logo

Hayat güzel olabilir

Oynar Gibi Yaşamak | Dr. Mehmet Dinç

İÇİNDEKİLER

2024

Bilişsel Önyargı Nedir?

Beyin, herhangi bir saniyede trilyonlarca zihinsel süreç yürütüyor. Beynimizin, tüm bu zihinsel süreçleri yürütme yükünü hafifletmek için çeşitli durumlarda uygulanabilecek stratejileri ve önemli kurallarını sürekli olarak araması şaşırtıcı değildir. Bu kurallar, özellikle karmaşık kararlar ve yargılar söz konusu olduğunda faydalıdır. Bilgi süreçlerini basitleştirme girişimimizde, bizi yanlış yola yönlendiren zihinsel kısayolları alabiliriz. Bilgi işlerken yaptığımız bu düşünme hataları bilişsel önyargı olarak bilinir .

Bilişsel önyargılar çeşitli nedenlerle gelişir. Örneğin, bellekteki hatalar belirli bir olay hakkındaki düşüncelerinizi etkileyebilir. Bu da benzer olaylar hakkında nasıl düşündüğünüzü etkiler, bu da bilişsel önyargıya yol açabilir. Ayrıca bilişsel önyargının bilgiyi daha hızlı işlememize yardımcı olduğu düşünülmektedir. Bilişsel önyargılar yanlış kararlar, kararlar ve yorumlar yapmamıza neden olabilir.

Sürekli kararlar verdiğimiz ve bilgileri işlediğimiz için, bilişsel önyargı konusunda sürekli risk altındayız. Bir noktada, hepimiz bir tür bilişsel önyargıdan suçluyduk. Bilişsel önyargılardan tamamen kaçınmak imkansız olsa da, ortaya çıktıklarında onları arayabilmemiz ve yargılarımızı gerektiği gibi ayarlayabilmemiz için ne olduklarını anlamak mümkündür.

Bilişsel Önyargı Örnekleri

Birkaç tür bilişsel önyargı vardır. Bazı örnekler aşağıdakileri içerir:

Bandwagon etkisi : Bu, insanların bir şeyler yapma ya da düşünme eğilimidir. Diğer insanlar bunları yapıyor ya da düşünüyor gibi. Bir örnek, okuldan kaçmayı tercih etmektir çünkü tüm arkadaşlarınız da okuldan kaçmaktadır.

Seçimi destekleyici önyargı : Bu, insanların bir şeyi sahip olduğundan daha iyi olarak görme eğilimidir. İki ev arasında seçim yapmak zorunda olduğunuzu varsayalım. Seçtiğiniz evin daha büyük, daha fazla banyoya sahip, daha ucuz ve daha fazla alana sahip olduğunu hatırlayabilirsiniz. Gerçekte, iki ev aynı fiyata ve aynı metrekare alana sahip olabilir.

Onay yanlılığı : Bu, insanların inançlarını doğrulamak için bilgi arama veya yorumlama eğilimidir. Örneğin, yaklaşan bir seçimi kapsayan bir haber muhabiri yalnızca muhabirin siyasi görüşlerini paylaşan siyasi uzmanlarla görüşebilir.

Donatım etkisi : Bu, insanların bir eşyaya sahip olduktan sonra bir eşyayı daha değerli bulma eğilimindedir. Diyelim ki 100 bin liraya bir araba aldınız. Arkadaşınız gelir ve arabanıza talip olabilir ve bunun için size 100 bin ödeyecektir. Arkadaşınızı geri çevirirsiniz çünkü arabanızın 100 bin lira ‘dan daha değerli olduğuna inanırsınız.

Odaklama etkisi : Bu, bir olayın bir yönüne diğerlerinin pahasına çok fazla vurgu yaptığımızda ortaya çıkan önyargıdır. Bu önyargı, gelecekteki sonuçlar hakkında yanlış tahminlerle sonuçlanır.

SEZGİN KOYUN

İnsanların kendilerini nasıl gördükleri, etraflarındaki dünyayı nasıl gördükleri ile ilgilidir. Bu makale, yönetici ve örgütsel işlevleri ile benlik imajı oluşturmadaki cinsiyet ve kültürel farklılıkları da içeren benliğe bakar.

Benlik Nedir?

Birisi ‘Bana kendinden bahset’ dediğinde nasıl karşılık verirsin? Nelere dikkat edersin, aklından neler geçer? Sizi çevrenizdeki diğer insanlardan farklı kılan nedir? Bütün bu sorular benlikle ilgilidir. Psikolojide benlik, diğer insanlardan ayrı ve farklı olduğunuz fikridir. En temel düzeyde, kendinize sahip olduğunuzu kabul etmek, diğer insanlardan farklı bir bedende yaşadığınızı fark etmeyi içerir. Ama elbette, benlik duygunuzu inşa etmede çok daha fazlası var. Tüm duygularımız, davranışlarımız ve düşüncelerimiz kim olduğumuzu belirlemeye başlar. Deneyimler, değerler ve inançlar, kim olduğunuza dair bir kavram oluşturmanın önemli bir parçasıdır. Yaşamak için ne yaptığınız, hangi müziği dinlediğiniz ve nasıl dinlenmeyi sevdiğiniz gibi şeyler bile sizi neyin yarattığını belirlemenize yardımcı olur. Siz ve hayatınızın her bir parçasının benlik duygunuza katkıda bulunduğunu düşünürseniz, bunun oldukça önemli olduğunu tahmin edersiniz. Fakat benlik kavramına sahip olmak neden bu kadar önemlidir?

Benliğin iki temel işlevi vardır. Yani, benlik fikrinin bizim için yaptığı iki şey vardır. Psikolojide bu işlevlere yürütücü işlev ve örgütsel işlev denir. Her birine biraz daha yakından bakalım.

Yürütücü İşlev

Yürütücü işlev “kendini, benlik kavramı davranışları düzenlemeye yardımcı olur” şeklinde atıfta bulunur. Başka bir deyişle, benliğin yürütücü işlevi bizi yolda tutmaktır.

Şöyle düşünün: Jale arkadaşı Ceren’nin kolyesini seviyor ve gerçekten kendisi için istiyor ama kolye Ceren’e ait.

Jale’nin kolyeyi ele geçirmesini engelleyen iki fikri vardır:

1. Jale kendisinin Ceren’den farklı biri olduğunu fark eder. Benliğin bu en temel unsurunu anlamadan Jale, Ceren’in kolyenin sahibi olduğunu ve Jale’nin sahip olmadığını bile fark etmeyebilir. Başka bir deyişle, Jale onun ve Ceren’in ayrı insanlar olduğunu fark etmezse, kolye gibi ayrı şeylere sahip olduklarının da farkında olmayacaktır.

2. Jale’in kendisi için bir dizi değeri ve hedefi vardır ve arkadaşının kolyesini çalmak bu değerlere ve hedeflere aykırıdır.

Bunların her ikisi de Jale’nin benliğinin yürütücü işlevinin bir parçasıdır. Yani, davranışlarına ve kararlarına rehberlik ederler.

Örgütsel İşlev

Yürütücü işlevinin yanı sıra, temelde bilgiyi organize etme şeklimiz olan benliğin örgütsel işlevi de vardır. Kendimiz hakkındaki bilgimiz çevremizdeki dünyada kalıpları yorumlamamıza ve bulmamıza yardımcı olur.

Örneğin, Mehmet’in kadınlarla çok başarılı olması durumunda, kadının onun gibi bir model olduğunu fark etmeye başlayabilir. Sonuç olarak, kendini bir saplama olarak görebilir. Etrafındaki dünyayı öğrendi, bir model fark etti ve onu kendi görüşüne entegre etti. Kendisinin örgütsel işlevi şimdi çalışmaya başladı.

Mehmet’in İstanbullu olduğunu söyleyelim bu muhtemelen kendi imajının bir parçası olduğundan, hayatında İstanbul’dan diğer insanlarla ortak olduğu şeyleri fark etmeye başlayabilir. İstanbullu olmanın ne demek olduğu hakkında bir fikir oluşturmaya başlar. Yine, bu Mehmet’in benliğinin örgütsel işlevidir.

Örgütsel benlikle ilgili ilginç bir şey de, insanlar yeni bilgileri öğrendiklerinde, kendileriyle ilişkilendirebilecekleri takdirde daha iyi öğrenebildikleridir. Mehmet’ten bir grup kelime öğrenmesi istenirse, İstanbul ile ilgili olanları hatırlaması Ankara ile ilgili olanları hatırlamaktan daha olasıdır. İnsanların benliği ile ilgili durumları daha iyi hatırlamaları gerçeğine öz referans etkisi denir.

Toplumsal Cinsiyet ve Kültür ve Benlik

Gördüğümüz gibi, kim olduğumuza dair fikrimiz hayatımızda büyük rol oynuyor. Bu durum davranışlarımızdan yeni bilgileri nasıl öğrendiğimize kadar her şeyi etkiliyor. Kim olursanız olun ya da nereden olursanız olun, kendinize bir bakışınız var. Ancak, insanların kendilerini nasıl gördükleri kim olduklarına ve nereden geldiklerine göre değişir. Örneğin, bağımsızlığın öncelikli olduğu Batı kültürlerinde, çoğu insan benlik hakkında bağımsız bir görüşe sahiptir. Yani, kendilerini bireysel düşüncelerine, eylemlerine ve duygularına göre tanımlarlar.

Ancak, Batılı olmayan toplumlarda, odak gruptan bireye göre daha fazladır. Sonuç olarak, bu ülkelerdeki çoğu insan kendilerini başkalarıyla olan ilişkilerine göre tanımlar. Buna kendiliğinden bağımsız bir görünüm denir. İnsanların kendilerini nasıl gördükleri konusunda da bazı cinsiyet farklılıkları vardır. Bazı örtüşmeler var, ancak genel olarak kadınlar kendilerini birkaç yakın ilişkiyle daha fazla tanımlama eğilimindeyken, erkekler kendilerini belirli bir spor takımının hayranı gibi ait oldukları büyük bir grupla tanımlama eğilimindedir. Bunun nedeninin açık bir sebebi yoktur, ancak toplumun muhtemelen bununla bir ilgisi vardır.

Makale Özeti

Benlik, bir kişinin kim oldukları hakkında, düşüncelerinden, duygularından, eylemlerinden ve diğer birçok faktörden etkilenen fikridir. Benliğin iki işlevi vardır: davranışı düzenlemeye yardımcı olan yürütücü işlev ve dünyadaki kalıpları ortaya çıkarmaya yardımcı olan örgütsel işlev. İnsanların kendi kavramlarını oluşturma şekillerinde cinsiyet ve kültürel farklılıklar rol almaktadır.

SEZGİN KOYUN

Düşünme Nedir?

Çoğumuz düşünme hakkında çok fazla düşünmüyoruz; sadece yapıyoruz. Yine de gün boyu düşünüyoruz. Kararlar alıyoruz, gerçekleri hatırlıyoruz, bilgiyi uyguluyoruz vb. gibi farkında olmadığımız zaman bile düşünüyoruz. Psikologlar düşünceleri birçok farklı kategoriye ayırır, ancak her türlü düşünce düşük çaba veya yüksek çaba düşüncesinde kategorize edilebilir. Her bir düşünme türüne ve her birinin avantaj ve dezavantajlarına bakalım.

Düşük Çaba Düşünme Nedir?

Düşük çaba, otomatik ve istemsiz olarak düşünülen yani düşük çaba gerektiren bir düşüncedir. Bu çok az çaba harcayan veya hiç çabalamayan sosyal biliştir. Bir düzine kişiden oluşan bir odaya girdiğinizde, iş toplantısı ile yoga partisi arasındaki farkı kolayca anlayabilirsiniz. Kapıda durmanız ve neler olduğunu belirlemek için her ayrıntıyı dikkatle izlemeniz gerekmez. Bunun gibi yaptığımız her otomatik karar, bilinçli olarak alternatifleri düşünmeden, düşük çaba gerektiren düşünmeyi içerir.

