açık, anlaşılabilir, başı ve sonu belli olan bir sınır çizmek, görünen eşyada olduğu gibi bir kesinti anına bağlıdır. Mümkün olmayan böyle bir kesinti anında ve noktasında ise bütün his ve bütün varlık kökünden kesilir ve yok olur. Öyle bir tükenme ise apaçık bir his ve anlayışa varmak değil, yokluğa karışmaktır. Aklî delillere böyle bir gaye ile bakanlar ve Allah’ın görünmeyen ve görünen bütün varlıkları kuşatan sonsuz tecellisi karşısında nefislerinin gururunu kırmayarak şuhûd zevkinden mahrum kalanlar “Allah’ı aradım da bulamadım.” derken, sanat ve felsefe adına zarara uğradıklarını ilan etmiş olurlar.

Allah’ı sezmek için kalp ile doğru ve yanlışı birbirinden ayıran gözü ve ikisi arasındaki farkı ve ilişkiyi belli bir oranda idrak edebilmelidir. Allah ismi ulûhiyyet (ilâhlık) vasfından değil, ilâhlık ve mabudiyet (tapılmaya layık olma) vasfı ondan alınmıştır. Allah, ibadet edilen zat olduğu için Allah değil, Allah olduğu için kendisine ibadet edilir. Onun “Allah”lığı tapılmaya ve kulluk edilmeye layık olması kendiliğindendir. O’na herşey ibadet ve kulluk borçludur. Hatta O’nu inkar edenler bile bilmeyerek olsa dahi ona kulluk etmek zorundadırlar.

Yüce Allah’ın Rahmân oluşu, ezele (başlangıcı olmayışa), Rahim oluşu ise lâ yezale (ölümsüzlüğe) göredir. Bundan dolayı yaratıklar, yüce Allah’ın Rahmân olmasıyla başlangıçtaki rahmetinden, Rahim olmasıyla da sonuçta meydana gelecek merhametinden doğan nimetler içinde büyürler ve ondan faydalanırlar. Bu noktaya işaret etmek için dünyanın Rahmân’ı, ahiretin Rahîm’i denilmiştir.

Aslında yüce Allah, dünyanın da, ahiretin de hem Rahmân’ı, hem de Rahîm’idir. Ve bu tabir de eski âlimlerden nakledilmiştir. Fakat her ikisinde öncelik itibariyle Rahman, sonralık itibariyle Rahim olduğuna işaret etmek için dünya Rahmân’ı ve ahiret Rahîmi denilmiştir ki, “hem müminlerin, hem kâfirlerin Rahmân’ı, fakat yalnız müminlerin Rahîm’i” denilmesi de bundan ileri gelmektedir. “Allah müminlere karşı çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Ahzâb, 33/43).

Ana kuşlar, Rahmân’ın bir eseri olan yaratılıştan var olan içgüdüleri ile yavrularının başında kanat çırpar, ahlâklı insanlar da Rahim olma etkisiyle hayır işleri üzerinde acıma ve şefkatle yarışırlar. Bitkilerin, hayvanların anatomisi ve uzuvlarının faydalarıyla ilgili ilimlerde Allah’ın Rahmân oluşunun nice inceliklerini görür, okuruz. Ahlâk ilminde, insanlık hayatının olgunluk sayfalarında, peygamberlerin, velilerin menkıbelerinde büyük insanların biyografilerinde de iradeyle ve çalışılarak kazanılan işlerde Rahîmiyetin etkilerini okuruz.

Gerçekten Allah Teâlâ âlemlerin Rabbi olduğundan kâinatın hepsinde onun kanunları geçerlidir. insanların yaptığı işlerinden hangisi ele alınsa onun bir iyi veya kötü yönü ile uygun olacağı bir Allah kanunu vardır. İyilik yönü ile uygun olan Allah kanunu din, kötü yönüyle uygun olan Allah kanunu dinin zıddıdır. İki yönden de Allah’ın kanununa uygun düşmeyen iş, kötü ve batıldır. Allah’ın her kanunu, Allah tarafından konmuş olduğundan dolayı doğrudurlar.

İnsan tarafından konulmuş kanunlar, ne ilim, ne din hiç biri olamazlar. Bunlar, ilim açısından batıl, din açısından kötülük meydana getirirler ve doğru değildirler.

Bunun için insanlığın hakkı, gerek ilimde ve gerek dinde kanun koymak değil, Allah’ın kanunlarını arayıp bulmak ve bu kanunları keşfedip ortaya çıkarmaktır.

TEVHİD VE TEVEKKÜL

Mümin denilince akla Rabbinin gözü önünde ve melekler arasında yaşayan, yüreği peygamberin sevgisiyle dolu, kitabında Rabbinin merhamet ve nimetini bulan, yaşadığı her şeyi Yüce Allah’tan bir nimet, lütuf ve sınama olarak gören, dünya hayatını sabır ve huzurla doldurup doğduğu gibi ölen, öldüğünde dirileceğini bilen, ahiret âlemine müjdeler arasında adım atan insan anlaşılır.

Kur’an’a kulak verildikçe insan kendisini Yüce Allah’ın ayet ve mucizeleri ile dolu bir dünyada bulur ve ne yöne baksa orada imanı artıran delillerle karşılaşır.

İmanın iki yüzü vardır; Teki görünen ve bildiğimiz aleme, diğeri inandığımız ama göremediğimiz gayb alemine dönüktür. Gördüğümüz yüzde delil ve sesler vardır ve bu deliller göremediğimiz şeylerin varlığına götürür bizi. Görünmeyen yüzde ise Allah ve resulünün anlattıkları kadardır. İnanmak kadar o inancı korumak ve sağlamlaştırmakta önemlidir. Yoksa gün olur o iman çatlar, yıkılır ve kaybolmaya yüz tutar. Yaşayan bir imanın neşe ve ışığı müminin her hareketinde bellidir.

Alışkanlık ve önyargılar, toplum kuralları ve karmaşa bazen Allah’ın delillerini görmemizi engeller. Oysa sakin bir seherde veya günbatımında hele karmaşadan uzak bir yerdeysek Yaratanın sesi kulaklarımızı sağır edecek kadar güçlü çıkar.

Kâinatta Yüce bir varlığın delili gözümüzün önünde durur her zaman. İlmiyle ve kudretiyle zerreden en uzak galaksilere kadar her yeri saran bu haşmetli ve bir o kadar da rahmetli güç güneşte, havada, suda, toprakta, karıncada, kuşların annelik güdüsünde, velhasıl her yerdedir. Bu cansız ve akılsız varlıklar bile her saniye bir sanat eseri meydana getirir.

Doğduğu andan itibaren kendisine öğretilen grup içinde, önceden bildiği işte çalışır. Güneş her gün zamanında doğar, yükselir, batar, tek bir güneş milyonlarca tür canlıya hayat kaynağı olur. Hava hayatı besler, rüzgâr, bulut, yağmur olur. Su nimet olur hayat olur. Derelerden, göllerden, denizlerden yükselir, bulutlara varır, toplanır, yağmur olur o tatlı nefasetiyle bereket olur düşer toprağa.

Hizmet edenler sayılıdır, hizmet edilense milyonlarca. Herkesin, her şeyin bir görevi vardır. Yapı ve yeteneğine göre herkes, her şey ne yapacağını bilerek gelir dünyaya. Bunlardan insan her şeyi ve her şeyin mahiyetini anlar, öğrenir. Kendisini de başkalarını da kavrar.

