logo

Bilim ve sanat takdir edilmediği yerden göç eder. 

BİLİM 4

Bilim İnsanı / Bilimin Anlamı 

EĞİTİM NEDİR?

Bilimsel Bilgi

Bilimsel bilgi, sistematik bir şekilde toplanan, doğru ve güvenilir verilere dayanan ve bilimsel yöntemlerle test edilmiş bilgiye denir. Bilimsel bilgi, nesnel ve doğru olması gereken gerçeklerle ilgilenir ve bu gerçekleri gözlem ve deneylerle doğrular. Bilimsel bilgi, genellikle gözlem, hipotezlerin oluşturulması, deneyler ve teorilerin geliştirilmesi gibi süreçler yoluyla elde edilir. Bilimsel bilginin en önemli özellikleri arasında test edilebilirlik, tekrarlanabilirlik, ölçülebilirlik ve nesnellik yer alır. Bilimsel bilgi, herhangi bir alanda bir problem çözme sürecinde kullanılabilir ve bu nedenle çeşitli disiplinlerde kullanılır. Bilim, insanların evreni, doğayı ve dünyayı anlama çabalarının sonucudur ve bu nedenle insanlık için son derece değerli bir kaynak olarak kabul edilir.

Bilimsel bilgi, sistematik bir şekilde toplanan, doğru ve güvenilir verilere dayanan ve bilimsel yöntemlerle test edilmiş bilgiye denir. Bilimsel bilgi, nesnel ve doğru olması gereken gerçeklerle ilgilenir ve bu gerçekleri gözlem ve deneylerle doğrular.

Bilimsel bilginin özellikleri şunlardır:

  1. Gözleme dayanır: Bilimsel bilgi, doğayı ve olayları gözlemler ve dikkatli bir şekilde kaydedilen verilere dayanır.
  2. Sistematiktir: Bilimsel bilgi, sistematik bir şekilde toplanır, düzenlenir ve analiz edilir.
  3. Mantıksaldır: Bilimsel bilgi, mantıksal düşünme, hipotezlerin oluşturulması, deneylerin yapılması ve sonuçların çıkarılması yoluyla elde edilir.
  4. Nesneldir: Bilimsel bilgi, öznel yargılardan ve kişisel görüşlerden uzaktır. Bilim insanları, her zaman nesnel veriler ve kanıtlar üzerine çalışırlar.
  5. Test edilebilirdir: Bilimsel bilgi, doğrulanabilir ve tekrarlanabilir testler ve deneyler yoluyla test edilebilir.
  6. Ölçülebilirdir: Bilimsel bilgi, sayısal veriler ve ölçümlerle ifade edilebilir.
  7. Geçicidir: Bilimsel bilgi, mevcut kanıtlara dayanarak yapılan geçici çıkarımlar ve yorumlar içerebilir. Bilim, yeni bilgiler ortaya çıktıkça ve daha fazla araştırma yapıldıkça güncellenir.

Bu özellikler, bilimsel bilginin güvenilirliğini ve doğruluğunu sağlamak için önemlidir ve bilim insanlarının çalışmalarının temelini oluşturur.

Bilimsel Bilgi Türleri

Bilimsel bilgi, farklı disiplinlerde ve araştırma alanlarında elde edilebilir. Bilimsel bilgi türleri şunlardır:

  1. Gözlemsel bilgi: Bu, doğal dünya hakkında yapılan gözlemlere dayanan bilgidir. Bilim insanları, nesnel ve detaylı gözlemler yaparak verileri toplarlar ve bu verileri analiz ederek sonuçlara ulaşırlar.
  2. Deneysel bilgi: Bu, deneyler yoluyla elde edilen bilgidir. Bilim insanları, bir hipotezi test etmek için kontrollü deneyler yaparlar. Bu deneyler, bir değişkenin diğerine nasıl etki ettiğini gösterir ve sonuçlar bilimsel bilgi olarak kabul edilir.
  3. Teorik bilgi: Bu, doğal dünya hakkında yapılan varsayımlara dayanan bilgidir. Teorik bilgi, gözlemsel ve deneysel verilere dayanır ve bu verileri açıklamak ve birbiriyle ilişkilendirmek için kullanılır.
  4. Matematiksel bilgi: Bu, sayılar ve matematiksel formüller yoluyla ifade edilen bilgidir. Bilim insanları, verileri sayısal olarak analiz ederek ve matematiksel formüller kullanarak sonuçları elde ederler.
  5. Sosyal bilgi: Bu, insan davranışı, toplum ve kültür gibi sosyal konulara ilişkin bilgidir. Sosyal bilgi, gözlemsel ve deneysel verilere dayanabilir veya anketler ve görüşmeler gibi sosyal araştırma yöntemleri kullanılarak elde edilebilir.

Bilimsel bilgi türleri arasında önemli bir ayrım, niteliksel (kalitatif) ve niceliksel (kantitatif) veriler arasındadır. Niteliksel veriler, gözlemler, sözlü açıklamalar ve görüşmeler gibi kalitatif yollarla elde edilen verilerdir. Niceliksel veriler ise sayılar ve istatistikler gibi kantitatif yöntemlerle elde edilen verilerdir. Bilim insanları, genellikle niteliksel ve niceliksel verileri bir arada kullanarak sonuçlara ulaşırlar.

Bilimsel Bilginin Amacı

Bilimsel bilginin amacı, doğal dünya hakkında doğru ve güvenilir bilgi sağlamaktır. Bu bilgi, doğal dünyayı anlamamıza, keşfetmemize ve açıklamamıza yardımcı olur. Bilim, insanların merakını ve keşfetme arzusunu tatmin etmek ve yeni keşifler yapmak için kullanılır. Bilimsel bilginin diğer önemli bir amacı, insanların hayatını ve dünyayı daha iyi hale getirmek için kullanılmasıdır. Bilimsel keşifler, sağlık, teknoloji, tarım, çevre, enerji, ulaşım ve diğer alanlarda önemli gelişmeler sağlamıştır. Örneğin, modern tıp, bilimsel keşifler sayesinde hastalıkları tedavi etmek ve önlemek için daha etkili yollar geliştirmiştir. Bilim ayrıca, enerji kaynaklarını daha verimli bir şekilde kullanmak, doğal kaynakları korumak ve çevreyi korumak için de kullanılır.

Bilimsel bilgi ayrıca, insanların yanlış anlayışları düzeltmelerine, hurafeleri reddetmelerine ve mitleri çürütmelerine yardımcı olur. Bilim, açık fikirli ve eleştirel düşünen bir yaklaşım benimser ve bilim insanları, yeni kanıtlar ve veriler ortaya çıktıkça düşüncelerini güncellemeye hazırdırlar.

Sonuç olarak, bilimsel bilginin amacı, doğal dünya hakkında doğru ve güvenilir bilgi sağlamak, insanların hayatını ve dünyayı daha iyi hale getirmek ve yanlış anlayışları düzeltmek için kullanılmaktadır.

Bilimsel Bilgi Basamakları (Aşamaları)

Bilimsel bilgi basamakları (aşamaları) genellikle aşağıdaki gibi sıralanır:

  1. Gözlem: Bilimsel araştırma süreci, öncelikle doğal dünyayı gözlemlemekle başlar. Gözlemler, bir hipotezin doğruluğunu test etmek ve sonuçları desteklemek için kullanılabilir.
  2. Soru sorma: Gözlemlerden sonra, bilim insanları sorular sorarak araştırmalarını yönlendirirler. Bu sorular, doğal dünyayı anlamak ve açıklamak için bilimsel bir yaklaşımla cevaplanması gereken sorulardır.
  3. Hipotez oluşturma: Soruların ardından, bilim insanları bir hipotez oluştururlar. Hipotezler, doğal dünyadaki bir olgunun nasıl çalıştığını açıklamak veya bir sonucun neden ortaya çıktığını tahmin etmek için kullanılır.
  4. Deney tasarlama ve yapma: Hipotezlerin doğruluğunu test etmek için bilim insanları deneyler tasarlar ve yaparlar. Bu deneyler, bir hipotezin doğruluğunu test etmek için bir değişkenin diğerine nasıl etki ettiğini gösterir.
  5. Veri toplama ve analiz: Deneylerin yapılmasından sonra, bilim insanları verileri toplar ve analiz eder. Veriler, hipotezin doğruluğunu veya yanlışlığını gösterir.
  6. Sonuç çıkarma: Veriler analiz edildikten sonra, bilim insanları sonuçlar çıkarır ve hipotezlerini destekleyip desteklemediklerine karar verirler.
  7. Yorumlama ve raporlama: Son olarak, bilim insanları sonuçları yorumlar ve diğer bilim insanlarına ve halka raporlarlar. Bu raporlar, bilim dünyasında kabul edilen bir standart olan peer review sürecinden geçebilir ve diğer bilim insanları tarafından tekrar test edilebilir.

Bu basamaklar, bilimsel bilgiyi güvenilir ve doğru hale getirmek için bilim insanları tarafından izlenen standart bir süreçtir.

Bilimsel Bilginin Ortaya Çıkarılması

Bilimsel bilgi, insanların doğal dünya hakkında merak ettiği soruları yanıtlama çabaları sonucunda ortaya çıkmıştır. İnsanlar, binlerce yıldır doğal dünyayı gözlemleyerek, deney yaparak ve analiz ederek bilgi toplamışlardır. Bilim, Antik Yunanistan’da başlayan felsefi bir gelenekten gelişmiştir. Felsefeciler, doğal dünya hakkında akıl yürütmeler yaparak, doğal dünyanın işleyişini anlamak için ilk bilimsel yöntemleri geliştirmişlerdir. Aristoteles, gözlem ve akıl yürütme yöntemlerini kullanarak, birçok doğal olayı açıklamak için teoriler geliştirdi. Bu teoriler, Orta Çağ boyunca ve Rönesans döneminde İslam dünyası ve Avrupa’daki bilim insanları tarafından daha da geliştirildi. Daha sonraki yıllarda, modern bilim olarak adlandırılan bilim, sistemli deneyler, veri analizi ve matematiksel modeller kullanarak doğal dünya hakkında daha güvenilir bilgi sağlamaya başladı.

Bugün, bilimsel bilgi, disiplinler arası çalışmaları içeren birçok alanı kapsar. Bilim insanları, farklı disiplinlerden gelen verileri birleştirerek, doğal dünya hakkında daha bütünsel bir anlayış elde ederler. Bilim insanları, ayrıca teknolojik ilerlemelerle birlikte, doğal dünya hakkında daha ayrıntılı ve hassas ölçümler yapabildiler ve bu da daha doğru ve kesin bilimsel bilgiye yol açtı.

Sonuç olarak, bilimsel bilgi, insanların doğal dünya hakkında merak ettiği soruları yanıtlama çabaları sonucunda, gözlem, deney ve akıl yürütme gibi yöntemleri kullanarak ortaya çıkmıştır. Bugün, bilimsel bilgi, disiplinler arası çalışmaları içeren birçok alanda uygulanmaktadır.

Bilimsel Bilgi Örnekleri

Bilimsel bilgi, farklı disiplinlerde elde edilebilir ve pek çok konuyu kapsar. İşte bazı bilimsel bilgi örnekleri:

  • Evrim teorisi: Biyolojide, canlıların türlerinin zamanla nasıl değiştiğini açıklayan evrim teorisi bilimsel bir teoridir. Bu teori, Charles Darwin’in doğal seçilim teorisine dayanır ve pek çok disiplinde kullanılan bir çerçevedir.
  • Termodinamik yasaları: Fizikte, termodinamik yasaları sıcaklık, enerji ve ısı transferi gibi konuları açıklar. Bu yasalar, doğal dünyanın termodinamik özelliklerini anlamamızı sağlar.
  • DNA yapısı: Biyolojide, DNA’nın çift sarmal yapısı bilimsel bir keşiftir. Bu keşif, genetik kodların nasıl çalıştığını anlamamıza yardımcı oldu ve genetik mühendisliği gibi alanların gelişmesine yol açtı.
  • Higgs bozonu: Fizikte, Higgs bozonu keşfi, evrenin temel yapı taşlarını anlamamıza yardımcı oldu. Bu keşif, Higgs alanının varlığını doğrulayarak, maddeye kütle kazandıran mekanizmayı açıklar.
  • İnsan beyninin işleyişi: Nörobilimde, insan beyninin nasıl çalıştığına dair bilimsel araştırmalar yapılmaktadır. Bu araştırmalar, beyin işlevlerinin nasıl gerçekleştiğini ve zihinsel hastalıkların nedenlerini anlamamıza yardımcı olur.
  • İklim değişikliği: İklim biliminde, bilimsel araştırmalar iklim değişikliğinin nedenlerini ve etkilerini incelemektedir. Bu bilimsel çalışmalar, sera gazı emisyonlarının dünya iklimindeki değişimlere neden olduğunu göstermektedir.

Bu sadece birkaç örnek olup, bilimsel bilgi pek çok disiplinde pek çok farklı konuyu kapsar.

Bilimsel Bilginin Alanları

Bilimsel bilgi, pek çok farklı alanda elde edilebilir. Burada, bazı bilimsel disiplinlerin örnekleri verilmiştir:

  1. Fizik: Fizik, evrenin temel yapı taşlarını, maddeyi ve enerjiyi inceler.
  2. Kimya: Kimya, maddelerin özelliklerini, yapılarını ve reaksiyonlarını inceler.
  3. Biyoloji: Biyoloji, canlı organizmaların yapılarını, işlevlerini, gelişimlerini ve evrimlerini inceler.
  4. Matematik: Matematik, sayılar, şekiller, yapılar ve ilişkiler arasındaki doğal yasaları inceler.
  5. Astronomi: Astronomi, evrenin yapısını, hareketlerini ve kökenlerini inceler.
  6. Jeoloji: Jeoloji, yeryüzünün yapılarını, oluşumunu, tarihsel değişimlerini ve kaynaklarını inceler.
  7. Psikoloji: Psikoloji, insan davranışını, zihinsel süreçleri ve duygusal durumları inceler.
  8. Sosyoloji: Sosyoloji, insan toplumlarının yapılarını, davranışlarını ve etkileşimlerini inceler.
  9. Ekonomi: Ekonomi, kaynakların üretimini, dağıtımını ve tüketimini inceler.
  10. Tarih: Tarih, geçmişteki insan etkileşimlerini, olayları, dönemleri ve kültürleri inceler.

Bu sadece birkaç örnek olup, bilimsel bilgi pek çok farklı disiplinde elde edilebilir.

Bilimsel Bilgiyi Diğer Bilgi Türlerinden Ayıran Özellikler Nelerdir?

Bilimsel bilgi, diğer bilgi türlerinden farklı özelliklere sahiptir. İşte bilimsel bilgiyi diğer bilgi türlerinden ayıran özellikler:

  1. Doğrulanabilirlik: Bilimsel bilgi, doğrulanabilir olmalıdır. Yani, bilimsel bir iddia ya da teori, deney veya gözlem yoluyla test edilebilir ve doğrulanabilir olmalıdır.
  2. Nesnellik: Bilimsel bilgi, nesnel olmalıdır. Yani, araştırmacının kişisel görüşleri ya da inançları tarafından etkilenmeden, verilerin doğru bir şekilde toplanması, analiz edilmesi ve yorumlanması gerekmektedir.
  3. Yenilenebilirlik: Bilimsel bilgi, yenilenebilir olmalıdır. Yani, bilimsel bir teori ya da bulgu, yeni veriler ve kanıtlar ışığında yeniden incelenerek, güncellenebilir ve geliştirilebilir.
  4. Genelleme: Bilimsel bilgi, genelleme yapılabilen bilgi olmalıdır. Yani, elde edilen sonuçlar, belli koşullar altında tekrarlanabilir ve genel olarak geçerli olmalıdır.
  5. Sistematiklik: Bilimsel bilgi, sistematik bir yaklaşımla elde edilmelidir. Yani, verilerin toplanması, analizi ve yorumlanması, bilimsel yöntem adı verilen sistematik bir yaklaşımla yapılmalıdır.
  6. Ölçülebilirlik: Bilimsel bilgi, ölçülebilir olmalıdır. Yani, elde edilen sonuçlar, sayısal veya ölçülebilir bir şekilde ifade edilebilmelidir.
  7. Yapılandırıcılık: Bilimsel bilgi, yapıcı bir yaklaşımla elde edilmelidir. Yani, elde edilen sonuçlar, daha önceki bilimsel bilgilerle ilişkilendirilerek, daha büyük bir anlayışın parçası haline getirilmelidir.

Bu özellikler, bilimsel bilgiyi diğer bilgi türlerinden ayıran temel özelliklerdir.

Bilimsel Bilgi İle Bilimsel Olmayan Bilgi Arasındaki Farklar Nelerdir?

Bilimsel bilgi ile bilimsel olmayan bilgi arasındaki farklar şunlardır:

  1. Kaynak: Bilimsel bilgi, doğru ve güvenilir kaynaklar tarafından toplanan, test edilen ve onaylanan bilgidir. Bilimsel olmayan bilgi ise genellikle kişisel deneyim, inanç, söylenti veya yanıltıcı bilgi kaynakları gibi güvenilir olmayan kaynaklardan elde edilir.
  2. Doğruluk: Bilimsel bilgi, doğru ve test edilebilir olmak zorundadır. Bilimsel olmayan bilgi ise genellikle doğrulanamaz ve yanıltıcı olabilir.
  3. Yöntem: Bilimsel bilgi, bilimsel yöntemleri kullanarak toplanır ve test edilir. Bilimsel olmayan bilgi ise, bu yöntemlerin dışında birçok farklı yöntemle toplanabilir.
  4. Objektivite: Bilimsel bilgi, objektif olmak zorundadır. Yani, bir şeyin gerçekleştiği şekliyle değil, verilerin objektif olarak analiz edilmesiyle oluşur. Bilimsel olmayan bilgi ise, sıklıkla kişisel görüş ve duygulara dayanır ve subjektif olabilir.
  5. Güncellik: Bilimsel bilgi, güncel olmak zorundadır. Bilimsel olmayan bilgi ise, eski ve geçersiz olabilir.
  6. Genelleme: Bilimsel bilgi, genelleme yapılabilir. Bilimsel olmayan bilgi ise, genellikle bireysel deneyimlere veya sınırlı sayıda örneğe dayanarak yapılan genellemelerdir.
  7. Kontrol: Bilimsel bilgi, kontrol edilebilir ve tekrarlanabilir olmak zorundadır. Bilimsel olmayan bilgi ise, sıklıkla kontrolsüz veya tekrarlanamaz bir şekilde elde edilir.

Bilimsel bilgi, güvenilir ve doğru bir şekilde test edilen bilgidir. Bilimsel olmayan bilgi ise, genellikle güvenilir olmayan kaynaklardan elde edilen, yanıltıcı veya doğrulanamayan bilgidir.

Bilim toplumsal olarak hayatımızın neresindedir? Yaşadığımız modern toplumsal yaşam biçimlerinde bilimsel çalışmaların hem yeri hem de izleri var mıdır? Peki, toplumsal hayat, bilim ve eleştiri kavramları arasında esaslı bir ilişki var mıdır, eğer varsa nasıl bir ilişkidir bu? Bilim hayatlarımızı değiştirir, geliştirir mi, işlevi nedir gibi sorulara yanıtlar aramaya çalışalım.
*
Bilim, gündelik hayatın hızlı akışı içerisinde sıklıkla farkında olmak zorlaşsa da, somut pratikleriyle hayatın her alanında yanımızdadır. Bilimin çıktıları ile toplumsal hayat iç içe geçmiş durumdadır. Elektronikten internete; ulaşımdan enerjiye kadar oldukça geniş bir yelpazede, bilimsel araştırmaların sonuçları ile yaşıyoruz. (Bilimin sağladığı toplumsal faydalar ve bilimsel ürünlerin istismarı sonucu ortaya çıkan kötülük arasındaki gerilimli ilişki, bu yazının konusu değildir.) Bu konuya, son günlerde Türkiye gündeminde olan (olması da gereken) en önemli problem üzerinden örnekleyerek devam edelim: Deprem. Adını anmak bile sevimsiz, ancak buna karşın bunu yapmak, belki de hiç olmadığı kadar acil ve şart.

*
Çeşitli bilimsel alanların kesişimi ile ortaya konan bilimsel araştırmalar, İstanbul’un da içinde yer aldığı coğrafi bölgenin, bir deprem bölgesi üzerinde olduğunu açıklıkla gösteriyor. İstanbul (ve çevresi) aktif bir fay hattının üzerindedir. Haliyle de, büyük bir yıkıcı deprem olması çok olası. Bunun istatistiksel modellemelerini yapıyor araştırmacılar. Bu konu bilimsel verilerle apaçık ortada. Herhangi bir tartışmalı ya da belirsiz yanı yok.

Bunu anlaşılır bir tarzda ortaya koymak bilim insanlarının işi. Bilimin aşırı teknikleşmiş dilinden sıyrılıp, açık ifadelerle bu konuyu anlatmak bilim insanın toplumsal vazifesi belki de. Bilimsel bir alanda, alanın teknik dili bariyer oluşturucu problem haline gelmemelidir. Böylece daha fazla sayıda kişiye ulaşmasının önündeki engel kaldırılmış olabilir.