Otopilot üzerinde bir görev yaptığımızda, düşük çaba gerektiren bir düşünceye de giriyoruz. Örneğin, bir bisiklete binerken, genellikle bisiklette kalmak ve ilerlemeye devam etmek için gereken her küçük hareketi düşünmüyoruz. Sürüş sırasında ve stop lambası kırmızıya döndüğünde, çoğu zaman bilinçli olarak yapmaya karar vermeden frenlere asılıyoruz.

Düşük Çaba Düşünme: Avantajlar ve Dezavantajlar

Düşük çaba gerektiren düşünmenin kesinlikle avantajları vardır. Birincisi, bu bize çok fazla zaman ve emek tasarrufu sağlamaktadır. Bu yüzden tüm günü yaşadığımız her şey hakkında çok düşünerek geçirmek zorunda değiliz. Aktif olarak başka bir şey düşünüyor ve / veya yapıyorken, zihnimizin arka planında düşük çaba gerektiren düşünme meydana gelebilir. 

Çoğu zaman, düşük çaba gerektiren düşünce bize iyi hizmet eder ve yeni bir durumu veya bilgiyi hızlı ve doğru bir şekilde boyutlandırmamıza yardımcı olur. Bununla birlikte, düşük çaba gerektiren düşünceyi kontrol etmediğimiz için, başımızı belaya sokabilir. Örneğin, yanlış varsayımlarda bulunmamıza, hatta farkında olmadığımız ırksal bir önyargıyı kontrol etmemize neden olabilir.

Yüksek Çaba Düşünme

Günlük yaşamın büyük bir kısmı bilişsel çaba gerektirmese de, diğer şeyler çok daha fazla düşünülür. Örneğin, çoğu insan hangi üniversiteye gideceğini, düğünlerde ne giyeceğini veya hangi arabayı satın alacağını dikkatli bir şekilde düşünür. Bu kararlar, kontrollü ve kasıtlı düşünmeye yönelik yüksek çaba gerektiren düşünmeyi içerir. Bu, büyük çaba gerektiren sosyal biliştir. Yüksek çaba gerektiren bir düşünceye giriştiğinizde, düşündüğünüzün tamamen farkındasınızdır. Yeni bir şey öğrendiğimizde, gerçekleştirdiğimiz adım adım süreci dikkatlice düşünmeliyiz. Mesela bisiklete binmeyi ilk öğrendiğimizde süreç karmaşık görünüyordu. O zaman, düşünce ve davranışlarımız dikkatle kontrol edildi, bu yüzden yüksek çaba gerektiren bir düşünceye giriştik. Sonunda, süreç otomatik hale geldi ve şimdi görevi kolayca ve az çaba harcayarak gerçekleştirebiliriz.

Yüksek Çaba Düşünme: Avantajlar ve Dezavantajlar

Yüksek çaba gerektiren düşünce sadece yaptığımız bir şey değildir. Aynı zamanda bir beceridir. Aslında, eğitimin bir kısmı, yüksek çaba gerektiren düşünme becerilerinin geliştirilmesidir. Öğretmenler, öğrencilerin sadece hatırlama, anlama ve uygulama gibi basit yüksek çaba gerektiren düşünme becerilerini geliştirmelerine yardımcı olmakla kalmaz, aynı zamanda analiz, yaratıcı düşünme ve problem çözme gibi üst düzey düşünme becerilerinin kullanımını teşvik eder. Bu alanlarda yetkin bir kişi okulda iyi bir performans sergileyecek ve hayatında ilerlemede kesinlikle büyük bir avantajı olacaktır.

Tabii ki, yüksek çaba gerektiren düşünce sadece şunu gerektirir: yüksek miktarda çaba. Zaman alıcıdır ve her durumda her zaman mümkün değildir. Diğer bir dezavantaj, düşük çaba gerektiren düşünmenin aksine, yüksek çaba gerektiren düşünmeyi kullanırken bir kerede birden fazla şeyi aktif olarak düşünemeyeceğimizdir. Örneğin, aktif olarak başka bir şey düşünürken araba satın alma hakkında tekrar düşünün. İlk kez bir araba sürseydiniz ne olurdu? Bu yeni bir yetenek olduğu için, direksiyona daha fazla dikkat etmeniz, hızınızı korumanız, yolun sağ tarafında kalmanız vb. sürmek için çok çaba sarf etmek gerekir. Bu yüzden daha önce yaptığınız konuşmayı aktif olarak düşünemezdiniz (ya da yapmış olsaydınız, muhtemelen bir kaza yapabilirdiniz).

Makale Özeti

Özetle, düşük çaba ve yüksek çaba gerektiren düşünme, bilgiyi işleme koymanın iki yolunu temsil eder. Düşük çaba gerektiren düşünme, otomatik ve istemsiz düşünmektir. Bu çok az çaba harcayan veya hiç çabalamayan sosyal biliştir. Çoğu zaman, düşük çaba gerektiren düşünce bize iyi hizmet eder. Bize çok fazla zaman ve emek tasarrufu sağlıyor ve aktif olarak başka bir şey düşünüyor ve / veya yapıyorken aklımızın arka planında da meydana gelebiliyor. Ancak, yanlış varsayımlarda bulunmamıza, hatta farkında olmadığımız ırksal bir önyargıyı kontrol etmemize neden olabilir.

SEZGİN KOYUN

Aile Mitleri Ne İşe Yarar?          

Aile mitleri ne işe yarar? Bir aile veya toplumun geçmişine, kökenlerine ve değerlerine ilişkin anlatılar veya inançlardır. Bu mitler, ailenin veya toplumun kimliğini şekillendiren ve kuşaktan kuşağa aktarılan önemli öykülerdir. Aile mitlerinin çeşitli işlevleri vardır:

  • Kimlik ve Bağlılık Oluşturmak: Aile mitleri, aile üyelerinin birbirlerine ve ailelerine bağlılık duygusu geliştirmelerine yardımcı olur. Bu mitler, aile üyelerinin geçmişlerine duydukları gurur ve bağlılığı pekiştirir.
  • Değerleri Aktarmak: Aile mitleri, ailenin veya toplumun temel değerlerini iletmek için kullanılır. Örneğin, bir ailenin nasıl çalışması gerektiği veya hangi değerlerin önemli olduğu gibi değerler aile mitleri aracılığıyla aktarılabilir.
  • Tarih ve Kökenleri Anlamak: Aile mitleri, ailenin veya toplumun geçmişini anlamak ve kökenlerini keşfetmek için kullanılır. Bu mitler, geçmiş nesillerin deneyimlerini aktararak aile tarihini korur.
  • Öğretici Bir Rol Oynamak: Aile mitleri, genç nesillere önemli yaşam dersleri ve bilgelikler sunar. Mitler, aile üyelerine nasıl davranmaları gerektiği veya hayatta nasıl başarılı olacakları konusunda ipuçları verir.
  • Krizlerle Başa Çıkmak: Aile mitleri, aile üyelerinin krizlerle başa çıkmasına yardımcı olabilir. Bu mitler, ailedeki zor zamanları nasıl aşacaklarına dair ilham verici örnekler sunar.

Aile Mitlerinde Danışman Nasıl Seans Uygular?

Aile mitleri üzerine çalışan bir aile danışmanı veya terapist, aile üyeleri arasındaki dinamikleri anlamak, mitleri tanımlamak, bu mitlerin nasıl işlediğini keşfetmek ve daha sağlıklı bir aile işlevselliği oluşturmak için özel bir süreç izlemektedir. İşte bir aile danışmanının aile mitleriyle çalışma seansını nasıl uygulayabileceği konusunda genel bir rehber:

  • İlk Değerlendirme: Danışman, ilk seansı genellikle aile üyeleriyle bir araya gelerek yapar. Bu seans, aile üyelerinin belirli sorunları ve ihtiyaçları hakkında konuşmalarına ve aile mitlerini tanımlamalarına yardımcı olur. Danışman, ailenin hedeflerini ve beklentilerini anlamak için sorular sorar.
  • Güven Ortamı Oluşturma: Danışman, güvenli ve destekleyici bir ortam sağlamak için çaba gösterir. Aile üyelerinin açıkça hislerini ifade etmelerini ve kendilerini rahat hissetmelerini sağlar.
  • Aile Mitlerini Tanımlama: Danışman, aile üyelerine aile mitlerini tanımlamaları için rehberlik eder. Mitlerin ne olduğu, nasıl işlediği ve ailenin hangi inançları veya hikayeleri koruduğu konularını açıklığa kavuşturur.
  • Mitlerin Kökenini ve İşlevini Anlama: Danışman, aile mitlerinin nasıl oluştuğunu ve ailenin geçmişindeki deneyimlerle nasıl ilişkilendirildiğini araştırır. Bu, mitlerin aile üyelerinin davranışlarını nasıl etkilediğini anlamak için önemlidir.
  • Mitleri Sorgulama ve Değiştirme: Danışman, aile üyelerine mitleri sorgulamaları ve değiştirmeleri için rehberlik eder. Bu süreç, mitleri daha sağlıklı, uygun veya işlevsel bir şekilde güncellemeyi içerebilir.
  • İletişim Becerilerini Geliştirme: Aile danışmanı, aile üyelerinin birbirleriyle daha etkili iletişim kurmalarına yardımcı olabilir. İletişim becerilerini geliştirmek, mitleri ele almak ve aile içi dinamikleri iyileştirmek için önemlidir.
  • Ev Ödevleri ve İzleme: Danışman, aile üyelerine ev ödevleri vererek ve değişiklikleri izlemeleri için destek sağlayarak seansların dışında da çalışmayı teşvik edebilir. Bu, ailenin seanslar arasında ilerlemesini ve mitleri güncellemesini kolaylaştırabilir.
  • Süreci İzlemek: Aile danışmanı, aile üyeleriyle düzenli olarak takip seansları düzenleyebilir. Bu seanslar, ailenin ilerlemesini değerlendirmek ve ihtiyaç duyulan ek destek veya rehberlik sağlamak için kullanılır.

Aile İçinde Sağlıklı İletişim Nasıl Olmalıdır?

Aile içinde sağlıklı iletişim nasıl olmalıdır? Asıl amaç, aile üyeleri arasındaki ilişkilerin güçlenmesine, anlayışın artmasına ve olumlu bir aile ortamının oluşmasına katkı sağlamaktır. Aşağıda aile içinde sağlıklı iletişim için dikkate almanız gereken bazı önemli noktalar şunlardır:

  • Açık İletişim: Aile üyeleri arasında açık iletişim kurmak önemlidir. Duygularınızı, düşüncelerinizi ve endişelerinizi paylaşmaktan çekinmemelisiniz.
  • Dinleme Yeteneği: İyi bir iletişim, sadece konuşmakla değil, aynı zamanda dinlemekle de ilgilidir. Diğer aile üyelerini anlamaya çalışın ve onların duygularını, düşüncelerini önemseyin.
  • Saygı: Her bir aile üyesine saygı göstermek çok önemlidir. Farklı fikirlere, inançlara ve duygusal tepkilere saygılı olun. Saygısızlık aile içi çatışmalara neden olabilir.
  • İfade Tarzı: Duygularınızı ifade ederken sakin ve nazik bir dil kullanmaya özen gösterin. Aşırı eleştiri veya saldırganlık, iletişimi zorlaştırabilir.
  • Anlayış: Her aile üyesinin farklı ihtiyaçları, endişeleri ve düşünce tarzları vardır. Bu farklılıkları anlamaya çalışın ve empati yapmaya özen gösterin.
  • Sorun Çözme: Aile içi sorunlar kaçınılmazdır, ancak bu sorunları sağlıklı bir şekilde çözmek önemlidir. Tartışma yerine sorun çözme odaklı bir yaklaşım benimseyin.
  • Zaman Ayırma: Aile içi iletişim için zaman ayırın. Her gün bir araya gelmek, özellikle yemek zamanlarını paylaşmak, aile bağlarını güçlendirebilir.
  • Teknolojiyi Kontrol Etme: Teknolojinin aile içi iletişimi olumsuz etkilememesi için belirli zaman dilimlerinde telefonları veya diğer cihazları kapatmak veya uzaklaştırmak önemlidir.
  • Aile Toplantıları: Aile içi sorunları ve planları ele almak için düzenli aile toplantıları düzenlemek faydalı olabilir. Bu toplantılarda herkesin fikirlerini ifade etmesine izin verin.
  • Örnek Olma: Aile içinde sağlıklı iletişim kurmak için ailenin yetişkin üyeleri olarak sizler örnek olmalısınız. İyi bir iletişim modeli sunarak diğer aile üyelerine ilham olabilirsiniz.