Niye geldik? bu dünyaya dersek bizi getireni bulmaya demek lazımdır. O’nu bulmak, bilmek ve tanımak için. Tüm bu canlı ve cansızlar bir bütündür, bir birliktir. Hepsi bir mozaiğin parçalarıdır.

Kuşların, kartalların, gergedanların anne şefkati nereden gelir? Cansız bir yumurtadan çıkan bir yavru hemen yanı başında şefkatle kendisine bakan annesini nasıl görür? Bu âleme rahmet ve merhamet yağdıran bir kaynağın merhametini taşır. Yağmur, bulut, bahçeler o rahmeti müjdeler, rahmet bizi kucaklar, kuşatır. O rahmetle nefes alır veririz. O rahmet Yüce Allah’tan gelir.

Kur’an’da her surenin başında o rahmet ile bizi karşılar. Allah’ı rahman ve Rahim diye tanıtır. Çünkü rahmet Kur’an’ın en parlak ayetidir. Bizim rahmet ve merhametimizin kaynağı da işte bu ilahi rahmettir. Yüce Allah rahmetinin %1’ni bu dünyaya % 99’nu ahirete ayırdığı halde bu şefkat ve merhamet milyonlarca canlının yüreğini sıcacık yapar.

Bu ilahi lütuftan bize verilen mesaj ise şudur; “Kâinat, Kur’an, Allah’ın rahmet sıfatıdır. Sizi Rabbimiz getirdi. Görün, tadın, şükredin. Sizde o rahmeti etrafınıza yayın. Sizde kullara şefkatli ve merhametli olun.”

Dünyada her şey değişir, gelişir. Sabit kalmaz. Bu terbiyedir. Bir terbiye edici vardır. (Rab terbiye eden demektir.)Bu Rab kuşun da, rüzgârın da, canlı cansız varlıkların da, insanın da, âlemlerin de, görünenin de, görünmeyenin de Rabbidir.

Dünya güneş arası 150 milyon kilometre yoldur. Galaksimizde en yakın yıldıza ışık hızıyla 4 sene yolculuk yapmak gerekir. Yıldızların yaklaşık sayısı yaşayan insan sayısının en az yirmi katıdır. Aralarındaki mesafeler ise akıllara durgunluk verecek kadar büyüktür. Ötesi de var. Galaksi sayısı yıldız sayısı kadardır. Hepsinde milyarlarca yıldız ve galaksiler arası mesafeler akıllara sığmaz. İki galaksi arası ışık milyonlarca sene gitmek zorunda kalır. Vücudumuzda hücre yapısı da kâinatla aynıdır. Bir vücut yaklaşık bin galaksi kadar hücreye sahiptir.

Hücre kâinata benzer. Yıldız ile sivrisineğin kanadının yapı maddesi aynıdır. Temelde yapı olarak fark yoktur. Aynı atomla orada yıldız burada kanat yaratılır. Kâinatın bu en küçük zerrelerinde kâinatın devasa projeleri gizlidir. Bu yıldız ve atomlar arası denge muazzamdır. Bir milim hata olsa, bir zerre bir gram fark etse kâinat yerle bir olur. Bu zerreyi yapan kimse kâinatı yaratan da odur. Ay dünya semasına takvim olarak yerleştirilmiştir. Mercanlar ay ışığına göre ürer, kuşlar aya göre göçer, ürer, uçar. Balarısı güneşin farklı ışınlarını görerek hareketlerini belirler. Yerçekimi tüm canlıları eşit etkiler. Kâinatın ta uzak ucunda bile yerçekimi vardır.

Güneşi herkes başka görür. Kızılötesi, mor ötesi, siyah-beyaz, kimi sadece hareketlileri görür, kimi ısısını hisseder ama hepsi de görür ve yaşar güneşi. Sütün vücutlarda takip ettiği yol başlı başına bir mucizedir. Kan ile idrar arası geçip, süzülerek tertemiz ve besleyici olarak gelen binlerce çeşit süt rahmetin gölgesidir.

Sayısız yumurtadan sayısız cinste yavru çıkar. Tohum ve çekirdek zamanı gelince çatlar ve dev bir çınar ağacı olur. Hücreler vücudun tüm hücreleri ile koordineli çalışır. Haberleşir, görevini yapar. Sinek, arı çiçekten emer, aynı zamanda çiçeği döller. İnsan sa hem arıdan hem çiçekten istifade eder. Tabiatta, ekolojide her şey, her zaman, her şeyle ilgilidir. İşte bu örnek sistemdir, bütünün habercisidir. Kainatı yaratan tek tek cisimleri de yaratandır. Bu şahitliği canlı cansız her şey yapar. Akıl bu muazzam şeyi bir tek Allah nasıl yapabilir der! Hem de yaratan tek olmalı der. Bu ikilemin cevabı ise basittir. Güneşin ısısını hesap eder inanırız 15 milyon derece olmalı diye. Bilmeyiz ama inanırız.

İnsan vücudu hücreden başladığında bir irade milyarlarca hücreyi organlara, kemiklere, kirpiklere yönlendirir. Milyonlarca tercihten sıyrılarak mükemmel bir vücut yaratılır. İradenin varlığı ve tercihin mükemmelliği iradenin kusursuzluğuna delildir. Bu kâinatı yaratanın kudret, ilim ve iradesinin göstergesidir. Varlıkları da arasındaki kanunları da bu güç yaratır. İnsan için bu kanun ve kurallar din demektir. Kâinat için yapılan tercihlerin mükemmelliği bizim için din de aynıdır.

Allah’ın tanınması Kur’an iledir. Bu manevi portre Allah’ın tüm sıfatlarını bize anlatır. Arş gibi hükmetme timsali, el ve avuç gibi egemenlik sıfatları bizim zihnimize temas etmek içindir. Bunların mahiyeti bize meçhuldür. O’na benzer hiçbir şey yoktur. Biz O’nu eserleri, filleri, isim ve sıfatlarıyla tanırız.

Kâinatta her şey bu kanunla, sebebe bağlı olarak cereyan eder. Bu sebepler sonucunda ortaya çıkan sıfatların izleri o sebepte bulunmaz. Yani hadiseler ve varlıklar sebep ve kanunların eseri değildir. Bu sebep ve kanunlar sadece birer memurdur. Adeta hükümdarın yetkisi ve emriyle O’nun kuvvetine ilmine dayanarak iş görürler. Onlara itaat etmek bize düşen görevdir. Ancak sebep ve kanunların (sözgelimi tabiatın) fiillerde ortaklığı bulunduğunu düşünmek şirktir. Allah’ın icraatında ortaklık yoktur.

Alem bir kere kurulup kendi haline bırakılan saat değildir. Rabbimiz tasarrufu ile her şey gözlenir, müdahale edilir, geliştirilir veya yok edilerek yenisi ile değiştirilir.

İnsan seçkindir çünkü Allah’ın en güzel isim (Esmaül Hüsna) ve sıfatlarını görür, tanır, isimlerin eserlerini kendi üzerinde gösterir. Kendi fiillerinde de o isimlerin eserlerini yansıtır. Kâinatta tecelli eden en ilahi isimler en parlak eserini insanda göstermiştir. İnanan insan; *Allah’ın isim ve sıfatlarını kendi fiillerinde yansıtır. *Allah’ın her şeyi bildiğini, hesap verileceğini bilir, *Sadece Allah’tan ilim, hikmet, nimet ister, *Allah’ın affetmeyi çok sevdiğini bilir, *Ahlakını düzeltir, affeder, bağışlar (Affetmeyen af dileyemez) *Bu isim ve sıfatları yaşayan, yansıtan hayır makinesi, iyilik jeneratörü olur. İman; bir mümin kulun kainatı Esmasının rengarenk güzellikleriyle donatıp insanın önüne seren Alemlerin Rabbi’ne hayatıyla verdiği cevaptır. Gökleri yıldızlarla, yeri çiçeklerle süsleyen, Esmaül Hüsna insanı da güzel ahlak boyasıyla böyle süsler ve cennete layık hale getirir.

