logo

Öğrenmek ve paylaşmak

İÇİNDEKİLER

Anlayan-Doğa ve Dini Okumanın İmkânı

Anı Yaşamak Mı? Anlık Yaşamak Mı?

İNSANIN ONURU / İnsan bizatihi bir değerdir

Bildikçe İnsana Bir Şeyler Mi Oluyor?

Çevre krizine dinî bir perspektiften bakmak niçin önemli? / Modern İnsanın Çıkmazı

BEŞ DUYU / İDRAK

Nimete Körlük Çağında Kanaat ve Şükür

Kur’an Işığında Din ve İnanç Hürriyeti

Allah’ın ayetlerini görebilmek

Müslümanların, Kur’an’ı, Platon’un Devlet’ini okur gibi okumadıklarını biliyoruz. Görünürde, bu farklılık birinin dini, diğerinin felsefi içeriğe sahip olmasıyla ilgili sanılabilir. Fakat daha derine bakarsak, bu farklı okumanın, içerikle alakası olmadığını görebiliriz. Her ne kadar iki metinde paralellikler kurulsa ve ortak temalar bulunduğu zaman zaman söylense de, inananlar Kur’an’ın farklı bir kitap olduğunu her fırsatta vurgularlar. Peki, varsa, böyle bir farklılığın sebebi ne olabilir? Bu soruya verilen en yaygın cevap, Kur’an’ın kutsal olduğu kabul edilen kaynağıdır. Bu iddianın sahiplerine göre, bir metnin kaynağının kutsal olması, onu dini bir metin haline getirmek için yeterlidir. Ve dahası, bu kutsiyet onun farklı bir şekilde okunmasını gerektirir. Sonuç olarak, bir metnin kaynağının onun nasıl okunacağını belirlediğine hükmedilir. Bu hükmün neticesi olarak da ‘dini okuma’ ortaya çıkar ve aslında buradan çıkan sonuç, farklı metinler için farklı okumaların söz konusu olmasıdır. Kutsal kitabı olan diğer din mensuplarının da benzer iddialarını göz önünde bulundurduğumuzda, iki temel soru aklımıza geliyor: bir, gerçekten farklı metinler için farklı okuma tarzları söz konusu mudur?

İki, eğer bu söz konusuysa, dini okuma diğer okumalardan nasıl ayrılır? Bu ikisiyle ilgili olarak da bir üçüncü soru kendini gösteriyor: bir metnin kaynağının farklı olması, onu farklı okumamız için yeterli bir sebep midir? Bu soruları cevaplamak için okuma eylemini incelememiz gerekiyor çünkü eğer okumanın ne olduğuna dair bir fikrimiz yoksa farklı okumaların imkânını da tartışamayız. O yüzden, bu makalede ilk olarak okuma, okur, metin kavramları ve onların ilişkilerine eğilmek istiyorum ki bu sayede farklı okuma tarzlarını anlamlandıracak bir zemine sahip olalım. İkinci olarak, bu incelemelerin sonuçlarını yukarıda belirttiğim şekliyle ‘dini okuma’ya uygulayacağım. En son, böyle bir imkânın tespitinin ne gibi getirileri olacağını tartışacağım.

Okuma Eyleminin Motivasyonu ve Amacı

Okumanın doğası nedir? Bu soruya cevap vermek için, bir eylemin motivasyonu ve amacının farklı şeyler olduğunu göz önüne almamız gerekiyor. Bir eylemin motivasyonu, o eylem tamamlandığında eylem sahibinin bazı amaçları gerçekleştireceğine dair var sayımın üzerine kurulur. Şu halde, amaç, herhangi bir eyleme dışarıdan eklenen bir şeydir. Bir eylemin bir amaca ne şekilde hizmet edeceğine dair inanç, motivasyonu oluşturur. Su içme eyleminin motivasyonu, susuzluğu gidermektir, esas amacıysa hayatta kalmak. Okuma eylemi, bir metnin okuyucuya yeni bir anlam ileteceğini varsayar. Bu anlamın okuyucunun bilgisini artırmak, bir konuda daha derin bir bakış açısı vermek, okuyucunun duygularını okşayarak onu harekete geçirmek yahut da başka bir amaca hizmet edeceği düşünülebilir. Amacı her ne olursa olsun, okuma eyleminin esas motivasyonu okuyucunun elindeki metinin içerdiği anlamla irtibata geçerek bu amacı gerçekleştirmektir. Bu irtibata geçilen anlam sadece okuyucu için ‘yeni’ bir şeyler olarak alınmamalı. Zaten bilinen bir konunun farklı boyutlarını keşfetmek de bu motivasyona dâhildir.1 Bu temel motivasyonun, metnin anlaşılmasını okuma eyleminin temel gayesi olarak belirlediği ortaya çıkıyor. Yani, bir metni anlamaksızın, okura herhangi bir anlamın ulaşması mümkün değil. Dolayısıyla, okumak doğal olarak anlamayı içeriyor. Bu sebeple, okumanın doğasını tartışmadan önce anlamanın nasıl gerçekleştiğini araştırmak kaçınılmaz oluyor.

Anlama

Anlamak, bizim varlık tecrübemizin o derece kökünde yer alır ki onu ne şekilde tanımlasak bir yönü muhakkak dışarıda kalır. Anlama ile bir aletin nasıl çalışacağını anlamadan bir dostun derin acısını anlamaya kadar çok geniş yelpazede fiilleri kast etmiş olabiliriz. Bunlar sadece birer örnek olsa da, her ikisinde de ima edilen yahut sizin bulacağınız bir başka örnekte de bulabileceğiniz şey anlamanın söyleyen ile şeylerin yahut in- sanların ilişkisine işaret ettiğidir. Bu durumda, anlamanın anlayan (özne) ile anlaşılmaya çalışılan (nesne) arasında zihni bir bağlantı olduğunu rahatlıkla ileri sürebiliriz. Yani anlama, bağlantı yaratmaktır. Aksi takdirde, anlayan ile anlaşılan arasında anlama gerçekleşmeden önce meydana gelmiş bir bağlantının varlığından bahsetmemiz gerekirdi ki bu da saçma olurdu. Anlama ile kendimizin anlamak istediğimiz nesne ile bir bağlantısını yaratırız. Anlama, bu yaratma düzleminde gerçekleşir. Bu yaratma ile nesneler bizim için anlam kazanır ki artık onlar kendi başlarına havada uçuşan nesneler değildirler. Onlar bizim zihnimizde birer ‘anlam’dır artık. Bu durumda, bu anlamların gerçeği yansıtıp yansıtmadığı sorusu ortaya çıkıyor.

Anlamanın Doğası

Anlama yaratıcı bir düzlemde gerçekleşir, fakat bu yaratımlar temelsiz değildir. Biz bu yaratımı, içinde bulunduğumuz pek çok fiziksel, psikolojik, zamansal, toplumsal, kültürel, siyasi şartlar üzerinde gerçekleştiririz. Her bir tecrübemiz, anlama için bir koşul teşkil eder. Böylece, dinlemek, gözlemlemek veya herhangi bir pratik eylem bizim zaten aşina olduğumuz nesnelerle yeni bağlantılar kurmamıza yardım eder. Fakat bu durumda, bu gerçekten bir yaratma mıdır? Eğer kendisi ile yaratıcılığı icra ettiğimiz temel öğeyi ihmal edersek, anlama çevrenin zorunlu bir ürünü gibi olarak görünür. Bu öğe, sorgulamaktır.

Soruyu Sorgulamak

Bir soruyu, bir şeyi anlamadığımızı anladığımızda sorarız. Anlamak için, kendimizle henüz anlamadığımız nesne arasında bir bağlantı kurmaya çalışıyoruz. Bu eylem, dünyayı tecrübe ettiğimiz şartları göz önünde bulundurarak anlamak istediğimiz nesnenin varlık şartlarını kestirmeyi gerektiriyor. Soru sorduğumuz müddetçe, biz, bu kestirdiğimiz şartlarla buluşmak için anlayışımızda değişiklikler yapıyoruz ki bu çaba anlamak istediğimiz nesne ile yeni bağlantılar ortaya çıkarıyor. Sonuç olarak, sorgulama, konuyu anlamanın gerçekleştiği bağlantılar zeminine taşıyor. Kolayca anlaşılabileceği üzere, bu yeni anlama zemini de bizim fiziksel, psikolojik, sosyolojik vs. şartlarımızın üzerine bina edilecektir. Fakat bu bina, yeni yarattığımız bağlantılar sebebiyle, bir öncekiyle aynı olmaz. Bahsettiğimiz bağlantı nesnelerle bizim aramızdaki bağlantı olduğu için, bizim her bir anlama eylemimizden sonra, başka bir şeyi anlayacağımız şartlarımız (genelde bir kısmı, hepsi değil) değişir. Bu, yeni bağlantılar kuracağımı yeni nesnelerle karşılaştığımız müddetçe devam eder.

Bu meselede önemli olan şey, herhangi bir nesnenin aynı özneye (bize) farklı zamanlarda farklı şekillerde bağlanabileceğidir. Çünkü öznenin yaratıcı zemini, başka nesnelerle kurulan bağlantılar neticesinde değişmiştir. Bir başka deyişle, her anlayış daha önce başka anlayışlarla biçimlendirilmiş yaratıcı zemini yeniden biçimlendirir. Fakat bu sürekli işlem, soru sorduğumuz sürece işler. Soru sormak, bizim en özgür eylemimizdir. Her ne kadar fizik, ruh, toplum, kültür, dil, zaman vs. şartları tarafından konumlandırıldığı düşünülse de, kişi istediğinde bu şartların herhangi birini de sorgulayabilir. Okumak, dinlemek, gözlem yapmak, derin düşünmek, tartışmak bu şartları sorgulayan öznenin, anlamanın gerçekleştiği bu şartları değiştirme niyetiyle soru bulma yollarıdır. Sorgulamak, bizim bir başka doğal yeteneğimizdir. Tüm insanlar, soru sormak üzere doğal bir yeteneğe sahiptir ancak tüm sorular, soranın etrafındaki nesnelerle yeni bağlantılar kurmasını sağlayacak kadar güçlü olmayabilir.

Anlayan-Doğa

Anlamanın tüm bu dairesel hareketi, insanın bir doğasına işaret ediyor. Ben buna ‘anlayan-doğa’ diyorum. Bu doğa, normalde doğa diye adlandırdığımız şeylerin aksine durağan değil. Belki bir müddetliğine durgun, fakat anlamaya çalıştığı (soru sorduğu) müddetçe, başkalaşmaya devem ediyor. Hatırlayacağımız üzere, bizim anlama için yaratıcı zeminimiz, dünyayı tecrübe ettiğimiz şartlarla sınırlı. Fakat biz hâlihazırdaki şartlara sorular sorarak ve bunlara cevaplar bularak nesnelerle yeni bağlantılar kurmamız sayesinde bu sınırların dışına çıkabilir ve kendimize yeni sınırlar edinebiliriz. Yazı boyunca, gerekli oldukça bu ‘anlayan-doğa’dan bahsedeceğim. Gerçekten yeni bağlantı kurmak isteyenler sağlam sorular sorma kabiliyetlerini geliştirmenin yollarını ararlar. Sorunun sağlamlığı anlayandoğanın bir halden başka bir hale başkalaşma derecesini belirler. İşte okumak, bu yeni bağlantılar kurmak isteyen kişinin daha önceden çevresindeki dünyayla kurduğu bağlantılara sağlam sorular sormasına imkân sağlayan pek çok yoldan biridir.

Okumak Nedir?

Okumak, çevremizdeki şartlar söz konusu olduğunda, bulunduğumuz yerden bulunmak istediğimiz yere doğru yönelen bir eylemdir. Bu ‘istediğimiz’ kelimesi özellikle önemli çünkü bize okumanın bir ‘irade’ eylemi olduğunu ifade ediyor. O, bizi bildiğimizden bilmek istediğimize veya anladığımızdan anlamak istediğimize veya hissettiğimizden hissetmek istediğimize taşıyan bir irade eylemidir. İlla ki bir nesneden başka bir nesneye yönelmek zorunda değil. Aynı şeyi bilmekten daha çok bilmeye, anlamaktan daha iyi anlamaya, hissetmekten daha derin hissetmeye veya okumayla ne hedefleniyorsa ona doğru da olabilir bu hareket. Her halükarda, okumanın en temel özelliği ‘hareket’tir.

Neden Okuyoruz?

Okumak bizim doğamızdan dışarı bir hareket. İnsan için kendi fiziksel, psikolojik, sosyolojik, kültürel, tarihsel, dilsel vs. gibi doğal sınırlarını aşmanın bir yolu. Okuyoruz çünkü doğal olarak nasılsak, onun veya o anda kendimizi bulduğumuz yerin ötesine geçmek istiyoruz. Eğer biri, doğasının kendine sağladıklarıyla yetinebiliyorsa neden okusun? Diğer bir deyişle, eğer biri hemen önünde gördüğü nesnelerle veya hazırda konuşabildiği insanlarla yetiniyorsa, göremediği şeyleri bilmek veya hayal edemediği şeyleri hissetmek için okuma ihtiyacı duymayacaktır. Okumak, doğal sınırlarını etkin bir şekilde genişletmek isteyen bireyin eylemidir.

Bu hareket nasıl meydana geliyor?

Bir metni okumak, bizi doğrudan ulaşabileceğimiz şartlar ve gerçekliklerle buluşturur. Başka bir çağdan veya farklı bir yerden birinin bize yeni bağlantılar önermesini bekleriz ki bu da anlamadır. Kurgusal veya değil, bir metni okumak doğal olarak bulunduğumuz yerden olmak istediğimiz yere doğru hareket etmek için bir imkândır. Bir irade eylemidir. Bir eşya, bir kavram yahut bir durum hakkındaki bilgimiz bizi tatmin etmediğinde veya bir şeyle, bir kavramla veya bir durumla ilgili hislerimizle yetinmediğimizde, kendi durum ve hissiyatımız dışından birinin veya bir şeyin yardımını isteriz. Yani okuma bir yardım çağrısıdır.

Okumak ve Anlamak

Okumanın amacı, metnin neyden bahsettiğini anlamaktır. Okumanın amacının ne olduğu sorusuna genelde verilen cevap zevk almaktır. Yani basitçe okumayı sevmek. Bu amaç boş zamanlarda okuma için de geçerli. Metinde tasvir edilen dünyada kendimizi tahayyül edebildiğimiz müddetçe ve metnin işaret ettiklerini anladığımız sürece, o metni okumaktan hoşlanırız. Kimse tamamıyla yabancı olduğu bir dilde yazılmış bir metni okumaktan zevk almaz. Bir metin, anlaşılabildiği ölçüde okumanın nesnesi olabilir. Dolayısıyla, her metin nesnelerle farklı bağlantılar kurabilenleri anlamak için bir araçtır.

Anlamanın Nesnesi

Demek ki okumakla, anlamayı hedefliyoruz. Anlamanın nesnesi okurun niyeti, tavrı, ruh hali, motivasyonu vs. gibi şeylerle değişiklik gösterebilir. Diyelim ki bin sene önce yazılmış bir metni anlamayı hedefledik. Bu ‘anlama eylemi’nin arkasındaki motivasyon ve niyet, okurun iradesinden çıkmalıdır. Bu yüzden, okurken, anlamanın nesnesi, bizim dışımızdaki faktörler tarafından belirlenmez. Okur anlamanın odağının ne yöne doğru olduğunu tespit etmek durumundadır. Bu işlem, genellikle okurun zihnindeki sorular tarafından görülür. Okurun anlayan-doğası (yani hâlihazırdaki o) dünyayla bağlantı kurmaya yetmemektedir ki okur bu alandan başka alana doğru hareket etmeyi arzular. Bu yeni alan okuyucunun bir önceki anlayan-doğasının dışında bir alandır.

Nereye doğru?

Yani, herhangi bir metin onu anladığımız sürece yerleşebileceğimiz yeni alanlar vadeder. Okuyarak doğal sınırlarımızın dışına çıktıkça, bu yeni alan bizim yeni doğamız haline gelir. Bir önceki doğamızı içerebilir ya da içermeyebilir. Bu demektir ki, okuyarak biz doğal sınırlarımızı genişletebiliriz fakat bu tüm okumalar için geçerli olmayabilir. Anlayan-doğamız genişlemeden sadece bir alandan başka bir alana hareket edebilir. Bu anlayan-doğa, okumanın en varoluşsal temelidir. Hayvanlar dünyasında okumaya dair bir çaba görmüyoruz çünkü onların doğası hayatta kalmaları için yeterli geliyor. Onların kendilerini sınırlayan doğaları hakkında soruları yok. Bizimse doğamız, soru sorma kabiliyetimizden dolayı sürekli değişir ve daima hareketlidir.

Ne okuruz?

Bir metni, bir yazarın ürünü olarak okuruz. Metin ‘o’nun sana konuşmasıdır, metnin sana konuşması değil. Gerçekte, metinden başka bir şey yoktur ancak biz bir metni metinden ibaret olarak değil, bizden farklı doğal sınırlara sahip yerine biri tarafından yazılmış olarak okuruz. Dolayısıyla, okumada biz ‘o’nun sesini duyarız ki, bu o bizim dışımızda bir öznedir. Okuma bir konuşma değildir çünkü metin okuma esnasında değişmez. Bu bizim her metne atfettiğimiz belli bir düzeydeki objektiflik sebebiyledir. Bunu yaparız çünkü eğer tüm anlam benim içimde olup bitiyorsa o zaman okumak benim zaten sahip olduğum sınırlar dışında bana bir şey kazandırmaz. Okuduğumuz şeyin bize dışarıdan bir anlam getirmesi gerekir ki, biz hâlihazırdaki anlayan-doğamızı değiştirebilelim. Okumak bir konuşma olmadığı için, okurken ‘sen’in konuştuğunu tahayyül etmeyiz. Sadece kendi sınırlarımız dışından birinin sesini ısıtıyoruzdur. İşte bu yolla, doğal sınırlarımızın ötesine hareket etmeye başlar ve metnin sunduğu anlam ile hâlihazırda kendimizin olan anlamlı nesneler arasında bağlantılar kurmaya başlarız. Kendi dışımızda bizimle konuşan birini gördükten ve metnin bu konuşmanın taşıyıcısı olduğunu gördükten sonra, o metni okumanın doğal sınırlarımızı zorlamaya değeceğine kani oluruz.

Okumanın Varoluşsal Durumu

Bir alandan öbürüne hareket etmekten veya kendi doğal sınırlarımızı genişletmekten bahsettikçe, okuma eylemi varoluşsal bir yön kazanır. Okumak bizim fiziksel, kültürel vs. gibi pek çok doğamızdan birine işaret etmektedir ve bizden asla ayrı değildir. Okuma ile biliriz ki bizim diğerlerinin yanında bir anlayan-doğamız mevcuttur. Bu doğa, sadece okuma ile hareket etmez. İnsan her zaman anlar ve buna göre eyler. Fakat okuma ile daha çok anlamaya, daha iyi bilmeye, daha derin hissetmeye vs. niyetleniriz ve bu amaç bizi yeni alanlarla tanıştırır. Sonra biz de o alana geçmek için hareket ederiz. Bu hareket bizim zihnimizdeki psikolojik, sosyolojik, kültürel veya tarihsel sınırlar içinde ortaya çıkan sorular tarafından yönlendirildiği için, bir metni okumanın temel prensipleri bizim farklı okuma tarzları ile ilgili tartışmamız açısından büyük önem taşır. Şimdi bu prensipleri tartışıp daha sonra ‘dini okuma’nın imkânına dair iddiaları değerlendirebiliriz. O halde şimdi, nasıl okuduğumuzu araştırmamız lazım.

Nasıl okuruz?

Okumak, temelde okur ile metin arasında gerçekleşir. Okuma esnasında ikisinin arasında geçenleri yukarıda tartışmıştık. Okuma, okurun anlayan-doğasının bir alandan başka bir Alana dönüşümüydü. Bu dönüşüm nasıl gerçekleşir? Bütün insanları, tüm zaman ve mekânı kapsayabilecek okumayla ilgili prensipler belirlenebilir mi? Cevap olarak diyebiliriz ki, eğer biz bir ‘insanı’ okuma kabiliyetinden/kapasitesinden bahsedebiliyorsak, tüm insanlar için geçerli bir okuma yolunun olduğunu da Kabul etmek durumundayız. Şimdi okumanın genel prensiplerinin neler olabileceğini araştıralım. Bu genel prensipleri ararken, hiçbir çeşit (genre) metni dışarıda bırakmayacak denli geniş düşünmek zorundayız. Dahası, bu farklı türden metinlerin her çeşit okuma motivasyonu için de geçerli olmalı. Yani, bu prensipleri düşünürken hem okuru hem de metni göz önünde bulundurmalıyız. Bunun için, metinle okurun karşılaşma noktalarına dikkatlice bakmak gerekir. Ne çeşit noktalardan bahsediyoruz? Yaşayan bir insanla, insan ürünü olan bir nesne hangi düzlemde buluşabilir?

Bu sorunun cevabını ancak öncelikli olarak okurun bakış açısından verebiliriz çünkü okur okuma eyleminin kaynağıdır. O yüzden okuma tecrübesinin en başından başlamamız gerekiyor. Bir metnin karşısında otururken kendimizi (bir okur olarak) nasıl tarif ederiz? İlk olarak, bu metni bizim önümüze getiren bir takım durumlar vardır. Bunlar fiziksel, psikolojik, tarihsel veya kültürel gibi durumlar olabilir. Biz bu metni saydığımız durumlar neticesinde elde ettiysek, bu durumların bizim bağlamımızı oluşturduğu söylenebilir. Karşılaşma gerçekleşti. Şimdi metni okuyup okumamaya karar vermemiz lazım. Bu kararın varlığı, sonucundan bağımsız olarak, bizim metni okumakta bir kaygıyla hareket ettiğimizi gösterir. Bu da bize okumanın genel prensiplerinden ikincisini verir; kaygı. Fakat karar vermek için, metnin bizimle aynı ya da benzer kavramlara sahip olup olmadığına bakarak ne hakkında olduğunu kestirebilmemiz lazım. Bu da bize üçüncü prensibi yani kavramı verir. Kısacası, biz bir kaygıyla, bir bağlam içinde, elimizdeki bir takım kavramlarla okuruz.

Bununla birlikte, daha önce belirttiğimiz üzere, okumak sadece okurun eylemi olarak düşünülemez çünkü bu noktalar okurla metnin karşılaştıkları noktalar. O halde bu prensipleri aynı zamanda metne de uygulamalıyız. Bunun için, biz metinden yazarın kaygısını ortaya koymasını bekleriz. Biz onun metnini, bir bağlamın ürünü olarak alırız ve son olarak, metinde anahtar kavramları bulup kendimizinkiyle eşleştirmek, karşılaştırmak veya bağdaştırmak isteriz. Yani, okurla metnin karşılaştığı bu üç noktayı hem okur hem de metin açısından ayrı ayrı incelememiz gerekir.

Okurun Kaygısı

Bir kaygı ile okuruz. Eğer motivasyonumuz, kendi doğal sınırlarımızın dışına çıkmak veya sınırlarımızı genişletmekse, kaygı bizim metni okumadan önce ve okurken metinden beklediğimizdir. Bu kaygı, bilinçli veya rastgele bir önyargıya dayanıyor ya da bir problemin pratik bir çözümünü hedefliyor olabilir. Kaygımız bizi metni anlamaya ve kendi doğal sınırlarımız dışında bilgi, anlayış ve duygu aramaya iter. Kaygı, okuma sürecini başlatan prensip olduğu için, metin hakkındaki tüm yargılarımızdan önce gelir. Eğer bir metin hiçbir şekilde ilgimizi çekmiyorsa, onun söylediklerine ne katılırız ne katılmayız. Kaygı esasında bir varsayımdan hareket eder. Kurgusal olmayan bir metnin sorularımıza cevaplar taşıdığını veya kurgusal bir metnin kendimizi içinde hissetmekten hoşlanacağımız bir dünya sunduğunu farz eder ve deriz ki onlar diğer anlayan-doğaları ve bu doğaların yer aldığı alanları içeriyor. Bu varsayım bireysel bir tecrübeye, bir bilen saydığımız kişinin tavsiyesine, fiziksel görünüşe veya başka bir şeye dayanıyor olabilir. Varsayımların kaynağı insan zihinleri kadar çeşitli olabilir. Ama neticede bu varsayımladır ki kaygımızın bu veya şu metni okuyarak karşılanacağını düşünürüz. Ve nihayetinde okumaya başlar ve metin boyunca sorularımıza cevap, hislerimize karşılık ararız.

Metnin Kaygısı

Okurun kaygısı, metnin orijinal kaygısı ile örtüşmeyebilir. Esasen, bunu bilmenin imkânı yok. Yazarın metni yazarken ki niyetini gün yüzüne çıkardığımızı farz edemeyiz. Ancak bununla birlikte okurken yazarın bir kaygısının olduğunu ve bizim de okuyarak bu kaygıyı öğrenebileceğimizi düşünmekten de kendimizi alamayız. Okumak bir kişilik sahibi olan ‘o’nun bir ürünü olduğundan, metni okurken arkasında gizli olan bu insaniyeti keşfetmeye çalışmaktan geri duramayız. Doğrudur, yazarın kişiliği hakkında metinde ne görüyorsak aslına o bizim zihnimizin bir kurgusudur. Ancak bizim bir metni okumaktaki kaygımız bu kurguyu göz ardı etmemize izin vermez. Sonuçta kendi doğal sınırlarımızı metindeki diğer anlayan-doğayı okuyarak aşmaya çalıştığımız için okuruz. Bu sebeple, okuduğumuzda yazarın kaygısını aramaktan kaçınamıyoruz. Bu metinle okurun karşılaştığı birinci noktaydı.

Okurun Bağlamı

Okurken yalnızca kaygımız yok, aynı zamanda bireysel seçimlerimizden, geçici ve kalıcı psikolojik durumlarımızdan, kültürel ve sosyal çevremizden, tarihsel olaylardan, dil yapısından vs. kaynaklanan önyargılarımız var. Bu bağlam, tarif ettiğimi şekilde, bizim anlamamızın doğal sınırlarını teşkil eder. Okuma eylemini doğal sınırlarımızın dışına hareket etmek olarak tanımlamak belki ondan kurtulmak gibi anlaşılabilir. Ama bu sınırların olumsuz anlaşılması için bir sebep yok. Onlara rahatlıkla kapasitemiz de diyebiliriz. Ancak kapasite, sınıra göre daha durağan bir anlam içeriyor. Doğal sınır ile kastettiğim şey aslında her zaman hareket halinde, fakat hiçbir zaman için ortada kalkan bir şey değil. Çünkü ne zaman bir anlama alanından bir diğerine hareket etsek, sonraki alan bizim yeni doğal sınırımız olur. Bu süreç devamlı tekrar eder. Doğal sınırlarımızla çevrili bu alanlar bizimle ilgili ne varsa bir araya getiren ve anlamayı mümkün kılan yapılardır. İşte bu benim insanın anlayan-doğası dediğim şey.

Bununla birlikte, bu sürekli değişen bağlam bizim için tamamıyla açık değil. İşin aslında, bizim üzerimizde neyin en çok etkili olduğunu kesin olarak bilemeyiz. Ancak bizden tamamıyla saklı da değil. Biz kendimiz çeşitli şartlar tarafından sınırlanmış anlama alanını keşfederiz. Bizim için tümüyle bilinmez değil ki biz bir şeyi ne kadar anladığımızın (veya anlamadığımızın) farkında olabiliriz ve bu sınırların dışına hareket etmeyi veya bu sınırları genişletmeyi dileyebiliriz. Bu yolla kendi bağlamımızı bir noktaya kadar bilebiliriz. Bir metni okumaya iten şey, bize metnin daha iyi bir anlayış sunduğunu düşündüren işte bu farkındalığımızdır. Bu şekilde kaygımız da şekillenir. Kendi bağlamımızla yaşayan bir ilişkimiz vardır. O anlayışımızı sınırlandırarak bir taraftan anlamı mümkün kılarken bir taraftan bizim anlayışımızı şekillendirir. Biz de farklı bağlantılar kurum yeni anlamlar edinerek onun dışına çıkar veya sınırlarını genişletiriz.

Metnin Bağlamı

Okumak bize keşfedilecek yeni alanlar vadeder çünkü biz biliriz ki her metin bir bağlamın ürünüdür. Bu bağlam, metnin yazıldığı sınırlardan müteşekkildir. Bu yüzden, her metin bir anlam alanına işaret eder. Bu demektir ki, her metin yazarın sınırlamalarını gösterme potansiyeline sahiptir. Tekrar edersek, burada ‘sınır’ olumsuz alınmadan, yazarın metni kaleme aldığı şartlara işaret eder şekilde anlaşılmalı. Bu potansiyel, okuma için en güçlü dürtülerden birini harekete getirir: bir metni yazan yazarın bağlamını bilmek. Her ne kadar bu pozisyon sorunlu olsa da, bunu keşfetmeye çalışmaktan da kendimizi almak güçtür. Biz bu bağlamı ya da bir kısmını, sıfırdan, iç ve dış dinamiklerini gözeterek yeniden ortaya çıkarma ihtiyacı duyabiliriz. Fakat genelde bir metni yazıldığı bağlamı göze almadan okuyamayız. Bu şiirde olduğu gibi en kuru bilimsel çalışmalarda bile böyledir. Matematik ve geometri kitaplarından bile bağlamı tamamıyla sokup atamayız. Öklid’in Elementleri bunun için çok açık bir örnektir.

Bu kitabı okuduğumuzda, en azından bu kitabın yazıldığı zamandan sonraki gelişmeleri göz önünde bulundurmak zorundayız. Bu göze alma durumu tabi ki de tarihsel bağlama işaret ediyor. Yine de, bu göze alma durumu metnin yazıldığı orijinal bağlamın elde edilebilmesini garanti etmiyor. Elde edebileceğimiz yalnızca çeşitli derecelerde yakınlıklar olabilir. ‘Bu metnin ortaya konmasına nasıl şartlar etki etmiş olabilir?’

Bununla birlikte, şunun farkında olmalıyız ki bizim bu çabamız hiçbir zaman orijinal bağlamın yeniden ortaya konması anlamına gelmez. Fiziksel ve zamansal değişimden dolayı bu imkânsız bir şeydir ve dahası okuma sürecinin tamamını faydasız bir şekilde doğal sınırların dışına taşıma çabasıdır. Çünkü bu farz edilen ‘yeniden ortaya konmuş’ bağlam sadece kendi bağlamımızı yansıtacak ve bunun göz ardı edilmesi de kendi anlama sınırlarımızdan yine kendimizin ama daha dar bir anlama sınırımıza doğru bir yolculuk olacaktır. Yani, anlayan-doğamız hiçbir yere gitmeyecek, sadece daralacaktır. Bağlam noktası hakkında tartışmamız gereken bir husus daha kaldı. Bir metni okurken onun bağlamını göz önünde bulundurmak objektifliğe bizi en çok yaklaştıran durumdur. Bu, metnin objektif anlamına birinin diğerinden daha yakın olacağı değil, benzer bağlamlara sahip okurların metnin içerik ve dışarık şartlarını göz önünde bulundurarak en azından aynı doğrultuda bir anlama yöneleceği demektir. Daha açık söylemek gerekirse, anlama alanları (sınırları) bir şekilde yakın olanlar bir çeşit objektif anlamı meydana getirirler, bu asla külli bir üniversal olamasa bile. Okuyucu kitlesinin paylaştığı sosyal, psikolojik, kültürel, dilsel ve benzeri şartlarca belirlenen sınırlar metne muvakkat bir objektif anlam verir.

Okurun Kavramları

İnsanın anlayan-doğası kavramlarla işler. Bu demektir ki, onun doğal sınırlarının dışına hareketi veya doğal sınırlarını hareket ettirmesi, metnin kavramları ile karşılaşması sonucu kendi içerdiği kavramların değişmesi, gelişmesi, derinleşmesi ya da daralması ile olur. Anlayan-doğa bir alandan öbürüne başkalaşınca, kavramlarımız önceki alanla sonraki arasındaki bağlantıyı kurarlar. Bu, sahip olduğumuz bir kavramın genişlemesi ve ya onlarla ilişkili olarak yenilerinin edinilmesi şeklinde olur. Diğer bir deyişle, aşina olduğumuz kavramların bir uzantısı veya aşina olmadıklarımızla olduklarımız sayesinde yenilerinin edimidir. Her iki durumda da, yeni kavramlar öncekilere bağlanırlar. Yani, okurun kavramlarının temel fonksiyonu, anlayan-doğamızın ziyaret ettiği alanların kronolojisini inşa etmektir. Şu halde, bir kavramımızın çok erken bir hali onun çok sonraki gelişmiş bir haliyle kronolojik olarak bağlıdır. Bununla daha sonrakinin ilkini illa ki içereceğini kast etmiyorum, sadece onların hem devamlılık ilişkisi içinde olabileceği gibi karşıtlık ilişkisi içinde de olabileceğini ama illa ki bağlantılı olacağını söylemek istiyorum. Bir kavram zaman içinde farklı anlamlar ve ilişkiler içerebilir fakat bir kısmını da dışarabilir. Okurun kavramları, bu yüzden, metinlerin okunmasıyla değişir ve bu da okura kavramlarının bireysel gelişim tarihini verir.

Metnin Kavramları

Her metin kavramlardan oluşur. Kurgusal veya değil, her metin okura anlamları iletecek bir takım kavramlar içerir. Bir şiirde de tıpkı bir felsefi risale gibi kavramlar vardır. Bundan önce dedik ki okumak, bir başka doğayı tanımayı amaçlar. Bir metin, okura kendi sınırlarını aşmayı vadediyorsa, okur onun okunabilirliğine hükmeder. Bu varsayım temelde okurun kavramları ile metnin kavramlarının bir ilişkisi üzerine kuruludur. Metin okundukça, bu ilişki onaylanır yahut reddedilir çünkü artık bu ilişkinin varlığına dair yargı bir varsayıma değil tecrübeye dayanıyordur. Okur, metinde bahsedilen bir kavramın kendi kavramlarıyla bir ilişkisinin olup olmadığına karar verecektir. Eğer bu ilişkiye dair kanaati olumluysa, okur, kendi kavramında ne gibi değişiklikler yapacağına karar verir. Öyleyse, kavramların bu karşılaşmasından sonra, okurun kavramları metnin kavramlarıyla kurduğu ilişkilere göre değişecektir.

Dikkat edilirse bu karşılaşmanın en önemli noktası okurun kendi kavramlarıyla metnin kavramlarının ilgili olup olmadığına ve eğer ilgiliyse kendi kavramında oku-madan sonra ne gibi değişiklikler yapacağına dair verdiği kararlardır. Bu da, metinle okurun üçüncü buluşma noktasını teşkil eder. Bu üç buluşma noktasının gösterdiği üzere, metin ve okur okuma esnasında ayrılmaz durumdadırlar. Okur, metnin göz önüne serdiği ne varsa onun aktif katılımcısıdır. Okur, içerik ve dışarık şartlarını göz önünde bulundurarak metnin bağlamını yeniden kurar. Okurun aynı zamanda metnin kaygısının tespit edip daha sonra kendi kavramları ile metnin kavramları arasında bağlantılar kurması gerekir ki onu anlayabilsin. Ancak bu durumda, metin, üzerinde okurun fikirlerle istediği oyunu oynadığı bir alana benziyor. Fakat bu itiraz, bizim metne yaklaşırken sahip olduğumuz doğal sınırları hesaba katmazsak ancak geçerli olabilir.

Okur olarak, kavramların anlamlarını tamamıyla kendimizin belirlediğini söyleyemeyiz. Mesela dilbilgisi kuralları ve kavramlarımızın işaret edebilme gücünün derin etkisi altındayızdır daima. Aynı şekilde, metnin kaygısını da tek başımıza biz belirleyemeyiz. Bir örnek olarak diyebiliriz ki bu metni bizim için ilginç kılan içinde bulunduğumuz geleneklerin ona atfettiği bir takım anlamlar ve özelliklerdir. Platon’un Devlet’indeki fikirler felsefe gelenekleri tarafından bu güne kadar aktarıldı çünkü hepsi de onun evrensel hakikat kaygısı taşıdığını söylerler. Bizim, bu beyanı göz önünde bulundurmadan bu metni okumamız mümkün değil, çünkü kitaptan en nihayetinde bu gelenekler sayesinde haberdar olduk. Fakat yine de, okurun kendi sosyal, siyasi, politik, ekonomik, dini veya birçok farklı bağlamdan etkilenerek kitaba bir bağlam atfettiğini göz ardı edemeyiz. Bu söylediklerimizle birlikte, bu üç noktanın (bağlam-kaygı-kavram) metnin anlamının gerçekleşmesindeki rolünü aktarmış olduk. Bu üçü, okur ile metnin karşılaştığı üç önemli noktaya işaret eder ki onlar sayesinde metnin hem okura hem metne bağlı şartları neticesinde bu buluşmaya has anlam ortaya çıkar.

Farklı Tarzda Okumanın İmkânı

Okurla metnin üç noktada birbirine karışması bize farklı tarzda okumalar konusunu tartışma imkânı veriyor. Bizim özelimizde, bu, dini okuma olacak. Metne ve okura has sınırların sonucu olarak metnin ortaya çıkan bu özgün anlamı sayesinde, farklı okuma tarzlarının nereden çıktığını kolayca görebiliyoruz. Okurun bağlamı, kaygısı ve kavramları, ona metnin bağlam, kaygı ve kavramlarını yeniden üretmeye imkân tanır ve sonuç olarak okur metnin kendine has bir anlamına kavuşur. Okurun metinle her bir karşılaşmasında özgün bir anlam ortaya çıkacağı için, her bir okuma çeşitli tarz okumaları mümkün hale getirir. Her okuma, her bir buluşma, metni anlamak için muhtemel bir özgünlük kazanır ki, farklı kişilerin aynı metni okumasında bu ihtimal çok daha yüksektir. O halde, okumanın doğası, okura aynı metni farklı şekillerde okumaya imkân tanıyor.

Bu aynı zamanda demektir ki, hiçbir tarz okuma, belli bir metin için sabitleştirilemez. Yani, makalemizin başında sorduğumuz sorulardan ilkine cevap olarak diyebiliriz ki aynı metnin farklı okunması mümkündür fakat bu farklı okumalar, metnin içeriğinden değil, incelemelerimizin gösterdiği üzere, okuma eyleminin bizzat kendisinden dolayı mümkün olmaktadır. Tüm bunlar göz önüne alındığında, bir metnin değil bir okumanın dini olabileceğini söyleyebiliriz. Dini okuma, bağlam, kaygı ve kavram tarafından belirlediği okumanın doğasından dolayı bir metnin muhtemel okunma tarzlarından biri olarak karşımıza çıkar. Ancak, bir okumayı dini kılan şeyin ne olduğu sorusu hala ortada duruyor. Şimdi, bu farklı okuma tarzlarının, özellikle dini okumanın, nasıl meydana geldiğini gösterip bir metnin kaynağının, belli bir okuma tarzı için yeterli bir sebep olup olamayacağını tartışalım.

Dini Okuma

Dini okuma, okurun metne karşı tavrını ifade eder. Bir okuma tarzı olarak, mecburen metnin ve okurun bağlam, kaygı ve kavramlarıyla ilgilidir. Okur, okuma eyleminde öncelikli özne olduğu için, onun soruları ve sınırları metnin nasıl anlaşılacağını belirleyecektir. Bu demektir ki, okurun ya kaygısı, ya kavramları yahut bağlamları yahut ikisi veya üçü, dinidir ki dini bir anlayış mümkün olabilsin. Yine de, bu okumayı esas meydana getiren prensibin ne olabileceğini bilmenin mümkün olduğunu sanmıyorum. Bunlardan biri, ikisi veya üçü birden olabilir. Dahası, bir okuma bazen bu noktalardan biri tarafından etkilenerek dini karakter kazanırken, bazen diğeri tarafından olabilir bu. Okur, bir gelenek tarafından o derece etkilenmiş olabilir ki, metin ona tamamıyla dini bir metin olarak gözükür mesela. Bu durumda, onun bağlamı, esas belirleyici noktadır. Bir başka okuyucu, bir metindeki kavramları manevi açıdan yeterince besleyici bulur ve çevresinde olan bitenle iyi bağlantılar kurduğunu düşünebilir. Bu durumda, esas rolü kavram oynamaktadır. İyi biri olma kaygısındaki bir başka insan, okuduğu metinde benzer bir kaygıyı görürse, onu dini olarak okumayı tercih edebilir. Bu durumda, kaygı okuma tarzının belirleyici faktörü olmuştur.

Kanı

Ancak, yukarıda bahsettiklerimizin hepsinde ima edildiği üzere, dini okuma, okurun bağlamları, kaygıları ve kavramları açısından, metnin önemli bir şey taşıdığına dair bir inançla başlamaktadır. Bu kanı, okuyucuyu, metinde kıymetli bir şey olduğuna dair ikna eder ve bu kanı sayesinde metin okur tarafından o yöne doğru yorumlanır. Bu kanı, bir okurun anlayan doğasının sınırlarına göre oluşur ama ne olabilir bu kanı? Bütün dini okumaları kapsayacak tek bir özellik söyleyebilir miyiz? Eğer dini okumanın önem teşkil ettiği dinlerin en yaygın ortak özelliğini hatırlayacak olursak, bence söyleyebiliriz. Teist, dualist, politeist gibi birçok din var ve her biri diğerinden farklı inanç ve uygulamalar içerir. Ancak, gözlemlediğimiz kadarıyla kutsalı olmayan hiçbir din yoktur. Kutsallık, neredeyse din kelimesinin muadili olarak kullanılır.

Bu yüzden, bir okuru bazı metinleri dini olarak okumaya iten kanı, metnin kutsal bir özünün, dolayısıyla bir kutsal kaynağının olmasıdır. Şu halde, dini okuma, okurun metnin kutsal bir kaynaktan geldiğine inanması ile mümkündür. Bunu söylemekle, makalemizin başında sorduğumuz ikinci soruya da cevap vermiş oluyoruz. Dini okuma, diğer okuma tarzlarından okurun onun kaynağının kutsal olduğuna dair inancı sayesinde mümkün oluyor. Bu inanç okumanın tüm noktalarını, hem okur hem metin yönünden etkiler. Tarihi bir olay, bu olayı aktaran metnin kutsal olduğuna inananlarca, o olayı inceleyen tarihçilerden çok farklı bir şekilde okunur. Bu farklılığın sebebi, bize üçüncü sorumuzun da cevabını verecektir: bir metnin kaynağının ne olduğuna dair inanç, o metni farklı okumak için yeterli bir gerekçe olabilir mi?

Kutsalın Sesi

Hatırlarsak, okur, metinde ‘o’nun sesini dinler. Dini okumada, bu üçüncü şahıs kutsal bir kaynaktır. Bunu aklında tutarak, okurun ve metnin kaygıları, kavramları ve bağlamları birbirine karışır ve okur kutsal kabul edilen yazarın yardımıyla çevresindeki nesnelerle yeni ilişkiler meydana getirir. Eğer anlama mümkün olursa, okurun doğal sınırları, kutsal bir alana hareket edecektir. Okur, metnin yazarın anlayan-doğasıyla sınırlı olmadığını çünkü yazarın doğaüstü olduğunu düşünecektir. Bu, okura özgün bir tecrübe yaşatır: okurun anlayan doğası, bir sınırlı alandan diğer sınırlı bir alana değil, bir sınırlı alandan muhtemel bir sınırsız alana hareket etmiştir. Bu sınırlı alandan sınırsız alana hareket ettiğine dair kanı,okurun kaygısını, kavramlarını ve bağlamını etkileyecek kadar güçlüdür ve bu sayede okur kutsal ile bağlantılar meydana getirir. Bu meydana getirme, diğer bir deyişle kutsalla buluşma, bütün dini okumaların en temel motivasyonunu teşkil eder. Dini okumayı göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki, bir metnin kaynağına dair okurun kanaati, metni farklı bir tarzda okuması için ona yeterli gerekçe sunar.

Farklı Tarzda Okumaları Kabul Etmenin Değeri

Bütün makale boyunca yaptığımız bu analizlerin ne faydası var? Burada okumanın doğasını araştırdık ve bunun neticesinde okumanın da kendisine hizmet ettiği ‘anlayan-doğa’ adını verebileceğimiz bir insan doğasını keşfettik. Sonra fark ettik ki, okumak sadece metnin kavram, kaygı ve bağlamlarıyla ilişki kurmayı değil aynı zamanda okurun aynı noktalarda kendini düşünmesini gerektiriyor. Okurun ve metnin kaygı, kavram ve bağlamlarının karıştığı bir an var ve anlama bu anın neticesinde ortaya çıkıyor. Sonuç olarak, her okur metni kendine has bir şekilde anlamış oluyor. İşte bu kendine has anlayış sayesinde bir metnin farklı okunuş tarzları mümkün olabilmektedir. Dini okuma da bu mümkün tarzlardan bir tanesidir. Farklı okuma tarzlarını kabul etmek pek çok açıdan değerli olacaktır. Öncelikle, bu bakış açısı insanın metinle ilişkisini canlı tutmaktadır.

Bir metnin sabit bir okuma tarzının olmadığını bilmek, okurun metinde daha çok keşifler yapabilmesini sağlayacak ve belki daha derin bir anlayış geliştirmesine müsaade edecektir. İkinci olarak, bir metnin okuyucu sayısınca farklı şekillerde okunması, bize metnin ne kadar güçlü olduğunu gösterecektir. Bir metnin anlamına dair uzlaşmalar ve anlaşmazlıklar, metnin muhtemel anlamlarının zenginliğini ortaya koyarak faydalı olabileceklerdir. Üçüncü olarak, farklılıkların bu doğal kaynağını kabul etmek, bize dışlamadan ve dışlanma korkusu olmadan farklılıklarımızı ifade etmemiz için yeni yollar açacaktır. Biz insanlar doğamız gereği birbirimizden farklıyız. Bu yüzden, farklılık nedeniyle kimseye ayrımcılık yapmanın zemini yoktur. Son olarak, fakat en önemlisi, bu bakış açısı bize kendi doğal sınırlarımızla nasıl bir ilişki içerisinde olduğumuzu ve onları nasıl değiştirebileceğimizi gösterir. Eğer okuma eylemi, bizim dünyayı tecrübemizin bir parçasıysa, onun doğasını anlamak kendimiz ve hayatımız hakkında daha çok şey keşfetmemizi sağlar. Farklı tarz okumanın mümkün olması gösteriyor ki, bizim dünyayı tecrübemiz her birimiz için kendine özgüdür.

Özet ve Sonsöz

Biz insanlar, sahip olduğumuz ve henüz anlamadığımız nesneler arasında zihni bağlantılar yaratarak anlama işlemini gerçekleştiriyoruz. Bu işlem, kendi doğal sınırlarımıza sorular sorup onları aşmaya çalışmakla başlar. Okumak, okurun bu sınırların çevrelediği alandan başka alanlara hareket etmesini mümkün kılan yollardan biridir. Her bir okuma olayında, okuma eylemi bağlam, kaygı ve kavram prensiplerince yönlendirilir. Bu arka planı göz önüne aldığımızda, okumanın, aktif özne olan okura sıkı sıkıya bağlı olması ve okurun saydığımız prensiplerle ilişkileri sebebiyle, aynı metnin farklı okurlarca farklı tarzlarda okunabileceğini keşfettik. Dini okuma da, okurun bir metnin kaynağının kutsal olduğuna dair kanısından kaynaklanan bir okuma tarzı olarak ortaya çıkar.