Aile İçinde Sağlıklı İletişim İçin Danışmanın Rolü Nedir?

Aile içinde sağlıklı iletişim için bir danışmanın rolü oldukça önemlidir. Aile terapisi veya danışmanlık, aile üyelerinin bir araya gelerek ilişkilerini anlama, sorunları çözme ve daha sağlıklı iletişim kurma sürecinde profesyonel bir rehberlik sunmaktadır. İşte bir aile içi danışmanın rolünü açıklayan bazı önemli noktalar şunlardır:

  • İletişim Becerilerini Geliştirmek: Danışmanlar, aile üyelerine etkili iletişim becerileri kazandırmak için rehberlik eder. İletişimde sorun yaşayan aileler, nasıl daha açık, dürüst ve saygılı bir şekilde iletişim kuracaklarını öğrenirler.
  • Sorunları Tanımlamak ve Anlamak: Danışmanlar, aile içindeki sorunları tanımlamak ve anlamak için yardımcı olurlar. Sorunların kökenini ve etkilerini incelemek, çözüm yolunda önemli bir adımdır.
  • Aile Dinamiklerini İncelemek: Aile içi danışmanlar, ailenin iç dinamiklerini ve ilişki desenlerini gözlemleyerek, bu dinamiklerin nasıl sorunlara yol açtığını anlamaya çalışırlar. Bu analiz, sorunların temel nedenlerini bulmalarına yardımcı olur.
  • Hedef Belirlemek: Danışmanlar, aile üyeleri ile birlikte belirli hedefler koymalarına yardımcı olurlar. Aile üyelerinin daha sağlıklı iletişim kurma ve ilişkilerini iyileştirme konusundaki amaçlarına odaklanırlar.
  • Alternatif Çözüm Yolları Sunmak: Danışmanlar, aile üyelerine sorunları çözmek için alternatif yaklaşımlar ve stratejiler sunarlar. Bu stratejiler, daha sağlıklı iletişim kurma ve sorunları aşma konusunda yardımcı olabilir.
  • Güven Ortamı Sağlamak: Danışmanlar, aile üyelerinin duygusal olarak güvende hissetmelerini sağlarlar. Aile üyeleri, hislerini ve düşüncelerini paylaşırken eleştiri veya yargılanma korkusu yaşamazlar.
  • Empati ve Anlayış: Danışmanlar, aile üyelerine empati kurma ve birbirlerini anlama konusunda rehberlik ederler. Empati, iletişimde daha derin bağlar oluşturmanın temelidir.
  • İlerlemeyi Takip Etmek: Danışmanlar, aile içindeki ilerlemeyi düzenli olarak izlerler ve gerektiğinde terapiyi yeniden değerlendirirler. İlerleme kaydedildiğinde veya yeni sorunlar ortaya çıktığında uygun ayarlamaları yaparlar.

Aile içi danışmanlık, aile üyeleri arasındaki iletişimdeki sorunları çözme ve daha sağlıklı bir aile ortamı oluşturma konusunda etkili bir araç olabilmektedir. Danışmanlar, tarafsız bir bakış açısı sunarlar ve aile üyelerinin birbirleriyle daha iyi anlaşmalarına yardımcı olmaktadırlar. Bu süreç, aile içi ilişkilerin daha olumlu bir yönde gelişmesine katkı sağlayabilmektedir.

Uzman Psikoterapist Mehmet ULUBEY

Kişi Farkındalığının Kazandırılması İçin Ne Yapılmalıdır?

Kişi Farkındalığının Kazandırılması İçin Ne Yapılmalıdır? Kişi farkındalığını artırmak için çeşitli stratejiler ve yöntemler kullanılmaktadır. Kişi farkındalığı, bir kişinin duygularını, düşüncelerini ve davranışlarını daha derinlemesine anlaması ve bu bilinci kullanarak daha sağlıklı kararlar alması anlamına gelmektedir. Kişi farkındalığını artırmak için uygulanabilecek bazı yöntemler şunlardır:

  • Meditasyon ve Mindfulness: Meditasyon, kişinin şu anki anı daha fazla fark etmesine ve içsel düşüncelerini sakinleştirmesine yardımcı olabilir. Mindfulness (bilinçli farkındalık) uygulamaları da günlük yaşamın farkına varmayı teşvik eder.
  • Düzenli Günlük Tutma: Günlük tutmak, kişinin duygusal ve düşünsel süreçlerini izlemesine, bu süreçleri daha iyi anlamasına ve geliştirmesine yardımcı olabilir.
  • Kendini Gözlemleme: Kendinizi ve düşüncelerinizi tarafsız bir gözle gözlemlemeye çalışın. Düşüncelerinizin ve duygularınızın nereden geldiğini ve nasıl etkilendiğinizi anlamaya çalışın.
  • Empati Geliştirme: Başkalarının bakış açısını anlamak ve empati kurmak, kişisel farkındalığı artırabilir. Başkalarının duygularını ve düşüncelerini anlamak, kendi duygusal süreçlerinizi de daha iyi anlamanıza yardımcı olabilir.
  • Kendine Sorular Sorma: Kendinize derinlemesine sorular sorarak, kendinizi daha iyi anlamaya çalışın. “Neden böyle hissediyorum?”, “Bu düşünce nereden geliyor?”, “Amacım ne?” gibi sorular sorarak içsel süreçlerinizi keşfedin.
  • Kendi Kendine İfade Etme: Duygularınızı, düşüncelerinizi ve deneyimlerinizi yazarak veya konuşarak ifade etmek, içsel farkındalığı artırabilir. Başkalarıyla paylaşmak da bu süreci destekleyebilir.
  • Stres Yönetimi: Stresi etkili bir şekilde yönetmek, daha iyi farkındalık geliştirmenize yardımcı olabilir. Yoga, tai chi veya diğer rahatlama teknikleri gibi yöntemler, stresi azaltmaya yardımcı olabilir.
  • Kişisel Gelişim Kitapları ve Seminerler: Kişisel gelişim konularında kitaplar okumak veya seminerlere katılmak, kişisel farkındalığı artırmak için faydalı kaynaklar olabilir.
  • Profesyonel Yardım: Bir psikolog veya terapistten profesyonel destek almak, kişisel farkındalığı artırmak ve içsel süreçler üzerinde çalışmak için etkili bir yol olabilir.

Kişi farkındalığını artırmak, kişinin duygusal zekasını, özsaygısını ve yaşam kalitesini geliştirmesine yardımcı olabilmektedir. Ancak bu süreç zaman alabilir, sabır gerektirebilir ve düzenli uygulama gerektirebilmektedir. 

Kişi Farkındalığının Kazandırılmasında Danışmanın Rolü Nedir?

Kişi farkındalığının kazandırılmasında bir danışmanın rolü oldukça önemlidir. Bir danışman, kişinin duygusal, zihinsel ve davranışsal düzeylerde daha derin bir anlayışa sahip olmasına yardımcı olabilmektedir. Danışmanın kişi farkındalığını artırma sürecindeki rolü şunlardır:

  • Destek ve Güven Sağlama: Danışman, kişinin duygusal açıdan güvende hissetmesini sağlar. Kişi, duygusal deneyimlerini ve düşüncelerini rahatça ifade edebileceği bir ortam bulur.
  • Yansıtma ve Geri Bildirim: Danışman, kişinin düşüncelerini ve duygularını yansıtarak, ona daha iyi bir farkındalık geliştirmesine yardımcı olur. Ayrıca kişiye geri bildirim sağlayarak, kendini daha iyi anlamasına ve değişim gerektiren alanları tanımasına yardımcı olur.
  • Sorular Sorma ve Düşündürme: Danışman, kişiye derinlemesine düşünmeyi teşvik eden sorular sorar. Bu sorular, kişinin içsel süreçlerini keşfetmesine yardımcı olur ve kişisel farkındalığı artırır.
  • Kılavuzluk ve Teknikler Sağlama: Danışman, kişiye farkındalık geliştirmek için kullanabileceği çeşitli teknikler ve egzersizler önerir. Meditasyon, mindfulness, günlük tutma gibi yöntemler danışmanlık sürecinde sıkça kullanılır.
  • Empati ve Anlama: Danışman, kişinin deneyimlerini anlamaya çalışır ve empati kurar. Bu, kişinin duygusal olarak desteklenmesine ve kendini daha iyi anlamasına yardımcı olur.
  • Sorunları Tanımlama ve Çözme: Danışman, kişinin yaşadığı sorunları tanımlamasına ve çözüm yolları aramasına yardımcı olur. Kişinin içsel süreçlerini anlayarak, olumsuz düşünce kalıplarını tanımlamasına ve değiştirmesine destek verir.
  • Motivasyon ve İleriye Bakma: Danışman, kişinin kişisel hedeflerini belirlemesine ve bu hedeflere ulaşma motivasyonunu artırmasına yardımcı olur. İleriye dönük planlama ve hedef odaklı çalışma danışmanlık sürecinin bir parçası olabilir.
  • İlişkilerde ve İletişimde Yardım: Danışman, kişinin ilişkilerdeki sorunları ve iletişim zorluklarını anlamasına ve bu alanlarda farkındalık geliştirmesine yardımcı olabilir.

Danışmanlar, kişisel farkındalığı artırma sürecinde rehberlik ederek, kişinin daha iyi bir anlayış ve denge geliştirmesine yardımcı olmaktadırlar. Danışmanlık süreci, kişinin kendini daha iyi tanımasına, duygusal zekasını geliştirmesine ve daha sağlıklı kararlar almasına katkı sağlamaktadır. Bu nedenle, kişisel farkındalığı artırmak isteyen birçok insan için danışmanlık önemli bir kaynak olabilmektedir.

Uzman Psikoterapist Mehmet ULUBEY

1) Yaşlı bireylerde en çok görülen psikolojik rahatsızlıklar nelerdir?

Yaşlı bireylerin ruhsal gereksinimlerini ciddiye almamız gerekiyor. Bir çoğu asrın vebalarından biri olan yalnızlıktan muzdarip. Yalnızlık birçok hastalığa davetiye çıkarıyor. Yaşlılarda en çok teşhisi konulan psikolojik rahatsızlıklar depresyon ve uyku bozukluğu. Yaşlandıkça intihar riski de artıyor.

Psikolojik hastalıklar sahip oldukları fiziksel rahatsızlıkların şiddetini artırabiliyor. Kendisini psikolojik olarak iyi hissetmeyen yaşlı kişiler fiziksel rahatsızlıklarını da ihmal edebiliyorlar. İlaçlarını bırakma gibi davranışlar da gizli kalan daha pasif intihar yöntemleri.