Yaratılış gayemiz; iman ve ibadettir. Bu üstün gücü görüp sığınmamak imkânsızdır. Resul ve elçilere kulak verilince doğru muhataba yönelinir, bu irşadlardan uzaklaşılınca yanlışa meyledilir. Kulluk insanın kaderine mühür ile vurulmuştur. Tercih iki şıktır; Bütün kulları yaratana kulluk, ya da kendisi yaratılmışa kulluk. Kur’an’ın iman ve ibadet çağrısı insanı kula kul olmaktan çıkarıp sadece Allah’a kulluk eden ve şerefli bir misafir mertebesine yükselten bir çağrıdır.

Allah’ın bedenlerdeki ayetleri Kur’an ve kainat ayetleriyle birikte bizlere Yüce Allah’ın varlığını ve Tek’liğini anlatır, ispat eder. Bu nedenle parmak uçlarınızdaki size özel izlerde, Allah’ın ayetlerini göremiyorsanız şayet, imanınızı tazeleme zamanıdır.

Yüce Allah’ın yaratış ve düzene sokuştaki ilahi kudret ve ilmini anlayabilmenin bir diğer ayeti de bedenlerdeki ayetlere bakmaktır. Kainattaki muazzam ahenk ve kudretin, ilim ve mükemmelliğin aynası durumundaki bedenlerin herbirisi de birer kainattır ve içerisinde milyarlarca yaşam barındırır.
Her bir bedende trilyonlarca hücre, molekül, atom, kimisi katı, kimisi sıvı, kimi gaz sayısız element, kimisi sert, kimisi yumuşak on trilyonlarca doku mevcuttur ve bunların dizgisi, yerleşimi, uyum veya uymsuzluğu hep bir ilim iledir.
Dış görünüş itibarıyla milyarlarca insanın farklı ten, mizaç, sima, boyda olması ama tamamının aynı yaratılış kuralına bağlı olarak ve belli standart ölçüler dışına çıkılmaksızın yaratılmış olması bizlere muazzam bir Yarata’nın varlığına işaret eder.

Bu Yaratan, uzuvları, sesleri, idrakleri, tenleri farklı sayısız çeşitte insan ve varlık yaratmış ama hiçbirini bir diğerine benzer kılmamıştır. Tüm insanlık bir araya gelse ve ellerine kalem alıp farklı mesela milyon tane sima çizmeye kalksa başaramaz.

Duyularımız belli sesleri duyarken bazı sesleri duyamaz, gözümüz bazı renk ve açıları görürken bazılarını göremez, ellerimizle dokunduğumuzda hissettiklerimiz bir yere kadardır ve mesela dilimizle alabildiğimiz tatlar bir miktara kadardır. tabiattaki diğer canlıların çok daha farklı kabiliyette olmaları işitme ve görme sınırlarının muazzamlığı hakkında bize bilgi verse de bize bahşedilen sınır aralıklarının mükemmelliğine tanık oluruz. Çünkü her sesi duyabilsek uyuyamaz, her rengi görebilsek uykudayken bile rengarenk bir tablo ile karşılaşırdık.

Hücrelerin anne karnındaki seyehat ve bekleme süreci de (bilinmezliklerle dolu sayısız merhaledir) bizlere birer ayettir. O kadar ki bebeklerin rahimlerden karna, oradan dünyaya gelişi bir takvime bağlıdır ve ufak istisnalar hariç tamamının süreci aynıdır. Bir damla sudan ete kemiğe bürünmüş bir insanın oluşması zaten akıllara zarar bir Yaratıcı Kudret’in varlığının ispatıdır ki ölüm de aynı şekildedir. Günü vakti geldiğinde o yaşam bir sebep ile son bulur ve sınav sona erer.

Anne karnında bebeğin şekillenme süreci de bilinmezlerle doludur. İlk hücreye kenetlenen sayısız hücrelerin hareket ve yerleşimlerini, bu hücrelerden et, kemik veya doku yapma emrini, her bir hücrenin vücudun belli bir yerindeki mükemmelliğe göre iş yapıyor olmasını bilim ile izah etmek çok kolay değildir. İçerilerde bir yerde bir ustabaşının bu hücrelere yol ve yön göstermesi, iş ve görev buyurması lazım gelir ki insan bedeni denen şahaser eser, hatasız ortaya çıkabilsin.

Vücudumuzun % 75’inin su olması bir başka ayettir ki su içilmeden yaşam devam etmemekte, su olmadan tüm yaşam sona ermektedir.

Keza hastalıklarda da bu sistem tersine çalışır ki tüm hastalıklar evvela bir tek hücrenin aniden hasta oluvermesi ile başlar. O hücreye o hastalık emrini veren kimdir? Sonra yanlardaki o mükemmel hücrelerin (herbirinin kendisini hastalığa karşı normal şartlarda koruması gerekirken) o hastalığa bulaşması ve hastalığın yayılmasını sağlayan kimdir?

Hasta olan insandaki iyileşme süreci düşünülürse o hastalığa esir düşmüş hücreleri yeniden sağlığına kavuşturan ilim ve şifa kimin eseridir?

Yaşatan ve öldüren Allah, ölümü bedene emrettiğinde bedenlerde olan nedir? hangi hücre hangi emirle faaliyetini durdurmakta ve kim mesela kalbe dur demektedir?

Gözün harika piksel özelliğini Yaratan Allah, en nadide güzellikleri görebilelim diye, kulağımızı evrendeki ahengi ve muazzamlığı duyabilelim diye yaratandır.

Akıl ve şuur yani bilinç insana armağan bir başka ayettir ki beyan yani öğrenme ve ifade yeteneğini veren Allah’tır. Konuşma ve akıl edebilme hem de bunu muazzam bir sürat ve doğrulukta yapabilmenin sırrını halen bilim adamları çözebilmiş değildir.

Görülen bir görüntünün akılda yorumlanıp saniyesinde reaksiyon gösterilmesi olayı basit görünse de milyarlarca hücre kenetlenmiş vaziyette bu olayı yaratmaktadır. Bununla da yetinilmeyerek o akıl yürütmeden hemen sonra beyin en ücra uzuvlara emir vermekte ve o uzuvlar emre göre kasları hareket ettirmektedir. Bir sıcak demliğe farkında olmadan dokunan insanın elini çekmesinin yaklaşık yarım saniye içinde olduğu hatırlanırsa sürattaki muazzamlık çok daha net anlaşılacaktır.

Kadın ve erkeğin farklı yaratılması, her bir cinsin kuvvetli ve zayıf yanlarının olması, üreme bahsine uygun her birinin farklı kabiliyetlere ve uzuvlara sahip olması Yaratılışın tesadüfü değil bir ilma dayalı olduğunun da kanıtıdır.