Notlar Dergisi,sayı.2,syf.61-77 / İlim Cephesi

Tevhid Medeniyeti

Akıl iman ile bağlanmayınca, imanın onun üzerindeki hükmü kuvvetlendirilmedikçe elden çıkar. Yabana kaçar. Dışımızdaki, Mevlâ’dan bigâne, gafil, ayrık, uzak şeyleri gerçek sanır. Elden yitip gerçeğin dışındaki bâtıllara, Allah dışındaki varlıklara, ölçü dışındaki aşırılıklara bağlanır. Kısacası akıl insanı insanlıkta, imanda, yolda tutan en büyük nimettir. İmanın bağıdır. Kıymetsiz değildir, çok kıymetlidir.(s.29)

Bir anlamı yanlış bir kavramla anlatmak; kavramayı, kuşatmayı, isabet kaydetmeyi, muhakemeyi, düşünmeyi, dolayısıyla düşünceyi işe çevirmeyi olumsuz anlamda etkiler. Mesela “ahlâk” anlamını kastederken “etik” dersek, “ahlâk” kavramının değil “etik” kavramının kuşattığı anlam dünyasını ifade etmiş oluruz. Yani Hakk’ı değil halkı esas alan bir doğruluğu savunmuş oluruz. O zaman kastettiğimiz ile ifade ettiğimiz arasında büyük bir fark ortaya çıkar. Bu da dinimizin gereği olan ahlâk yerine giderek seküler bir kavram olan etiği hayatımızda benimsememize yol açar.(s.57)

Kavramlar boş şeyler değil, her kavram bir anlam, aynı zamanda bir kurum… “Din” yerine “diyanet”, “âlim” yerine “din adamı”, “ulüm-i şer’iyye” yerine “ilâhiyat” denince sadece dil değil din de allak bullak oluyor. Bu şaşkınlığın başı yine Tanzimat’tır. Yani kendimiz olmaktan çıkmaya başladığımız dönem… O dönemde başlayan asli kavramlarımızı Batılı kavramlar ile eş görme kompleksi Cumhuriyet döneminde teslimiyete döndü. Tek parti sadece devleti tasfiye etmedi. Sadece vakıflar, medrese ve tekke gibi toplumun ilim, ihlâs ve ahlakını inşa eden kurumları yıkmadı. Azm ü cezm ü kasd ile asli kavramlara saldırdı ve onları devre dışı bıraktı. Israrla mmet’in yerine “milleti, “bediiyyât”ın yerine “estetik”i, “ahlakın yerine “etik”i, “tasavvuf”un yerine “mistisizm”i, “fıkıh ın yerine “hukuk”u ikame etmeye çalıştı. Tek parti döneminde dile yapılan saldırının altında sadece Türkçe’yi öztürkleştirmek garabeti yoktu. Temelinde tevhid diline karşı açılan savaş vardı. O yüzden rejim tevhid dilini de yasakladı. Yani kavramları kurumlar ile beraber hayattan çıkarmaya çalıştı.(s.58)

Kâfir dediğimiz aslında Allah’tan tam olarak habersiz olana veya Allah’ı hiç umursamayana denir. O yüzden Rabbimiz’in varlığına, dinine, yoluna, emirlerine ve nehiylerine sırtını döner. Zira “küfür”, kök anlamında “inkâr etmek” değil “örtmek” anlamındadır. Kâfir yok sayamaz çünkü Allah vardır. O yüzden gözünü yumar, hâşâ O yokmuş gibi yaşar. Allah’ı yok sayan kendi nefsini var sayar. O kişi nefsini tanrılaştırmıştır. Kâfirin tanrısı kendi nefsidir. O yüzden onlarda yukarıdaki vasıflar, erdemler ya hiç bulunmaz ya da çok azı, çok az miktarda görülür. Bu “iyi” yönler olsa bile iyiliğin kökü ve menzili olan Rabbimiz ile bağlan olmadığı için yaptıkları iyilikler de bir işe yaramaz.(s.50)

Geleneğin ehil ellerde bugünkü ve gelecekteki nesillere taşınması, anlamlandırılması ve “gelen”in üzerine “ekler” inşa edilmesi için önemli adımların atılması gereklidir. Bunun esası medeniyetimizin özünün tevhid olduğunu bilmektir. Kitabımızın başında da ifade ettiğimiz gibi mümin olan tevhid ehli olur. Kunduracısından mimarına kadar niyeti, gayreti, düşüncesi ve işi tevhid ile şekillenir. Sanatı, tefekkürü, eylemi tevhid rengini taşır. Medeniyetimizin farkı da değeri de tevhidi merkez almasındandır.

Medeniyetimizde bayatın bütün alanlarına tevhid yansır. Müziğimizin, mimarimizin, şiirimizin diğer kültürlerden temel farkı, muhafazakârların tekrarladıkları gibi “Türk, Osmanlı, Doğu, Şark” medeniyeti olmamız değildir. Temel farkımız tevhide bağlanmamız, ilmimizde, amelimizde, irfanımızda tevhide yaslanmamızdır. Tevhid özünü hatırladıktan sonra bilincimiz bilgimiz, algımız, olgumuz bambaşka bir renk alacaktır. Batılı seküler ve yıkıcı anlayışların, kavramların ve modellerin esaretinden ancak böyle kurtulabiliriz. Pergel gibi sabit ayağı tevhide sabitlenmiş, fakat diğer ayağı güzeli, doğruyu ve iyiyi almak için bütün âlemi gezen bir anlayışı kendimize, neslimize ve geleceğe aşılamalıyız.(s.326)

Son zamanlarda, “Bir tek Batı medeniyeti yok, bizim de bir medeniyetimiz var” demeye başladık. Ama bu kez de başka bir yanlışa doğru devriliyoruz. “Medeniyet” kavramının abartıldığını, camilere, okullara, festivallere “medeniyet” ismi takıldığını görüyoruz. Bu bahsettiğimiz “kabuk medeniyetçiliği” yüzünden yeni ve tehlikeli bir kişilik yamulması daha oluşuyor. O da “medeniyet”i kendi başına bir gaye, kimlik ve etiket haline getirme tehlikesidir. Ecdatla alakası olmayan bir ecdatçılık, medeniyet ile ilgisi olmayan bir medeniyetçilik… Bu körlükle medeniyeti kulluğun, imanın, tevhidin önüne alma tehlikesi büyük.(s.103)

Bugün tarih, dini ilimler, sanat, ticaret, siyaset hangi alana bakarsak bakalım, binbir sorun gibi gördüğümüz şeylerin kökünde aslında tek bir sorun olduğu açıktır. O da kendilik sorunudur. Bizim “kendilik” dediğimiz ile bir eski Yunan filozofonun veya modern Batılı yazarın dediği arasında elbette büyük bir fark vardır. Çünkü bizim her şeyimizi olduğu gibi “kendimiz” dediğimizi de şekillendiren, yönlendiren, yöneten Allah’a imandır. Biz “kendimiz” derken Allah’a kulluğu kastediyoruz.(s.101)

Biz bugün okullara bir sürü bilginin çocukların kafalarına boca edileceği yerler olarak bakiyoruz. O yüzden insan inşasından çok bina inşaatıyla uğraşıyoruz. Bugün öğretmen-talebe ilişkisini esas alan müfredat, yöntem, okul ve araç gereç tasarlamalıyız. Tabii insana önem veriyorsak ve eğitimi de insan inşası olarak anlıyorsak… Gerçek öğrenci odaklı eğitim budur.Yoksa toplu eğitim en kaliteli eğitim demek değildir. Aksine kitlesel eğitim; aynen kitlesel üretim, tüketim, iletişim gibi insanın biricikliğini, kişiliğini, özelliklerini hiçe sayan fabrika mantığıyla çalışan bir sistemdir. Zaten sonuçları ortada…(s.119)

Asıl nisbet Allah’a bağlanmaktır. O’na bağlanmak O’nun resülüne, O’nun resülüne bağlanmak ise O’nun vârislerine, yani âlimlere bağlanmak demektir. Bu silsile bir nisbet, yani ilgi ve bağ zinciridir. Bu nisbet kurmaya “intisab” denir. O yüzden her şeyimizi o nisbete göre yaparız. Nisbet, münasebet oluşturur. Yani bağ aynı zamanda ilişki demektir. Kulun Allah ile olan bağı onun diger bütün varlıklar ve insanlar ile olan bağlarını da belirler. Kul, Allah’ın bildirdiği, sevdiği, emrettiği şekilde bağ kurar. O halde bizim müminlerle, kâfirlerle, okuduğumuz kitaplarla, gittiğimiz okullarla, iştigal ettiğimiz meslekle, yaptığımız ticaretle, çiçekle, bir kavramla, bilimle, masa ve sandalye ile olan ilişkimiz de Allah ile olan bağımıza göre şekillenir. Bu bağ muhabbet, hürmet, hukuk ve sorumluluk getirir. Kulun işleri kâfirden farklı ise bu farkın temeli işte bu bağ farkıdır.(s.35)

Müslümanlar olarak son iki asırdır Batı kompleksiyle aklı tek bir anlama indirgedik. Batılılar aklı nasıl anlıyor ve kullanıyorsa biz de öyle anlayıp kullanmaya çalıştık. “Mâkul” kelimesi ile “rasyonel” kelimesinin aynı şey olduğunu sandık. “Aki”ın “rasyonalite” kavramı gibi kalpsiz, merhametsiz, şefkatsiz, yıkıcı, hesapçı, menfaatçi bir şey olduğunu sandık. Halbuki kâfirlerin usta oldukları yalan-dolan, ikiyüzlülük, sömürgecilik, kölecilik, talancılık, zulüm hep rasyonel işlerdir ama gerçek, nurani, insanı insan yapan aklın işleri değildir.(s.32)

Bir şey olmak ile her şey olmak arasındaki farkı sık sık unutuyoruz. Evet, Batı’nın bilimi ve teknolojisinin değeri vardır ama o kadar da değildir. Çünkü mümine göre bir şeyin asıl değeri, Allah katındaki değeridir. Kişinin yaptığı bir şeyin değeri, o kişinin niyet, yöntem ve hedefiyle birebir ilişkilidir. Batı’nın ne niyeti, ne yöntemi ne de hedefinde hak yoktur, çıkar vardır. Bu yüzden doğruya değil yanlışa, barışa değil yıkıma, adalete değil soyguna çalışır. Bunu diğer kitaplarımızda uzun uzadıya anlattık.(s.96)

Bir mümin sırf içinde yaşadığı halkın çoğu bir şeyi hoş ve gerekli görüyorlar diye o şeyi meşru kabul etmez. Müminler toplumları, insanları, işleri, uygulamaları, kanunları, sistemleri, kurumları, âdetleri değerlendirirken tevhide dayanan ölçüler ve ölçütler kullanır. O yüzden İslâm toplumlarında istisnai zamanlar hariç eksiklerin, yanlışların, kötülüklerin meşrulaştırıldığı, kural gibi görüldüğü zamanlar nisbeten istisnaidir. İşin esası tevhid olunca yanlış bir iş, söz veya âdet beyaz bir sayfada siyah bir lekenin göründüğü gibi hemen göze çarpar.(s.52)

Müslümanların iki asırdır giderek derinleşen kimlik krizinin asıl sebebinin gücünü ve devletini kaybetmek değil kendini kaybetmek olduğunu söylüyoruz. Aslında her meseleyi getirip devlete, güce, kuvvete yaslamak yanlış bir teşhistir. Teşhis yanlış olunca tedavi de eksik ve hatalı oluyor. Hatta bizim ümmet olarak yaşadığımız gibi daha da büyük hastalıklara yol açıyor. Hep siyasetten, devletten, güçten dem vurmak örnek vermek bizi kulluk bilincinden uzaklaştırıyor. Çünkü güç odaklı bakış maalesef sadece bizleri güç esiri haline getirmekle kalmıyor, aynı zamanda imanımızı ve ihlâsımızı da ifsat ediyor. Zira gücü elde etmek için yapılan yalanı-dolan, haramları ve çirkinlikleri mubah görmemize yol açıyor. Gücü elde ederken elden ahlâk ve giderek iman gidiyor.(s.48)

Fakat bir de geleneği çarpıtarak aktaranlar vardır. İşte bunlara çok dikkat etmek gerekir. Bunlardan en meşhurları Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Bu ikisi, Cumhuriyet döneminde özellikle muhafazakârların tevhidden uzak gelenek ve medeniyet anlayışının şekillenmesinde büyük rol oynamıştır. Yahya Kemal ölene kadar nimetini yediği tek parti döneminin yıkıcılığına hiç toz kondurmadan ve onun gazap şimşeklerini üzerine çekmeden ince bir strateji takip eder. Mesela Aziz İstanbul adlı eserinde şöyle der: “Milliyetimizin en büyük âbidesi olan Süleymaniye’de kaderin her cihetten mehib ve güzel tecellisini görmemek muhaldir.” Bir kere Süleymaniye ve medeniyetimiz, “milliyet”in eseri değildir. Her ırktan, her milliyetten, her kökenden müminlerin eseridir. Yahya Kemal böyle söyleyerek tevhidi referans olmaktan çıkarır. Tek partinin propagandasına uygun olarak “milliyet”i dinin önüne geçirir. İkinci olarak “kaderin tecellisi” der ama kadir-i mutlak olan Allah’ı zikretmez. Bu iki ismin de eserlerinde tevhid rengi yoktur. Dinden, imandan, kulluktan bahsederler ama ne düşüncelerinde, ne yorumlarında, ne sanatlarında ne de kişisel hayatlarında tevhidin bir kokusu vardır. Dayanakları çoğunlukla Fransız ve Alman yazarları, şairleri ve filozoflarıdır. Lamartine Osmanlı’da iyi ve güzel şeyler olduğunu söyledi diye onlar da kendi yaşadıkları toplum olan Osmanlı’ya sempatiyle bakarlar. Kemalizm’in öldürdüklerine, “Niye öldürdün?” diye sormazlar, “Öldüler ama fena değillerdi” gözüyle bakarlar. “Medeniyet eserlerimiz iman, tevhid, kulluk eseridir” demezler, bir oryantalist gibi onlara kabuk olarak bakarlar. Bunlara edebiyat, tasavvuf ve tarih alanında yanlış ve çarpık aktarımlar ve değerlendirmeler yapan Fuad Köprülü ve Abdülbaki Gölpınarlı gibilerini de eklemek gerekir.(s.340)

Osmanlı’nın bildiği, bizim bilmediğimiz gerçek şu: Bir guzellık her yerde güzel durmayabilir. Çünkü güzelin bir anlam içeriği vardır. O anlam da, zamana, zemine, yere, işleve, kultüre göre çeşitlilik arzeder. Güzelin anlamına erişmeyince o güzelin değerini düşüren klişeleşme ortaya çıkar. Bugün “medeniyet mirasımızı yaşatıyoruz” bakışıyla yanlış yaptığımız şey çoğu kere bu kolaycılıktır. Sanatın anlamını bilmeyenler mesela müzikte de aynı anlamsız klişeciliğe düşerler. Hangi makamın hangi mekânda, hangi vakitlerde nasıl kullanılacağını bilmezler. Mimaride de klişecilik güzel olanı sulandırır. Bugünlerde Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camii planını alıp, ekleyip çıkararak, oraya buraya kopyalarını konduruyoruz. Oysa Sinan her eserinde yeniyi, daha iyiyi, daha güzeli, özgün olanı keşfetmeye çalıştı. Basmakalıp, yeknesak, kopyacı bir anlayıştan kesinlikle uzaktı. Burada yine tevhidin “her an yeni, her an bir şanda olmak” ilkesini görüyoruz. Biz de kendimiz öyle olmalıyız.(s.236)

Bugün yaşadığımız kafa ve kalp karışıklığının temel sebebi Resülullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin ahlâkını ve örnekliğini bir yana bırakmamız, bilmememiz, hatta merak bile etmememizdir. Onun yerine kökü, mesnedi olmayan, hatta imanı bile olmayan kişilerin saçma sapan kişisel gelişim kitaplarını, hangi işi nasıl yapmamız gerektiğini anlatan kitaplarını okuyoruz, videolarını seyrediyoruz. Halbuki edep sadece toplum içindeki davranış güzelliğini değil, tevhide ve imana yaslanan düşünme, akletme, iş yapma, eser verme faaliyetlerinin hepsini kapsar. Bunlarda da örneğimiz Resülullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem olduğuna göre, sünneti öğrenmeliyiz ki biz de o resüle layık ümmet olalım.(s.125)

Bir medrese mezunu gençten dinlemiştim. Doğu’daki medreselerden birinde okumuş. Onun okuduğu medrese bir köyde genişçe bir evmiş. Akşam namazından sonra hocaları kendi evine dönüyormuş. Talebeler de yatsıdan sonra bir süre sohbet ettikten sonra yatıyorlarmış. Bu arkadaş pencere kenarında bir yatakta yatıyormuş. Gece herkes uyurken dışarıda bir tıkırtı duymuş. Perdeyi aralayıp dışarıya bakmış. Bir de ne görsün? Hocaları kapının eşigine gelmiş, orada talebelerin ayakkabılarına sakalını sürüp, ağlayarak dua ediyormuş: “Yâ Rabbi! Bu ilim taliplerinin yüzü suyu hürmetine beni affet!” diyerek… Benzeri bir olayı başka bir kişiden, meşhur bir mürşid için dinlemiştim. Çünkü bizim sık sık unuttuğumuz bir şey var: Hakk’a, hak ilme, hak yola talip olan kişi her zaman değerlidir.(s.121)

Hüküm, bilene aittir. Kişi bütün âyetleri ve hadisleri bilse bile bu onu “fakih” yapmaz. Çünkü sadece bu bilgilerle dinin özünü kavramış sayılmaz. Ayrıca insanın bilmediği, kuşatamadığı bir sahada hüküm vermesi çok yanlıştır. Zira âlimlerin bu gibi konularda birbirinden farklı görüşleri olabilir. O zaman hangisini, hangi kritere göre tercih edecek? Gördüğünüz gibi her ilim gibi fıkıh da usule, usul de Hakk’a ve O’nun resülüne takva derecesinde bağlanmaya dayanıyor. Bu açıdan bakarsak fetva, hukuku oluşturan bir unsurdur ama ondan çok ötededir. İnsanın Allah ile olan irtibatını gösteren bir şeydir.(s.156)

Haklar ve özgürlükler Batılı ülkelerin milyonlarca insanın hak ve özgürlüklerine tecavüz ederken ve etmek için ortaya attıkları ikiyüzlü kavramlardır. “Hak” kelimesinin karşılığı İngilizce’de “right”, Fransızca’da “droit”, Almanca’da “recht” kelimeleridir. Her üç kelime de “sağ taraf, sağ yön” anlamına gelir. Bu da bir hikmettir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de mahşerde hesabını verip cennete gidenlere “sağ tarafa mensup olanlar” anlamında “ashâbü’l-yemin”, hesabını veremeyip cehenneme gidenler içinse “sol yana mensup olanlar” anlamında “ashâbü’ş-şimâl” denir. “Şimâl” Arapça’da “sol yan” anlamına geldiği gibi “kuzey” anlamına da gelir. Neden? Çünkü Hicaz’daki Araplar güneşin doğduğu yani doğu yönüne baktıklarında, sol yanda kalan bölgeye “şimâl” kelimesinden gelen “Şam”, sağ yanda kalan bölgeye de “yemin” kelimesinden gelen “Yemen” demişler. Bu ülke isimleri buradan gelir.(s.146)

Tevhid ehlinin âdetlerinin bir kısmı sünnete dayanır. Ama haberimiz yok. Mesela misafire ikram, büyüğe hürmet, çocukları sevindirmek… Allah zikri de günlük dilimizin içine sinmiştir. Mesela “hay hay” deriz. “Hayy”, Allah Teâlâ’nın “diri” anlamına gelen ismidir. “Yâ Hü” deriz, gitgide onu “yav”a çevirdik. Bu da “Ey Allah!” demektir. Yine “eyvallah” deriz ki “iyi vallahi” demektir.(s.189) Kızdığımıza bile, “Allah aşkına” deriz.

İcâzet ile diploma arasındaki en önemli fark ahlâk konusundadır. Eğitim tek başına kâfi değildir. “Bu adam biliyor, çok eğitimli, filanca okulları bitirmiş” demek bir insanın degerini tek başına göstermez. Her şeyden önce ahlâk gerekir. Zaten son iki asırdan beri çektiğimiz sıkıntıların en önemli sebeplerinden biri, biliyor dediklerimizin ahlâk konusunda, şahsiyet konusunda zayıf olmasıdır. Bugün sık sık birileri hakkında “okumuş ama adam olamamış”, “diplomalı cahil”, “eğitimli ama edepsiz” veya “ilmi var ama irfanı yok” gibi sözleri kullanıyorsak bu bilginin tek başına yeterli olmadığını bize gösterir.(s.133)

Savaş Ş.Barkçin – Tevhid Medeniyeti -Alıntılar

Bilginin evrenselliği ve beyin göçü

Bir ülkede beyin göçü haberlerinin sıklaşması, bu haberlere şahit olan insanlarda, ülkesinin geleceğine dair umutsuzluk ve endişe uyandırabilir. Ancak tarihe bakıldığında; eğitimde ve nitelikli iş gücünde değişim hareketlerinin, mevcut problemleri çözmenin en pratik yollarından biri olduğu görülür. Daha da önemlisi “göç etme” olgusunun evrensel bir kural olduğu anlaşılırsa beyin göçünün de ortak kültür bağlamında gelişmenin bir kaynağı olduğu anlaşılır.

Göç etmenin evrenselliği

Düşünmeye en genel ve tanıdık olandan başlarsak; doğası gereği birçok canlı türünün, temel ihtiyaçlarını daha iyi karşılayabilecekleri farklı mekanlara gitmek üzere yer değiştirdiğini biliyoruz. Hayvanlar âleminde bu ihtiyaçlar genellikle yiyecek bulmak, iklim değişikliğinden zarar görmemek veya türünü devam ettirmek gibi dürtülerden kaynaklanır. Benzer şekilde insanlar tarih boyunca geçinme, güvenlik, sağlık vb. ihtiyaçlarını iyileştirmek için şartları daha elverişli yerlere göç etmişlerdir. Bilhassa Türkler yerleşik yaşama geçmeden önce iyi bildikleri hayvancılık ve ticaret gibi işleri en iyi yapacakları yerlere sürekli göç etmişlerdir.

Ancak göç etmek sadece hayvanların ve insanların gerçekleştirdiği bir faaliyet değil, sahip olunan potansiyelin, varlığın doğasınaen uygun şekilde kullanılacağı yere doğru yer değiştirmesi bağlamında evrensel bir olgudur. Sözgelimi, fizikte elektriğin iletimi potansiyel fark altında yüksek potansiyelden düşük potansiyele doğru elektrik yüklerinin yer değiştirmesiyle (akım) gerçekleşir. Ya da hayvansal hücrelerde canlı yaşamının devamlılığını sağlayan maddesel geçişler, hücrenin içi ile dışı arasında yoğunluk farkından dolayı küçük moleküllerin yer değiştirmesi ile meydana gelir. Bitkilerde yaşamın devamlılığını sağlayan suyun topraktan alımı olayı basınç farkı sayesinde gerçekleşir. Son iki olayda hâkim olgu “difüzyon”, elektromanyetiğin ikinci yasası ile açıklanır ve bir odada parfüm sıktığınızda bir zaman sonra tüm odaya parçacıkların eşit olarak dağılması ile aynı kural ile çalışır. Buradakiler ve daha birçok örnekteki hareket etme eylemleri; sahip olunan potansiyelin, bir sistemin işlemesi için başka bir yere “fıtrî” olarak hareket etmesi, bir anlamda göç etmesi olarak da düşünülebilir. Bu durumda düşünen, sorgulayan ve davası olan bir varlık olarak nitelikli insanın, çeşitli profesyonel hedeflerini gerçekleştirmek için göç etmeyi seçmesi gayet anlaşılabilir bir durum olmalıdır.

Ortak kültür kavramı

Kültür kavramı her ne kadar ulusal bir olguymuş gibi düşünülse de 2018 yılında vefat eden ve yaşamında göç etmeye zorlanmış değerli bilim tarihçisi Fuat Sezgin’in üzerinde sıkça durduğu gibi; insanoğlunun bugüne kadar bilim, teknik, sanat, spor, felsefe, din gibi alanlarda ortaya koymuş olduğu her ürün insanlığın ortak kültür malıdır. Çünkü her bir zihinsel ürünün beslendiği kaynak, insanoğlunun uygarlık tarihi kadar eskidir ve belirli bir ulusla sınırlandırılamaz. Dolayısıyla mutlak millî bir bilgi çeşidinin üretilmesi gibi bir durum hiçbir millet için sözkonusu olamaz.

Bilgi/yetenek sahibi bir kişi, yüzyıllardır farklı medeniyetlerce ömür ömür işlenen ortak beynin bir kıvrımında katkıda bulunmak veya en azından iki nöron arası yeni bir bağlantı kurarak sahip olduğu donanımın bir anlamda zekâtını vermek isteyecektir. Bilgi üretiminin safi millî olamayacağına ve elde edilen bilginin de insanlığın ortak kültür ürünü sayılması gerektiğine göre imkânların yetersiz olduğu yerde kişinin, farklı topraklarda yeşermek üzere rahatından feragat etmesi elzem görülmelidir.

Göç ederken kimliklerimizi nereye bırakırız?

İslâmî çerçeveden bakıldığında, Hz. Muhammed (asm), mesafeye vurgu yaparak “İlim Çin’de de olsa ona talip olun.” demiştir. Ayrıca Allah, düşünebilen her bir insanı dünyadaki halifeleri olarak yarattığını Kur’ân’da bildirmekte ve “yeryüzüne dağılın” buyurmaktadır. Dolayısıyla bir kişinin kendini dindar olarak tanımlaması, onu belli ırklar içine hapsetmez, aksine özgürleştirir. Zirâ din Türklerin/Hintlilerin/Arapların vs. değil, Allah’ındır ve akıl sahibi tüm insanlara indirilmiştir. İlim öğrenmek İslâm’da farzdır ve ilim öğrenme yolunda vefat edenler şehit sayılmıştır (İbni Âbidîn, II, 252).

Benzer şekilde vatansever ve eğitimli bir genç, ülkesi için bir şey yapmak istiyorsa kendini hayali sınırlar içine hapsetmesi büyük bir yanlış olacaktır. Elbette her ülkede çok iyi işler yapan insanlar vardır ancak modern dünyada uzmanlık alanlarının giderek daha dar alanları kapsaması, beyin göçünü zorunlu kılan olgulardandır. İş, ehlinden öğrenilir. Ehil neredeyse kişi onu arayıp bulmalı ve alanında en iyilerden olabilmek için gayret göstermelidir. Kendini geliştirdikten sonra ülkesi için elinden geleni yapmaya çalışması, kamuya fayda sağlayacak iş üretmesi veya ülkesinin gençlerine ilham olması ideal olandır.

Türkiye özelinde, tarih içerisinde gerek Osmanlı Türkiye’sinde gerek Cumhuriyet Türkiye’sinde birçok genç eğitim için yurtdışına gönderildiği gibi, özellikle II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’ye birçok yabancı bilim insanı gelmiş, önemli bilimsel katkılar sunmuş, modern üniversitelerin temelini atmış, sonrasında birçoğu kendi ülkesine veya başka ülkelere dönmüştür.

Günümüzde de hem devlet kurumları aracılığı hem de özel burslar ile yurt dışına eğitim ve araştırma için gençlerin gönderilmesi desteklenmektedir. Bilimin yanında sağlık, hukuk, finans gibi alanlarda da beyin göçleri yaşanmaktadır. Ülkenin geleceği için bu olgunun halk arasında da normalleşmesi ve ortak kültür mirasına katkı açısından gelişmeyi sağladığının kabul edilmesi gerekmektedir. Temel eğitimini Türkiye’de almış pek çok kişi zaten yüreğinde vatan sevgisini taşımakta ve fırsat tanındığına ülkesi yararına bir şeyler yapmak için girişimlerde bulunmaktadır. Bu nitelikli insanlarla iletişimin kopmaması ve olumlu geri dönüşlerin yaşanabilmesi için fırsatlar oluşturulmaya çalışılmalıdır.

Şeyma Ceren Sanlı / Genç Yorum

Tarihte Beyin Göçü

Bir ülkedeki iyi eğitimli, vasıflı fertlerin ekonomik sıkıntılar, işsizlik, olumsuz çalışma şartları, siyasî istikrarsızlık gibi sebeplerle başka ülkelere göç etmesidir.

Beyin göçü kavram olarak henüz yeni olsa da beyin göçünün kendisi bilim kadar eskidir. Tarihin farklı dönemlerinde bilim insanları bulundukları yerlerden farklı coğrafyalara göç etmişlerdir. Özellikle bazı şehirler belirli dönemlerde o dönemin bilim insanları, sanatçıları, zanaatkârları tarafından yoğun ilgi görmüştür. Atina, İskenderiye, Cundişapur (İran), Şam, Bağdat, Semerkant, İstanbul bunların arasında en bilinenleridir. Hatta bilimde ve sanatta alanının önde gelenlerini belirli bir şehirde toplayarak, orayı bir çeşit bilim ve kültür merkezi haline getirmeye çalışan liderler olmuştur.

Türk-İslâm devletlerinde âlimlerin sözüne değer verilmesi, onların el üstünde tutulması önemliydi. Bu yüzden genellikle hükümdarlar âlimleri, din adamlarını yakınlarında tutmaya çalışmışlardır. Bunun ilginç örneklerinden biri olan Timur, fethettiği bölgelerdeki ilim adamlarını Semerkant’a göç etmeye zorlamış, böylece orayı dönemin en önemli bilim merkezlerinden biri haline getirmiştir. Çeşitli bölgelerde bulunan casusları aracılığıyla o bölgenin alanında en iyilerini önceden tespit ettiği bilinen Timur’un, günümüzün terimi ile zorunlu “beyin göçü”ne tâbi tuttuğu bu kişilere Semerkant’ta çalışmaları için her türlü imkânı sağladığı bilinmektedir.

Âlimlere ve sanatkârlara önem verdiği bilinen Fatih, İstanbul’u fethinden sonra dünyanın farklı yerlerinden bilim insanı ve sanatçıları İstanbul’a çağırmış, böylece orayı bu anlamda önemli bir merkez haline getirmeyi amaçlamıştır. İstanbul’un fethi öncesinde orada bulunan dönemin bilim insanları ise Avrupa’ya göç ederek Rönesans’ın başlamasında etkili olmuşlardır.

Beyin göçü kavramını hayatımıza sokan göç dalgaları ise 20. Yüzyılda gerçekleşti. 2. Dünya Savaşı’nın olduğu dönemde Nazi Almanya’sının baskısından kaçan bilim insanları Amerika başta olmak üzere farklı ülkelere göç ettiler. Türkiye’de bu ülkeler arasındadır. Bu bilim insanları İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde çeşitli kürsülerin kurulmasına öncülük etmişlerdir.

2. Dünya Savaşı sonrasından günümüze kadar olan dönemde de dünyanın çeşitli yerlerinden ABD ve Avrupa’ya vasıflı iş gücünün göçü belirli dönemlerde artarak devam etti. “Beyin göçü” ifadesini 1960’lı yıllarda İngiliz Kraliyet Cemiyeti kullanmıştır. Bilim insanlarının ABD ve Kanada’ya doğru olan göç hareketliliğini tanımlamak için kullanılan bu kavram, daha sonra da yüksek vasıflı/nitelikli kişilerin gelişmiş ülkelere göçünü ifade eden bir terim olarak literatürde yerini almıştır.

Beyin Göçü Verileri

Genel istatistiklere bakıldığında beyin göçünün daha çok refah düzeyi yüksek, gelişmiş ülke kategorisinde değerlendirilen ülkelere doğru olduğu görülmektedir. Coğrafî olarak dünya üzerinde beyin göçünün yönü daha çok güneyden kuzeye ve doğudan batıya doğru gerçekleşmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi tarihin farklı dönemlerinde farklı bölgeler bilim/kültür/sanat açısından cazibe merkezleri olmuştur. Bugün birçok gelişmiş ülke vasıflı iş gücü tarafından tercih edilmekle birlikte Almanya, Fransa, İngiltere, Kuzey Avrupa ülkeleri, Kanada ve ABD en çok göç alan ülkelerdir. Özellikle ABD’nin bu konuda başı çektiği söylenebilir. Göç eden kişilerin yaş gruplarına göre dağılımında en büyük dilimi 25-29 yaş arası oluşturmaktadır. En çok göç eden meslek grupları ise doktorlar, mühendisler ve bilim insanlarıdır.

Bir ülkedeki nitelikli iş gücünün başka ülkelere göç etmesinde İşsizlik, düşük ücretler, siyasî baskılar, siyasî ve ekonomik istikrarsızlık, plansız eğitim, liyakatsizlik, eğitimde fırsat eşitsizliği, araştırma imkânlarının kısıtlı olması, gelir dağılımındaki adaletsizlik gibi sebepler öne çıkmaktadır.

Beyin göçüne konu olan bireyler yetiştirilmesi belirli bir maddî kaynak ve yatırım gerektiren, gittikleri ülkelerin de gelişimine ve kalkınmasına katkıda bulunan kişilerdir. Göç veren ülke açısından olumsuz sonuçlara yol açtığı gibi, göç alan ülkeler için de büyük bir fırsattır. Kişinin en verimli döneminde başka bir ülkede yaşamayı tercih etmesinin, nitelikli iş gücüne ihtiyacı olan az gelişmiş ülkelerin kalkınma hızını yavaşlattığı öne sürülmektedir.

Farklı dönemlerde göç eden kişilerin nitelikleri ya da gittikleri yerler farklılık gösterse de bu kişileri bulundukları yeri terk etmeye iten sebeplerin bir kısmı benzer. Bilgi birikimine, tecrübesine, niteliğine ya da sanatına daha çok değer verilen, bu birikimi artırabileceği, kendini daha çok geliştirebileceği başka bir yerde yaşama isteğinin baskın gelmesi insanları yaşadıkları yeri terk etmeye itmiştir. Küreselleşme ve sosyal medyanın yaygın kullanımı da bunu kolaylaştırmaktadır. Bugün bir genç sosyal medya aracılığıyla dünyanın herhangi bir ülkesinde kendisiyle aynı yaşta olan birinin yaşam standartlarından haberdar olabilmektedir.

Beyin göçünün genel veya özel pek çok sebebi olabilir. Ancak bunları tek bir nedene indirgeyecek olursak bu sebep, ülkeler arasındaki gelişmişlik farkı olur. Dünyanın başka bir yerinde “daha iyisi” olduğu sürece beyin göçü de var olacaktır.

Her ne kadar bugün de olduğu gibi göç eden kişiler birtakım eleştirilere maruz kalsa da, bir kişinin yaşadığı yeri terk etmesinin kolay bir karar olmadığı, birçok olumsuzluğun bir araya gelmesiyle birlikte beyin göçünün de artış gösterdiği unutulmamalıdır. Nitelikli insanların, özellikle de genç nüfusun yurt dışına göçünde olağanüstü artış ancak giderek artan bir ümitsizliğin işareti olabilir. Göçe neden olan problemler ortadan kalkmadıkça bu kişilerin ülkelerinde kalmaları ya da gidenlerin geri dönmeleri beklenemez.

Emine Bakırlıoğlu / Genç Yorum

Olağanüstü özelliklerde ve muhteşem güzellikte yaratılan dünyamız ve içinde bulunan her şey üstün bir sanatın eseridir. Düşünme yetimizin yetersiz kalacağı, en ince ayrıntıya kadar hesaplanmış kusursuz bir kudret. Gördüklerimiz ve bildiklerimiz çok cüzi fakat mucizevi sonuçlarla bağlantılı sonsuz bir derya… İnsanoğlunun görme eylemini gerçekleştirmesi bile mucizevi bir sistemken, gördüğü güzelliklerin onda oluşturduğu duygu durumu ve kalbi boyutu bilinçli bir farkındalık noktasına getiriyor mu ya da ıskalayarak, geçiştirerek cezbeden güzelliklerin hevesine mi büründürüyor? Daha açık bir ifade ile her gece ay ve yıldızlar gökyüzünü süslüyor, güneşin doğuşu ve batışının en güzel izlendiği yer binlerce kişinin ziyaretine maruz kalıyor, doğa harikası olarak nitelendirilen sayısızca şelaleler, ormanlar, körfezler, adalar, koylar, göller, nehirler, mağaralar vs. ziyaretçi akınına uğruyor ve bu olağanüstü yaratılan her şeyin farkında olarak yaşamanın adı hangi terimlerle ifade ediliyor , demek istiyorum. Tamamen zevkçi bir hayatın kasırgalı dehşetine kapılmış bir şekilde yaşayan ve bunun hiç farkında olmayan insanoğlu için ömür tükenmekte ve vakit çok hızlı geçmektedir.

İnsan yaradılışı gereği güzeli sever, keyif alır. Bu kaçınılmaz bir durumdur ve olması gerekir. Dünya ise kusursuz güzelliği ile kendini sevdirir, doğal olanı budur. Evet doğal olarak severiz, severiz de bu sevginin ötesinde bu güzellikleri yaratan sonsuz kudret sahibi Yaradana hayran olmamak, O’nun muhteşem sanatına, estetiğine, uyumuna, inceliğine, eşsiz ve benzersiz yaratmasına şaşırıp kalmamak mümkün mü? En güzel şekilde yaratılan evren ve nefes aldığımız bu dünya insanı hayret ve sükûnetle doğal olarak tefekkür etmeye götürmelidir.

Kişinin kültürü, ahlaki değerleri, dinî inançları dünya yaşamında önemli bir etkendir. İnsanın bakış açısı nasıl ise hayata dair tüm eylemlerini o şekilde gerçekleştirir ve hayatı nasıl yorumladığı ölçüde yaşar, durur. İnsanın hayatı ve dünyada olup biteni yorumlaması, onun algılama becerisi, kavrama ve tanıma yetisi gibi özellikleridir. Bu özellikler günümüzde “farkında olarak yaşamanın” alt terimleri arasında sıralanır ki yaradılışı gereği insanın kendinde var olan bu özellikleri ortaya çıkarması, fark etmesi bile özel bir çaba gerektirir. İnsan bu özelliklerini geliştirilip açığa çıkardığı zaman çok yönlü bir şekilde hayatının her anına tesir eder. Sonuç ise “bilinçli farkındalık” ya da “bir şeyin bilincinde olma” olarak insanın hayatında hem kalbî hem fiilî sorumluluk alanları açar. Yani subjektif sorumluluk alanı doğal olarak, zorlanmadan oluşur. Dahası kişi ileriye dönük amaçlar edinir, ideal sahibi olur.

Günümüzde ise anı farket, anı yaşa telkinleri insan için tutku eğlence ve keyif alma sözleri ile yüzeysel manaların esaretine dönüşmüştür. Anı yaşamak, sorumsuz ve sorunsuz yaşamak olarak algılanır olmuştur. Ve maalesef bu algının farkında olamayacak kadar da sığ bir zihin yapısı günümüz insanının önemli bir sorunu haline gelmiştir. Evet anı yaşamak ile anlık yaşamak arasında belirgin bir fark vardır. Anı yaşamak, hayatında olup biten ne varsa, olması gereken duygu düşünce ve eylemi aktif tutmak ve olması gereken en doğruyu yapabilmektir. Geçmişe takılı kalmadan, gelecek endişesi ve stresiyle kendini köreltmeden şu an yapabileceğin ne varsa yapmak ve bir an önce ertelemeden başlamaktır. Etrafa karşı da bu anlamda duyarlı olmak ailenin, dostunun, arkadaşının değerini kıymetini bilmektir. Olması gerektiği gibi ilgilenmek, yeri geldiğinde onları gönülden dinlemek, ihtiyaçlarını gidermek, sıkıntılarına çözüm üretmektir. Çok büyük işler yapmaktan bahsetmiyorum, belki o an bir fıkra anlatmaktır mesele…

Bazen neşelendirmek, dertleri sıkıntıları dağıtmak için birlikte sosyal aktiviteler yapmak önemli bir ihtiyaçtır. Bugün etrafımızı, en yakınlarımızı anlamaya çalışmak, samimiyetle daha duyarlı bir kalp ile bakmak bizlere çok şey kazandıracak. Gözden kaçan, atladığımız ve fark etmediğimiz o kadar çok şey var ki… Bazen aradan günler hatta yıllar geçer ve geçmişte yaşanılan pişmanlıklar hatırda kalır. Pişman olunan, geç kalınan, anlamak için uğraşılmayan empatisizlik becerileri ile dolu hatıraların sancısı acılı… Yanı başımızdaki annemiz, babamız, çocuğumuz, eşimiz, dostlarımızın farkında bir hayatın penceresinden tekrar dünyaya bakmak ve olması gereken değeri verebilmek önemli; hatta insanın kendisini tanıma yolculuğuna da sürükleyen bir başlangıçtır. İnsanın iç dinamiklerini güçlendirir, aktif bir hale getirir ve bu hassasiyet zamanı ve zamanın her türlü sorunlarını daha iyi anlama kabiliyetini de geliştirir. Etrafındaki insanların değerini, konumunu algılayarak gerekli ilgi ve alâkayı oluşturur. Her şeyden önce sevgi ve saygıya dayalı bedeli ölçülemeyen subjektif değerlerin neticesinde, değerini bildiğin kadar bir duruş sergileyebilirsin… Sahabe-i Kiram Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.)konumunu algılamasaydı, sahabe olabilir miydi?

İnsanın çevresine daha duyarlı olması, etrafında olup bitene hakim olabilmesi ahlaki anlamda da çok güzellikler katar. Güzel ahlak dediğimiz hasletler sosyal hayatımızdaki iletişim becerileri ile hep doğru orantıdadır. Sosyal olmak İslam’ın öngördüğü, tavsiye ettiği önemli bir özelliktir. Bu çağda insanlara İslam’ın sadece emir ve yasaklardan ibaret olmadığını, her şeyden önce sevginin kutsallığını hissettirmek önemli bir başlangıç olmalıdır. Evet şu zamanda bilinçli bir birey olmak adına üzerimize çok sorumluluklar düşüyor. İnsanlara sevgiyle yaklaşamazsak İslam’ın özü olan sevgiyi insanlara nasıl anlatacağız?Allah’ın merhametini, adaletini, cömertliğini, tevbeleri kabul ettiğini, sabrı tavsiye ettiğini ve her şeyden önce kullarının her birine çok değer verip sevdiğini anlatmak, ancak ahlaki kodlarımıza bu güzel özellikleri yükleyerek olabilir. Çoğu insanın korkutulduğu bir din algısını ancak bu şekilde imha edebiliriz.

Önemli olan bir diğer konu ise kişi şartlar ve koşullar ne ise, yaşadığı zorluklara rağmen, bunlara takılı kalmadan teslimiyet duygusuyla hareket etmelidir. Örneğin kişinin geçmişte yapmış olduğu bir hatası, geçmişe dair pişmanlıkları ya da şu an istemediği şartlar ve ortamda olması vs. onu karamsarlığa itebilir. Bir de gelecek kaygısı eklendiği zaman var olan potansiyelini keşfetmeden köreltebilir. Bu gün kim istediği hayatı yaşıyor acaba? İnsanlara sorsanız çoğunun vereceği cevabı tahmin etmek zor değil. Hayat imtihanlarla dolu. Her bir zorluk çile istemeyen koşullar zihnimizi tamamen bunlarla meşgul ediyorsa, şimdiki zamana odaklanmaktan alıkoyuyorsa, kaçırdığımız ihmal ettiğimiz kaybettiğimiz çok şey olacaktır. Ve geçirdiğimiz şu zaman yarın geçmişte kalacaktır. Öyleyse dikkatimizi bulunduğumuz durumda neler yapabileceğimize vermemiz ve yapabileceklerimizi keşfetmemiz gerekir. Yaşadığın şu anın değerini bilmek, istenmeyen olumsuz şartları düşünmek yerine, yapabileceklerine odaklanarak hayatında bir farkındalık oluşturmaktır.

Peki biz farkında mıyız? Kendimizin, duruşumuzun, yaptıklarımızın ve yapabileceklerimizin farkında mıyız? Önemli olan eksi ve artılarımızla kendimizin farkında olup bir değişim ve dönüşüm yolunda mıyız, bunlar için çabalıyor muyuz? Ya da anlık yaşantılarla ömrümüzü tüketiyor muyuz? Evet olması gereken duyarlılık, farkındalık, bir şeyin bilincinde olmak kendine ve dünyaya dair birçok şeyi kaçırmadan yaşamaktır. Adına kaliteli zaman geçirmek deyin, şuur deyin, bilinç deyin, farkındalık deyin; bence hepsi aynı kapının önemli anahtarlarıdır. Rabbim bu anahtarlarla kalbî kilitlerimizi açmayı lütfeylesin…

Anı Yaşamak Mı? Anlık Yaşamak Mı? / Yasemin Keskin

“Dijital göçebe” kavramı nasıl tanımlanmaktadır?

Mobilite, küreselleşme ve dijitalleşme süreçleri ile bireylerin iş ve özel hayatlarında köklü değişimler yaşanmıştır. Bu değişimler sonucunda ortaya çıkan dijital göçebe fenomeni, idealize edilen bir yaşam tarzı olarak popülerliğini artırmaktadır. Günümüzde birçok iş artık dijital olarak gerçekleştirilebilmektedir ve bu durum, yeni çalışma ve yaşam tarzlarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Dijital göçebelik, son yıllarda sosyal medyanın da etkisiyle popüler bir kavram haline geldi. Sabit bir iş yeri ve eve bağlı kalmaksızın tüm işlerini dijital olarak yürütebilen ve dünyadaki farklı yerleri keşfetme isteğiyle sık seyahat eden kişileri dijital göçebe olarak tanımlayabiliriz. Ayrıca dijital göçebeler yeni bir çalışma modeli, kültürel bir fenomen ve bir yaşam tarzı gibi tanımlamaların yanı sıra iç içe geçmiş iş ve seyahate bağlı yaşam sürdüren kişiler olarak da ifade edilmektedir. Zaman ve mekâna olan bağımlılığı reddeden dijital göçebeler, kablosuz internet ve dizüstü bilgisayarları aracılığıyla dünyanın herhangi bir yerinden çalışma olanağı sunan minimal bir yaşam tarzı sürdürmektedirler. Öte yandan, her uzaktan çalışan veya serbest çalışan dijital göçebe olarak tanımlanamamaktadır. Özgürlük, esneklik ve bağımsızlık arayışında olan dijital göçebeleri diğerlerinden ayıran en önemli fark, hareketli bir yaşam tarzını tercih etmeleri olarak değerlendirilebilmektedir. Genellikle ortak çalışma ve ortak yaşam alanlarını tercih etme eğilimi gösteren dijital göçebeler ise varış yerlerinin, turizm paydaşlarının, işletmelerin ve toplumsal yaşamın yeniden şekillenmesinde etkili rol oynamaktadırlar.

Dijital göçebe olma motivasyonları nelerdir? Hangi şartlarda sürdürülebilir?