İleri yaştaki bireyler daha az dışarı çıkıyorlar. Bunun neticesinde de güneşten yeterince faydalanamıyorlar. Depresyona yakalanma riskleri de böylelikle artıyor. Işık tedavisi bu nedenle etkili olabilir.

2) İleri yaştaki kişiler psikoterapi hizmetlerine ne oranda ulaşıyorlar?

Yaşlılarda artan psikoterapi ihtiyacına karşın çok az bir kısmı bu hizmetlere ulaşıyor. Almanya’da 60 yaşın üzerindeki bireylerin %1.5’u psikoterapi alıyor (Aezteblatt.de). Psikoterapi hizmetlerinin daha yaygın olduğu Zürich’de 65 yaşın üstündekiler arasında psikoterapi alanların oranı %2. Buna karşın %3.7’si psikofarmakolojik tedavi görüyor.Yaşlılar genellikle direkt psikoterapiye ulaşmıyor. Aile doktorları psikiyatriye yönlendirebiliyor. Psikiyatr da belki psikoterapi hizmetlerini tavsiye ediyor. Psikoterapinin yanlızca “kafayı sıyırmış” bireyler için olduğu ön yargısı yaşlılar arasında daha yaygın.

3) İleri yaştaki kişileri psikoterapiye sürükleyen sebepler neler?

Yaşam olayları

Yas, emeklilik yaşamına adaptasyon, hastalık, taşınma, değişen aile rolleri…

Ertelenmiş konular

Psikoterapiye gelen birçok danışanımızdan şunu duyuyoruz. “Neden şimdi? Bu güne kadar bu problemi kafama takmıyordum.” Bu sorunun bir cevabı da, ancak şimdi hayat meşgalelerinin azaldığı, emeklilik dönemlerinde erteledikleri sorunlarla yüzleşebilecek vakitlerinin olması. Ertelenmiş kronik çatışmalar, sorunlar emeklilikle birlikte su yüzüne çıkabiliyor. Belki de rahatsız eden akrabalarıyla gençlik dönemlerinde kendilerinden ödün vererek baş edebiliyorlardı. Şimdi ise hayır.

Artık kaldıramıyorum. Eski vücudum, sabrım, tahammülüm kalmadı.

Yaşlılıkta bazı problemlerin daha görülür olmasının bir sebebi de, yalnızlaşmak. İnsan yalnızken kendisi ve yaşamını daha fazla sorguluyor.

Kendilerini daha kırılgan hisseden yaşlılar giderek daha alıngan da olabiliyor. Geçmişi farklı yorumlamaya da başlayabiliyorlar.

Kronik ağrılar

Almanya’da kronik ağrılarla baş etmeye çalışanların oranı %17. Bu sayı diyabet hastalarının çok üstünde (Breivik et al., 2006).

Ağrılar konusunda uzmanlaşan terapistlerin sayısı gerçekten etkilenen nüfusu düşünürsek oldukça az.

Psikosomatik problemler

Çalışması en güç gruplardandır psikosomatik şikayetleri olan danışanlar. Özellikle de ileri yaştaki bireyler sıkıntılarının ‘gerçek’ fiziksel sebebinin bulunmadığı konusunda ısrarcı olabiliyorlar. Aile doktorları için de hastalarının fiziksel şikayetleri arasında gizlenen psikosomatik tepkilerini fark etmek güç olabiliyor.

Almanca konuşulan ülkelerde psikiyatri neredeyse psikosomatik ile eşanlamlıdır. Türkiye’deki psikolojik danışma merkezleri kadar psikosomatik klinikler bulunuyor. Psikosomatik kliniklerinin bu derece fazlasını örneğin İtalya’da göremezsiniz. Az biraz üzüntülü, zayıf görünene hemen kendisini toparlaması söylenir.

Duyguları bastırmak, görmezden gelmek psikosomatik problemlerin kapısını aralar.

Yıllarca ilaç tüketimine bağlı komplikasyonlar

Özellikle psikotik ilaçları uzun yıllar kullanmanın sonucunda ortaya çıkabiliyor.

Eş anlaşmazlıkları, aldatılmak

Alan yayında çok rastlamıyorum ama benim ileri yaştaki danışanlarımın neredeyse büyük kısmı aldatıldığını öğrendiği için terapiye başlamıştı. Eşlerinin daha genç sevgilileri olduğunu ortaya çıkmıştı. Boşanmalarını isteyen ya da istemeyen erişkin çocukları ve kendi duyguları arasında kalmışlardı. Bunda emeklilik sonrası evde kalan eşlerin, internet üzerinde arayışlara girmesi etkili olabiliyor. Teknoloji kullanımı konusunda zayıf olan yaşlı kişiler çocukları tarafından kolaylıkla yakalanabiliyor.

Şiddet

Çocuklarına şiddet uygulayan yetişkinler göz önünde oluyorlar. Yaşlı ebeveynlerine şiddet uygulayanlar daha gizli kalıyorlar. Birçok yaşlı kişi utandığı için, çocuklarını zor durumda bırakmamak ve çevreye karşı ayıp olmaması için susuyor.

Yaşlı ebeveyne uygulanan şiddetin arkasında yıllarca giderek kötüleşen hastalıklarıyla ilgilenen çocukların artık bunalmış olması da yatabiliyor.

Diğer aile bireylerine destek olmak

Aile terapisi sürecine katılmak. Geniş aile birlikte yaşayorlarsa, özellikle babaanne-gelin dinamiklerindeki çatışmalar torunlarda bulgulara dönüşebiliyor. Bu durumlarda davet edebiliyorum çocukların büyük dede ve nineleri de seanslara.

4) Yaşlı bireylerde psikofarmakolojik tedavi ne kadar etkili?

Yaşlı bireylerde göz önünde bulundurulması gereken faktörlerden biri de şu. Gençlere nazaran psikofarmakolojik tedavi uygulamaları daha güç olabiliyor.

Kullandıkları diğer ilaçlarla birlikte etkileşimleri problem yaratabiliyor. Ayrıca değişen, yavaşlayan metabolizmaları ilaçlara daha farklı cevaplar verebiliyor.

Yaşlılıkla artan fiziksel risk faktörlerinin de göz ardı edilmemesi gerekiyor. Örneğin; uyku tabletleri beyin kanaması riskini artırabiliyor yaşlıların.

5) Yaşlı bireylerde psikoterapinin amaçları neler olabilir?

Psikoterapi sürecinde amaçlar uzman ve danışan ile birlikte kararlaştırılır. Muhtemel amaçlar şunlar olabilir.

  • Yaşam kalitesini yeniden kazanmaya çalışmak.
  • Günlük yaşamı yeniden aktif hale getirmek.
  • Sosyal yaşamı zenginleştirmek
  • Fiziksel ve mental kayıpların yasını tutma ve kabullenme.
  • Fiziksel rahatsızlıklarda çıkabilecek muhtemel tersliklere hazırlıklı olmak.
  • Akraba ilişkilerinde değişen rollere uyum sağlama. Örneğin; organize eden, derleyen toparlayan rolünden, yardım alan kişi olma.

6) İleri yaştaki danışanların muhtemel psikoterapi temaları nelerdir?

  • Sağlık
  • Akraba ilişkileri
  • Yas
  • İleri yaşlarda hatırlanan travmalar. Birçok bireyin yaşlandıkça çocukluğunu daha iyi hatırladığını biliriz. Çocuklukta bastırılmış travmalar, ileri yaşlarda hatırlanabiliyor.
  • Pişmanlıklar
  • Saklanan sırlar. Sırlarla ölmek istememek.

7) Yaşlı bireylerle çalışırken yapabileceğiniz adaptasyonlar nelerdir?

  • Değişime daha dirençli olan, alışkanlıkları çok uzun yıllar süregelen yaşlılarda terapi süreci de daha uzun sürebiliyor.
  • Değişime daha dirençli olan, alışkanlıkları çok uzun yıllar süregelen yaşlılarda terapi süreci de daha uzun sürebiliyor.
  • Terapi seanslarının uzun olması onları yorabiliyor. Yarım saat sonra kalkmak isteyen danışanlarım olabiliyor mesela. Bunlara yarım seans adını veriyorum. Dikkat vermekde zorlanan küçük çocuklarla da olabiliyor böylesi ‘yarım’ seanslarım.
  • Daha sık tekrar etmeniz, toparlamanız, bir önceki seansda konuşulanları hatırlatmanız gerekebiliyor.
  • Daha fazla yapılandırmaya ihtiyaç duyabiliyorlar.
  • Çocukluğunu farklı yıllarda geçiren kişilerin tutumları da farklı olabiliyor. Savaş yıllarında doğanlar, kıtlık yıllarında yetişenler, politik çatışmaların gölgesinde büyüyenler… Problemlerini açmak konusunda daha hazır ya da daha kapalı olabilirler.

8) İleri yaştaki danışanlarda psikoterapi ne kadar etkili?

Sigmund Freud yaşlılarla yapılan psikoterapinin etkinliği konusunda oldukça şüpheciydi. Günümüzde 50 yaşın üzerindeki bireylerin beyin plastisitesinin daha düşük olduğunu da biliyoruz. Yeni şeyler öğrenmek ve değişmek güçleşiyor. Diğer yandan kişinin yaşı ilerledikçe, kaynakları, psikoterapi sürecinde çalışılabilecek olan konuları ve yaşadıklarını değerlendirme kabiliyetleri artıyor.

Maercker 2009 yılında yaşlı gruplarla 12 seanslık bilişsel davranışçı terapi ve psikanalitik terapi uygulamalarını kıyasladı. Her iki grupta da terapinin etkili olduğunu gördü. Yaşlılar değişmek için daha uzun süreli terapilere ihtiyaç duyabilirler diyor Geriatri uzmanı Harmut Radebold Kassel. Önerisi 60-80 seans çalışmak. Fakat aynı zamanda ekliyor da: “İleri yaştaki kişiler çok fazla başkalarının zamanını almamaları gerektiğini düşünüyorlar.”

Psikolog Tuba Aydın

Sevgi biyolojik, psikolojik ve sosyal yönleri olan çok boyutlu bir kavramdır. Ancak burada daha çok psikolojik yönleri ile alınacaktır.

Sevgi herkesin bildiği, bildiğini sandığı, bildiğine inandığı ama anlatamadığı bir şeydir. Herkesin üzerinde anlaştığı bir tanımı yoktur sevginin. Her tanımda bir şeylerin eksik kaldığını hissedersiniz. Sevgi tanımlanamaz, yaşanır ancak.

Sevgi, önemsemek, ilgi göstermektir. Saygı duymak, anlayış göstermek; sorumluluk hissetmek; yakınlık duymak; sıcaklık hissetmek; benimsemektir. İnsanın doğasında bulunan, yaşamı renklendiren ve anlamlandıran en güzel özelliklerinden birisidir sevgi. Sevginin bütünleştirici yönü vardır. Bu bütünleşmenin temel özelliği hem kendini hem karşıdakini olabildiğince ihmal etmemesi, eksilten değil çoğaltan nitelikler taşımasıdır.

Sevgi, olduğu gibi kabul etmeyi, onun gereksinimlerini-isteklerini anlamayı, bunları karşılamak için sorumluluk duymayı, ona ilgi göstermeyi, ona bağlanmayı, düşüncelerine ve duygularına saygı duymayı kapsar. Sevgi, sevilen kişide anlaşıldığı, benimsendiği, önemsendiği duygusu yaratır, değerlilik duygusu verir. Sevgi seven kişide de mutluluk, huzur ve güven yaratır.