Peki, bu apaçık duruma rağmen, hem ilgili bir yerin yerel yöneticileri, hem de merkezi hükümetler bu konuda neler yaptı/yapıyor? Bilimin ortaya koyduğu veriler, toplumsal karar alıcıları harekete geçirmelidir. Bunu kabul etmek, çok basit ancak şart olan bir ilk adımdır, bir hayati ön koşuldur. Harekete geçmek: Bilim bunu yapamaz, o başka bir düzlemin işidir. Bu konuda, karar alıcıların çok ciddi şeyler yapmadıkları, çok karmaşık bir konu da değil maalesef.

Bilimin çok açıkça ortaya koyduğu verileri ciddiye almamak, bu anlamda kamusal bir ihmal ve de büyük bir suçtur. Zira olası büyük yıkımın ve ölümlerin sorumlusu bu veriler ışığı altında, “doğal afet” olarak görülebilecek deprem değildir! Dört bir yandan dile getirilen “doğal afet” vurgusu, bilim dışı bir yorumdur. Depremin olmasının “doğal” olduğu, kestirilemez bir yapıda olduğu elbette gerçektir. Bilimsel olan kısmı da budur. Ancak onu “afet” durumuna iten şey, insan kaynaklıdır. Olası bir “afet” kısmı, ona karşı yapılmayan şeylerin toplamıdır, bundan ötürü de hem politik hem de toplumsaldır.

Bu anlamda doğa insana hiçbir şekilde bir “afet” durumu vermez. Doğal alanda olup biten şeyler böyle işlemezler; ondan hareketle afet insanların yaptıkları veya yapmadıklarının bir sonucu olarak ortaya çıkar.

Bu, bilimin yöntemi ve dili ile, kadercilik arasındaki temel farktır aynı zamanda. Eğer depremin sonucundaki afet durumu, bir kader olsaydı, deprem örneğin çok aktif bir deprem bölgesi olan Japonya’da da yıkıcı olurdu. Neden orada deprem bir “afet” olmuyor sorusunu herkes kendine ve yönetme yetkisine sahip olanlara sormalıdır.

Toplumsal düzlemde ise, yönetme yetkisini taşıyanlar, en çok “geçmiş olsun” mesajı paylaşanlar da aynı zamanda. Burada bir mantıksal hata vardır. Elbette “geçmiş olsun” denmelidir, ne sakıncası olabilir ki bunun? Fakat bilimsel verilerinde ışığında, adeta toplumsal bir seferberlik ilan edilmesi gerekirken, iyi niyet temennisi bu konuda tam olarak ne işe yarayacaktır? Maddi sorunları, iyi niyet temennisi ile çözmek mümkün müdür? Sözgelimi bir hekim, bir hastalığı iyi niyet dilekleriyle iyileştirebilir mi? Deprem konusu özünde bundan farklı bir sorun değildir. Hangi soruna çözüm olabilecektir kuru bir iyi niyet temennisi? Ortada somut hiçbir girişim yokken, tam olarak neye geçmiş olsun?

Karar alıcı durumunda olanlar görev, sorumluluk, yapılması gerekenlerden bahsetmeli, eleştirel ve bilimsel verilere yaslanmalıdır. Toplumsal hayatın karmaşıklığı iyi niyetle değil, bilimsel verilerle tasarlanmış modellerle çözülebilir. Yapı izinleri, kentin deprem acil durumu programı, yapıların dayanıklılık durumları, kaçak yapılar vb. sorunlar kocaman haliyle dururken, temenni, karşı karşıya olunan duruma göre çok tuhaf kaçmaktadır. Duygusal niyetler değil, somut adımlar gerekmektedir, acil olarak.

Bilim, toplumsal hayat ve eleştirellik arasındaki ilişki insan hayatı üzerinde belirleyici etkilere bu yukarıdaki anlamlarda sahiptir. Dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan, bilimin verilerinden güç alarak, iklim krizi karşısında sokaklarda son zamanlarda. Temel sloganlardan biri de, bu yazı bağlamında anlamını buluyor: Bilimin arkasında birleş!

Bu iklim krizinden olası depreme kadar, pek çok alanda yeniden hatırlamamız gereken temel bir ilke gibi görünmektedir. Zira aksi durumda, hem parçası olduğumuz doğa hem de onun üzerindeki bütün bir canlılık için pek iç açıcı bir tablo görünmemektedir. Gerçekçi olmak, bilimin bir ilk adım ilkesidir de nitekim.

Prof. Dr. Kemal Arıkan Psikiyatri Uzmanı / Z. Soner Dinç

Bilim insanı, evrene dair her şey hakkında sürekli olarak kullanılabilir bilgileri mevcut bilgi edinme yöntemleriyle derinleştirmeye çalışan insandır. Bilgiyi elde etmek için deney ve gözleme dayalı olan bilimsel yöntemi kullanırlar. Bilimsel keşif dünyasında bilgi, yalnızca sarih ve tartışılmaz bir biçimde, her olasılık altında kanıtlanabilir haldeyse bilgi olarak kabul edilebilir. Bilim insanları bu bilgiyi edinip, deneyip tüm diğer insanların kullanımına sunarlar.

Bilim, her şeyle ilgilidir. Bizim hayatımızdaki ya da diğer canlıların hayatlarındaki her şey bilimsel olaylardır, bilimin konusudur. Kayalardan ırmaklara, binalardan gök cisimlerine kadar görülebilen, algılanabilen, hayal edilebilen her şey bilimsel yöntemin ve bilim insanının konusudur. Bu bilgi edinme yöntemlerini kullanarak denizlerde bulunan su miktarlarını ölçebiliriz. Dünyamızın evrendeki yerini tahmin edebiliriz, geçmişte yaşayan insanların dillerini ve sembolleri öğrenebiliriz, bedenlerimizle yapamayacağımız eylemleri yapabilecek aygıtlar, makineler yaratabiliriz. 

Bilim İnsanı Kime Denir?

“Bilim insanı” tanımı ilk kez İngiliz filozof ve bilim tarihçisi William Whewell tarafından 1833 yılında anonim olarak kullanılmıştır. Bu tanım artık dünyada yaygın olarak icra edilen bir meslek grubunu da ifade etmektedir. “Bilim insanlığı” üst meslek çatısının altında, kuramcılık ve deneycilik faaliyetleri bir araya gelir.

Kuramcılar genellikle var olan bilgilerle yeni modellemeler yaparlar, yeni sonuçlar tahmin ederler. Deneyciler ise yeni modellemeleri gözlem yaparak test ederler. İkisi de bilimsel yöntemler kullanılarak yapılan şeylerdir ve bilim insanları deneycinin de kuramcının da işini yapar. Bilim insanının faaliyet alanında bilimsel yöntemin kullanılabileceği tüm durumlar vardır. 

Bilim İnsanlarının Sınıflandırılması

Bilim içinde her şeyle ilgili araştırmalar yapılabilen alanların bütününü temsil ediyorsa, farklı farklı bilimsel alanlar, farklı farklı bilim insanı tipleri vardır. Bilim insanları uğraş verdikleri bilimsel alanların belirlenmesiyle birbirlerinden ayrılırlar. Bir zoologun bir matematikçiyle, bir astronomun sanat tarihçisiyle arasında büyük farklılıklar vardır. Ortak noktaları, tüm bu alanlarda yalnızca ve yalnızca deney ve gözleme dayanan bilimsel bilgi edinme metotları kullanmalarıdır.

Bilim insanları;

– Arkeolog
– Biyofizikçi
– Tarihçi
– Fizikçi
– Deniz biyologu
– Patolog
– Astronom

gibi bilişsel alanlarına göre farklı isimlere ayrılırlar. Bilimsel metot her türden bilginin edimine göre şekil değiştirse de deney ve gözleme dayalı olması ilkesi bilim olarak kabul edilen her disiplinde görülür. 

Teknoloji ve internet günümüzde kullanıcılara büyük bir kolaylık ve rahatlık sağlıyor. Günümüzde her alanda karşımıza çıkan ve artık bir ihtiyaç haline dönüşen İnternet, kullanıcılara bilgi erişiminin yanı sıra, online alışveriş imkanı, online para transferi, online televizyon ve dizi, film izleme imkanı, resim ve video paylaşımı, canlı anlık görüntülü görüşmeler ve saymakla bitmeyecek olan bir sürü imkan sağlıyor.

Peki bu imkanları kullanırken kullanıcılar açısından oldukça önemli olan ve dikkat edilmesi gereken güvenlik düzeyi her zaman üst seviyede mi ? Günümüzde yeni bir dünya olarak ta adlandırabileceğimiz internet dünyasında güvenliğinize her zaman dikkat ediyor musunuz ?

Kullanıcılar internette bir çok uygulamaya giriş yaparken oluşturmuş oldukları şifreler ile giriş yapıyor. Günümüzde her ne kadar şifreleri yavaş yavaşta olsa parmak izi ve yüz tanıma sistemleri almak üzere olsa da şifrelerden vazgeçemiyoruz. Bunun sebebi de tüm teknolojik ürünlerin ve uygulamaların bu özelliği kapsamıyor olması. Üstelik bu özellikleri sağlayan uygulamalar kullanıcılardan yine de bir şifre oluşturmalarını talep ediyor. Belki önümüzdeki 10 sene içinde bu tarz özellikler daha da yaygınlaşabilir. Sonuç olarak şifreler günümüzde internet dünyasında her türlü yerde ve uygulamada karşımıza çıkıyor ve çıkmaya devam edecek. Peki kullandığımız şifreler güvenli mi ? Bunun cevabı sizde saklı. İnternette bir çok kullanıcı şifrelerini giriş yaparken unutmamak ya da kolay bir şekilde girmek için basit şifreler oluşturuyor. Bu şifrelerde genellikle kullanıcıların doğum tarihleri ve isimleri (Ahmet1985, Mehmet1980 vs..) , tuttukları takımları (Galatasaray1905, Bursaspor1963 vs.) ya da ardışık sayılar (123456, 12345678 vs.) ve bu tarz benzeri şifreleri kullanıyor.

Umuyoruz ki güvenliğinize her zaman dikkat ediyorsunuzdur ! Çünkü günümüzde internet kullanımı kullanıcılarına bir çok alanda kolaylık sağlasa da güvenliğinize dikkat etmediğinizde bu durum oldukça tehlikeli durumlara yol açabiliyor. Günümüzde internet dünyasının bu denli büyümesini fırsat edinen dolandırıcılar, internet dünyasında akıl almaz yöntemlerle kullanıcılara maddi ve manevi olarak zarara uğratma çabasında. Üstelik bu çabalarının karşılıklarını da ne yazık ki internet güvenliğine dikkat etmeyen kullanıcılar sayesinde erişiyorlar.

Sizde bu tarz şifreleri kullanıyorsanız; şifrenizi hemen değiştirmenizde yarar var. Çünkü internet korsanları bu tarz şifreleri uyguladıkları basit bir kombinasyon yöntemi ile ele geçirebilirler. Ele geçirdikleri bu şifreler ile mail hesabınıza giriş yapabilir, banka hesabınızdan para çekebilir, sosyal medya hesaplarınıza erişebilir.

Güvenliğiniz için oluşturduğunuz şifreleri bilgisayarınız ya da telefonunuzda notlarım kısmında bulundurmayın. Günümüzde şifre karmaşıklığından bunalan bir çok kullanıcı şifrelerini telefonlarında veya bilgisayarlarında not ediyor. Aman dikkat! Bilgisayarınıza ya da telefonunuza gelecek olası bir saldırıda bütün şifreleriniz ve hesaplarınız çalınabilir.

İnternette güvenliğiniz için kesinlikle aşağıdaki bahsedilen kelime ve rakamların geçmeyeceği şifreler oluşturmalısınız. Oluşturacağınız şifrelerde kesinlikle adınız, doğum tarihiniz ve ardışık sayılar geçmemeli. Eğer bu dediklerimizi şifreniz de kullanmak istiyorsanız; şifrenizin oldukça uzun olmasına dikkat edin. İnternet güvenliğiniz için oluşturacağınız şifreler kesinlikle 10 karakter üzeri olmalıdır.  Şifrenizi akılda tutmak zor geliyor ve giriş yaparken kolaylık sağlamak için daha kısa da tutabilirsiniz ancak günümüzde bir çok uygulama ve internet sitesi zaten kullanıcılardan minimum 8 karakterde bir şifre oluşturmalarını istiyor. Bu yüzden yinede oluşturacağınız şifrenin 10 karakter içermesi güvenliğiniz için daha iyi olacaktır. Şifre güvenliğiniz için dikkat etmeniz gereken en önemli husus ise ; şifreniz içerisinde ”en az 1 adet özel karakter (- , _ , . vs.) , en az bir büyük harf , en az bir küçük harf ve en az 1 adet rakam” içermesine dikkat etmektir.

İnternet ortamında e-posta ve sohbet pencereleri gibi yerlerde sizden kişisel bilgileriniz istenirse kesinlikle paylaşmayın. Hiç bir resmi kurum ya da kuruluş sizden internet ortamında T.C kimlik numarası ya da Anne kızlık soyadı tarzında bilgiler istemez, isteyemez. Bu bilgilerin sizden isteniyorsa; dolandırılma olasılığı yüksek, ilgili içerikten hemen kaçınmanızda yarar var. Ayrıca güvenliğiniz için internet ortamında güvenmediğiniz ya da güvenilirliği şüpheli olan uygulama ve içeriklere üye olurken telefon numaranızı paylaşmayın. Güvenilirliği belli olmayan bu yerler verilen bilgileri para karşılığın da başka kuruluşlara satarak, telefonunuza reklam ve dolandırma temalı içerikler göndererek kullanıcılara tabiri uygunsa tacizde bulunmaktadır.

Günümüzün en büyük problemlerinden biri bu aslında. Oldukça yüksek fiyatlı yazılımlar kullanıcıları ne yazık ki lisanssız yani bir diğer tabiri ile korsan yazılım kullanımına teşvik ediyor. Yüksek fiyatlı yazılımlara ücret ödemek istemeyen kullanıcılar, günümüzde erişimi oldukça kolay olan bu korsan yazılımlara erişip kullanıyor. Ancak kullanılan bu korsan yazılımlar içlerinde zararlı yazılımlar (virüs vs.) bulundurabiliyor hatta yüzde %90 oranla bulunduruyor. Bu sebepten dolayı lisanssız olarak internetten bir şekilde indirilen bu korsan yazılımlar kullanıcıların bilgisayarlarına zararlı yazılımlar bulaştırabiliyor. Kullanıcıların bilgisayarını ele geçiren bu zararlı yazılımlar, kullanıcıların bilgisayarlarına erişip, kişisel ve önemli bilgilerini ele geçirip, kullanıcılara maddi ve manevi olarak zarar veriyor. Bu yüzden internetten korsan yazılım indirirken oluşabilecek olası problemlerden dolayı bir kez daha düşünün.

Ayrıca korsan yazılım kullanmak, kullanılmasına teşvik etmek ve kullanıma sunmak yasalar gereği suçtur. Unutmayın ki korsan yazılım kullanarak hem kendi güvenliğinizi riske atmış olursunuz hem de büyük emekler sonucunda hazırlanmış olan bu yazılımlara karşılıksız olarak erişerek yapımcılarına büyük saygısızlık etmiş olunur.

Günümüz teknolojisinin en büyük problemlerinden biri de bilgisayarımıza her türlü yolla bulaşabilecek olan zararlı yazılımlardır. Bu yazarlı yazılımlar kullanıcıların bilgisayarına erişerek kullanıcıların kişisel bilgi ve verilerine erişip, kullanıcıları maddi ve manevi olarak zarara uğratabiliyor. Bu zararlı yazılımlardan korunmanın bir çok yolu bulunuyor ancak zararlı yazılımlardan korunmanın en pratik yolu kullanıcı dikkati olmaktadır.

Ve en önemlisi ANTİ-VİRÜS YAZILIMI kullanır. Güvenli bir internet ve bilgisayar için olmazsa olmazlardan biri olan ANTİ-VİRÜS yazılımı her bilgisayar kullanıcısı gibi kullanmanızda yarar var. Güvenli bir ortam sağlayan bu yazılımlar ile bilgisayarınıza internetten ya da harici depolama aygıtlarından bir şekilde gelebilecek bu zararlı yazılımlardan korunmanın en kolay ve pratik yolu Anti Virüs yazılımı kullanmaktır. Anti Virüs yazılımı kullanmayı güvenliğiniz için ihmal etmeyin.

Dikkatli bir internet kullanıcısı ilk olarak zararlı yazılım içerebileceğini düşündüğü bilinmeyen sitelerden kaçınır, internetten dosya indirirken güvenliği belirsiz yerlerden indirmez, torrent tarzı uygulamalardan kaçınır, tehlike arz edebilecek reklamlara tıklamaz.

Günümüzde özellikle sosyal medyalar üzerinden zararlı reklam içerikleri kullanıcılara sunuluyor. Bu reklamlar ise genellik bankacılık sektörü ile alakalı reklamlar oluyor. Sizde sıkı bir sosyal medya takipçisi iseniz eğer; bahsetmek istediğimiz noktayı hemen anlamışsınızdır. Son zamanlarda sosyal medyalar üzerinde kullanıcıların karşısına kendilerini bankaların resmi hesapları gibi göstererek, kullanıcılara büyük para ödülü, hediye para puan ya da hediye iPhone tarzı paylaşımlarda bulunacaklarını belirterek dolandırma çabası içerisinde dolandırıcılar bulunuyor.

Sizden kişisel bilgi ve kredi kartı bilgilerinin istendiği internet sitelerinin (online bankacılık, online alışveriş siteleri vs..) güvenlik sertifikası içermesine dikkat edin. Bu tarz bilgileri sizden isteyen firmaların güvenlik sertifikası içermesi zorunludur. Bu sertifikayı içeren sitelerde kişisel bilgilerinizin güvenliği sağlanmaktadır. İlgili sitenin SSL sertifikası içerip içermediğini ise tarayıcınızdaki adres çubuğunun başında yer alan “http” ve “https” ile anlayabilirsiniz.

Ve ne yazık ki dolandırıcıların bu tuzağına oldukça yüksek sayıda kişi düşüyor. Kullanıcılardan bu reklamda yer alan bağlantıya tıklayarak, internet bankacılığına giriş yapmaları isteniyor. Bankaların resmi sitelerini ve online bankacılık sistemlerinin benzer görüntüsünü yapan bu dolandırıcılar, kullanıcıların ilgili bağlantıda girmiş oldukları bilgileri ele geçirerek, kullanıcıların banka hesaplarından para çekiyor. Son zamanların en büyük dolandırıcılık faaliyetlerinden birini uygulayan dolandırıcıların bu tuzağına düşmemek için dikkat edin. Siz siz olun internette karşınıza çıkan bu tarz bağlantılar vasıtasıyla internet bankacılığına erişmeyin. Güvenliğiniz için internet bankacılığına giriş yapmak için bankanızın resmi sitesini adres çubuğundan girerek erişin ya da mobil uygulaması üzerinden erişin. Ayrıca internet üzerinden internet bankacılığına erişim yaparken adres çubuğunun ”https://” şeklinde başlıyor olmasına dikkat edin.

Başında “https” yazan internet adresleri ile bağlantı kurduğunuzda, bilgiler sadece karşı taraf ve sizin tarafınızdan okunabilecek şekilde şifrelenir. http ile yapılan bilgi alışverişinde ise bir şifreleme yoktur, başka kişiler de sizin aldığınız ve verdiğiniz bilgilere ulaşabilir. https, bilgi güvenliğine ihtiyaç duyulan yerlerde uygulanan bir güvenli iletişim protokolüdür. Bu konu sizde yanlış bir sezgi oluşturmasın. http ile başlayan siteler güvensiz değildir ancak kişisel bilgi ve kredi kartı bilgisi istenen yerlerde http ile başlanıyorsa bu site güvensizdir.

Bilgisayarınızın ya da akıllı telefonunuzun işletim sisteminin güncellemesini düzenli olarak yapın. Gelen her yeni güncelleme ile birlikte yeni özellik ve uygulamalar kullanıma sunuluyor olsa da bu güncellemeler ile birlikte güvenlik açıkları ve hatalar da gideriliyor. Bu sebepten ötürü güncellemeleri düzenli olarak yapın ve takip edin.

Günümüzde e-posta kutularına oldukça gereksiz, reklam, zararlı yazılım ve içerik içeren bir sürü mail gelmektedir. Bu tarz maillerin bir çoğu spam kutusuna düşse de bazıları gelen kutusuna da gelebiliyor. Bu sebepten ötürü özellikle spam kutusuna düşen mailler önemsiz ise eğer; hiç açılmadan (okunmadan) silinmelidir. Ayrıca gelen kutusuna gelen maillerde sizin için önemsiz ve tanımadığınız bir kişiden geldiyse yine ilgili içeriğe erişmemeniz de yarar var. İlgili mailleri açıp okuyorsanız dahi ilgili maillerin eklerinde bulunan dosyaları kesinlikle indirmeniz gerekiyor. Zaralı yazılım içeren maillerin eklerinde yer alan zararlı yazılımlar herhangi bir tıklamanız da bilgisayarınıza bulaşabilir. Bu da güvenliğiniz açısından tehlike arz edebilir. Bu sebepten ötürü bu mailleri herhangi bir veri indirmesi yapmadan direkt olarak çöp kutusuna taşıyın ve ardından çöp kutusundan da temizleyin.