Büyüme, ergenlik, yaşlanma alametleri de birer ayettir ki yaşlıların çocukluğa geri dönmesi bile bir ayettir. Tenin buruşması, saçların beyazlaması, gözlerin görmezliği, kulakların az işitmesi, hastalık ve takatsizliklerin baş göstermesi hem ölümü hatırlatan alametlerdir hem de taptaze diriliği verene geri dönüşün yine aynı ilimle, aynı elden yapılacağına da ispattır.

Bedendeki yüzlerce kemiğin intizamı, sayısız damarın içiçe ama karışmaksızın vücudu baştan sona dolaşması, kemiğe et giydirilmesi, sinir sisteminin en ücra derilere kadar ulaşması da birer ayettir. İnsanın yediği ve içtiği şeylerin kan, enerji, ilaç, vitamin ve mineral olarak ayrıştırılması, şeker, tuz ve diğer bedensel ihtiyaçların mesela yenen bir elma ile karşılanabilmesi de muazzam ayetlerdendir. İnsanın yaratıldığı mekan yani coğrafyaya uygun evrimleşmesi (Ortadoğudakinin sıcağa, eskimoların soguğa dayanıklı olmaları gibi) yine Allah’ın ayetlerindendir.

Ruhsal manada ise mizaçlardaki sayısız farklılık ve yetenekler Yaratan’ın muhteşem eseridir ki kimi piyano çalabiliyorken kimisi marangozluğa yeteneklidir. Oysa her ikisinin de ilmi ve yaratılış standartları aynıdır. Kimi öğretebiliyorken kimisi resim çizmekte, kimisi dalgıç iken bir diğeri astranot olabilmektedir. Kimisi hızlı koşarken kimisi iyi yüzmekte, kimisi ağır kaldırabilirken kimisi dağa tırmanabilmektedir. Bu farklı yeteneklerin izahı ise ancak ilahi ilim ve kudretle mümkündür. Kimisi müzik dinleyerek, kimisi basket maçı izleyerek rahatlar.

Genler ve daha bilinmedik pek çok ilahi sırları bünyesinde barındıran bedenler Yaratılışın göklerin yaratılışından sonraki en zor ve muazzam yaratışlardır ve kolay olmamıştır. Lakin Ol deyince olduran Yüce Allah için Yaratmak kolaydır ve bunun ilmi sadece kendisindedir. Bu yüzden tüm insanlık bir araya gelse bir sivrisineği veya bir damla suyu yaratamaz.

Tüm insanlık bir araya gelse bir çekirdeği çatlatamaz ve bir ağacı o çekirdekten çıkaramaz.

Dahası tabiatta olagelen her bir şey Allah izni iledir ve O’nun izni ve haberi olmadan ne bir kuş uçabilir, ne bir yaprak yere düşebilir ne de bir gebe doğurabilir. Bu da demektir ki her bir oluş bir izin, ilim, irade ve maksat iledir.

Özetle; daha sayısız örnek vermek mümkün olsa da bedenlerin kainatın kopyası olduğu aşikardır. O kadar ki atom yapıları insan bedeninde de aynıdır, bir ağaçta da, bir meteorda da. Farklılık ilimdedir ve o ilme emir verenin kudretindedir.

Hastalığı, şifayı veren bu yüzden Allah’tır. Doğumu ve ölümü veren yani yaşatan ve öldüren O’dur.

Kainatı da, bedenleri de , yaratılmışların tamamını da yaratan O’dur.

O’nun ayetleri görmesini bilen için bu yüzden hem kainatta hem bedendedir.

Göremeyenler içinse tüm bu ayetlerin izahı Kur’an ayetlerindedir.

Çünkü Allah’ın ayetleri Kur’an’da, kainatta ve bedendedir.

Mesele bunları iman penceresinden görebilmektedir.

Parmak uçlarınızdaki size özel izlerde, Allah’ın ayetlerini göremiyorsanız, imanınızı tazeleme zamanıdır.

Allah’ın ayetlerini görebilmek

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde şöyle diyordu; “Havada kuşun kanadıyla uçtuğunu görüp te ondan uçma kanunlarını ve o kanunları yazan Allah’ın kudretini anlamaya çalışanlar içindir ki kuşların uçması bir ayet olur.”

Kainat bedenler tıpkı Kur’an gibi ayetlerle doludur ve fakat bunları görebilmek için evvela bakmayı istemek ve sonra görmek gerekir. Bakmakla görmek arasındaki fark da budur. Rastgele bakışla görebilmek arasındaki fark ayetleri fark edebilme kabiliyetidir ki bu imkânı veren imandır.

İman varsa kul kuşun kanadında da, rüzgar ve bulutta da, çiçeğin kokusu ve arının balında da, insan denen varlığın göz bebeklerinde de, yıldızlı semada da, denizdeki dalgalarda da, dudaklarda, saç renklerinde, ellerin harika anatomik yapısında da Allah’ın ayetlerini görebilir.

İmanlı bir mü’min için konuşmak ve yürümek de, kuşların uçması, rüzgarın esmesi de, yağmur da, ay ve güneşin peşi sıra yer değiştirmesi de ayettir.

Bu bize zikre, tefekküre götürür ve tartışılmaz vaziyette gözler, akıllar Yüce Allah’a teslim olurlar.

Ayetler elbette sadece güzelliklerde ve hoşluklarda da değildir.

Söz gelimi kasırga veya depremlerde, kanlı savaşlarda, açlık ve sefaletlerde, akılsızlık ve bilgisizliklerde, yıldızların sönmesinde, güneşle ayın aynı hizaya gelmesinde, bedensel ağrılarda, ani ölümlerde, huylardaki değişimlerde, kanma ve aldanmalarda, salgın hastalık ve yangınlarda birer ayettir.

Başa gelen, görülen, duyulan, hissedilen, yaşanan ne varsa her biri birer ayettir çünkü bir hikmeti vardır. Kainatta hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır ve o sebebi anlamaya çalışmak lazım gelir.

Hikmet sadece fiziki oluşlarda da değildir. Kötülüklerde, savaşlarda, işgallerde, hastalıklarda, yokluklarda birer ayettir ve bu ayetleri arayıp bulmak imanlı kalpler için görevdir. Müsibet ve müjdelerin kısaca tamamı bir üründür ve sebebi vardır. İş zulüm seviyesine varıyorsa sebebi sadece insandır çünkü Allah asla zulmetmez. Lakin belalar, müsibetler, kazalar pekâlâ Allah’tandır. Çünkü O, hak edene hak ettiğini verendir. Müjdeler, rızık ve nimetler, medet ve şifalar da O’ndandır. O halde her zaman ve her şeyde bu ayetleri görebilmek için bakmak lazımdır ki şeytanlar başları hep başka yöne çevirmek isterler. Kalpler ise o ayeti arayıp bulmak için yanar ve tutuşur.

Her bir yaşanan ve görülen şey ayet olunca da hikmeti arayıp bulmak ve doğruya uzanmak lazım gelir. Bu, güzelliklerde ayetleri bularak daha fazla iman etmeyi, kötülüklerde ders çıkararak iyiliği artırmayı mümkün kılar. Yani kul, güzelliklerde de, kötülüklerde de ayetleri bulabilen ve kendisine faydalı bir sonuç çıkarabilendir. Huylar bu suretle güzelleşir ve imanlar bu sayede artar.