Sevgi gelişen ve geliştirilebilen bir olgudur. Olgun sevgi, iki kişinin bireyselliklerini yitirmeden bütünleşmesidir. Sevgi, kişinin kendisini sevmesini, değerli bulmasını ve kendisine güvenmesini gerektirir. Kendisiyle barışık, kendisini tanıyan, kendisini seven, kendisinden memnun bir kişi, başkalarını da sever

Prof. Dr. Erol Özmen

Şükretmenin Psikolojimize Olumlu Etkisi

Şükür, kelime anlamı olarak “övmek, iyiliğe karşı dua etmek, kanaatkârlık, müteşekkir olmak, iyilik bilmek, güzelliğin takdiri ve minnettarlık” dahil olmak üzere bütünü temsil eden bir kavramdır.

Dilimize Arapçadan geçen “şükretmek” kelimesi ise Türkçe anlam olarak “Allaha duyulan minneti ifade etmek, iyiliğe karşı gösterilen memnuniyet, insanın halinden memnun olması” olarak sözlüklerde ifade edilmektedir. İngilizce’de şükür kelimesi ise “gratitude” olarak tanımlanmaktadır. İyilik anlamına gelen “aratia” ve sevinme manasına gelen “gratus” kelimelerinden türetilerek ” gratia” kelimesi oluşturulmuştur. Kelime anlamı içerisinde şükrün mutluluk ile bağlantısı tespit edilmiştir.

Şükür kelimesi birçok şekilde tanımlanmış olup en genel haliyle içinde yaşanılan anda her ne olursa olsun, o yaşantının olumlu yönlerini keşfederek teşekkür etmektir. Sağlık, mutluluk, yaşam ve başarı gibi insanın hayatında en önemli olarak görülen şeylerin önemini ve değerini fark etmektir. Şükretmeyi bilişsel süreçte anlayabilmek için iki önemli nokta vardır. Birincisi şükretmeyi bilmektir. İkincisi ise şükrü fark etmektir. Bu eylemin sonucunda olumlu bir sonuç verebileceğini ve şükür duygusuyla iyiliğin, güzelliğin alıcısı olduğunu fark etmek anlamına gelmektedir.

Şükür ile ilgili çalışmalar tasavvuf ve teoloji alanında sınırlı kalmıştır. Şükür kavramı pozitif psikolojiyle birlikte psikoloji çalışmalarında son dönemlerde yer almaya başlamıştır. Pozitif psikolojinin amacı hayatta yaşanılan tüm olayların olumlu ve olumsuz yönlerini görebilmek, olumsuz deneyimlerle mücadele ederek olumluya odaklanmayı hedeflemektir. İnsanların olumlu ve güçlü yönlerini esas alan ve insanın mutluluk arayışına katkı sağlayan pozitif psikoloji, sağlıklı bireylerin yaşam kalitesini artırmayı amaçlar. ”İyi yaşam nedir?” , “Mutluluk kazanılır mı yoksa insanın içinde midir?” ve “İyi yaşamı iyi yapan şey nedir?” gibi sorulara pozitif psikoloji cevap bulabilmek için çalışır.

İnsanın yaşamındaki en önemli amaç, mutluluk arayışıdır. İnsanın mutluluğu da pozitif psikolojinin amacıdır. Şükretmek iyi olma, hayat memnuniyeti ve mutlulukla bağlantılıdır. Şükür ile ilgili yapılan çalışmalarda şükran hissi arttıkça, ruh halinin olumlu duygularla geliştiği görülmüştür. Özellikle yurtdışındaki yapılan araştırmalarda insanın fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü birlikte ele alan, olumlu duygu ve değerlere dikkat çekilmiştir.

Şükran duygusunu alışkanlık haline getirebilmenin psikolojimize olumlu etkileri vardır. Şükür deneyimleri kişinin hayatında uygulama sıklığına göre değişkenlik göstermektedir. Süreklilik gösteren şükür deneyimlerinin olumlu sosyal davranışları artırdığı görülmüştür. Şükran duygusu hayattan keyif ve zevk almayı sağlar. İnsanın kendisini iyi hissetmesine yardımcı olur. Olumlu duyguların güçlenmesini ve artmasını sağlar. Olumlu duygular arttıkça kişi yaşadığı anın farkına varır. Farkındalık geliştikçe kişi yaşadığı üzüntü, acı ve keder gibi durumlarla baş edebilmeyi öğrenir. Aynı zamanda şükran duygusu; affetmek, kendini teselli edebilmek ve kabullenmek gibi baş edebilme becerilerini artırır. Fiziksel ve ruhsal sağlığı olumlu yönde etkiler. Hayat kalitesini artırır. Stresi azaltır. Uyku kalitesini artırır.

Şükretmeyi Günlük Yaşamda Uygulayabilmek İçin Tavsiyeler:

*Her gün yaşadığınız üç olumlu durumu not ederek şükretmeyi alışkanlık haline getirebilirsiniz. Sizi mutlu eden, stresinizi azaltan gün içerisinde yaşadığınız olumlu konulara odaklanmaya çalışın ve yazın. Bir süre sonra hayatınızdaki olumlu gelişmelerin daha çok farkına vardığınızı görebilirsiniz.

*Günlük yaşantınızda sakinliğe ve dinginliğe ulaşabilmenin en güzel yolu meditasyon yapmaktır. Farkındalık meditasyonları yapabilirsiniz.

*Nefes egzersizi ve olumlama çalışmaları yapın. Nefesinize yoğunlaşarak an’da kalmaya odaklanabilirsiniz.

*Yaşamınızdaki olumsuz olayları şikayet etmek yerine çözüm odaklı düşünmeyi deneyebilirsiniz. Şikayet etmek sürekli aynı döngü içerisinde daire çizmektir. Çözüm üretmeyi denemek ise bakış açınızı değiştirerek size yeni kapılar aralayacaktır.

Psikolog Funda Buharalı

Ruhsal Esenlik

Psikolojik iyi oluş (well being) kavramı fiziksel, ruhsal ve sosyal açıdan tam bir iyilik hali olarak tanımlanmaktadır. Yapılan araştırmalarda sağlıklı yaşamın önemi, ruhsal esenlikle vurgulanmaktadır.

Ruhsal esenlik sağlanırsa, bireylerin kendi kendine yetebilecekleri, sorunlarıyla baş edebilme yetilerinin yüksek olabileceği ve sağlıklı yaşam tarzını benimseyip sürdürebileceklerinden bahsedilmektedir.

Ayrıca, psikolojik iyi oluş mutluluğun bir çeşidi olarak değerlendirilmektedir. Hayatta herkesin amacı iyi ve mutlu olmaktır. İyi bir yaşam ve psikolojik iyi oluş arasındaki ilişkiye bakıldığında, her insanı geçmişten günümüze kadar “Yaşamın amacı nedir?, Yaşamın anlamı nedir ?” gibi sorulara yanıt aramakta ve farklı bakış açısıyla yorumlamaktadır.

Antik Yunan tarihinde, filozoflar mutluluğa dair birçok görüş ortaya sunmuştur. Örneğin; Sokrates, iyi oluşu mutlulukla birlikte değerlendirmektedir ve erdemli olmak, bilgili olmak ile eş değer bir tanımlama yaparken; Aristoteles ise mutluluğu insanın ulaşabileceği iyi oluş halinin üst seviyesi olarak açıklamıştır.

Yakın zamana kadar psikolojide özellikle olumsuz duygular ele alınırken, pozitif psikolojiyle birlikte iyi oluş konusu da önem kazanmaya başlamıştır.

Psikolojik iyi oluş kavramını kapsamlı bir şekilde tanımlayan psikolog Carol Ryff; kişinin geçmiş yaşamını ve kendini pozitif olarak değerlendirmesi (kendini kabul), birey olarak kendini geliştirmesi (bireysel gelişim), yaşam amacının olduğuna inanması (yaşam amacı), diğerleriyle olan iyi ilişkileri (diğerleriyle olumlu ilişkiler), yaşamını ve çevresini yönetmesi (çevresel hakimiyet) ve özgür iradeye sahip olması (özerklik) olarak tanımlamıştır.

Psikolojik İyi Oluş Düzeyi Yüksek Olan Kişilerin Özellikleri:

*Kendisiyle barışıktır.

*İnsan ilişkileri iyidir.

*Özsaygısı yüksektir.

*Gelişime ve öğrenmeye açıktır.

*Stresle baş edebilme becerisi gelişmiştir.

*Amaçları ve hedefleri vardır.

*Toplum yanlısı davranışlar gösterebilirler. (prosocial behavior).

*Zorluklar karşısında işbirliği içinde çözüm üretebilir.

*Sorumluluk sahibidir.

Psikolojik İyi oluşu Artırmaya Yönelik Tavsiyeler:

Yaşamınızda olumlu düşünceyi aktive etmeyi deneyin. Nasıl yaşamak istersiniz? Yaşamınızı kiminle geçirmek istersiniz? Neler sizi mutlu eder? gibi soruların yanıtlarını düşünerek bir liste hazırlayabilirsiniz. Seçtiğiniz olumlu düşünceleri gün içerisinde tekrarlayabilirsiniz.

Nefes egzersiziyle birlikte imajinasyon çalışması yaparak güzel anılarınızı hatırlayabilirsiniz. Bunun yanı sıra olumlama çalışmaları yapabilirsiniz. Mutlu bir yaşam, olumlu duyguları (ilgi,neşe, mutluluk, huzur, şefkat vb.)hissetmektir. Olumlu düşünmek size iyi hissettirecektir.

Çevrenizdeki kişilere iyi davranmak endorfin ve oksitosin gibi iyi hissettiren hormonların salgılanmasına yardımcı olur. İyilik davranışlarında bulunabilmek için kendinize haftalık hedefler oluşturabilirsiniz. Örneğin; eşinize yardımcı olmak, yardıma ihtiyacı olan bir yakınınıza yardım etmek vb. gibi.

Mindfulness (an’a odaklanmak) olarak adlandırılan farkındalık çalışmaları yapabilirsiniz. Bu, zihin ve bedeni bir noktada buluşturabilmektir. Böylece psikolojik iyi oluşu sağlamaya yardımcı olduğu gibi benlik saygısının gelişimini de sağlar.

Şükran günlüğü tutabilirsiniz. Her gün şükran duyduğunuz şeyleri not alabilirsiniz. Olumlu duygularınızın pekişmesine yardımcı olacaktır.

Geçmişte yaşadığınız kırgınlıkları geride bırakarak birini affetmeniz yani anlıyor olmanız, o kişiyi gündeminizden çıkarmanıza ve öfke duygunuzdan kurtulmanıza yardımcı olur.

Bunların yanı sıra sağlıklı ilişkiler kurabilmek ve umudunuzu kaybetmemek de psikolojik iyi oluş halinizi yükseltecek durumlar arasındadır.

Özetle, psikolojik iyi oluşun amacı olumsuz duygularla baş edebilme becerisiyle birlikte hayata olumlu bakabilmek ve yaşamın anlamını, amacını oluşturmayı hedeflemektir. Öğrenilebilir ve değiştirilebilir bir kavramdır. Kişinin kendi çabasıyla ya da psikolojik destekle birlikte psikolojik iyi oluş hali geliştirilebilir.

Psikolog Funda Buharalı.

Spor Psikolojisi Nedir?

Sporculara, antrenörlere veya ailelere “Spor performansının yüzde kaçı psikolojiye dayanır?” diye sorduğumuzda çoğunlukla %70in üzerinde bir rakam verirler. Ancak fiziksel hazırlık için haftanın neredeyse her günü antrenman yapılırken, mental hazırlık için planlı bir sistemle antrenman yapan çok nadir sayıda sporcu ile karşılaşmaktayız.