İş yetiştirme ve işveren baskısı, uzun çalışma saatleri ve mobbing gibi iş hayatının getirdiği olumsuzluklardan kurtulmak ve “başka bir hayat mümkün” düşüncesiyle daha esnek ve özgür yaşama istekleri, bireylerin dijital göçebe yaşam tarzını tercih etmelerinde önemli unsurlar olarak göze çarpıyor. COVID-19 pandemisi ile neredeyse tüm dünyada çeşitli kısıtlamalar yaşanmış ve bu durum, şirketler ve çalışanlar için uzaktan ve esnek çalışma modellerinin deneyimlenmesine neden olmuştur. Bu deneyimin getirdiği fayda ve kolaylıkların farkına varan bazı şirketler, bu modellerin kalıcı hale gelmesine yönelik kararlar alarak çalışanlarına istedikleri yerden çalışma olanağı tanımışlardır. İşlerini dijital olarak sürdürebilen çalışanlar da belli bir ofise veya mesai saatlerine bağlı kalmaksızın daha özgür hareket edebilme düşüncesiyle, kendi işlerini kurma veya dijital göçebe yaşam tarzına uygun işleri tercih etme yönünde eğilimler göstermiştir. Genellikle proje bazlı işlerde çalışanların yanı sıra bir şirkete bağlı olarak aylık maaş alan dijital göçebeler de mevcuttur. Dijital göçebeler içerik üretici, yazılımcı, dijital pazarlama uzmanı, veri mühendisi, sosyal medya yöneticisi, web tasarımcısı, danışman, öğretmen ve çevirmen gibi uzaktan ve dijital olarak çalışmaya imkân tanıyan mesleklere sahiptirler. Değişen iş modelleri ve çalışma şekillerinin yanı sıra dijital teknolojilerin ve bilgi altyapılarının dünya çapında kullanımı, dijital göçebe kavramına yönelik popülaritenin artmasında önemli bir rol oynamaktadır.

Yeni medya teknolojileri ve dijital göçebeler arasında nasıl bir etkileşim söz konusudur? Sosyal medyanın dijital göçebelikteki etkin rolüne dair neler söylenebilir?

Son yıllarda yeni medya teknolojileri ve mobil cihazlarda yaşanan gelişmeler, bireylerin ve toplumların günlük yaşamlarında büyük değişikliklere neden olmuştur. Bu teknolojiler aracılığıyla yeni yaşam tarzları, yeni meslekler ve iş modelleri ortaya çıkmıştır. Dijital göçebeler gerek iş gerekse özel hayatlarında yeni medya teknolojilerinden sıkça yararlanırlar. Seyahat edecekleri yerleri belirlemek, bulundukları yerdeki kültürel aktivitelere katılmak, konaklayacakları yerleri seçmek, yeni iş ve arkadaşlık bağlantıları kurmak gibi birçok durumun yanı sıra işlerinin neredeyse tamamını yeni medya teknolojileri aracılığıyla yürütürler. Çoğu dijital göçebe hem iş hem de özel hayatlarını mümkün olduğunca avantajlı bir şekilde konumlandırmak adına yapay zekâ, nesnelerin interneti, blok zincir teknolojileri gibi yeni medya teknolojilerden yararlanan ve genellikle genç bireylerden oluşmaktadır.

Dijital göçebe olmanın avantajları ve dezavantajları nelerdir? Ekonomi ve turizme etkisi bakımından etkin bir rolü var mı?

Dijital göçebe yaşam tarzı yeni yerler, kültürler ve insanlar keşfetme olanağının yanı sıra, sabit bir mekâna ve işverene bağlı kalmaksızın daha özgür ve esnek bir yaşam tarzı sunması gibi çeşitli avantajlara sahiptir. Yeni bir girişimcilik modeli ve gezgin türü olarak da nitelendirebileceğimiz dijital göçebeliğin getirdiği bazı dezavantajlar da mevcuttur. Çoğunlukla tek başlarına seyahat eden dijital göçebeler, yalnızlık duygusunun yanı sıra iş-özel hayatları arasındaki dengeyi kurma ve motive olma gibi konularda da sıkıntı çekebilmektedirler. Ayrıca, genellikle sabit bir şirkete bağlı olmadan ve proje bazlı çalıştıkları için normal bir çalışana göre daha düşük bir ücret kazanmaları ve sabit bir gelire sahip olmamaları gibi durumlar, dijital göçebeliğin dezavantajları arasında sayılabilmektedir. Özellikle COVID-19 pandemisiyle birlikte tüm dünya, uzaktan ve esnek çalışma gibi yeni çalışma modellerini zorunlu da olsa deneyimlemek durumunda kalmış ve bu çalışma modelinin birçok avantaja sahip olduğu görülmüştür. Dijital göçebelere yönelik bugün Portekiz’den Gürcistan’a, Barbados’tan Endonezya’ya birçok ülke dijital göçebelerin potansiyelini keşfederek vize ve vergi kolaylıkları, ortak çalışma ve yaşam alanları gibi çeşitli olanaklar sunmaktadır. Onları çekmek adına adeta rekabet eden ülkeler, bu sayede yerel ve ulusal ekonomilerini kalkındırmayı amaçlamaktadırlar.

Dijital göçebelerin günümüzdeki ve gelecekteki önemi nelerdir? Yerellik ve küresellik açısından da konuyu değerlendirir misiniz? Bir kozmopolitleşme söz konusu olabilir mi?

Dijital göçebeler ulusal kimliklerinin ötesinde adeta bir dünya vatandaşı biçiminde hareket etmektedirler. Onlar için önemli olan, yeni dil öğrenmek, hobiler edinmek, arkadaşlıklar kurmak ve yeni kültürler keşfetmektir. Yeni medya teknolojilerinde yaşanan gelişmeler, gelecekte çok daha fazla işin ve imkânın dijital olarak gerçekleştirileceğine işaret etmektedir. Büyük kentlerdeki aylık ortalama yaşam maliyetlerinin dünya genelinde artış göstermesi ve dijitalleşmenin sunduğu girişimcilik fırsatları, gelecekte daha fazla insanın dijital göçebe yaşam tarzını tercih etmelerinde önemli rol oynayacaktır. Yerelin küreseli, küreselin de yereli etkilediği günümüz dünyasında dijital göçebeler, seyahat ettikleri yerlere ekonominin yanı sıra aynı zamanda sosyal ve kültürel olarak da katkıda bulunmaktadırlar. Dijital göçebeler, sosyal ve kültürel kimlikleri sürdürülebilir kılmanın bir örneği olarak da karşımıza çıkmaktadır (Eriksen ve Schober, 2016: 3). Konumdan bağımsız hareket eden dijital göçebeler, önceden belirlenmiş sınırlayıcı kavramlar ve kimliklerin dışında, kendilerine özgü yeni bir kimlik inşa etmektedirler. Profesyonel bir kimlik olmanın yanı sıra sosyal bir kimlik olarak da değerlendirilen dijital göçebe kimliği, farklı milletlere ve mesleklere sahip olmaları gibi özellikleri sebebiyle ulus ötesi bir kimlik konumundadır. Topluluk, dünyanın herhangi bir noktasından uzaktan çalışan ve kalıcı bir seyahate dayalı yaşam tarzı sürdürmek adına çevrim içi emek ve bireysel hareketliliği birleştirmenin yanı sıra çok kültürlü yapıları ve girişimci ruhları ile yeni bir kimlik olarak da nitelendirilebilmektedir. Mevcut dünya gibi standartlaştırılmış ve küreselleşmiş bir dünyanın sunduğu rutini, kalıpları ve dayatılanları reddeden dijital göçebelerin karakteristik özellikleri zamansal, mekânsal ve finansal olarak özgürlük arayışı içerisinde olmalarıdır.

21. Yüzyılın Gezginleri: Dijital Göçebeler / Dr. Burak İli

Yararlı olur düşüncesiyle ‘öz’ ve ‘dönüş’ kelimeleri üzerinde durarak konuya giriş yapalım. Üzerinde durulacak konulardan önce, o konuları oluşturan kavramlar üzerinde durmak, hem anlamın kapsamı bakımından hem de anlamın derinliği bakımından farklı pencereler açacaktır. Yani hangi konu üzerinde duruluyorsa, o konuyu oluşturan unsurlar üzerinde de durulmalıdır. Netice itibariyle yapılan her analiz için tutulması gereken bir yol ve yöntem olmalıdır. Bizim de yaptığımız bir bakıma bundan başka bir şey olmamaktadır.

‘Öz’ denildiği zaman, öze ait olmayan ve fakat öz ile beraber veya özün yerini almış başka durumlara atıf kendiliğinden akla gelir. Çünkü bir şey sadece kendisi olsaydı, o zaman o şeyi ayrıca ele alarak düşünmeye, o şey üzerinde fikir yürütmeye gerek olmayacaktı. Demek ki aslında burada yolunda gitmeyen bir şeyler var ve bu şeyler bizi rahatsız etmektedir. Bunu gerçek ve sahte dikotomisiyle de izah etmek mümkündür. Yani olması gereken gerçeğin yerini sahte olan aldığı için işler bozulmuş, rahatsızlığa sebep olmuş ve bir sorun meydana gelmiştir.

Öze dair sorunların sebebini bilmek, niçin ve nasıl hareket edilmesi gerektiğini de beraberinde getirecektir. Örneğin varlıklar arasında öz’ünden uzaklaşma kimler için geçerlidir? İradesi olmayan canlı veya cansız varlıklar için öz’ünden uzaklaşma sorunundan söz etmek mümkün müdür? Belki şöyle bir izah bizi evet dedirtmeye meylettirebilir. Bir varlık sahip olduğu ana unsurlar bakımından bir ayrışmaya tabi tutulabiliyorsa, o zaman o varlık için de özden uzaklaşma gündeme gelebilir. Bu durum için ise dışarıdan başka bir gücün müdahalesine gereksinim olacaktır. Yani bütün bunlarla demek istiyoruz ki, hiçbir iradesiz varlık kendinden kaynaklanan bir özden uzaklaşmayı gerçekleştiremez. Geriye kala kala iradeli bir varlık olarak insan kalıyor. Bütün sorunların kökeninde akıl ve iradenin işleyişi olduğu için, öz ile ilgili sorunları da insan bağlamında ele almak gerekir. Akıl ve iradenin kullanımında sorun olabildiği gibi, bu edimin oluşturduğu sonucun anlaşılma aşamasında da sorun olabilir.

Her varlığın bir özü vardır. Aynı şekilde her varlık özü ile tanımlanır. Bir varlığın ne olduğunu bilmek demek, o varlığın özünü bilmek demektir. Bir taşı taş yapan özellikler o taşın kimliğini de oluşturur. Hakeza bir bitkinin veya bir hayvanın da aynı şekilde özellikleri özlerini oluşturmaktadır. Bu varlıklar iradesiz olduklarından, bunlar için özlerinden uzaklaşma veya özlerini kaybetme sorunu da söz konusu olmayacaktır. Bütün varlıkların nasıl ki birer özü varsa, insanın da bir özü vardır. İnsanın sahip olduğu öz, benlik veya kendilik olarak tanımlanabilir. Her insanın özü, o insanın manevi varlığına tekabül eder. İnsanın manevi varlığı, insanı insan yapan ana unsur anlamına da gelir.

Eğer bir insanın özünden söz ediyorsak, bu, o insanın varlık-yokluk sorunundan da söz ediyoruz demektir. Çünkü bir insanın ‘insan’ olarak var olması için, insani öze sahip olması gerekir. Öyle ise varlık-yokluk sorunu sadece fiziki/biyolojik özelliklerle sınırlı bir sorun olmamaktadır. Yani diyoruz ki varoluşu, sadece fiziki/biyolojik bir ölçütle ele alan değerlendirmeler yanıltıcı değerlendirmelerdir. Dolayısıyla çağımızın en büyük hastalığı olan ‘sahip olmak’ dürtüsüyle bütün bir yaşam, hem özünden uzaklaşmakta hem de büyük bir inkâr bataklığına saplanmaktadır. Buradaki inkâr tabirini, insanın özünün görmezlikten gelinmesi olarak anlamlandırıyoruz. Artık bu bakış açısıyla sürdürülen yaşamın seküler bir yaşam olduğunu da hatırlatalım. Böylece seküler bir yaşamı insanın kendi özünden uzaklaştığı bir yaşam olarak tanımlamış oluyoruz.

Kısaca ‘dönüş’ üzerinde de duracak olursak, bunun da akıl ve irade sahibi olan insan ile ilgili olduğunu söylememiz gerekir. Akıl ve irade sahibi olmayan hiçbir varlık için, herhangi bir dönüş yapmak söz konusu olamaz. Her dönüş bir muhasebe gerektirir. İnsan sahip olduğu edimleri göz önüne getirir ve yanlış olduğuna karar verdiklerini bırakmak suretiyle bir dönüş gerçekleştirmiş olur. Her dönüş kararı insan için yeni imkân arayışları anlamına gelir. İnsan için iki dönüşten söz edebiliriz. Bir tanesi özünden ayrılmak suretiyle yapılan olumsuz dönüştür. Burada insan artık insanlığını kaybeder. Diğeri ise özüne dönüşü gerektiren olumlu dönüştür. Burada ise insan, kaybettiği insanlığına yeniden kavuşma çabası içinde olur. Hayatın bütününe baktığımız zaman, karşımıza çıkanın biteviye devam eden dönüşlerden ibaret olduğunu söyleyebiliriz.

İnsanın özünün ne olduğu hususunda her insanın farklı anlayışta olması gayet doğaldır. Çünkü her insanın bilgi kaynağı aynı değildir. İnsanın sadece kendisini bilgi kaynağı olarak kabul etmesinin en önemli sonucu bitimsiz görüş farklılıkları olacaktır. Demek ki aslında insanın, insanı aşan konularda aşkın bir bilgi kaynağına ihtiyaç vardır. Müslümanlara göre bu aşkın bilgi kaynağını vahiy oluşturmaktadır. İşte vahye göre insanın özünün ne olduğu hususu, insanın önünü aydınlatan bir projeksiyon gibidir. Hz. Âdem’i oluşturan çamur tarafı (fiziki/biyolojik) mı yoksa Allah’ın verdiği/üflediği ruh tarafı mı insanın özünü oluşturmaktadır? Elbette Âdem’e öğretilen isimler, verilen akıl ve irade ile tercihte serbestlik ve sorumluluk nitelikleri insanı insan kılan özü oluşturmaktadır. İnsanın bu verili yapısına fıtrat denilmektedir. Öyle ise bir insanın özünden uzaklaşması demek, fıtratından uzaklaşması demek olacağı için özüne dönüşü de fıtratına dönüş olarak niteleyebiliriz.

Bütün insanlar yaratılış bakımından aynı fıtrata sahip olduklarına göre, bütün insanlar için geçerli olacak değerlerden de söz edebiliriz. Bu genel geçer değerlerin hepsinin oluşturduğu paydayı ‘iyi’ olarak adlandırabiliriz. ‘İyi’ olan bütün değer ve tutumların insanın özünü oluşturduğunu söylemek, kabulü mümkün olan ilk basamak olacaktır. İslam’a göre “insanlığın bütün ortak değerleri, aynı zamanda İslam’ın değerleri olarak görülür.” İslam’ın evrenselliği hiçbir ayrıcalığa prim vermeyen bir evrenselliktir. O bakımdan insanlığı tabakalara ayıran zümreci bakışa sahip olanların İslam’la Kur’an’la bir ilgi ve ilişkiyi kurmaları beklenemez. Zümreci Mekke toplumu da İslam’la Kur’an’la söz konusu ilgi ve ilişkiyi kuramamıştı.

Müslümanlar açısından öze dönüş, İslam’ın, Kur’an’ın değerlerine dönüşü ifade etmektedir. Burada İslam’ın, Kur’an’ın değerlerine dönüşten söz ettiğimize göre, bu demektir ki biz Müslümanlar söz konusu bu İslam’ın Kur’an’ın değerlerinden uzaklarda bulunuyoruz. Değerlerin insanı koruyan ve kollayan bir taraflarının da olduğu dikkate alındığı zaman, aslında içinde bulunduğumuz durumun bir facia, bir felaket olarak nitelenmesi gerekir. Çünkü o zaman bizler İslam’ın, Kur’an’ın koruyucu, kollayıcı kanatlarından mahrum oluyoruz. Bu halleriyle Müslümanlar sadece kendilerine zarar vermiyorlar; aynı zamanda İslam’a, Kur’an’a da zarar veriyorlar. İslam’ı Kur’an’ı tanımanın önünde nerdeyse birer engele dönüşmüş oluyorlar.

Müslümanlar çok acil bir şekilde İslam’a Kur’an’a dönmek suretiyle, öze dönüşlerini gerçekleştirmiş olacaklardır. Çünkü bugün Müslümanlar hayatın bütün alanlarında etken değil edilgen durumdadırlar. Kendilerine has bir istikametleri yoktur. Modern seküler perspektifin oluşturduğu yön ve hedefleri takip eden iz sürücülere benzemektedirler. Hâlbuki Müslümanı Müslüman yapan kendine özgü dil, düşünce ve sesin oluşturduğu izler olmalıydı. Ne yazık ki bundan söz etmek mümkün olmamaktadır.

Müslümana özgü olan öznel özerklik kuşatılmış, imaj her şeyin yerini almış ve sahicilik rafa kaldırılmıştır. Müslümanlık sadece bir etiket konumuna indirgenmiştir. Onun için Müslümanlığın gereklerini yerine getirmek, bir “-mış gibi yapmaya” dönüşmüştür. Böylece sınırlar ortadan kalkmış ve Müslümanca mahremiyet ayaklar altına alınmıştır. ‘Müslüman’ adı sırtında olduğu halde mal biriktirme, biriktirdiği malla övünme, üstünlük taslama ve hayatı bu doğrultuda rasyonalize etme bireysel hayatın ekseni olmuştur. Müslüman bu şekilde ruhunu kaybettiğinin farkına varmamaktadır. Bu şekilde sadece hayattaki şeylerden bir şeye indirgendiğini görmemektedir. Bu gidişin insanda, ne öz ne de özgelik bırakmayacağı açıktır. Genelde insanın ve özelde de Müslümanın özünü kaybettiği, kişiliklerin buharlaştığı, insani ilişki ve temasların istisnai bir duruma geldiği böylesi korkunç bir varoluş sürecinden kurtulmak gerekiyor. İşte bu kurtuluş sürecini öze dönüş olarak adlandırıyoruz.

Müslümanların öze dönüş sürecinde çok sağlıklı yaklaşımlara ihtiyaç vardır. Hedefler ve alınan sorumluluklar net bir şekilde belirlenmelidir. Bin yılı aşkın bir süredir hamallığı yapılan gereksiz ağırlıklardan Müslümanların kurtulması gerekir. Müslümanlara hayat veren alanların sadece uzman kişilere değil, aynı zamanda bütün Müslümanları kapsayacak şekilde geniş tutulması gerekiyor. Örneğin içtihat ve şura bu bağlamda yeniden ele alınarak değerlendirilmelidir. İflasını vermiş işlevsiz kurum ve kuruluşlar tespit edilerek, yeniden bir uyanış ve dirilişin fitilini ateşlemek gerekmektedir. Bu söylenenlerin slogan düzeyinde kalmaması için, kendisini Müslüman olarak adlandıran her şahsın, kendisinden başlamak üzere devamlı ve kararlı bir başlangıcı yapması gerekmektedir. Söz konusu bu başlangıç için kesintisiz ve çoklu olacak okumalarla yola çıkılabilir. Yapılacak okumalarda homojenliğin değil heterojenliğin esas alınması hayati öneme sahip bir durumu teşkil ettiğini belirtelim. Vesselam.

CEVDET IŞIK / ÖZE DÖNÜŞ

“Onların ne dediklerini en iyi Bileniz…” (Kaf, 50:45)

“Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar…” (Zümer, 39:18)

Bir şeyin sahip olduğu önemi, o şey olmadığı zaman daha iyi anlar ve fark ederiz. Anne, baba, eş, kardeş, arkadaş, akraba, sağlık, sıhhat, servet, sanatçı, yazar, çizer vb. olmadığı zaman hayattaki eksikliği veya fazlalığı, ne kadar önemli olup olmadığı daha iyi hissedilir, görülür. Söz, hayatın çok önemli bir unsurudur. Sözün ne kadar önemli olduğunu anlamak zor değildir. Bir ay, bir hafta veya bir gün, takdir edeceğiniz herhangi bir zaman diliminde, kendinizi konuşmaya kapatın ve bir söz orucu tutmayı deneyin. O zaman sözün ne kadar değerli olduğu ortaya çıkacaktır. Sözün orucu deyince Hz. Meryem’i hatırlıyoruz. Onun sözü kucağındaki İsa idi. Adı Yahya olacak, doğumu haber verilen çocuğa işaret olarak, Hz. Zekeriya’nın da zorunlu söz orucu vardı. Hz.Peygamber’in Hira günlerini de söz orucu bağlamında değerlendirmek mümkündür. Belki de her insanın kendi bağlamının gerektirdiği bir söz orucu olmuştur.

Sözün orucu olur da sözün ziyafeti olmaz mı? Sözün ziyafeti, hakikat söz konusu olduğunda, söz hakikati haykırdığında başlar. Bütün peygamberler hakikati bildirmek adına birer söz ziyafetçisiydiler. Hz.İbrahim putları parçalarken bu ziyafeti vermişti. Hz. Peygamber putların oluşturduğu karanlığı “la ilahe illallah” diyerek dağıtırken bu ziyafeti vermişti. Her insan, özellikle de her Müslüman bir söz ziyafetçisidir. Çünkü insan bir tanık olarak hakikatin izini sürmekle, bunun için gayret göstermekle ödevlidir. Dargınlar arasındaki küskünlükler, bir bakıma tarafların birbirlerini söz ile cezalandırmaları anlamına gelir. Söz ile cezalandırma olur mu? Neden olmasın? Her söz bir kapı gibidir. Küskünler birbirlerine bu kapıları kapatmış olurlar. Karşılıklı olarak söylenmesi gereken sözler esirgendiğinde, doğal olarak iki taraflı bir mahrumiyet oluşacaktır. Her mahrumiyeti bir ceza olarak da düşünmek mümkündür. Müminin müminden mahrumiyeti abartısız bir felakettir. Küskünlükle oluşan mahrumiyet uzadığı zaman mahrumiyetin boyutları git gide genişler ve bulaşıcı bir hastalığa dönüşür. Onun için bu yanlışın üç günden fazla devam ettirilmesi haram telakki edilmiştir. Aslında yanlış olanın azı da çoğu da yanlıştır. Fakat burada muhataplara bir düşünme süresi verilmiş ki, muhtemelen herkes düşünüp hatasını görsün.

Hz. Peygamber Hira’da ilk defa ‘oku’ sözüyle karşılaştığında bütün bir ruh hali altüst olmuştu. Şehrin insanı kirleten sözlerinden korunmak için çıkmıştı Hira’ya. Aslında yaptığı iş bir tür okumaydı. Fakat bu okumanın nitelikli hale getirilmesi isteniyordu. Bu nitelik de şu idi: “Rabbinin adıyla oku.” İnsanlar bu nitelikten haberdar edilmeliydi. Onun için bu sorumluluk, bu görev de Hz. Peygambere tevdi edilmişti. Çünkü o, şehrin diğer insanları gibi sözü hiçbir zaman yere düşürüp de kirletmemişti. Yalan söylememişti. En üst düzeyde emin/güvenilir bir kimseydi. Öyle ise vahiy gibi yüce bir sözü söylemek de en çok ona yakışırdı. Çünkü söz kadar sözü söyleyen de önemliydi. Hem de çok önemliydi. Çünkü söz bütün içerikleriyle söylenmeliydi. Yani sözün bütün canlılığı korunmalıydı. Bu da omuzları ağırlaştıran bir yük anlamına geliyordu. Söz bir bedendi ve bu bedenin canı ise anlamdı. İlk inananları dirençli kılan sözün kendisi değil, sözün taşıdığı anlamdı.

Kast anlayışının egemen olduğu Mekke toplumsal yapısı içinde bir değer ifade etmeyen, üstelik kimsesiz, fakir ve kölelerin çoğunlukta olduğu Müslümanlar, söylemiş oldukları tek bir sözle, statükonun temellerini sarsmış ve her türlü biyolojik ve psikolojik zulme maruz kalmışlardı. Neydi o söz? ‘Allah’tan başka ilah yoktur.’ Bu sözü söylemekte bir beis yoktu. Ama o sözün gerektirdiği insani ilişkiler söz konusu olduğunda sorunlar başlıyordu.

Bu tevhidi bakışın oluşturduğu söylem, Mekke’de en önemli gündemi oluşturmuştu. Bunların seslerini/sözlerini kesmek gerekiyordu. Onun için üç yıl sürecek olan bir boykot dönemini başlattılar. Bu boykotun maddeleri arasında, onlarla hiçbir şekilde sözlü temasta bulunulmaması da yer almaktaydı. Böylece Müslümanlar topluca, eşi benzeri görülmemiş bir şekilde ablukaya alınarak izole edildiler. Bu boykotla Müslümanların sözlerini engelleme, geçersiz kılma amaçlanmıştı. Ama söz, uçan bir kelebek gibiydi. Çırptığı kanatları sessizdi fakat etkisi büyüktü.

Sözlerini söyleme imkânları elinden alınan Müslümanlar mecburen Medine’ye hicret ettiler. Bu hicretle birlikte sözün önündeki engeller de kalkmıştı. Fakat başka bir durum söz konusuydu. O da söylediği söze inanmayan, verdiği sözü tutmayan, sözüne ihanet eden, sözünü araçsallaştırıp öldüren kimselerin türemiş olmasıydı. Bunlara münafık denmekteydi. Sözün katilleri diyebileceğimiz bu kimseler, Müslümanlar için büyük bir tehlike demekti.

İnsanlık tarihinden sözü çıkardığınız zaman, geride insan da kalmaz, tarih de kalmaz. Neden insanlık tarihi diyoruz? Çünkü bütün bireysel ve toplumsal yaşantılardan önce söz vardı. Sözsüz bir edim ancak güdü olabilirdi. Sözün söz olmasını sağlayan taşıdığı anlamdı. İnsanı insan yapan ise söylediği sözün anlamını bilerek söylemesiydi. İnsanın anlamdan uzaklaşması, insanın kendisinden uzaklaşması demekti. İnsanın kendisinden uzaklaşmasını, insanın kendisinin dışına çıkmasıyla karıştırmamak gerek. İnsan kendisinin dışına çıktığı zaman kendisini görür. Eksiğini ve fazlalığını fark eder. Böylece kendisini eleştirme imkânına kavuşmuş olur. Ama insan kendisinden uzaklaşınca, bir başka türe meyletmiş olur. İnsanlıktan çıkar ve yabancılaşır. İnsanın yabancılaşması önce sözün özüne kastederek başlar. Sözün özü olan anlamını ya görmez ya da değiştirir. Böylece söz sadece ölü bir bedene dönüşür. İnsan da böylece anlamdan uzaklaştığı için insanlıktan uzaklaşmış olur.

Birçok zamanın iç içe geçtiği bir zamanda olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu zaman değişik ad ve sıfatlarla ifade edilmektedir. Örneğin modern zamanlar veya postmodern zamanlar deniyor. Post-truth/hakikat sonrası zamanlar deniyor. Zamanın nabzını tutanlar zamanı istedikleri gibi adlandırıyor. Biyopolitik disiplin toplumundan psikopolitik özgürlük toplumuna evrildiğini söyleyenler de var. Şu an cari söylemler arasında geçerli ve kayda değer bir hakikat söylemi yoktur. Müslümanların bulundukları konum, kendi kendisine zarar veren psikopatolojik bir görünüm arz ediyor. Müslüman etiketiyle arzı endam eden şizofrenik ötesi çok kişilikli klinik vakalar, hayatın normaline dönüşmüş durumdadır.

Böylesi bir dehşet haline nasıl ulaşıldığını samimi ve kaygılı her Müslümanın düşünmesi gerekir. Hayır, gerekirin de ötesinde en önemli ve öncelikli bir sorumluluktur bu. Âcizane kanaatim odur ki, bu dehşet durumun sebebini sözün ölümü oluşturmaktadır. Bizler sözün temsil ettiği anlamdan mahrum hayatları temsil ediyoruz. Seküler dünyalarımız, seküler hayatlarımız ve seküler hedeflerimiz var. Bunların üzerine çektiğimiz İslam etiketli brandalarla, öte ile ilgili kaygılarımızı giderdiğimizi düşünüyoruz. Yanlış ve yanıltıcı zanlarla sözü öldürüyoruz. Günümüzün en çok söz öldüren toplulukları arasında bir sıralama yapılsa birinciliği alacağımızdan şüphem yoktur.

Sözü öldürdükçe kendimizle çelişiyoruz. Samimi olsak ne olur sanki! Fabrikadan çıkmışçasına birbirinin aynısı olan kimselerden oluşmuş gettolarımız var. Bu gettoların sağladığı konforu terk edemiyoruz. Allah herkesi farklı farklı yaratmışken, biz herkesi bir potada eritmeye çalışıyoruz. Farklı öznelliklerle daha güçlü bir topluluk olacağımıza, farklı öznellikleri düşmanlık olarak telakki ediyoruz. Bu gidişin nereye olduğunu hiç düşünmüyoruz.

Yeniden söze sahip çıkmalıyız. Sözü hem lafzıyla hem de anlamıyla sahiplenmeliyiz. Allah vardır ve ne dediğimizi bilmektedir. Katili olduğumuz sözlerin hesabını soracaktır. Hesabımızın kolay olması için, bugünden tezi yok, sözün tamamını okumak, dinlemek, anlamak ve en güzeliyle yaşamak için yeni bir başlangıç yapmamız şart olmuştur.

CEVDET IŞIK / SÖZÜN ÖLÜMÜ

İnsanın yapısına baktığımız zaman, yani yapısal özellikleri dikkate alındığı zaman, ne kadar çok muhteşem bir yapıya sahip olduğunu görürüz. Her varlığın kendine özgü bir yapısı vardır kuşkusuz. Bütün varlıklar ve sahip oldukları yapılar, muhteşem olma vasfını hak etmektedirler. Fakat insanı bütün varlıklar içinde, en muhteşem yapan özelliği akıl ve irade sahibi olmasıdır. Yoksa fiziksel yapısı itibariyle, söz konusu vasfa baktığımız zaman, insan, ilginç ve muhteşem olmakla birlikte, diğer varlıkların önüne geçmeyi hak etmeyecektir.

Demek ki insanın insan olarak vasıflandırılmasının, bir ihtişama sahip olmasının en önemli sebebini, sadece anatomik yapı oluşturmuyor. Asıl dikkate değer olan tarafı, bir akıl ve irade sahibi olmasıdır. İnsanı bir bütün olarak ele almak gerekir. İnsanın anatomik yapısını ayrı, akıl ve iradesini ayrı, sosyolojik ve psikolojik yapısını ayrı ayrı ele aldığımız zaman, yani insanı parçaladığımız zaman ve böylece söz konusu parçalar üzerinde insanı tanımaya çalıştığımız zaman, o zaman insanı insan olmaktan çıkarmış oluruz. İnsanın sahip olduğu yapısal özelliklerin bilinmesi önemlidir. Ama asıl önemli olan insanın yapısal özelliklerinin birbirleriyle ilişkilendirilmesi ve bir yerde olan herhangi bir sorunun diğer yapılarla olan ilişkisidir. İnsan, bütüncül olarak ele alınmadığı zaman, sahip olduğu değer de bihakkın takdir edilemez.

İnsanın insan olması bir bakıma sahip olduğu ilişkilerle alakalı bir durumdur. İnsan tek başına, hiçbir şeyle alakası olmayan bir varlık değildir. İşte görüyor ve yaşıyoruz; her insanın bir anne-babası ve doğduğu bir çevresi vardır. İnsan, şu kadar bin senelik, şu kadar milyon senelik bir varlık âleminde yaşamaktadır. Sürekli bir yaratma işleminin sürüp devam ettiği bir ontolojide, bir yaratıcıdan söz etmek ve böylece olup bitenleri bir yaratıcı ile ilişkilendirmek gerekmez mi? Yaratıcıdan söz etmemek ve yaratıcıyı dikkate almamak, insan için en büyük parçalanma ve en büyük kopuş anlamına gelmektedir. (Burada sekülerizmi dikkate almayı unutmamak gerek.) Bu, sorunları oluşturan en önemli halkadır. Bu halkanın doğru teşhis edilmesi çok önemlidir. Aksi takdirde, oluşan sorunların çözümü adına yeni sorunların oluştuğu bir sarmalda, anlamsız ilişkilerle geçen bir yaşam ve yaşantılarla hayat sürdürülmüş olur.

Hayata gözlerin açıldığı ortam ve çevre ile ilişkiler, görsel ve somut özelliklere sahip ilişkilerdir. Onun için sergilenen davranış ve yaşantılarda, akıl ve iradenin işi kolay olmaktadır. Fakat burada unutulmaması gereken en önemli husus, sergilenen davranış ve yaşantıların hangi bilinçle yapıldığıdır. İşte insan için tercihlerin rengini oluşturan en önemli noktayı, hangi bilinçle yapıldığı hususu oluşturmaktadır.

İnsan hangi bilince sahip ise o bilincin oluşturduğu tasavvurlarla yaşar. Bilinç ve tasavvur sahibi olmak demek şahsiyet sahibi olmak demektir. İnsan, bilinç ve tasavvur ile şahsiyet sahibi oluyorsa, bilinç ve tasavvur sahibi olmayanlar için şahsiyet diye bir özellik söz konusu olmamaktadır.

Bugün, postmodern tahakkümün hüküm sürdüğü bir zamanı yaşamaktayız. Bu şu anlama gelmektedir. İnsanın sahip olduğu sabiteler ve bu sabiteler doğrultusunda yaşayacağı bir hayat olamaz. Mutlak diye bir şey yoktur. Her şey görecedir. Yani bu gün böyle yarın şöyle olman hiç sorun değildir. Sen kendi kendinin ilahısın. Yani daha açık bir tabirle, arzu ve isteklerin hangi yönde ise öyle takıl ve öyle yaşa. İnsan bu anlayışa sahip olduktan sonra, artık herhangi bir değerin kıymeti harbiyesi kalmayacağı için, hakka, adalete, liyakate ve eşit muameleye gerek duymayacağını bilmek gerekir. Bütün modern ve postmodern zamanlar bu anlayışın oluşturduğu ilişkilerden meydana gelmiştir.

Modern zamanlarla birlikte Müslümanların iyi-kötü var olan ümmet yapısı parçalandı. Müslümanların kültürel yapısı, cetvelle çizime müsait coğrafyaların oluşturulmasını beraberinde getirdi. Elde edilmek istenen iktidarlar için, bütün alçaklıkların kapısı açıldı. Allah ile olan ilişkilerimiz, sadece belli zaman ve mekânlara indirgendi. Zihinsel manipülasyonlara uygun uyuşturucular imal edilerek, herkes için birer rüya âlemi ihdas edildi. Böylece gözleri kör, kulakları sağır ve anlayış bakımından iflas etmiş acayip ve acuze topluluklar oluşturuldu. İslam dünyasının yüzyıllardır sahip olduğu bu ve buna benzer nice sorunlar görmezden gelinerek nadasa bırakıldı.

Dokundukça, kazıldıkça, sürüldükçe dallanıp budaklanan sorunlara sahip olduk. Şimdi gerçekten inanmış insanlara ihtiyaç vardır. Bu nasıl olacak? Bu, inandığının ne anlama geldiğini bilecek ve ona göre ilişkiler geliştirecek, yaşantılar oluşturacak kimselerle olacak. Sahte olandan uzaklaşmak ve bu şekilde hak ve hakikate ulaşmak mümkün olabilir. Unutulmamalıdır ki, sorunları erteledikçe, görmezden geldikçe, sorunları nadasa bırakmış oluruz. Zamanında görülmeyen ve çözülmeyen küçük sorunlar, daha sonra büyüyerek ortaya çıkacaktır. Bu, bütün zamanlar için genel geçer bir kuraldır.

CEVDET IŞIK / SORUNLARI NADASA BIRAKMAK

“İnsan değer atfeden bir varlıktır. İnsanın kendisi değerlidir. Birincil değer insandır. Sonra o birincil değerin iradesiyle ürettiği ikincil değerler vardır. Bu değerler bizi hayat ırmağına katan aktif değerlerdir. Şahit olayları izler, edilgendir. Ancak şehit hayatın aktif öznesidir, hayat ırmağına katılandır. “

İçererek aşmak anahtar bir kavramdır. Mesela İslam, Yahudiliği de Hıristiyanlığı da içeriyor. Peygamberlerini içeriyor, kitaplarını, tarihini kabul ediyor ama iddiası nedir? Aşmak. Aşmıyorsan tekrar taklit edip durursun. Bütün kavramlarda görürüz içererek aşmayı. Adaletini içerir Yahudiliğin (göze göz dişe diş) ama orada kalmaz merhamete çevirmeye çalışır ve onu aşar. Eğer aşamayacaksanız, öyle bir iddianız yoksa orada yetkinlik (kemal ve tamam) olmaz ve anakronizm dediğimiz patinaj başlar.”

“Bir toplumdaki etnik, dini, mezhepsel, meşrepsel farklılıklar o toplumun zenginliğidir, derdim önceleri fakat tecrübeyle böyle olmadığını öğrendim ve şuraya geldim. Bir toplumdaki etnik, dinsel, mezhepsel farklılıklar eğer birbiriyle iletişimde ve etkileşimdeyse zenginliktir, yoksa felaket. Toplumdaki farklılıklar ya yan yana dururlar, ya içi içe geçerler. Yan yana durdukları sürece hep risk vardır. Mesela Türklerle Kürtler arasında bir iç içelik söz konusuyken Türkiye’de Alevi ve Sünni kesimler arasındaki bu yan yanalık hala devam ediyor… Birlikte inşa ettiğimiz değerlidir. Yoksa diğer tarafın yaptığını nasıl yıkarım’ın derdine düşersiniz.”

“İnsan değer atfeden bir varlıktır. Dışarıda gördüğümüz bir çam ağacı algımıza konu olduğunda sadece sarı veya yeşil değildir, aynı zamanda güzel ve muhteşemdir. Güzellik ve muhteşemlik bizim ona yüklediğimiz değerlerdir. “

“Değer dediğimiz şey insanı düştüğü yerden ayağa kaldırandır.”

“İnsan bizatihi bir değerdir. İnsana karşı işleyen tüm mekanizmalar bloke edilmedir.”

“Sahabelerin çok büyük kısmı değişmişti. Çok az bir kısmı dönüşmüştü. O yüzden Resulallah’tan sonra çok büyük trajediler yaşanabildi.”

“Farabi’den beri sorulan soru şu; “Neden toplu halde yaşarız” el cevap: “Yetkinleşmek için”. İnsan ancak toplu halde yaşarken bütün potansiyelini açığa çıkarabilir. İnsanlar potansiyellerini açığa çıkaramadan ölüp gidebiliyor. Bırakınız çocuğun potansiyelini açığa çıkarmayı kötürümleştirebiliyoruz.

“Nietczhe ve Muhammed İkbal köleleştirici değerlerden bahseder. Mesela itaat kavramı. İtaat nasıl bir değerdir? Kur’an eşdeğer olan özel kişilere itaati reddeder. Çünkü böyle bir itaat insanı bağımlı, bağlı, inisiyatif alamayan, amorf, anonim, kişiliksiz, öne çıkamayan bir adama dönüştürür. Ve Allah böyle bir kula sahip olmak istemez. Nasıl ki bir anne baba, sınıfın en arkasında oturup gizlenen, derse katılmayan, sınıfta yok gibi davranan, görev almak istemeyen bir çocuğa sahip olmak istemezse Allah da böyle bir kul istemiyor. Onun için itaat etmek, sonunda hiçbir şeyi değiştirme girişiminde bulunmayan bağımlı kişilikler yaratıyor. O halde, Nietzche’nin dediği gibi “İnsanı yaşama yabancılaştıran değerler bu dünyadan kovulmalıdır.”

“Kurumsallaşmış ve köhnemiş  yapılar, aynı sobadaki kurumun dumanın dışarıya gitmesini engelleyip içerdeki insanı boğması gibi mensuplarını boğuyor. Nefes alabiliyorsanız bu kendi becerinize kalmış…”

Prof.Dr. Şaban Ali Düzgün

İNSANIN ONURU

İnsan bir şey olmak istediği zaman, olmak istediği o şeyin en iyisi ne ise, onu olmak ister. Bu durum, özellikle iş ve meslek alanında daha çok böyledir. İnsanın doğası gereğidir insanın yapmak istediği işin en iyisini yapmak istemesi. Bunun herhangi bir istisnasının olacağını da sanmıyorum. Lakin şu kayıt ve koşulu da hatırlamak gerekiyor: İnsanın yapacağı işin bütün sorumluluğu kendisinde olmalıdır. Başka bir tabirle, işin sahibi bizatihi kendisi olmalıdır. Yeter mi peki bu? Hayır, yetmez. Aynı zamanda ehliyet ve liyakat sahibi de olmalıdır. Ehliyet ve liyakat, yapılan işin onurudur. Herhangi bir kimse yaptığı işin onurundan yoksun ise, o işin hakkını vererek yapması da mümkün olmayacaktır. Onun için ehliyet ve liyakat yoksunluğunun, skandal olacak düzeyde tatsızlıklara yol açmasını beklemek yanlış olmaz.  

İnsanlar alış-veriş yapmak istedikleri zaman da en iyi alış-verişi yapmak ister. Yapılan her tercihin altyapısında bilgi ve bilinç olmalıdır. Yani insan ne yapıyorsa, yaptığının ne olduğunu bilmelidir. Bilgi ve bilinçten yoksun olarak yapılacak tercihlerden, herhangi bir hayrın çıkmasını beklemenin safdillik olacağından şüphe duyulmamalıdır. Yapılan her alış-veriş aynı zamanda yapılmış bir tercihtir. İsabetli tercihler için, kırmızıçizgi niteliğinde ilkelere sahip olmak gerekir. Bunun için de araç ve amaç ayrımının doğru yapılması icap eder. Misal olarak amaca varmak için her araç mubah görülmemelidir. Amaç-araç dengesinin meşruiyet ve ahlakiliği, yapılacak alış-verişin onurunu oluşturur. İnsanın meşruiyet ve ahlakilikten uzak yapacağı her alış-verişin insan onuruna bir saldırı anlamına geleceğini söyleyebiliriz. 

Hayat sadece iş ve alış-verişten ibaret değildir. Hayatın bireysel ve toplumsal bütünlüğünde, sayılamayacak kadar çok ayrıntı vardır. Hayatın özel alanından kamu alanına kadar, birçok kompartıman söz konusudur. İnsanın kendisi ve diğer insanlarla olduğu gibi, doğa ve diğer canlılarla da ilişkisi vardır. İnsanın bir varlık olarak, varlık içinde var olma duruş ve tarzı, insan onuruyla ilgili bir durumdur. En kısa izahla insanın onuru, insanın insan kalmasıyla doğru orantılıdır. Eğer insan bu konuda doğru bir başlangıç yapabilirse, sonrasında daha rahat yol alabilecektir. 

Sözünü ettiğim başlangıçla ilgili doğru kararın, insanın kendisiyle ilgili vereceği karar olduğunu düşünüyorum. İnsan kendisiyle ilgili bir karar verirken, ne olduğundan çok, ne olmadığını araştırması daha kolay olacaktır. Doğru bir istikametin imkânları için de bu yöntem daha iyidir. Bu şekilde insan basit bir akıl yürütmeyle, rahatlıkla haddini fark edebilir. İşte birkaç örnek: İnsan Tanrı değildir. Gücü sınırlı olduğu için her şeye gücü yetmez. Acizdir. Gaybı bilmez. Cahildir. Herhangi bir mülk sahibi değildir. Yaratılmıştır… Bu örnekleri uzattıkça uzatabilirsiniz. Eğer insan, sınırlı olduğunu bilir ve kabul ederse –çünkü bazen bilir ama kabul etmez- o zaman haddini de bilerek kabul edecektir. Onun için diyoruz ki, insan onuru insanın haddini bilmesiyle çok yakın bir ilişki içindedir. 

İnsanın haddini bilmesinin yolu değersel yargılardan geçmektedir. Allah, bu konu ile ilgili olarak muhtemel bütün kafa karışıklıklarını indirdiği vahiyle gidermiş; insanı, sırtındaki ağır yükten kurtarmış. Vahiyle birlikte insan, Allah’ı doğru bir şekilde tanımış, görünenin ötesiyle ilgili soruları ise yanıtlanmış. Tabir caizse vahiy, bir rehberlik programı olarak insanın yolunu aydınlatmış. Niteliksel bir olgu olarak ahlakilik, hayatın ana ekseni haline gelmiş. Bütün bu ve buna benzer değerlerle insan, kozmik barışın bilinçli-gönüllü bir elçisi olmuş.  

Geldiğimiz noktada insanın onuru derken, insanın düşünsel ve eylemsel olarak insan kalması akla gelmelidir. Bunun için ise değerlere ihtiyaç vardır. Her insan kabul ettiği değerlerle onurlanır: İnsan onuru eşittir; insanın kabul ettiği değerler. Bir değeri kabul etmek demek, o değerle hayatı tanzim etmek demektir. Yani değerler insan için yol azığı gibidirler. Ahlakiliğin esasını söz ve eylem uyumu oluşturur. Söz ve eylem uyumunun olmadığı bütün durumlar, insan onuruna sıkılmış birer kurşun gibidir. Vesselam

CEVDET IŞIK

Karakoç, toplumu analiz ederken âdeta bir insanın şahsiyetini irdeler gibidir. Bu yaklaşım, onun toplumu birçok şahsiyetten oluşmuş bir şahsiyet, bir üst kişilik olarak kabul etmesinin so­nucu olarak değerlendirilebilir.

Karakoç, insanın varoluş sebebini “kendisinden kendisini çı­karmak” olarak gördüğü gibi, toplum, halk ve hattâ insanlık için de aynı kuralı gündeme getirerek, toplumun ancak kendi malzemesinden kendini oluşturduğu takdirde var olabilece­ğini öne sürer. Karakoç, heykeltıraş, ressam, mimar ve şairle­rinden oluşan kahramanlarını yetiştirmeyen toplundan, tarih açısından “ölü” ya da “ölmüş” kabul etmektedir. Çünkü top­lum, ancak kendisine tarihî uygarlık açılımı verecek öncüler çıkarabilirse bir insan yığını olmaktan kurtulabilir.

Karakoç, “kendisi olması” ve tarih şartında önüne tehlikeler çıktığında “kendisinden kaçmamasını toplum için en hayati ilke olarak kabul eder. Çünkü bir toplum için bağımsızlık ve özgürlüğün anlamı, kendinden kaçmayışta, kendini kendinde biriktirmede ve yoğunlaştırmada saklıdır. Sağlam bir toplumun gözünde, kendine ait değerlerin açılımı için gerekli özgürlüklerin bir uyum içindeki toplamı, bağımsızlık demektir.

Karakoç zaman zaman toplumların var olma savaşı vermek durumunda kalabileceklerini, tüm zorluklara rağmen böyle  durumlarda toplumu toplum yapan mucize mayasından, ruh darda henüz zerreler halinde de olsa bir iz kalmışsa, tamamen umudun yitirilemeyeceğini belirtir. Çünkü ona göre, toplumun yüreğine giren kurt, ilk iş olarak o zerreleri tüketmek isteyecektir. O zerreleri korumak, beslemek, büyütmek ve toplum ruhunu o mucize özüyle diriltmek; toplumun kendine güvenini tazelemek, bu var olma mücadelesinin ön şartıdır.