Dünya sınavında doğru ve yanlış yan yanadır ve kul hür iradesi ile bunlardan birisini seçerek yoluna devam eder. Hayat bu iki seçenekten birisini seçerek sonraki soruya geçmek süresidir. Yaşam ayetlerle dolu olunca ve her ayette saklı bir hikmet olunca kul iyiliklerdeki ayetlerle yücelir, teslim olur, kötülüklerdeki musibetlerden ders alarak yine yücelir. Yani mü’min her durumda karlıdır. başka bir deyişle mü’min bollukta şükrederek, darlıkta sabrederek nasıl hep sevap kazanıyorsa, güzelden alacaklarıyla da, kötülükten çıkaracağı derslerle de yücelir.

Yeter ki bakmak istesin ve görebilsin.

Allah’ın ayetleri bazen de insan niyet ve amellerinde gizlidir. Bu sebeplerden ziyade sonuçlarla ve doğrudan sınavla alakalıdır. Yani buradaki hikmet o pislik veya suçun işlenmesinde değil, o soruna sebep olan şeytanların varlığında, aldanmalarda, imansızlıklarda, haksız susuşlarda, sonrasında kararan akıbetlerdedir. Tabiki varsa susmayanların feragat ve cesaretinde, güzel ahlakındadır. Bu zaten sınavın da ta kendisidir. Gözler işte ayetlerin bu gizli olanını da bulmakla mükelleftir ki bulanlar kâmil derecesine erenlerdir.

Söz gelimi kulun gözü önünde cereyan eden bir haksızlığa şahit olsun. Bu elbette bir zulüm nevidir ve müsebbibi insandır. Lakin bu haksızlığa ortam hazırlayanlar, haksızlığın icra şekli, haksızlığın sonuçları, yanlışla değişen dengeler, bu yanlışın verdiği kalıcı hasar ve nihayet bu haksızlığın aslında bir sınav sorusu olması bir hikmettir. Bu hikmet ise ayettir. Bundan ders çıkarıp uzak duranlarla, yanlıştan dönenler ayetleri gören ve tövbe edenlerdir.

Yanlışı göremeyen veya günahta ısrar edenler ise ayeti inkâr eden ve günahın vebalinden dahi çekinmeyenlerdir. Yani Allah’ın hikmet ve ayeti bunlar için mana taşımıyor demektir, sınav onlar için ehemmiyetsiz demektir. Bu ise ne büyük bir yanılgıdır?

Kötü işleri yapanlar, hür iradeleri ile o işi yapıyorlarsa da o işteki keramet bu kadar basit değildir. Keza iyilik üretenler için de aynı şey söz konusudur. Dünya tek başına bir yaşam formu ve bir varlıktır, yani yaratılmıştır. Bu madde üzerinde minicik insan, kainatta zerrece yer doldurmazken, anlaşılmaz vaziyette kainata hâkim olma gayretindedir ve bu yolda her şeyi mübah sayar. Hele ki bu gezegende tam hâkim olmak ister ve bu sebeple kan dökmekten dahi çekinmez.

Bu tarifi imkânsız cesaret ise sadece bir kişi veya toplumu değil, tüm insanlığı ilgilendirir ve sarsar. Sonuçta huzur ve esenliğin, teslimiyet ve ahlakın yeryüzüne egemen olması veya bozgunculuğun yeryüzünü teslim alması dünyanın kaderidir ve tüm ferdi veya toplumsal yaşananlardaki hikmet aslında tüm dünyayı ilgilendiren devasa bir ayettir.

Bunu suya düşen bir damla gibi düşünürsek durum daha iyi anlaşılır ki o damlanın seri etkisi çok uzaklara kadar yayılır ve uzaktan bakan için o suyu hareketli/çalkantılı gösterir. Sayısız damla düşünüldüğünde ise o ufacık damlaların çıkardığı dalgalanma hareketsiz kovada adeta fırtınalar yaratır. İşte her bir iyilik ve kötülüğün insanlığa etkisi de böyledir. Buradaki hikmet ise herkesin her gördüğü iyiliği teşvik ederek desteklemesi ve her gördüğü kötülüğe karşı durmasıdır. Allah’ın cihat emri de tam olarak budur. Kimden ve nereden gelirse gelsin herkes kötülüğe karşı dik durmalıdır ki denizler durulsun, huzur ve asayiş temin olunabilsin.

Allah’ın buradaki ayeti ise devasa bir sınavdır ve tüm dünyayı ilgilendiren bu ayeti görmek büyüklük ve iman derinliğidir.

İyilikler teşvik edilip alkışlanmaz ise bir zaman sonra kaybolur, kötülükler tedbir alınmaz ve karşı konulmaz ise bir zaman sonra kontrol edilemez hale gelir. Şimdi ayet daha iyi anlaşılmıştır sanırız. Çünkü bu tepkisizlik tercihi iyiliği doğal olarak yok ederken, kötülüğe de kapı açar. Allah’ın ayetleri bizler göremesek de vardır. O ayetler cehalet ve gafletlerimize şahit olmaya devam da edecektir. Ahirette dahi bu ayetler hakkımızda şahitlik yapacaktır ki uzuvlar, yıldızlar, Kur’an başlıca şahitler olacaktır.

Her biri imanı artırmak ve muhafaza ettirmek için yerleştirilen bu ayetler boşuna değildir. Yaşananlardan dersler almak lazım gelendir. Sırlarda, hikmetlerde ayetleri arayıp bulmak şart olandır. Kur’an ayetleri bu anlamda çok özel bir öneme sahiptir ki alenen ve basitçe kitaplaştırılıp gözler önüne konan ve asırlarca Allah koruması ile değişmeden duran Kur’an, yaratılıştaki en büyük ayet ve hikmettir. Kur’an’ın isim, sıfat ve emirlerine burada değinmeyeceğiz lakin şu kadar bahsetmek gerekir ki O’ndaki bir tek harf veya nokta dahi boşuna değildir, O’nda anlatılan hiçbir şey kısmi veya geçici değildir, evrenseldir, zaman ötesidir, coğrafya ötesidir. Bu anlamda gerek emir ve yasaklar, gerek helak edilen kavimler bahsi, gerek kıssalar, gerek hikâyemsi anlatımların her biri bir ayettir, öğüt veya yasaklamadır, korunma ve kurtuluş reçetesidir.

Bu ayetleri herkes okuyabilir. Ancak …

Kimisi anlamadan okumak için, kimisi sevap olsun diye, kimisi sadece anlamak için, kimisi satırlar arasındaki hikmeti yakalayabilmek ve kendisini düzeltmek için okur. Kimileri de sır ve hikmete erip, kendisini ve dünyayı güzele doğru değiştirmek için okur.

Kur’an okuyuştan okuyuşa farklıysa, okuyucusuna verdiği de farklı olacaktır ki çoğu insan maalesef okumaz veya anlamadan okur yahut anlamadan bir de ezberlemeye çalışır. Bu kimsenin hikmete erebilmesi mümkün müdür?

Bir de Kur’an mü’minleri vardır ki her bir ayet üzerinde derin derin düşünürler ve şöyle derler;

“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.” (Al-i İmran 3/191)

Göklere, yere, ellere, sese, yeşile, Kur’an’a bu bakış olması gerekendir. Kur’an okuyuşu da bu olmalıdır.

Bu bakış başa gelen her şeye, tesadüf edilen veya görülen her şeye uygulanması gereken bir idraktir. Ancak bu sayede hikmet anlaşılabilir ve ancak o zaman Allah’ın ayetleri anlaşılır olur.

Başa dönersek;

 “Havada kuşun kanadıyla uçtuğunu görüp te ondan uçma kanunlarını ve o kanunları yazan Allah’ın kudretini anlamaya çalışanlar içindir ki kuşların uçması bir ayet olur.”