Sosyal medya her geçen gün büyüyor. Yeni gelen uygulamalar ve özellikleri ile her geçen gün kullanıcı sayısını daha da arttıran günümüz internetinin en büyük sanal ortamı olan sosyal medyada güvenlik konusu oldukça hassas bir durumda. Sosyal medyalar üzerinden insanlar arkadaşları ile konuşabiliyor, onların paylaşımlarını görebiliyor ve yorumlar atabiliyor. Bunun yanı sıra sosyal medyalar da yeni kişiler ile de tanışabiliyorsunuz. Ancak bu durum her zaman güvenli olamayabiliyor. Sosyal medyalar üzerinde arkadaş listenize eklediğiniz kişiler sizlerin kişisel bilgi ve fotoğraflarınızı kopyalayabiliyor. Kopyaladıkları bu içerikleri de güvenliğiniz açısından tehlikeli olabilecek yerlerde kullanabiliyor. Bu sebepten ötürü arkadaş listenize ekleyeceğiniz kişileri kabul etmeden bir kez daha düşünmeniz de yarar var. Başınıza böyle bir durum geldiğinde ise hemen yapmanız gereken yasal yollara başvurmak olmalı. Günümüzde internet kullanımına dair yasalar dolandırıcılık ve benzeri faaliyetler uygulayan kişiler için oldukça ağır durumda. Gelişen teknoloji ile birlikte bu kişilere erişim oldukça kolay durumda. Bu gibi durumlarda yasal mercilere başvurarak, durumu izah ettiğinizde gerekli olan yapılacaktır.

Ayrıca sosyal medyalar ve anlık mesajlaşma uygulamalarından gelen mesajlara da sizden bilgi ve para isteniyorsa, bu istediği yapan kişi tanıdığınız dahi olsa, o kişi ile yüz yüze ya da telefonla arama yöntemi ile iletişim kurmadan bu bilgileri paylaşmayın. Cihazınızda olabilecek gizli zararlı bir uygulama bu bilgileri mesajlaşma uygulamasından erişebilir. Bu bilgileri buralardan paylaşmayın. Bir tanıdığınız da sizden mesajlaşma uygulaması üzerinden para istiyor olabilir. Para transferi yapacaksanız eğer; o kişi ile hemen iletişim kurun ve doğruluğunu teyit edin. Çünkü konuştuğunuz kişi arkadaşınız olmayabilir belki arkadaşınızın mesajlaşma uygulaması birileri tarafından ele geçirilmiş olabilir.

Ortak kullanılan bilgisayarlar ve ortak kullanım alanlarındaki internet bağlantıları güvenlik için oldukça tehlikeli bir durum. Ortak kullanılan bilgisayarlarda (cafe, kütüphane vs..) ya da ortak internet kullanımı olan  (cafe, hava alanı, alışveriş merkezi vs..) gibi yerler de internet kullanımı her zaman tehlikelidir. Sizlere bu imkanı sağlayan yerler ya da ortak kullanılan bilgisayarlara herhangi bir zararlı yazılım kurulmuş olabilir. Bu zararlı yazılımlarda sizlerin bilgilerinize erişebilir. Bu da güvenliğiniz için oldukça tehlikeli bir durumdur.

Bu sebepten dolayı bu gibi yerlerde ve ortak kullanım içeren internet paylaşımları ile internete girdiğinizde kesinlikle facebook, twitter, mail, online bankacılık vs.. gibi sizden şifre ve kullanıcı adı ile giriş yapmanız istenen yerlere bu internet erişimleri ile giriş yapmayın. Olasılık düşük olsa da bilgileriniz çalınabilir, maddi ve manevi olarak zarara uğrayabilirsiniz. Aman dikkat.

Eğitim insanın bugünkü ve gelecekteki yaşamına bir müdahaledir. İnsan düşünce ve davranışlarında amaçlı olarak istenilen yönde bir değişiklik gerçekleştirme sürecidir. İnsanın ve toplumun yararı ve yarını düşünülerek uyumun ve üretkenliğin artırılmasına yönelik düşünce ve davranış değişikliğini yaratma çabasıdır.

Eğitim, önceden belirlenmiş amaçlar doğrultusunda insanların düşüncelerinde, tutum ve davranışlarında ve yaşamlarında belirli iyileştirme ve geliştirmeler sağlamaya yarayan sistematik bir süreçtir. Bu süreçten geçen insanın kazandığı yeni bilgi, beceri ve tutum onun birey olma ve ait olma bilincini artırır, kişiliğini geliştirir ve onu daha değerli kılar.
Eğitim insanın içinde yaşadığı bireysel, kurumsal ve toplumsal alanları bütünleştirir. İnsanın mevcut performansıyla arzulanan performansı arasındaki farkı kapatmasına yardımcı olur. Sahip olduklarıyla sahip olmak istedikleri arasındaki farkı azaltmasını ve kişisel bütünlüğe ulaşmasını kolaylaştırır.

Eğitim, insanın değerler sistemini ve inançlarını etkileyerek hayata bakışını belirler. Hayatı daha iyi anlamasını ve onu daha üretken çabalarla daha güvenli ve huzurlu kılmasını sağlar. İnsanın zamanını daha anlamlı ve verimli yaşamasını kolaylaştırır. Eğitim; bilerek düşünmeye, yaratıcılığa, kişinin içinde bulunduğu kalıpları kırmasına, sınırlarının dışına çıkmasına, dünyaya daha esnek ve daha geniş bir açıyla bakmasına olanak sağlar.

Eğitim, doğumdan ölüme tüm yaşam boyunca çok önemli etkiler yaratır; başarıyı, duygusal bütünlüğü ve toplumsal ilişkileri belirleyici rol oynar. Çağlar boyu, önemi bilinen bir insan faaliyeti olan öğrenme ve öğretme, günümüzde özellikle modern toplumlarda ve kurumlarda, insanların mutluluğu ve başarısı açısından giderek daha kritik bir önem taşımaktadır. İnsanlarının performansını ve mutluluğunu artırmak isteyen ve onlardan belirli davranışları göstermelerini bekleyen toplumlar ve kurumlar eğitime giderek daha fazla kaynak ayırmaktadır.

Günümüzde, hemen tüm dünyada ciddi sorunların yaşandığı ve insanların her geçen gün daha zor sorunları çözmek zorunda kaldığı bilinmektedir. Sorunlarını aşamayan şirketlerin ve toplumların hemen her bakımdan kaybetmeye başladıkları, geri kaldıkları yaygın görülmektedir. Karşılaştırmalı üstünlüğü elinde tutanlar, eğitim ve geliştirmenin sürekliliğine inanan ve bu amaçla yeterli kaynaklar ayıranlar olmaktadır. Yalnızca, bireysel ve kurumsal anlamda yeni bilgiler, beceriler ve davranışlar geliştirebilenler ve performanslarını iyileştirebilenler yaşama ve büyüme olanağını bulmaktadır. Bu ölçüde kritik önemi bulunan bir konuda hiç bir toplumun ya da organizasyonun zamanı, parayı, emeği ve umutları boşa harcamaya hakkı bulunmamaktadır.

Bu nedenle, eğitimle ilgili olarak, bireysel, kurumsal ve toplumsal anlamdaki her eylem girişiminin bilinçli ve bilgiye dayalı olarak başlatılması gerekir. İnsanların her düzeyde eğitimiyle ilgili tüm kararlar, eğitim ve öğrenmeye ilişkin bilimsel bilgilerin ve başarısı kanıtlanmış deneyimlerin ışığında alınmalı ve uygulanmalıdır.

Çalışan, emek harcayan, değer yaratan insanların çok önemli bir beklentisi yaptıklarının fark edilmesi ve çabalarının takdir edilmesidir. İnsanlar, birileri için bir şeyler yaptıklarında bunun boşa gitmediğini bilmek isterler. Karşılarındakinin yapılanın değerini anlamasını, ayrılan zamanın, harcanan emeğin bir bedeli olduğunu görmesini beklerler. Bu beklenti, çoğu kez, yalnızca, bir övgü, bir teşekkür sözcüğü, harcanan emeğin ve zamanın farkında olduğunun bir şekilde ifade edilmesidir. Geliştirdiği yeteneklerin ve ürettiği değerlerin kadir kıymet bilmeyen insanların elinde harcanıp gittiğini görmesi bir sanatçı, bilim ve fikir insanı veya bir emekçi için ne kadar acıdır.

Ne yazık ki iş hayatımızda ve özel ilişkilerimizde bilerek ya da bilmeyerek takdir ve teşekkür sözcüklerini olması gerektiğinden çok az kullanıyoruz. Bizim için bir şeyler yapan insanların bunu yapmak zorunda olduklarını düşünüyoruz. İş isterken ve işimizi yaparken ona gösterdiğimiz ilgi ve yakınlığı iş bittikten sonra tümüyle unutuyoruz. Ya da son derece kuru bir ifadeyle veya tek satırla bir teşekkür edip geçiyoruz ve bununla vicdanımızı rahatlatıyoruz, üzerimizdeki yükten kendimizce kurtuluyoruz.

Hayatımızda bizim için bugüne kadar emek vermiş, zaman ayırmış, bize değer katmış insanları bir düşünelim. Kaç tanesine gerçekten, onu da mutlu edecek şekilde teşekkür ettiğimizi kendimize soralım. Belki çoğuna, “sağ ol”, “eline sağlık” dedik, teşekkür ettik ve hatta elini bile sıktık, omzuna dokunduk. Ancak, gerçekten kendisini takdir ve tebrik edip etmediğimizi, onun yardımının bizim içi anlamını ve önemini hissettirip ettirmediğimizi kendimize soralım.

İnsanlar kendilerine değer katacak, mutlu edecek insanları her iyi bir şeyler yaptıklarında fark etmeli ve takdir ettiklerini göstermelidirler. Bunu, en kısa sürede, mümkünse hemen ve o ortamda yapmalıdırlar. Burada sözü edilen, herhangi bir ödül değil takdiri ve teşekkürü ifade eden bir söz veya çabayı öven bir davranıştır ve bunun da bir maliyeti yoktur.

Bir başkasının bizim için yaptıklarını takdir etmek ve ona teşekkürlerimizi iletmek aslında en çok kendimize yarar sağlayacak bir davranıştır. Çünkü böylelikle bize yararlı olan ve bizi mutlu eden bir davranışı pekiştirmiş ve devamlılığını sağlamış oluruz. Sahip olduğumuz sağlığı, başarıyı, bilgiyi, becerileri eğer birilerinin katkısı, ilgisi ve yardımıyla elde ettiğimizi ve geliştirdiğimizi biliyorsak, o kişilere takdir ve teşekkürlerimizi iletmeyi önemli ve zevkli bir görev olarak görelim. Bu davranışımız, sahip olduklarımızı korumanın ve artırmanın bir anahtarı olacaktır.

İSMET BARUTÇUGİL

Hayatın her alanında varlığını iyice hissetmeye başladığımız nanoteknoloji, terim olarak ilk kez 1974’te Norio Taniguchi tarafından kullanılmıştır. O dönemlerde çok da bilindik bir konu olmamasına rağmen, nanoteknolojinin beslendiği kavramlar ilk defa ünlü fizikçi Richard Feynman’in bir konuşmasında tartışmaya açılır. Bu değerli tartışma kendi alanlarında isim yapmış birçok bilim insanının çalışmalarına yön verir. Nanoteknoloji 80’lerin başından itibaren bilim dünyasında önemli bir yere sahiptir. Tabii zaman içerisinde teknolojinin gelişmesiyle bu alanda da büyük bir ilerleme yaşanır. Birbirinden farklı kullanım alanları ile bu teknoloji, günümüzde de popülerliğini korumaya devam eder.

İçinde yaşadığımız dönemde nanoteknoloji, fonksiyonel sistemler için moleküler ölçeklerde çalışılan bir mühendislik dalı olarak kabul edilmektedir. Yüksek performanslı ve çok daha etkili teknolojik ürünler geliştirebilmek için kullanılan bütün teknikleri kapsar. Oldukça geniş bir kullanım alanı olan bu teknolojinin benimsediği yaklaşımlar ise şu şekildedir:

  • Teorik yaklaşımlar
  • Aşağıdan yukarıya yaklaşımları
  • Yukarıdan aşağıya yaklaşımları
  • Nanomateryaller
  • Biyo-benzeşimsel yaklaşımlar
  • Fonksiyonel yaklaşımlar

Her bir yaklaşım beraberinde farklı bir çalışma sistemi getirir. Farklı alanlarda kabul edilen ve uygulanan yaklaşımlar ile yapılan çalışmalar, nanoteknolojinin pek çok açıdan gelişmesine katkı sağlar. 

Günümüzde hayatın pek çok alanında kendine yer bulan nanoteknoloji, insan yaşantısını kolaylaştırmak gibi önemli bir etkiye sahiptir. Daha hafif otomobiller, gemiler ve uçaklar bu teknoloji sayesinde tasarlanır. Bu durum araçlara yakıt tasarrufu da sağlar. Böylece ekonomik açıdan olumlu katkısı söz konusudur. Nanoteknolojik araştırmalar sayesinde nano materyaller, makineler ve çipler üretilir. Nano materyaller arasında bulunan ve yoğun ilgi gören karbon nanotube; çubuk şeklinde, yüksek yoğunlukta ve oldukça sert bir yapıdadır. Çubuklar, içleri boş olduğu için, istenilen her yere yerleştirilebilir. Çalışmaları ile dünya genelinde ilgi ile takip edilen NASA, yakın zamanda karbon nanotube tasarımının uzay araştırmaları için de kullanılacağını açıklamıştır.

Nano çipler, hâlihazırda kullandığımız bilgisayarların ve akıllı telefonların çok daha etkin bir şekilde çalışmasını sağlar. Daha küçük ölçülerde donanımsal parçalar yapılmasını sağlayan bu teknoloji, cihaz boyutlarının da istenilen şekilde tasarlanmasına olanak verir. Nanoteknoloji, makine tasarımı için de kullanılan bir yöntemdir. Motor, anahtar, pompa ve çark gibi makineler, bu teknoloji sayesinde çok daha verimli hâle getirilir.

Nanoteknoloji Kullanım Alanları Nerelerdir?

Nanoteknoloji kullanım alanları oldukça geniştir. Moleküler düzeydeki bu çalışmalar insanlık için faydalı olan her alanda kullanılır. Fizik, kimya, biyoloji, bilgisayar, matematik, eczacılık ve tıp alanlarında yoğun bir şekilde nanoteknolojik gelişmelerden faydalanılır. Malzeme bilimi de bu teknolojinin yoğun olarak kullanıldığı alanlardan biridir. Daha küçük ve daha hızlı bilgisayar projeleri nanoteknoloji sayesinde hayata geçirilir. Bu teknolojinin tıp alanında kullanılması ile hasar görmüş sinir hücrelerinin nano ölçeklerde onarımının yapılması gibi insan hayatını değiştiren pek çok mükemmel çalışma ortaya çıkar.

Malzeme ve İmalat

Nanoteknolojinin kullanıldığı alanlar içerisinde malzeme yapımı ve imalat üst sıralarda yer alır. Daha fonksiyonel ve küçük boyutlu ürünlerin imal edilmesi için bu alandaki gelişmeler kullanılır. Bu ürünler, teorik aşamada bulunan birçok gelişmiş teknolojik cihazın üretilmesine de olanak sağlar. 

Nanoteknoloji kullanıldığı alanlarda önemli farklılıklar yaratır. Tekstil de bu alanlardan biridir. Nanoteknoloji ile kumaşların yapısında değişiklikler gerçekleştirmek mümkündür. Bu sayede su geçirmez ya da yanmaz gibi farklı özelliklere sahip malzemeler yapılabilir. Nanoteknoloji kumaş üretimini büyük oranda çeşitlendirerek pek çok alanda farklı ve yeni ürünlerin imal edilmesine olanak sağlar.

Nano Elektrik ve Bilgisayar Teknolojileri

Bilgisayar ve beraberindeki teknolojiler, nanoteknoloji uygulama alanları içinde geniş bir yer tutar. Hâlihazırda kullandığımız cihazların çok daha üzerinde bilgi işleme gücüne sahip olan kuantum bilgisayarlarının yapımında nanoteknoloji kullanılır. Çalışma prensibi günlük kullandığımız cihazlardan çok farklı olan kuantum bilgisayarları, son derece karmaşık problemlerin çözülmesine olanak verir. Nano elektrik ise araçlar için geliştirilen sensör, gösterge sistemleri ve sinyal iletimi gibi alanlarda teknolojik atılımlar yapılmasına imkân tanır. 

Tıp ve Sağlık

Tıp ve sağlık alanlarındaki değişim ve dönüşüm, en dikkat çeken nanoteknoloji örnekleri içerisinde gösterilebilir. Canlı sistemlere moleküler ölçeklerde müdahale edilmesine olanak veren bu teknoloji, mikroorganizmalar ile etkileşim sağlayan cihazlar yapılmasında da etkin bir rol oynar. Nanoteknolojik cihazlar ile vücuttaki zarar görmüş ve normal şartlarda ulaşılması mümkün olmayan bölümler onarılabilir. Teşhis ve tedavi süreçleri çok daha sağlıklı bir şekilde uygulanabilir. Nanoteknoloji ilaç sektörü içerisinde de oldukça yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Bu teknoloji ile geliştirilen ilaçlar ile daha öncesinde tedavisi olmayan hastalıkların ortadan kaldırılması mümkün hâle gelir. Var olan ilaçların etkinliğinin artırılması için de nanoteknolojiden yararlanılır.

Havacılık ve Uzay Çalışmaları

Uzay ve havacılık alanında yapılan çalışmalar ekonomik yönden oldukça yüksek faturalar çıkarır. Bu alanda kullanılan malzemeler son derece ağırdır. Nanoteknolojinin devreye girmesiyle birlikte tüm bu malzemelerin çok daha hafif şekilde üretilmesi mümkün hâle gelir. Tabii, malzemelerin ölçüleri de küçülür. Böylece maliyeti düşürmek mümkün olur ve bu alanda gerçekleştirilen araştırmalar daha rahat bir şekilde yapılabilir. NASA ve Space X gibi uzay-havacılık alanında çalışan firmaların ve kurumların atılımlarının hızlanmasındaki en büyük rol bu teknolojiye aittir. 

Çevre ve Enerji

Nanoteknolojik gelişmeler daha az yakıtla daha yüksek verimlilik sunan motorlar yapılmasını mümkün kılar. Bu da daha çevreci sistemlerin oluşturulması anlamına gelir. Özellikle üretim ve ulaşım alanlarında hem yüksek verimli hem de çevre dostu uygulamalar, nanoteknolojinin getirilerinden biridir. Bu uygulamaların yaygın kullanılması ile birlikte daha temiz bir çevreye kavuşmak mümkündür.

Savunma Sektörü

Dünya genelinde ülkelerin en çok bütçe ayırdıkları alanların başında savunma sektörü yer alır. Askeri uygulamalar konusunda yüksek potansiyele sahip olan nanoteknoloji, silah sistemleri ve geliştirilmiş kamuflajlar gibi yeniliklerin oluşturulmasına imkân verir. Bu alanda yapılan çalışmaların büyük çoğunluğunun araştırma-geliştirme süreci devam etmektedir. Gelecekte bu yöntem ile oluşturulmuş cihazlar ve sistemler ülkelerin savunmalarında çok daha fazla yer alacaktır.

Biyoteknoloji, Tarım ve Gıda

Tarım ve gıda alanlarındaki nanoteknoloji yararları oldukça dikkat çekicidir. Hayvan ve bitki genlerinin düzenlenmesi konusunda bu teknoloji önemli bir yere sahiptir. Nanoteknoloji vasıtasıyla genetiği değiştirilmiş organizmalar günlük hayatta giderek daha fazla yer almaya başladı. İnsan nüfusu her geçen gün arttığı için gelecekte bu teknoloji ile geliştirilen gıdaların hayatımızda çok daha büyük bir yere sahip olması bekleniyor. 

Nanoteknoloji Ürünleri Nelerdir?