​İlk olarak spor psikolojisinin ne olduğuyla ilgili kısa bir tanımla başlayalım. Spor psikolojisi, sporcuların ve antrenörlerin performanslarını arttırmaya yönelik çalışan ve bunları da sporcuların düşüncelerini, duygularını ve davranışlarını bir sebep-sonuç ilkelerine bağlı kalarak tüm hatlarıyla ele alan ve zihinsel antrenman teknikleriyle, performans artırımı için çalışan bilim dalıdır. Sporcuların performansında psikolojik faktörlerin önemli bir yeri vardır.  Spor performansının doğasında olan teknik, taktik, fizik becerilerine ek olarak psikolojik becerileri de eklememizin katkısı büyük ölçüde olacaktır. Sporcuların gelişimlerinde takip edilen teknik süreç için bir antrenman bilim varsa; mental dayanıklılık tekniklerinin de bir bilimi vardır. Spor performansında psikolojik faktörlerin önemli bir yeri vardır.

Spor psikolojisi, mental dayanıklılık teknikleriyle bir sporcunun veya takımın ideal performansa ulaşmasına yardımcı olur. Spor psikolojisinde çalışılan mental dayanıklılık tekniklerinin içeriklerin arasında; motivasyon, stres-kaygı yönetimi, konsantrasyon, doğru hedef belirleme, özgüven gibi çeşitli konuları sıralayabiliriz.

SPOR PSİKOLOGLARI KİMLERLE ÇALIŞIR?

Spor psikolojisinde çalışılan kişiler sadece sporcular değildir. Sporcularla birlikte sporcu aileleri ve antrenörler de çalışan kişiler arasındadır. Ulaşılmak istenilen hedefi bir yap-boz gibi düşünürsek, her bir parça yap-bozdaki resmin tamamına ulaşmak için bir yardımcıdır. Bu parçalardan biri eksik olduğunda resim eksik kalır. Aynı şekilde sporcularla çalışırken de ideallerine, hedeflerine ulaşmaları için bir takım olarak, katkı sağlayabilecek her bir parçayla işbirliği içerisinde olmalıyız.  Bu süreçte, mental dayanıklılık teknikleri, spor psikolojisi alanında uzman kişiler tarafından uygulanmalıdır.

SPOR PSİKOLOGLARI NE YAPAR? SPORCUYA NASIL YARDIMCI OLUR?

Sporcular çeşitli durumlarla karşı karşıya gelmektedir. Örneğin, maç sırasında endişeli olabilirler veya odaklarını kaybedebilirler. Takım arkadaşlarıyla iletişim kurmak, öfkelerini kontrol etmek ve hatta kendilerini egzersiz yapmaya motive etmekte zorlanabilirler. Ya da bir maç sırasında önemli anlarda kendilerini huzursuz, sıkışmış hissedebilirler. Spor psikologları yaşanılan bu zorluklarla çalışmanın haricinde, genel olarak performans arttırmak için zihinde canlandırma, rahatlama ve kendi kendine olumlu konuşma teknikleri gibi uygulamalarla, sporcuların hedefledikleri potansiyellerine ulaşmalarına yardımcı olurlar.

SPOR PSİKOLOJİSİ VE ETKİLERİ

Sporculara ve egzersiz yapan diğer insanlara nasıl yardımcı oluyorsunuz?” diye sorulduğunda: “Nasıl vücudu hazırlamak adına antrenörler ve eğitmenler varsa, biz de zihne antrenman yaptırıyoruz” diye açıklıyoruz. Daha iyi odaklanan, daha çok mücadele edebilen, pes etmeyen, zorluklar karşısında yılmayan, kendine güvenen ve sporu gerçekten seven birini düşünsenize…

BÖYLE BİRİNİ NE DURDURABİLİR Kİ?

Spor psikolojisi seansları tahmin edildiği gibi sadece sporcuların sorunlarını dinleyip onlara terapi yapmak ile geçmiyor. Terapinin ötesinde, seanslarda sporcular veya egzersiz ile uğraşan bireyler çeşitli teknik ve stratejiler öğrenerek hedeflerine daha kolay ulaşıyorlar. Aslında, bakacak olursanız kimsenin spor psikolojisine ihtiyacı yok diyenler bile, zihnine antrenman yaptırabileceği teknikleri öğrenmek istiyor. Bir başka deyişle farkında olmadan spor psikolojisini öğrenmek istiyor. Dolayısıyla, bu yeni bakış açısıyla zihnimizi de antrenman yapması gereken bir kas grubu olarak görmek, spor psikolojisinin ne kadar gerekli olduğunu ön plana çıkarıyor.

SPORCULARIN YOL ARKADAŞIYIZ

“Vücut bir Ferrari de olsa anahtar zihindir. O anahtarı sporcunun eline alması gerekiyor. Ve bunu bilimsel tekniklerle yapmak, bir süre sonra da kendi kendilerinin spor psikoloğu olmalarını sağlamak bizim aslında esas hedefimiz. Sporu ve sporcuyu tanımayan bazı uzmanlar rahatça zorlanan sporculara ‘sporu bırak’ gibi tavsiyelerde bulunurken, biz sporcuları yönlendirmekten veya tavsiye vermekten çok kendilerinin tüm çevresel ve içsel faktörlerini analiz etmelerine yardımcı oluyoruz. Başarılı, sağlıklı ve mutlu bir hayat adına doğru seçimleri yapmalarını amaçlıyoruz. Onlara yol gösteren kişi değil, yürüdüğü yol arkadaşı oluyoruz.

Spor Psikolojisi alanına olan talebin artması sonucu açtığımız Cihangir’deki ofisimiz Mentalift uzmanları olarak bizimle çalışan büyük bir ekip yönetiyoruz. Bireysel sporcularla, takımlarla, gruplarla hatta ebeveynlerle çalışırken çok alanlı hizmet vermek en büyük ilkemiz.  Performans artırımından, beyin dalgalarının ölçülmesine, antrenör- sporcu iletişiminden, aile terapisine kadar psikolojik açıdan sporcuyu etkileyebilecek bütün alanlardaki koşulları maksimize etmeyi amaçlıyoruz ki potansiyellerinin en üst seviyesinde performans sergileyebilen, sportmenlik değerlerine sahip ve en önemlisi “mutlu!” sporcular yetiştirilebilsin.

Yukarıdaki amaçlar doğrultusunda bireysel seans bazlı çalışmaların yanında ailelerin ve antrenörlerin de yer aldığı grup çalışmaları da yapıyoruz. Spor psikolojisinin 3 temel ayağını (antrenör, veli ve sporcunun kendisi) da ele alarak çalışıyoruz. Bu üç ayağın da en iyi şekilde çalışması gerekiyor ki en kısa zamanda en maksimum verimi alalım. Seanslarımız 45 dakika 1 saat arası sürüyor. Eskrimden judoya, yüzmeden futbola hatta dansa kadar performans odağı olan her alanda çalışmalar yapıyoruz.”

SAHA AĞZIYLA KONUŞUYORUZ

“Bir sporcu karşımıza geldiğinde çekinebiliyor. “Ben problemli miyim?” mantığıyla geldiği oluyor. Oturup, çocukluğuna ineceğiz ve biz ona terapi yapacağız zannediyorlar zaman zaman. Ama biz sporcuyla saha ağzıyla bile konuşuyoruz yeri geldiğinde. Çünkü iki sporculuğu yaşayan birey karşılıklı oturup antrenman ve performans üzerine konuşuyoruz. Erkek ve kız arkadaş sorunlarına kadar konuşuyoruz. Hepsinin üzerinde kontrolü nasıl sağlarız, bunun üzerine taktikler üretiyoruz. Profesyonel sporcular ağırlıklı olmak üzere genç sporcuların performans ve mental güçlerini artırım üzerine çalışırken spor kazanımları üzerine de çalışmalar yapıyoruz. Bunlar nedir; saygı, zaman yönetimi, hırs, motivasyon. Bunları hayatın diğer alanlarına yansıtmak adına çocuklarla bile çalışıyoruz.”

ERTESİ GÜN REKOR KIRDI

Dezavantajımıza olan her şey avantajımıza kullanılabilir!

“Bir sporcunun nasıl motive olduğu çok iyi bilinmelidir. Bize sinir ve öfke kötü bir duygu hâli gibi yansıtılmıştır. Fakat o öfke doğru yönetildiğinde performans artırımı için inanılmaz büyük bir kazançtır. Bunun gibi faktörlerin saptanıp, “müsabaka içinde nasıl kullanılabilir”in sporcuya anlatılması gerekir.

Çok ilginç ve mucizevi denecek kadar etkili aslında beyin. Unutamadıklarımızdan bir tanesi zihin antrenmanında başardığı bir dereceyi ertesi gün yüzerek rekor kıran bir yüzücü olmuştu. Bu bilinçaltı çalışmasında sporcunun yarışma süresini ölçtüğümüzde ertesi günkü sonuçla birebir aynı olması bir tesadüf değildir herhalde…

Beren Kayrak Çetiner

Association for Applied Sport Psychology Türkiye Temsilcisi Spor Psikoloğu. Nörobilim Temelli Performans ve Mental Dayanıklılık Çalışmaları.

Spor psikolojisi, esas olarak, zihnin fiziksel aktiviteyi ve atletik performansı nasıl etkilediğinin araştırılmasıdır. Amerikan Psikologlar Birliği’ne göre, “spor psikolojisi, spor, egzersiz ve diğer fiziksel aktivite türlerine katılım ve performansla ilişkili psikolojik faktörlerin bilimsel olarak incelenmesidir.”

İşte bir spor psikoloğunun sporcuya, sporcunun ebeveynine veya antrenöre nasıl yardımcı olabileceğine dair bazı alanlar:

  1. Spor Psikolojisi, Sporcu Olarak Kendinizi Anlamanıza Yardımcı Olur.

Öğrenme, uygulama ve performans faktörleri için zihinsel stratejilere sahip olmanız gerekir. Spor psikolojisi size neye ihtiyacınız olduğunu farketmeniz için yöntem ve yaklaşımlar verir, böylece siz ve koçunuz özel müdahaleler yapabilir.

  1. Spor Psikolojisi, Ailenizle Daha İyi Çalışmanıza Yardımcı Olur.

Ebeveynleriniz, en azından bir düzeyde, başarı ekibinizin bir parçası olmalıdır. Mutlaka size koçluk yapmaları gerektiği anlamına gelmez, ancak onlarla sağlam bir ilişki içinde olmak ve mükemmel iletişim becerilerine sahip olmak güzel olur, böylece kariyerinizde size yardımcı olabilirler.

  1. Spor Psikolojisi, Koçlarınızla Daha İyi Çalışmanıza Yardımcı Olur.

Koçunuz belki de ekibinizdeki en önemli kişidir. Bu kişiyle harika bir iş ilişkisine ihtiyacınız var. Spor psikolojisi bu ilişkiyi yaratmanıza ve onu beslemenize yardımcı olabilir.

  1. Spor Psikolojisi, Spor Kariyerinize Gitmenize Yardımcı Olur.

Bir spor kariyerinde birçok kör sokak, tuzak ve yanlış yol vardır. Spor psikolojisi başarı için bir vizyon oluşturmanıza, amaç ve hedeflerinize yardımcı olmanıza yardımcı olur, böylece bu ana planı uygulayabilirsiniz.

  1. Spor Psikolojisi, Kararınızı Hazırlamanıza Yardımcı Olur.

Dersler, uygulamalar ve performanslar için zihinsel ve duygusal olarak nasıl hazırlanacağınızı bilmeniz çok önemlidir. Spor psikolojisi, normal işinizden, okulunuzdan veya sosyal dünyalarınızdan özel rekabet dünyasına geçiş yapmanıza yardımcı olan kişiselleştirilmiş bir zihinsel hazırlık süreci geliştirmenize yardımcı olur.