Yani sadece kuşu, kanadı veya uçmak fiilini görmekle yetinenler için Allah’ın kudret ve kanunları bir şey ifade edemez ve kula bir şey katamaz. Lakin kul, o kabiliyeti Yaratan Allah’ı ve ilmini hissedebildiği anda ayetleri görmeye başlamış demektir.

O halde kul, etrafına hep bir ayet arayışı ile bakmalı, yaşanan her şeyde gizli bir hikmet olduğunu bilmeli, iyiliğe destek ve kötülüğe kilit olmayı arzu etmelidir.

Bu yapılırsa kalpler yumuşar, sevaplar artar, iman erdirici olur.

Yapılmazsa benlikler çürür, yeryüzü bozguncularca kirletilmeye devam eder, iman dillerde kalır, ayetler yine olmaya devam eder ama anlayan kalmaz.

Bu vakit insan denen varlık zaten emanete sahip olma hakkından da feragat etmiş olur, sıradanlaşır.

İman gerçeklerinin önemi

İman etmek, aklını ve gördüğünü esas alan insan için kolay değildir. Sonuçta kul görmek, dokunmak, hissetmek ve emin olmak ister. Oysa imanın çoğu ayeti görünmezdir, gayba ve bilinmeyene aittir. Bu nedenle insanların bilmediği bir şeye bağlanması güçtür ve hele vaddedilen ceza ve ödülün gözle görünür olmaması kulu vurdumduymazlığa en azından hafife almaya sevk eder. İman ayetleri ve gerçekleri her an göz önünde cereyan ettiği halde insanlar farkında bile olmadan yaşar giderler. Bu gerçeklere temas edilememesi ise yaşam gayesine vurulan büyük bir darbe ve yitip giden ömürdür. Ve insan her boşa geçen saniye ziyandadır. İman gerçekleri kula yabancılaşırsa o kul etrafın cahil telkinlerine maruz kalır ve hakikatten uzaklaşır. O kul bu nedenle ilahi mesajları okuyamaz, dünyaya kalp gözüyle bakamaz hale gelir.

Her insan kendisine has bir mucize bekler. Bizzat şahit olacağı bir hadise meydana gelsin ister. Oysa bir tohumun yeşermesi, arının kanat çırparak o muazzam büyük bedeni havalara kaldırması bir mucize değil midir? Tabiat, insan, velhasıl tüm kainat bir mucizeler ve mükemmellikler manzumesidir. İman gerçeklerinin kalp gözüyle görülebilmesi, imani şuurun yerleşmesine, vicdanların uyanmasına ve küfrün batıl telkinlerinin yok olmasına sebep olur. İmani gerçekler yaratılış delilini gözler önüne sererken bundan gafil olanlar koyu karanlıklarda kuru bir yaprak gibi bir o yana bir bu yana sürüklenir giderler. İman gerçekleri karşısında vicdanının sesini dinleyen kişinin ilk aklına gelen, bunların tesadüfen veya kendiliğinden meydana gelemeyeceğidir. Tüm bunları yaratan üstün güç ve sanat sahibi Allah’ın varlığını anlayacak ve O’na iman edecektir.

1. İman Gerçekleri İmanın Kazanılmasına Vesile Olur

Hangi kalp yavrusunu emziren bir ceylan karşısında burkulmaz, hangi anne yavrusu acı çekerken gözü yaşlanmaz, hangi insan tohumun tomurcuğa, tomurcuğun güle dönmesini görür de iflah olmaz.

İmanın gerçeklerine temas etmek iman sahibi olmaya zorlamak, imanın asıl doğru ve hak olduğunu ilan etmektir. Başkaca hiçbir gücün hayat veremeyeceği günlük oluşumlar muazzam bir Yaratıcı’nın sanat, ilim ve kudret ile bezenmiş el emeğidir ve ahengi, dengesi, uyumu, tonu, rengi, sesi harikuladedir.

Ne başka ilahlar vardır, ne İlah’ımız Allah’ın bir noksanı. O imanı kalplerde yeşertmek adına tüm güzellikleri bahşetmiş, ayetlerini görünür kılmış, binlerce güzelliği insana sunmuştur. O, kalbi, gözü, kulağı verendir. O, ruhu, aklı, şuuru verendir. O, kainatın tüm varlık ve cisimlerini insana sunan, kendisini ayetleri ile görünür, kokulur, dokunulur kılandır. İşte bu farkındalık imandır, hakikattir. Bu hakikat; tam teslimiyeti, yalnız Allah’a iman etmeyi gerekli kılar.

“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.” (Al-i İmran, 3/191)

2. İman Gerçekleri İmanı Sağlamlaştırır, Derinleştirir ve Kalıcı Kılar.

İman gerçekleri bir kere temas edildi mi yüreklerde yer eder. Yüce Allah’ın sonsuz gücüne itikad eden bir kul artık başka maceralar, dostlar, ilahlar aramaz hale gelir ve O’na yönelmek, rızasını kazanmak için çabalar durur.

Bu nedenle iman gerçekleri sadece iman edecekler için değil iman etmiş ama imanı geliştirilmeye muhtaç olanlar için de zorunludur. İman eden yürek, derin derin tefekkür ederek her gün Rabbine biraz daha yakınlaşabilmeyi umut eder. Bu umut sevgiyi, sadakati, ilhamı, gücü ve sabrı beraberinde getirir. Gayretin sonu ise Allah’ın izniyle imanda derinleşmek ve sağlam iman sahibi olmaktır. Görünür, inanılır, kesinliği kabul edilir iman, kalplerde sarsılmaz bir yer edinir ve kul Rabbinin rıza göstereceği gibi hatasız yaşamaya gayret eder, hata yapınca Rabbinin tevbe ve duasını kabul edeceğini bilir. Bu güvenle de şerleri bırakıp hayırlara koşar, çevresine ışık, güzellik ve bilgi saçar.

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 5/35)

Kulun kendisini Allah’a yaklaştıracak vesile araması, kurtuluşa ermeyi umması için bir yoldur. İşte iman gerçekleri mümine, Allah’ın varlığı ve sıfatları hakkında daha derin bir kavrayış ve anlayış, Allah’a daha fazla bir yakınlaşma sağlayan vesilelerdir. İman gerçekleri taklidi ve yüzeysel imandan tahkiki ve tafsili imana geçişi gerçek ve tek anahtarıdır.

3. İman Gerçekleri Batıl ve Cahil Telkinleri Yok Eder

İman hakikatlerine temas edildiği vakit geri kalan batıl, köhne, örfi, cahil, karanlık tüm telkin ve öğretiler boşa çıkar, hakikat nur gibi parlarken diğerleri kapkara kesilir, soluk ve cansız hal alır.

İman etmeyenlerin tüm çaba ve gayretlerine rağmen iman gerçekleri, gören gözler için gün gibi ortadadır.

Yaşamın baştan sona bir tesadüf, rastgelelik üzerine kurulu olduğu ateizm safsatası iman gerçekleri karşısında cahil ve batıl kalır. Bu aksini ispata gayret eden bilimi bizzat kullanarak imanın inceliğini, yaratılışın muazzam dengesini, ilimdeki sanatı gözler önüne sermekle, çalışmakla, azimle ısrarcı olmakla olur. Batıl elbet yok olacaktır lakin insanlar modern bilimden de istifade ile iman gerçekleri ile tanışmak, tanıştırılmak mecburiyetindedir. Öte yandan, iman gerçeklerinden mahrum birisi, şirk ve küfür telkinlerine karşı son derece savunmasızdır. Akıl ve bilimin, dinin önüne geçmeye çalıştığı her alanda yaşanan tereddüt ve belirsizlik insanları her defasında şüpheye sürüklemiştir.