Bundan yaklaşık 50 yıl önce teorik olarak bilim insanları tarafından dillendirilmeye başlanan nanoteknoloji, kısa bir süre içerisinde hayatımızın her alanına dâhil olmayı başardı. Yediğimiz yiyeceklerden giydiğimiz giysilere, hastalıkların tedavi edilmesinden kullandığımız cihazlara kadar tüm önemli alanlarda nanoteknolojiye rastlamak mümkün. Bu teknoloji, insanların hayatına her geçen gün farklı şekillerde yarar sağlar. İşte bu teknoloji ile hayatımıza giren ürünlerin başlıcaları:

  • Biyo-sentezleme ile yapılan ecza malzemeleri
  • Buhardan etkilenmeyen ürünler
  • Çizilmeye karşı dayanıklı ürünler
  • Çok küçük boyutlu elektrik devre elemanları
  • Çok küçük ölçekli modellemeler
  • Çok küçük ve çok hızlı çalışabilen bilgisayar parçaları
  • Özellikle askeri kamuflajlarda kullanılan dayanıklı kumaşlar ve ipler
  • Derinlemesine nüfuz eden kozmetik ürünleri
  • Sinir hücrelerinde meydana gelen hasarların tedavisi için kullanılan cihazlar
  • Kendini temizleme özelliği bulunan ayakkabı, gömlek gibi ürünler
  • Likit kristal ekranlar (LCD) gibi görüntüleme cihazları 
  • Tablet, bilgisayar, telefon ekranları, kamera lensleri gibi teknolojik ürünler
  • Ultraviyole korumalı gözlükler

İnsan yaşamına olan olumlu etkilerini hâlihazırda gözlemleyebildiğimiz bu teknoloji, şimdilik teoride olan projelerin gelecekte uygulanabilir hâle gelmesini de sağlayacaktır. Teknolojinin her alanında olduğu gibi nanoteknolojik gelişmeler de hızlı bir şekilde ilerlemektedir. Yakın zamanda hayatımıza dâhil olmasına rağmen her alanda etkileri bulunan nanoteknoloji ile üretilen pek çok ürüne Avansas güvencesi ile sahip olabilirsiniz. Geleceği şekillendiren bu teknolojinin faydalarından pratik bir şekilde yararlanarak gündelik hayatınızı çok daha kolay hâle getirebilirsiniz. Teknoloji kategorisinden yer alan ürünler arasından ihtiyaçlarınıza göre seçimler yaparak günlük işlerinizi daha verimli şekilde gerçekleştirebilirsiniz.

Nanoteknolojinin Hayatımıza Etkileri Nelerdir?

Nanoteknoloji günümüz dünyasında yadsınamaz bir öneme sahiptir. İster çalışma hayatında ister tatilde güneşlenirken olsun, bu teknolojiyi içeren ürünler sürekli etrafımızdadır. Bu da aslında gelecekte nanoteknolojinin daha yoğun bir şekilde hayatımıza dâhil olacağının göstergesidir.

Klasik işlemciler ile yıllarca çözülemeyecek olan matematik problemlerinin bir çırpıda çözülmesine olanak veren kuantum bilgisayarları, günümüzde hâlâ işleyişini tam olarak anlayamadığımız nano teknolojik ürünlerdendir. Sayısız işlemin saniyeler içerisinde yapılmasına olanak veren bu bilgisayarlar, uzay teknolojileri alanında matematiksel verilerin hesaplanması için oldukça önemlidir.

Modern anlamdaki ilk bilgisayar donanımı ortalama bir oda büyüklüğündeydi. Buna rağmen işlem gücü oldukça düşüktü. Nanoteknolojinin kullanılabilir olması bilgisayar donanım parçalarının daha küçük ölçekler ile imal edilmesi sağlar. Bu da PC olarak isimlendirilen kişisel bilgisayarların ulaşabilir hâle gelmesindeki en önemli etkendir. Ayrıca nanoteknoloji bilgisayar işlemcilerinin daha verimli çalışmasına da katkı sağlar.  

Nanoteknoloji ile üretilen giysilerin yakın gelecekte gündelik hayatın bir parçası hâline gelmesi mümkün. Günümüzde ise bu teknoloji ile suya ve ateşe dayanıklı kumaşlar üretilir. Farklı kullanım alanlarına sahip olan bu kumaşların yaygınlaşması ile daha uygun maliyetlerin söz konusu olacağı da aşikârdır.

Nanoteknoloji, sağlık alanında hastalık teşhisinin kolaylaştırılmasını sağlar. Nanoteknoloji sayesinde üretilen biyoçipler vücuda yerleştirilerek hastalıklar detaylı şekilde gözlemlenebilir. Bu sayede hastalıklar döndürülemeyecek safhaya gelmeden tedavi edilebilir. Nanoteknoloji hastalıkların önlenmesi, tespiti ve tedavisi alanlarında insan hayatına çok büyük katkılar sağlar.

Özellikle ulaşım sistemlerinde yoğun bir şekilde kullanılan sensör teknolojisi de yine nanoteknoloji sayesinde günümüzdeki hâlini almıştır. Otonom araçlar bu teknolojinin insan hayatındaki etkisine dair önemli bir örnektir. İnsansız araçların kullanımı giderek yaygınlaşırken yeni teknolojik gelişmeler ile çok daha farklı atılımlara şahit olmak mümkündür. 

Hayatımızın her alanında olduğu gibi ülkelerin savunma sistemlerinde de nanoteknoloji büyük bir role sahiptir. Nanoteknoloji ile üretilen otonom hava araçları ve kamuflaj malzemeleri gibi çeşitli ürünler askeri gelişmelere katkı sağlar. Çoğunluğu proje aşamasında olan bu ürünlerin yakın gelecekte daha yaygın olarak kullanılacağı öngörülmektedir. 

Hayatın her alanına bir şekilde dâhil olmayı başaran nanoteknoloji, temelde insan yaşantısını kolaylaştırmayı hedefler. Günlük işlerin daha verimli yapılmasından insanın yaşam süresinin uzatılmasına kadar pek çok alanda bu teknolojinin gücünden faydalanırız. Nanoteknoloji ile hayatımıza dâhil olan ve gündelik yaşantımızın ayrılmaz birer parçası hâline gelen pek çok ürüne Avansas aracılığı ile ulaşabilirsiniz. 

Nanobilim ve nanoteknoloji fikri ve konsepti, nanoteknoloji teriminin ortaya çıkmasından çok zaman önce, 1959 yılında Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nde (CalTech) düzenlenen Amerikan Fizik Topluluğu toplantısında “Aşağıda Daha Çok Yer Var” (“There’s Plenty of Room at the Bottom”) başlıklı konuşmasında, fizikçi Richard Feynman tarafından gündeme getirildi. Feynman konuşmasında, bilim insanlarının her bir atom ve molekülü ayrı ayrı kontrol edebilecek bir sürecin varlığından söz etti. Bu başlangıçtan yaklaşık on yıl sonra, Profesör Norio Taniguchi, ultra hassas işlemler alanında yaptığı buluşların ardından nanoteknoloji terimini dünyaya kazandırdı. Nanoteknoloji 1981 yılında, taramalı tünel mikroskobu sayesinde her bir atomun görülebilmesi ile temel kazandı.

1 santimetre, 64 milyon 516 bin nanometreye eşittir.  Bir yaprak kağıdın kalınlığı yaklaşık 100 bin nanometredir.  Karşılaştırmak istersek; bir bilyenin bir nanometre çapında olduğu varsayılırsa, bir metre dünya kadar boyutta olacaktır.   Nanobilim ve nanoteknoloji, atom ve molekülleri görme ve kontrol etme becerisine sahiptir.  Yediğimiz yemekler, giydiğimiz kıyafetler, yaşadığımız binalar, evler ve hatta vücudumuz da dahil olmak üzere, dünya üzerindeki her şey atomlardan oluşmaktadır. Fakat atom gibi fazlasıyla küçük bir yapıyı çıplak gözle görmek imkansızdır. Dahası, bu parçacıkların ortalama bir okul laboratuvarında kullanılan mikroskoplarla da görülmesi olanaksızdır. Nano boyuttaki cisimleri görebilmemize imkan veren mikroskop, nispeten yeni bir keşif sayılabilir ve yaklaşık 30 yıl önce icat edilmiştir.

Bilim insanları Taramalı Tünel Mikroskobu (STM) ve Atomik Güç mikroskobu (AFM) gibi gerekli araçlara sahip olduktan sonra, nanoteknoloji çağı başlamış oldu. Günümüz bilim insanları ve mühendisleri, bu maddeleri nano ölçekte değerlendirerek onlardan en yüksek faydayı sağlamanın yollarını bulmayı başardı. Bu süreçte maddelerin güçlerini, dayanıklılıklarını, ağırlıklarını, ışık spektrumlarını artırıp daha büyük hallerine nazaran kimyasal tepkimelere daha hızlı girmelerini sağlamayı başardılar.

Tüm bu bahsettiğimiz teknoloji ve gelişmeler oldukça ilgi çekici ve etkileyici fakat ne işe yaradıklarını anlamak için biraz daha derinden incelemek gerekiyor. Gündelik hayatlarımız temelde metrelik ölçekte ve bu hayatı binlerce kat küçülterek yaşamayı tahayyül etmek neredeyse imkansız. Nano ölçekteki dünyada, AIDS, dünya üzerindeki açlık ve yoksulluk ya da küresel iklim değişikliği anlamını yitiren problemler haline geliyor. Öte yandan, atomların, moleküllerin, protein ve hücrelerin hüküm sürdüğü nano ölçekteki dünyada, bilim ve teknoloji tamamen farklı bir anlam kazanıyor.

Nano ölçekte bakıldığında, dünyamızda sorunlara neden olan şeylerin aslında atom ve moleküllerden meydana geldiği görülebiliyor. Televizyonlarda sıklıkla yapılan, dünyanın uzaydan görünümü ile başlayıp hızla ve gittikçe büyüyen bir ölçekte yaklaşması ve sonunda birinin evinin arka bahçesini görmeniz gibi düşünün. Dünyaya bakarken yerin yeşil olduğunu görürsünüz çünkü geneli yeşil çimle kaplıdır. Daha da yaklaştığınızda bu çimin üzerindeki kloroplast, bitkinin içerisindeki güneş ışığını enerjiye çeviren yeşil kapsülleri görürsünüz. Daha da yaklaşmaya devam ederseniz de, kloroplastın içerisinde öbek öbek duran ve karbon, hidrojen ve oksijenden meydana gelen moleküller karşınıza çıkar. Bu noktada nano ölçek ile nanobilim uygulamaları gerçek olabilir. Nanobilim, çevremizde tanık olduklarımızın neden olduğunu anlamamız için, olabilecek en küçük ölçekte incelememize izin verir. Nanobilimi anlamaya başladığımızda ise nanoteknoloji için kolları sıvayabiliriz. Nanoteknolojiyi kullanarak yaşadığımız sorunlara çözüm yolları bulabiliriz. Teknoloji yani uygulamalı bilimleri de, her şeyi sadece anlamak için inceleyen bilimden ayıran en önemli özellik de bu çözüm odağıdır.

Nanoteknoloji ile ilgili oldukça ilgi çekici bazı detaylar bulunuyor. Birçok madde atom ve molekül boyutlarından normalden farklı davranışlar sergiliyor. Örneğin nano ölçekte bakır transparan özellik kazanırken, normalde etkileşime girmeyen altın, nano ölçekte kimyasal tepkimeye yatkın hale geliyor. Karbon, grafit formunda yumuşak bir malzeme iken, nanotube denilen nano ölçekte sıkışık bir şekilde hizalandığında oldukça sert bir malzeme haline geliyor. Farklı bir şekilde özetlemek gerekirse, maddeler nano ölçekte farklı fiziksel özelliklere kavuşuyorlar. Nano ölçekte atom ve moleküller daha rahat hareket edebildiği için, bu maddelerin kimyasal özelliklerinin değişmesi de mümkün oluyor. Nano parçacıkların diğer nano parçacıklarda temas yüzeyi de fazla olduğundan, kimyasal tepkimeleri hızlandırmaya yarayan katalistler olarak da iyi bir iş görebiliyorlar.

Bahsettiğimiz bu farklılıkların meydana gelmesindeki bir neden de, nano ölçekte farklı faktörlerin önemli hale geliyor olması. Gündelik hayatta yer çekimi karşımıza çıkan en önemli güçtür ve çevremizdeki her şeyi bizimle birlikte etkiler. Yer çekiminin, saçlarımızın aşağı doğru sarkmasından, iklimlerin oluşumuna kadar hemen her şey üzerinde etkisi vardır. Fakat nano ölçekte yer çekimi, atom ve moleküller arasındaki elektromanyetik çekim gücünden çok daha önemsiz hale gelir. Termal titreme (atom ve moleküllerin hareket ile ısı depolaması) de bir o kadar önemli hale gelir. Özetle, nano ölçekte bilimin kuralları tamamen farklıdır.

Ortalama bir insan parmağı milyonlarca nano metre uzunluğunda olduğundan, çıplak elle atomları tutmaya ve taşımaya çalışmanın bir anlamı yoktur. Bu kilometrelerce uzunlukta bir çatalla yemek yemeye çalışmak gibi bir iş olur. Neyseki, bilim insanları şaşırtıcı bir icat olan elektron mikroskobunu geliştirmeyi başardı. Bu mikroskop sayesinde nano ölçekteci cisimleri görebiliyor ve manipüle edebiliyoruz. Bu elektron mikroskoplarına Atomik Güç Mikroskopları (atomic force microscopes (AFMs)), tarama probu mikroskopları (scanning probe microscopes (SPMs)) ve taramalı tünel mikroskopları (scanning tunneling microscopes (STMs)) adı veriliyor.

Elektron mikroskobunun temel çalışma prensibi, ışık huzmesi göndererek görülmesi mümkün olmayacak kadar küçük parçaları görmek için elektron hüzmeleri göndermektir. Nanoskopik mikroskop ise daha da küçük maddeleri görmek için elektronik ve quantum etkilerini kullanır. Bu tür mikroskopların ucunda küçük bir de probe bulunur. Bu probe sayesinde Lego tuğlaları gibi atomlar ile oynanabilir ve istenilen şekilde hizalanabilir. 1989 yılında, IBM’de görev yapan araştırmacı Don Eigler, bu tür bir mikroskop kullanarak atomları I-B-M yazacak şekilde dizmeyi başardı. Başka bilim insanları da, aynı yöntemi nano ölçekte gitar, kitap ve benzeri şeylerin resimlerini oluşturacak şekilde dizmeyi başardı. Bu uğraşlar aslen insanları nanoteknolojinin gücü ile etkilemeyi amaçlayan boş uğraşlar olarak görülebilir. Öte yandan bu çalışmalar dışında da birçok faydalı girişim tarihe geçmeyi başardı.

Nano teknolojinin faydalarının çoğunu gelecekte göreceğiz fakat şimdiden bazı alanlarda yardımımıza koşmaya başladı bile.Muhtemelen içerisindeki teknoloji kelimesi nedeni ile nanoteknoloji denilince aklımıza yeni ve yabancı bir şey gelse de, hayatın kendisi bu kavrama örnek olarak gösterilebilir. Zira proteinler, bakteriler, virüsler ve hücreler nano ölçekte faaliyet gösteren varlıklardır.

Hali hazırda nano teknolojiyi kullanıyor olabilirsiniz. Belki nanoteknolojiye sahip pantolon ya da ayakkabı giyiyorsunuz, belki gece nano teknoloji ile üretilen çarşaflarda yatıyorsunuz, belki de seyahatlerinizde nano teknolojili valiz ile yolculuk ediyorsunuz. Tüm bu ürünlerin kumaşları nano ölçekte kaplanıyor. Üst katmandaki bu minik katman sayesinde kir altlara geçemiyor ve alttaki katmanlar temiz kalıyor. Bazı güneş kremleri de nano teknolojiyi aynı mantıkla kullanıyor. Bu ürünler cildinizin üzerinde nano ölçekte titanyum dioksit ve çinko oksit katmanı oluşturarak güneşin zararlı ışınlarını engelliyor.Nano kaplamalar, arabaların tamponlarını korumak, paslanma önleyici boyalar üretmek ve benzeri şeyler için de kullanılıyor.

Karbon nanotubeler nano materyaller arasında en dikkat çekenleridir. Bu çubuk şeklindeki karbon molekülleri, yaklaşık bir nanometre genişliğide. İçleri boş olsa da, bu çubukların yüksek yoğunluktaki yapısı, onları oldukça sert bir hale getirdiği gibi, hemen her şeyin içerisinde de kullanılabilir olmasına izin veriyor. Yakın zaman önce NASA’da görev yapan bilim insanları, dünya yüzeyinden uzaya yapılabilecek bir asansör sisteminde bu karbon nanotubelerin kullanılabileceğini belirtti. İnsanlar ve gerekli malzemeler bu karbon nanotube asansör sayesinde yavaşça uzaya çıkarılıp indirilebilir. Üstelik bu sayede uzaya roket fırlatmak için harcanan para ve zamandan da tasarruf edilebilir.

Nano teknolojinin hemen herkes tarafından kullanılan bir uygulama alanı da mikro elektroniktir. Bu tanımdaki “mikro” kelimesi, bilgisayarlar tarafından kullanılan mikroskopik ölçekteki çipleri temsil eder. 1970’li yıllarda hayatımıza giren mikroçip kavramı, daha sonraları mühendisler tarafından geliştirilerek kartlar üzerine daha fazla transistör yerleştirilebilmesine ve bu sayede daha küçük, daha hızlı ve daha ucuz bilgisayar yaratılmasına imkan sağladı. Moore Kanunu adı ile anılan bilişimdeki bu sabit ilerleme, nano teknoloji sayesinde, gelecekte de devam edebilecek. 21. yüzyılın başlarındaki transistörler yaklaşık 100 ile 200 nanometre ebatlarındayken, yapılan uç deneyler ile boyutlar çok daha küçük bir hal almaya başladı. 1998 yılında ise, bilim insanları sadece bir karbon nanotube ile transistör yapmayı başardı. Nano teknoloji sadece bilgisayarların içerisindeki çiplerde kullanılmıyor. iPod’lardan akıllı telefonlara, dizüstü bilgisayarlardan televizyonlara, görüntü aktaran hemen her cihaz “Organik Işık Emici Diyot” yani OLEDs teknolojisine geçiş yapıyor. Bu OLEDs teknolojisi de nano ölçekte ince plastik tabakaların oluşturulması ile ortaya çıkıyor.

Nano teknolojinin en heyecan verici olasılıklarından birisi de, tek bir atomdan yola çıkarak dişli, anahtar, pompa ya da motor olmak üzere oldukça küçük makineler yaratabilme fırsatı. Bu nano makineler sayesinde bir gün nano robotlar ya da daha fazla kullanılan adlarıyla nanobotlar yaratılması ihtimali bulunuyor. Bu nanobotlar, vücudumuza enjekte edilebilecek kadar küçük ve hasarlı dokuları onarabilecek beceride olabilir.

Dahası, bu nanobotlar, kullanılmayan nükleer santrallerin temizliği gibi amaçlarla tehlikeli ve zararlı bölgelere gönderilebilir. Hemen her konuda olduğu gibi, burada da insan doğayı taklit ediyor. Bilim insanları doğada görev yapan sayısız nano makineyi çoktan keşfetti. Örneğin E.coli adı verilen yaygın bir bakteri türü, yiyeceğe yaklaşmak için kullandığı ve kamçı görevi gören nanoteknoloji ürünü bir uzantıya sahip. Nano makineler üretmek aynı zamanda moleküler üretim ve moleküler nanoteknoloji adları ile de anılmaktadır.

Makineler, hareketli parçaları, dişlileri ve diğer mekanizmaları olan, bizim için faydalı işler yapabilen aletlerdir. Peki ya bu hareketli parçaları molekül boyutlarında yapmak nasıl mümkün olabilir? Bu aynı bir saati milyonlarca kat küçük bir şekilde yapmaya benzer. Bahsi geçen boyutlara ulaşmanın bir yolu var. Bazı moleküller düzenli ve simetrik şekillerde olduğundan, pozitif ya da negatif herhangi bir yük taşımazlar. Diğer türde moleküller ise bir parça daha az simetrik olduğundan, bir uçları pozitif diğer uçları da negatif yüke sahiptir. Bu tür moleküllere polar molekül denir ve en bilindik örneği sudur. Su birçok şeye bağlanarak onları temizler, çünkü bir ucu pozitif diğer ucu ise negatif olarak yüklüdür. Bu mantığı, nano makineler inşa etmek için kullanmak da mümkündür.

Bir ucunda pozitif yük olan atom halkalarından oluşmuş bir molekül üzerinde çalışıldığını düşünün. Şimdi de bu molekülün, iki ucunda da negatif yük bulunan bir çubuğa maruz bırakıldığını hayal edin. Pozitif yüklü halka negatif yüklü taraflardan biri tarafından çekilerek hareket ettirilebilir. Daha sonra biraz enerji verilerek bu pozitif yük tekrar diğer negatif yüklü tarafa hareket ettirilebilir. Bu yöntemle pozitif halka ileri geri ya da yukarı aşağı hareket ettirilebilir. Bu fikri genişleterek daha komplike makineler üretilebilir ve ileri geri, yukarı aşağı hareketlerin yanında dairesel ve elektrik motorlarından yapılana benzer hareketler elde edilebilir.