  1. Spor Psikolojisi, konsantre olmanıza yardımcı olur.

Spor psikolojisi dikkatinizi nereye ve nasıl yerleştireceğiniz konusunda güçlü bir kontrol oluşturmanıza yardımcı olur; böylece doğru dikkatle istediğiniz alana odaklanabilirsiniz ve istenmeyen, dikkat dağıtıcı alanları engelleyebilirsiniz.

  1. Spor Psikolojisi, Motivasyonu Arttırmanıza Ve Sürdürmenize Yardımcı Olur.

Sizi heyecanlandıracak hedefler belirlemenize ve motivasyonunuzu arttırmanıza yardımcı olur.

  1. Spor Psikolojisi, Stres ve Baskıyla Baş Etmenize Yardımcı Olur.

Spor psikolojisinin size yardımcı olmasının ana yollarından biri, öğrenme ve performansta stresi azaltmaktır. Bazı stres, kaçınılmaz ve doğal olsa da, aşırısı performansınıza zarar verebilir. Spor psikolojisi stresi yönetmenize ve başarıya dönüştürmenize yardımcı olur.

  1. Spor Psikolojisi, Başarıyı Yönetmenize Yardımcı Olur.

Çoğu sporcu daha başarılı hale geldikçe, daha fazla baskı ve dikkat dağıtıcı şeylerle yüz yüze gelir. Spor psikolojisi bunları çözmenize ve odaklanmanıza yardımcı olur. En iyi performansınızı sürdürmeye devam etmenize destek sağlar.

PSİKOLOG BURCU BAŞOĞLU KUNDAK

Günümüz dünyası, insana dair pek çok sorgulamayı da beraberinde getirmektedir. Hüzün, ölüm kaygısı, mutluluk ve korku üzerine ilk dönem filozofları dahi düşüncelerini ortaya koymuşlar ve sağlık-mutluluk ilişkisi açısından kendi çağlarının dinamiklerini dillendirmişlerdir.

Hatta kültür ve medeniyetler, bu dinamiklerin taşıyıcısı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Toplumların en önemli değerleri, insanların hayata bakışı, yaşama biçimi, eski deyimle tarz-ı telakkileri, hayata yükledikleri anlamla birebir ilişkilidir. Günümüz psikiyatrları bugünkü tabloya günümüzün trajik problemleri nedeniyle “afet masası” şeklinde yaklaşırken Japonya’da öğrenci intiharları, Kuzey İskandinav ülkelerindeki ötanazi (yaşamı sonlandırma) hakkı, Amerika’da okullarda öğrencilere yönelik akran katliamları hepimizin malumudur. Yaklaşık 2000 yıl önce yaşayan Seneca bu durumu şöyle ifade ediyor: “Hafif acılar konuşur ama derin acılar dilsizdir.” Her tarafından ümitsizlik, mutsuzluk ve bencillik kokan bu olaylar, insan-mutluluk-sağlık ilişkisi açısından insanlığın iyi bir yerde durmadığını, samimi ve gerçekçi bir yaklaşımla arayışların şekillenmesi gerektiğini ortaya koymakta… İhsan Fazlıoğlu’nun çok beğendiğim bir sözüyle konuya devam etmek gerekirse; “Sahici insanlar, sahici sorular sorarlar ve bu onlara sâdık ve müstakîm yollar açar.” Günümüz insanının belki de en büyük handikabı, ne istedikleri, neyi niçin yaptıkları ve hatta niçin yapamadıklarından başlayarak makul bir sorgulama içinde olamamaları gerçeğidir. Buna akademik dille “ontolojik felsefe” de diyebiliriz. Yani hayatın anlamı, nedenleri ve niçinleri üzerinde durmak, varlık amacımızı sorgulamak… Bunun sağlığa uyarlanmış şekilleri, “Niçin sağlık?” sorgulamasını da beraberinde getirmektedir. İnsan niçin sağlıklı olmalı ve bunu nasıl başarmalı?.. İnsanın biyo-psiko-sosyal bir varlık olduğu gerçeği insan sağlığına dair sorgulama alanlarımızı geniş bir yelpazede ele almak gerektiğini gösteriyor. WHO’nun (Dünya Sağlık Örgütü) insan sağlığına dair tanımı da bu yönde…

Maslow’un insana dair temel ihtiyaçlar piramidi beş temel unsura ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Bunlardan bir tanesi yemek, içmek, cinsellik gibi insan bedenine ait ihtiyaçlar. Diğer dört başlık ise sevmek, sevilmek, saymak, sayılmak şeklinde özetleyebileceğimiz psikolojik doyum alanlarımız… 2018 verilerine göre 9 milyon kişinin yalnız yaşadığı İngiltere’de yalnızlık ve sosyal izolasyonla mücadele amacıyla kurulan ‘Yalnızlıktan Sorumlu Bakanlık’la hükümet, sivil toplum örgütleriyle çalışmalar yapmayı denemişti. 

Bu kişilerin kimisi yaşlı ve bakıma muhtaçtı kimisi ise depresyonla mücadele etmekteydi. TRT Haber’de “Yalnızlık öldürebiliyor” başlığıyla yayınlanan bu haberde konu ile ilgili raporda 18-34 yaşlarındaki genç engelli yetişkinlerin yüzde 85’i kendilerini yalnız hissederken 200 binden fazla 75 yaş üstü kişi bir aydan fazla süredir akraba ya da arkadaşlarıyla sohbet etmedikleri belirtiliyordu. Aynı habere göre de daha önce Birleşik Arap Emirlikleri’nde, Venezuela’da Mutluluk Bakanlığı kurulması şaşkınlık yaratmıştı. Hakeza günümüz insanının her türlü teknolojik gelişmeye, modern hayatın imkânlarından yararlanmasına rağmen yaşadığı büyük yalnızlık, son yıllarda duygu odaklı psikoterapilerin, en yeni psikoterapilerden birisi olarak psikiyatri mahfillerinde karşılık bulmasının gerekçesini de haklı çıkartır mahiyette. Nitekim yalnızlık ve ümitsizlik, geçmişe dayalı temelleri olduğu gibi geleceğe yönelik kaygıları da beraberinde getiriyor. Hatta bugün “karanlık empati” adı altında kavramsallaştırılan durumlar, adım adım nasıl kötülük yapılabileceğini, katillerin insan öldürmeyi nasıl bir bilinçle işlediklerini, insanın iyiliğe değil kötülüğe öykünen taraflarının nasıl ortaya çıktığını açıklamaya çalışan yaklaşımlar… Savaşlar ve toplu katliamlar, her geçen gün artan büyük göç konularına daha hiç girmedik…

Tüm bu örneklerden yola çıkarak günümüzde insanlığın hiç de mutlu olmadığını, mutlu olduğunu zannedenlerin ise haz ve hızdan, teknolojiden beslenen bir zevkçilik içinde hayatlarına devam ettiklerini söyleyebiliriz. Hiç şüphesiz, hep böyle acı olaylardan bahsetmek, bu yazının ümidi aşılamak mantığına oldukça ters. Fakat büyük fotoğrafı doğru okumadan ve problemleri bütün çıplaklığıyla ortaya koymadan da gerçeklerle yüzleşmek mümkün görünmüyor. 

Nitekim insan ruhu, eskiden üçüncü sayfa haberlerinde verilen dram ve trajedilerin ana haber bültenlerinde izlenmesinden yorgun düştü diyebilirim. İnsanlık bu anlamda mağdur ve mazlum durumda. Biyolojik sağlık açısından genlerimize kadar bozulmaya yol açan GDO’lu ürünler, obezite ve beslenme problemlerinin önümüze koyduğu kalp, diyabet, yüksek tansiyon vb. sağlık sorunları, endüstriyel atıkların oluşturduğu yüksek hava kirliliği ve sera etkisinin yol açtığı iklim değişiklikleri, ekosisteme yaptığımız bencil ve nankörce müdahaleler, bir bumerang gibi insana tüm olumsuz etkileriyle geri dönüyor.

Şahsen bugün, moral-sağlık ilişkisinden yola çıkarak kanser hastasını bile ayağa kaldıran bir ümide, bir sevincin arkasından yaşanan huzura, güzel bir rüyanın ardından gelen manevi bir tınıya çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bir tebessüm, tatlı bir söz, sertlikten uzak bir diyalog ve yüreklere insanca bir dokunuşun bizlere çok iyi geleceğini düşünüyorum. Kadim kültürümüzde bunun örneklerinin pek çok kaynakta ve örnek yaşanmışlıklarla var olduğunu biliyorum. Bugün bize düşen şey, bu hazineyi güncel kodlarla ifade etmek, yaşayarak yaşanılır kılmak ve insanlarla bölüşmek olmalı diye düşünüyorum. İnsan sevgiyle mutlu olur, sevgiyle huzur bulur… Fransız yazar Madame De Scudery “İnsan sevmeye başladı mı yaşamaya da başlar.” der. Sevgi, kurumuş ağacı dahi yeşertecek sihirli bir dokunuştur. Barışın, huzurun, iyiliğin, güzelliğin, mutluluğun ortak adıdır…

Nitekim Amerikalı yazar Willa Cather “Büyük sevginin olduğu yerde her zaman mucizeler vardır.” diyerek sevginin aşamayacağı hiçbir engel olmadığını belirtir. İnsanlığın sayısal artışına rağmen, fert olarak yalnızlaştığı ve yalnızlığın artık kâbusa döndüğü bir zaman dilimindeyiz… Sevgi ise yalnızlığın da ilacı…

Bu dünyada yalnızlık duygusundan ve yalnızlık duygusunun verdiği kaygı ve korkulardan ancak sevgiyle kurtulmak mümkün. Günümüzün olumsuz şartları, insanların bu duygusunu çok hırpaladı, çok köreltti… Bu nedenle içinde olan sevgiye rağmen insan, sevgisiz kişi tepkisi veriyor… Belki de sevgisiz olduğuna inanıyor ki asıl tehlike burada. O nedenle bu zamanda sevgiyi hatırlatmak, insanlık adına çok büyük bir hizmet ve çok önemli bir ibadettir. Yeryüzünde yaşanan tüm bu keşmekeş, kaygılar ve ümitsizlik, bize bugünlerde özellikle şu soruları sorduruyor:

“Varlık bilinci olmadan sağlık olur mu?” “Ruhen aç, kör, sağır ve topal iken bedenen sağlam olduğunu düşünmek, insanı insan kılmaya yeter mi?” “İnsanlık öldü mü?” kabilinden sözler bizim için bir şey ifade ediyor mu? “Ölmeden önce ölünüz.” tavsiyesi bizler için ne ifade ediyor? Erdem ve hikmetten yana bir derdimiz var mı? İnsan olduğunu hatırlamak ne anlama geliyor?

Hiç şüphesiz sağlığı herhangi bir şeyle kıyaslayıp bir tercihte bulunacak değiliz -Allah (c.c.) hepimize sağlık ve afiyet ihsan etsin- üstelik insan ve hayata dair bilinmezler ve sırlı kader, bizleri nereye sürükler, nelerle imtihan olunuruz, bilemeyiz. Üstelik sağlık da imtihanın ta kendisi olabilir. Öyleyse sevgisiz ve ruhsuz bir dünyada yaralı ve kırık kanatlarımızı saracak bir merhamet eli aramak, insan olmayı önemsemek anlamında bizi daha sağlıklı kılacaktır… Aksi halde medeni ve hür dünya (!) bize birey olmayı öğretirken “yalnız bir birey” olmanın da önüne geçemeyiz vesselam.

Dr. Fatih Yunus Özel

İnsanın huzur arayışına dair kıymetli bir kitabınız çıktı. Orada ifade ettiğiniz şekliyle “huzursuzluğun anatomisinde” neler var?