Çünkü bilim görünen ve sayısal olarak ispatlanan şeylerin ardı sıra gider ve inkâr edemese de ilahi gücün eserlerini tabiata, kainatın ahengini kanunlara, yağmuru neme, rüzgarı hava akımlarına bağlamaya çalışır. Bu yapılan olanın açıklaması olduğu halde bilim her defasında dinin tabiata, fiziğe ve bilime mahkûm olduğunu ispata çalışır. Bu nedenle, öğrenmek ve paylaşmak cehaletin ve batılın yok edilebilmesi için önemli ve gereklidir.

İman gerçekleri bilinirse, kafir ve müşriklerin yalan, yanlış ve değiştirilmiş hakikatlerine karşı daha sağlam durulur ve onların riya, gösteriş, yalan ve tuzakları daha iyi anlaşılır. İman gerçeklerinden bihaber olmak kulu dinsiz saldırılara karşı savunmasız bırakırken, iman gerçeklerini biliyor olmak ve anlatmak her türlü zararlı akıma karşı koymak, kulluk görevini yapmak ve imanı yaymaktır ki asıl hedef budur. Bu bilgi ve gerçek kişiyi inkarcı ve reddedici tüm akım ve fikirlere karşı güçlü kılar, sabır, güç ve destek verir

4. İman Gerçekleri Allah’ı Gereği Gibi Takdir Edebilmeyi Sağlar

“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır.” (Fatır, 35/15)

“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır.” (Fatır, 35/15)

İman gerçekleri üzerinde derin düşünmek ve Allah’ın bunlarda yansıyan sıfatlarını görmek Allah’ı çok daha iyi ve yakından tanımayı sağlayacaktır. Allah’ı daha iyi tanımaya, her an her yerde O’nun tecellilerini görmeye başlayan insan da kazandığı bu meziyet sayesinde Allah’ın kudretini hakkıyla takdir eder duruma gelecektir. İman gerçekleri üzerinde edinilen derin bilgi ve tefekkür sonucunda kişi can taşıyan ve taşımayan her şeyin, her saniye ve her yerde Allah’ın bilgisi ve kontrolünde olduğunu anlar. Hücreden en uzak yıldızların yapı maddesine kadar her şey Rabbimizin emri ile hareket etmekte, mutlak itaat ile verilen görevi yapmakta ve emir dinlemektedir. Rabbimizin bu muazzam düzeni kurmak, devam ettirmek veya sonlandırmak için sarf edeceği tek kelime ise “Ol!” demesidir

Varlıkların her hareketi Allah’ın dilemesiyle ve Allah’ın kontrolü altında gerçekleşir. Bunun için sonsuz bir güç, sınırsız bir bilgi, muazzam bir akıl ve en ileri türeden zekâ gerektiği açıktır. İşte yalnızca bu gerçek üzerinde tefekkür etmek dahi Allah’ın sonsuz sıfatlarına daha yakından şahit olmayı ve Allah’ın sonsuz gücünü gereği gibi takdir edebilmeyi sağlar.

“Ey insanlar! Size bir örnek verildi. Şimdi ona iyi kulak verin. Sizin Allah’tan başka taptıklarınız bir sinek dahi yaratamazlar, hepsi bunun için toplansalar bile. Eğer sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan kurtaramazlar. İsteyen de âciz, istenen de. Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Hac, 22/73-74)

İman gerçeklerini araştırmak ve öğrenmek, üzerinde hakkıyla düşünmek, Allah’ın canlı cansız tüm varlıklar üzerinde her an süregelen mutlak kontrol ve hâkimiyetini kesin bir bilgiyle anlamaya vesile olmalıdır. Ve bu anlayış, Allah’a karşı tam bir teslimiyeti beraberinde getirecektir. Vücudundaki karmaşık sistemleri ve bunlardaki hassas dengeleri bilen ve üzerinde düşünen bir mümin, kusursuz biçimde çalışan bu sistemleri oluşturan aklın, vücudun kendisine ait olmadığını anlar.

Bilir ki vücut dediği şey, bilinci, duyu organları, düşünme yeteneği olmayan atomların meydana getirdiği bir hücreler topluluğudur. Bu tefekkürün sonucunda kişi vücudundaki her bir hücreye, hatta her bir atoma kadar her şeyin Allah’ın emriyle ve isteğiyle hareket ettiğine kesin kanaat getirir. Hiçbir olayın hiçbir aşamasında şansa ya da tesadüfe yer olmadığını anlar. İman hakikatine temas eden kişi bilir ki daha insan bebek olarak şekillenirken bir irade milyarlarca hücrenin her birine bir görev vermiş, hücreleri yerlerine sevk etmiş, hücrelerin birleşmesini organize etmiş, hücrelerden oluşan organ ve dokulara koordine, uyum, ahenk ve ritim katmış, ilk kalp atışını nasip etmiştir.

5. Ancak İlim Sahipleri Allah’tan Gereği Gibi Korkar

“…Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Fatır Suresi, 28)

İman gerçeklerini görebilmek bir süre sonra bilgi birikimi sağlar. Kuran’ın tarifiyle “ilimde derinleşen” veya “ilim sahibi” olan bu kişiler, Allah’ın kendi üzerlerindeki ve etraflarındaki tecellilerini her an gözlemlerler. İlim sahipleri, kuşların kanatlarının uçmaya uygun yaratıldığını, daha az enerji harcamak için “V” şeklinde uçtuklarını, tüylerindeki kompleks dizaynı bilirler.

Kısacası bir kuşun, uçmasından üremesine, tüylerinin şeklinden rengine kadar herşeyi Allah’ın üstün bir düzen ve tasarım içinde yarattığının bilincindedirler. Bu yaratma sanatının örnekleri üzerinde düşündüklerinde, Allah’ın üstün gücü ve ilmi karşısında imanları artar. Allah’ın her tecellisinde Allah’ın sıfatlarını güçlü bir şekilde hisseden ilim sahiplerinin Allah’tan duydukları korku da aynı oranda artar ve güçlenir. İlim sahipleri Kuran’da övülmüştür. Bütün müminler de Kuran’da övülen bu ilim sahiplerinin mertebesine yükselmeye çalışmalıdırlar. Bu ilim, bilim dediğimiz sayısal ispat sanatı olduğu kadar aynı zamanda ve aslen maneviyata hitabeden dini kavrayış ve seziştir.

6. İman Gerçekleri, İnsanın Ufkunu Açar

“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.” (Bakara, 2/164)

İman gerçeklerini öğrenmek, üzerinde düşünmek, hikmetini kavramak, insanın düşünce ufkunu açması bakımından da önemlidir. Çünkü bu olgu insanı hayata başka gözle bakmaya, alışkanlıkları değiştirmeye zorlar. İman gerçeklerinden uzak insanlar bile iman gerçeklerinin bir delilidir çünkü Rabbimiz bunun böyle olacağını bilmiş ve bildirmiştir. İmansızların kaybı bu noktada iman edenlere kazançtır. İman gerçeklerini görenler yalnızca ağaçları, çiçekleri ya da hayvanların şaşırtıcı özelliklerini düşünmez. Onlar, aynı zamanda Allah’ın yarattığı teknoloji ve bilim ürünlerinin de var edilip ilham ile bildirildiğini, icat değil keşfolunduklarını bilir ve şükreder. Kaza, bela, müsibet ve bolluk anlarında insanların gösterdiği davranış şekli onların inançlarının da aynı zamanda aynasıdır. Çünkü iman gerçeklerine temas edebilmiş kişi her türlü halin Allah’tan olduğunu bilir ve sabrederek dua eder. Belalarda, sabır, namaz ve dua, bolluklarda namaz, şükür ve paylaşma bu insanların doğru davranış şeklidir.