Dünyanın her yerindeki mühendisler, nanoteknoloji için heyecan içerisindeler. Amerika Birleşik Devletleri’nin önde gelen araştırma enstitülerinden Los Alamos National Laboratory bu konuda şu açıklamayı yaptı: “ Yeni nanoteknoloji konsepti öylesine geniş bir alana yayılmış halde ki,teknoloji ve bilimin hemen her alanını, öngörülemez bir şekilde etkileyecek gibi görünüyor. Nanoteknolojinin toplum üzerindeki toplam etkisi ise, bu yüzyılda keşfedilen silikon devreler, tıbbi görüntüleme, bilgisayar destekli mühendislik ve insan yapımı polimerlerin ortaya çıkardığından daha fazla olacaktır.” Bu açıklama oldukça dikkat çekici zira, 21. yüzyılın nanoteknolojisi, geçen yüzyılda ortaya çıkan tüm önemli teknolojik gelişmelerden daha önemli bir noktada konumlandırılıyor.

Nanoteknoloji yepyeni ufuklar açan bir dünya gibi görünse de, çözüme ulaştırılması gereken birçok endişe de bulunuyor. Bazıları, nano ölçekteki organizmaların ya da makinelerin insanların hayatını ya da doğal yaşamı olumsuz etkileyebileceği endişelerini dile getiriyor. Öncelikle bu küçük parçacıklar, insan sağlığı için zehirli olabilir. Kimse bu yeni nano parçacıkların ve nanomateryallerin zararlı etkilerini tam olarak bilmiyor. Kimyasal tarım ilaçları kullanılmaya başlandığı dönem olan 20. yüzyıl başlarında, bu ilaçların da sağlığa zararlı olduğu bilinmiyordu. Ancak 1960’lı ve 70’li yıllara gelindiğinde gerçek ortaya çıkmıştı. Aynı durum nanoteknolojide de yaşanabilir mi sorusu bu nedenle akıllarda yerini koruyor.

Bir Moleküler Cerrahi Yöntemi Olarak CRISPR!

Bilimin baş döndürücü hızla ilerlemesiyle bakteriler gibi prokaryot canlıların da virüs istilacılardan korunmak için geliştirdiği bir savunma mekanizması olduğunu öğrendik. Bu mekanizma ile bakteriler kendi hücreleri içine giren istilacıların genetik materyali olan DNA’sını parçalayarak onları etkisizleştirir ve kendini korur. 20 yıl öncesine kadar bakterilerin bağışıklık sistemi olarak sadece yabancı DNA’yı restriksiyon (kesme) enzimleri ile parçaladığını biliyorduk. Parçalıyor ama bundan bir ders çıkarıp öğrenmediğini düşünüyorduk. Hâlbuki günümüz çalışmaları göstermiştir ki, bakterilerin de öğrenebilen bir bağışıklık sistemi mevcut. Bu sistemin ismi CRISPR-Cas mekanizmasıdır. Bu sistemin arkelerin yüzde 84’ü, bakterilerin de yüzde 45’inde bulunduğu bilinmektedir. İşte bu bilim insanlarına dâhiyane bir yol göstermiştir.

CRISPR-Cas Sistemi Nedir?

CRISPR (Clustered Regularly İnterspaced Short Palindromic Repeats) yani düzenli aralıklarla bölünmüş kısa palindromik tekrar kümeleri adı veriliyor. Tekrarlayan DNA bölgeleri, öğrenilmiş bir bağışıklık sistemini oluşturuyor. Tekrarlayan DNA dizilerine komşu ilaveten Cas (CRISPR associated) genleri olduğu belirlenmiştir. Cas geninden üretilen Cas proteinlerinin nükleaz ve helikaz gen ailelerine benzediğinin anlaşılması üzerine, bu sistemin bakterilerin RNA aracılı savunma sistemi olduğu hipotezi kurulmuş. Bu hipotez 2007’de Barrangou ve arkadaşlarıyla CRISPR DNA dizilerinin ve ilişkili Cas protein enzimlerinin virüs enfeksiyonuna karşı müdahale silahı olarak bakterilerce kullanıldığını göstermiştir.

CRISPR’ın Temel İlkeleri

CRISPR bölgelerinin en belirgin özelliği içerdikleri tekrarlayan DNA dizileri olmasıdır ve bu diziler palindromiktir. Yani bakteri bu genetik materyali her iki taraftan okuduğunda aynı çıktı elde ediliyor. Tekrarlayıcı dizilerin arasında spacer denilen aralayıcı DNA bölgeleri vardır. Bu bölgeler hafıza bölgeleridir. Önceden gelmiş istilacı bir virüsün genetik kalıntılarının depolandığı, tekrar hatırlanmak için kullanılacak dizileridir. Eğer aynı virüs tekrar bakteriye saldırıda bulunursa bu “spacer” denilen hafıza bölümü o virüsü tanıyacak ve hızla genetik materyalini hemen yok ettirecektir ya da önceden alışık olmadığı bir virüs saldırdığında onun bir parçasını kendi CRISPR bölgesine yerleştirerek öğrenecek ve yeni bir saldırıya hazırlığını yapmış olacaktır. İşte bu ilke bakterilere ve/veya arkelere kazanılmış bağışıklık özelliği kazandırıyor.

Parçalama işlevini de Cas dediğimiz protein yapısı hallediyor çünkü bu proteinlerin helikaz ve nükleaz özelliği var. Helikaz özelliği ile önce virüsün çift iplikli DNA’sını açıyor, sonra nükleaz ile bir makas gibi keserek virüsü işlevsiz hale getiriyor. Bu muhteşem sistem bilim insanlarına bir ışık olmuştur ve süreç başlamıştır. Böylece insanoğlu bunun benzeri bir sistem kurarak kendi genomuna müdahale edebilecektir. Böylece kendisini var eden genomunu düzenleyebilecektir.

CRISPR Nasıl Çalışıyor?

CRISPR-CAS9 genom düzenleme sistemi viral ya da viral olmayan vektörler kullanılarak hücre çekirdeğine gönderilir. Viral vektörlerle taşınan bu sistem daha etkin yol olarak gözükmektedir ancak bunun da dezavantajları var. Sistem bu vektörler içine yüklenir. Vektör hücreye girer ve mutasyonlu bozuk gen bölgesini hedef alan rehber RNA segmenti ile cas9 protein kompleksi gönderilir. Rehber RNA o mutasyonlu gen bölgesini bulur ve tutunur. Beraberindeki makas gibi işlev gören Cas9 proteini de hasarlı genin iki zincirini saniyeler içinde keser. Yani birisi o bölgeyi tanır diğeri de keser. Kesilen o boş kısımdaki gen, hücre tamir mekanizmaları ile düzeltilir. Bu yönteme artık moleküler cerrahi deniliyor. Bu da tıpta çığır açan hücresel düzeyde bir ameliyattır.

CRISPR’ın Tıp Biliminde Kullanımı

Bilim insanları bu yöntemle tıp dünyasında özellikle kalıtsal tek gen hastalıkları üzerinde çalışıyor. Bu hastalıklara örnek verecek olursak, spinal muskuler atrofi (SMA), duchenne muskuler distrofisi, kistik fibrozis, fenilketonüri, hemofili A, hemofili B, orak hücreli anemi, beta talasemi gibi hastalıkların bozuk genlerini keserek yerine doğru genetik materyalin konularak normal sağlıklı insandaki gibi üretim yapması hedefleniyor. Yani bozuk gen bölgesi CRISPR yöntemiyle kesilecek yerine doğrusu yerleşecek. Temelde hedeflenen mekanizma budur.

Bakteri nasıl yabancı virüsün DNA’sına müdahale ediyorsa bilim insanları da insanların bozuk genlerine müdahale ederek hastalıklara çare bulmanın peşindedir. Bakterilerden öğrendiğimiz bu modeli biz de hastalıklar üzerinde kullanmayı düşünüyoruz.

İleride Kansere Çare Olabilir mi?

CRISPR moleküler cerrahisi, hematolojik kanserler bilhassa lösemiler üzerine de çalışmaları başlatmıştır. Genetik materyali kırılarak kanser olan kişilerde o hasarlanan DNA bölgesi hedeflenerek bu yöntemle düzeltilebilir. Tümör baskılayıcı genlerdeki mutasyonları düzelterek belki de kanseri tedavi edeceğiz. Ayrıca ilaca direnç gelişen hastalara da bir çıkar yol olarak hekimlerimize tedavide ileride belki daha yardımcı olabilir.

Sonuçta insanın genomuna müdahale ediliyor ve değiştiriliyor. Verilen rehber RNA segmentinin istenmedik gene tutunması ve kesilmesi başka hastalıklara yol açabilme ihtimali dâhilindedir. Tam olarak hedeflenen genin kesilmesi konusunda çalışmalar sürmektedir. İşin tıbbi etik, deontolojik boyutu dikkat edilmesi gereken bir diğer husustur. Şu bir gerçektir ki, bilime yatırım yaptıkça bilgi seviyelerimiz arttıkça yeni yollar ve yeni yöntemler mutlaka gelişecektir.

Bartu Yiğit Çalık

CRISPR-Cas9 Tekniğiyle Yapılan 7 Muhteşem Şey

Vücudunuzda sizi rahatsız bir rahatsızlık varsa veya bir özelliğinizin çocuğunuza geçmenizden korkuyorsanız CRISPR-Cas9 tekniğini mutlaka öğrenmelisiniz. Bu yöntemle bilim insanları genom seviyesinde DNA’yı çok rahatlıkla değiştirebiliyor ve düzenleyebiliyorlar. Hastalıkların, rahatsızlıkların ve diğer her şeyin temelinde DNA yatıyor. Eğer DNA’yı değiştirirsek her şeyi değiştirebilir, hastalıkları daha ortaya çıkmadan tedavi edebiliriz.

İleri Okuma: Kalp Hastalıkları Embriyo Halindeyken Tedavi Ediliyor

CRISPR-Cas9 tekniği 2011 yılında geliştirildi. Bir protein ve kılavuz RNA’dan oluşan bu yöntemde bilim insanları istedikleri DNA bölgesini kesebiliyor. DNA’nızın bir yerinde mutasyon olduğunu ve bu yüzden kalıtsal bir hastalığa sahip olduğunuzu varsayalım. CRISPR-Cas9 tekniğiyle araştırmacılar mutasyona uğramış bölgeyi kesip yerine sağlıklı DNA parçasını yerleştirerek sizi hastalıktan arındırabilir. Kulağa çok hoş geliyor. Önümüzdeki yıllarda bütün hastalıklar bu şekilde tedavi edilmeye başlanacak. 

1) Kanser Tedavisi

DNA’mızdaki mutasyonların yol açtığı en ölümcül hastalıklardan birisi kanserdir. Araştırmacılar bir süredir CRISPR-Cas9 tekniğiyle kanserin yavaşlatılabileceğini hatta durdurabileceğini söylüyordu. Çin’de 2016 yılında bir ekip kanser hastalarına CRISPR-Cas9 ile değiştirilmiş hücreler nakletti ve yapılan çalışmalar neticesinde çok olumlu sonuçlar elde etti.

Çoğu yayın organı Amerika’daki gelişmeleri takip ederken Çin’de yasal düzenlemelerin daha gevşek olması araştırmacıların da önünü açtı. Sichuan Üniversitesi’nde çalışan Dr. Lu You ve ekibi bir akciğer kanseri hastasının kendi kanından aldığı bağışıklık hücreleri üstünde genetik oynamalar yaptı. Kanserli hücreler normalde bağışıklık hücrelerinin PD-1 proteinini etkisi hâle getirerek sürekli çoğalabiliyordu. Araştırmacılar PD-1 proteini olmayan bağışıklık hücreleri oluşturarak kanserli hücrelerin üstüne saldı. Ekip bu tür projelerle kanseri yenmeyi hedefliyor.

2) CRISPR-Cas9 İle HIV’i Yok Etmek

AIDS hastalığına neden olan HIV’i yok etmek için bilim insanları uzun süredir çalışıyor. Bu virüs bağışıklık sistemi hücrelerine saldırmakla kalmıyor aynı zamanda çok etkili bir şekilde mutasyona da uğruyor. HIV vücutta ilk konak hücresine girip çoğalmaya başladığında artık çok fazla sayıda HIV soyu oluşmuş oluyor. Hangi birini yok edeceksiniz. Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre ilaç direnci HIV’de en büyük sorunlardan birini oluşturuyor.

İleri Okuma: AIDS (Edinilmiş Bağışıklık Eksikliği Sendromu)

Amerika’da Temple ve Pittsburgh Üniversiteleri’nde çalışan araştırmacılar CRISPR-Cas9 ile HIV’in çoğalabilme özelliğini durdurdular. 3 farklı hayvan modelinde yürütülen deneylerin tümünde HIV konak hücresinden koparıldı ve bölünme yeteneği elinden alındı. Molecular Therapy dergisinde yayınlanan araştırma HIV’in CRISPR-Cas9 ile nasıl etkisiz hâle getirildiğini ilk defa gösteriyor.

3) Huntington Hastalığı

Amerika’da yaklaşık 30,000 kişi kalıtsal olan Huntington hastalığını taşıyor. Bu rahatsızlık beyindeki nöronların zaman içinde bozulmasına ve ölmesine yol açan genetik bir bozukluktur. Hastalarda kişilik değişimleri, ruh hallerinde hızlı değişiklikler, yürüyüş bozuklukları ve geveleyerek konuşma görülüyor. Söz konusu genler olunca araştırmacılar da genleri nasıl düzeltebiliriz sorusuyla işe koyuluyorlar.

Huntington hastalığı insanlarda huntingtin adlı proteinin olması gerekenden daha büyük üretilmesine neden olan mutasyondan kaynaklanıyor. Normalde huntingtin küçük parçalara bölünerek hücrede dolaşması gerekiyor ama mutasyon yüzünden büyük halde kalıyor. Bu da proteinin zaman içinde birikerek toksik etki göstermesine ve hücreleri öldürmesine yol açıyor. 2017 yılının Haziran ayında The Journal of Clinical Investigation‘da yayınlanan bir çalışma farelerin huntingtin geninde yapılan değişikliklerle hastalığın seyrinin değiştirildiğini bildiriyor. Amerika’da Emory Üniversitesi’nde yapılan araştırmalarda ekip, toksik parçalar üreten huntingtin genini CRISPR-Cas9 tekniğiyle onarmayı başardı. Yöntemin başarıyla uygulanmasından sonra nöronlar iyileşmeye başladı ve fareler motor ve denge kontrolünü tekrar kazandılar.

İleri Okuma: CRISPR’la Parkinson Hastalığındaki Proteinler Aydınlatılıyor

4) Duchenne Kas Distrofisi

Distrofin genindeki bir mutasyondan dolayı ortaya çıkan Duchenne kas distrofisi de CRISPR tekniği ile tedavi edilen hastalıklardan birisidir. Bu mutasyon yüzünden kas lifleri için çok gerekli olan distrofin proteinin uygun hali üretilemez. Protein eksikliği de zaman içinde ilerleyen kas dejenerasyonu ve zayıflığa neden olur.

Amerika’da Texas Üniversitesi’nde çalışan araştırmacılar fareler üstünde CRISPR’ın bir versiyonu olan CRISPR-Cpf1’i kullandılar. Bu şekilde hastalığa yol açan mutasyon düzeltildi ve sağlıklı hücreler farelere geri nakledildi. Elde edilen sonuçlar çok umut vericiydi. Farelerin hareket ve nesneleri tutma becerileri gelişmişti.

5) Körlüğü Önlemek

Çocukluk körlüğünün en çok karşılaşılan nedenlerinden biri genetik bir rahatsızlık olan Leber doğuştan körlüğüdür. Yeni doğan her 100,000 bebekten yaklaşık 2-3 tanesini etkileyen bu rahatsızlık görmeyle ilgili en az 14 gende meydana gelen mutasyonlar nedeniyle ortaya çıkıyor. Editas şirketi bu hastalığın kökünü kazımak için CRISPR temelli bir tedavi üzerinde çalışıyor. Şirket araştırmacıları 2017’nin sonuna kadar insan denemelerine başlamak için FDA’dan izin almayı planlıyor.

6) Kronik Ağrı

Kronik ağrı kalıtımsal bir genetik hastalık değil ancak araştırmacılar CRISPR tekniğiyle genleri değiştirerek inflamasyonu azaltmaya çalışıyor. Kronik ağrının ortaya çıkmasında en büyük etkenlerden biri eklemlerde meydana gelen inflamasyondur. Eğer gen düzenlemeleriyle inflamasyonu durdurabilirsek çok rahatsız edici ağrı hissini de sonlandırabiliriz.

7) Lyme Hastalığı

Amerika’da MIT’de çalışan evrimsel biyolog Kevin Esvelt keneyle taşınan bakterilerin neden olduğu Lyme hastalığını tedavi etmek istiyor. Lyme hastalığı tedavi edilmediği takdirde insanlarda eklem ağrılarına, kalp çarpıntılarına, yüz felcine ve başka sorunlara yol açıyor. Normalde yumurtadan yeni çıkmış keneler bir bakteri taşımadıklarından tehlike oluşturmuyor. Ancak genç keneler beyaz ayaklı farelerin üstünde yaşayıp onlardan beslenirken bakteri kapıyor. Bu bakteriler de insanlara bulaştığında Lyme hastalığına neden oluyor.

Esvelt beyaz ayaklı farelerin genetiğini değiştirerek hayvanların bakteriye karşı bağışıklık kazanmasını sağlamaya çalışıyor. Bir şekilde CRISPR Cas9 tekniğiyle hayvanların genetiğini değiştirmeli ve yeni doğan fareler Lyme hastalığına yol açacak bakterileri barındırmamalılar. Böylece o farelerde yaşayan keneler de insanlara konduğunda hastalığı bulaştırmayacaklar.

Çağlayan Taybaş

Bilimkurgu filmleri izledikten sonra gördüklerimizin gerçekten yapılmış olma ihtimaliyle heyecana kapılmışızdır. Gezegenler arası yolculuk yapan ve zor şartlarda yaşamaya adapte olmuş yarı insan yarı robotik canlılar, kendini yenileyebilen organ ve uzuvlara sahip, genetik yapı olarak kusursuz ve güçlü nesiller ya da geleceğe hâkim olacak alfa kuşak desek yanlış tanımlamış olmayız. Düşüncesi bile muhteşem değil mi? Gelin bu yazımda bahsedilen düşüncelerden ilham alınarak ortaya çıkmış çalışmalardan birini yakından inceleyelim.

Çağımızın Mücevheri DNA!

2000’li yıllardan sonra insanoğlunun uçan arabalar kullanacağı hatta galaksiler arası yolculuğu bu araçlar ile sağlayacağı düşünülürdü. Bu tabi ki mümkün olabilir fakat James D. Watson ve Francis Crick daha muhteşem bir şey buldu: DNA! Hayatımızın başlangıcından itibaren tek tek şifrelenmiş ve nesilden nesle aktarılmış bir fısıltı. Artık bu bilgiyi kullanarak sonsuz bilgi veri sistemine erişebiliriz ve sanırım erişmeye başladık bile! 21.yy’da DNA çalışmalarının hız kazanması ile birlikte neredeyse her alanı etkileyecek (tıp, mühendislik, yazılım vb.) yenilikçi çalışmalar oraya koyuldu. Bu çalışmalara öncülük edenlerden biri insan genom projesidir. Bu proje ile amaçlanan genetik hastalıkların tedavi edilmesidir. Gelişen teknolojinin hız kazanmasıyla birlikte genetik çalışmalar umut vadetmeye devam ediyor. Olumlu gelişmeler yaşanırken perde arkasında bazı bilim insanlarının etik olmayacağı konusunda hemfikir olduğu devasa çalışmaların da başlangıcı oldu.

Biohacking Nedir?

Öncelikle biohacking hakkında sözlük tadında bir açıklama yapalım. Biohacking, biyoloji bilimi ve teknoloji avantajlarını kullanılarak kendi bedenimiz üzerinde sayısız değişiklikler ve geliştirmeler yapmamıza imkan veren teknolojidir. Taş devrinden nükleer silahlara uzanan bir yolculuğa şahitlik eden insanoğlu, bilimi daha fazla merak etmeye ve artık sahada ben de varım demeye başladı. Kendi imkânları doğrultusunda bazen garajda bazen ise evinin mutfağında ciddi deneyler yapmaya çalışan ve kendilerine biohacker unvanı veren çok sayıda insan bulunmakta. Ciddi deneyler diyorum çünkü evde kendine HIV tedavisi uygulamaya çalışanlar bile var. Gelin bu çalışmalara liderlik eden kişilerden biri olan Josiah Zayner’den biraz bahsedelim.

Josiah Zayner Chicago Üniversitesi’nden biyofizik alanında doktora derecesine sahip NASA’da bir süre etkin çalışmalara dâhil olmuş ve yaptığı bu çalışmaları beklediğinden daha az yenilikçi bulması sebebiyle NASA’dan ayrılan bir bilim insanı. Onun kendini tanımladığı şekliyle o bir biohacker. Gerek akademik camiayı gerek bilim camiasını fazla hiyerarşik bulması sebebiyle The ODİN adını verdiği şirketini kurdu. Şirketi kurmasındaki amaç, genel halkın kendi bakteriyel DNA’sını düzenlemelerini sağlayacak DIY CRISPR (Do It Yourself) kitlerini temin etmelerini sağlamak ve halkı bilimden uzak tutmak yerine onları bilimin aslında kolay ve her yerde uygulanabilir olduğunu göstermek. Zayner her ne kadar bu uygulamaların çok basit ve güvenli olduğunu söylese de bilim insanları gerekli koşulları sağlamayan ortamlarda bu tür çalışmaların gerçekleştirilmesinin etik dışı olacağını şiddetle savunuyor.