Karakoç, kendinden kaçan toplumun, kendini yabancı ve düş­man bir ortama atarak, böylece gücünü ve hareket yeteneğini sınırlandırmakta olduğunu belirtir. Dolayısıyla ona göre top­lumun kendinden kaçışı, son varoluş imkânlarını, son direniş çabalarını boşluğa savurmaktan başka bir şey sağlamaz.

Toplumun varoluş mücadelesi Karakoç’a göre öncelikle yü­rekte, ruhta kazanılır. Savaşın maddî yüzü bir sonuçtur. Mad­dî savaşı, ruhî savaştan öne almak, her şeyi yitirmeye sebep olabilir. Toplum önce soğukkanlılığını korumalı, yıkıcı çatış­malardan uzak durmalıdır. Bir ağaç gibi sessiz ve yavaş büyümelidir. Vakti gelince bu büyümeye engel olan şey granitten de olsa, kendi kendine parçalanmaya irilmelidir. Özgürlük ve bağımsızlığın kendini koruma yöntemi budur. Toplum, ken­dini en keskin özeleştiri ile yeniden yoğurmalı ve özgürlük ideasına kendi ruhundan can vermelidir. Bundan kaçan veya bunu başaramayan insan ve toplum, “karanlığa ve hiçliğe gömülme karayazısını” kendi eliyle yazıyor olacaktır.

Karakoç toplumu, bir çocuğun vücuda gelmesini sağlayan “ana” ve “baba” ile sembolize eder. Toplumdaki “ana” bir yanıyla tabiat, diğer yanıyla gelenek; yani tabiatla geleneğin kaynaşmasından doğan olağan akış demektir. Toplum aynı şekilde “baba” olarak, geçmişle yüklü, şimdiki zamanla dolu, geleceğin çehresini çizmeye adaydır. Toplumdaki baba, tabiat ve geleneğin üstünde yükselen deneylerle donanmış bir zekâ ve kudrettir. Baba, din duygusu, tarih zekâsı ve devlet hikme­tidir. Toplumdaki “ana” toprak, “baba” çiftçidir. Araç ve to­hum, yani ülkü ve metot, toprakla çiftçi, toplumdaki anayla baba arasında bir bağ kuracaktır. Bu karşılaşma ve karışma­dan “hakiki çocuk” doğacaktır.

Karakoç, insan hayatı ile toplum hayatını birbirine benzetir, insan, ömrü boyunca birçok devre geçirdiği gibi, toplum da pek çok merhaleler yaşar. Kimi zaman ilerler, kimi zaman ge­riler, onun da bunalım ve atılım dönemleri vardır.

Karakoç, aslında toplum hayatının sürekli ve kesiksiz bir akış olması gerektiğini savunur. Bu akıştaki kırılma, kopma veya kesilme olduğu takdirde toplum kendini boşlukta hisseder, hafızasını yitirmiş bir insan gibi kıvranır. Toplum hayatında kesik kesik yaşama yoktur. Toplumun soluğu derin ve uzun olmalıdır. Yaşanan an, toplum hayatında tarih açısından yo­rumlandıkça, yorumlanabildikçe, o toplumun kültür ve me­deniyetinin sürekliliğine katkıda bulunabilir. Yaşadığımız za­manı, geçmişten aldığı ve geleceğe vereceğiyle birlikte düşü­nemiyorsak, o “zaman” yitmiş, kaybolmuş hatta hiç olmamış; doğmamış ve yaşanmamış bir zaman olur. Toplum kendini oluşturan özle ilgisini kestiği an bütün iyi niyetine rağmen kaybolmaya, yok olmaya mahkum olur.

Toplumların da tıpkı insanlar gibi, yorgunluk, hevessizlik, cesaretsizlik dönemleri yaşadıklarını belirten Karakoç, insan­ların olduğu gibi toplumların da dinlenme ihtiyaçlarını bir zaruret olarak görür. Ancak günü geldiğinde, sıçrama ve atılım yapma anını kaçırmamaları gerekir. Dinlenişini ve atılımını zamanlamayan toplumlar için gelecek karanlıktır.

Karakoç, toplumların dinlenme dönemini tasavvuf ehlinin çile doldurma dönemlerine benzetir. Gerek insan gerek toplum hayatında büyük hamlelerden önce bir çile dönemi geçirmeyi zaruri görür. Çile dönemi kimi zaman şuur ve iradeyle seçilir, kimi zaman da toplum bunun farkında dahi olmaz.

Asıl olan, çile dönemini sabırla doldurmaktır. Toplumların çilesini büyük milletler çeker. Çünkü onlar, yalnız kendilerini değil, küçük toplumların da ağırlığını yüklenmiştir ve çileyi yalnız kendileri için değil, öbür toplumlar için de çekecektir. Nitekim peygamberlerin hayatlarında görülen bu türden çile dönemleri bütün insanlığa örnek olmuştur. Çile, kabiliyetin olgunlaşması için gerekli bir ıstırap dönemidir. Çile, insanın ham yanlarını hedef alır; ruhun sertleşen, donan yanını yu­muşatır ve düşünce gelişimine bir ilham hızı katar.

Çile dönemi, bir bakıma toplumda, gerçek anlamda varolu­şunu anlamlı kılacak bir atılım için gerekli ilhamı doğuracak­tır. Bu ilham, toplumların âdeta hayattan umudunu kestikleri anda çıkıp gelir. Karakoç, her medeniyetin farklı ilham ara­yışı içinde olduklarına dikkat çekmektedir. Yunan ve Roma medeniyetlerinin ilhamı tabiata ilişkindir. Mezopotamya medeniyetleri gökyüzünü bir ilham haritası olarak almışlar­dır. Mısır ise topraktan, yeraltından ilham almıştır. Hint ve Çin medeniyetleri, bir nevi, Yunan ve Mısır medeniyetlerinin doğu simetrikleridir. Fakat önemli olan şudur ki, Batı’da zihin ve hayal üzerinde olan işlem, Doğu’da insan duyuşları ve dav­ranışları üzerinde olup bitmiştir.

Karakoç, toplumu bunalımdan kurtaracak olan şeyi, ilham­dan çok daha üstün uyarıcı bir faktör olan vahiy olarak kabul eder. Vahiy, toplumu derinden yenileyen, dirilten, ayağa kal­dıran ve yükselten bir nitelik taşır. Esasen ilhamlar da vahyin tarih içinde tekrarlanarak insan ruhunda doğurduğu bekleyiş duyarlığından doğmaktadır.

Karakoç, biyolojik kalıtım kadar kesin olmamakla birlikte bir sosyal kalıtımın da söz konusu olduğunun kabul edilmesi gerektiğini belirtir. Bugün ya da geçmişte toplumda görülen bazı rahatsızlıkların kökü gerilerde yatmaktadır. Toplumda kalıtım halinde bazı rahatsızlıklar, belki ad ve biçim değiştirerek kuşaktan kuşağa geçer. Köklü çarelerle giderilmedikçe bazı yıkımlar maskelenerek sürüp gider. Ancak düşünce planında bir atılım yaşanırsa hastalıklardan kurtulmak mümkün olabilir. Toplumun analiz ve sentez dehası harekete geçirilirse şifa bulunabilir.

Bir toplumun reflekslerinin, ancak tarihî kritik anlarda ortaya çıktığını belirten Karakoç, savaş, ihtilal, büyük ekonomik »krizler gibi durumlarda dayanıklılığını kaybetmeyen milletleri, büyük milletler olarak nitelendirir. Normal dönemlerdeki görünüş aldatıcıdır. Normal vakitlerde çok zayıf görünen bir Kalkın bir savaş gelip çattığında, yıllarca karşı koyduğunu, dinamik ve enerjik bir kuvvet tablosu sunduğunu görmek mümkündür. Tam tersi de görülebilir. Çünkü halkların, kuvvetleri Karini iki erinde, gösterişleriyse yüzeylerindedir. Binlerce yıl içinde biriktirdiği kuvvetler taşarak yüzeye çıkar ve kurtarma ödevlerini görürler. Kültürleri yüksek, din duyguları derin ve yüce, tarihleri yoğun milletlerin derinliklerinde daha çok bu “millet özü” birikir.

Karakoç’a göre bir toplumun hayatında birçok etkin unsur vardır. Bir toplum askerî, İdarî, toplum düzeni, rejim ve eko­nomik açılardan olduğu gibi; sanat, kültür, inanç, ahlâk, ruh kısaca tüm alanlarda güçlü, yeni ve sağlam olmak için bütün­cül bir idealin sahibi olmak zorundadır. Bu ideali gerçekleş­tirmek için makro ve en ince noktalara kadar detaylandırılmış mikro planlar yapmalıdır. Bir toplumun fikrî hayatı ne ka­dar zengin, araştırma kafası ne kadar gelişmiş, klişelere sap­madan sorunları inceden inceye deşme geleneği ne kadar güç­lü olursa, o toplum o kadar sağlam, o kadar geleceğini güven altına almış olur. Yani toplumun eleştirel yanının güçlü ol­ması hayatî bir önem taşır.

Karakoç’a göre toplum, onu meydana getiren kişilerin toplamından ibaret olmayıp onun üstünde, yeni bir kişilik, yeni bir güç, yeni bir varlıktır. İnanmış kişilerin ruhlarının birleş­mesinden yeni bir manevî kişilik doğar. Bir manevî kişilik ki, kişilerin ruhlarına hükmeder onlar adına tasarruf eder. Onları alıp Tanrı huzuruna yükseltir.

Karakoç, ilkel bir toplumla, “düşmüş” bir medeniyetin üye­si olan bir toplumun kendine gelme süreçlerinin farklılığı üzerinde durmaktadır. Ona göre ilkel insanın, dolayısıyla toplumun hayat karşısındaki duruşu “doğal davranış” dü­zeyindedir. İçindeki yetileri geliştirerek yeni bir davranışlar bütünü oluşturması, ilerlemesinin ana amacı olacaktır. Âdeta, ekilen tohumu yeşertmek, dikilen ağaca bakmak gibi, dıştan içe, maddeden ruha, tabiattan tarihe doğru giderek, gelişme planım gerçekleştirecektir. İlkin medeniyet alanında çok ile­ri planda ve seviyede iken, düşüşe uğrayan ve tabii toplulu­ğa dönüşen toplumlar ise, ilkellikleri yüzünden henüz tabii topluluk durumunda olan toplumların sahip oldukları “sağ­lıklı ilkellik” denebilecek bir potansiyel kuvvetten de mah­rum olurlar. Çünkü yükselme, “düşüş”ü yeniden yükselmeye çevirmeye göre, daha kolay bir yol izler. İlkel bir toplumun gittikçe gelişmesi, yüksek bir medeniyete ermişken özelliğini kaybeden toplumların yeniden kendilerini bulmalarında karı­şılacaklar! problemlerin kompleksliğinden uzaktır.

İlkel insanın kendisi hakkında basit fakat olumlu ve iyimser bir görüşü vardır. Fakat düşen toplumun insanının, kendisi hakkındaki kanaati olumsuz, umut kırıcı ve melankoliktir. İlkel insan çocuk gibidir. Düşmüş insanı ise depresyona uğramış insan simgeler. Onun önce bu halden kurtulmak, son­ra da yeniden gelişme yoluna girmek gibi iki önemli aşamayı başarması gerekir. Düşmüş toplumun ruhu, saplantılar, peşin hükümler, vehimler, korkular, düş kırıklıklarıyla kuşatılmış­tır. Yeniden yükselmesi için bu olumsuzluklardan kurtulması gerekir. Tarih» yüksek toplumlar için bir nimet, bir tecrübeler deposu» bir imkânlar hâzinesi iken, “düşüş”e uğramış top­lamlarda sanki bir yük, bir ağırlık olarak hissedilir. Bu panik halinden kurtulması için korkmadan tarih otokritiğine, ruh otokritiğine dönmelidir. Otokritik eski acıları anarak bir de şarj olma biçiminde olmamalı, esas değil, araç olmalıdır. Geç­mişle öğünmek değil, geçmişi derinliğine öğrenmek gereklidir. Böylelikle düşüşten doğan olumsuz durum, zamanla öz değiştirerek olumlu bir metamorfoza dönüşür. Bu, ilkel top­lumun gelişiminden daha zor olmakla birlikte öz doğrultusu­nu bulunca, kayıplar hızla telafi edilir ve büyük oluşum dö­nemi açılır. Toplum tarihinin otokritik edilmesi, toplumun onu diğer toplamlarından ayıran manevî dünyasına dikkatini çekme, yaşayan değerlerini tanıtma, eski ve yeni eserlerini ölü kozlardan temizleyip güncelleştirme kendine özgü güzellikleri çağdaşlaştırma topluma onurunu yeniden kazandıracaktır.

Görüyoruz ki Karakoç değerlerini vahiy kavramından alan bir toplumun ancak maddi ve manevi anlamda mutluluğa ulaşa­bileceğini düşünmektedir. Karakoç Batı’da eksik olan tarafın da bu yaklaşım olduğunu belirtmektedir.

Karakoç’un toplum anlayışının Fazlur Rahman’ın konuya yak­laşımı ile benzerlikler taşıdığını söylemek mümkündür. Fazlur Rahman’ın Kur’ân’dan çıkarmaya çalıştığı toplum anlayışına göre, bir toplumun yükselişi ve çöküşü bazı temel ahlâkî ve dinî itici güçlere bağlıdır. Bu itici güçler kaynaklarını Kur’ân’da tah­lil edilen insan fıtratında bulmaktadır. O halde “dinî-ahlâkî itici güçler” insan fıtratına en uygun kalkınma ve yükselme ilkeleri­dir. İnsan fıtratına uymayan ilkeler, başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkumdur. Bu durumda, dinî-ahlâkî itici güçler bir topluma ne kadar hâkim ise kalkınma ve yükseliş de o kadar hızlıdır. Kalkın­ma planlayıcıları bu hızı ekonomik rakamlarla ölçmek istemek­tedirler. Oysa bu rakamlar ancak olsa olsa bir bakıma dinî-ahlâkî itici güçlerin miktarını (religio-moral dynamism) gösterebilir; yani bu güçlerin bir göstergesidir. Ancak bu ekonomik gösterge­ler dahi bu itici güçlere tâbidir. O hâlde, kalkınmak ve yükselmek isteyen İslâm toplumları bu dinî-ahlâkî itici güçleri Kur’ân’dan çıkarıp çağımıza göre yeniden yorumlamak zorundadır. Bunu yapmak da Kur’ân’ı temel alan sosyal bilimcinin görevidir. Faz­lur Rahman buna değişim sosyolojisi adını vermektedir. Fazlur Rahman ile Karakoç’un görüşlerindeki yakınlık dikkat çekicidir.

Münire Kevser Baş’- Sezai Karakoç’un Kavram Haritası Diriliş’in Yapıtaşları,syf:121-128

Kimler İlim Öğrenemez?

Eski âlimlerimiz “her şeyin bir engeli vardır, ilmin ise birçok engeli vardır” diyerek ilim öğrenmenin sabır, gayret ve emek isteyen bir süreç olduğunu ve ilim talibini bekleyen pek çok engelin olduğunu belirtmişlerdir.

1. Merak (dert) sahibi olmayanlar ilim öğrenemezler.

Merak ilmin anahtarıdır. Kişiyi bir şeyin ardına düşürecek olan meraktır. Eğer merakınız yoksa daha fazlasını istemezsiniz, elinizdeki ile yetinirsiniz. Oysa Kur’an’da Allah Resûlü’ne (s.a.v.) şöyle dua etmesi emredilmiştir:

“De ki: Rabbim benim ilmimi artır.” (Taha, 114)

Nasıl ki acıktığınızda oturup yemeğin size gelmesini beklemiyorsanız, karnınızı doyurmak için “acaba ne yesem” diyerek düşünüp açlığınızı giderecek şeylerin peşinde koşuyorsanız işte öyle de zihniniz, aklınız acıktığında da aklınızı doyuracak bilginin peşinden gideceksiniz. Merak eden sorar, kendi zihinsel açlığını giderinceye kadar bilginin peşinden gider. Her bilgi, onda yeni bilgilere kapı açar. Hiçbir zaman “bu kadarı bana yeter” demez. Hep “daha fazla yok mu?” der.

2. Hazırcı olanlar ilim öğrenemezler.

İlim öğrenmek, arının yaptığı gibi binlerce çiçeği dolaşarak hepsinden öz elde edip bunları bal yapmaya benzer. Eğer arı farklı çiçekleri dolaşmasa o özleri elde edemez ve bal yapamaz. Kendisine şeker yedirilen arıların yaptığı balın sahte olduğunu, hiçbir besleyici özelliği bulunmadığını biliyoruz. Aynen bunun gibi de kendi meraklarının peşine düşmeyen, çaba ve gayret göstermeyip “bir kitap okuyarak”, “bir hocaya sorarak” her şeyi öğrenmek isteyenler asla ilim öğrenemezler.

Hz. Musa ile Hz. Hızır kıssasını düşünün… Hz. Musa, vahiyle bilgi alan bir peygamber olduğu halde Allah ona bir takım bilgileri doğrudan vahiy aracılığıyla vermeyip kendi katından ilim verdiği bir kuluna yönlendirdi. Hz. Musa ve yeğeni uzun ve meşakkatli bir yolculuk sonrasında Hızır’a ulaşabildiler.

3. Taklid edenler ilim öğrenemezler.

Taklid, Allah Resûlü (s.a.v.) dışında herhangi bir şahsın görüşünü “delilini bilmeksizin” kabul etmek demektir. Delilleri anlama ve araştırma imkânı olmayanların amelî meselelerde başkalarını taklid etmesi caiz görülse de bu durum söz konusu şahısların ilim sahibi olmalarına engeldir. İlim öğrenmek delili sormayı, soruşturmayı, aramayı gerektirir. Bu ise, Kur’an dışında herhangi bir kitabı kusursuz, Allah Resûlü (s.a.v.) dışında herhangi bir şahsı / âlimi / şeyhi masum ve günahsız kabul etmeye engeldir. Elbette âlimlerimize, hocalarımıza, üstadlarımıza saygı duyarız. Onlar bize ilim yolunu gösterdiği için minnettar oluruz ama son kertede hiç kimseyi masum bilmeyiz. Öğrendiklerimizi Kitap ve Sünnet’e arz ederiz.

4. Ön yargılı olanlar ilim öğrenemezler.

Herhangi bir kişi, grup, görüş lehine ya da aleyhine herhangi bir bilgi ya da belgeye dayanmaksızın ön yargıyla hareket edenler ilim öğrenemezler. İnsan, ön yargılarından arınıp “her şeyden, herkesten öğrenebileceğim şeyler bulunabilir” diye düşündüğünde alıcılarını sonuna kadar açacaktır. Unutmamalı ki yeryüzünün ilk bilgisini insan bir kargadan öğrendi. Kabil, kardeşi Habil’i öldürdüğünde onun cesedini ne yapacağını bilemedi ve Allah ona cesedi gömmesi gerektiğini bir karganın fiili ile öğretti. Demek ki insanın hayvanlardan bile öğreneceği şeyler bulunabilir.

Hiç sevmediğimiz, nefret ettiğimiz, düşman saydığımız kimselerden bile öğreneceğimiz şeyler bulunabilir. Allah Resûlü, Bedir’de esir olarak alınan ve fidye ödeyecek parası bulunmayan kimselerin bir kısmını, on müslümana okuma yazma öğretmesi karşılığında serbest bırakmıştır. Demek kâfir de olsa ondan öğrenebileceğimiz şeyler olabilir.

5. Âlime ve kitaba hürmet etmeyenler ilim öğrenemezler.

Taklid ve taassup kötüdür ama bu demek değildir ki kendisinden ilim öğrendiğimiz hocalarımıza ve ilim tahsilinde bize rehberlik eden kitaplara saygı duymayalım! Kur’an’da “kendilerine ilim verilenlerin derecelerle üstün kılındığı” [Mücadele, 11] belirtildiğine göre âlimin ve kitabın kıymeti bilinmeli. Saygıda kusur edilmemeli.

6. Çapraz okumalar yapmayanlar ilim öğrenemezler.

Bir konuyu öğrenmek istediğimizde o konuda tek bir görüşü okumak bizi doğruya götürmez. Lehte ve aleyhteki görüşleri okumak, araştırmak gerekir. Yüce Rabbimiz, müslümanların bir özelliğini anlatırken “onlar ki sözü dinleyip en güzeline tabi olurlar” [Zümer, 18] buyurmaktadır. Demek ki farklı sözleri olanları dinlemeli, sonra dinlediklerimizi zihnimizde muhâkeme etmeli, bunlar içinden en güzel bulduklarımıza uymalıyız.

7. Kibirli olanlar ilim öğrenemez.

İlim öğrenmek zahmete katlanmayı, âlime ve kitaba hürmet etmeyi gerektirdiğinden kendi benlikleri tavan yapmış olanlar, başkasından öğrenecek bir şeyi olmadığını düşünürler. Böyleleri nasipsiz kimselerdir. Eğer kibir yapacak olsa Hz. Musa “ben Allah’ın peygamberiyim, Hızır’dan öğrenecek bir şeyim yok” diyerek yapardı ama Allah’ın elçilerinde kibir olmaz.

8. Keyfine düşkün olanlar ilim öğrenemez.

İlim öğrenmek çalışıp çabalamayı, uykusuz kalmayı gerektirir. Nice geceler başkaları rahat döşeğinde uyurken bir meseleye kafa yormayı, şakakların zonklamasını gerektirir. Rahata, konfora, keyfine düşkün olanlar bu sıkıntıları göze alamayacakları için ilim öğrenemezler.

9. İlmini amele yansıtmayanlar ilim öğrenemezler.

İlim kuru kuruya malumat yığmak değildir. Aynı zamanda öğrendiklerini hayata geçirmek, nefsinden başlayarak Allah’ın sözünün, hükmünün hakim olması için çalışmaktır. Bunu yapmadıkça kuru kuruya bilgileri yığmak insanı olsa olsa “bilgisayar” yapar. Oysa gerçek ilim tâlibi “bilgisayar” olduğu kadar “bilgisever” ve “bilgiyapar” ve “bilgiyayar” da olmalıdır. Allah, bildiği ile amel edene bilmediğini de öğretir.

10. İlim konusunda Allah’a dua etmeyenler ilim öğrenemezler.

Allah Resûlü (s.a.v.) faydasız ilimden Allah’a sığınmış, faydalı ilim talebinde bulunmuş, ilminin arttırılması için dua etmiştir. Şu halde müslüman, ilim konusunda dâima Rabbi ile irtibat halinde olmalıdır.

Bu konuya ilişkin daha pek çok madde sayılabilir ama yukarıda saydıklarımız, “ilim tâlibinin kendisinden kaynaklanan engeller” arasında en önde zikredilmesi gerekenlerdir.

Rabbimiz hayırlı ilimler öğrenmeyi, öğrendiklerimizi uygulamayı ve başkalarına da öğretmeyi cümlemize nasip eylesin.

Soner Duman

Bilmeyi değerli kılan unsurun ne olduğunu anlamak için “neyi, ne kadar, ne maksatla, hangi öncelik sı­rasına göre bilmek…” gibi temel soruların cevaplanması gerekir. Kötü amaçla kullanıldığında silaha ve sömürü aracına dönüşebilen bilginin bir taraftan sorun oluştu­rurken diğer taraftan da problemin çözümü için kaçınıl­maz olması ilginçtir.

Hakikat soruşturması içinde olmayan malumat sa­hipleri dünyanın sadece zahiri yönünü bilirler, varlığın iç yüzünü, hakikatini ve işaret ettiği manayı bilmezler, okuyamazlar. Kâinatı bir kitap gibi düşünecek olursak, bunların hali, kitabın harflerinden, cildinden, süslerin­den bahseden fakat içinde neler anlatıldığı hakkında hiç bilgi sahibi olmayan adamın durumuna benzer. Sıradan bir insan bir demir parçasına baktığında sert ve gri bir cisim görürken, bir fizikçi onun içindeki atomlar, kuark- lar vs. hakkında çok şey bilir. O halde bakılan şey aynı olmakla beraber görülen ve bilinen şeyler çok farklı ola­bilmektedir.

Bilinmesi ve görülmesi gereken şey fonksiyonel ve amaca yönelik olmalıdır. Kuru ve ham bilgi kişiyi ma­lumat sahibi yapabilir, fakat müspet maksada yönelik hikmet bağlantılı bilgi insanı âlim yapar. Uzun bir yolcu­luğa çıkılmışsa harita okumayı bilmek ve gidilecek yer hakkında doğru bilgiler edinmek önem kazanır. Mesela, yürüyerek çöl gibi bir araziden geçmeniz gerekiyorsa ya­nınızda şişme bot bulundurmanın, tabii ki, hiçbir yararı olmayacaktır.

Dış dünya hakkında bilimsel yöntemlerle elde edilen bilginin insanın anlam arayışına kayda değer bir katkı­da bulunmadığının açığa çıkması bilimsel bilginin her derde deva olmadığı fikrini güçlendirmektedir. Bilimsel bilginin verilerinden faydalanmanın ötesinde farklı bir bilgilenme sürecine ihtiyaç olduğu anlaşılmaktadır. Ar­tık problem bilmekten ve bilimsel olarak açıklamaktan ziyade bilginin insan için ne anlam ifade ettiğini sorgu­lamakla ilgilidir.

Sadece maddeye indirgenmiş bir bilgi anlayışının insanın ihtiyacı olan hakikat arayışına yar­dımcı olması beklenemez. Vahiyden bağımsız bir bilgi geleneği açısından bilginin kaynağı ve değeri meselesi içinden çıkılamaz bir problem olarak kalacaktır.

Her şeyi salt fiziksel faktörlere indirgeyerek açıkla­maya çalışan zihin açısından bakılırsa olgular arasında sebep-sonuç ilişkisinden öte bir gerçeklik söz konusu de­ğildir. Bu anlayışa göre, tüm fenomenler dizisi sonu gel­meyen ve herhangi bir amaca yönelik olmayan maddesel sebepler saikiyle vuku bulur. Bilimsel bilgi kendini sözü edilen fiziksel sebepleri açıklamak ve nasıl sorusuna ce­vap verme çabasıyla sınırlamıştır. Bu sınırlama sebeple­rin nihai ve hakiki açıklamalar ortaya koyduğu yanılgısı­na yol açmaktadır. Dolayısıyla, kendini bu sınırlar içine hapseden kişi ilim adamı olarak görülemez.

İnsan, fiziksel dünyanın sıradan bir nesnesi haline ge­lince hayatın sadece bir şekilde var olmaktan başka bir anlamı da kalmayacaktır. Görüleceği üzere, salt fiziksel dünyaya indirgenmiş bilgi ile hareket edenler insan ha­yatına ve değerine yönelik dolaylı bir tehdit oluşturmak­tadırlar. Bu türden bir bilgilenme herkesin içinde bulun­duğu statü, maddi durum ve hevesine göre farklı hakikat üretmesine yol açar. Netice ise hakikatin izafileştirilerek sıfırlanması ve bilginin suistimal edilmesidir? Açıktır ki, insan ontolojik durumu itibarıyla nihai ve kesin bilginin peşindedir. Her birey doğrudan ya da dolaylı olarak yer­yüzünün ebedi yurdu olmadığının ve buralardan gide­ceğinin farkında olduğundan daima bir arayış içindedir. İnsana bu arayışında çözüm olacak “bilgi” verilmediği zaman endişe ve bunalım devamlı hale gelecektir. İşte tam bu noktada devreye girerek salt bilim adamlarından farkını gösterebilen kişi âlimdir. Bilim adamı bilginin ötesinde anlam soruşturmasına girmezse âlim statüsüne çıkamaz, teknik eleman seviyesinde kalır.

Bilindiği üzere, Aristo varlığı ve oluşu dört temel unsura bağlı olarak ele almıştır. Maddî, formel, gaye ve fail unsu­ru. Modern dönem bilginin oluşumunda sadece maddi ve formel unsuru dikkate almış ve gaye ile fail unsurları göz ardı etmiştir. Bilhassa pozitivist anlayış metafizikten kaçınmak için varlığın ve oluşun arkasındaki teleolojiyi ve fail unsuru gündeminden tamamen çıkarmıştır. Bir heykelin maddî unsurunu (mermer) ve formel unsu­runu (şekli) incelemeye tabi tutarken heykelin yapılma maksadını ve heykeltıraşı görmezden gelmek en cızından bilginin parçalanması gibi bir neticeyi ortaya çıkarmış­tır.

Çünkü heykel ile onu inşa eden arasındaki ilişkiyi ko­parmak hakiki bilginin oluşmasına mani olacak kasıtlı bir davranıştır. Tam bu noktada İslam düşüncesindeki “iman, bir in­fisahtır” tarifine yönelmek uygun olacaktır. İntisab, bilin­diği üzere bağ kurmak (münasebet) manasındadır; yani, varlık ile Allah arasında bir şekilde bağlantı kurulması­dır. İşte, gaye ve fail unsurlarının dikkate alınmaması bu intisabı bozmakta ve bilginin sadece bir yüzü gösteril­mektedir.

Bir şeyi gerçekten bilmek, o şeyle ilgili nihaî sebebi bilmek demektir. Mesela, bir cinayet olayını çözmeye ça­lışan bir dedektifin kurbanın kan kaybı sebebiyle öldü­ğünü anladığını varsayalım. Şimdi, ölüme sebep olan şey kan kaybıdır, o halde “problem çözülmüştür” denilebilir mi? Araştırmaya devam edilsin ve kan kaybına atılan kurşunun sebep olduğu tespit edilsin. Sonra kurşunun belirli bir tabancadan çıktığı anlaşılmış olsun. Ancak hâlâ problem çözülmemiştir. Soruşturma sürdürülür ve tetiği kimin çektiği bulunursa, işte o zaman katilin kim olduğu ortaya çıkmış ve mesele halledilmiş olur. Görü­leceği üzere, sorunun tamamen çözülmesi ancak nihai sebebe ulaşılması neticesinde mümkün olmaktadır. Eğer araştırma son noktaya kadar götürülmeseydi ölüme se­bep olan şeyin kan kaybı, kurşun ya da tabanca olduğu söylenerek soruşturma kapatılmış olacaktı!

îşte, canlılar, cansızlar, madde, insan vs. hakkında gerçekten bilgi sahibi olabilmek için varlık âleminin arkasında duran Hakiki Sebebe ulaşana kadar soruştur­mayı sürdürmek gerekir. Hâlbuki bilimsel bilgi soruş­turmayı kendini sınırladığı alanda sona erdirerek kesin hüküm verme iddiasındadır. Mesela, insanın toprak, su, elementler veya hücrelerden meydana geldiğini söyleyip o noktada kalmak, cinayete kurşunun neden olduğunu ileri sürüp soruşturmayı eksik bırakmak yanlış bilmeye yol açar.

Hakikati soruşturma noktasında deney, gözlem ve sebep-sonuç ilişkisi gibi faktörlerin önemi tartışılamaz. Fakat sebeplere takılıp kalan zihin daha ötelerde yatan hikmeti arama çabasına girmez. Hemen her meselede olduğu gibi hikmet de tabiatı gereği gizlidir ve kendini kolayca göstermez. Hikmetin üzerine sebepler elbisesini giydirmek bilginin anlam ve amacını örtmek manasına gelir. Hakiki âlim, bu örtüyü kaldırmakla kendini vazife­li bilen kişidir. Eğer eşyanın tabiatında ve fenomenlerin arkasında bir hikmet yoksa bilginin de yüce ve ahlakî bir tarafından söz edilemez. Mesele böyle kavrandığı zaman bilgi, hikmetten arındırılmış salt dünyevî içerikli bir ilgi alanı haline gelir ve bu bilginin sahipleri yeryüzünü di­ledikleri gibi değiştirme hakkını kendilerinde bulurlar.

İlim, İrfan ve Cehalet

Cehalet sathî görüşlülük, eşyanın ve olayların arkasında­ki ilahi iradeyi kavrayamama ve özellikle kâinattaki var­lıkların Cenab-ı Hakkı işaret eden semboller olduğunun idrak edilememesi halidir. Cehalet kelimesi Kuran’da bilgi eksikliği ve ilimden mahrum olma anlamında da kullanılmakla beraber farklı ve daha derin imalarda bu­lunacak şekilde yer almaktadır.’ her şeyden evvel belirt­mek gerekiyor ki, asıl cehalet Cenab-ı Hakkı bilmemek ve inkâr etmektir. Bu haliyle cehaletin bilgili, kültürlü, tahsilli, entelektüel olmakla alakası yoktur; ayetlerden anlaşıyor ki, Allah’a ve peygamberlerine karşı direnç gös­terenlerin ve akla gelmedik itirazlarda bulunanların asıl sorunu bilgisizlik değil, itaat etmeme noktasında inat et­meleri ve kibir göstermeleridir.

Cehalet Allah’a itaate razı olmama, günah olduğunu bildiği şeylerden kaçınmama ve hakikate karşı alaycı ve umursamaz olmaktan kaynaklanan bir tavır bozukluğu halidir. Dolayısıyla küfür, şirk ve Allah’a isyanın her türü cahillik kategorisine girerMsyan ve iman konusunda yan çizme ile ilgili tavırlar Kur’an’da gökten meleklerin in­dirilmesini, ölülerin kendileri ile konuşmasını, Hz. Mu­sa’dan diğer kavimlerin tanrıları gibi tanrılar yapmasını istemeleri, Lût kavminin kadınları bırakıp erkeklere yak­laşmaları ve peygamberlere azabın bir an evvel gelmesi için ısrar etmeleri şeklinde sıralanmıştır. Bu tür taleple­rin peygamberlerin önüne getirilmesinin bilgi eksikli­ği ile bir alakası yoktur, çünkü teklifi yapanların hepsi peygamberlerin onları taptıkları batıl ilahları terk edip Allah’a yönelmeye davet ettiğini bilmektedirler. O halde cehaletin sadece bilgi eksikliği olarak algılanmaması ve hakikate karşı kasıtlı bir direnme tavrı şeklinde görül­mesi daha uygundur.

“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Derken, kendile­rine ait putlara tapan bir kavme rastladılar. Israi- loğulları, “Ey Musa! Onların kendilerine ait ilâhları (putları) olduğu gibi sen de bize ait bir ilâh yapsana” dediler. Musa şöyle dedi: “Şüphesiz siz cahillik eden bir kavimsiniz.” (Araf; 138)

“De ki: “Ey cahiller! Siz bana Allah’tan başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz?” (Zümer; 64)

Görüleceği üzere, Kur’an’da bilme ya da cehalet kav­ramları bugün anlaşıldığı şekli ile bilimsel bilgi, entelek­tüellik veya kültürlü olma manasına gelmiyor. Kur’an en temel anlamda bilinmesi ve farkında olunması gereken şeyler olarak tevhit, risalet, ahret inancı, adalet ve ahlâk mevzularını sıralamaktadır. Bu sebeple de Kur’an’da hiçbir olay ve nesne bilgi ve vermek ve bilimsellik sade­dinde yer almaz; daima Allah’a ve var oluşa müteveccih yönü itibarıyla kullanılır. Asıl istenen şey, varlık ve olgu­lardan hareket ederek görünenin arkasındaki manaya ulaşılmasıdır.

Kur’an açısından bakıldığında, salt bilgiye takılıp ka­lanların sahip olduğu bilgiler hayatın özüne ve iç yüzü­ne değil, kabuğuna, dış yüzüne yöneliktir ve olanı tasvir etmekten ibarettir. Bu sebeple, her ne kadar bilimden ve akıldan bahsetseler de hiçbir zaman var oluşun esrarını ve anlamını yakalayamazlar:

“Onlar basit ve geçici olan hayatın sadece dış görü­nüşünü bilirler, ama ahiret hayatından tam bir gaf­let içindedirler” (Rum; 7)

Bu anlamda Allah’ın kelamı olan Kuran’ı ve tabiat kitabını okumayı bilmeyenler gerçekte okuma bilme­yenler sınıfından sayılır. Bu insanlar cehaletlerinin farkında olmadıkları ve kendilerini çok bilgili zan­nettikleri için din, toplum, ahlâk, iktisat, siyaset gibi konularda ileri-geri sürekli konuşurlar.

“Onların içinde bir de okur-yazar olmayanlar var ki, Kitabı bilmezler. Bütün bildikleri bir takım kuruntu­lardır. Onlar sadece zan içinde bulunurlar.” (Bakara; 78)

Bu tür insanlar idrak noksanlığı, manevi körlük, inat ve kendi bilgisine aşırı itimat sebebiyle sahip oldukları bilgileri doğru neticeye bağlayamaz, gerekli çıkarımları yapamazlar.

İşte kâinat hakkında fizik, kimya, biyoloji gibi bilim dalları vasıtasıyla bu kadar bilgi toplayan bazı bilim adamlarına “bütün bu olağanüstü durumlardan ve hari­ka düzenden çıkardığın neticeyi söyle” denildiğinde, alı­nacak cevabın “Allah” olması gerekirken “madde, tabiat, tesadüf!” şeklinde olması böyle bir basiretsizliktir. Bazı insanların kendisine en yakın olan şeyi (Cenab-ı Hakk’ı) bilememesi ve eldeki bu kadar veriye rağmen gereken doğru çıkarımı bir türlü yapamıyor olması ancak derin bir anlayışsızlığın neticesi olabilir. Kitabı kâtipsiz, fiili failsiz açıklamaya çalışan bir takım bilim adamları ve filozoflar basiretten ve hakiki bilgiden mahrum kalmış­lardır.

“İşte bu temsilleri biz insanlar için getiriyoruz. Onlar ibret alan ilim sahiplerinden başkasının aklı ermez.” (Ankebut; 43) |

“Faydasız ilimden sana sığınırım” (Müslim) hadisi kapsamına giren bilgileri iki şekilde düşünmek uygun olabilir. Birincisi, gerçekten faydalı muhtevaya sahip bil­gilerin o kişinin kendisine hiçbir hayrının dokunmaması durumudur. 

Cenab-ı Hakk’ı tanımayan ve reddeden bi­lim adamlarının hali, alnına lamba takılmış kör bir kişi­ye benzer. Başkaları faydalanmakla beraber, o ışığın kör adama bir yararı olmaz. Bu durumda kişinin ilmi kendisi açısından faydasız hale gelmiş olur. İkincisi ise, kişinin ürettiği malumatın insanlığa hiçbir faydasının olmaması hatta zehirleyici, ifsat edici, tahribe yönelik, hakikatten inhiraf ettirici ya da demagojik yapıya sahip olmasıdır. Hakikat soruşturmasına katkısı bulunmayan bilgi fayda­sızdır.

Âlim, Aydın, Entelektüel

Âlim, aydın, entelektüel gibi kavramların lügat manasıy­la pratikteki karşılıkları zamana, zemine ve bakış açısına göre değiştiğinden efradını cami bir tanım vermek yeri­ne durum değerlendirmesi yapmak daha münasip görü­nüyor. Bilindiği üzere münevver, nur aydın ise ay kökün­den gelmektedir ve iki kelime de gramatik olarak edilgen yapıdadır. Eğer ortada bir nurlanma veya aydınlanma durumu, yani güneş-ay ilişkisi varsa “bu ışığın kaynağı (faili) nedir?” sorusuna cevap vermek gerekir.

Tarihî açıdan bakılırsa her medeniyetin kendine mahsus yöntemleri kullanarak diğer milletlerin tecrübe ve bilgi birikimlerini tevarüs ettikleri kolayca görülebilir. Burada önemli olan husus söz konusu bilgi ve tecrübenin doğru anlaşılıp hazmedildikten ve yeniden kodlandık­tan sonra kullanılmaya başlanması gerektiğidir. Bilgiyi üretenler o bilgiyi isimlendirme, kodlama ve yorumlama hakkına sahip olur ve dolayısıyla bilginin fonksiyonunu ve kullanım şeklini belirler. Dolayısıyla bilginin kim tara­fından, hangi bağlamda üretildiğine ve nasıl kurgulandı­ğına dikkat etmek gerekir.

Batı Avrupa’da aydınlar gücü elinde tutan kilisenin yerini alarak maddeci dünya görüşünün rahipleri ola­rak sahneye çıkmışlardır. Aydın, Batı biliminin temel prensiplerinden biri olan “pozitivizm” ve “rasyonalizm” ilkelerine bağlı akılcı kişidir. Bu anlamda aydın, vahye ve nakle bağlı kişi değildir; modern ideolojilerin, bilgilerin taşıyıcısı ve yeniden üreticisidir, benzer şekilde, Fransız­ca “entelektüel” kelimesinin tarihi kökeni ve doğuş kay­nağına indiğimiz zaman, karşımıza “Varlığın düşünce­den doğduğunu, aklın sezgi ve iradeden üstün olduğunu ileri süren” ve “zihni, bilginin ve aksiyonun tek prensibi ve rehberi kabul eden felsefî bir doktrin” çıkmaktadır. Bilimsel bilgiye aşırı güvenerek ve çağdaşlık vurgusu yaparak aklını vahyin üstünde görmesi aydının topluma yabancılaşmasına yol açar. Bu grubun ürettiği bilgi fizik­sel faktörlerle sınırlı olup sömürüye, sermayeye ve güce hizmet etmeye yöneliktir. Eğer sözü edilen durumun farkına varılmadan bu insanların arkasından gidilirse, karşımıza ilim adamı yerine “düşünce üreten fail” yerine “vazifesini yapan ve kendine sunulan hazır fikrin savu­nucusu” olan bir tip çıkar.

Gerçek ilim sahipleri ise bilgiyi bir bütün olarak gö­rürler; bilgiyi dini ve dünyevi diye ikiye ayırmazlar. Bil­gilim parçalanması aynı zamanda zihnin de bölünmesi anlamına gelir. Bölünmüş zihin ise tevhidi yakalayamaz. Tevhitten uzak bilgi yarım yamalak olacağından hem o kişiye hem de başkalarına zarar verir. İlim adamının has ve hakiki olanı koyun gibidir, yani yavrusunu (talebele­rini ve diğer insanları) hazmettiği temiz sütü ile besler.

Bilginin kontrol edilmeden olduğu gibi ithal edildiği durumlarda aydın tipinin toplumdan kopuk olması kaçı­nılmazdır. Böyle olduğunda aydın halkına bağlı ve yerli kalamaz, sadece yabancı kültürleri kendi insanına dayat­manın yollarını araştırmakla kendini vazifeli bilir. Var­lığını kendi kültür ve medeniyetine değil, güçlü olanın çıkarlarını meşru kılmak ve tasdik etmekten alır. Hakiki aydın içinde bulunduğu toplumun değerlerine, tarihi ko­numuna vakıf, geniş ufuklu ve başkasının aklıyla değil kendi diliyle konuşan kişidir.

Alim ise, bilgiyi orijinal kaynağından alabilen ve bu bilgiyi teori bağlamında üreterek zaman ve zemine mü­nasip hale getirebilen kişidir. Âlimin ürettiği bilginin tat­bikat sahasına konulması toplumun okur-yazar tabakası­nın vazifesi olarak görülebilir.

Bilgi Ahlâkı – Ahlâk Bilgisi

Bilgi ve ahlâk ilişkisi bağlamında en önemli problem kişisel bağlamda “bilgilerimle nasıl yaşamalıyım?” so­rusuna tutarlı cevap vermektir. İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler tabiatları nispetinde üretim yapabilen varlıklar olmakla beraber varlığının bilincinde olmak açısından insan diğer türlerden ayrılır. Bu farkındalık (self aware- ness) hali insanı mesuliyet sahibi yapar ve bu noktada ahlakî sorumluluk problemi kendini göstermeye başlar.

Baştan belirtmek gerekiyor ki, bilginin ahlâklı olması anlamlı değildir, çünkü hakiki bilgi zaten özü itibarıyla temiz ve ahlâka uygundur. Sorun, bilginin suistimal edil­mesi ya da ahlâka uygun olarak kullanılmaması mesele­sidir. Ahlâklı olmak ancak bir özneye atfedilebilecek bir özelliktir; bilgi ise bir ahlâk öznesi değildir. Dolayısıyla, bilginin değil bilim adamının ahlâkından bahsetmek daha uygundur.

Bilgiyi güç vasıtası olarak görmek modern düşünce­nin en belirgin ilkelerinden biridir. Burada güç kavramı kişiyi ya da toplumları faziletli kılmak, İnsanî değerlere katkıda bulunmak anlamında kullanılmıyor. Bilgi, doğ­rudan doğruya para, teknoloji üzerinden sömürü ve he­gemonya ve iktidarı elde tutma aracı olarak görülmekte­dir. Bu anlamda bilgi, tüketilecek bir metadır.

Bilginin ahlâksızca kullanıldığı zaman insanlığı teh­dit eder hale gelmesi bilgi çağının paradoksal ve trajik bir neticesidir) İnsanlığın kendi ürettiği bilginin altında ezilmesi ve kurban olması hazin bir durumdur. Bilgi, ah­lâkla mütenasip olarak kullanılmayınca insanın bilgisi artsa bile bu bilgiyle nasıl yaşayacağını bilemez oluyor. Kendisini ve varlığı anlamlı kılma çabası için vesile edil­meyen bilgi kişinin kendini tanımasına fayda sağlamı­yor. Böylece bilgiye dayalı bir sorgulamaya dayanmayan bir hayat yaşanma değeri taşımaz hale geliyor. İyinin kö­tüden ve doğrunun yanlıştan üstün olduğunu belirtme­yen bilgi faydasızdır.

Batı düşüncesinin bilgi meselesine bakışının ne dere­ce çarpık olduğunun en tipik örneği, Yunan mitolojisin­de Prometheus’un ateşi (bilgiyi) tanrı Zeus’tan çalarak insanlara vermesidir. Günümüz dünyasında da etkisini sürdüren bu anlayış insan-tanrı ve insan-bilgi ilişkisin­deki anlayışın bozuk bir zemine oturmuş olduğunu gös­termektedir. İnsan- tanrı ilişkisi iman, güven ve sığınma yerine insanın çaldığı bilgiye istinaden ve tanrıya rağ­men sonsuz gücü yakalama ve egemenliğini ilân etme noktasına gelmiştir.

Bilgi ilahi mesnedini kaybettiği zaman geriye sadece dünyevi maksatları olan tamamen fayda ve menfaate yönelik bir anlayışın hakim olacağı açıktır. Böyle olun­ca, insanın tabiata işkence yaparak bilgisinden menfaat elde etmesi legal görülmektedir. Teknolojik başarılar bağlamında inanılmaz ilerleme gösteren bu zihniyet hiçbir kutsal değeri tanımadığı için her şeyi çok çabuk tüketen bir bilgi canavarına dönüşmüştür. îçinde bulun­duğumuz çağda bilgiyi anlamlı kılan, ahlâk sınırlarının dışına taşmasına ve suiistimal edilmesine mani olması beklenen âlimlerin yerini endüstriye hizmet eden bilim adamları almıştır.