Haksızlık, zulüm, çirkinlik ve kötülük peşinde koşanlar ise bu güzellikleri kavramaktan uzak, zayıf imanlılar veya kafirlerdir ki müşrikler de bu gruptandır. “Bedevi karakteri”, cehaleti, düşüncesizliği, kabalığı temsil etmektedir. Bu karakteri tedavi etmek için insanların, kültürlü, derin düşünen, Allah’ın yaratmasındaki üstün sanatı ve hikmetleri kavrayabilen bir hale gelmek için çalışmaları gerekir. İman gerçeklerini araştırmak, öğrenmek, düşünmek ve yorumlamak ise Allah’ın bizden istediği bu kültürün temelidir.

7. İman gerçekleri kulun hayatını doğruya oturtan kalıcı bir değişimdir.

Çoğunlukla ileri yaşlarda, kısmen erken yaşlarda tanışılan tahkiki iman, kulun o andan önceki ve sonraki hayatı arasındaki kalın çizgidir. Kulun hayata bakışı, kazanım ve harcamaları, ibadet ve davranışları, söz ve mimikleri, duygu ve umutları o kalın çizgiden itibaren daha farklı şekillenir ve kul bildiği her şeyi toptan değiştirmek heves ve arzusuna sahip olur.

Kul o kalın çizgiden önceki hayatının beyhude olduğunun farkına varır, hayatına mana katan iman gerçekleri ile sonraki ömrüne daha başka bakar ve yaşadıkça iyilik ve güzelliklerin savunucusu olur. İman gerçekleri, kulun o ana kadar ki önceliklerini değiştirmesine sebep olan vesiledir. İman gerçekleri, kulun boş heves ve arzularının dizginlenmiş, rayına oturtulmuş halidir. Nefis ve şeytani muhasebelerin geride kaldığı bu kalın çizgi, kalpten Rabbe yönelişin ilk adımıdır ve artık gözler ve dudaklar başkaca bir sevgili aramadan Rabbini anar. Kul, kendisindeki değişim ile, etrafını da değiştirmek için gayret eder, umut eder. Bu manada iyilik kendisine ve topluma yaptığı olmak üzere iki türlüdür. Kendisini terbiye edenin Allah olduğunu bilen kul, başkalarını da aydınlatarak, anlatarak Allah yoluna davet etmekle onlarında terbiye olmasına aracı olmaya gayret eder ve bu sayede inşallah onların terbiyelerinden de üzerine düşen sevabı kazanır. Terbiye olmak istemeyenler için de iman gerçeklerini gören kimse tebliği yapmış, davet etmiş, hakikati göstermiş olmakla onların bilmiyorduk demelerinin de önünü keserek onları kaderleri ile baş başa bırakmış olur.

8. İman Gerçekleri Allah’ın Rıza ve Rahmetine Kavuşmaya Vesile Olur

“(Dünyalık olarak) size her ne verilmişse, bu dünya hayatının geçimliğidir. Allah’ın yanında bulunanlar ise daha hayırlı ve kalıcıdır. Bu mükâfat, inananlar ve Rablerine tevekkül edenler, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınanlar, öfkelendikleri zaman bağışlayanlar, Rablerinin çağrısına cevap verenler ve namazı dosdoğru kılanlar; işleri, aralarında şûrâ (danışma) ile olanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcayanlar, bir saldırıya uğradıkları zaman, aralarında yardımlaşanlar içindir.” (Şura, 42/36-39)

Allah’ın rızasını kazanmak kul için ilk görev ve hedeftir. Çünkü cennet ve cehennem bir amaç değil bir neticedir. İbadetin, iman ve ahlakın gayesi Rabbimize layık kul olabilmektir ki Allah’ın rızasına sahip olabilmek ulaşılabilecek en üst derecedir. Şeffatin bile sadece Allah’ın razı olduğu kullara bahşedilecek olması bu manada iman etmeyi çok daha fazla gerekli kılar ki iman etmek tüm inanç sisteminin omurgasıdır. İman olmadan ne ibadet, ne ahlak, ne salih amel olur. Olsa da yetersizdir, riyadır, gösteriştir. Tam tersine kalbe yerleşen iman peşinden ibadet, ahlak ve salih ameli de getiren bir güzellikler manzumesidir.

İman hakikatlerinin öğrenilmesi ve tefekkür edilmesi sonucunda kazanılan tüm vasıflar müminin Allah korkusunun artmasını, Allah’ın emir ve yasaklarını çok daha şevkli ve bilinçli bir şekilde yerine getirmesini sağlar. Dolayısıyla, Allah’ın rahmetine, rızasına kavuşmasına vesile olurlar. Allah’ın rahmeti bu dünyada hayır, bereket, güzellik, aklın artması, ilim ve hikmet verilmesi, huzur, neşe ve mutluluk verilmesi, nimet verilmesi gibi ihsanlardır. Ahirette ise ebedi Cehennem azabından kurtuluş, sonsuz Cennet nimetlerine ve Allah’ın sürekli rızasına kavuşmadır.

İmanın derecesine göre Cennette kavuşulan dereceler de farklı farklıdır. Bu nedenle -doğrusunu Allah bilir- iman gerçeklerinde derinleşerek, Allah’ın sonsuz sıfatlarına daha yakından şahit olan ve bunun sonucunda kesin bilgiye dayalı (tahkiki), katıksız ve üstün bir imana sahip olan müminlerin Cennetteki makamları da Allah’ın izniyle aynı oranda üstün olur. Müminler, sahip oldukları derin tefekkürleri ve içleri titreyerek Allah’tan duydukları korku nedeniyle, Allah’ın izni ve dilemesiyle, inşallah cennetlerde yüksek derecelerle ödüllendirileceklerdir.

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçekten mü’minlerdir. Onlara, Rableri katında yüksek mertebeler, bağışlanma ve cömertçe verilmiş rızık vardır. (Enfal, 5/2-4)

İman gerçekleri her zaman ve her yerdedir. Bunlar bize; Allah’ın tek Yaratan, tek Sahip, tek Kudret ve tek İlim sahibi olduğunu anlatır. Bu mana bir kez sezilince, akan sular durur, eski yanlışlar üzerine sünger çekilir, tevbe ve dua ile Rabbimize yönelinerek geçmiş günahların bağışlanması dilenir, kul müteakip hayatına daha başka bir vicdan ve terbiye ile kılavuzlanır.

İman gerçekleri bir kez görünür hale gelince; mazluma kalkan eller kalkmaz, hak yiyen yiyemez, kötülük eden edemez olur.

Rabbim hepimize, imanı, temiz nefsi, arınmış kalbi, iman gerçeklerini görebilmeyi nasip etsin.
Rabbim, Allah rızasına kavuşabilmek umudumuzu yok etmesin.
Rabbim, bizi esirgesin ve bağışlasın.
Rabbim, bizleri hoşnut olduğu kullarından eylesin.
Amin!

Comments are closed.