CRISPR İle Kas Kütlesini Arttırmak!  

Ayrıca Zayner kendi üzerinde CRISPR yöntemini kullanarak kas kütlesini hiç spor yapmadan geliştirmeyi amaçlıyor .Katıldığı konferans ve yayınlarda dinleyicilerine aslında hiç de korkutucu olmadığını göstermek için kaslarına CRISR kitlerini enjekte ediyor. Büyük spekülasyonlara sebep oluyor fakat birçok kişiyi de etkilemeyi başarıyor. DIY CRISPR kitlerini satın alıp kullanmaya başlayan yüzlerce biohacker kas kütlelerine bu kitleri enjekte edip devasa kaslara sahip olmanın hayalini kuruyor. Basit bir enjeksiyon spor salonlarının yeni korkulu rüyası olacak gibi. Yanlış duymadınız artık spor salonlarında saatlerinizi geçirip bol protein içerikli besinlerle beslenmek yerine kendinize bir dizi CRISPR enjekte ederek dolgun kaslara sahip olabilirsiniz. Zayner aynı kitlerin de satışını yaparak herkesin kendi mutfağında ya da garajında rahatlıkla bu kitleri uygulayabilecekleri dahası biohacker olabilecekleri konusunda destekliyor ve ekliyor ‘’yapılacak olan deneylerden kimsenin zarar göreceğini sanmıyorum. Bilim insanlardan uzakta geliştirilmemeli.’’

Biohacking ile mücadele edilmesine rağmen birileri hala evlerinin garajında genetiği değiştirilmiş canlılar ile çalışıyor olabilir. Bir gün uyandığınızda yan komşunuzun Hulk’a dönüşmüş olma ihtimali hiç de uzak değil gibi görünüyor, ne dersiniz. Doğaya ve canlılara zarar vermeden muhteşem çalışmalara imza atabilme ümidi ile.

Tari Merve Yıldırım

ABD’de yapılan araştırmalar, bilgelik, yalnızlık ve bağırsaklarınızdaki mikrobiyota arasında bir bağlantı buldu. Bu üç şeyin ortak noktası nedir ve sizi nasıl etkiler? Muhtemelen bilgelik, yalnızlık ve bağırsak mikrobiyotasının birbiriyle tamamen alakasız olduğunu düşünürdünüz. Ancak, sinirbilim alanında yakın zamanda yapılan bir araştırma, bunların aslında yakından bağlantılı olduğunu gösterdi. Bu araştırmayı ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki San Diego Üniversitesi yürütmüştür. Çalışmayı yöneten Dr. Tanya T. Nguyen’dir. Çalışma, Frontiers in Psychiatry dergisinde yayınlanmıştır.

Bilgelik, yalnızlık ve bağırsak mikrobiyotası arasındaki ilişki nedir? İlginç bir şekilde, araştırmacılar, hem bilgeliğin hem de yalnızlığın, bağırsaktaki mikroorganizmaların çeşitliliğinden büyük ölçüde etkilenmiş gibi görünen duygular olduğunu öne sürdüler. Bu, bağırsağın “ikinci beyin” olduğu fikrini onaylar.

“Doğanın konuştuğunu ve insanlığın dinlemediğini düşünmek ne kadar üzücü.”

– Victor Hugo

Çalışma

Araştırmacılar, çalışmayı her iki cinsiyetten 184 katılımcıyla gerçekleştirdi. Hepsinin sağlığı iyiydi. Yaşları 28 ile 97 arasında değişiyordu. Araştırmacılar, tüm katılımcılara yalnızlık ve bilgelik düzeylerini değerlendirmek için bir anket verdi. Anket ayrıca şefkat, sosyal destek ve bağlılık düzeylerini de sordu. Ayrıca, katılımcıların tümü dışkılarından örnekler verdi. Bilim insanları bu örnekleri bir laboratuvarda analiz ettiler.

Araştırmacılar, daha önceki çalışmalarda bahsedilen bir teori temelinde çalışıyorlardı. Bu çalışma, bilgelik özelliklerinin beynin belirli bölgelerine karşılık geldiğini öne sürüyordu. Aslında, daha akıllı olanlar daha yoğun mutluluk ve esenlik duyguları geliştirirler. Aynı zamanda, daha az bilge olanlar, hayatları hakkında daha az rahat hissetme eğilimindedir. Ek olarak, daha bilge olanlar daha az yalnızlık duygusu yaşarlar. Benzer şekilde, yalnız olanlar daha az bilge olma eğilimindedir.

Bağırsak mikrobiyotasının etkisi

Eskiden mikrobiyotayı “bağırsak florası” olarak biliyorduk. Bu, sindirim sisteminde yaşayan trilyonlarca mikroptan oluşur. Bunlar bakteri, mantar veya virüs olabilir. Bilim insanları uzun zamandır bir bağırsak-beyin ekseninin var olduğunu düşünüyorlardı. Başka bir deyişle, iki organ arasında önemli bir bağlantı vardır. Sonuç olarak, bağırsak işlevi beynin duygusal ve bilişsel merkezlerini etkiler ve bunun tersi de geçerlidir. Bağırsak-beyin eksenindeki değişiklikler, diğer süreçlerin yanı sıra stres tepkilerinde, ruh hallerinde ve karar vermede eksikliklere neden olabilir. Ayrıca bilim insanları, mikrobiyotanın ruh sağlığı bozuklukları üzerinde bir etkisi olduğunu keşfettiler. Örneğin, mikrobiyota depresyon ve kaygının varlığını ve düzeyini etkiler.

Kaliforniya Üniversitesi araştırmasını gerçekleştirmeden önce bilim insanları, daha aktif ve çeşitli bir sosyal hayata sahip olan insanların daha çeşitli mikrobiyotaya sahip olduklarını öne süren kanıtlar bulmuşlardı. Kalifornia Üniversitesi araştırmacıları bu bilgiyi takip etti. Sonuçlarının son derece ilginç olduğu ortaya çıktı.

Araştırmacılar, bilgelik, yalnızlık ve bağırsak mikrobiyotası arasındaki ilişkiyi kurmak için anket sonuçlarını dışkı analizleriyle karşılaştırdı. Oldukça tuhaf görünse de, bu, iki unsur arasında bir ilişki olup olmadığını tespit edebildikleri anlamına geliyordu.

Bilim insanları mikrobiyal çeşitliliği iki şekilde ölçtüler. İlki alfa çeşitliliğiydi. Bu, her bireydeki mikrop türlerinin ekolojik zenginliğiyle ilgiliydi. İkincisi beta çeşitliliğiydi. Bu, mikrop topluluğunun bileşimindeki çeşitlilikle ilgiliydi.

Sonuçlar şunları önerdi:

  • Daha düşük düzeyde yalnızlık ve daha yüksek düzeyde bilgelik sahibi insanlar, ekolojik olarak daha zengin ve daha çeşitli bir mikrop popülasyonuna sahipti.
  • Azaltılmış mikrop çeşitliliğine sahip insanlar daha zayıf zihinsel ve fiziksel sağlığa sahiplerdi.
  • Mikrobiyota ne kadar çeşitli olursa, patojenlerin istila etmesi o kadar az olasıdır.

Son düşünceler

Bilim insanları, bilgelik, yalnızlık ve bağırsak mikrobiyotası arasında neden bir bağlantı olduğunu bilmiyorlar. Aslında, psikolojik ve biyolojik faktörlerin nasıl etkileştiğinden emin değiller. Belki de zayıf bir zihinsel durum mikrobiyotayı etkiler. Ancak, bunun tersi de olabilir. Yine de, bu üç faktör arasındaki ilişkiyi destekleyen kesin kanıtlar bulmuşlardır.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Bağırsak, içerisinde sadece önemli bakterilerin olmadığı çok geniş bir ekosistem barındırır. İçinde 100 milyon nöron bulunan bu sistem gerekli fonksiyonları yerine getirir ve beyinle doğrudan bağlantı kurar. Bu yazımızda bağırsak nöronlarını ve işleyişlerini inceliyoruz.

İnsan bedeninde olup biten her şeyin tüm evrende olanlardan çok daha büyüleyici olduğu söylenir. Örnek olarak beyin, halen çok büyük ve zorlu bir bilmece olma özelliğini korumaktadır. Aynı şekilde enterik sinir sistemi ve bağırsak nöronları tarafından insanın ruh halinin belirlenmesi ve hatta sağlığımızın korunması hayret verici ve çözülmemiş bilmeceler arasında yer almaktadır.

Popüler deyimiyle “ikinci beyin” olarak adlandırılan bağırsağın bu bölümünün ne denli önemli olduğunu anlamak için sadece bir gerçeğin altını çizmek yeterli olacaktır. Bağırsakta bulunan sinir sisteminde omurilikten beş kat daha fazla nöron bulunmaktadır. Bu oldukça karmaşık nöral ağ, içinde yaklaşık olarak yüz milyon nöron barındırmaktadır.

Buna ek olarak bağırsak sürekli olarak beyinle işbirliği içinde çalışarak serotonin üretimi gibi çok önemli fonksiyonların yerine getirilmesini sağlar. Ancak bu ikili arasındaki ortaklıkta üçüncü bir faktörü de göz ardı edemeyiz: Bu iletişimin ayrılmaz bir parçası olan ve halen pek çok soru işareti ve gizem barındıran bağırsak mikrobiyotası.

Bağırsak Nöronları: Sağlık ve Mutluluk Araçları

Bağırsakta bulunan nöronlar sindirim, bağışıklık, hormonal ve metabolizma konularında farklı görevlere sahiptirler. Bu nöronların işleyişi hem biyolojik hem de psikolojik sağlık açısından son derece önemlidir. Örnek olarak, yakın dönemde bazı depresyonla ilişkili bozukluklar ile geniş bağırsak ekosistemi arasında bir ilişki olduğu ortaya çıkarılmıştır.

İstanbul Üsküdar Üniversitesinde yapılan bir araştırma ve benzerleri, hem bağırsak nöral ağı hem de içeriğindeki mikroorganizmaların, serotonin ve gama aminobütirik asit gibi nöroaktif maddelerin üretimi ve dağıtımı için önemli rol oynadıklarını göstermektedir. Bilim insanları büyük bir kısmı gizemini koruyan bu dünyayı mikroskopları ile aydınlattıkça olağanüstü veriler de gün ışığına çıkmaktadır. Bu bağlamda, bağırsak sistemi içinde nöronlardan oluşan ve beyinle birlikte çalışan oldukça karmaşık bir ağın varlığından söz ediyoruz. 

Enterik Sinir Sisteminde Neden Nöronlar Bulunur?

Enterik sistem özofagus (yemek borusu), mide, ince bağırsak ve kalın bağırsağın tamamını kapsar. Tüm sindirim sistemi ve özellikle de bağırsakların çok geniş bir nöral ağa sahip olduklarını biliyoruz. Harvard Üniversitesinde yapılan ve Nature dergisinde yayımlanan makalede belirtilen çalışma ve diğer bazı araştırmalarda da belirtildiği gibi, bilim insanları hem insan hem de hayvan modeller üzerinde bu nöronların haritasını çıkarmayı başarmışlardır. Bu çalışmalar sonucunda şu bilgilere ulaşılmıştır:

  • Uzunca bir süredir insanın doğumunda var olan bağırsak hücrelerinin ölürken de aynı oldukları düşünülüyordu. Ancak şimdi bunun tam olarak doğru olmadığını biliyoruz. Çünkü bu bağırsak hücrelerinin bir kısmı yaşam süresi içinde kendilerini yenilerler.
  • Diğer taraftan, enterik sinir sisteminin farklı türlerde nöronlara sahip olduğunun da altını çizmek gerekir.

Bu noktada kendimize insanın neden bu kadar çok sayıda sinir hücresine sahip olduğunu soracak olursak, bu sorunun cevabı oldukça basit olduğunu belirtmeliyiz. Bağırsak hücreleri beyin ile işbirliği içinde çalışarak bizi hastalıklardan korur, sindirim, hormonal ve metabolizma ile ilgili hayati fonksiyonları yerine getirir, düzenler ve bunun sonucunda da duygusal sağlığın korunmasına yardımcı olur.

Bağırsak Nöronları ve Fonksiyonları

Bağırsağımızda 100 milyondan fazla nöron olduğunu bilmek aslında vücudumuzda ikinci bir beyin bulunduğunu düşünmemizi sağlayacaktır. Ancak konuyla ilgili açıklığa kavuşturmamız gereken küçük detaylar bulunmaktadır. Bağırsakta bulunan bu nöron sistemi düşünmez, mantık yürütmez, matematik problemleri çözmez ya da şiir yazmaz. Fakat zihinsel durumumuzu düzenler. Bağırsakta bulunan sinir hücrelerinden oluşan sınıflar arasında motor nöronları ve duyusal nöronlar yer almaktadır. Benzer biçimde bunlar iki tip sinir düğümüne ayrılırlar: miyenterik pleksus ve submukozal pleksus. Şimdi bunları analiz edelim.

1. Submukozal Pleksus ya da Meissner Pleksusu: Hormonların ve Enzimlerin Uyarılması

Bu sinir hücrelerinden oluşan ağ özofagustan başlar ve anüse kadar uzanır. Temel görevi hormonların, enzimlerin ve sindirim işleminde gerekli tüm maddelerin salımının gerçekleştirilmesidir. Bu ilk ağ temel olarak uyarıcı nitelikteki görevleri yerine getirir.

2. Miyenterik Pleksus ya da Auerbach Pleksusu: Beynin Kimyasal Laboratuvarı

Auerbach plaksusu en kritik işleve sahip sinir ağıdır. Bunun nedeni, bağırsakta bulunan bu nöron grubunun merkezi sinir sistemi ile doğrudan bağlantısının olmasıdır. Bu nedenle bu bölge, merkeze giden ya da duyusal nöronlar, aracı nöronlar ve motor nöronları içerir.

Auerbach pleksusunun fonksiyonları şu şekilde sıralanabilir:

  • Gastrointestinal (sindirim sistem ile ilgili) hareketleri düzenler.
  • Safra kesesi, pankreas ve hatta dolaşım sisteminin sinir düğümlerini birbirine bağlar.
  • Bağırsak nöronları gerçek anlamda bir tür kimyasal laboratuvar işlevi görür. Serotonin, dopamin, ağrı uyuşturucuları vb. maddelerin üretimini teşvik eder.
  • Bu sinir ağı bakterilerin bulunup bulunmadığını belirleme yeteneğine de sahiptir. Ayrıca bunların vücuttan atılması için ishal gibi süreçleri başlatır. Bu tür kararları beyinden emir almadan verir.
  • Bağışıklık sisteminde bulunan hücrelerin yaklaşık olarak %70’i bağırsağın bu bölgesinde bulunur.
  • Aynı zamanda bağırsak nöronları, bağırsak dokusunda bir enflamasyon tespit ettiklerinde bağışıklık hücrelerini aktive ederek reaksiyon gösterebilirler.

Beyin İle Bağırsak Hücreleri Arasındaki Bağlantı

Beyinle bağırsak hücreleri arasındaki bağlantı çift yönlüdür. Diğer bir deyişle verileri karşılıklı olarak verir ve alırlar. Aynı zamanda bunu özel ve kendilerine ait nöral ağlar üzerinden gerçekleştirirler. Bunun sonucunda da arada aktarılan mesajlar neredeyse anında iletilir.

Dr. Diego Bohórdez tarafından yakın zamanda yapılan bir çalışmada, bu iletişimin vagus siniri (akciğer-mide siniri) üzerinden gerçekleştiği keşfedilmiştir. Bu sinir beyin sapını bağlayan sinirdir. Benzer şekilde bu süreç, bağırsak ile beyin arasındaki iletişimi hızlandıran ve optimize eden bir nörotransmitter olan glutamat sayesinde düzenlenmektedir. Öte yandan bu mesajların, basit bir göz kırpmasından çok daha hızlı bir biçimde, 100 milisaniye içerisinde iletildiği ortaya çıkarılmıştır. Bu iletişim sayesinde beyin, sindirim, metabolizma ve hormonal süreçler gibi işlemleri sağlıklı bir şekilde düzenleme şansına sahip olmaktadır. Ancak bunların yanında çok ilginç bir detayın da altını çizmek gerekir. Bağırsak hücreleri beyinden aldıkları bilgiden %90 daha fazla bilgiyi beyne gönderirler. Bu durum, enterik sinir sisteminin pek çok kararı kendi başına aldığını düşünmemize yol açar. Bağırsak nöronları mikrobiyom ile birlikte bizi hem pek çok hastalıktan koruma hem de serotonin üretimi sayesinde ruh halimizi düzenleme konularında kilit görev üstlenirler.

Sonuç olarak, bağırsak ile beyin arasındaki bağlantı konusunda halen bilmediğimiz pek çok şey bulunmaktadır. Ayrıca örnek olarak bağırsak mikrobiyotasının davranışları nasıl düzenlemeyi başardığına dair yüzde yüz oranında doğru bir veriye sahip olduğumuzu da söyleyemeyiz. Ancak yine de her geçen gün daha fazla veri gün ışığına çıkarılmaktadır. Bu durum şüphesiz insan vücudunu ve işleyişini daha iyi tanımamıza ve hak ettiğimiz şekilde kendimize daha iyi bir biçimde bakmamıza yardımcı olacaktır.

Psikolog Valeria Sabater

Nörobik, beynin çevikliğini ve esnekliğini korumak için bir beyin egzersizi türüdür. Beynin uykuda olabilecek o alanlarını uyandırmak için otomatik veya alışılmış zihinsel şemaları kırarak, beyin kapasitenizi artırır.

Batı toplumunda fiziksel görünüş kültü hakimdir. Bu nedenle, birçok insan formda kalmak ve heykele benzer bedenlere sahip olmak konusunda takıntılıdır. Ancak, az sayıda insan beynine egzersiz yaptırma konusunda endişe duyar. Pardon, ne? Bu, beyninizi formda tutmanın bir yolu olduğu anlamına mı geliyor? Evet, böyle bir şey var! Bir beyin egzersizi türü olan Nörobik hakkında daha fazla bilgi edinmek için okumaya devam edin. Vücudunuza ve genel görünümünüze dikkat etmek iyi bir şey olsa da, beyninizin bir kas olduğunu ve aynı zamanda egzersiz gerektirdiğini de unutmayın. Bu yalnızca başka bir organ değil, paha biçilmez bir işletim sistemidir. Bu nedenle, formda kalmanın harika bir yolu olan Nörobik egzersizlerini denemelisiniz.

Önerilen egzersizleri özel ihtiyaçlarınıza göre ayarlayabilirsiniz. Bu şekilde zihinsel yetilerinizi yaşınıza göre geliştirebilirsiniz. Her yaştan çocuklar ve yetişkinler için egzersizler vardır.

“Herkes isterse kendi beynini şekillendirebilir.”

– Santiago Ramón y Cajal

Nörobik tam olarak nedir?

Bu, zihinsel performansı artırabilecek bir dizi egzersiz, problem ve zihinsel bulmacadan oluşan zihinsel, beyinsel veya nöronal egzersizdir. Kuzey Carolina, Durham’daki Duke Üniversitesinde nörobiyolog olan Lawrence Katz ve Manning Rubin, bu konsepti ortaya çıkardılar. Bu yazarlar Nörobik’i, kişinin rutin değişiklikler ve uzun süreli optimal zihinsel sağlığı koruyabilen bir dizi egzersiz yoluyla bir grup beyin kasını uyaran bir egzersiz programı olarak nitelendirmektedir.

Katz ve Rubin’e (1999) göre, Nörobik genellikle mantık egzersizlerini, bulmacaları ve izole seansları içeren diğer beyin egzersiz türlerinden çok farklıdır.

Bunun yerine, Nörobik, beynin sahip olduğu çeşitli doğal yolları geliştirmek ve üretmek için tüm duyularınızın kullanılmasını gerektirir. Bu şekilde, farklı bilgi türleri arasında yeni ilişkiler kurarsınız. Kasıtlı olarak yeni çağrışım modelleri oluşturmak, bu tür beyin egzersizlerinin merkezi bir parçasıdır.

Egzersiz formları

Nörobik’te önerilen antrenman serebral hemisferleri, vücut hareketini ve tüm duyuların kullanımını, özellikle miyelini ve öğrenme kolaylığını uyarmak için gözlerin kullanımını içerir.

Bu programın hedefleri şu şekildedir: bir kişinin fiziksel durumunu iyileştirmek, hareketlerinin kalitesini korumak, psikolojik ve bilişsel yeteneklerini güçlendirmek ve vücutlarındaki stres ve gerilimleri ortadan kaldırmak için beyin-beden iletişimine yardımcı olmak.