Bilgi, Allah’ın ilim sıfatının varlık ve dolayısıyla da insan zihni üzerindeki izdüşümü (tecelli) olarak değil de insanın kendi egemenliğini tanrıya rağmen ilan etme çabası şeklinde algılandığı sürece bilgi ahlâkı ile ilgili so­runlar çözümsüz kalacaktır. Âlimin ahlâk ile sınavı, niye­tini ve “her şeyi hakkıyla bilen” Yüce Yaratıcı karşısındaki duruşunu her daim gözden geçirmesini gerektirir. İnsan hangi seviyede olursa olsun ezeli ve ebedi hakikatin bil­gisine sahip olamayacağını bilmeli ve “kendisine ilimden pek az şey verildiğinin” (îsra; 85) farkında olmalıdır. Bil­gi elde etmedeki amacı, hakikati kavrayarak Hakk’a ya­kınlaşmak olmalıdır. Zira Allah Resulü’nün ifadesiyle, “A- ziz ve Yüce olan Allah’ın rızası için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sırf dünya menfaati elde etmek için öğrenen bir kimse kıyamet günü cennetin kokusunu dahi alamaya- caktır”(Ebû Dâvûd, İlim, 12)

Bilgi, Allah’ın ilim sıfatının tecellisi olarak fayda ve hikmetle muttasıftır; onu seküler bakışla çarpıtarak kir­leten ve ahlak sorununa yol açan insandır. İnsanın akıllı ve şuurlu bir varlık olması açısından bilgi Allah tarafın­dan verilmiş büyük bir nimettir, Yunan mitolojisindeki gibi çalıntı ve gayri meşru bir şey değildir. O halde insa­na düşen vazife bilgiyi kendi gücü için suiistimal ederek tüketmek etmek değil insanlığın faydası için üretmektir. İnsanın varlığını anlamlı kılabilmesi için doğru bilgi ile beslenmesi gerekir; bilgi (ilim), varlık (âlem) ve işaret (alem) kelimelerinin aynı kökten müştak olması bilginin hakikate ulaşma vesilesi olduğunu gösterir. İnsanı diğer canlılardan üstün kılan ve her şeyin ona musahhar olma­sını sağlayan şey bilgiye sahip olabilmesidir.

Bilgili olmak; daha ahlâklı, daha erdemli ve daha doğ­ru olmak anlamına gelmemektedir. Aklı şaşırtan ve sınır­ları zorlayan ilerlemelere şahit olunan bu çağda akıl ve bilgi gibi nimetlerin kötüye kullanımına dair en vahim örneklerin görülmüş olması bir şeylerin yanlış gittiğini göstermektedir. Geçtiğimiz yüzyılda, bilim ve teknik alanında yaşanan gelişmeler barışa ve feraha değil, savaşa etmiştir. Bilgi sayesinde hilm, kemâl ve anlar yetiştirmesi beklenirken tüketim bencillik ve açgözlü tipler türemiştir. Ahlaktan uzak bilginin insanlığa huzur, emniyet ve saadet  vaat etmesi beklenemez. Ahlâki olgunluğa erişmemiş in­sanların eline gecen bilgi eşkıyanın elindeki silah gibidir.

Seküler bilgi sadece silah üretip satarak maddi güç elde etmek icin değil, insanları doğrudan kontrol altında tutabilmek icin bir tür modern büyü aracı olarak kulla kullanılıyor.”Bilimsel olarak gösterilmiştir ki…” şeklinde baş- layan bir cümle sanki ilahi bir muhteva taşıyormuş gibi sunulmakta ve muhtemel itirazların önü kesilmektedir.Bilgi-ahlak uyumunun sağlanması için bilgiyi tekel altında tutanların baskışından kurtarmak ve bağımsız hale getirmek şarttır.

İlim,amel ve ahlak bütünlüğü olmayan, Allahı tanı­mayı doğrudan veya dolaylı hedef almayan bilgi nihai anlamda faidesizdir. Bilgili fakat ahlakî değerlerden mahrum olan insanlar tüm varlık âlemi için ciddi bir pozisyonundadır. Hakiki bilgi insanı üstün ve güçlü kıldığı gibi aynı zamanda ahlaklı bir varlık haline getirmesi gerekir.

Selçuk Kütük – Endişeye Mahal Yok,syf:17-36

İnsanlık tarihinin şu son anlarında, biri Doğu’da, biri de Batı’da sahnelenen iki trajedi izliyoruz. Modern medeniyet bunalımının, her şeyden önce Katının ürünü olan bu bunalımın- genellikle çevre bunalımıyla ilgili olarak bütünüyle hissedildiği Batı dünyasında ileri sürülen çözüm yolları, ilk etapta bunalıma yol açanlarla bizzat aynı etmenleri içermektedir.

İnsanlardan arzularını disiplin altına almaları, akıllı birer hümanist olmaları, insan olsun olmasın, komşularına saygı göstermeleri istenmektedir. Ne var ki, bu isteklerin, insanın tutkularını ve aşağılık eğilimlerini frenleyecek manevî bir güç olmadıkça yerine getirilmesinin imkansız olduğunu kavrayabileni pek azdır. İnsanı insan oluşun altına sürükleyen, hümanist insan anlayışından başka bir şey değildir. İnsanın ne idüğü ve içinde bir imkân olarak aydınlık tepeler kadar derin karanlıkları da taşıdığı konusunda ciddi bir cehâlet sahibi olunduğu için bu tıp kolay çözüm önerilerine başvurulmaktadır. Binlerce yıldır dinler insanlara kötülükten kaçınıp, erdem sahibi olmalarını öğretiyor.

Modern insan ise, önce ruhunu kuşatan din gücünü yok edip, sonra da kötülüğün ve günahın anlamını bile sormaya girmiyor. Şimdi de, her ne kadar, lâik olmayı sürdürüp insanın hayatının kutsal olandan ayrı devam etmesi gerektiğini önerdikleri için, erdemleri başka başka deyimlerle tanımlama yoluna gidiyorlarsa da pek çok insan çevre kirlenmesi bunalımına çözüm olarak geleneksel erdemlere dönemeyi öneriyor.

Denilebilir ki, Batı da yaşayan yığınla kadın ve erkeğin psikolojik dengesizliğinin yanı sıra, çevre bunalımıyla, kent çevrelerinin kirliliği ve benzeri sorunlar, insanın yalnızca ekmekle yaşayıp, ‘tanrıları öldürme’ ve Semavî olandan bağımsızlığını ilan etme girişiminin sonuçlarıdır. Ama insan, içinde bulunduğu durumun doğal ürünü olan eylemlerinin sonucundan kurtulamaz. Şu anda ise tek ümidi, artık isyancı bir yaratık olmayı bırakıp, hem Gök’le hem de yerle barışmak ve kendisini İlâhî Olan’a teslim etmekte yatıyor. Bu da, sözcüğün bugünkü anlamıyla “modern” olmayı bırakmak ve ölüp, yeniden doğmak demektir. Ne var ki, sorun bu boyutuyla, çevre bunalımıyla ilgili yapılan tartışmalarda pek az ele alınmaktadır. Su-çevre-hava kirlenmesi tartışmalarının gözden kaçırılan boyutu, insanın insan olarak rolü ve doğasıyla, bizzat kendisinin yol açtığı bunalımı çözmek istemesi durumunda, geçirmesi gereken manevî dönüşümdür.

Genelde Doğu’da ve özelde Islâm dünyasında sahnelenen trajedi ise, Batı’nın endüstrileşmiş kent toplumunda ve bu toplumu yaratan Batı medeniyetinde görülen başarısızlıklara yol açan aynı yanlışların, büyük oranda tekrarlanmasıdır. Doğu’nun Batı karşısındaki tutumu, Batı’yı körü körüne model almak değil, ders alınacak bir inceleme sahası şeklinde görmek olmalıdır.

Kuşkusuz, endüstrileşmiş dünyanın Batı dışında kalan dünya üzerindeki siyasî-ekonomik ve askerî baskısı, pek çok kararların alınmasını imkânsızlaştıracak ve pek çok seçimi dışarda bıraktıracak kadar büyüktür. Fakat, olumsuz sonuçları ortaya çıkmış belli hareketleri tekrarlayıp durmak ya da şu veya bu projenin gerçekleştirilmesinde, Batı’da yapılmış olması dışında daha iyi bir neden gösterememek için, herhangi bir özür olmasa gerek. Yeryüzü, Batı medeniyetinin işlediği hataların yeniden işlenmesine daha fazla katlanacak değildir. Bu bakımdan, yeryüzünde, tüm yerin ve üstünde yaşayanların mutluluğunu hesaba katacak kadar geniş açılı bir gücün halâ var olmaması ne büyük bir talihsizliktir.

Bu iki trajediden birincisi ikinciyi gölgede bırakıyor; çünkü yerkürenin kalan yanını doğrudan etkileyen, modernleşmiş ve endüstrileşmiş dünyada yaşanan olaylardır. Söz gelimi, su-hava-çevre kirlenmesi bunalımı endüstrileşmiş güçlerin herhangi biri tarafından ekonomik ve teknolojik politikalarında dil ucuyla ifade edilmek yerine ciddi olarak ele alınsa, bu tür alanlarda bu güçlerı örnek edinenler üzerinde kesinlikle ölçülemez etkiler bırakacaktır. Doğu, insanın gerçek doğası hakkında çağlar boyu koruyup geldiği bilgiyi unutmadan önce, Batı yeniden insanın kim olduğunu bir hatırlayabilse, insanın geleceğine de farklı olacaktır!

Seyyid Hüseyin Nasr – Modern İnsanın Çıkmazı

Çevre krizine dinî bir perspektiften bakmak niçin önemli?

İlk olarak dinin, çevre krizinin üzerine eğilmek noktasında çok önemli bir görevi olduğunu düşünüyorum. Çünkü tüm bu çevre krizi din sorusundan ve insanların niçin dinî inançlarını yaşadıkları sorusundan ayrı anlaşılamaz. Bu sadece İslam için değil; dünyadaki diğer dinler için de geçerli. Dindarlar için din, harekete geçmeden önce onlara ne yapmaları gerektiğini gösteren bir yoldur. Bu tabii ki doğaya karşı davranışları da kapsar. 

Hâlihazırda yaşadığımız ekolojik krizin modern insanlar için aynı zamanda manevi bir kriz de olduğunu söylüyorsunuz. Burada nasıl bir manevi kriz söz konusu ve sizce bunun üstesinden nasıl gelinebilir?

Bu ilginç bir soru; çünkü çevre krizi manevi düzendeki bir krize işaret ediyor. Arabanız bozulduğu zaman bu arabanızın fiziksel olarak bozulduğu maddi bir krizdir. Çevre krizi ise maddi bir semptomla kendini gösteren, fakat her şeyden önce manevi bir krizdir; çünkü bu krizin temel sebebi bizim Allah’a ve onun yarattıklarına karşı tavrımızdır ve bu tavır yanlıştır. 

Doğaya karşı yaklaşımımızda geleneksel dinî anlayışa geri dönmeliyiz. Bu tavır, Allah’ın yarattığı, kendi ritmi ve güzelliği olan, uyum içinde var olan bir doğa ve bizim de onun yarattıklarının emanetçileri olarak Allah’a karşı sorumlu olduğumuz anlayışına dayanır. Kur’an’da, İncil’de ve dünya üzerindeki tüm büyük dinlerde bu sorumluluktan bahsedilir ve sadece insan türünü değil, çevremizdeki her şeyi kapsar.

Çevre Krizini Doğu’daki İnsanlar Başlatmadı

Müslümanlar iklim değişikliği ve daha genel olarak da çevre krizi konusunda bahsettiğiniz bu ideal tavrın neresinde sizce?

Çevre krizinin başladığı yer modern endüstrileşmiş Batı’ydı. Bu kriz aslında 18. yüzyılda başladı; ancak o zamanlar “kriz” olarak değerlendirilmedi. Endüstrileşme ve modern teknoloji yayıldıkça, çevre krizi de Batı’nın geneline yayıldı. Batı dünyanın geri kalanını sömürgeleştirdikçe ve etkiledikçe de bu kriz dünyanın diğer kısımlarına ulaştı. Çevre krizini Doğu’daki insanlar başlatmadı; ama Batılı düşünce biçimini, yaşam tarzını, üretme ve tüketme biçimlerini o kadar taklit ettiler ki, bunun bir parçası oldular. Bunu bugün her yerde görebiliyoruz.

İslam dünyası çevre krizinin farkına ancak Batı bu krizin farkına vardıktan sonra vardı. Yani çevre felaketinin farkındalığı krizin başladığı yerde başladı. İslam ülkelerinde çevre krizine gösterilen ilgi de esas olarak 90’larda başladı ve bu farkındalık o zamandan beri büyüdü.

Batı, doğa noktasındaki mirasını Rönesans döneminde yitirdi. İslam dünyasında ise bu daha geçtiğimiz yüzyılda oldu. Burada miras derken Kur’an’ın, hadislerin ve tüm geleneğimizin tabiata karşı sorumluluklarımız hakkında söylediklerinden, denklemin neresinde durduğundan bahsediyorum. Fakat bu durum da şimdi değişti. Mısır’da, İran’da, Pakistan’da, Endonezya’da çok kuvvetli çevre hareketleri var. Burada bahsedilmesi gereken önemli bir nokta bu hareketlerin hepsinde kadınların çok önemli bir rol üstlenmesi. Bu ülkelerin neredeyse hepsinde çevre hareketinin öncülerinin çoğunu kadınlar oluşturuyor. Özellikle de genç kadınlar bu meseleyle yakından ilgileniyor.

Çevre konusunda tüm İslam dünyası için geçerli olacak tek bir örnekten bahsetmek mümkün değil. Suudi Arabistan mesela tam bir felakettir. Mekke’ye, Medine’ye, klasik mimariye yaptıkları tam bir felakettir. İslam dünyasında Karaçi, Tahran ve Kahire gibi şehirler çevrenin bozulmasından çok etkilendi. Yani durum tek bir örneği tüm İslam dünyası için genelleyemeyeceğimiz kadar karmaşık.

“İslam Yeşil Bir Dindir”

Teoride baktığımız zaman İslam’ın “yeşil” bir din olduğunu görüyoruz. Müslümanların hayatına baktığımız zaman ise teoriyle pratik arasında büyük bir uçurum var. Bu uçurumun sebebi sizce nedir?

Yakın geçmişe kadar bu bir sorun değildi. Mesela Müslümanlar çöplerini evlerinin önüne koyardı. Nüfus da bu kadar kalabalık olmadığı için bu durum o kadar büyük bir sorun oluşturmuyordu. Bir sürü bitki ekilirdi, Müslümanlar tarımla oldukça ilişkiliydi. İnsan nüfusu, tarım yapılan arazilerle bir uyum içerisindeydi. İnsanların büyük bir çevre bilincine sahip olmamasına rağmen bu bir sıkıntı oluşturmuyordu.

Kur’an’da doğa, vahye dâhildir. Allah Güneş’in ve Ay’ın üstüne yemin eder. Güneş ve Ay, İslam evreninin bir parçasıdır. Kur’an moleküllerden bahseder; doğanın, ağaçların, hayvanların üstüne yemin edilir; hayatın kutsiyeti vurgulanır. Buradan baktığımızda İslam yeşil bir dindir.

Teoriyle pratik arasında niçin uçurum olduğu sorusuna gelecek olursak modern zamanlara kadar pratiğe ihtiyaç olmadığını söylememiz gerek. Mesela Osmanlı döneminde o zamanın büyük şehirlerinden İstanbul’da, Bursa’da ya da İzmir’de yaşadığımızı düşünelim. Onların “çevre” diye bir sorunları yoktu. Teoriyle pratik arasındaki uçurumun sebebi budur. İslam dünyasında güçlü bir doğa düşüncesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu düşünce geçmişte pratikte hiç sınanmadı. Son otuz yıldır dünyanın geri kalanında olduğu gibi İslam dünyasında da çevre kriziyle ilgili büyük bir farkındalıktan bahsedebiliriz.

Çevre krizi, kapitalizm ve küreselleşme arasındaki ilişki hakkında neler söylersiniz?

Çevre krizinin tek sebebinin kapitalizm olduğu fikri yanlış bir fikir. Bu fikir de aslında Sovyetler Birliği tarafından desteklendi; ama komünizm de kapitalizm kadar zarar verdi çevreye. Bir anımı anlatayım: 1971 yılında Stockholm’de ilk Dünya Günü kutlandı. Ben de açılış konuşmacısıydım. Dünyanın dört bir yanından delegeler vardı. Çin’den ve Sovyetler Birliği’nden gelen delegeler de gözlemci olarak oradaydı. Onlar çevresel sorunlara kapitalizmin yol açtığını söylüyorlardı. Konuşmam sırasında şakayla karışık olarak Hazar Denizi’ne dökülen Rusya’daki Volga Nehri’nden bahsettim. Hazar Denizi kuzeyinden güneyine, Basra Körfezi’ne kadar kirliydi ve bu kirlilik bilimsel olarak ölçülebilirdi.

Konuşmamda, “Volga Nehri’nden daha komünist bir lağım bilmiyorum.” dedim. Volga Nehri atıkla doluydu ve balıklar bundan o kadar etkilenmişti ki Basra Körfezi’ne inmişlerdi. Hazar Denizi’ni kirleten Batı’nın kapitalizmi değildi.

Kapitalizmin çevre kriziyle elbette çok ilgisi vardır; ama komünizm için de öyledir. Burada mesele ekonomik ve endüstriyel bir sistem değil; bunların altında yatan doğa anlayışıdır. Batı’da gelişen Marksist ekonomi, liberal ekonomi ya da kapitalist ekonomi gibi modern ekonomi modellerinin hepsi doğanın niteliksel boyutunu tamamen göz ardı eder. Yani burada suçlu olan tek bir sistem değil, bu sistemlerin hepsidir. 

“Müslüman Nesil İslami Geleneğin Farkına Varmalı”

Küresel çevre krizinin aşılması noktasında çok uluslu şirketlerin hasarı karşısında şahsi çabalar naif mi kalıyor sizce?

Çevre sorunu hem makro hem mikro bir sorun. Los Angeles’ta havayı kirleten bir milyon araç varsa bu makro düzeyde tüm şehir için bir sorundur; ama buna yol açan tekil sebeplerdir. Bundan dolayı da sorunu mikro bir bakış açısıyla çalışmak gerekir.

Başbakan, bakan ya da kral olmayan biz sıradan insanların kendi muhasebemizi yapmamız gerek. Ben sadece kendi çevremdeki şeyler hakkında; ne yediğim, ne içtiğim, ne giydiğim, hangi arabaya bindiğim hakkında bir şeyler yapabilirim. Mesele ya/ya da meselesi değildir. “Küresel düşün, yerel davran” sözü çevre meseleleri söz konusu olduğunda çok güzel bir öğretidir.  

İnsanın doğa ile ilişkisinin İslam düşüncesi içinde kadim bir yere sahip olduğundan bahsettiniz. Bu düşünceyi bugün canlandırmak için nelere ihtiyaç var?

Bu hususta tek yapmamız gereken şey günümüz Müslüman neslinin Kur’an’dan şiire kadar İslami geleneğin öğrettiklerinin daha fazla farkına varmasını sağlamak. Türk şiirinin en meşhur mutasavvıf şairi Yunus Emre’nin doğayla ilgili şiirlerine bir bakın. “Şol Cennet’in ırmakları, Akar Allah deyu deyu, Çıkmış İslam bülbülleri, Öter Allah deyu deyu.” Bu çok güzel bir sufi şiiridir; ama doğanın çağrısını duyması anlamında çevreyle ilgili de bir şiirdir. Her şeyden önce yapmamız gereken şey uyanmaktır. Kendimize yeni hakikatler icat etmemize gerek yok, tüm hakikat orada. Modern zamanlarda ülkelerimizde yapıldığı gibi Fransız romanlarını taklit etmek yerine doğayla dolu kendi edebiyatımıza dönmeliyiz. 

“Çoğu İnsan İçin Mutluluk Sadece Dış Uyaranlar Demek”

Koronavirüs salgınıyla birlikte birçok ülkede insanlar evlerine çekildi, üretim faaliyetleri yavaşladı ve doğa bir süre kendiyle baş başa kaldı. Bu salgının insanların doğaya karşı tavırlarında bir değişikliğe yol açacağını düşünüyor musunuz?

Umarım öyle olur. Burada iki husus var: İlk olarak akleden herkes modern bilimin zannedildiği gibi bir “tanrı” olmadığının, o büyük teknolojilerin bile ne kadar güçsüz olduğunun farkına varmalı. Küçücük bir virüs dünyayı karmaşaya sürükledi ve bir yıldan az bir sürede ABD’de 230 bin ve dünya genelinde de 1 milyondan fazla can aldı. Bu bize mütevazı olmayı öğütlüyor.  İkincisi de salgın bize içsel bir yapı kazandırmalı ve mutlu olmak için dış uyaranlara aşırı bağlanmamayı öğretmeli. Bu kolay bir iş değil; zira çoğu insan için mutluluk denilen şey sadece türlü dış uyaranlar demek. Şimdi bunların bir kısmı azaldı ve insanlar içlerine bakmak zorunda kaldı.

Şunu da söylemek zorundayız: Birçok ölüm, trajedi ve üzücü anlar yaşanıyor; ama koronavirüs krizinin doğaya çok yardımı oldu. İnsanların doğa üzerindeki etkisini azalttı. Vahşi hayvanların şehirlerin çeperlerinde, kasabaların içlerinde dolaştığına şahit oluyoruz. Bu da ölüp gittiğimizde doğanın her şeyi devralacağını ve doğanın gücünü gösteriyor. Allah bize O’nun kudreti karşısında kim olduğumuzu, ne kadar zayıf olduğumuzu hatırlatıyor. 

“Modern İnsanın Manevi Krizi”

Bugün birçok İslam ülkesinin savaş ve açlık gibi büyük sorunlarla boğuştuğunu görüyoruz. Çevre krizi de eklenince olumlu bir gelecek hayali zorlaşıyor. Siz bu karartıcı atmosferden çıkış konusunda nasıl bir duruşa sahipsiniz?

İslam dünyasının büyük kısmı bir krizden mustarip. Ama bu kriz her şeyi kapsayan bir kriz değil. Çoğu Müslüman hâlâ geleneksel bir dünyada yaşıyor. Hâlâ namaz kılıyor, zekât veriyor, aile ve sosyal ilişkilerini İslam temelinde düzenlemeye çalışıyor. Bugün doğa karşıtlığı noktasında el ele veren modernizm ve fundamentalizm de İslam dünyasındaki tek güçler değil. Müslüman fundamentalistlerin hepsi de doğaya karşı kayıtsızdır, doğayla ilgili hiçbir şey söylemezler. Bugün bunların yaratılan kriz karşısında bu kadar çaresiz olmasının geleneksel İslam’ın en üst entelektüel noktadan gündelik hayata kadar kendini yeniden sunması için iyi bir fırsat olduğunu düşünüyorum. 

Bir yer ne kadar gelenekselse krizlerin yaşanma tehlikesi de o kadar azdır. Mesela Butan örneği oldukça önemlidir. Butan Müslüman değil, Budist bir ülke. Güneylerindeki Hindistan’da milyonlarca insan hasta ve inanılmaz bir yıkım yaşanırken Butan’da sadece bir koronavirüs vakası çıktı. Orada herkes geleneksel bir şekilde yaşıyor, modern teknoloji yok. Bu hepimiz için önemli bir ders. 

Sorunuzda da bahsettiğiniz gibi İslam dünyasında her dinin karşı çıktığı birçok sorun var ve iyi bir Müslüman bunlara direnmeli. Tüm dış savaşlar içimizde olan çatışmaların sonucudur. Doğayla olan savaş da kendi iç doğamızla olan savaşımızın bir sonucudur. Bundan dolayı İnsan ve Tabiat’tan ve Modern İnsanın Manevi Krizi’nden bahsediyoruz, sosyal ya da ekonomik bir krizden değil. Bunlar dışsal belirtilerdir. Yaşanan felaketlerin içsel sebebi manevi rahatsızlıktır. Bu rahatsızlık da modern insanın kim olduğunu, bu kimlik temelinde de kendine, doğaya ve Allah’a karşı olan sorumluluklarını unutmasıdır.

 Prof. Seyyid Hüseyin Nasr

Canlılarda içten ve dıştan gelen uyarıları almayı mümkün kılan ruhî güç.

İslâm düşünce ve bilim tarihi boyunca teşekkül eden terminoloji içinde duyu his ve hâsse (çoğulu havâs) kelimeleriyle ifade edilmiş, bilgi problemiyle ilgili olarak duyu ve algı konuları his, havâs, havâss-ı hams, havâss-ı zâhire, havâss-ı bâtıne, havâss-ı selîme, el-kuvvetü’l-hassâse, el-kuvvetü’l-müdrike, en-nefsü’l-hayvâniyye ve esbâbü’l-ilm gibi başlıklar altında incelenmiştir. Bir duyu gücünün herhangi bir etkenle uyarılmasına ihsâs, buna bağlı olarak nesnenin zihindeki kavramına ma‘rifet ve fehim, bağımsız bilgi haline gelmesine idrak denir. Duyu objeleri ve genel olarak duyulara konu olan şeyler için mahsûs (çoğulu mahsûsât) ve hissî (çoğulu hissiyyât) kavramları kullanılır.

İslâm düşünce tarihinde duyu meselesiyle ilgili olarak teşekkül eden literatürün kapsam ve derinliğini kavramak öncelikle modern perspektife ihtiyaç gösterir. Çünkü İslâm Ortaçağı’nda meselenin ele alınış tarzı, modern anlayışla paralellik taşıması yanında onun habercisi de olmuştur. Genel bir bakışla duyuların ve duyum hadisesinin açıklanmasında fizikî değişkenlerin rolünü hiçbir şekilde göz ardı etmediği görülen müslüman düşünürler, duyu algısını nihaî noktada ruhî güçlere bağlamışlardır. Aristo’nun De Anima (Kitâbü’n-Nefs) ve De Sensu et Sensato (el-Ḥis ve’l-maḥsûs) adlı eserlerinin özel bir etkiye sahip olduğu bu açıklamalarda esasen nefis “tabii-organik cismin ilk kemali” olarak tanımlandığı için ruhî güçlerin bedene ait organlarla iş gördüğü kabul edilmiş olmaktadır. Bu sebeple modern anlayışa uygun olarak duyu organları, sinirler ve beyin merkezleri duyumun açıklanmasında daima önemli olmuştur. Ayrıca duyuların sağladığı bilginin değeri ve arazlar şeklinde kavranan duyu verilerinin ontolojik ispatı gibi konuları ele alan kelâmcılar da konuya modern felsefede hâlâ tartışmaları süren yeni boyutlar kazandırmışlardır.

Söz konusu tartışmaların tecrübî veriler zeminindeki görünümü modern psikoloji tarafından oluşturulmaktadır. Bu disiplin, duyum (sensation) hadisesini psikofizik bir fonksiyon olarak tanımlama eğilimindedir. Bu fonksiyon psikolojik (zihnî-ruhî) değişken ile fizikî değişken (uyarı yoğunluğu) arasındaki ilişkiyi ifade etmektedir. Ayrıca tecrübe ve hesaplamalar ışığında duyuların mutlak ve değişken duyu eşikleriyle sınırlı olduğu üzerinde önemle duran modern psikoloji, algı yanılmaları hususundaki dikkatiyle de duyularla edinilen bilginin değeri konusuna yeni bir bakış açısı getirmiştir. Psikolojinin derinleştirmeye çalıştığı modern renk teorileri, klasik arazlar meselesine kazandırılmış yeni bir çerçeve olarak görülebilir. Duyu organlarının, alıcıların ve beyindeki duyu merkezlerinin anatomik ve fizyolojik yapısı psikolojik açıklamalarda tabiatıyla önemli sayılmaktadır (Hilgard v.dğr., s. 104-127).

Modern felsefe çevrelerinde de duyunun tam bir tanımı üzerinde anlaşmaya varılmış değildir. Öncelikle duyum hadisesinin fizikî mi ruhî mi olduğu hususu farklı görüşlere yol açmıştır. Bir grup düşünür duyum sürecinin tamamen ruhî (zihnî) olduğunu ileri sürerken aksi fikirde olanlar, duyulan şeylerin zihinden bağımsız var olabilen fizikî nitelikler olduğunu savunmaktadır. Bu tartışmaların oluşturabileceği muhtemel kavram karışıklıklarını önlemek amacıyla duyum sürecinin ruhî ve zihnî vechesini ifade etmek üzere duyum, duyulan nitelikler için de duyu verileri (sense-data) terimi kullanılarak nisbî bir kavram uzlaşmasına gidilmiştir. Ancak yine de duyum sürecini açıklarken ruhî hadiseleri fizikî çerçevede ele alma eğiliminde olan materyalizme rağmen çok sayıda düşünür, duyumlar ve idrak psikolojisinin temeline ruhî ve zihnî açıklamaları yerleştirmiştir (EBr., XX, 222).

İlk İslâm filozofu Kindî’ye göre duyu, nefsin duyu organlarından biri aracılığıyla nesnelerin formlarını algıladığı güçtür veya nefsin nesneleri algılayan gücüdür (Resâʾil, s. 167). Duyulur nesnelerin devam, hareket, nicelik, nitelik, şiddet gibi yönlerden değişken olmasına bağlı olarak duyu idrakleri de değişkendir. Öte yandan duyu objeleri daima maddî veya maddî olana bağlı bir şeydir. Buna karşılık Kindî’nin “tabiat” dediği eşyanın gerçeklik ve aklî ilkeleri ancak aklın bilgi alanına girer. Zira bu temel varlıkları sadece, insan aklı denilen “yetkin nefsin güçleri” kuşatabilir (a.g.e., s. 106-108). İslâm düşünce tarihinin yine erken dönem eserlerinden İhvân-ı Safâ’ya ait Resâʾil’de duyu hadisesinin “fi’l-Hâs ve’l-mahsûs” (algılayana ve algılanan nesnelere dair) başlığını taşıyan özel bir bölümde incelendiği görülmektedir. İhvân, duyulur nesnelerin cismanî olduğunu ve duyulara konu olan şeylerin cismanî arazlardan ibaret bulunduğunu öncelikle belirtir. Ancak buna karşılık duyuları algılayan güçler ruhanîdir. 

Duyular ve duyu organları arasındaki ilişki onları özdeş sayacak kadar ileridir. Bunlarla ruhanî duyu güçleri duyum hadisesinin psikofizik karakterini yansıtırlar. İhvân-ı Safâ’nın getirdiği tarife göre duyu (his), doğrudan doğruya duyulur nesnenin uyarısıyla duyu organlarının mizacının değişmesidir. Duyum ise (ihsâs) duyu güçlerinin duyu organlarının mizacındaki nitelik değişikliğini algılamasından ibarettir. Bu duyum sürecini tamamlayan aşama, duyu gücünün beyne ilettiği değişikliği veya modern deyimle uyarıyı muhayyilenin farkedip algılamasıdır. Çünkü muhayyile bu değişikliği normal durumla karşılaştırma melekesine sahiptir. İşitme olayında, tıpkı su dalgaları gibi iç içe geçmiş küreler şeklinde yayılan ses dalgalarının farkında olan İhvân, görme olayında da gözün anatomik yapısının ne kadar önemli olduğunun bilincinde görünmektedir. Genel olarak duyum, dış ortamdaki değişikliğin duyu organını uyarması ve bu uyarının organın normal mizacında oluşturduğu değişikliğin muhayyile tarafından değerlendirilip ruh tarafından algılanması şeklinde kavranmaktadır (Resâʾil, II, 401-409).

İslâm felsefesinde bilhassa İbn Sînâ’dan itibaren dış duyular, insan ve hayvandaki teşekkül sırasına göre şöyle tasnif edilmiştir:

Dokunma duyusu (hâssetü’l-lems). Bir hayvan veya insanın var olmasını sağlayan duyuların ilkidir. Bir canlı diğer duyulardan mahrum kalsa da varlığını sürdürebilir, fakat dokunma duyusunu yitiren canlı yaşayamaz. Çünkü öteki duyuların fonksiyonunu kaybetmesi durumunda dokunma duyusu bir ölçüde onları telâfi ettiği halde diğer duyular dokunma duyusunun kaybını telâfi edemez. Başta İbn Sînâ olmak üzere (De Anima, s. 67-68) İslâm düşünürleri, dokunma duyusunun diğerlerine göre hayatî bakımdan daha önemli olduğu üzerinde ehemmiyetle durmuşlardır. İlk ve Ortaçağ filozoflarının anlayışına göre dokunma duyusu deri ve sinirlere yayılmış vaziyette bulunur; dolayısıyla diğer duyulardan farklı olarak bunun özel bir organı yoktur. Duyum, sinirlerin, kendilerine temas eden ve kendi yoğunluklarından farklı yoğunlukta olan şeyleri algılaması, bu şeylerin farklı niteliğine uygun olarak değişikliğe uğraması ve etkilenmesi suretiyle gerçekleşir. Dokunma duyusu, duyulanlardaki farklı niteliklere göre dört veya daha çok duyudan meydana gelir. Bunlar soğukluk-sıcaklık, kuruluk-yaşlık, sertlik-yumuşaklık, kabalık-düzgünlük ve ağırlık-hafiflik gibi birbirine zıt özellikteki uyarıcıları algılayan ve vücudun değişik yerlerine dağılmış olan duyulardır.

Tatma duyusu (hâssetü’z-zevk). Dilin üzerine yayılmış sinirlerde bulunduğu kabul edilen bu duyu ile yiyecek ve içeceklerin tadı ve lezzeti algılanır. Tatma olayının nasıl gerçekleştiği hususunda farklı açıklamalar yapılmıştır. Bazıları tatmanın, dildeki ıslak cevherle tadılan şeydeki ıslak cevherin birbirine karışması sonucu olduğunu ileri sürerler. Diğer bazıları da tatmanın, ağızdan dile doğru giden damarlar vasıtasıyla dildeki yumuşatma ve parçalama sonucunda gerçekleştiğini söylerler. İbn Sînâ ve Gazzâlî’nin de benimsediği ortak görüşe göre dile temas eden besinler, dilde bulunan tükürük salgısıyla karışarak parçalanır, sonuçta tat ortaya çıkar ve dil üzerindeki sinirlere ulaşır, sinirler de bu tadı algılar. 

Bu duyunun ceninde doğum anında ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Abdülkāhir el-Bağdâdî, bir kısım insanların tatma duyusunu dokunma duyusu içinde yer alan bir duyu olarak kabul ettiklerini söyler. Ayrıca Nazzâm’ın da cinsî zevkin idrak edildiği bir başka duyunun varlığını kabul ettiğini naklederek bu görüşü tenkit eder (Uṣûlü’d-dîn, s. 10). İbn Sînâ, dokunma duyusu ile tatma duyusu arasında bir yakınlık görmüştür. Zira bu duyu da dokunma gibi çoğunlukla dilin tadılan nesneye temas etmesiyle faaliyet gösterir. Ancak dokunmada dokunan (deri) ve dokunulan nesne arasında sertlik-yumuşaklık gibi bir nitelik birliği bulunduğu halde tat almada böyle bir birlik yoktur; bu sebeple idrak, tat almayı sağlayacak özel bir organ sayesinde gerçekleşir (De Anima, s. 75).

Koklama duyusu (hâssetü’ş-şem). Bu duyu ile güzel ya da hoş olan ve olmayan çeşitli kokular algılanır. İslâmî kaynaklarda bu duyunun, beynin ön yüzünde yayılmış bulunan ve iki meme ucuna benzeyen bir çıkıntı içerisinde olduğu kabul edilir. Koku alma duyumunun nasıl gerçekleştiği hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları, organların başının beyinde bulunduğunu ve böylece onun nefes yoluyla kokuları kendisine cezbettiğini kabul ederler. Bazıları ise koklamanın, koklanan şeyin buharı sebebiyle nefesteki hava titreşimleri vasıtasıyla vuku bulduğunu ileri sürerler.

İbn Sînâ’ya göre bu duyu, nefes yoluyla içeriye alınan hava vasıtasıyla kendisine iletilen kokuyu algılar. Bu koku, ya hava ile karışık olarak bulunan buharda veya kokulu cismin bir değişime uğrayarak etkilediği havada bulunur. Gazzâlî daha ziyade ikinci görüşü tercih etmiş görünmektedir. Çünkü ona göre hava, kokuyu koklanan şeyden duyuya taşımaz; ateş ve soğuk birbirine temas ettiklerinde nasıl bir değişiklik meydana geliyorsa aynı şekilde hava ile kokunun teması sonucunda da bir mahiyet değişikliği ortaya çıkar (Meʿâricü’l-ḳuds, s. 33). Koklama duyusu hayvanlarda daha kuvvetlidir.

İşitme duyusu (hâssetü’s-sem‘). Bu duyu ile bütün söz ve seslerin algılandığı kabul edilir. İşitme duyumunun mahiyeti konusunda da farklı görüşler mevcuttur. İbn Sînâ, bunu hava titreşimlerinin kulak boşluğunda meydana getirdiği hareketle açıklar. Gazzâlî de benzer bir görüşe sahiptir. Buna göre dışarıda şiddetli çarpma ve sıkışmalar sonucu oluşan basınçlı hava dalgası, kulak boşluğunda hareketsiz ve sıkışmış olarak duran havaya ulaşınca bu havayı kendisininkine benzer bir tarzda hareket ettirir.

Kulak boşluğundaki havanın titreşmesi kulakta yayılmış olan sinirlere dokununca ses işitilmiş olur. Sesin, mahiyeti itibariyle bir tür cisim olduğunu ileri sürenler olmuştur. Bunlar, “her fail ve mef‘ulün cisim olduğu” kaidesinden hareket ederler. Bu anlayış çerçevesinde ses kendisini duymamız, işitmemiz için faaliyette bulunur; mûsiki nağmeleri bizi harekete geçirir, mûsikisi olmayan sesler sıkıntı verir. Ses harekete geçer ve yumuşak dokulara çarpar, tıpkı duvara çarpan bir top gibi tekrar geriye döner.

 Görme duyusu (hâssetü’l-basar). Cisimlere ait renk, şekil ve miktar gibi nitelikleri algılayan bu duyu, güzellik ve çirkinlik gibi estetik değerleri de algılar. Kelâmcılar, görme duyusu ile bütün varlıkları algılamanın mümkün olduğunu kabul ederken bazı filozoflar, renkli cisimlerin görüntüleri dışında bir şeyin idrak olunmadığını, Mu‘tezile’den Ebû Hâşim görme duyusu ile sadece cisimler ve renklerin, Ebû Ali el-Cübbâî ise cisimler, renkler ve tabiattaki her türlü değişmenin idrak edildiğini ileri sürmüşlerdir. Ehl-i sünnet kelâmcılarının, görme duyusunun var olan her şeyi algılayabileceği şeklindeki görüşleri rü’yetullah hakkındaki düşüncelerinden kaynaklanmaktadır. Zira onlar âhirette Allah’ın gözle görülebileceğini savunmuşlardır.

Görme duyumunun nasıl meydana geldiği konusunda değişik görüşler ortaya atılmıştır. Eflâtuncular’a göre gözden bir ışık huzmesi çıkmakta ve görülen şeylerin içine yayılmaktadır. El bedenin dışında olan bir şeye nasıl dokunuyorsa göz de aynı şekilde görülen şeye temas ederek onun görüntüsünü algılamaktadır. Aristocular ise tam tersi bir açıklama getirmiştir. Onlara göre görme olayı, ışınların gözden çıkıp görülen şeye teması ile değil görülen şeyin sûretinin saydam bir aracı vasıtasıyla göze iletilmesiyle gerçekleşir. Gazzâlî ise orta bir yol tutarak bir mütekabiliyet teorisi öne sürmüştür. Ona göre renkli nesnelerden göze bir şey ulaştığı gibi gözden de renkli nesnelere ışınlar ulaşmaktadır. Fakat ışın, yansıtma özelliği olan nesnedeki sûreti algılamak için yeni bir sûret meydana getirmektedir. Böylece görme hususi bir mütekabiliyet ve göz merceği vasıtasıyla meydana gelir.

Göz merceğinde sûret hâsıl olunca o bunu gözün ortasındaki sinire ulaştırır. Bu sinirdeki ruh, durgun suya akseden şekil gibi latif bir cisimdir. Bu ruh aldığı sûreti beynin ön tarafında göze bitişik iki kanalın buluştuğu yere iletir. Burada ortak duyu vasıtasıyla iki sûret tek sûret hâlinde algılanır (Meʿâricü’l-ḳuds, s. 34-35). Ancak konuyla ilgili asıl katkıların Gazzâlî öncesi dönemde İbn Sînâ tarafından yapıldığı belirtilmelidir. Anatomi konusunda büyük bir otorite oluşu, onun görme psikolojisinde önemli başarılar kaydetmesini sağlamıştır. Görme olayının fizyolojik optik açısından matematik temellendirilişi ise İbn Sînâ’nın çağdaşı olan İbnü’l-Heysem tarafından mükemmelleştirilmiştir (Sayılı, s. 206, 228).

İşitme ve görme duyularından hangisinin daha önemli ve değerli olduğu meselesi tartışmalara konu olmuştur. Filozoflar, işitmenin görmeden önemli olduğunu, çünkü onunla karanlıkta ve aydınlıkta altı cihetten seslerin algılandığını, buna karşılık görme duyusu ile ancak karşı yönden ve güneş ışınları vasıtasıyla uyaranların algılanabildiğini belirtirler. Kelâmcıların çoğunluğu ise görme duyusunun işitme duyusuna üstünlüğünü kabul eder; çünkü işitme yoluyla sadece sesler ve sözler idrak edilir, görme duyusu ile cisimler, renkler ve bütün görüntüler algılanır. Fahreddin er-Râzî, Yûnus sûresinin 48. âyetini tefsir ederken İbn Kuteybe’nin bu âyete dayanarak işitme duyusunun görmeden daha üstün olduğunu kabul ettiğini nakleder. Râzî gerek bu görüşü gerekse aksini destekleyen delilleri ayrıntılı olarak zikreder.

Belli şeyleri idrak eden bir duyu organının bunun dışında kalan şeyleri idrak edip etmemesinin imkânı da tartışılmıştır. Filozoflar ve Mu‘tezile bunun mümkün olamayacağını ileri sürerken Ehl-i sünnet kelâmcıları algılamayı câiz görerek bu cevazı şu görüşe dayandırırlar: Algı olayı duyuların tesiri olmaksızın sırf Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşir; böyle olunca teorik olarak bir duyu organının başka bir duyu organına ait duyumu sağlaması, meselâ gözün faaliyeti neticesinde seslerin işitilmesi gibi bir durumun yaratılması imkânsız değildir. Fakat fiilî olarak bunun mümkün olmayacağı hususunda görüş birliği vardır.

İç algı güçlerinden ortak duyunun fonksiyonları, duyu algısının gerçekleşmesinde çok önemli bir rol oynar. Aristo’nun özel ve ayrı bir duyu değil de dış duyuların ortak tabiatı olarak tanımladığı bu güç (De Anima, II, 7, 418a, 20-26; III, 1, 425a, 14-17; a.e. [trc. J. Tricot], s. 425-450), İbn Sînâ’nın kaleminde ayrıntılarıyla şekillenen felsefî İslâm psikolojisinde, beş duyunun ötesinde onlardan ayrı ve hatta onların ilkesi olan bir iç duyu olarak tanımlanmıştır. Bu duyu, beynin ön bölümünde yer alan özel bir organa sahiptir.

İbn Sînâ’ya göre ortak duyu beş duyunun yöneticisi olup bunların ortak algı merkezidir. Duyu verileri orada toplanır, orada birleşir ve oradan ayrılarak dış duyu algısını yönlendirir. Ortak duyu, aynı zamanda duyu formlarını olduğu gibi saklayıp depolayan tasavvur gücü ile bu formları alıp işleyerek hayal formlarına dönüştüren mütehayyile gücünün işe karışmasıyla çağrışım, algı yanılması, halüsinasyon, rüya gibi beş duyuyu aşan iç yaşantıların duyumlandığı güçtür. Ortak duyunun, hem duyu hem de hayal formlarının algılanmasına yönelik bu ekran özelliği sebebiyle İbn Sînâ bu gücü, Aristo’nun “hayal, tahayyül gücü” anlamında kullandığı “bantasya” (phantasia) olarak da adlandırmıştır (De Anima, 41-44, 152-153, 163-165;)

Kur’ân-ı Kerîm’de, âhiret hayatı ile ilgili olarak sıkça zikredilen cennet nimetleriyle cehennem azabı özellikle duyulara hitap etmektedir (meselâ bk. el-Bakara 2/25; el-A‘râf 7/50; İbrâhîm 14/16-17; el-Kehf 18/31; el-Hac 22/19-22; Yâsîn 36/55-57). Ehl-i sünnet’in, âhiretteki yeniden dirilmenin ruh-beden bütünlüğü içinde gerçekleşeceği görüşü esas alındığında maddî ve ruhanî lezzet ve elemlerin her ikisinin de yaşanması gerekecektir. Bu durumda, dünyada insanın sahip olduğu duyuların âhirette de varlıklarını devam ettireceği sonucuna ulaşılmaktadır.

PROF. DR. HAYATİ KÖKELEKLİ

İdrak farkına varma, tanıma, kavrama, tasavvur etme, bilme gibi zihnin çok çeşitli ve karmaşık faaliyetlerini ifade eden genel bir terimdir. Kelimenin Arapça kökü olan derk “kavuşmak, yetişmek; olgunlaşmak, nihaî sınırına ulaşmak; bir araya toplamak; farketmek, anlamak ve bilmek” gibi mânalar taşımaktadır (Lisânü’l-ʿArab, “drk” md.). Kur’ân-ı Kerîm’de idrak fiil haliyle “nihaî aşamaya gelmek” (Yûnus 10/90), “ulaşmak, yetişmek” (en-Nisâ 4/78, 100; Yâsîn 36/40), “algılamak, görmek” (el-En‘âm 6/103; eş-Şuarâ 26/61) anlamlarında kullanılmıştır. Terim olarak “bir nesneyi tam mânasıyla ihata etmek, bir nesnenin sûretinin akılda hâsıl olması, bir şeyin hakikatine ait imaj ve fikirlerin algılayanın zihninde temessül etmesi” şeklinde tanımlanmaktadır. Eğer idrak, olumlu veya olumsuz hiçbir yargı ihtiva etmeden yalnızca zihinde oluşan imaj ve kavramları ifade ediyorsa tasavvur, onlar hakkında bir yargıyı da beraberinde taşıyorsa tasdik adını almaktadır (et-Taʿrîfât, “el-İdrâk” md.; Tehânevî, I, 484).

İslâm düşünürleri idrake, algılama ve bilmenin her türünü içine alacak bir genişlikte yer vermişlerdir. Modern psikolojide “duyumlar” ve “idrak” başlığı altında incelenen konuları da ihtiva edecek şekilde insanın nasıl düşündüğünü ve nasıl bildiğini açıklamaya çalışan Ortaçağ İslâm psikolojisinde idrak kavramı zihnî faaliyetin her aşaması için kullanılmıştır. Fonksiyonları itibariyle nebatî, hayvanî ve insanî olarak tasnife tâbi tutulan nefiste idrak gücü, geleneksel izaha uygun biçimde muharrik güçle birlikte hayvanî fonksiyonlar seviyesinde yer almaktadır.

Dolayısıyla aklın devrede olmadığı idrak türlerinde insan ve hayvan ortaktır. “Müdrike” adını alan idrak gücünün organ ve meleke kadrosu beş duyudan ibaret dış idrak güçleriyle hiss-i müşterek, hayal (musavvire), müfekkire (hayvanî nefis söz konusu olunca mütehayyile), vehim gücü ve hâfıza (zâkire) denen beş iç duyudan meydana gelmektedir. Bütün bu fonksiyonlar, insanı hayvandan sadece derece itibariyle değil mahiyet açısından da ayıran aklın tasarruf ve yönetimi altında aklî idrakin yani bilme hadisesinin psikolojik malzemesini oluşturur. Buna göre dış dünyadaki nesnelerden etkilenen duyu organlarından her biri aldığı izlenimleri tek tek ortak duyuya iletir. Ortak duyu bu verilerin topluca algılandığı merkezdir.

Dış duyuların idrakine “ihsas” (duyum) denir. Bir etkilenmenin sonucunda oluşan ihsas mevcut nesneyi, ondaki nasıllık, nicelik, yer ve durum gibi özel görünüşleri içinde topluca algılamaktır. Hayal gücü ise ortak duyudaki duyu formlarının nesneden bağımsız olarak yeniden idrak edildiği ve başka melekelerin işleyişine sunulmak üzere tutulduğu merkezdir. Mütehayyile denilen asıl hayal gücü bu formların alınıp işlenmesinde aracı rolü üstlenmiştir. Vehim gücü de duyu formlarındaki yararlı-zararlı, haz ve elem gibi cüz’î anlamları idrak eder ve bu anlamlar hâfızada toplanır. Şu halde idrak olayı ortak duyuda hissî, hayal veya musavvirede hayalî, vehim gücünde de vehmî bir karakter taşımaktadır.

Bunların üstündeki aklî idrak seviyesinde ise tahayyül fonksiyonu aklın aktif yönetimine girer ve mütehayyile gücü müfekkire adını alır; onun fonksiyonu düşünmedir. Düşünme, maddî bağlantılarından henüz kopmamış hayal formlarının küllî ve soyut kavramlara ulaşacak tarzda kullanılışı ve küllî bilgiye yöneliştir. Bu yönelişin aklî istidlâle ait şartları yerine getirmesi ve asıl soyut gerçeklerle buluşması durumunda aklî idrak yani bilme meydana gelir.

İster hissî ister aklî olsun mahiyeti bakımından idrak, idrak edilen şeyin sûretini, kopyasını almaktır; algılanan şey dıştaki hakikat değil onun hisseden duyu organında meydana gelen bir benzeridir. Hissedilen şeyin şuurda anlam kazanması, ancak duyu organınca algılanması ve onda iz bırakması ile olur. Akıl ile kavranılan şeyler için de durum aynıdır. Akledilir şey (mâkul), nefiste imajı oluşan hakikatin benzeridir (İbn Sînâ, en-Necât, s. 168; Gazzâlî, Meʿâricü’l-ḳuds, s. 66). Sonuçta her idrak bir soyutlama işlemidir. Bu işlem duyum idrakleriyle başlar ve derece derece yükselerek aklî kavramların oluşmasıyla en yüksek noktasına ulaşır. Sûretin maddeden ve maddî ilişkilerden tecrit edilmesi için dış ve iç duyuların faaliyetlerine ihtiyaç vardır (İbn Sînâ, en-Necât, s. 169; a.mlf., Avicenna’s de Anima, s. 58-59). 

Aklî idrak dışındaki idrak türlerinin hepsi için madde ve maddî ilintilerin varlığı gereklidir, ancak bunlarda tam soyutlama yapılamaz. Aklî idrak ise tam ve mükemmel bir soyutlamadır. Akıl şahıslara göre değişmeyen küllî mânayı idrak eder. Nesnenin varlığının hazır veya gaip, uzakta yahut yakında olması durumu değiştirmez. Akıl fizik ve metafizik âleme nüfuz eder ve bunlardaki gerçekleri çekip çıkarır, soyutlar. Eğer idrak edilen şey tamamıyla mânevî bir özellikte ise Gazzâlî’ye göre onu soyutlamaya ihtiyaç duymaksızın da idrak edebilir (Meʿâricü’l-ḳuds, s. 68). Bu aşamada Gazzâlî, aklî idrakten sonra zevke dayalı tasavvufî idraki söz konusu etmektedir. Gazzâlî, nebevî hakikatlerin aklı aşan bir boyutunun bulunduğunu ve bu boyutun ancak tasavvufî zevk vasıtalarıyla idrak olunabileceğini söyler (el-Münḳıẕ mine’ḍ-ḍalâl, s. 72-83).

Günümüz psikolojisinde bütün ayrıntılarıyla incelenen, idraki tayin eden yapı ve fonksiyonel faktörlerin varlığı yüzeysel ve basit de olsa müslüman düşünürlerce farkedilmiştir. İbn Sînâ, dikkat hallerinin bilgi edinmedeki seçici rolü üzerinde dururken (Avicenna’s de Anima, s. 170-171) Muhyiddin İbnü’l-Arabî, hızla döndürülen bir ateş parçasının bütün bir daire ya da düz çizgi şeklinde algılanmasını duyu organlarından bağımsız olarak hareketin süratine bağlayıp açıklamıştır (el-Fütûḥât, III, 138). Aynı zamanda İbnü’l-Arabî, duyum ve idrakin değeri konusunda bütün İslâm kültür çevresine mal olmuş bulunan görüşleri dile getirir. Buna göre duyunun idrak ettiği şey doğru ve gerçektir, yanılma hüküm veren akla aittir. Duyu asla yanlışlık yapmaz. Akıl da idrak ettiği şeyde kesinlikle hata etmez; yanılma hükümde olur (a.g.e., II, 395, 397).

PROF. DR. HAYATİ KÖKELEKLİ

Peki, insanı en çok hangi duygu üretken yapar?

İnsan yaptığı işi seviyorsa üretkendir. İn­san yaptığı işi yaparken akış duygusuna kapılı­yorsa üretken bir hayat sürdürüyor. Yaptığı işin anlamlı bir iş olduğuna inanan insanlar, fayda­lı olma bilinciyle üretken olabilirler. En temel şart, insanın hayatı ve yaptığı işi sevmesidir.

Hüzün ve keder ilişkisini konuşmak iste­rim. Arasında nasıl bir fark var?

Hüzün, bir misafir gibidir ara ara gelir ve gider. İçimizin en tenha köşeleriyle bizi buluş­turur. Hayatın gelip geçiciliğini hissettirir. O an için hayattan çok büyük bir neşe duymayız ama bazı şeyleri de daha derinlemesine yaşarız. Klinik depresyon, çok ağır mutsuzluk halidir. Bu durumda hayat durmuştur ve kişi etrafında güzel şeyler olsa da hiçbir şeyden lezzet almaz hale gelir. Hüzünlü insan ise hayattan lezzet alır

Bu durum melankoliye benziyor mu?

Melankoli daha depresif bir durumdur. Eskiden melankoli, hüzünlü halleri tasvir et­mek için kullanılmıştır. Günümüzde melankolik depresyon dediğimiz zaman klinik düzeyde bir depresyonu anlıyoruz. Dolayısıyla hüznü tedavi etmeyelim ama depresyonu gördüğümüz yerde iyileştirelim. Onun insanları felç etmesine izin vermeyelim. Hüzün, insanın derinleşmesine yol açtığı için üretkenliği de arttırabilir.

PROF. KEMAL SAYAR

PROF. KEMAL SAYAR / “Mutluluğun Bilimi” / Ankara Palas Buluşmaları


Günümüzde insanlar genelde mutsuzluk­tan dert yanıyor. Sizce neden mutsuzuz?

İnsanlar anlam duygusunu kaybettikleri ve neden yaşadıklarını bilmedikleri için mutsuzlar. Materyal zenginliğin ortasında ruhlarıyla baş başa kalamadıkları için Yaratıcıyla gerçek ve içten bir iletişim kuramadıkları için mutsuzlar. İnsanlar, sosyal ilişkiler yıprandığı ve birbirleri­ne artık çare olamadıkları için mutsuz. Modern çağda mutsuzluğun en temel sebebinin, anlam kaybı ve toplumsal olanın kaybı olduğunu söy­leyebiliriz.

Uzmanlar genelde anksiyetenin modern toplumun hastalığı olduğu görüşünde. Sizin bu konuda yorumunuz nedir? Sizce bu has­talık neden artıyor?

Anksiyete durumu, belirsizlikle ortaya çı­kan bir durumdur. İnsanlar gelecekten emin olmadıklarında ve geleceğin neler getireceğini çok iyi tahmin edemedikleri zaman anksiyete sorunu yaşayabiliyorlar. Tabii bir de her şeyi kontrol etme istediğimizden kurtulmamız la­zım. Hayat kendini kolaylıkla ele veren bir du­rum değil, hayatta her şeyi tam manasıyla kont­rol edemeyiz. Modern dünya biraz da kontrol isteği üzerine kurulmuştur. Her şeyin elimizin altında kurulmasını bekliyor ve hayatı uzaktan kumanda ile kontrol edebileceğimizi zannediyo­ruz. Bu yanıltıcı bir düşünce; eğer insan her şeyi kontrol edebileceği düşüncesinden sıyrılırsa, anksiyeten kurtulur diye düşünüyorum.

İnsanlar sosyal medya üzerinden her anını paylaşıyor. Mutlu olmasalar da çok mutluymuş gibi davranıyorlar. Bir psikiyatrist olarak in­sanların sosyal medya ile ilişkisini nasıl değer­lendirirsiniz?

Sosyal medya insanların çok kolaylık­la –mış gibi davranabildiği bir mecra. Orada olduğumuz gibi değil, olmak istediğimiz gibi davranıyoruz. Aslında kişiliğimizde göstermek istediğimiz tarafları yansıtıyor ya da kendi kişi­liğimizi cilalatıp parlatıyoruz. Kimlik egzersizi gibi herkes kendinin ne olabileceğini biraz ora­da göstermeye çalışıyor. Kendimize ait hayal­lerimizi, ümitlerimizi ve beklentilerimizi oraya yansıtıyoruz. Göründüğümüz kadar var olduğu­muzu zannettiğimiz bir çağda yaşıyoruz.

Sosyal medyada giderek artan şiddet eği­limleri de var. Herkes herkesin alanına çok kolay müdahale edebiliyor. İnsanlarda artan şiddet eğilimini nasıl yorumlarsınız?

İnsan görmediği zaman bir başkasına çok kolay düşmanlık geliştirebilir; gözlerine baktığı kişiye ise çok kolay şiddet uygulayamaz. Oysa sosyal medyada aynı futbol tribünlerinde ol­duğu gibi insanlar anonimlik zırhının arkasına saklanıp çok kolay nefret ve öfke hareketlerine savrulabiliyor. Burada birkaç faktör var. Birisi anonimlik zırhı; binlerce ya da on binlerce in­sanın içerisinden sahte bir isimle fark edilme­yeceği düşüncesi bizi daha kayıtsız davranma­ya yönlendiriyor. Bir diğeri ise internet ortamı; burası dürtüselliği çok kışkırtan bir ortam yani aklımıza geleni çok hızlı eyleme dönüştürebili­yoruz. Normalde yüz yüze olduğumuz ve öfke­lendiğimiz insana karşı duygularımızı tutarız; hemen ifade etmeyiz, daha sakınımlı davranırız. Oysa internet ortamında çok hızlı ve dürtüsel bir şekilde ve düşünmeden fevri olarak hareket edebiliyoruz. Bu da öfke söylemlerini artırıyor.

Peki, mutluluğun psikolojide karşılığı ne­dir? İnsanlar nasıl mutlu olabilir?

Mutluluk, yetinmeyi bilmekle olur. Mutlu­luk, andan zevk almayı bilmekle olur. Mutluluk, dostlara yeterince zaman ayırmayı başarmakla olur. İnsan sevdiklerine iyi zaman ayırırsa, sev­diklerini yeterince severse, sosyal ilişkilerini derin ve geniş tutarsa, mutlu olma ihtimali ar­tar. Mutluluk, insan bir anlam duygusuna sahip olduğunda olur. Niçin yaşadığını, hayatını ne­yin aydınlattığını bilirse insan daha fazla mutlu olacaktır. Bu dünyada neden var olduğu bilinci, mutluluğa götürür.

Kitaplarınızda genelde “Merhamet” duy­gusu üzerine yoğunlaşıyorsunuz. Peki, neden “Merhamet” duygusu?

Günümüzde en temel meselenin merha­met olduğunu düşünüyorum. İnsanlar birbirine karşı çok kırıcı ve acımasız. Merhamet duygu­sunun ilköğretimden başlayarak okullarda bir ders olarak okutulması lazım. Çocuklara cana kıymanın kötülüğünün en başta öğretilmesi ge­rekiyor. Bugün dünyada büyük bir mülteci krizi ve bununda merkezinde yine merhametsizlik var. Mülteciler gittikleri her yerde güzel karşı­lanmıyor. Çok acımasız muamelelere maruz kalabiliyorlar. Bütün bunlar toplumda en büyük meselemizin empati ve merhamet olduğunu dü­şündürüyor.

Eğer Allah’ın nimetlerini sayacak olsanız, onu hesaplayamazsınız. Kuşkusuz, Allah, Çok Bağışlayıcı’dır, Rahmeti Kesintisiz’dir.

Nimet nedir? Dünya ve ahiretimize faydalı olan her şeydir. Sadece dünyamıza faydalı, ahiretimize zararlı şeyler ise nimet değil eziyettir. Ahirete hiçbir yararı olmayan dünya nimetine nimet denilmesi hatadır. Dünyada ancak cennete vesile olan şeyler gerçek anlamda nimettir. Allah’a ibadet etmeyi sağlayan imkânlar, muhtaçlara Allah rızası için verilenler ve Allah için ilim öğretmek gibi…

İnsan kendisine ve çevresine baktığında, kendisinin hiçbir katkısının olmadığı pek çok nimeti görebilir. Yeryüzünde verilen imkânlar; mal, mevki, anne baba, eş, evlat, akraba bunlardandır. Melekler, günler, aylar, yıllar, güneş, ay, yıldızlar, geçim vasıtaları, ulaşım araçları, evler, bahçeler, denizler, nehirler, dağlar, taşlar, bulutlar, yağmurlar, bitkiler, sebzeler, meyveler, türlü türlü hayvanlar ve onlardan yararlanma yolları gibi saymakla bitiremeyeceğimiz nimetlerin hepsi Allah Tealâ’nın lütfundandır. Bunlar, sürekli gördüğümüz için körleştiğimiz ya da gözümüzde sıradanlaşan nimetlerdir.

İnsanın yaratılışı, el, ayak, göz gibi sahip olduğu mükemmel organlar; görme duyma, koklama, tatma, dokunma, irade, idrak, zekâ, nefs, akıl, kalp ve ruh bize emanet edilen büyük nimetlerdir. İnsanların bu nimetlerin farkına varması ve şükretmesi gerekir. Allah Tealâ insanlardan bunu istiyor.

Yediklerimiz ve içtiklerimiz her gün tattığımız nimetlerdendir. Yemekten sonra hamd ederiz. Çünkü Allah Tealâ: “Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin en temiz olanlarından yiyin, Allah’a şükredin, eğer gerçekten ona kulluk ediyorsanız…” (Bakara 172) buyurur. Efendimiz s.a.v. de: “Allah Tealâ, kulunun bir şey yedikten, bir şey içtikten sonra hamd etmesinden hoşnut olur.” buyuruyor. (Müslim, Zikir, 89)

İnsan susuz kalsa bir bardak su karşılığında ne isteseler verir. Bir bardak su için çok şey verebilen insan, su içinde boğulmak üzere olsa ve kurtarılma karşılığında servetini isteseler, bir nefes alabilme uğruna servetini verir. O bir nefes olmasa diğer bütün nimetler boşa gider.

Şükründen gafil olduğumuz bütün nimetler vebaldir. Gölde boğulmak üzere olan birini birisi kurtarsa ya da kazada yaralanan birini hastaneye yetiştirse, kurtulan kişi kurtarana “hayatımı sana borçluyum” der, ömür boyu minnet duyar. Birkaç nefeslik yardım bile hayat boyu minnete vesile olurken, hayatımız boyunca bize her gün her an nefes alıp verdiren Cenab-ı Hakk’a minnet duyulmaz mı? Şu halde sadece nefes nimeti bile şükrü ödenemeyecek bir nimet olarak kaşımızda durmuyor mu?

Bir gün yaşlı bir adam aniden hastalanır, hastaneye kaldırılır. Gerekli muayeneler yapıldıktan sonra oksijen bağlanır. Beş günlük tedavinin ardından yaşlı adam kendine gelip canlanır. Nihayet taburcu olurken, hastane masrafları için beş bin liralık fatura önüne konulur. Adam “Ne yaptınız ki bu kadar para istiyorsunuz?” diye sorar. Derler ki “Amcacığım, sana beş gün boyunca oksijen verdik.” Adam ağlamaya başlar. “Üzülme amca, paran yoksa taksitle de ödeyebilirsin.” diye teselli etmeye çalışırlar. Yaşlı adam; “Hayır, param da var kartım da… Ödeme sorun değil.” der. Görevliler şaşırır. “Peki, sorun ne?” diye merak ederler. Bunun üzerine yaşlı adam şöyle der: “Siz benden beş günlük oksijen için beş bin lira istiyorsunuz. Rabbim bana yetmiş beş yıldır oksijen veriyor. Ben bunun hesabını nasıl öderim!”

Hamd ve şükürle ödeyebiliriz belki.

İnsanın Anlam Arayışı 

Başında kölelerine yelpazeler sallattıran Roma imparatoru evimizdeki, iş yerimizdeki klimaları göremedi. Etrafındakilerin imrenerek baktığı cam kavanozlarda soğuk su içen Bizans Kralı, buzdolaplarımızdaki suyu tatmadı. İran Kisrası’nın koltukları bizim koltuk takımlarımız kadar rahat değildi. Padişahlar şofben veya doğal gaz kombilerimizi görseler ne derdi? Önceki asırlarda aylarca süren yolculuktan sonra hacca gidebilen hacılar, artık klimalı uçaklarla birkaç saatte kutsal topraklara varabiliyor. Fersah fersah yollar kısa sürede katedilebiliyor. Klimalı otellerde konaklanıyor. Arafat’ta bile klimalı çadırlarda vakfe yapanlar var. Hâlâ bazı insanlar kanaat edemiyor.

Kralların, padişahların akıllarına bile gelmeyen nimetler içinde yaşıyoruz. Evlerimizde yok yok. Çamaşır ve bulaşık makinelerinden tutun, suyumuzu soğutan, yemeklerimizi saklayan buzdolapları artık sıradan ev eşyası. Yaz kış meyve sebze yiyebiliyoruz. Bunca nimetler içinde yüzerken nefsimiz hep fazlasını arıyor. Onlarca çeşit yiyeceğimiz giyeceğimiz varken aç ve açıkta kalacakmışız endişesine kapılıyoruz. Bu şükürsüzlük içinde nimetler çoğalırken gönlümüz daralıyor. İnsanlar kanaati gitgide kaybediyor, daha fazlası için azgınlık ve kavga büyüyor.

Şükür bir imtihandır. Hayatımızda şükür imtihanı da var, sabır imtihanı da. Allah bazen darlık verir, sabır ister. Bazen bolluk verir, şükür ister. Bazen hastalık, bazen sağlık verir. Buharî ve Müslim’de geçen uzunca bir hadis-i şerifte bir cilt hastasının, bir kelin, bir de körün ibret dolu hikâyeleri ve şükür imtihanları anlatılır. Bu üç kişi hastalıktan sonra kendilerine sağlık ve mal verilmiş kişilerdir. Fakat ikisi şükür yerine geçmişi unutup Allah Tealâ’ya nankörlük eder. Sonuçta bu üç kişiden sadece kör olanı imtihanı kazanır.

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de İbrahim a.s., Nuh a.s. ve Davut a.s.’ın şükründen bahsederken, Kalem suresinde “bahçe sahipleri”nin nankörlüğü ve helakini haber verir. Yine Kasas suresinde Musa a.s.’ın amcaoğlu Karun’un büyük zenginliğine rağmen şükürsüzlük edip nimeti kendinden bilmesi, böylece nankörlük etmesiyle kötü akıbeti bildirilir.

Şükür, hayattaki güzellikleri görebilmektir:

Şehirde bahçeli bir villada yaşayan zengin bir adam, çocuğunu bu zenginliğin kıymetini anlaması için köyüne götürür. Çocuk akşam eve dönerken; “Babacığım çok teşekkür ederim, ne kadar fakir olduğumuzu anladım.” deyince şaşırır. “Nasıl yani?” deyince oğlu der ki: “Babacığım, bizim bahçemizde birkaç ağaç varken köydekilerin ormanı var. Bizim birkaç sokak lambamız varken, onların sayısız yıldızı ve dolunayı var. Bizim birkaç metrekare havuzumuz varken onların upuzun dereleri var. Bizim bir bekçi köpeğimiz varken onların onlarca köpekleri var. Fakirliğimizi ve dünyadaki zenginlikleri gösterdiğin için teşekkürler.”

Ya Rabbim Beni Bana Bırakma

Ahlâkı bozuk insanlar şükürden kaçarlar. Günümüzde şükürsüzler çoğalmaktadır. Şükredenler ise azdır; gittikçe de azalmaktadır. Zaten Rabbimiz “Beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin ve nankörlük etmeyin.” (Bakara 152) ayet-i kerimesiyle şükretmemizi emretmesine ve nankörlük etmememiz hususunda uyarmasına rağmen “Şüphesiz Rabbin insanlara karşı lütuf sahibidir, fakat insanların çoğu şükretmezler.” (Neml 73) buyurarak, insanların çoğunun şükretmediğini bildiriyor. Günümüzde bazı kimselere şükürle, kanaatle ilgili nasihat edilse, “İnsanların çoğu böyle yapıyor, böyle yapan tek ben değilim ki!” diyerek karşılık verir. Fakat Kur’an-ı Kerim’de insanların çoğunun inanmadığı da belirtiliyor. İnanmayanın şükrü de olmaz. Bu yüzden şükreden azdır. Allah’a inanan kişi onlar gibi şükürsüz yaşamamalıdır.

Bugün etrafımıza baktığımızda ayetlerin tezahürü açıkça görülür. İnsanı yaratan Allah, elbette insanı daha iyi biliyor. Kur’an-ı Hakim’de insanların çoğu için O şöyle buyurur: “İnsanların çoğu inanmaz.” (Raad 1), “İnsanların çoğu şükretmez.” (Bakara 243). Yine insanların azı içinse “Zaten onunla beraber inanan pek azdı.” (Hud 40) ve “Şükreden kullarım azdır.” (Sebe 13) buyuruyor. “Şükürsüz ve kanaatsiz olan bir ben değilim, insanların çoğu böyle yapıyor” diyenler bu ayetleri bir kez daha düşünmelidir.

Çoğunluğa mı uyacağız, Hakk’a ve hakikate mi? Peygamberimiz s.a.v. Hira’da tek kişi olarak vazifeye başlamıştı. İlk inananlardan Hz. Ebubekir r.a. o andaki çoğunluk olan müşrikleri değil, hakkı seçti. Biz de sayısal çoğunluğa değil, Hakk’a iman ediyoruz. Hakk’a uyuyoruz. Bir şeyin hakikat oluşu ona inananların sayısıyla değil, gerçek olup olmadığıyla alakalıdır. Müslüman, hakikat ehli az da olsa, Hz. Ebubekir r.a. gibi bu azlardan olmaya çalışmalıdır.

Nimete karşı şükürsüzlük inkâr ve nankörlüktür. Nankörlük küfür demektir. Küfrün bir anlamı imansızlıkken bir diğer anlamı da nankörlüktür. Hakk’ı inkâr edenler kendilerine hayat veren ve dünyadaki her şeyi bahşedeni tanımadıkları için nankördür. Bu nankörlüklerinden dolayı kendileri için kâfir kelimesi kullanılır. Arapçada inkâr ve nankörlük edenlere “kâfir”, şükredenlere de “şâkir” denir.

Günümüzde hızlıca zengin olma, asla elindeki ile yetinmeme, kısa yoldan köşeyi dönme anlayışı rağbet görüyor. Nimetin kadrini bilenler azalıyor, bilmeyenler çoğalıyor. Fakir fukarayı düşünmeyen müslümanları görmek, İslâm ahlâkından ne kadar uzaklaşıldığını anlamak için çevremize şöyle bir göz atmak yeterli. Çünkü şükürsüzlük insanları bencilleştirdi. Bencil insan gelecek kaygısı ile sadece kendisi için biriktirir. Şâkir paylaşırken, nankör yardımlaşmaktan çekinir. Nankörlük huyu insanı tüketir ve ceza olarak yeter. Şükür insanı Rabbi ile, kaderi ile, kendisiyle barıştırıp ayakta tutarken, nankörlük insanı yakar, yıkar.

Kâinatın hikmetini ve insanın mahiyetini kavrayabilmek şükürle mümkündür. Allah Tealâ Kur’an-ı Kerim’de, “Andolsun ki biz Lokman’a ‘Allah’a şükret’ diyerek hikmet verdik.’’ (Lokman 12) buyurur. Ayet-i kerime şükredene hikmet verileceğini beyan eder. Bu hikmetle kişi Allah Tealâ’nın dünyada kahır suretinde görünen tecellilerini lütuf olarak idrak eder. Hacı Bayram Velî k.s.’nin: “Hoştur bana senden gelen / Ya gonca gül yahut diken” demesi bu tecellileri fark ettiği içindir.

İnsanların büyük kısmı kahır içindeki lütfu veya lütuf içindeki kahrı ancak zamanla ve kendisi için büyük hadiselerin yaşanmasıyla görebilir. Avam kısmına düşen, doğrudan nimet tezahürü karşısında şükür, kahır tezahürü karşısında sabırdır. Manen seçkin (havas) kullar için ilahî tecellilerin hepsinde durum aynıdır. Rabbine karşı tavrı değişmez. Onlar bilir ki kahır içinde hamd halinin devamı, daha büyük kahırlardan muhafaza ettiği gibi onun lütfa dönüşmesine de vesile olur.

Hz. Peygamber s.a.v. her tecelli karşısında, “Elhamdü lillâhi alâ külli hâl: Her durum için Allah’a hamd olsun!” ifadesinin zikredilmesini tavsiye ve telkin buyurmuşlardır. Bu hale ulaşamayanlar, gafletleri sebebiyle kadere karşı bir nevi tavır almış olurlar. Elbette hamde vesile bu her durumun iki istisnası vardır: Küfür ve dalâlet… Bu durumda şöyle demek lazımdır: “Elhamdü lillâhi alâ külli hâl, sive’l-küfri ve’d-dalâl: Küfür ve sapkınlık hariç, her durum için Allah’a hamd olsun.”

Kahır suretinde görünen lütfa misal olarak Hz. Yakup a.s. ve Hz. Yusuf a.s.’ın başına gelen tecelliler ve Hudeybiye Antlaşması zikredilebilir. Lütuf suretindeki kahra gelince, buna da Hud a.s.’ın kavmi olan Âd’ın hali açık bir misaldir. Onlar, gökyüzünü kaplamış ve azap olarak gönderilen bulutları gördüklerinde, yağmur yağacak, diyerek sevinmişlerdi. Fakat yağmur yağmamış ve Âd kavmi fırtınaların arasında helak olmuştur.

Dünya nimetlerine aldananlar, lütuf görünümlü azaba uğradıklarını ahirette anlayacaklardır. Dünyada sıkıntı çeken müminler de kahır görünen lütufları cennette yakînen göreceklerdir inşallah.

Ayrıca Rabbimiz İbrahim suresi 7. ayette: “Yemin olsun, şükrederseniz elbette nimetinizi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok çetindir.” buyurmaktadır. Şükür nimetleri artırır, Allah’a ulaştırır. Ayrıca insanı zâhiren ve bâtınen zenginleştirir, ahlâkı güzelleştirir.

Şükretmek onurlu bir tavır, her türlü ruhî sıkıntıya ilaç ve mutluluğun anahtarıdır. Şükredenler cömert, mütevazi, affedici, yapıcı, olgun, olumlu, iyimser ve kolay çözüm yolu bulan pozitif insanlardır. Şükreden, nimetin Allah Tealâ’dan olduğunu kalbiyle kavrar, sonra diliyle O’nu yüceltir ve O’nun fazl u keremini güzel bir edeple karşılar. “Verdiğin ve vermediğin her şeye şükürler olsun. Hak etmediğim halde ihsan ettiğin nimetini aldım. Kabul ettim. Razıyım. Mutluyum. Sana hamd ü senalar olsun Allahım” der.

Yalnızca dil ile yapılan şükür alt seviyede bir şükürdür. Bir üst derecedeki şükür, her nimetin şükrünü, kendi cinsinden bir amelle yerine getirmektir. Mesela âlimlerin şükrü ilmiyle amel etmek ve başkalarına da öğretmektir. “Allah sana nasıl ihsan etmişse, sen de öylece ihsan et.” (Kasas 77) ayeti mucibince zenginlerin şükrü yardım ve infaktır. Güzel ahlâk sahibinin şükrü kendisindeki bütün güzelliklerin Rabbinden geldiğini idrak etmek ve etrafına güzel örnek olmaktır. Seyr u sülûk ehlinin şükrü de tâbi oldukları mürşid-i kâmilin terbiye metotlarına uymaları, haram ve helale dikkat ederek hedefe vasıl oluncaya kadar azimle çalışmaları ve maneviyat yoluna zarar verecek her şeyden sakınmalarıdır.

Sıhhatin şükrü, sağlıklı bedenini Allah Tealâ’ya itaatte kullanmaktır. Hastaların ve fakirlerin şükrü sabırdır. İçinde bulundukları halin bu dünyada geçici bir imtihan için verildiğini idrak ederek teslimiyet ve rıza halinde yaşamaktır. Sabırlı fakirler ile şükür ehli zenginler ilahî rızada aynıdır.

Görüldüğü üzere dil ile şükürden sonraki şükür, ibadetleri yerine getirip haramlardan uzak durarak Allah Tealâ’ya itaat halinde bulunmaktır. Her nimetin hakkını vermektir. Nihayetinde gerçek şükür, şükürden bile aciz ve noksan olduğunu itiraf edebilmektir.

Allah Tealâ, “Şükredenlere ise muhakkak mükâfat vereceğiz.” (Âl-i İmran 145) ve “Şükreder ve inanırsanız Allah sizi niye azaba uğratsın?” (Nisa 147) beyanlarıyla şükrün mükâfata vesile olduğunu ve azabı engellediğini müjdelemekte. Ayrıca şükür, tıpkı zikir ve fikir gibi mübahları sevaba çeviren bir ibadettir. Mesela su içmek mübah bir iştir. Yani sevabı veya günahı yoktur. Fakat suyun hikmetlerini düşünen, suyu vereni zikreden, yani besmele ile suyu içtikten sonra şükreden kul, mübah olan bir işi mükâfatı olan bir ibadete dönüştürmüş olur.

Şükür Allah’a teşekkürdür. En çok teşekkür kime yapılır? Elbette en çok iyilik yapana. Bize en çok iyiliği yapan elbette Allah Tealâ’dır. Annemiz, babamız, eşimiz, çocuklarımız, dostlarımız gibi bize ikram edeni severiz. Kimden iyilik görürsek ona teşekkür eder, onu anar, ona muhabbet besleriz. Bize en çok iyilik ve ikram edenin Allah Tealâ olduğunu da unutmamalıyız. O’nu anmalı, O’na muhabbet beslemeli ve şükretmeliyiz.

Şükür ve teşekkür ederken sıralamaya dikkat etmek gerekir. Başta Âlemlerin Rabbi’ne hamd ve şükredilir. Sonra teşekkür mahiyetinde Efendimiz s.a.v.’e salât u selam getirilir. Bize Rabbimizi tanıtan peygamberler ve Allah dostları, Allah’tan sonra en çok iyilik gördüklerimizdir. Onlar vesilesiyle Rabbimizi tanır, rızasını kazanırız. Cennete vesile oldukları için onlara da teşekkür etmeliyiz.

Allah’a hamd, Rasulü’ne salât O’nun emri olduğu gibi “Bana ve anne babana şükret.” (Lokman 14) ayet-i kerimesinde buyurulduğu üzere dünyaya gelmemize vesile olan anne babamıza teşekkür etmek de O’nun emridir. Hatta mümin, tüm iyilik sahibi insanlara teşekkür etmelidir. Bize iyiliği dokunan insanlara teşekkürün Allah’a şükür olduğunu unutmamalıyız. Peygamberimiz s.a.v., “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmiş olmaz.” (Tirmizî, Birr ve Sıla 35) buyurmaktadır. Allah dostlarına, âlimlere, yöneticilere teşekkür gibi bize iyiliği dokunan herkese teşekkür, Allah’a şükür sayılır

Elbette insanlara teşekkür ederken bütün iyiliklerin Allah Tealâ’dan olduğunu hatırlayarak, “Size ulaşan her nimet Allah’tandır.” (Nahl 53) ayet-i kerimesi mucibince nimetleri O’ndan bilmelidir. Rabbini unutup çıkarları için sadece insanlara teşekkür edenlerin, nimeti O’ndan bilmeyenlerin övgüsü yalan ve dalkavukluktan ibarettir, menfaat teşekkürüdür.

Hamd ve şükür birbirinin yerine kullanılabilen yakın anlamlara sahip kavramlardır. Hamd, bir nimete karşı ya da karşılıksız yapılırken, şükür genelde nimetten dolayı yapılır. Hamd, lütuf ve kahrın hepsinde olur. Her durumda Allah’a hamd edilir. Hamd ile kahır da lütuf da hoş görülürken; şükür sadece lütufla olur. Kısaca hamd hikmet gereği genel olarak, şükür nimet gereği özel olarak yapılır.

Âlimlerimizden Râgıb el-İsfahânî rh.a.’e göre nimeti vereni övgüyle anmak, “elhamdülillah” demek veya “Allahım sana şükürler olsun demek” dille şükürdür. Nimeti hatırda tutarak onu verenin Allah Tealâ olduğunu unutmamak kalp ile şükürdür. Nimet sahibine layık olduğu şekilde ibadetlerle karşılık vermek ise bedenle yapılan şükürdür. Yine el-İsfahânî’ye göre kendinden üstün olana şükür, hizmetle, övgü ve dua ile yapılır. Aynı seviyede olana iyilikle karşılık vererek, aşağı seviyede olan birisine ise onu ödüllendirerek şükür gerçekleşir.

Şükür ve aynı kökten gelen kelimeler Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde geçer. Dilimizde de şükürle ilgili birçok deyim vardır. Mesela eskiler, servetini Allah Tealâ’nın rızası için sarf eden zenginleri ifade etmek üzere “ağniyâ-i şâkirînden olmak” tabirini kullanırmış. Bugün de “şükran borcu” ifadesiyle gördüğümüz bir iyiliğe karşı teşekkürün borç olduğunu hatırlarız. Bir nimete eriştiğimizde yaptığımız “şükür secdesi”yle Efendimiz s.a.v.’in bir sünnetine uyarız. Ramazan bayramının diğer adı “şeker” değil, “şükür bayramı”dır. Belki çocukların marifetiyle şükür zaman içinde şekere dönüşmüş. Şükür kelimesinin böyle türlü şekillerde dilimizde yer edinmesi, gönlümüzde de yer edinmesine bir yol açar.

Gönülde yer eden şükür ve hamd, Allah Tealâ’yı yüceltmektir, övmektir, anmaktır, zikretmektir. İyiliğe saygıdır. Hürmettir, minnettar olmaktır. Geçmişi mutluluk, geleceği umuttur. Tıpkı zikir gibi hamd ve şükür de kalbin şifasıdır. Nimeti veren Yüce Mevlâ’yı anarak nimete ulaşma mutluluğunu açıkça dile getirmektir. Duadır, iyiliğe vefadır. Nimette Rabbimizi görmek, O’na kulluk ve itaattir. Bununla ilgili olarak Kuşeyrî Risalesi’nde geçtiği üzere Ebu Bekir Şiblî k.s. der ki: “Şükür, sadece nimeti görerek körleşmek yerine, nimeti vereni de görmektir.”

RAHMAN RAHİM OLAN ALLAHIN ADIYLA 

Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez. Herkesin yaptığı iyilik lehine, kötülük de aleyhinedir. “Rabb’imiz! Unutur veya yanlış yaparsak, bizi sorumlu tutma. Rabb’imiz! Bize daha öncekilere yüklediğin gibi zor şeyler yükleme. Rabb’imiz! Bize gücümüzün üzerinde bir sorumluluk yükleme. Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen, Mevlamız’sın. Gerçeği yalanlayan nankörler toplumuna karşı bize yardım et. Bakara 286

Kur’an; Allah kelamı olarak sadece doğruyu bildiren, insana yakışanı ilan eden, hak ve adil olanı isteyen, güzellik ve ihsana yönelik, esenlik ve hidayet kaynağıdır. Çünkü Yüce Allah güzeldir, güzel yaratır ve güzeli sever.

Yüce Allah, kullardan fıtratta verdikleri iman ve sadakat sözünden başkaca bir şey asla istemez. Din adına tüm emir ve yasakları, tüm sınırları, tüm öğüt ve azarlamaları hep buna dairdir ve bunun ispatı mahiyetindedir. Çünkü iman sınavın kendisi, din o imanı bulabilmek için yaşanılması gerekendir. Dinle ve müslüman olmakla yetinenler bu yüzden imana uzaktır ve şekilcilikten öte gidemedikleri için de cennetleri ancak uzaktan yahut bir süre cehenneme konuk olduktan sonra görebilirler.
İman Kur’an’ın ilk emridir. Kulluk ve ibadetten de öncedir ve hatta amelden de. Çünkü iman niyet faslından doğar ve daha o şey amele dönüşmeden sevap veya günah olarak hanelere yazılır. Kur’an teni, dili, dini, cinsi ne olursa olsun herkes için önce ve daima iman emreder ki diğerleri yok sadece iman varsa bu şefaat sebebi, diğerleri var ama iman yoksa bu afsızlık sebebidir.

Peki bizler ne anlıyor ve yapıyoruz?

Kur’an’dan da evvel gelen imanı yok sayıp, ezbere dayandırıp, Amentü duasını okumak farz edip, inandık deyip geçiyoruz ve şartlarından, çeşitlerinden, türevlerinden ve gereklerinden habersiz olarak ve aslında iman etmeyerek münafıklık ediyoruz. İmandan nasipsiz olduğumuz için yasak ve haramlara dalıp, günahlarda yüzüyor, iyilik yerine paraya, sevgi yerine şöhrete, infak yerine nifak sergiliyoruz. Bunların her biri başlı başına bir felaket habercisi olduğu halde o günahların vebalinden bile çekinmeden fütursuzca yenilerini işlemeye devam ediyoruz. Uslanmıyoruz, akıllanmıyoruz, korkmuyoruz. Oysa tek korkulacak olan Yüce Allah’tır.

Kur’an aklını kullanmayanlar üzerine (kullanamayanlar değil) pislik attığını duyurduğu halde aklı kenara koyuyor, öğrenmeye ve anlamaya çalışmadan, ilkokul bilgilerimizle tüm dünyaya İslam örneği olmaya çalışıyor, cumalarda söylenenlerle dini şekillendirip Kur’an’dan habersiz yaşıyoruz. Oysa Kur’an diyor ki; Oku, anla, öğren ve uygula. Öyle uygula ki örnek olsun, güzel sonuç versin ve diğerleri de gıpta etsinler. (Haset değil)

Kur’an, Yüce Allah’a varlık, oluş ve yönetimde sakın ortak koşmayın, başkaca ilah aramayın diyor. Bunu yaparsanız şirk koşmuş olursunuz ve bu hal üzere ölürseniz afsızlığa mahkumsunuz diyor. Sonra şirki tanıtıp, çeşitlerini gösterip örnekliyor ve en büyük müşrik olarak da şeytanı ve firavunu yaklaşık 173 yerde anlatıyor.

Biz ise ne yapıyoruz? Başta şeytana, paraya ve dünya süslerine, nefsimize (egomuza) olmak üzere sayısız puta tapıyoruz, endüstriyi, makineleri, servetleri, kadınları, cinleri ilahlaştırıp şirkcikler üretiyoruz. Daha da ileri gidip anlaşılmaz bir enayilikle Rahmet Peygamberini dahi ölümsüz, melek ilan edip ilahlaştırıyoruz ve insan olmaktan çıkarıp İsa Peygamber gibi acayip bir mevkiye koyuyoruz. Bunu da sözle değil ama O’na din adına hüküm koyma ve haram belirleme yetkisi vererek yani sünneti farzların yani hadisleri ayetlerin üzerinde bir yere koyarak yapıyoruz.

Kur’an en büyük düşman olarak şeytanları, müşrikleri, tuzak kuranları, bozguncuları, adaletsizleri, zalimleri, nankörleri, inkarcıları, yalancıları, iftiracıları, münafıkları gösterirken bizler bunlardan uzak durmak yerine onlara yem oluyor, onlara el açıyor, helal haram demeden onlardan gelecek lokmalarla beslenmeye kalkışıyoruz. Bu arada rızkı ve nimeti de onlardan beklediğimiz için ayrıca şirk suçunu da işliyoruz.

Kur’an, ehliyetsiz ve liyakatsiz olanın işe talip olmasını dahi haram kılarken ve işi ona vermek de haram iken biz usulsüz ve kanunsuz kayırmalara sessiz kalıyor ve hatta bizlerde aynı yolla makamlara kurulmak istiyoruz.

Kur’an, bilime ve bilim adamlarına önem verirken bizler onları cahillerin emrine veriyor, akıl yürütmek yerine örflere ve alışkanlıklara göre günübirlik, bilimsellikten uzak çözümle üretiyoruz.

Kur’an, mutlak ahlakı Yüce Allah’ın da üzerinde olduğu Sırat’ı Mustakim olarak tanıtırken, Peygamberi örnek ahlak üzere diye tanıtırken biz mutlak ahlak yerine sanal ve sahte bir beşeri ahlak yaratıyor ve sonra o ahlakı alkışlıyoruz. Kur’an’ın ahlaksız diye tanıttıkları ekranlarda boy gösteriyor ve biz Kur’an’ı bir kenara koyup o anlatılanları din diye içimize çekiyoruz, yaşam tarzı olarak benimsiyoruz.

Kur’an, aldanmayın, aldatmayın derken biz cehalet ve gafletle aldanıyor ve aldatıyoruz.

Kur’an, iman eder gibi yapmayın iman edin, dinin gereklerini yapar gibi yapmayın yapın dediği halde riya ve gösterişle numara yapıyor, etrafı kandırıyor ama Allah’ı asla kandırmayacağımızı bilemiyoruz.

Yoklukta sabır ve bollukta şükür emreden Kur’an’a rağmen bunu yapmıyor, yoklukta Allah’ı cimrilikle suçlayıp, bollukta o kazanımları bileğimizin hakkı sanıp aldanıyoruz, nankörlük ediyoruz.

Zulümle savaş halinde olan Kur’an’ın tüm ikazlarına rağmen zalimlerle bir olmaktan, onlara alkış tutmaktan bir türlü vazgeçemiyoruz.

Çalışmak yerine dilenmeyi tercih ediyor, rızkı ve medeti başkalarından bekliyor, hakkımız olmayanları istiyoruz. Bu arada hakkı olanları da ihmal ediyor ve kazandıklarımızda o muhtaçlara ait payları onlara vermiyoruz (infak etmiyoruz) etsek de kırkta bir yalanına göre cimri davranıyoruz, verdiklerimizi de reklam ediyor ve başa kakıyoruz. Hatta bu zekatları dinen verilmesi gereken şekil ve kimselere değil acayip ve belirsiz yerlere, hem de himmet adıyla ve karşılık bekleyerek veriyoruz. Bu hal kurban keserken dahi dostlar görsün yarışına giriyor ve manadan uzaklaşıyoruz.

Kur’an, itidal ve tevazuyu emrederken, lüks ve israfı yasaklarken biz konfor putuna taparak şeytanlaşıyoruz, hep daha fazlasını hep daha pahalısını almak için hayatı hem kendimize hem başkalarına zehir ediyor, alttakilerin temel ihtiyaçları için olan paraları lükse israf edip haram üstüne haram işliyoruz.

İnsan hakları Kur’an emri iken takmıyoruz. Bedenlerin, hanelerin dokunulmazlığı var iken dinlemiyoruz. Eşitlik esasken umursamıyoruz.

Hak ve adalet Yüce Allah’ın en değer verdiği kıymetlerden iken yok sayıyor ve kendi adaletimizi tesis ediyoruz. Kısası yok sayıyor, kadına ikinci sınıf insan muamelesi yapıyor, sokak hayvanlarına şiddet uyguluyor, çocukları dinsiz yetiştiriyor, kaldırımları yayaların hakkını yiyerek işgal ediyor, pirince taş katıyor, üreticilerin hakkını savunmuyor, çalışanların emeklerinin karşılığını alın terleri kurumadan ve tam olarak vermiyor, hortumluyor, karaborsacılık yapıyor, kalpazanlıklarla, cinayetlerle, mafyalaşmalarla şeytani hayatlar sergiliyoruz.

Kur’an, Allah yolunda mücadeleyi emrederken cihadı sadece savaş sanıyor, askerlik hizmeti yapmakla bundan yırttığımızı düşünüyoruz. Oysa Kur’an, tüm hayatı cihat ilan ederken, cihadı kaleme, kılıca vesair surete bağlamakta ve sonsuz bir amel olarak emretmektedir. Çünkü Allah’ın nizamının yeryüzüne egemen olması ancak bu şekilde mümkündür ve ibadet de, amel de, cihad da devamlı bir faaliyettir. Biz ise Allah yolunda değil kendi cüzdanımız istikametinde mücadele ediyoruz.

Yeryüzünü ve çevreyi korumayı emreden Kur’an’a rağmen tabiatı katlediyor, doğayı zehirliyor, denizleri dahi yaşanılmaz hale getiriyoruz. Yangınlarla, ağaç kesmelerle, kimyasal atıklarla, çöpler dolusu israf malzemeleriyle, doğada yok olmayan plastik poşetlerle tam bir canavarlık sergiliyoruz.

Kur’an aşırı cimrilik ve aşırı cömertliği sakındırırken, aşırı cimrilik yapmaya ama cömertlikten uzak durmaya çalışıyor, parayı infak edip paylaşmak yerine biriktiriyor, sonra büyükleniyor, kibirle aşağılıyor ve eziyor, bir zaman sonra da ayrımcılıkla zulmeder hale geliyoruz.

Dini araç değil amaç ederek dincilik ediyor, makamlara gelmek için kullanıyor, kandırarak paraya kavuşuyor, soygunlarla, hırsızlıklarla Allah’tan korkmuyoruz.

Eçcinselliğin her türünü yasak eden Kur’an’a rağmen, hoşgörü gösteriyor, destekliyor hatta alkışlıyoruz. Birileri her dizide, her filmde, her yarışmada gözümüze sokarken o eşcinsellik nedeniyle Lut kavminin toptan helak edildiğini, Lut peygamberin hanımının da helak edilenler arasında kaldığını … unutuyoruz.

Kur’an okunmak ve anlaşılmak isterken, hazmedilmek ve hayata rehber edinilmeyi dilerken, anlayarak okumak farz iken .. okumuyor, anlayarak okumuyor, anlamıyoruz. Bilmez isek sorumlu tutulmayız sanıyoruz ve birileri de anlamadan okusanız da kafidir diyor ve salaklar gibi aldanıyoruz.

Neden ve nasıl okumamız veya okuyunca ne yapmamız dahi Kur’an’da yazdığı halde, Peygamber dahi dini Kur’an’dan öğrendiği halde bizler Kur’an’ı din dışına atıp, mişnalarla oyalanıyor, peygamber üstü kişiler yaratıp onlara ilah diye tapıyoruz.

Dini bölmeyin, Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı diyen Kur’an’a rağmen; dini sayısız hizip, fıkra, tarikat ve cemaate bölüp kınalar yakıyor, zikir adına acayip ayinler yapıyor, her bir tarikatın diğerini din dışı etmesinden uyanmıyoruz bile.