Birçok egzersiz yapabilirsiniz. Ne kadar yaratıcı olursanız, olasılıklar o kadar geniş olacaktır. İşte bazı fikirler:

  • İlerlemenizi takip etmek için zamanlayarak Sudoku bulmacaları çözün.
  • Yeni kelimeler öğrenin ve gelecekteki konuşmalarınıza dahil edin
  • Kol saatinizi ters çevirin.
  • Bir saatteki zamanı aynadan bakarak tanımlayın.
  • Evinizde geri geri yürüyün (dikkatlice yapın).
  • Baskın olmayan elinizle dişlerinizi fırçalayın veya saçınızı tarayın.
  • Baş aşağı resimlere bakın ve ayrıntılarını takdir edin.
  • Cep telefonunuzu baskın olmayan elinizle kullanın.
  • Gözleriniz kapalıyken giyinin.
  • İşinize, evinize veya okulunuza giden rotayı değiştirin.

Kısacası, rutin ve otomatik davranışlarınızı bozan herhangi bir egzersiz, beyninizi çalışmaya teşvik edecektir.

Nörobik’in faydaları nelerdir?

Uzun bir süre, bilim adamları beynin sadece çocukluk döneminde sinirsel bağlantılar oluşturabileceğine inanıyordu. Ancak Katz, beynin farklı yaşlarda yeni yapılar ve bağlantılar oluşturarak gerekli duyusal katkıları tahsis ettiği ve işlediği sonucuna vardı. Bu alıştırmalarla şunları yapabilirsiniz:

  • Yeni günlük yaşam aktivitelerini deneyerek beyin seviyesinde yeni bağlantılar (sinapslar) oluşturmak.
  • Duyusal ağ yoluyla sinir ağlarının üretimini veya yenilenmesini teşvik etmek.
  • Nörotrofinlerin veya nöronların hayatta kalmasını destekleyen spesifik moleküllerin üretimini teşvik etmek.
  • Beyin egzersizleri yapmak önemlidir, çünkü tüm beyni ve bedeni kullanmaya ve konsantrasyon, denge, düşünme, hafıza, yaratıcılık, işitme, dikkat, algı ve konsantrasyonu geliştirmeye yardımcı olurlar.

Bu nedenle, “öğrenme becerilerini ve tutumlarını geliştiren ve motor eksikliklerini, davranış problemlerini, sözelliği, yazmayı geliştiren ve hiperaktiviteyi önlemeye ve gidermeye yardımcı olan bir stratejidir” (Orellana, 2010). Nörobik tarafından önerilen egzersizler sayesinde yeni yapılar ve beyin bağlantıları geliştirmek mümkündür. Ayrıca, nörobiyolojik tekniklerin yardımıyla Alzheimer hastalığı, depresyon ve Parkinson gibi çeşitli nörodejeneratif bozuklukların ortaya çıkmasını önleyebilirsiniz.

Sinestetik beyin farklı çalışır. Bu, renkleri gördüğünüzde sesleri duyabileceğiniz anlamına gelir. Veya bir rengi tadabilirsiniz. Beyindeki bu küçük nörolojik değişiklikler büyüleyicidir. Bu yazıda, sinestezi hakkında daha fazla bilgi edinebilirsiniz. Müzik dinlerken renkleri görmek. Bir dondurmayı tatmak ve yanağınızda bir okşama hissetmek. Bir çiçeğe dokunmak ve ağzınızda tatlı bir tat hissetmek. Bunların hepsi sinestezi örnekleridir. Bu, tüm dünyada binlerce insanın yaşadığı nörolojik bir bozukluktur. Ancak, sinestetik beyin gerçekte nasıldır? Peki, bu yetenek nasıl açıklanabilir?

Vincent Van Gogh, Vladimir Nabokov, Wassily Kandinsky ve Nikola Tesla gibi figürlerin iki duyuyu aynı anda yaşayabildiğini biliyoruz. Uzun bir süre uzmanlar, sinestezinin hayal kurmaya meyilli zihinlerin bir özelliği olduğunu düşündüler. Aslında, bu yeteneğin hiçbir bilimsel temeli olduğunu düşünmüyorlardı.

Ancak yeni yüzyılın gelmesiyle birlikte sinirbilimciler, psikologlar ve hatta genetikçiler bile bu nörolojik özelliğe dikkat etmeye başladılar. Bugüne kadar, bazı büyüleyici gerçekleri keşfettiler.

Sinirbilimciler, sinestezinin yaratıcılık ve hatta hafıza gibi bilişsel becerileri geliştirebileceğini keşfettiler. Bunun nedeni, bağlantı kurmada daha usta olan bir beyinde yatmaktadır.

Sinesteziyi tanımlayarak başlayalım. Nörolojik bir bozukluk tarafından düzenlenen algısal bir fenomendir. Olan, belirli uyaranlara yanıt olarak birkaç duyusal veya bilişsel bölgenin aynı anda otomatik olarak ve istemsiz olarak etkinleştirilmesidir. Başka bir deyişle, örneğin seslerin rengi olabilir, müziğin tadı olabilir ve kelimeler belirli seslerle ilişkilendirilebilir.

1871’de Bleuler ve Lehman, sinestezinin halüsinasyon deneyimlerini içerdiğini öne sürdüler. Ancak, durum böyle değil. Şizofreni gibi herhangi bir zihinsel bozuklukla da ilgisi yoktur. Ayrıca aşırı hayal gücü yüksek bir zihnin ürünü de değildir.

Sinestezi anlayışındaki ilk önemli dönüm noktası 1995 yılında Dr. E Paulesu ve ekibi tarafından gerçekleştirildi. Pozitron emisyon tomografisi ile sinestezi hastalarına farklı tanı testleri yaptılar. Bu onların hemodinamik tepkilerini ölçmek içindi.

Bu araştırmacılar, şüphelendikleri bir şeyi keşfettiler. Sinestetik beyin farklı çalışır.

Sinestetik beyin

Uzmanlar, nüfusun yüzde üç ila beşinin bir tür sinestezi yaşadığına inanıyor. Ayrıca, bu durum kadınlarda erkeklerden daha yaygındır. Bazıları bu yeteneği bir hediye olarak düşünür. Çünkü dünyayı aynı anda birkaç duyunun bütünleşmesiyle görmek, gerçekliği aynı anda çok daha yoğun, tuhaf ve büyüleyici kılıyor.

Sinestetik insanların daha yaratıcı olmaları son derece yaygındır. Ayrıca daha büyük bir hafızaya sahip olma eğilimindedirler. Çünkü beyinleri daha fazla bağlantıya sahiptir. İsviçre’deki Zürih Üniversitesinden Dr. Gian Bheeli, Nature dergisinde yayınlanan bir araştırma yürüttü. Sinestezinin genetik bir temeli olduğunu ve kalıtsal olduğunu öne sürüyor.

Çapraz aktivasyon

Çocukların nörolojik budamadan oluşan bir beyin gelişimi döneminden geçtiğini biliyoruz. Diğer bir deyişle, daha özelleşmiş bir beyni şekillendirmek için nöronlar arasındaki bazı sinaptik bağlantılar ortadan kaldırılır. Aslında, 12-13 yaşlarına kadar, çocuklarda kesinlikle gerekli olandan daha fazla nöron ve sinaps olması yaygındır. Yavaş yavaş ortadan kaybolmaları, beynin düzgün çalışması için gereklidir.

Ancak sinestezi olan kişilerin bu budama işleminden geçmediği görülmektedir. Bu nedenle, çeşitli alanlar birbiriyle kesişir. Hollanda’daki Amsterdam Üniversitesinde, oksipitotemporal kortekste renkle ilişkili bölgelerin aniden motor bölgelerle bağlantı kurabileceğini öne süren bir araştırma yapıldı. Bu, sinestezi olan kişilerin yaptığı basit hareketlerin bile onlarda belirli bir tonalite uyandırabileceği anlamına gelir.

Sinestezi olan her kişinin benzersiz deneyimleri vardır. Hepsi beyinlerinin bağlanma şekliyle başlar.

Limbik aracılık hipotezi

Sinestezili bir kişinin beyninin nasıl olduğunu anlamak için limbik aracılık hipotezini düşünmeliyiz. Bunu 1982’de ilk önerenler Richard Cytowic ve Frank Wood’du. Hipotezlerinde sinestezinin limbik sistem tarafından düzenlendiğini öne sürdüler. Daha özel olarak, hipokampusta düzenleniyordu.

Sinestezisi olan kişilerin bu bölgede limbik sistemin kendisinden neokortekse kadar çok daha fazla bağ lifi olduğunu keşfettiler. Sonuç olarak, bu daha fazla sayıda algısal fenomen, duyum, hatıra ve hatta duyguya dönüşür.

Sinestetik beynin nörogörüntüleme çalışmaları

Teşhis ve nörogörüntüleme tekniklerinin evrimi ile artık sinestetik beynin neye benzediği hakkında çok daha fazla veriye sahibiz. Gerçekten de, pozitron emisyon tomografisi (PET) ve fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) uygulanan sinestezili birçok gönüllü sayesinde, artık sinestetik beyin hakkında şunları biliyoruz:

  • Görsel korteks bölgesinde daha fazla aktivasyon vardır.
  • Beyin daha yüksek bir gri madde yoğunluğuna sahiptir.
  • İşitme korteksinden insula’ya yüksek bir aşırı bağlantı vardır. İnsula, duygular ve vücut homeostazının düzenlenmesi ile ilgilidir.
  • Sinestezi olmayan insanlarla karşılaştırıldığında, tüm beyinde daha fazla bağlantı vardır.

Sinestezi büyüleyici bir fenomendir. Gerçekten de, hem sinirbilimcileri hem de psikologları aynı şekilde ilgilendirir. Önümüzdeki yıllarda kuşkusuz bu ilginç durum hakkında daha fazla gerçek keşfedecekler. Ancak bu arada, sinestezisi olan insanların, bunu sorunlu bulmak şöyle dursun, sahip oldukları bu ilgi çekici hediyenin tadını çıkardıklarını biliyoruz.

Bir kediyi okşadığınızı ve bu esnada ağzınızda şeker tadını hissettiğinizi hayal edin. Ya da bir Beethoven senfonisini dinlerken çevrenizdeki her şeyin maviye döndüğünü.

Gerçek şu ki bunları hayal etmiyorsunuz. Gerçekten şeker tadını alıyor ve her şeyin maviye döndüğünü görüyorsunuz.

Sinestezi yaşayan kişilerin muhteşem dünyası bu. Sinestezi, duyuların birleşimidir. Bir duyunun, aynı anda bir ya da daha fazla duyu eklenmiş gibi algılandığı durumdur.

Mesela, sinestezi yaşayan kişiler sesleri görebilir, yumuşak bir yüzeye dokunduklarında tatlı bir tat duyabilir ya da renkleri koklayabilirler.

Yalnızca bir çağrışımdan ya da bir şeyi görüyor, duyuyor ya da tadıyor gibi ”görünmekten” ibaret değildir: Gerçekten o şeyi hissederler.

Kişi bir duyusunu kaybetse bile sentezi devam edebilir. Mesela, renkleri duyan bir kişi, tamamen kör olsa bile bu tecrübeyi yaşamaya devam edebilir.

Bütün bu algılar istemsiz bir şekilde yaşanır. Diğer kişiler beyaz bir duvara bakıyorsa, isteseler de istemeseler de duvar beyaz olmaya devam edecektir. Sinestezi ise kontrol edilemeyen ve tamamen spontane gerçekleşen bir durumdur. Yıllardır hem bilim adamlarını hem de sanatçıları büyülemiş bir fenomendir. Sanata gelince duyuların bu karışımı birçok ressamın paletini doldurmuş, şairlerin şiirlerini yazmış ve müzisyenler için besteler yaratmıştır.

Mesela, empresyonist ressam Kandinsky müzik dinlerken renkleri duymuş ve senfonileri resmetmiştir.

Ya da sembolist şair Rimbaud, heceler ve renklerin uyumuyla şiir yazmıştır.

En yaygın sinestezi türü ise şudur: harfleri ya da sayıları belli bir renkle bağdaştırmak.

Bu fenomeni yaşayan kişiler için kelimenin tam anlamıyla ”kablo”larının birbirine karıştığını söylemek yanlış olmaz. Bilimsel çalışmalara göre sinestezi, duyuları işlemekle sorumlu beyin bölgeleri arasında çapraz aktivite olduğunda yaşanır. Bu durum genetik olabilir, cenin gelişimi sırasında yaşanabilir ya da LSD, halüsinojenik etkili mantar ya da benzeri uyuşturucu maddeleri kullanmanın sonucunda ortaya çıkabilir. Otistik kişiler ve bazı epilepsi hastalarında da görülebilir.

Sinestezik kişiler depresyon esnasında bu duyguları daha yoğun bir şekilde yaşar.

İki binde bir kişinin akut sinestezi ve yirmide bir kişinin ise hafif sineztezi yaşadığı tahmin edilmektedir.

Fakat basit bir nedenle kesin veri elde edilmiş değil: Sinestezi yaşayan kişiler, her zaman bu durumun farkında değiller. Bazen yıllarca farkına varmıyorlar. Bu çevrelerini algılama biçimleri ve algılarını paylaşmadıkça başkalarından farklı yaşadıklarını anlayamıyorlar. Sinestezi bir hastalık ya da bozukluk değil. Dünyanın tadını farklı bir şekilde çıkarmaktan ibaret. Hatta bazı çalışmalar, yaratıcılık ve hafıza bakımından çok fazla faydası olduğunu gösteriyor. Eğer sinestezi yaşıyorsanız, seslerin tadını çıkarın, kokuların görüntüsünden zevk alın ve çevrenizdeki renklere parmaklarınızla dokunun.

SÜPER NOVA

Yıldızların çoğu, nükleer füzyonla tüm enerjilerini tüketerek yavaşça sönerler. Sonra da %99’u beyaz cüce olarak adlandırılan donuk gök cisimlerine dönüşür. Ama bir yıldız yeteri kadar büyük ve sıcaksa, uygun şartlar altında patlayabilir. Bu patlama süpernova olarak adlandırılır.

Bir yıldız patlamadan önce, elementleri birleştirerek enerji üretir. Şiddetli çekim gücü, oksijen, silikon, fosfor ve kalsiyum oluşmasına neden olur. Kozmik bir çıkmaz sokağa, yani demire ulaşılana dek ağır elementler oluşmaya devam eder. Demirin daha ağır elementlerle birleştirilmesi enerji üretmez, gerektirir. Yıldızın yakacak bir şeyi yoktur, bu nedenle demir çekirdek kendi çekim gücünün kuvvetiyle içe doğru çökmeye devam eder. Çoğu devasa yıldız içe doğru çökerek kara deliğe dönüşür. Ama güneşten beş ile sekiz kat daha büyük olan küçük yıldızlar sadece patlar.

Bir süpernovanın gerçekleşmesi on beş saniyeden daha az zaman alır. Patlama o kadar parlaktır ki, tek bir yıldızın yarattığı süpernova aylarca tüm galaksiyi aydınlatabilir. Hatta cıva, altın ve gümüş gibi daha ağır elementlerin oluşmasına yetecek kadar ısı yayar. Büyük Patlama kuramına göre, süpernovalar sayesinde yeryüzünde yaşam vardır. Bu kuram, oksijenden daha ağır tüm elementlerin geçmişte yaşanmış devasa yıldızların patlamalarıyla oluştuğunu öne sürer.

  • 1006 yılında aşırı parlak bir süpernova, Mısır, Irak, İtalya, İsviçre, Çin, Japonya ve muhtemelen Fransa ile Suriye’de gözlemlendi.
  • İtalyan astronom Galileo Galilei (1564 – 1642) Aristoteles’in evrenin asla değişmediği yönündeki kuramını çürütmek için 1604’te bir süpernovayı delil olarak kullanmıştır.
  • Uranyum gibi radyoaktif elementler süpernovalarla oluşur.

Yüzey Gerilimi ve Hidrojen Bağlantısı

Su, yeryüzündeki en tuhaf, aynı zamanda en yaygın bulunan maddedir. Katı formu, sıvı halinden daha az yoğundur, bu nedenle buz yüzebilir. Yüksek miktarlarda ısıyı, çok fazla değişime uğramadan emebilir ve bu nedenle sahil kentleri ılıman sıcaklıklara sahiptir. Ve yüzeyde toplanmaya eğilimli ince bir molekül tabakasından oluşan bir derisi vardır.

Suyun sıradışı özellikleri, onun şeklinin sonucudur. Bir su molekülü, iki hidrojen atomuyla bir su atomundan oluşur (H2O). Görüntüsü Disney karakteri Mickey Mouse’a benzer: İki hidrojen atomu kulakları ve oksijen atomu da kafayı andırır. Su molekülünde elektronlar eşit bir şekilde dağılmadığı için kulaklar pozitif, kafa ise negatif yüklenir. Karşıtlar birbirini çektiğinden, bir su molekülünün kulakları bir hidrojen bağlantısı oluşturarak diğer bir su molekülünün çenesine doğru çekilir. Buz içinde su molekülleri, dört yüzlü bir piramit olan tetrahedron’u oluşturmak üzere kararlı şekilde birbirlerine bağlanırlar. Ama sıvıyken, su moleküllerinin yapısı daha gevşektir. Hidrojen bağları devamlı olarak birbirinden ayrılır ve tekrar bir araya gelirler. Aslında ortalama hidrojen bağı, sadece saniyenin küçük bir kısmı kadar dayanır.

Bir su bardağının ortasında, herhangi bir verili molekül tüm yönlere eşit bir şekilde çekilir, böylece net bir etki görülmez. Ama yüzeyde su moleküllerini yukarıya doğru çeken bir kuvvet yoktur. Suyun yüzey gerilimini yaratan şey, moleküllerin daha çok yanlara ve aşağıya çekilmesidir. Yüzey gerilimi, bir bardağı ağzına kadar doldurmamızı mümkün kılar. Su damlacıklarının oluşmasına ve kabarcıklar yayılmasına izin verir.

Sıvının yoğunluğu arttıkça yüzey gerilimi artar. Örneğin, suya tuz eklendiğinde tuz moleküllerinin suyun içinde yayılması, yani yoğunluğunun artması su molekülleri arasındaki kuvveti arttıracağından suyun yüzey gerilimi artar.

  • Yayvan ayaklı ve hafif böceklerden olan su örümcekleri, suyun yüzey geriliminden faydalanır. Onlar, gerçek anlamda suyun üzerinde yürüyebilirler.
  • Suyun yüzey gerilimi, kazara düşen uçan böcekleri suda boğmaya yetecek kadar güçlüdür. Bu böcekler kanatlarını su moleküllerinin çekiminden kurtulmalarını sağlayacak kadar hızlı çırpamazlar.
  • Sıcaklık ve yüzey gerilimi ters orantılıdır. Sıcaklık arttıkça yüzey gerilimi azalır. Örneğin, deterjan, sıcak su ile bir araya gelirse yüzey gerilimi azalır, suyun kir ve gözeneklere daha etkili nüfuz etmesine neden olur.

Güneşin değişken yüzeyi, 6000 santigrat derecede tüm güneş sistemini ısıtarak yanar. Bu, yeryüzündeki sıcak bir günden 180 kat daha sıcaktır. Ama güneşin yüzeyinin bazı kısımları diğerlerinden serindir. Kabaca bizim gezegenimizin boyutunda olan güneş lekeleri koyu renkte görünürler, çünkü çevreleyen yüzeyden 2000 derece daha soğukturlar. Güneşin parlayarak yanan iç çekirdeğinden yayılan ısıyı baskı altında tutan yoğun manyetik alanlara sahiptirler.

Genelde güneş lekeleri, her biri zıt bir manyetik yüke sahip olan çiftler halinde görünürler. Zıt olarak yüklenen güneş lekeleri arasındaki bölgeler, bir milyar megaton TNT kadar çok enerji salan güneşin yüzeyindeki patlamalar, güneş parlamaları için hazırdır. Güneş parlamaları, jeomanyetik fırtınalara sebep olan x-ışınları ve manyetik radyasyon ile yeryüzünü bombardımana tutar. Kuzey ve güney ışıklarını yoğunlaştırır, elektrik şebekelerini bozar ve radyo ileticilerini karıştırır.

Son olarak Eylül 2017’de, güneşte iki leke grubunun birleşmesi sonucu, son 12 yılın en güçlü iki patlaması meydana geldi. Güçlü radyasyon patlamaları olarak tanımlanan güneş patlamaları, on bir yıllık döngüyle güçlenir ve zayıflar.

Güneş lekeleri, aynı zamanda yeryüzündeki sıcaklığı etkileyebilir. Maksimum güneş lekesi faaliyeti, ultraviyole radyasyondaki büyük bir artışı da içine alan, güneşten salınan enerjide küçük bir artışla ilişkilendirilir. Küresel ısınmayla örtüşür şekilde, son altmış yılda güneş lekesi faaliyetinde büyük bir artış var. Batı Avrupa’da 1600’lerin ortasından 1700’lerin başlarına kadar süren, ciddi soğuklar ve uzun kışlar nedeniyle Küçük Buz Çağı denen dönem, güneş lekesi faaliyetindeki bir düşüş dönemiyle çakışır.