Şeytan işi pisliklerden sakındıran Kur’an’a rağmen faldan, sihir ve büyüden kaçınmıyor, şaraptan, domuz etinden tiksinmiyor, kumarı devlet eliyle oynatmaya devam ediyoruz. Sonra da Darül-harp, Darül-İslam oyunlarıyla bu cennet vatanı din dışı ilan ediyoruz.

Haram yemeden bıkmıyor, hakkımız olmayanı kusana kadar yiyor, doyduktan sonrasını dahi haram kılan dine rağmen beş kişilik yemek hazırlatıp, üç kişilik yiyip iki kişilik yemeği çöpe atıyoruz.

Komşuya, ana babaya, yetime, muhtaca saygı ve sevgi emreden, dost eli uzatmayı farz kılan Kur’an’a rağmen, bizler sanki onlar yokmuş yada nasılsa birileri yardım edecekmiş veya bu sadece devletin göreviymiş gibi davranıyoruz.

İsrailiyat, arapçılık gibi kanımıza işlemiş zehirlerden tiksinmeden afiyetle yiyor, hurafe ve örfleri dinleştiriyor, rivayetleri sahih yapıp ayetleri nesheder hale getiriyoruz.

Birçok soytarı çıkıp ilham veya rüya yoluyla vahiy aldığını iddia ederken, Peygamberliğin bittiğini ve o insanın sahte peygamber olduğunu haykırmak yerine ona biat ediyoruz.

Herşeye, herkese biat ederken Allah’a, Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e biat etmiyoruz.

Allah’a güvenmek yerine çelik kapılara, alarmlara, bankada biriktirdiğimiz paralara güveniyoruz.

Allah’a teslim olmak yerine birilerine, şeytanlara, paraya teslim oluyoruz.

Şeytanı en büyük düşman kılmıyoruz, merhamet etmiyor, sevgiyle yaklaşmıyor, affetmiyor, hoş görmüyor, kendimizi hesaba çekmiyor, başkalarının açık ve ayıplarını arıyoruz.

Ölmeden önce nefsimizi öldüremiyoruz, kendimizi hesaba çekemiyoruz.

Kur’an’ın dediklerini okumadığımız, ana dilde okumaya ayak dirediğimiz için anlamıyoruz, O’nun emirlerinin aksine olan işleri dinden sanıyoruz, akılı kullanmıyor, hafızayı kullanmıyor, ders almıyor, cehalete teslim oluyoruz.

Kur’an sadece Allah diyor .. biz Allah diyor, sadece diyemiyoruz!

Kur’an, Allah’ı ve imanı tanıtıyor, biz anlamıyoruz.

O halde … daha binlerce örneğe dayanarak şu soruya cevap bulalım;

Kur’an’ın ve dinin neresindeyiz?

Ve Kur’an ne diyor biz ne anlıyoruz?

Günah, dinen yasak edilen ve suç sayılan, söz ve davranışları yapmak durumunda amel defterlerine yazılan ve affedilmediği takdirde cezayı gerektiren kötü veballerdir.

Büyük günahlar ise kebair denilen ve vebali de cezası da büyük, isyan ve inkarda haddi aşan, küfürle yetinmeyip şirke varan söz ve davranışlardır.
Kur’an, günahları da, büyük günahları da okuyucusuna anlatır ki bunlar şayet Allah’ın rahmet ve şefaati ile affolunmaz ise cezası katidir.
En büyük günahlar ise Allah’a, Kur’an’a, Peygamber’e, fıtrata, insanlığa ve hak ile adalete karşı işlenen günahlardır ki bunların adı kısaca ZULÜM’dür.
Allah hakkını zedeleyen bu en büyük günahları (doğrusunu daima ve sadece Allah bilir) şu şekilde ifade etmek inşallah yanlış olmayacaktır.

Allah’tan başka ilah yoktur. Yaratan, öldüren, rızıklandıran, hesap soran sadece O’dur. Başkaca ilahlar atamak küfürdür, yedek ilahlar atamak şirktir ve her ikisi de sonsuz cehennem azaplarına razı olmaktır. Şirkin en tabi görünümü olan bu gafletler, Allah’ın kuluna şah damarından yakın olma halini inkarı da içeren isyanlardır ve aracı, şefaatçi, put arayışları asla Allah’ı inkarı içermez. Modern zamanda ise bu putlar daha ziyade para, makam, nüfus şeklinde kendisini gösterir ve tesettürden ibadete, nefisten dünya malına dek uzanan çok sayıda putun gönüllerdeki iman tahtalarına Allah’ın yanı başına isimlerini yazdırmaya sebeptir. Kişileri ilahlaştırmak bu işin en vahim durumudur ki başkalarının helal ve haramlarına uymak, Allah rızası yanında onların da rızasını aramak onları ilahlaştırmaktır ve bunun adı şirktir ve şirk afsızlığa mahkum tek günahtır.

Şirk, Yüce Allah’ı inkar değil, inkar etmeden varlık, yaratış ve yönetimde yedek ilahlar üreterek ilahi mülk ve kudreti parçalamak, Allah haklarına isyan etmektir. Sistemlidir, organizedir, maksatlıdır ve bu yüzden bir cehalet ve gaflet değil düpedüz isyandır. Şirk bu hal üzere ölündüğü takdirde afsızlığa mahkumdur ve İblisin ahdi şirk dininin anayasasıdır. Şirkin açık olanı doğrudan Allah’ın otoritesini alenen bölüştürürken, gizli olanı riya, gösteriş ve gizli şehvetlerle şirkin daha hain ve sinsi halini sergiler.

Zulüm ilahi denge ve ahengi yerinden oynatan, hak ve adaleti yerle bir eden, fıtrata isyan ve imana düşmanlık halidir. Zulüm öldürmekten beterdir ve şirk dahi zulüm olduğu için afsızlığa mahkumdur. Kur’an’ın savaşı zulümledir, cihad ancak zulme karşıdır ve Allah zalimleri affetmeyecektir. Öte yandan Allah zalimlere tevbe için veya helakleri hak olsun diye veyahut o zalime uyacaklar belli olsun diye süre verendir.

Kur’an, Allah kelamıdır ve okunması bizzat Allah tarafından emredilendir. O yüzden ilk kelimesi “Oku!” emridir. Kur’an, okunmalı ve anlaşılmalıdır ki ilahi mesaj, emir ve yasakalr anlaşılır olsun, din hayata yansıtılabilsin ve Kur’an saadet kapılarını açabilsin. Bunu inkar yani okumamak veya anlaşılmayan dille okumak Kur’an’a ve Kur’an yazarına ihanet ve haksızlıktır. Çünkü Kur’an’ı anlayarak okumak her müslümana farzdır. Okunmayan, başkalarından dinlenen Kur’an noksandır, yanlışa gebedir, insanı mahva götürür. Anlaşılmadan okunan Kur’an sevap kazandırsa da erdirici değildir ve cennetlere sevapla değil imanla gidilir. İman ise Kur’an’ın manalarından fışkıran lezzetin adıdır. En büyük şefaatçi Kur’an, kendisini anlayarak okumayanlara ve hayata yansıtmayanlara şefaat etmeyecek, Peygamber böylelerinden ahirette şikayetçi olacaktır. Kur’an’a biat ise Müslüman olsun olmasın herkese farzdır çünkü İslam evrenseldir, herkesedir, kıyamete dektir.

Dinin ve imanın gerçeklerine, Sünnetullah’a, Kur’an’a aykırı söz ve fikirleri dincilik adına ve çıkar uğruna kasti olarak üretmek, bunlardan menfaat elde etmek, ayrıştırmak, dini bölmek ve tanınmaz hale getirmek dine yalan söyletmektir. Ayetlerin manasını saklamak, değiştirmek, meal ve tefsirler yoluyla evrensel ilkeleri sadece o anılan olaya indirgemek, kelime oyunlarıyla dine yanlış istikamet vermek, parantez içi açıklamalarla ilahi mesajın manasını değiştirmek bu cümledendir. Tarifinden anlaşıldığı üzere de dinden çıkartacak kadar büyük bir günahtır.

Dinde zorlama yoktur. Elbette doğru yanlıştan ayrılmıştır. Kim tağut’u (azgınlık edeni) reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan en sağlam kulba yapışmış demektir. Allah duyandır, bilendir. Bakara 256

Dinde zorlama ve baskı uygulamak.

Dine giriş, içinde olma ve çıkış tamamen kulun kendi hür iradesi ile vereceği bir durumdur, haktır. İslam, kula cennet kapılarını vadederken, cehenneme giden kapıları da gösterir ve günah işlemeyi dahi serbest bırakır ki sınav hür iradelerin tercih değerlendirmesidir. Dine tabi olmak, dinin gereklerini yapmak, dinde kalmak olması gerekendir, sevaptır. Dine girmemek, dinin gereklerini yapmamak veya dinden çıkmak yanlıştır, günahtır ama tüm bunlar kulun kendi rızasına dayalıdır. Başkasının hakkaniyet ve adalet adına nasihatten öte söz söyleme, zorlama hakkı yoktur. Zorlayanlar, baskı uygulayanlar sınava ve fıtrata ihanet eden, ilahiliğe soyunan, yobaz zihniyetli mücrimlerdir. Sadece dine değil, dinin içindeki gerekler için de zorlama aynı cümledendir. Hele ki birilerini menfaat uğruna kendi rızası dışında din dışı göstermek büyük vebaldir.

Dini bölmek.

Din Allah’ındır, tamdır, sondur, bakidir. Dinin kitabı Kur’an, Peygamberi Hz. Muhammed(sav)’dir. Aynı Allah, kitap v peygambere biat edenler Müslümandır, kardeştir. Bunların kardeşliğini bozacak, dini parçalayacak her türlü girişim ve müdahale büyük günahtır ki din adına Peygamber üstü kişi ve Kur’an üstü kitap tanımak dini bölmektir. Maalesef günümüz mezhep, tarikat, cemaat, hizip, fıkraları dini bölmek adına muazzam bir yarıştadır ve yapılan küfre hizmet etmektir. Bu kapsamda yaşananlar ise; hür iradeyi sıfırlayan, Peygamber ve Kur’an üstü kişi ve kitapları dinleştiren, vahiy denmese de ilham ve rüya ile sahte peygamberlik iddiasını seslendiren uygulamalardır ve bunların bu şirk kokulu hali ile mali-siyasi destekçilerinin mahiyeti büyük günah olmalarının da sebebini açıklar.

Allah’ın Rahim sıfatını yok saymak, rahmetin sınırlarını azımsamak, umutsuzluğu kışkırtarak tevbe kapılarını kapamak, moralsiz ve umutsuzları şeytanın ağlarına sevk etmektir.

Cihad, Allah yolunda verilen her türlü mücadeledir ve kılıçla da kalemle de yapılır. hacılara su dağıtmakta, savaşmak ta, bilimsel keşifler için ter dökmek de cihattır. Savaşmak cihadın son mertebesidir ve ancak zulme karşıdır. Çünkü cihadın tamamı Allah dostları safında, Allah adına ve Allah düşmanları olan zalimlere karşı yapılır. Bu görevden kaçmak, imanın zayıflığına ve yüzeyselliğine işarettir ve vebali büyüktür. O kadar ki zulüm altında inleyenler Müslüman olmasalar dahi yardım etmek Allah emridir.

 Zulme karşı gelmemek.

Zulüm, Kur’an’ın tek savaş açtığı konudur ve iman sadece inanmak ve sevmek değil aynı zamanda kötülüğe bulaşmamak ve kötülükle mücadele etmektir. Cihat zulme karşıdır ve zulme karşı sessiz kalanlar, yardım eden ve ortam sağlayanlar dahi zalimdir. Zulümle savaşı emreden Kur’an’dır ve zulme uğradığı halde sessiz kalmak; hem haklarından mahrum olmak hem de zulme elle, dille, kalple karşı koymayı emreden Allah emrine karşı olmak, Allah’tan değil o zulmedenden korkmaktır ki bu tamamen imansızlık demektir.

 Tefecilik, aşırı faiz.

Enflasyonun olmadığı zamanlarda faiz almak, enflasyonla yaşanan modern zamanlarda yıllık enflasyon üzerinde bir haksız faiz almak demek olan riba, bildiğimiz anlamıyla tefeciliktir, her türlü haksız kazançtır. Kötülüğü, hem haksız olmasında, hem muhtacın muhtaçlığından istifade edilmesindedir. Adı sanı nasıl konulursa konulsun her türlü haksız kazanç, alın teri dökülmeden elde edilen gelirler haram ve günah iken, paranın yıl içinde kaybedeceği değerin altında faizlendirilen kazançlar mübahtır. Çünkü asıl olan hak ve adalettir, hakların korunmasıdır.

Haksızlık ve adaletsizlik.

Bu günah; yapan için de, yapana göz yuman için de, yapana yardım eden için de, yapana ortam ve destek sağlayan için de, yapanı cezalandırmayan kayıran için de geçerlidir. Yani hak ve adalete aykırı olan en ufak bir şeye zerrece katkısı olan vebale ortaktır ve hak Yüce Allah’ın en kıymetli emanetlerindendir. Yalancı şahitlik de bu cümledendir. Çünkü Allah, ana baba aleyhine de olsa Allah adına şahitlik ederken adaletin dimdik ayakta tutulmasını emreder.

Kibirle büyüklenmek, servetlerle şımarmak ve ezmek.

Kur’an insanları ezenler ve ezilenler yahut yukarıdakiler ve aşağıdakiler diye ikiye ayırır ki ezilenleri ezenlerin üzerine ama şimdi ama ahirette çıkarmayı murad eder. Kibir, şeytanın en büyük silahıdır, aldatma vasıtasıdır. Çünkü kibir haksız büyüklenme ve acizliğini unutmaktır ki beraberinde aç nefisler ve doyumsuz hırslar getirir. Bu hırslar helal haram tanımayan inançlara gebedir ve yığılan servetler, makamlar, nüfuslar bu kibri daha da artırır, aşağıdakileri ezmeyi adeta zorunlu kılar. kendisinden aşağı gördüklerinin kendisine eşit olduğunu unutanlar, rızkı bileklerinin hakkı sanırlar ve o makamların onlara sınav için verildiğini inkar ederek ahirette de aynı servet ve makamlarla ödüllendirileceklerini sanırlar. Oysa şımarmak da, haddini bilmezlik de, eziyet etmek de büyük günahtır ve vebali çok ama çok büyüktür. Çünkü Allah itidali, tevazuyu ve merhameti emredendir.

Sihir ve büyüden medet ummak.

Fıtrata, Sünnetullah’a, kadere, cüzi irade ile yaşadığımız sınava aykırı, haksız ve batıl yollarla menfaat arayışı demek olan sihir ve büyü gerçektir lakin yasak olandır. Kulları, iradesi dışında bir şekle ve davranışa zorlayan bu haller, yapana çıkar sağlasa da cehennemi garanti eden büyük günahlardandır.

Ölülerden medet ummak.

Türbecilik de denen bu zararlı alışkanlık, minnet ve duanın ötesine geçen aracılık ve şefaatçiliğe uzanan bir illettir ve dinen büyük günahtır. Allah’tan başka gerçek Veli yoktur ve imana sarılan, Allah’a dost olmaya gayretli imanlı kullar veli olarak anılsalar da sonuçta yaratılmış birer beşerdir. Hz. Peygamberimiz de aynı durumdadır ve ilahi değil, melek hiç değildir. Şefaat tümden ve sadece Allah’a aittir. Kabirlerdekileri kendi şirkimize alet etmek ise onları da vebal altına sokmaktır.

Öfke ve kin duymak, merhametsizlik.

Yüce Allah merhameti ve affetmeyi emreder ki bunun istisnası zulme karşı dirençtir. yani hatasız yaşaması mümkün olmayan insan hata yapacak, kırıp dökecek, kalp kıracaktır. hatta haksızlık ve adaletsizlik edecektir. Lakin affetmek dinin gereğidir. Bunu bir öfke ve intikam melodisine dönüştürmek, kin duymak ise iman kardeşliğini yok saymak ve kibirle düşmanlık dilemektir. Tevazu yerine şiddeti ve hainliği dileyenler içinse din erdirici olmaktan uzaktır.

Yeryüzünde bozgunculuk yapmak, haset, fitne ve fesat.

Yaşamın her anında huzur ve sükunet olması gerekendir ve buna aykırı eylem ve sözler bozgunculuk kapsamındadır. İnsanları kutuplaştırmak, dini bölmek, hile ve yalanlarla sinsi planlar yapmak, fitne ve fesat üretmek hep bozgunculuk cümlesindendir ve helak sebebidir.

Şeytan işi pisliklerden uzak durmamak.

Şeytanın kışkırtmasıyla hak görünen batıllıklar, helal görünen haramlardan sakınmak imanlı kalplerin görevidir. Çünkü şeytan aldatmakta ustadır ve o diler ki kul sözlerini unutsun, kontrol mekanizmalarını devre dışı bıraksın, bilincini kaybetsin, yasaklara uyma melekesini yitirsin, aldansın, yanlış mecralara dalsın ve kendisine tabi olsun. Zihni, nefsi, kalbi, aklı, sözleri hedef alan bu şeytani saldırılara karşı koruyucu kalkan elbette iman zırhıdır. Çünkü bu Allah’ın vaadidir. İmandan yoksun olanlar ise bir süre direnecek ama sonra kanacak ve sonsuz karanlık akibetlere mahkum olacaktır.

Ölçü ve tartıda hile.

Kısaca ticaret ahlakından yoksunluk olarak adlandırılabilecek bu durum hak ve adalet adına olan doğruları yok saymak, kandırmak, fahiş fiyatla satmak, kötü malı kakalamak, rekabette adil olmayan koşullar yaratmak, haksız kazançlar elde etmek, malı reklam edilen halinden daha kötü sunmak, borçları ödememek gibi sayısız hileyi içerir. Ahlaksızlıktır, iman yoksunluğudur.

Eşcinsellik, tecavüzler ve diğer cinsel sapıklıklar.

Yüce Allah bedenleri ve kalpleri sevgi ve mahremiyet için yaratmış, eşler arasına sevgi koymuş, şehvetin yasal ve mübah olanını bahşederek caiz ve meşru ilişkilere tat katmıştır. Bu anılanlar dışındaki tüm ensest ilişkiler, sapıklıklar, aynı cinse yakınlaşmalar, mahrem ve helal olmayana istek duymalar, para karşılığı veya gönül eğlendirmek için yapılan fuhuş ve zinalar, taciz ve tecavüzler haddi aşmak, sınırları tanımamak ve nefse kurban olmaktır. Taciz ve tecavüz ise istek dışı gerçekleştiği için ayrıca gasp ve hak ihlali suçunu da işler ki cehennemin ebediliği helallik alınmazsa ve Allah affetmezse katidir. Çünkü büyük zulümdür.

Nimetlere nankörlük ve şükretmemek.

Mutlaka sorulacağımız nimetleri veren sadece Allah’tır ve şükretmek kulun borcudur. Şükür, nimet verene duyulan minnetin ifadesidir. Şükretmemek, o kazanç veya makamı veya serveti bileğinin hakkı sanmak zulümdür, nimet verene haksızlıktır ve büyük günahtır.

Hayatı sonlandırmak, intihar veya öldürmek.

Canı veren ve alacak olan sadece Allah’tır. Ömür, doğum ile ecel arası bizlerce malum olmayan süreçtir ve bu sınav bu süreçte sergilediğimiz doğru ve yanlışların muhasebesidir. Bu hak ve yetki sadece Allah’tadır ve ister kendisini ister başkasını öldürmek, haksız yere, bu hak ve yetkiye müdahaledir.

Ehliyet ve liyakata sadık kalmamak.

Ehliyet ve liyakat, o iş için ehil olmak, yeterli ve uygun olmak halidir ve o işe talip olmak da ehliyete haiz olanların hakkıdır. Sadakat veya kayırma ile işin başkasınca talep edilmesi de, işin ehliyetli başka adaylar varken ehliyetsiz olana verilmesi de haramdır. Emeğe, hakka, nizama aykırı bu hal, sadece ferdin değil toplumun ve tüm insanlığın hakkına tecavüzdür.

İşleri zorlaştırmak.

Peygamberimizin üç lanetinden birisi olan bu konu mühimdir çünkü Allah kolaylık diler, din kolaylık dinidir. Dini ve hayatı zorlaştıran her şey zorlamadır, zorluktur, yokuşa sürmek ve bıktırmaktır.

Çevreye zarar vermek.

Yeryüzü veya çevre denilen şey yaşam alanımızdır, ortaktır, temiz ve güzeldir. Sayısız canlıya ev sahipliği yapan tabiat sonsuz ayetlerle doludur. Bunları kirletmek, yakıp yok etmek, yerine beton binalar yapmak, tarıma, güzelliklere savaş açmak, kirletmek, pisletmek, ekim alanlarını sınırlayarak açlığa sebep vermek, kullanılabilirliğini engellemek demektir. Dünya sınavı için tesis edilen bu muazzam şaheserlikteki yaşamı kirletmek ise en büyük zulümdür, dengeleri bozmaktır, Sünnetullah’a karşı gelmektir.

Hırsızlık ve rüşvet.

Bilgi, mal, para veya hak çalmak demek olan hırsızlık, karşısındakine ait olanı habersiz, yetkisiz ve haksız vaziyette almak, el koymak veya yer değiştirtmektir. Hak edilmeden kazanılan her şey bu cümledendir ki ehliyetsiz olduğu halde ihale almaktan, sınavda kopya çekmeye kadar uzanır. Rüşvet ise haksız olarak birilerini kayırmak, o kayırmadan dolayı hak yemek ama yine hak olmayan gelir elde etmektir ki kamuya, sırada bekleyenlere haksızlık, olmayacak işin oldurulması ile sahtecilik ve haksızlıktır.

Haram yemek.

Allah’ın haram kıldıklarını mecburi sebepler olmadan ve vebalden çekinmeden yemek, içmek ve işlemek en büyük günahlardandır, imanın yokluğuna, dini akidenin zayıflığına, kulluk bilincinin acınası haline delildir. Leş, kan ve domuz eti ile sınırlı olmayan haramlar, çalmaktan, öldürmeye, yetim hakkı yemekten, kamu malına el uzatmaya kadar gider ve tamamı Kur’an’da yazılıdır. Yani Kur’an’da alenen haram sayılmayanlar mübah ve helaldir. Çünkü haram ve helal belirleme yetkisi (tahrim) sadece Allah’ındır. Bu yetkinin azının dahi bir başkalarına verilmesi veya kulun bu anlamda insiyatif kullanması da haram yemekten de büyük günahtır.

Ahde vefasızlık, Allah’ın yarattığını değiştirmek.

Fıtratta verdiğimiz misaka, verdiğimiz sözlere, yüce ve kutsal değerlere saygı ve riayet demek olan ahde vefa boynumuzun borcudur, erdemimiz ve iman göstergemizdir. Ahde vefasızlık ise bu sözü unutmak, inkar etmek veya yalanlamak, hiç değilse gereğini yapmamaktır ki vebali büyüktür. İmandan küfre dönmek, borçları inkar etmek, ana baba haklarını yok saymak, vatana saygı ve sevgide kusur etmek, vatanı kurtaranlara minnet duymamak bu günah cümlesindendir. Allah’ın yarattığını değiştirmek ise doğumla verilen bedenleri veya yaratılışla gelenleri beğenmemek, tıbbi zorunluluk olmaksızın güzelleşmek adına değiştirmektir ki her şeyi güzel yaratan Allah’ın işine karışmak, haddi aşmaktır. Estetik ameliyatlar bu cümledendir.

Muhtaç, yaşlı, zayıf, güçsüz ve fakirlere kötü davranmak.

Makam, servet veya beden gücünden kaynaklanan kudret ile zayıf ve muhtaçları ezmek, eziyet etmek, haklarına tasallut etmek zulümlerin en yücelerindendir ki kendisini savunma kabiliyetine sahip olmayan bu insanların (hayvanlar ve tabiat varlıkları dahil) temel haklarına saldırı cehennem azaplarına razı olmaktır. Oysa din tam tersidir ve bunlara yardımı emreder. Dolayısıyla sergilenen bu zulüm dine de isyan suçunu teşkil eder.

Yalan, iftira, gıybet, kötü zan.

Hakikat ve hak olmayanı söylemek, ima etmek, gerçeği değiştirmek demek olan bu hallerde anılan kişinin savunma hakkı elinden alınmış, masumiyetine tecavüz edilmiş, yaratılıştan gelen zaafları alay konusu edilmiş, yok yere suç isnat edilmiş demektir ve büyük günahtır. Dedikodu da, açık aramak da, aşırı zanda bulunmak da bu cümledendir. İffetli kadınlara iftira atmak ise günahın katmerlisidir.

Çoklukla övünmek (Tekasur)

Mal, servet, evlatlar veya başkaca kudretlerle övünmek, büyüklük taslamak günahtır. Çünkü bunları veren Allah’tır ve bu sınav olsun diyedir. Kudret, imandan gelir, gelmelidir. Mal ve servetlere güvenmek ise Allah’a güvenmemek demektir ki bu imanın yokluğuna delalettir. Plansız nüfus artışları da, servet yığmalar da, kabirlere kadar gidip saymalar da aynı cümledendir. Çünkü kontrolsüz güç güç değildir ve Allah güçlerin uygun ve doğru istikamette kullanılmasını, zulme araç yapılmamasını ister.

Cimrilik, aşırı cömertlik, lüks ve israf.

Rızık, Yüce Allah’ın yeryüzüne gönderdiği ve herkese fazlasıyla yetecek nimetlerdir. Zalim insan ise o rızkı aç gözlülükle gasp eden, fazlasını isteyen, haklara saldıran, herkesin doyması gibi bir ideal taşımayan, bazılarının aç kalması ihtimaline rağmen kendisine rızık yedekleyen, servet biriktirendir. Yüce Allah, aç gözlülüğü, servet biriktirmeyi, cimriliği, lüks ve israfı yasak eden haram kılandır. Yüce Allah cömertliği emreder lakin aşırı cömertliği de yasak eder. İsraf ise çoğusu başkalarına ait olan ve ihtiyaç fazlası durumundaki nimetlerin çöpe gitmesidir ki o heba edilenler aslında o kulun hakkı ve malı dahi değildir.

Tassupluk – muhfazakarlık – içtihada karşı olmak.

Din Kur’an’dadır ve diyanet ile şeriat dini ve dine insanlarca getirilen yorumları da alan idraklerdir. Din değişmez ama diyanet çağın gereklerine, kamunun çıkarlarına, bilimsel keşiflere, vahim durumlara, zor şartlara göre değişir, değişmelidir. Yoksa din on dört asır önceki yansımasına mahkum edilir ki Kur’an değişim emreder. Bu değişim ana ilkelerde asla değil ama bu ilkelerin hayata yansımasındadır. İçtihat zaman zaman yapılan bu düzenlemelerdir ve tecdit belki yüz yılda bir ilahi rıza ile gerçekleşen külli tanzimlerdir, yaban otları ve yanlışların temizlenme hareketidir. Yobazlık, muhafazakarlık veya taassup denilen şey işte bu değişimi inkardır ki aklı ve bilimi inkarı içerir. Dahası içtihat kapılarını kapatmak dinin erdiriciliği önünde en büyük engeldir.

Allah’ın korunmasını emrettiği bağları koparmak.

Aile bağlarına, ana baba haklarına, akraba ilişkilerine, iman kardeşliğine değer vermemek, yardımlaşmamak, destek olmamak diye tarif edilen bu günah, ahde vefasızlıkla birlikte değerlendirilmeli, merhametle eda edilmeli ve Allah emri olduğu unutulmamalıdır. Çünkü bir ve birlik olmak güçtür, güçlükler bu sayede yenilir ve güzellikler paylaştıkça artar.

Mahremiyete riayetsizlik ve teberruc.

Mahremiyet, hak ve lazım olan namusa, İslam’ın gelecek salih nesillere kavuşmasına dair Allah’ın koyduğu erdem ve fazilet sınırlarıdır. Bu sınırlar yabancılar ve yakınlar için farklıdır ve bu sınırlara riayet namusu, fazileti, iffeti korumak için şarttır. Bunlara riayetsizlik ise hafifliktir, zinaya davettir, aile bağlarına ve sadakat yeminlerine aykırı davranmaktır, bedensel şehvetlere tabi olmaktır.

İslam dini hoşgörü ve tevazu dinidir. Affetmeyi, yardımı, iyilik yapmayı ve kötülükle mücadeleyi emreder. Allah’ın sınırları herkes için aynıdır ve herkes kendi vebalinden sorulacaktır. kur’an en büyük şefaatçidir ve şefaat sadece Allah’ın razı olduğu kullara hastır. Rızkı ve medeti veren Allah kötü sözün açıklanmasını dahi yasak eder ki bunun tek istisnası zulme uğrayanın feryadıdır. Bilakis o güzel söz ve davranış ister, salih amel ve Kur’an ahlakı ister.

Kul, emir ve yasakları, helal ve haramları sadece Kur’an’dan öğrenmesi gerekendir. Bu yüzden Kur’an’ı anlayarak okumak günahları, büyük günahları ve en büyük günahları bilindik kılacaktır. Bunlardan bihaber olmak ise sadece gaflet olmakla kalmaz ihanet ve haksızlık suçunu da işler ki bunun sonu acı azaplardır. Kul, iman etmek, imanla yaşayıp ölmek mecburiyetinde olandır. Çünkü Allah’a söz vermiştir. Tüm bu sayılan büyük günahlar işte bu ahdi unutanların, aksine iblisin ahdine asker olanların gafletidir ve imanın kalplerine giremediği bu kullar için cennetler hayal olmaktan dahi uzaktır.

Doğrusunu daima ve sadece Allah bilir.

Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile neredeyse aydınlatacak (kadar berrak)tır. Nur üstüne nur. Allah, dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah, insanlar için misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nur 24/35)

Ergenlik çağına gelmiş, aklı olan her erkek ve kadına ilk önce farz olan Allah’ı bilmek ve O’na inanmaktır. Allah’a iman etmek; O’nun varlığına, birliğine, kemal sıfatları ile donatılıp noksan sıfatlardan münezzeh (uzak) olduğuna iman etmektir. Allah vardır. O’nun varlığını anlamak ve bilmek için kendimize, kainata ve kainattaki yaratılış inceliklerine ve her şeyin yerli yerine konulduğuna bakmak yeterlidir.

Evrende hiç birşey kendiliğinden veya rastgele olmuş değildir. Mutlaka onu yapan ve ona şekil veren, aralarındaki denge ve ahengi düzene koyan birisi vardır. İşte O Allah’tır. Bizi yaratan ve yaşatan O’dur. Öldürecek ve tekrar diriltecek olan da O’dur. Bu nedenle bizim için ilk görev Yüce Allah’ı layıkıyla tanımak, ondan başka ilah olmadığına yürekten inanmaktır. Allah vardır ve birdir. Ondan başka ilah yoktur. Kainattaki ahenk ve düzen, tabiattaki kanunların birbirine uygunluğu Allah’ın birliğine, O’nun hiçbir surette eşi ve benzeri olmadığına açık bir delildir.

“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş’ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir. (Enbiya 21/22)”

Sevgilerin en yücesi Allah sevgisidir. Anne ve babamızı severiz çünkü onlardan ilgi ve sevgi görmüş, onların şefkat ve merhamet kanatları altında büyümüşü azdür. Onlar bizi büyütmede ve hayata hazırlamada hiçbir fedakarlıktan kaçınmmışlardır. Bunun için severiz. Allah’ı neden sevmeliyiz? Bizi yaratan ve sayısız nimetler veren kimdir? Bizi akıl, ruh ve şuur gibi üstün yeteneklerle donatan kimdir? Şüphesiz Allah’tır. O halde en çok sevgiye layık olan O’dur. Bunun için O’nu herşeyden çok sevmeliyiz. Allah’ı sevmek O’nu tanımaya ve bilmeye bağlıdır. Çünkü insan tanıdığı ve bildiği şeyi sever. Bu nedenle Allah’ı sevenler ancak O’na inananlardır.

Allah’ı nasıl sevmeliyiz? Allah’ı seviyorum demek yetmez. Allah’ı sevmek gönderdiği son Peygamberi de sevmek ve Peygambere uymaktır. Onun izinden gitmek ve güzel ahlakı ile ahlaklanmaktır. Çünkü bu aynı zamanda Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından sakınmak ta demektir. Allah’ı sevmek demek Peygamberi örnek almak ve sünnetine uymaktır. İnsan sevdiğini unutmaz. Allah’ı sevenlerde O’nu unutmaz, daima anarlar. Bir insanın sevdiğini sık sık anması ve onun memnun olacağı davranışlarda bulunmasından daha doğal ne olabilir? Allah kendisini ananları anar. Çünkü Allah yapılan hiçbirşeyi karşılıksız bırakmaz. O’nu seveni O’da sever. O’ndan isteyeni boş çevirmez, O’na güveneni korur, gözetir ve yüceltir.

Allah bize şah damarımızdan daha yakındır. Bizi her zaman ve her yerde görür, işitir, yaptığımızı bilir. Yerde ve gökte olan hiçbirşey O’ndan saklı kalamaz. İçimizden geçenleri de, tehna yerlerde yaptıklarımızı da bilir. Birgün hayattyken yaptıklarımızdan dolayı bizi hesaba çekecektir. İyi iş yapanları ödüllendirecek, kötü ve çirkin şey yapanları cezalandıracaktır. Allah’a bu şekilde inanan kimse O’nun cezalandırmasından korkar. Allah’tan korkmak demek; O’nun emirlerine uyup yasaklarından sakınmak demektir.

Allah korkusu dünya ve ahiret mutluluğunun temelidir. Allah’tan korkan ölçülü hareket eder, dürüst olur, çevresine iyi davranır. Günah ve haramdan sakınır, güzele ve helale yönelir. Merhamet eder, adaletli ve yardımsever olur. Allah korkusu insanı Allah’a yaklaştırır. O’nun rızasını kazanmaya ve cennete girmeye vesile olur.

İnsan üzerinde etkili olan ve insanı kendine çeken hiçbir şey düşünülemez ki, arkasında Allah bulunmasın. “Allah” gerçek ilâhın özel ismidir. Daha doğrusu zat ismi ve özel ismidir. Yani Kur’ân bize bu en yüce ve en büyük zatı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle tanıtacak, bizim ve bütün kâinatın ona olan ilgi ve alâkamızı bildirecektir. Bundan dolayı Allah diye adlandırılan en büyük ve en yüce zat kâinatın meydana gelmesinde, devamında ve olgunlaşmasında bir ilk sebep olduğu gibi “Allah” yüce ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir başlangıçtır.

Yüce Allah’ın varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kâinat ve kâinattaki düzeni hissetmek ve anlamak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telafisi imkânsız olan bir acıdan ibaret kalacağı gibi “Allah” özel ismi üzerinde birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimlerimiz, sanatlarımız, bütün bilgiler ve eğitimimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı silip süpüren, dağınık fikirlerden, anlamsız bir toz ve dumandan ibaret kalır.

“Allah” yüce ismi, bütün duygularımızın, düşüncelerimizin ilk şartı olan öyle derin ve bir tek gizli duygunun, görünen ve görünmeyen varlıkların birleştikleri nokta olan bir parıltı halinde, hiçbir engel olmaksızın doğrudan doğruya gösterdiği yüce Allah’ın zatına delalet eden, yalnızca O’na ait olan özel bir isimdir. Yüce Allah varlığı zaruri olan öyle bir zattır ki, gerek nesnel ve gerek öznel varlığımızın bütün gidişatında varlığının zaruretini gösterir ve bizim ruhumuzun derinliklerinde her şeyden önce Hakk’ın zatına ait kesin bir tasdikin var olduğu inkâr kabul etmez bir gerçektir.

Hatta bizim varlığımızda bu yüce gerçeğe basit ve öz ve sınırsız bir ilişkimiz, bir manevi duygumuz vardır. Ve bütün ilimlerimizin temeli olan bu gizli duygu; sınırlı duygularımızın, anlayışlarımızın, akıllarımızın, fikirlerimizin hepsinden daha doğru, hepsinden daha kuvvetlidir. Çünkü onların hepsini kuşatıyor. Ve onları kuşattığı halde O’nun zatı sınırlandırılamaz ve bu âlem O’nun kudret ve kuvvetinin bir parıltısıdır.

Gaflet ve delalet

Durum böyle iken biz birçok zaman olur ki, dalgınlıkla kendimizi ve varlığımızın geçirdiği zamanları unuturuz. Ve çoğunlukla yaptığımız hataların, sapıklıkların kaynağı bu gaflet ve dalgınlıktır. Böyle kendimizden ve anlayışımızın inceliklerinden dalgınlığa düştüğümüz zamanlardır ki, biz bu gizli duygudan, bu ilk anlayıştan gaflete düşeriz ve o zaman bunu bize aklımız yolu ile hatırlatacak ve bizi uyaracak vasıtalara ve delillere ihtiyaç duyarız. Kâinat bize bu hatırlatmayı yapacak Allah’ın âyetleri (işaretleri) ile doludur.

Kur’ân, bize bu âyetleri, kısa ve özlü sözlerle hatırlattığı ve bizi uyardığı için bir ismi de “ez-Zikr”dir. Allah’ın hikmeti de bize buradan birçok mantıkî, akla uygun ve ruhî delilleri özetleyiverir. Diğer taraftan biz o gizli duygunun diğer sınırlı ve belirgin duygularımız gibi içimizde ve dışımızda ortaya çıkma ve kesintiye uğrama anlarıyla sınırlı bir şekil kazanmasını ve bu şekilde varlıkların parçalarının gözle görülen şeyler gibi anlayışımızın sınırına girecek bir şekilde açıklanmasını arzu ederiz.

Bu arzunun hikmeti, O’nun tecellisindeki süreklilikte duyulan bir görme lezzetidir. Fakat bunda bilgisi ve kuvvetiyle herşeyi kuşatan Allah’ı, yaratılmış varlıklara çevirmeye çalışmak gibi imkansız bir nokta vardır ki, nefsin gururunu kıracak olan bu imkansız nokta birçok insanı olumsuz sonuçlara ulaştırabilir.

O zavallı gururlu nefis düşünemez ki, bütün kâinatın o ilk başlangıç noktasına açık, anlaşılabilir, başı ve sonu belli olan bir sınır çizmek, görünen eşyada olduğu gibi bir kesinti anına bağlıdır. Mümkün olmayan böyle bir kesinti anında ve noktasında ise bütün his ve bütün varlık kökünden kesilir ve yok olur. Öyle bir tükenme ise apaçık bir his ve anlayışa varmak değil, yokluğa karışmaktır. Aklî delillere böyle bir gaye ile bakanlar ve Allah’ın görünmeyen ve görünen bütün varlıkları kuşatan sonsuz tecellisi karşısında nefislerinin gururunu kırmayarak şuhûd zevkinden mahrum kalanlar “Allah’ı aradım da bulamadım.” derken, sanat ve felsefe adına zarara uğradıklarını ilan etmiş olurlar.

Allah’ı sezmek için kalp ile doğru ve yanlışı birbirinden ayıran gözü ve ikisi arasındaki farkı ve ilişkiyi belli bir oranda idrak edebilmelidir. Allah ismi ulûhiyyet (ilâhlık) vasfından değil, ilâhlık ve mabudiyet (tapılmaya layık olma) vasfı ondan alınmıştır. Allah, ibadet edilen zat olduğu için Allah değil, Allah olduğu için kendisine ibadet edilir. Onun “Allah”lığı tapılmaya ve kulluk edilmeye layık olması kendiliğindendir. O’na herşey ibadet ve kulluk borçludur. Hatta O’nu inkar edenler bile bilmeyerek olsa dahi ona kulluk etmek zorundadırlar.

Yüce Allah’ın Rahmân oluşu, ezele (başlangıcı olmayışa), Rahim oluşu ise lâ yezale (ölümsüzlüğe) göredir. Bundan dolayı yaratıklar, yüce Allah’ın Rahmân olmasıyla başlangıçtaki rahmetinden, Rahim olmasıyla da sonuçta meydana gelecek merhametinden doğan nimetler içinde büyürler ve ondan faydalanırlar. Bu noktaya işaret etmek için dünyanın Rahmân’ı, ahiretin Rahîm’i denilmiştir.

Aslında yüce Allah, dünyanın da, ahiretin de hem Rahmân’ı, hem de Rahîm’idir. Ve bu tabir de eski âlimlerden nakledilmiştir. Fakat her ikisinde öncelik itibariyle Rahman, sonralık itibariyle Rahim olduğuna işaret etmek için dünya Rahmân’ı ve ahiret Rahîmi denilmiştir ki, “hem müminlerin, hem kâfirlerin Rahmân’ı, fakat yalnız müminlerin Rahîm’i” denilmesi de bundan ileri gelmektedir. “Allah müminlere karşı çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Ahzâb, 33/43).

Ana kuşlar, Rahmân’ın bir eseri olan yaratılıştan var olan içgüdüleri ile yavrularının başında kanat çırpar, ahlâklı insanlar da Rahim olma etkisiyle hayır işleri üzerinde acıma ve şefkatle yarışırlar. Bitkilerin, hayvanların anatomisi ve uzuvlarının faydalarıyla ilgili ilimlerde Allah’ın Rahmân oluşunun nice inceliklerini görür, okuruz. Ahlâk ilminde, insanlık hayatının olgunluk sayfalarında, peygamberlerin, velilerin menkıbelerinde büyük insanların biyografilerinde de iradeyle ve çalışılarak kazanılan işlerde Rahîmiyetin etkilerini okuruz.

Gerçekten Allah Teâlâ âlemlerin Rabbi olduğundan kâinatın hepsinde onun kanunları geçerlidir. insanların yaptığı işlerinden hangisi ele alınsa onun bir iyi veya kötü yönü ile uygun olacağı bir Allah kanunu vardır. İyilik yönü ile uygun olan Allah kanunu din, kötü yönüyle uygun olan Allah kanunu dinin zıddıdır. İki yönden de Allah’ın kanununa uygun düşmeyen iş, kötü ve batıldır. Allah’ın her kanunu, Allah tarafından konmuş olduğundan dolayı doğrudurlar.

İnsan tarafından konulmuş kanunlar, ne ilim, ne din hiç biri olamazlar. Bunlar, ilim açısından batıl, din açısından kötülük meydana getirirler ve doğru değildirler.

Bunun için insanlığın hakkı, gerek ilimde ve gerek dinde kanun koymak değil, Allah’ın kanunlarını arayıp bulmak ve bu kanunları keşfedip ortaya çıkarmaktır.

TEVHİD VE TEVEKKÜL

Mümin denilince akla Rabbinin gözü önünde ve melekler arasında yaşayan, yüreği peygamberin sevgisiyle dolu, kitabında Rabbinin merhamet ve nimetini bulan, yaşadığı her şeyi Yüce Allah’tan bir nimet, lütuf ve sınama olarak gören, dünya hayatını sabır ve huzurla doldurup doğduğu gibi ölen, öldüğünde dirileceğini bilen, ahiret âlemine müjdeler arasında adım atan insan anlaşılır.

Kur’an’a kulak verildikçe insan kendisini Yüce Allah’ın ayet ve mucizeleri ile dolu bir dünyada bulur ve ne yöne baksa orada imanı artıran delillerle karşılaşır.

İmanın iki yüzü vardır; Teki görünen ve bildiğimiz aleme, diğeri inandığımız ama göremediğimiz gayb alemine dönüktür. Gördüğümüz yüzde delil ve sesler vardır ve bu deliller göremediğimiz şeylerin varlığına götürür bizi. Görünmeyen yüzde ise Allah ve resulünün anlattıkları kadardır. İnanmak kadar o inancı korumak ve sağlamlaştırmakta önemlidir. Yoksa gün olur o iman çatlar, yıkılır ve kaybolmaya yüz tutar. Yaşayan bir imanın neşe ve ışığı müminin her hareketinde bellidir.

Alışkanlık ve önyargılar, toplum kuralları ve karmaşa bazen Allah’ın delillerini görmemizi engeller. Oysa sakin bir seherde veya günbatımında hele karmaşadan uzak bir yerdeysek Yaratanın sesi kulaklarımızı sağır edecek kadar güçlü çıkar.

Kâinatta Yüce bir varlığın delili gözümüzün önünde durur her zaman. İlmiyle ve kudretiyle zerreden en uzak galaksilere kadar her yeri saran bu haşmetli ve bir o kadar da rahmetli güç güneşte, havada, suda, toprakta, karıncada, kuşların annelik güdüsünde, velhasıl her yerdedir. Bu cansız ve akılsız varlıklar bile her saniye bir sanat eseri meydana getirir.

Doğduğu andan itibaren kendisine öğretilen grup içinde, önceden bildiği işte çalışır. Güneş her gün zamanında doğar, yükselir, batar, tek bir güneş milyonlarca tür canlıya hayat kaynağı olur. Hava hayatı besler, rüzgâr, bulut, yağmur olur. Su nimet olur hayat olur. Derelerden, göllerden, denizlerden yükselir, bulutlara varır, toplanır, yağmur olur o tatlı nefasetiyle bereket olur düşer toprağa.

Hizmet edenler sayılıdır, hizmet edilense milyonlarca. Herkesin, her şeyin bir görevi vardır. Yapı ve yeteneğine göre herkes, her şey ne yapacağını bilerek gelir dünyaya. Bunlardan insan her şeyi ve her şeyin mahiyetini anlar, öğrenir. Kendisini de başkalarını da kavrar.

Niye geldik? bu dünyaya dersek bizi getireni bulmaya demek lazımdır. O’nu bulmak, bilmek ve tanımak için. Tüm bu canlı ve cansızlar bir bütündür, bir birliktir. Hepsi bir mozaiğin parçalarıdır.

Kuşların, kartalların, gergedanların anne şefkati nereden gelir? Cansız bir yumurtadan çıkan bir yavru hemen yanı başında şefkatle kendisine bakan annesini nasıl görür? Bu âleme rahmet ve merhamet yağdıran bir kaynağın merhametini taşır. Yağmur, bulut, bahçeler o rahmeti müjdeler, rahmet bizi kucaklar, kuşatır. O rahmetle nefes alır veririz. O rahmet Yüce Allah’tan gelir.

Kur’an’da her surenin başında o rahmet ile bizi karşılar. Allah’ı rahman ve Rahim diye tanıtır. Çünkü rahmet Kur’an’ın en parlak ayetidir. Bizim rahmet ve merhametimizin kaynağı da işte bu ilahi rahmettir. Yüce Allah rahmetinin %1’ni bu dünyaya % 99’nu ahirete ayırdığı halde bu şefkat ve merhamet milyonlarca canlının yüreğini sıcacık yapar.

Bu ilahi lütuftan bize verilen mesaj ise şudur; “Kâinat, Kur’an, Allah’ın rahmet sıfatıdır. Sizi Rabbimiz getirdi. Görün, tadın, şükredin. Sizde o rahmeti etrafınıza yayın. Sizde kullara şefkatli ve merhametli olun.”

Dünyada her şey değişir, gelişir. Sabit kalmaz. Bu terbiyedir. Bir terbiye edici vardır. (Rab terbiye eden demektir.)Bu Rab kuşun da, rüzgârın da, canlı cansız varlıkların da, insanın da, âlemlerin de, görünenin de, görünmeyenin de Rabbidir.