  • İtalyan astronom Galileo Galilei (1564 – 1642), Güneş’in dönme devrini izlemek için güneş lekelerini kullandı. Çoğunlukla gazdan oluştuğu için, Güneş’in farklı tarafları farklı hızlarla döner. Ekvator, kabaca yirmi beş günde kendi etrafında dönerken kutuplar otuz beş günde dönerler.
  • Çinli astronomlar güneş lekelerini ilk kez M.S 30 yılında gözlemledi.

Tüm maddeler atomlardan oluşur. Her bir atom da nötron, proton ve elektrondan meydana gelir. Protonlar pozitif yüklü, elektronlar negatif yüklü, nötronlar ise yüksüzdür. Protonlar ve nötronlar atomun çekirdek olarak adlandırılan merkezinde çok sıkı bir şekilde birbirine bağlıdır. Elektronlar ise güneşin etrafında dönen gezegenler gibi onların çevresinde döner. Proton sayısı kadar elektron olduğunda atomun herhangi bir yükü yoktur. Ama bazen elektronlar diğer atomlara sürtünürler. Elektron yüklenen atomlar negatif olur, elektron kaybeden atomlar pozitif yüklü olur. Zıt yüklü atomlar birbirine veya nötr bir nesneye doğru çekilir. Aynı yüklü atomlarsa birbirlerini iter. İşte bu nedenle saçlarınız havaya kalkar. Saçınızdaki elektronlar tarağınızın üzerinde sürtünürler. Saçınız pozitif yük kazanır. Pozitif yüklü saç telleri, diğer tellerden mümkün olduğu kadar uzağa hareket etmek ister, bu yüzden saçlarınız dikleşir.

Metal gibi bazı maddeler elektronları yakalar ve üzerlerinde serbestçe dolaşmasına izin verir. Bunlar iletken maddelerdir. Plastik ve kumaş gibi diğer bazı maddelerse daha serttir ve elektronların hareket etmesine izin vermez. Bunlar ise yalıtkan maddelerdir. Kışın ceketinizi giydiğinizde ceketinizdeki elektronlar üzerinize geçer. Negatif yüklü olursunuz. Metal bir kapı koluna dokunduğunuzda, elektronlar elinizden zıplayarak iyi bir iletken olan metal topuza geçer. Bu, kıvılcım yaratarak havayı ısıtır. Bu durum kışın hava kuru olduğu için daha ziyade kış mevsiminde görülür. Havadaki nem (su iyi bir iletkendir) elektronları söndürerek soğurur.

  • Şimşek büyük ölçekte statik elektriktir. Bir fırtına sırasında, elektronların hareketi bulutların tepesinde pozitif yük ve aşağısında negatif yük oluşturur. Genellikle elektronlar yükü dengelemek için bir buluttan diğerine zıplar, ama bazen nötr yüklü toprağa zıpladıkları da olur.
  • Benjamin Franklin, ünlü uçurtma deneyinde şimşeğin statik elektrik olduğunu keşfetmiştir ve aynı zamanda paratoneri icat etmiştir.

Sera etkisi ifadesi, farklı iki bilimsel olguyu tanımlamak için kullanılabilir. İlki, atmosferin ısının uzaya dönmesini engellemesine olanak tanıyan tamamıyla doğal bir süreçtir. Bu, yeryüzündeki ortalama yüzey sıcaklığının 15.5 santigrat gibi elverişli bir derecede kalmasını sağlayan mekanizmadır.

Güneş enerjisi gezegenin yüzeyine eriştiğinde bir kısmı emilir ve yeri ısıtır, bir kısmı ise uzaya geri yansır. Topluca sera gazları olarak bilinen atmosferdeki su buharı, karbondioksit, metan ve diğer gazlar, yansıyan enerjinin bir kısmını seralardaki cam panellerin yaptığı gibi içeride tutar. Sera etkisi olmasaydı, yeryüzü o kadar soğuk olurdu ki üzerinde yaşam mümkün olmazdı.

Günümüzde, sera etkisi ifadesi sera gazlarında küresel ısınmaya neden olan artış için kullanılıyor. Gezegenimizde, sera gazı oranları, güvenilir sera gazı ölçümlerinin 32 yıl önce başlamasından itibaren her yıl giderek artıyor.

Sanayi devriminden bu yana gerçekleşen karbondioksit (CO2) ve diğer sera gazı atıklarının atmosferde yoğunlaşması nedeniyle gezegenimizin yüzey ısısının ortalama 1.5 ile 2.2 derece arasında artış göstermiş olduğu tahmin edilmekte. Uluslararası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) ve Dünya Yabani Yaşam Vakfı (WWF) tarafından yapılan araştırmalarda gezegenimizin yüzey ısısının yüzyıl sonuna kadar en fazla 2 derece artış göstermesine dayanılabileceği ve önlem alınmazsa gezegenimizin iklim deseninin kalıcı olarak değişime uğrayacağı bilimsel olarak kanıtlanmış durumda.

Dünya Meteoroloji Kurumu (WMO) her yıl yayınladığı bildirisinde, dünyada küresel sıcaklığın artacağı, daha şiddetli hava olaylarıyla karşılaşılacağı ve deniz seviyesinin yükseleceği uyarısında bulundu. Uzmanlara göre, iklim değişikliği, sıcak hava dalgaları, seller, buzların erimesi, okyanusların asitlenmesi ve su seviyesinin artışı şeklinde görülecek.

  • Sera etkisi Joseph Fourier tarafından 1824 yılında keşfedilmiştir.
  • Venüs’ün karbondioksit yüklü atmosferi aşırı bir sera etkisi yaratır ve Venüs’ün yüzeyini, kurşunu eritecek kadar ısınmasına yol açan bir sıcaklık artışı döngüsüne sokar. Mars’ın ise atmosferi neredeyse yoktur ve bu yüzden sera etkisine de maruz kalmaz. Fazlasıyla soğuk oluşunun sebebi de kısmen budur.

Yerçekimi, evrenin büyük bir gizemidir. Yerçekiminin arkasındaki mesele, evrendeki her kütlenin başka kütlelerin üzerine çekilmesi ve bu çekim gücünün mesafeden etkilenmesidir. Kütle büyüdükçe çekim de büyür. Mesafe arttıkça, çekim azalır.

Günlük konuşmada, kütle ve ağırlık birbiri yerine kullanılır, ama bu ikisi aslında oldukça farklıdır. Kütle, bir cisimdeki madde miktarını ölçer. Bir yastık ve bir kağıt tutucu, farklı boyutlarda olmalarına rağmen aynı kütleye sahip olabilir. Kağıt tutucu yastıktan daha yoğundur, kağıt tutucunun içindeki madde, daha sıkı bir şekilde paketlidir.

Ağırlık, yerçekimsel bir alanda bir cisme uygulanan kuvveti ölçer. Kütle, konuma bağlı olarak değişmez, ama ağırlık çevreye bağlı olarak değişebilir. Yeryüzünün yüzeyindeki bir kütle, her saniye karede 9.8 metre gezegen çekimini yaşar. Aynı kütle ayın yüzeyine götürülse, cisimler daha hafif tartılır, çünkü ay, yeryüzünden daha hafiftir. Ayda altıda bir oranında yerçekimi vardır. Bu nedenle, cisim en fazla altıda biri ağırlığındadır. Başka bir deyişle, 68 kilogram ağırlığında bir kişi ayda 11.3 kilogram ağırlığında gelir.

Bedenlerimiz, yeryüzünden yerçekimi kuvveti altında var olmak üzere tasarlanmıştır. Astronotlar, uzayda ağırlıksızlığı, mikro-yerçekimi desek daha doğru olur, deneyimlediklerinde, bulantı, baş dönmesi, baş ağrısı, iştah kaybı ve kan toplanması gibi rahatsızlıklar yaşarlar. Buna uzay tutması denir. Normalde bacaklardaki kan, kalbe doğru yukarı çıkmak için yerçekimine karşı direnmelidir. Mikro-yerçekiminde kan hiçbir direnç olmadığından beyninize doğru hızla çıkar. Bu durum, sanki uzun bir süre bacaklarınızın yukarıdan aşağıya sallandırılması gibidir.

  • Sir Isaac Newton (1642 – 1727) 1687’de yerçekiminin ilk matematiksel formülünü yazdı.
  • Newton’un bir ağaçtan elmanın düştüğünü gördükten sonra yerçekimini kavradığına dair anlatılan hikaye doğru değildir.

Elektromanyetik tayf, evrendeki elektromanyetik radyasyonun toplam aralığını tarif eder. Elektromanyetik radyasyon basit olarak ışık için kullanılan diğer bir ifadedir. Tüm ışık, uzay boşluğunda dalgalar halinde hareket eden minik kütlesiz enerji paketleri olan fotonlardan oluşur. Fotonlar, her zaman aynı hızla, saniyede 299.792.458 metre yol alır. Ama dalga boylarının bazıları, diğerlerinden daha uzundur. Eğer bir foton, kısa bir dalga boyundaysa ve daha sık titreşiyorsa, yüksek enerjisi vardır. Bu şekilde bir foton, bir topu yakalamak için sahada koşan bir futbol oyuncusu gibidir. Ne olursa olsun, topu yakalamak için zamanında son bölgede olmak zorundadır. Tam olarak düz bir hatta koşabilirse, oraya göreceli az bir enerji ile varabilir. Ama çok fazla zikzak çizerse, daha çok enerji harcar.

Radyo dalgaları, ışığın uzun dalga boyunda, düşük frekanslı ve düşük enerji formlarıdır. Dalga boyları yaklaşık 1’den 100 metreye kadar değişir. Çok düşük enerjili olduklarından, ancak nadiren herhangi bir madde ile gözle görülür bir etkileşime girerler.

Görünür ışık, radyo dalgalarından daha kısa dalga boyuna ve daha yüksek frekansa sahiptir. Görünür ışık, elektromanyetik tayfın küçük bir dilimidir, ama güneş ve yıldızların radyasyonların çoğunu çıkarması bu aralıktadır. Gözlerimizin ışığın bu aralığına hassas bir şekilde ayarlı iki anten gibi olmaları muhtemelen tesadüf değildir. Gökkuşağının renkleri (kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, çivit mavisi ve mor) ışığın bu küçük tayfındadır. Ultraviyole ışık, elektromanyetik tayf üzerinde doğrudan mordan sonra gelir. Görünür ışıktan daha yüksek enerji ve daha yüksek frekanslı ultraviyole ışık, uzun süren maruz kalma durumunda gözlere ve cilde zarar verebilir.

  • Gama ışınları, ışığın en enerjik formlarıdır. Radyoaktif bir sürecin parçası olarak bir atomun çekirdeğinden salınırlar. Teoride, sınırsız bir kısa dalga boyuna sahip olabilirler.
  • Elektromanyetik tayf üzerinde radyo dalgaları ile görünür ışığın arasına düşen mikrodalga radyasyon, yiyecekleri ısıtmanın yanı sıra kablosuz internet ağları için kullanılır.
  • Ses de dalgalar halinde yol almasına rağmen, havasız boşlukta yol alamadığından dolayı ışıktan ayrılır. Uzayda bu yüzden ses yoktur.
  • Yeryüzünün yüzeyindeki çoğu madde, ultraviyole ışığı emer, ama kar onu yansıtır. Bu, kar körlüğüne neden olan şeydir.

David. S Kidder, Noah D. Oppenheim

Beyin bir portakala benzer, iç ve dış kısmı vardır. Dış kısmı portakalın kabuğu gibidir, buraya korteks (kabuk) adı verilir. Beynin dış kısmı olan korteks, frontal, temporal, pariyetal ve oksipital olmak üzere 4 loba ayrılır. İç kısmında ise bazal ganglionlar, talamus, hipotalamus ve limbik sistem vardır.

İnsan beyninde on binlerce işleyici devre (processing) vardır. Her devrenin kendi içinde bir modülü vardır ve kişiye özeldir. Parmak izine benzer. Tüm beyinler temel prensipler olarak aynıdır, fakat düşünce biçimi tamamen faklıdır. İnsan beyni, anne karnında gelişmeye başlayan bir organdır. Hamileliğin yaklaşık 20. ile 24. günü arasında ceninin beyni gelişmeye başlar. Döllenme aşamasındaki çevre şartları, annenin sodyum seviyesi, şeker seviyesi, solunan havadaki karbonmonoksit miktarı, beslendiği gıdaların kompozisyonu epigenetik değişikliklere yol açar.

Gebelik esnasındaki şartlar da yine bebeğin beyin fonksiyonları açısından hayati önem arz eder. Mesela, anne karnında sigara dumanına maruz kalınmışsa, çocuğun genleri hayat boyu sigara içmiş bir kişinin genleri ile benzerlik gösterir ya da anne adayı hamile iken ağır bir grip geçirirse, iltihap genleri tetiklenir ve vücutta iltihap oluşur. Doğan çocuğun hayatı boyunca iltihap (inflamasyon) eğilimli ve sürekli grip olan bir kişinin metabolik özelliklerini taşıyan bir birey olma ihtimali yüksektir.

Beyin, kafatasının içerisindeki diğer dokulara nispeten yağ oranı yüksek bir dokudur, protein ve şeker ihtiva eder. Beyni diğer dokulardan ayıran en önemli fark, nöron adı verilen beyindeki sinir hücrelerinin formunun diğer hücre formlarından farklı olmasıdır. Vücuttaki diğer hücreler bir kutu şeklini andırırken, nöronlar dallı budaklıdır, bir ağaç gibidir. Nöronlar bu yapısı nedeniyle, ilgilenmeyi tercih ettiğiniz meşgalelere göre büyüyüp küçülebilir. Yani ilgi alanınız neyse, beyinde o alanın muhatabı olan bölge büyür.

Nöronlar arasında milyarlarca bağlantı yolu vardır. Bu yollara sinaps denir. Nöronlar arasında iletişim nörotransmitter denilen kimyasallar vasıtası ile olur. Kısa süreli anlık duygular nörotransmitterlerin artması, azalması ile olurken, karakterinizi belirleyen, sizi siz yapan karakteristik özellikler ise nörotransmitterlerin sebep olduğu protein sentezi ve nöronal ağ yapısı değişiklikleri ile olur.

Beynin Dış Kısmındaki Korteks (Kabuk) Lobları, Parçaları

Frontal Lob: Ön lob olarak bilinir. Konuşma merkezi (brocka), kasların hareket etmesini sağlayan merkez (gyrus precentralis), hareketleri planlama merkezi (premotor korteks), gözlerin hareketini kontrol eden merkez bu lobda bulunur. Ayrıca bu lobda bulunan ayna nöronları, öğrenmeyi sağlayan temel nöronlardır. Bu nöronlar karşıdaki kişi ne yapıyorsa aynısının beyinde tekrar edilmesini ve böylece öğrenme kalıplarının oluşmasını sağlar.

Frontol lobun hemen alnın arkasında bulunan en ön kısmına preforantal korteks denir. Prefrontal korteks insanı insan yapan bölgedir. Muhakeme, empati, karar verme, entelektüel davranıştan sorumludur ve hayvanlarda bulunmaz. Bu bölge neredeyse tüm psikiyatrik bozukluklarda en çok etkilenen bölgedir. Prefrontal korteks 3 kısımdan oluşur: orbitofrontal (haz algısı), ventromedial (hata tespit merkezi), dorsolateral (akıl, bilinç).

Pariyetal Lob: Yan lob olarak bilinir. Bu lobda dokunma duyusunu alma (gyrus postcentralis), 3 boyutlu tasarım ve planlama, okuma-yazma merkezi bulunur.

Temporal Lob: Şakak lobu olarak bilinir. Hafıza merkezi (hipokampus), heyecanlanma ve korku-kaygı merkezi (amigdala), kokuların hatırlanmasını sağlayan merkez (entorinal) bulunur. Ayrıca koku duyusu bu lob tarafından alınır.

Oksital Lob: Arka lob olarak bilinir. Görmeyi sağlayan merkezdir. Burada renkli görme ve derinlik algısı oluşur.

Beynin İç Kısmındaki Parçalar

Talamus: Vücuttan gelen tüm duyular (ağrı, kaşınma, dokunma vb.) önce talamusa gelir, ardından duyunun algılandığı esas bölge olan pariyetal loba giderler. Talamus, vücuttan gelen duyuları filtre eder ve ayrıştırır. Yani gereksiz duyuları siler. Örneğin aynı anda etrafınızdaki tüm sesleri duymazsınız, eğer yoğunlaşırsanız birisinin sesini duyarsınız.

Hipotalamus: Hipotalamus hayatta kalmanın temel davranışlarını yerine getirir. Acıkma (lateral bölge), doyma (ventromedial bölge), kalp atışının hızlanması (posterir ve lateral bölge) ve yavaşlaması (anterior ve medial bölge), tansiyonun azalması ve artması, vücut sıcaklığının düzenlenmesi (preoptik bölge), kadın erkek cinsiyetine ait davranışların düzenlenmesi (preoptik/INAH bölgesi) buradaki nöronlarla yapılır.

Epifiz: Pineal bez olarak da bilinir. Karanlıkta devreye giren melatonin hormonu burada yapılır. Uykunun başlamasını sağlayan hormonlardan biridir. Diğer yandan kanserin oluşumunu engelleyen bir özelliği vardır. Bağışıklık sistemini düzenler. Görme engelli kişilerde daha fazla melatonin salınımı olduğundan, bu kişilerde kanser olma riski normal kişilere göre yarı yarıya azdır.

Bazal Ganglionlar: Bazal ganglionların temel görevi, hareketlerin koordineli olarak yapılmasıdır. Özellikle ardışık ve çok hızlıca yapılması gereken hareketlerin ifa edilmesinde görev alır. Örneğin koşma, alkışlama, yüz mimik hareketleri, imza atma, piyano çalma vb. En sık görülen bazal ganglion hastalığı parkinsondur.

Limbik Sistem: Bu sistem, animal brain olarak da adlandırılır. Hayvan beyni ile ortak noktamızdır. Daha çok duygularımızın oluşumunu sağlar. Nefret, hiddet, mutluluk, sevgi, kızgınlık, saldırganlık gibi davranışları oluşturur. Hayvanın temel içgüdüleri buradadır. Bir hayvan dışardan tehdit algılamasıyla, kızıp cevap vermesi (saldırganlık, ısırma) limbik sistemle olur. Limbik sistemin yaptığı tüm davranışlar temel olarak dopamin kökenlidir. Dopamin, hareketin ardışık (dövüşürken sürekli yumruk atma vb.) yapılmasına neden olurken, bir yandan da bu davranıştan zevk alınmasını sağlar.

Limbik sistem prefrontal bölgede bulunan haz merkezi (orbitoftontal) ile bağlantı halindedir. Bu bağlantı limbik sistemde oluşan hazzın bilinç seviyesine ulaşmasını sağlar. Bu bağlantılar, prefrontal bölgede oluşan entellektüel hareketlerden de limbik sistemi haberdar eder. Böylece keman çalmak, müzik dinlemek, bilimsel aktivitede de bulunmak, sınavlarda başarılı olmak gibi durumlarda da limbik sistemin haz alması sağlanır. Limbik sistemin accumbens parçası hazzın oluştuğu temel birimdir. Bağımlılık yapan sigara, kumar gibi alışkanlıklar, dopamin denen nörotransmitteri arttırarak bağımlılık yapıcı ve zevk verici etki oluşturur.

Bilim ve sanat, itibar görmediği toplumları terk eder. İbn-i Sina

İnsanlar konusunda daha az, fikirler konusunda daha çok meraklı olun. Marie Curie

Doğa ile savaş halindeyiz. Eğer kazanırsak, kaybedeceğiz. Hubert Reeves

Başarısızlık da bir seçenektir. Eğer ki başarısız olmuyorsanız, yeterince girişimde bulunmuyorsunuz demektir! Elon Musk

Bilim, doğrudan deney üzerine kurulmuş ifadelerden oluşan bir sistemdir ve deneysel doğrulama yolu ile denetlenir. Bilimde doğrulama, tekli ifadeler değil bu tür ifadelerin bütün bir sistemi ya da bir alt sistemidir. Rudolf Carnap

Muhteşem bir şeybir yerlerde keşfedilmeyi bekliyor!

Bilim, bilgi kütlesinden daha fazlası; bir düşünme tarzıdır. Evrenin kuşkuyla sorgulanma tarzıdır. Eğer şüpheci yaklaşmamak için otoriteye kuşkucu sorular soramıyorsak o zaman tam bir kaos içindeyiz. Bilim, sadece bir ‘bilgi bütünü’ olmaktan fazlasıdır; bir düşünme biçimidir.

Söz konusu bilimse, binlercesinin otoritesi, tek bir kişinin mantıklamasından değerli değildir. Galileo Galilei

Yeryüzündeki şartların düzelmesi, sadece bilimsel buluşlardan çok ahlaklı bir yaşama düzeninin gerçekleşmesine bağlıdır. Albert Einstein

Comments are closed.