Dünya güneş arası 150 milyon kilometre yoldur. Galaksimizde en yakın yıldıza ışık hızıyla 4 sene yolculuk yapmak gerekir. Yıldızların yaklaşık sayısı yaşayan insan sayısının en az yirmi katıdır. Aralarındaki mesafeler ise akıllara durgunluk verecek kadar büyüktür. Ötesi de var. Galaksi sayısı yıldız sayısı kadardır. Hepsinde milyarlarca yıldız ve galaksiler arası mesafeler akıllara sığmaz. İki galaksi arası ışık milyonlarca sene gitmek zorunda kalır. Vücudumuzda hücre yapısı da kâinatla aynıdır. Bir vücut yaklaşık bin galaksi kadar hücreye sahiptir.

Hücre kâinata benzer. Yıldız ile sivrisineğin kanadının yapı maddesi aynıdır. Temelde yapı olarak fark yoktur. Aynı atomla orada yıldız burada kanat yaratılır. Kâinatın bu en küçük zerrelerinde kâinatın devasa projeleri gizlidir. Bu yıldız ve atomlar arası denge muazzamdır. Bir milim hata olsa, bir zerre bir gram fark etse kâinat yerle bir olur. Bu zerreyi yapan kimse kâinatı yaratan da odur. Ay dünya semasına takvim olarak yerleştirilmiştir. Mercanlar ay ışığına göre ürer, kuşlar aya göre göçer, ürer, uçar. Balarısı güneşin farklı ışınlarını görerek hareketlerini belirler. Yerçekimi tüm canlıları eşit etkiler. Kâinatın ta uzak ucunda bile yerçekimi vardır.

Güneşi herkes başka görür. Kızılötesi, mor ötesi, siyah-beyaz, kimi sadece hareketlileri görür, kimi ısısını hisseder ama hepsi de görür ve yaşar güneşi. Sütün vücutlarda takip ettiği yol başlı başına bir mucizedir. Kan ile idrar arası geçip, süzülerek tertemiz ve besleyici olarak gelen binlerce çeşit süt rahmetin gölgesidir.

Sayısız yumurtadan sayısız cinste yavru çıkar. Tohum ve çekirdek zamanı gelince çatlar ve dev bir çınar ağacı olur. Hücreler vücudun tüm hücreleri ile koordineli çalışır. Haberleşir, görevini yapar. Sinek, arı çiçekten emer, aynı zamanda çiçeği döller. İnsan sa hem arıdan hem çiçekten istifade eder. Tabiatta, ekolojide her şey, her zaman, her şeyle ilgilidir. İşte bu örnek sistemdir, bütünün habercisidir. Kainatı yaratan tek tek cisimleri de yaratandır. Bu şahitliği canlı cansız her şey yapar. Akıl bu muazzam şeyi bir tek Allah nasıl yapabilir der! Hem de yaratan tek olmalı der. Bu ikilemin cevabı ise basittir. Güneşin ısısını hesap eder inanırız 15 milyon derece olmalı diye. Bilmeyiz ama inanırız.

İnsan vücudu hücreden başladığında bir irade milyarlarca hücreyi organlara, kemiklere, kirpiklere yönlendirir. Milyonlarca tercihten sıyrılarak mükemmel bir vücut yaratılır. İradenin varlığı ve tercihin mükemmelliği iradenin kusursuzluğuna delildir. Bu kâinatı yaratanın kudret, ilim ve iradesinin göstergesidir. Varlıkları da arasındaki kanunları da bu güç yaratır. İnsan için bu kanun ve kurallar din demektir. Kâinat için yapılan tercihlerin mükemmelliği bizim için din de aynıdır.

Allah’ın tanınması Kur’an iledir. Bu manevi portre Allah’ın tüm sıfatlarını bize anlatır. Arş gibi hükmetme timsali, el ve avuç gibi egemenlik sıfatları bizim zihnimize temas etmek içindir. Bunların mahiyeti bize meçhuldür. O’na benzer hiçbir şey yoktur. Biz O’nu eserleri, filleri, isim ve sıfatlarıyla tanırız.

Kâinatta her şey bu kanunla, sebebe bağlı olarak cereyan eder. Bu sebepler sonucunda ortaya çıkan sıfatların izleri o sebepte bulunmaz. Yani hadiseler ve varlıklar sebep ve kanunların eseri değildir. Bu sebep ve kanunlar sadece birer memurdur. Adeta hükümdarın yetkisi ve emriyle O’nun kuvvetine ilmine dayanarak iş görürler. Onlara itaat etmek bize düşen görevdir. Ancak sebep ve kanunların (sözgelimi tabiatın) fiillerde ortaklığı bulunduğunu düşünmek şirktir. Allah’ın icraatında ortaklık yoktur.

Alem bir kere kurulup kendi haline bırakılan saat değildir. Rabbimiz tasarrufu ile her şey gözlenir, müdahale edilir, geliştirilir veya yok edilerek yenisi ile değiştirilir.

İnsan seçkindir çünkü Allah’ın en güzel isim (Esmaül Hüsna) ve sıfatlarını görür, tanır, isimlerin eserlerini kendi üzerinde gösterir. Kendi fiillerinde de o isimlerin eserlerini yansıtır. Kâinatta tecelli eden en ilahi isimler en parlak eserini insanda göstermiştir. İnanan insan; *Allah’ın isim ve sıfatlarını kendi fiillerinde yansıtır. *Allah’ın her şeyi bildiğini, hesap verileceğini bilir, *Sadece Allah’tan ilim, hikmet, nimet ister, *Allah’ın affetmeyi çok sevdiğini bilir, *Ahlakını düzeltir, affeder, bağışlar (Affetmeyen af dileyemez) *Bu isim ve sıfatları yaşayan, yansıtan hayır makinesi, iyilik jeneratörü olur. İman; bir mümin kulun kainatı Esmasının rengarenk güzellikleriyle donatıp insanın önüne seren Alemlerin Rabbi’ne hayatıyla verdiği cevaptır. Gökleri yıldızlarla, yeri çiçeklerle süsleyen, Esmaül Hüsna insanı da güzel ahlak boyasıyla böyle süsler ve cennete layık hale getirir.

Yaratılış gayemiz; iman ve ibadettir. Bu üstün gücü görüp sığınmamak imkânsızdır. Resul ve elçilere kulak verilince doğru muhataba yönelinir, bu irşadlardan uzaklaşılınca yanlışa meyledilir. Kulluk insanın kaderine mühür ile vurulmuştur. Tercih iki şıktır; Bütün kulları yaratana kulluk, ya da kendisi yaratılmışa kulluk. Kur’an’ın iman ve ibadet çağrısı insanı kula kul olmaktan çıkarıp sadece Allah’a kulluk eden ve şerefli bir misafir mertebesine yükselten bir çağrıdır.

Allah’ın bedenlerdeki ayetleri Kur’an ve kainat ayetleriyle birikte bizlere Yüce Allah’ın varlığını ve Tek’liğini anlatır, ispat eder. Bu nedenle parmak uçlarınızdaki size özel izlerde, Allah’ın ayetlerini göremiyorsanız şayet, imanınızı tazeleme zamanıdır.

Yüce Allah’ın yaratış ve düzene sokuştaki ilahi kudret ve ilmini anlayabilmenin bir diğer ayeti de bedenlerdeki ayetlere bakmaktır. Kainattaki muazzam ahenk ve kudretin, ilim ve mükemmelliğin aynası durumundaki bedenlerin herbirisi de birer kainattır ve içerisinde milyarlarca yaşam barındırır.
Her bir bedende trilyonlarca hücre, molekül, atom, kimisi katı, kimisi sıvı, kimi gaz sayısız element, kimisi sert, kimisi yumuşak on trilyonlarca doku mevcuttur ve bunların dizgisi, yerleşimi, uyum veya uymsuzluğu hep bir ilim iledir.
Dış görünüş itibarıyla milyarlarca insanın farklı ten, mizaç, sima, boyda olması ama tamamının aynı yaratılış kuralına bağlı olarak ve belli standart ölçüler dışına çıkılmaksızın yaratılmış olması bizlere muazzam bir Yarata’nın varlığına işaret eder.

Bu Yaratan, uzuvları, sesleri, idrakleri, tenleri farklı sayısız çeşitte insan ve varlık yaratmış ama hiçbirini bir diğerine benzer kılmamıştır. Tüm insanlık bir araya gelse ve ellerine kalem alıp farklı mesela milyon tane sima çizmeye kalksa başaramaz.

Duyularımız belli sesleri duyarken bazı sesleri duyamaz, gözümüz bazı renk ve açıları görürken bazılarını göremez, ellerimizle dokunduğumuzda hissettiklerimiz bir yere kadardır ve mesela dilimizle alabildiğimiz tatlar bir miktara kadardır. tabiattaki diğer canlıların çok daha farklı kabiliyette olmaları işitme ve görme sınırlarının muazzamlığı hakkında bize bilgi verse de bize bahşedilen sınır aralıklarının mükemmelliğine tanık oluruz. Çünkü her sesi duyabilsek uyuyamaz, her rengi görebilsek uykudayken bile rengarenk bir tablo ile karşılaşırdık.

Vücudumuzun % 75’inin su olması bir başka ayettir ki su içilmeden yaşam devam etmemekte, su olmadan tüm yaşam sona ermektedir.

Keza hastalıklarda da bu sistem tersine çalışır ki tüm hastalıklar evvela bir tek hücrenin aniden hasta oluvermesi ile başlar. O hücreye o hastalık emrini veren kimdir? Sonra yanlardaki o mükemmel hücrelerin (herbirinin kendisini hastalığa karşı normal şartlarda koruması gerekirken) o hastalığa bulaşması ve hastalığın yayılmasını sağlayan kimdir?

Hasta olan insandaki iyileşme süreci düşünülürse o hastalığa esir düşmüş hücreleri yeniden sağlığına kavuşturan ilim ve şifa kimin eseridir?

Yaşatan ve öldüren Allah, ölümü bedene emrettiğinde bedenlerde olan nedir? hangi hücre hangi emirle faaliyetini durdurmakta ve kim mesela kalbe dur demektedir?

Gözün harika piksel özelliğini Yaratan Allah, en nadide güzellikleri görebilelim diye, kulağımızı evrendeki ahengi ve muazzamlığı duyabilelim diye yaratandır.

Akıl ve şuur yani bilinç insana armağan bir başka ayettir ki beyan yani öğrenme ve ifade yeteneğini veren Allah’tır. Konuşma ve akıl edebilme hem de bunu muazzam bir sürat ve doğrulukta yapabilmenin sırrını halen bilim adamları çözebilmiş değildir.

Görülen bir görüntünün akılda yorumlanıp saniyesinde reaksiyon gösterilmesi olayı basit görünse de milyarlarca hücre kenetlenmiş vaziyette bu olayı yaratmaktadır. Bununla da yetinilmeyerek o akıl yürütmeden hemen sonra beyin en ücra uzuvlara emir vermekte ve o uzuvlar emre göre kasları hareket ettirmektedir. Bir sıcak demliğe farkında olmadan dokunan insanın elini çekmesinin yaklaşık yarım saniye içinde olduğu hatırlanırsa sürattaki muazzamlık çok daha net anlaşılacaktır.

Kadın ve erkeğin farklı yaratılması, her bir cinsin kuvvetli ve zayıf yanlarının olması, üreme bahsine uygun her birinin farklı kabiliyetlere ve uzuvlara sahip olması Yaratılışın tesadüfü değil bir ilma dayalı olduğunun da kanıtıdır.

Büyüme, ergenlik, yaşlanma alametleri de birer ayettir ki yaşlıların çocukluğa geri dönmesi bile bir ayettir. Tenin buruşması, saçların beyazlaması, gözlerin görmezliği, kulakların az işitmesi, hastalık ve takatsizliklerin baş göstermesi hem ölümü hatırlatan alametlerdir hem de taptaze diriliği verene geri dönüşün yine aynı ilimle, aynı elden yapılacağına da ispattır.

Bedendeki yüzlerce kemiğin intizamı, sayısız damarın içiçe ama karışmaksızın vücudu baştan sona dolaşması, kemiğe et giydirilmesi, sinir sisteminin en ücra derilere kadar ulaşması da birer ayettir. İnsanın yediği ve içtiği şeylerin kan, enerji, ilaç, vitamin ve mineral olarak ayrıştırılması, şeker, tuz ve diğer bedensel ihtiyaçların mesela yenen bir elma ile karşılanabilmesi de muazzam ayetlerdendir. İnsanın yaratıldığı mekan yani coğrafyaya uygun evrimleşmesi (Ortadoğudakinin sıcağa, eskimoların soguğa dayanıklı olmaları gibi) yine Allah’ın ayetlerindendir.

Ruhsal manada ise mizaçlardaki sayısız farklılık ve yetenekler Yaratan’ın muhteşem eseridir ki kimi piyano çalabiliyorken kimisi marangozluğa yeteneklidir. Oysa her ikisinin de ilmi ve yaratılış standartları aynıdır. Kimi öğretebiliyorken kimisi resim çizmekte, kimisi dalgıç iken bir diğeri astranot olabilmektedir. Kimisi hızlı koşarken kimisi iyi yüzmekte, kimisi ağır kaldırabilirken kimisi dağa tırmanabilmektedir. Bu farklı yeteneklerin izahı ise ancak ilahi ilim ve kudretle mümkündür. Kimisi müzik dinleyerek, kimisi basket maçı izleyerek rahatlar.

Genler ve daha bilinmedik pek çok ilahi sırları bünyesinde barındıran bedenler Yaratılışın göklerin yaratılışından sonraki en zor ve muazzam yaratışlardır ve kolay olmamıştır. Lakin Ol deyince olduran Yüce Allah için Yaratmak kolaydır ve bunun ilmi sadece kendisindedir. Bu yüzden tüm insanlık bir araya gelse bir sivrisineği veya bir damla suyu yaratamaz.

Tüm insanlık bir araya gelse bir çekirdeği çatlatamaz ve bir ağacı o çekirdekten çıkaramaz.

Dahası tabiatta olagelen her bir şey Allah izni iledir ve O’nun izni ve haberi olmadan ne bir kuş uçabilir, ne bir yaprak yere düşebilir ne de bir gebe doğurabilir. Bu da demektir ki her bir oluş bir izin, ilim, irade ve maksat iledir.

Özetle; daha sayısız örnek vermek mümkün olsa da bedenlerin kainatın kopyası olduğu aşikardır. O kadar ki atom yapıları insan bedeninde de aynıdır, bir ağaçta da, bir meteorda da. Farklılık ilimdedir ve o ilme emir verenin kudretindedir.

Hastalığı, şifayı veren bu yüzden Allah’tır. Doğumu ve ölümü veren yani yaşatan ve öldüren O’dur.

Kainatı da, bedenleri de , yaratılmışların tamamını da yaratan O’dur.

O’nun ayetleri görmesini bilen için bu yüzden hem kainatta hem bedendedir.

Göremeyenler içinse tüm bu ayetlerin izahı Kur’an ayetlerindedir.

Çünkü Allah’ın ayetleri Kur’an’da, kainatta ve bedendedir.

Mesele bunları iman penceresinden görebilmektedir.

Parmak uçlarınızdaki size özel izlerde, Allah’ın ayetlerini göremiyorsanız, imanınızı tazeleme zamanıdır.

Allah’ın ayetlerini görebilmek

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde şöyle diyordu; “Havada kuşun kanadıyla uçtuğunu görüp te ondan uçma kanunlarını ve o kanunları yazan Allah’ın kudretini anlamaya çalışanlar içindir ki kuşların uçması bir ayet olur.”

Kainat bedenler tıpkı Kur’an gibi ayetlerle doludur ve fakat bunları görebilmek için evvela bakmayı istemek ve sonra görmek gerekir. Bakmakla görmek arasındaki fark da budur. Rastgele bakışla görebilmek arasındaki fark ayetleri fark edebilme kabiliyetidir ki bu imkânı veren imandır.

İman varsa kul kuşun kanadında da, rüzgar ve bulutta da, çiçeğin kokusu ve arının balında da, insan denen varlığın göz bebeklerinde de, yıldızlı semada da, denizdeki dalgalarda da, dudaklarda, saç renklerinde, ellerin harika anatomik yapısında da Allah’ın ayetlerini görebilir.

İmanlı bir mü’min için konuşmak ve yürümek de, kuşların uçması, rüzgarın esmesi de, yağmur da, ay ve güneşin peşi sıra yer değiştirmesi de ayettir.

Bu bize zikre, tefekküre götürür ve tartışılmaz vaziyette gözler, akıllar Yüce Allah’a teslim olurlar.

Ayetler elbette sadece güzelliklerde ve hoşluklarda da değildir.

Söz gelimi kasırga veya depremlerde, kanlı savaşlarda, açlık ve sefaletlerde, akılsızlık ve bilgisizliklerde, yıldızların sönmesinde, güneşle ayın aynı hizaya gelmesinde, bedensel ağrılarda, ani ölümlerde, huylardaki değişimlerde, kanma ve aldanmalarda, salgın hastalık ve yangınlarda birer ayettir.

Başa gelen, görülen, duyulan, hissedilen, yaşanan ne varsa her biri birer ayettir çünkü bir hikmeti vardır. Kainatta hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır ve o sebebi anlamaya çalışmak lazım gelir.

Hikmet sadece fiziki oluşlarda da değildir. Kötülüklerde, savaşlarda, işgallerde, hastalıklarda, yokluklarda birer ayettir ve bu ayetleri arayıp bulmak imanlı kalpler için görevdir. Müsibet ve müjdelerin kısaca tamamı bir üründür ve sebebi vardır. İş zulüm seviyesine varıyorsa sebebi sadece insandır çünkü Allah asla zulmetmez. Lakin belalar, müsibetler, kazalar pekâlâ Allah’tandır. Çünkü O, hak edene hak ettiğini verendir. Müjdeler, rızık ve nimetler, medet ve şifalar da O’ndandır. O halde her zaman ve her şeyde bu ayetleri görebilmek için bakmak lazımdır ki şeytanlar başları hep başka yöne çevirmek isterler. Kalpler ise o ayeti arayıp bulmak için yanar ve tutuşur.

Her bir yaşanan ve görülen şey ayet olunca da hikmeti arayıp bulmak ve doğruya uzanmak lazım gelir. Bu, güzelliklerde ayetleri bularak daha fazla iman etmeyi, kötülüklerde ders çıkararak iyiliği artırmayı mümkün kılar. Yani kul, güzelliklerde de, kötülüklerde de ayetleri bulabilen ve kendisine faydalı bir sonuç çıkarabilendir. Huylar bu suretle güzelleşir ve imanlar bu sayede artar.

Dünya sınavında doğru ve yanlış yan yanadır ve kul hür iradesi ile bunlardan birisini seçerek yoluna devam eder. Hayat bu iki seçenekten birisini seçerek sonraki soruya geçmek süresidir. Yaşam ayetlerle dolu olunca ve her ayette saklı bir hikmet olunca kul iyiliklerdeki ayetlerle yücelir, teslim olur, kötülüklerdeki musibetlerden ders alarak yine yücelir. Yani mü’min her durumda karlıdır. başka bir deyişle mü’min bollukta şükrederek, darlıkta sabrederek nasıl hep sevap kazanıyorsa, güzelden alacaklarıyla da, kötülükten çıkaracağı derslerle de yücelir.

Yeter ki bakmak istesin ve görebilsin.

Allah’ın ayetleri bazen de insan niyet ve amellerinde gizlidir. Bu sebeplerden ziyade sonuçlarla ve doğrudan sınavla alakalıdır. Yani buradaki hikmet o pislik veya suçun işlenmesinde değil, o soruna sebep olan şeytanların varlığında, aldanmalarda, imansızlıklarda, haksız susuşlarda, sonrasında kararan akıbetlerdedir. Tabiki varsa susmayanların feragat ve cesaretinde, güzel ahlakındadır. Bu zaten sınavın da ta kendisidir. Gözler işte ayetlerin bu gizli olanını da bulmakla mükelleftir ki bulanlar kâmil derecesine erenlerdir.

Söz gelimi kulun gözü önünde cereyan eden bir haksızlığa şahit olsun. Bu elbette bir zulüm nevidir ve müsebbibi insandır. Lakin bu haksızlığa ortam hazırlayanlar, haksızlığın icra şekli, haksızlığın sonuçları, yanlışla değişen dengeler, bu yanlışın verdiği kalıcı hasar ve nihayet bu haksızlığın aslında bir sınav sorusu olması bir hikmettir. Bu hikmet ise ayettir. Bundan ders çıkarıp uzak duranlarla, yanlıştan dönenler ayetleri gören ve tövbe edenlerdir.

Yanlışı göremeyen veya günahta ısrar edenler ise ayeti inkâr eden ve günahın vebalinden dahi çekinmeyenlerdir. Yani Allah’ın hikmet ve ayeti bunlar için mana taşımıyor demektir, sınav onlar için ehemmiyetsiz demektir. Bu ise ne büyük bir yanılgıdır?

Kötü işleri yapanlar, hür iradeleri ile o işi yapıyorlarsa da o işteki keramet bu kadar basit değildir. Keza iyilik üretenler için de aynı şey söz konusudur. Dünya tek başına bir yaşam formu ve bir varlıktır, yani yaratılmıştır. Bu madde üzerinde minicik insan, kainatta zerrece yer doldurmazken, anlaşılmaz vaziyette kainata hâkim olma gayretindedir ve bu yolda her şeyi mübah sayar. Hele ki bu gezegende tam hâkim olmak ister ve bu sebeple kan dökmekten dahi çekinmez.

Bu tarifi imkânsız cesaret ise sadece bir kişi veya toplumu değil, tüm insanlığı ilgilendirir ve sarsar. Sonuçta huzur ve esenliğin, teslimiyet ve ahlakın yeryüzüne egemen olması veya bozgunculuğun yeryüzünü teslim alması dünyanın kaderidir ve tüm ferdi veya toplumsal yaşananlardaki hikmet aslında tüm dünyayı ilgilendiren devasa bir ayettir.

Bunu suya düşen bir damla gibi düşünürsek durum daha iyi anlaşılır ki o damlanın seri etkisi çok uzaklara kadar yayılır ve uzaktan bakan için o suyu hareketli/çalkantılı gösterir. Sayısız damla düşünüldüğünde ise o ufacık damlaların çıkardığı dalgalanma hareketsiz kovada adeta fırtınalar yaratır. İşte her bir iyilik ve kötülüğün insanlığa etkisi de böyledir. Buradaki hikmet ise herkesin her gördüğü iyiliği teşvik ederek desteklemesi ve her gördüğü kötülüğe karşı durmasıdır. Allah’ın cihat emri de tam olarak budur. Kimden ve nereden gelirse gelsin herkes kötülüğe karşı dik durmalıdır ki denizler durulsun, huzur ve asayiş temin olunabilsin.

Allah’ın buradaki ayeti ise devasa bir sınavdır ve tüm dünyayı ilgilendiren bu ayeti görmek büyüklük ve iman derinliğidir.

İyilikler teşvik edilip alkışlanmaz ise bir zaman sonra kaybolur, kötülükler tedbir alınmaz ve karşı konulmaz ise bir zaman sonra kontrol edilemez hale gelir. Şimdi ayet daha iyi anlaşılmıştır sanırız. Çünkü bu tepkisizlik tercihi iyiliği doğal olarak yok ederken, kötülüğe de kapı açar. Allah’ın ayetleri bizler göremesek de vardır. O ayetler cehalet ve gafletlerimize şahit olmaya devam da edecektir. Ahirette dahi bu ayetler hakkımızda şahitlik yapacaktır ki uzuvlar, yıldızlar, Kur’an başlıca şahitler olacaktır.

Her biri imanı artırmak ve muhafaza ettirmek için yerleştirilen bu ayetler boşuna değildir. Yaşananlardan dersler almak lazım gelendir. Sırlarda, hikmetlerde ayetleri arayıp bulmak şart olandır. Kur’an ayetleri bu anlamda çok özel bir öneme sahiptir ki alenen ve basitçe kitaplaştırılıp gözler önüne konan ve asırlarca Allah koruması ile değişmeden duran Kur’an, yaratılıştaki en büyük ayet ve hikmettir. Kur’an’ın isim, sıfat ve emirlerine burada değinmeyeceğiz lakin şu kadar bahsetmek gerekir ki O’ndaki bir tek harf veya nokta dahi boşuna değildir, O’nda anlatılan hiçbir şey kısmi veya geçici değildir, evrenseldir, zaman ötesidir, coğrafya ötesidir. Bu anlamda gerek emir ve yasaklar, gerek helak edilen kavimler bahsi, gerek kıssalar, gerek hikâyemsi anlatımların her biri bir ayettir, öğüt veya yasaklamadır, korunma ve kurtuluş reçetesidir.

Bu ayetleri herkes okuyabilir. Ancak …

Kimisi anlamadan okumak için, kimisi sevap olsun diye, kimisi sadece anlamak için, kimisi satırlar arasındaki hikmeti yakalayabilmek ve kendisini düzeltmek için okur. Kimileri de sır ve hikmete erip, kendisini ve dünyayı güzele doğru değiştirmek için okur.

Kur’an okuyuştan okuyuşa farklıysa, okuyucusuna verdiği de farklı olacaktır ki çoğu insan maalesef okumaz veya anlamadan okur yahut anlamadan bir de ezberlemeye çalışır. Bu kimsenin hikmete erebilmesi mümkün müdür?

Bir de Kur’an mü’minleri vardır ki her bir ayet üzerinde derin derin düşünürler ve şöyle derler;

“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.” (Al-i İmran 3/191)

Göklere, yere, ellere, sese, yeşile, Kur’an’a bu bakış olması gerekendir. Kur’an okuyuşu da bu olmalıdır.

Bu bakış başa gelen her şeye, tesadüf edilen veya görülen her şeye uygulanması gereken bir idraktir. Ancak bu sayede hikmet anlaşılabilir ve ancak o zaman Allah’ın ayetleri anlaşılır olur.

Başa dönersek;

 “Havada kuşun kanadıyla uçtuğunu görüp te ondan uçma kanunlarını ve o kanunları yazan Allah’ın kudretini anlamaya çalışanlar içindir ki kuşların uçması bir ayet olur.”

Yani sadece kuşu, kanadı veya uçmak fiilini görmekle yetinenler için Allah’ın kudret ve kanunları bir şey ifade edemez ve kula bir şey katamaz. Lakin kul, o kabiliyeti Yaratan Allah’ı ve ilmini hissedebildiği anda ayetleri görmeye başlamış demektir.

O halde kul, etrafına hep bir ayet arayışı ile bakmalı, yaşanan her şeyde gizli bir hikmet olduğunu bilmeli, iyiliğe destek ve kötülüğe kilit olmayı arzu etmelidir.

Bu yapılırsa kalpler yumuşar, sevaplar artar, iman erdirici olur.

Yapılmazsa benlikler çürür, yeryüzü bozguncularca kirletilmeye devam eder, iman dillerde kalır, ayetler yine olmaya devam eder ama anlayan kalmaz.

Bu vakit insan denen varlık zaten emanete sahip olma hakkından da feragat etmiş olur, sıradanlaşır.

İman gerçeklerinin önemi

İman etmek, aklını ve gördüğünü esas alan insan için kolay değildir. Sonuçta kul görmek, dokunmak, hissetmek ve emin olmak ister. Oysa imanın çoğu ayeti görünmezdir, gayba ve bilinmeyene aittir. Bu nedenle insanların bilmediği bir şeye bağlanması güçtür ve hele vaddedilen ceza ve ödülün gözle görünür olmaması kulu vurdumduymazlığa en azından hafife almaya sevk eder. İman ayetleri ve gerçekleri her an göz önünde cereyan ettiği halde insanlar farkında bile olmadan yaşar giderler. Bu gerçeklere temas edilememesi ise yaşam gayesine vurulan büyük bir darbe ve yitip giden ömürdür. Ve insan her boşa geçen saniye ziyandadır. İman gerçekleri kula yabancılaşırsa o kul etrafın cahil telkinlerine maruz kalır ve hakikatten uzaklaşır. O kul bu nedenle ilahi mesajları okuyamaz, dünyaya kalp gözüyle bakamaz hale gelir.

Her insan kendisine has bir mucize bekler. Bizzat şahit olacağı bir hadise meydana gelsin ister. Oysa bir tohumun yeşermesi, arının kanat çırparak o muazzam büyük bedeni havalara kaldırması bir mucize değil midir? Tabiat, insan, velhasıl tüm kainat bir mucizeler ve mükemmellikler manzumesidir. İman gerçeklerinin kalp gözüyle görülebilmesi, imani şuurun yerleşmesine, vicdanların uyanmasına ve küfrün batıl telkinlerinin yok olmasına sebep olur. İmani gerçekler yaratılış delilini gözler önüne sererken bundan gafil olanlar koyu karanlıklarda kuru bir yaprak gibi bir o yana bir bu yana sürüklenir giderler. İman gerçekleri karşısında vicdanının sesini dinleyen kişinin ilk aklına gelen, bunların tesadüfen veya kendiliğinden meydana gelemeyeceğidir. Tüm bunları yaratan üstün güç ve sanat sahibi Allah’ın varlığını anlayacak ve O’na iman edecektir.

1. İman Gerçekleri İmanın Kazanılmasına Vesile Olur

Hangi kalp yavrusunu emziren bir ceylan karşısında burkulmaz, hangi anne yavrusu acı çekerken gözü yaşlanmaz, hangi insan tohumun tomurcuğa, tomurcuğun güle dönmesini görür de iflah olmaz.

İmanın gerçeklerine temas etmek iman sahibi olmaya zorlamak, imanın asıl doğru ve hak olduğunu ilan etmektir. Başkaca hiçbir gücün hayat veremeyeceği günlük oluşumlar muazzam bir Yaratıcı’nın sanat, ilim ve kudret ile bezenmiş el emeğidir ve ahengi, dengesi, uyumu, tonu, rengi, sesi harikuladedir.

Ne başka ilahlar vardır, ne İlah’ımız Allah’ın bir noksanı. O imanı kalplerde yeşertmek adına tüm güzellikleri bahşetmiş, ayetlerini görünür kılmış, binlerce güzelliği insana sunmuştur. O, kalbi, gözü, kulağı verendir. O, ruhu, aklı, şuuru verendir. O, kainatın tüm varlık ve cisimlerini insana sunan, kendisini ayetleri ile görünür, kokulur, dokunulur kılandır. İşte bu farkındalık imandır, hakikattir. Bu hakikat; tam teslimiyeti, yalnız Allah’a iman etmeyi gerekli kılar.

“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.” (Al-i İmran, 3/191)

2. İman Gerçekleri İmanı Sağlamlaştırır, Derinleştirir ve Kalıcı Kılar.

İman gerçekleri bir kere temas edildi mi yüreklerde yer eder. Yüce Allah’ın sonsuz gücüne itikad eden bir kul artık başka maceralar, dostlar, ilahlar aramaz hale gelir ve O’na yönelmek, rızasını kazanmak için çabalar durur.

Bu nedenle iman gerçekleri sadece iman edecekler için değil iman etmiş ama imanı geliştirilmeye muhtaç olanlar için de zorunludur. İman eden yürek, derin derin tefekkür ederek her gün Rabbine biraz daha yakınlaşabilmeyi umut eder. Bu umut sevgiyi, sadakati, ilhamı, gücü ve sabrı beraberinde getirir. Gayretin sonu ise Allah’ın izniyle imanda derinleşmek ve sağlam iman sahibi olmaktır. Görünür, inanılır, kesinliği kabul edilir iman, kalplerde sarsılmaz bir yer edinir ve kul Rabbinin rıza göstereceği gibi hatasız yaşamaya gayret eder, hata yapınca Rabbinin tevbe ve duasını kabul edeceğini bilir. Bu güvenle de şerleri bırakıp hayırlara koşar, çevresine ışık, güzellik ve bilgi saçar.

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 5/35)

Kulun kendisini Allah’a yaklaştıracak vesile araması, kurtuluşa ermeyi umması için bir yoldur. İşte iman gerçekleri mümine, Allah’ın varlığı ve sıfatları hakkında daha derin bir kavrayış ve anlayış, Allah’a daha fazla bir yakınlaşma sağlayan vesilelerdir. İman gerçekleri taklidi ve yüzeysel imandan tahkiki ve tafsili imana geçişi gerçek ve tek anahtarıdır.

3. İman Gerçekleri Batıl ve Cahil Telkinleri Yok Eder

İman hakikatlerine temas edildiği vakit geri kalan batıl, köhne, örfi, cahil, karanlık tüm telkin ve öğretiler boşa çıkar, hakikat nur gibi parlarken diğerleri kapkara kesilir, soluk ve cansız hal alır.

İman etmeyenlerin tüm çaba ve gayretlerine rağmen iman gerçekleri, gören gözler için gün gibi ortadadır.

Yaşamın baştan sona bir tesadüf, rastgelelik üzerine kurulu olduğu ateizm safsatası iman gerçekleri karşısında cahil ve batıl kalır. Bu aksini ispata gayret eden bilimi bizzat kullanarak imanın inceliğini, yaratılışın muazzam dengesini, ilimdeki sanatı gözler önüne sermekle, çalışmakla, azimle ısrarcı olmakla olur. Batıl elbet yok olacaktır lakin insanlar modern bilimden de istifade ile iman gerçekleri ile tanışmak, tanıştırılmak mecburiyetindedir. Öte yandan, iman gerçeklerinden mahrum birisi, şirk ve küfür telkinlerine karşı son derece savunmasızdır. Akıl ve bilimin, dinin önüne geçmeye çalıştığı her alanda yaşanan tereddüt ve belirsizlik insanları her defasında şüpheye sürüklemiştir.

Çünkü bilim görünen ve sayısal olarak ispatlanan şeylerin ardı sıra gider ve inkâr edemese de ilahi gücün eserlerini tabiata, kainatın ahengini kanunlara, yağmuru neme, rüzgarı hava akımlarına bağlamaya çalışır. Bu yapılan olanın açıklaması olduğu halde bilim her defasında dinin tabiata, fiziğe ve bilime mahkûm olduğunu ispata çalışır. Bu nedenle, öğrenmek ve paylaşmak cehaletin ve batılın yok edilebilmesi için önemli ve gereklidir.

İman gerçekleri bilinirse, kafir ve müşriklerin yalan, yanlış ve değiştirilmiş hakikatlerine karşı daha sağlam durulur ve onların riya, gösteriş, yalan ve tuzakları daha iyi anlaşılır. İman gerçeklerinden bihaber olmak kulu dinsiz saldırılara karşı savunmasız bırakırken, iman gerçeklerini biliyor olmak ve anlatmak her türlü zararlı akıma karşı koymak, kulluk görevini yapmak ve imanı yaymaktır ki asıl hedef budur. Bu bilgi ve gerçek kişiyi inkarcı ve reddedici tüm akım ve fikirlere karşı güçlü kılar, sabır, güç ve destek verir

4. İman Gerçekleri Allah’ı Gereği Gibi Takdir Edebilmeyi Sağlar

“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır.” (Fatır, 35/15)

“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır.” (Fatır, 35/15)

İman gerçekleri üzerinde derin düşünmek ve Allah’ın bunlarda yansıyan sıfatlarını görmek Allah’ı çok daha iyi ve yakından tanımayı sağlayacaktır. Allah’ı daha iyi tanımaya, her an her yerde O’nun tecellilerini görmeye başlayan insan da kazandığı bu meziyet sayesinde Allah’ın kudretini hakkıyla takdir eder duruma gelecektir. İman gerçekleri üzerinde edinilen derin bilgi ve tefekkür sonucunda kişi can taşıyan ve taşımayan her şeyin, her saniye ve her yerde Allah’ın bilgisi ve kontrolünde olduğunu anlar. Hücreden en uzak yıldızların yapı maddesine kadar her şey Rabbimizin emri ile hareket etmekte, mutlak itaat ile verilen görevi yapmakta ve emir dinlemektedir. Rabbimizin bu muazzam düzeni kurmak, devam ettirmek veya sonlandırmak için sarf edeceği tek kelime ise “Ol!” demesidir

Varlıkların her hareketi Allah’ın dilemesiyle ve Allah’ın kontrolü altında gerçekleşir. Bunun için sonsuz bir güç, sınırsız bir bilgi, muazzam bir akıl ve en ileri türeden zekâ gerektiği açıktır. İşte yalnızca bu gerçek üzerinde tefekkür etmek dahi Allah’ın sonsuz sıfatlarına daha yakından şahit olmayı ve Allah’ın sonsuz gücünü gereği gibi takdir edebilmeyi sağlar.

“Ey insanlar! Size bir örnek verildi. Şimdi ona iyi kulak verin. Sizin Allah’tan başka taptıklarınız bir sinek dahi yaratamazlar, hepsi bunun için toplansalar bile. Eğer sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan kurtaramazlar. İsteyen de âciz, istenen de. Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Hac, 22/73-74)

İman gerçeklerini araştırmak ve öğrenmek, üzerinde hakkıyla düşünmek, Allah’ın canlı cansız tüm varlıklar üzerinde her an süregelen mutlak kontrol ve hâkimiyetini kesin bir bilgiyle anlamaya vesile olmalıdır. Ve bu anlayış, Allah’a karşı tam bir teslimiyeti beraberinde getirecektir. Vücudundaki karmaşık sistemleri ve bunlardaki hassas dengeleri bilen ve üzerinde düşünen bir mümin, kusursuz biçimde çalışan bu sistemleri oluşturan aklın, vücudun kendisine ait olmadığını anlar.

Bilir ki vücut dediği şey, bilinci, duyu organları, düşünme yeteneği olmayan atomların meydana getirdiği bir hücreler topluluğudur. Bu tefekkürün sonucunda kişi vücudundaki her bir hücreye, hatta her bir atoma kadar her şeyin Allah’ın emriyle ve isteğiyle hareket ettiğine kesin kanaat getirir. Hiçbir olayın hiçbir aşamasında şansa ya da tesadüfe yer olmadığını anlar. İman hakikatine temas eden kişi bilir ki daha insan bebek olarak şekillenirken bir irade milyarlarca hücrenin her birine bir görev vermiş, hücreleri yerlerine sevk etmiş, hücrelerin birleşmesini organize etmiş, hücrelerden oluşan organ ve dokulara koordine, uyum, ahenk ve ritim katmış, ilk kalp atışını nasip etmiştir.

5. Ancak İlim Sahipleri Allah’tan Gereği Gibi Korkar

“…Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Fatır Suresi, 28)

İman gerçeklerini görebilmek bir süre sonra bilgi birikimi sağlar. Kuran’ın tarifiyle “ilimde derinleşen” veya “ilim sahibi” olan bu kişiler, Allah’ın kendi üzerlerindeki ve etraflarındaki tecellilerini her an gözlemlerler. İlim sahipleri, kuşların kanatlarının uçmaya uygun yaratıldığını, daha az enerji harcamak için “V” şeklinde uçtuklarını, tüylerindeki kompleks dizaynı bilirler.

Kısacası bir kuşun, uçmasından üremesine, tüylerinin şeklinden rengine kadar herşeyi Allah’ın üstün bir düzen ve tasarım içinde yarattığının bilincindedirler. Bu yaratma sanatının örnekleri üzerinde düşündüklerinde, Allah’ın üstün gücü ve ilmi karşısında imanları artar. Allah’ın her tecellisinde Allah’ın sıfatlarını güçlü bir şekilde hisseden ilim sahiplerinin Allah’tan duydukları korku da aynı oranda artar ve güçlenir. İlim sahipleri Kuran’da övülmüştür. Bütün müminler de Kuran’da övülen bu ilim sahiplerinin mertebesine yükselmeye çalışmalıdırlar. Bu ilim, bilim dediğimiz sayısal ispat sanatı olduğu kadar aynı zamanda ve aslen maneviyata hitabeden dini kavrayış ve seziştir.

6. İman Gerçekleri, İnsanın Ufkunu Açar

“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.” (Bakara, 2/164)

İman gerçeklerini öğrenmek, üzerinde düşünmek, hikmetini kavramak, insanın düşünce ufkunu açması bakımından da önemlidir. Çünkü bu olgu insanı hayata başka gözle bakmaya, alışkanlıkları değiştirmeye zorlar. İman gerçeklerinden uzak insanlar bile iman gerçeklerinin bir delilidir çünkü Rabbimiz bunun böyle olacağını bilmiş ve bildirmiştir. İmansızların kaybı bu noktada iman edenlere kazançtır. İman gerçeklerini görenler yalnızca ağaçları, çiçekleri ya da hayvanların şaşırtıcı özelliklerini düşünmez. Onlar, aynı zamanda Allah’ın yarattığı teknoloji ve bilim ürünlerinin de var edilip ilham ile bildirildiğini, icat değil keşfolunduklarını bilir ve şükreder. Kaza, bela, müsibet ve bolluk anlarında insanların gösterdiği davranış şekli onların inançlarının da aynı zamanda aynasıdır. Çünkü iman gerçeklerine temas edebilmiş kişi her türlü halin Allah’tan olduğunu bilir ve sabrederek dua eder. Belalarda, sabır, namaz ve dua, bolluklarda namaz, şükür ve paylaşma bu insanların doğru davranış şeklidir.

Haksızlık, zulüm, çirkinlik ve kötülük peşinde koşanlar ise bu güzellikleri kavramaktan uzak, zayıf imanlılar veya kafirlerdir ki müşrikler de bu gruptandır. “Bedevi karakteri”, cehaleti, düşüncesizliği, kabalığı temsil etmektedir. Bu karakteri tedavi etmek için insanların, kültürlü, derin düşünen, Allah’ın yaratmasındaki üstün sanatı ve hikmetleri kavrayabilen bir hale gelmek için çalışmaları gerekir. İman gerçeklerini araştırmak, öğrenmek, düşünmek ve yorumlamak ise Allah’ın bizden istediği bu kültürün temelidir.

7. İman gerçekleri kulun hayatını doğruya oturtan kalıcı bir değişimdir.

Çoğunlukla ileri yaşlarda, kısmen erken yaşlarda tanışılan tahkiki iman, kulun o andan önceki ve sonraki hayatı arasındaki kalın çizgidir. Kulun hayata bakışı, kazanım ve harcamaları, ibadet ve davranışları, söz ve mimikleri, duygu ve umutları o kalın çizgiden itibaren daha farklı şekillenir ve kul bildiği her şeyi toptan değiştirmek heves ve arzusuna sahip olur.

Kul o kalın çizgiden önceki hayatının beyhude olduğunun farkına varır, hayatına mana katan iman gerçekleri ile sonraki ömrüne daha başka bakar ve yaşadıkça iyilik ve güzelliklerin savunucusu olur. İman gerçekleri, kulun o ana kadar ki önceliklerini değiştirmesine sebep olan vesiledir. İman gerçekleri, kulun boş heves ve arzularının dizginlenmiş, rayına oturtulmuş halidir. Nefis ve şeytani muhasebelerin geride kaldığı bu kalın çizgi, kalpten Rabbe yönelişin ilk adımıdır ve artık gözler ve dudaklar başkaca bir sevgili aramadan Rabbini anar. Kul, kendisindeki değişim ile, etrafını da değiştirmek için gayret eder, umut eder. Bu manada iyilik kendisine ve topluma yaptığı olmak üzere iki türlüdür. Kendisini terbiye edenin Allah olduğunu bilen kul, başkalarını da aydınlatarak, anlatarak Allah yoluna davet etmekle onlarında terbiye olmasına aracı olmaya gayret eder ve bu sayede inşallah onların terbiyelerinden de üzerine düşen sevabı kazanır. Terbiye olmak istemeyenler için de iman gerçeklerini gören kimse tebliği yapmış, davet etmiş, hakikati göstermiş olmakla onların bilmiyorduk demelerinin de önünü keserek onları kaderleri ile baş başa bırakmış olur.

8. İman Gerçekleri Allah’ın Rıza ve Rahmetine Kavuşmaya Vesile Olur

“(Dünyalık olarak) size her ne verilmişse, bu dünya hayatının geçimliğidir. Allah’ın yanında bulunanlar ise daha hayırlı ve kalıcıdır. Bu mükâfat, inananlar ve Rablerine tevekkül edenler, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınanlar, öfkelendikleri zaman bağışlayanlar, Rablerinin çağrısına cevap verenler ve namazı dosdoğru kılanlar; işleri, aralarında şûrâ (danışma) ile olanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcayanlar, bir saldırıya uğradıkları zaman, aralarında yardımlaşanlar içindir.” (Şura, 42/36-39)

Allah’ın rızasını kazanmak kul için ilk görev ve hedeftir. Çünkü cennet ve cehennem bir amaç değil bir neticedir. İbadetin, iman ve ahlakın gayesi Rabbimize layık kul olabilmektir ki Allah’ın rızasına sahip olabilmek ulaşılabilecek en üst derecedir. Şeffatin bile sadece Allah’ın razı olduğu kullara bahşedilecek olması bu manada iman etmeyi çok daha fazla gerekli kılar ki iman etmek tüm inanç sisteminin omurgasıdır. İman olmadan ne ibadet, ne ahlak, ne salih amel olur. Olsa da yetersizdir, riyadır, gösteriştir. Tam tersine kalbe yerleşen iman peşinden ibadet, ahlak ve salih ameli de getiren bir güzellikler manzumesidir.

İman hakikatlerinin öğrenilmesi ve tefekkür edilmesi sonucunda kazanılan tüm vasıflar müminin Allah korkusunun artmasını, Allah’ın emir ve yasaklarını çok daha şevkli ve bilinçli bir şekilde yerine getirmesini sağlar. Dolayısıyla, Allah’ın rahmetine, rızasına kavuşmasına vesile olurlar. Allah’ın rahmeti bu dünyada hayır, bereket, güzellik, aklın artması, ilim ve hikmet verilmesi, huzur, neşe ve mutluluk verilmesi, nimet verilmesi gibi ihsanlardır. Ahirette ise ebedi Cehennem azabından kurtuluş, sonsuz Cennet nimetlerine ve Allah’ın sürekli rızasına kavuşmadır.

İmanın derecesine göre Cennette kavuşulan dereceler de farklı farklıdır. Bu nedenle -doğrusunu Allah bilir- iman gerçeklerinde derinleşerek, Allah’ın sonsuz sıfatlarına daha yakından şahit olan ve bunun sonucunda kesin bilgiye dayalı (tahkiki), katıksız ve üstün bir imana sahip olan müminlerin Cennetteki makamları da Allah’ın izniyle aynı oranda üstün olur. Müminler, sahip oldukları derin tefekkürleri ve içleri titreyerek Allah’tan duydukları korku nedeniyle, Allah’ın izni ve dilemesiyle, inşallah cennetlerde yüksek derecelerle ödüllendirileceklerdir.

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçekten mü’minlerdir. Onlara, Rableri katında yüksek mertebeler, bağışlanma ve cömertçe verilmiş rızık vardır. (Enfal, 5/2-4)

İman gerçekleri her zaman ve her yerdedir. Bunlar bize; Allah’ın tek Yaratan, tek Sahip, tek Kudret ve tek İlim sahibi olduğunu anlatır. Bu mana bir kez sezilince, akan sular durur, eski yanlışlar üzerine sünger çekilir, tevbe ve dua ile Rabbimize yönelinerek geçmiş günahların bağışlanması dilenir, kul müteakip hayatına daha başka bir vicdan ve terbiye ile kılavuzlanır.

İman gerçekleri bir kez görünür hale gelince; mazluma kalkan eller kalkmaz, hak yiyen yiyemez, kötülük eden edemez olur.

Rabbim hepimize, imanı, temiz nefsi, arınmış kalbi, iman gerçeklerini görebilmeyi nasip etsin.
Rabbim, Allah rızasına kavuşabilmek umudumuzu yok etmesin.
Rabbim, bizi esirgesin ve bağışlasın.
Rabbim, bizleri hoşnut olduğu kullarından eylesin.
Amin!

Comments are closed.