Her şey kendi fabrika ayarlarımızdan uzaklaşmakla başladı belki de. Bu uzaklaşma ve yabancılaşma zamanla hem iç dengemizi hem içinde yaşadığımız dünyanın dengesini bozmaya başladı. Böylece kendimize yabancılaştık, yaşamla kurduğumuz temas bozulmaya başladı ve insanlarla kurduğumuz ilişki giderek zehirleniyor. Huzursuzluk tam da böyle bir zeminde kök salmaya başlıyor. Fabrika ayarımız fıtrata uygun yaşamak denilen süreci ifade ediyor. Fıtrata uygun yaşam da kendimizle, insanlarla ve içinde yaşadığımız kâinatla uyumlu bir yaşamı ifade eder. Gerçek huzur da ancak bununla mümkün hale geliyor: Her ne için varsak onun için ve ona göre yaşamak. Ancak çoğu insan bunu başaramıyor. Bu yüzden içsel huzursuzluk çağın yeni salgınlarından biri haline geliyor. Fıtrattan, doğadan, kendimizden uzaklaşmak bizi huzursuz ve mutsuz hale getiriyor. İnsanlar bununla baş etmek için de bulabildikleri her türlü anlamlı veya anlamsız sebeplere sarılıyorlar. Huzurumuz yok çünkü hayatımızın sürücü koltuğunda hep başka insanların kararları, fikirleri, yönlendirmeleri var. Hep insanlar ne derler, ne düşünürler, nasıl bakarlar diye adım atıyor, sürekli birilerini memnun etmek üzere hayatlarımızı şekillendiriyoruz. Bu bir noktaya kadar güzel bir hassasiyet ancak kendi hakkımıza girmeye ve kendimize zulmetmeye dönüştüğü noktada hem bize hem de sevdiğimiz insanlara zarar vermeye başlıyor böylesi bir tutum. Huzurumuz yok çünkü yaşam sermayemizi doğru kullanmayı bilmiyoruz; aklımızı, kalbimizi ve vicdanımızı her türlü gereksiz ve faydasız fazlalığın toplandığı bir çöp alanına dönüştürüyoruz. Güzel işlere, güzel uğraşlara, güzel hayallere vaktimiz ve enerjimiz kalmıyor.
Huzurumuz yok çünkü tek kanatlı kuşlar gibi yaşıyoruz. Ruhlarımız sürekli dünyalık kaygıların peşinden koşarken yorulup nefessiz kalıyor. Maddi dünyanın içine hapsolup manevi ve insani olan alana yabancılaşıyoruz. Huzurumuz yok çünkü çok fazla bitirilmemiş işimiz var. Ertelenmiş, yarıda bırakılmış, ifade edilmemiş, tamamlanmamış her iş keyfimizi kaçırmaya ve bizi rahatsız etmeye devam ediyor. Huzurumuz yok çünkü çok fazla beklentimiz var. Her şeyin yolunda gitmesini, herkesin bize iyi davranmasını, dünyanın durup bize yol vermesini, önümüze engellerin çıkmamasını bekliyoruz. Dünya böyle bir yer olmayınca sürekli hayal kırıklıkları yaşıyoruz. Huzurumuz yok çünkü hayatımızda tutunabileceğimiz güçlü bir anlam yok. Her şeyimizi yitirdiğimizde bizi ayakta tutacak şeyin ne olduğu sorusuna bir cevabımız yok. Huzurumuz yok çünkü hep daha fazlasını istiyoruz. Sahip olduğumuz şeylerle yetinmek, bunlar için şükretmek bizi eksik, yetersiz, değersiz hissettiriyor. Herkesin sahip olduğundan daha fazlasına sahip olmak zorunda hissediyoruz. Sürekli bir yarış halindeyiz.
Huzurumuz yok çünkü çok hızlıyız ve durup ince şeyleri, güzel şeyleri, anlamlı şeyleri düşünmeye vaktimiz yok.

“İnsanı ilişkiler bozar ve ilişkiler düzeltir” derler. Siz, huzuru elde etmek için ilişkiler bağlamında neleri tavsiye ediyorsunuz?

Ünlü bir psikolog olan William Glasser şöyle bir ifade kullanır; “Kırk yıldır yaptığım psikiyatri uygulamalarım sırasında mutsuz insanların hepsinin probleminin aynı olduğunu gördüm: İnsanlar iyi geçinmek istedikleri insanlarla iyi geçinememektedirler. Bu yüzden dünya hayal kırıklığına uğramış, öfkeli ve mutsuz insanlarla dolu. Bunlar, hiçbir mutlu insana yakın olmayı başaramayan insanlar. Başlıca iletişim tarzları: Şikâyet etme, suçlama ve eleştirme.” Bizi hasta eden de iyileştiren de en nihayetinde ilişkilerimizdir. İnsan insana hem şifa hem zehir olabilir. İnsan insana hem sığınak, hem hapishane olabilir. Huzurun yolu da hem şifa ve sığınak olmak, hem de bize şifa ve sığınak olacak ilişkiler geliştirmektir. Hayattaki sorunlarımızın önemli bir kısmı ilişkisel sorunlardır. Yaşadığımız sorunların çoğunun temelinde sevdiğimiz veya sevmediğimiz insanlarla kurduğumuz veya kuramadığımız ilişkiler yatar. Herkesi memnun etmeye çalışan, her söyleneni ciddiye alan, her yanlış anlayanı düzelten, her anlamak istemeyene cevap yetiştirenin anlamlı bir uğraş için enerjisi kalmaz. Çoğumuz yaşam enerjimizin önemli bir kısmını diğer insanların ne yaşadıklarına veya ne düşündüklerine ilişkin düşüncelerle heba ederiz. Başkalarının yaptıkları, yapamadıkları, başarıları, başarısızlıkları, düşündükleri, söyledikleri, planları, tutarsızlıkları, kötülükleri, malları ve yaşam tarzları… Başkalarının yaşadığı hayatı veya düşüncelerini her fırsatta kendi hayatımızın başköşesine oturtur, bütün enerjimizi oraya harcarız. Hep başkalarını konuşmak veya düşünmek de günün sonunda bizi kendi hayatımızın gerçeklerine yabancılaştırır ve kendi hayatımızla ilgili yeterince çaba gösterme imkânımız ortadan kalkar. Zihnimiz dağılır, iç dünyamızı bizimle ilgili olmayan anlamsız bir yığın soru işareti işgal eder. Daha dengeli ilişkiler için yapılması gereken çok şey var elbette ancak benim gördüğüm olmazsa olmaz gereklerden birisi ilişkilerde doğru sınırlar kurmaktır. İlişki çatışmaları ve buna bağlı huzursuzluklar çoğunlukla sınır ihlallerinden kaynaklanır. İçsel ve dışsal huzur için doğru sınırlara ihtiyacımız var. İlişkilerde huzuru yakalamak bazen tek başına kalmayı bilmektir. Her meselede insanlara mahkûm olmamaktır. Ara sıra bilinçli bir şekilde yalnızlığı tercih etmek ve kendimizi onarmaya zaman ayırmaktır. Uzun vadede hepimizin yalnız olduğunu kabullenmek, yaşamın bazı fırtınalarını kendi başımıza göğüslemeye hazır olmaktır. İlişkilerde huzur insanların öyle kolay değişmediğini, kolay ikna olmadığını, kolayca düzelmediğini, kolayca memnun olmadığını baştan kabullenmektir. Herkesin kendince farklı bir hikâyesinin olduğunu hatırlamaktır. Sevdiğimiz veya sevmediğimiz insanları ısrarla düzeltme, değiştirme, ikna etme çabasından vazgeçmektir.
İlişkilerde huzur bazen insanlara evet demek, bazen de doğrudan hayır demeyi öğrenmektir. Böylesi bir durum ilişkilerimize denge getirir. Her şeye evet demekle her şeye hayır demek, her sorunda istediğini koparan taraf olmakla her durumda kaybeden ve kendinden taviz veren taraf olmak arasında bir dengeye ihtiyacımız var. İlişkilerdeki bu esneklik ne bizi muhatabımızın karşısında eğip bükecek ve yerlere serecek bir noktada ne de hiç eğilmeden sadece karşımızdaki insanı eğmeye ve bükmeye uğraştığımız bir noktada olmalı. Karşılıklı adım atmaya, birbirimize iyi gelmeye, muhatabımızın baktığı yerden bakmaya ve birbirimizi anlamaya ihtiyacımız var. Bunların dışında sınırları korumak ve daha dengeli ilişkiler kurmak için tutarlı şekilde daha açık sözlü ve net olmaya, insanlara tahammül eşiğimizi biraz daha yükseltmeye, sınırlı sayıda derin ilişkiler kurmayı öğrenmeye ve kendi imkânlarımız ölçüsünde başka hayatlara dokunmaya da ihtiyacımız var

İnsan çok yönlü bir varlık hiç şüphesiz. Bu yüzden huzursuzluğun çok çeşitli nedenlerinden ve içsel huzurun çok çeşitli yollarından söz etmek mümkün. Kitapta ele aldığınız başlıklardan birisi “içsel huzurun öteki yolları” konusu. Nedir bu öteki yollar? Bunları nasıl tarif ediyorsunuz?

İçsel huzurun olmazsa olmaz bazı gereklerinden söz etmek mümkün. Bunlar hayatı daha yavaş bir tonda yaşamak, kendi içimize doğru derinleşmek, sakin kalmanın gücünü keşfetmek, zihnimizi gereksiz yüklerden arındırmak, duygu, düşünce ve davranışlarımızda daha ölçülü olmak, sağlıklı ilişkiler kurmak, dertleri misafir etmeyi öğrenmek, daha erdemli bir yaşama talip olmak, daha sade bir yaşam sürdürmek, çok boyutlu yaşamak, kalbimizi yumuşatmak gibi farklı yollardır. Kitapta bu yöntemlerin hepsini ayrıntılı şekilde ele almaya çalıştım. Bunların yanında çoğu zaman gözden kaçan, önemsiz gibi görünen veya en azından hak ettiği değeri görmeyen bazı öteki yollar da mevcut.
Öteki yollardan birisi güne erkenden başlamayı öğrenmektir. Yukarıda ifade ettiğim gibi huzursuzluk çoğu zaman ertelemekten, bitirilmemiş işlerden, plansızlıktan, üst üste yığılan işlerden ve bütün bunlara bağlı olarak ortaya çıkan suçluluk, pişmanlık, üzüntü hislerinden kaynaklanır. Bunu önlemenin yollarından birisi güne erken başlamayı alışkanlık haline getirmektir. Güne erken başlamak dikkat ve irade gücümüzün en yüksek düzeyde olduğu sabah saatlerinin veriminden yararlanmayı sağlar. Erken başlayan bir gün önceki akşamdan erken uyumayı, zamanı daha etkili kullanmayı, uykuya ayıracağımız vakti kararında tutmayı, yapılacaklar listesini daha erken tamamlamayı ve zamanı daha iyi kullanarak yapacağımız işe daha fazla odaklanmamızı sağlar. Böylece hem daha fazla yol almış oluruz hem de ilerlediğimiz yolda adımlarımızı daha emin bir şekilde atarız. Telaş içinde koşturmamıza ve kaygıyla hareket etmemize gerek kalmaz. İşleri daha ölçülü bir tonda yapmak da bize daha az hata yaptırır. Bütün bunlar içsel huzur olarak hayatımıza yansır.
Huzurun öteki yollarından birisi yola çıkmayı öğrenmektir. Kimi zaman yaşadığımız yer üzerimize gelmeye, bizi rahatsız etmeye başlar. Her şeye karşı daha tahammülsüz hale geliriz. Eskiden hiç dikkatimizi çekmeyen şeyleri fark etmeye ve olur olmaz şeylerden rahatsız olmaya başlarız. Yorgunluk, bitkinlik, tükenmişlik, isteksizlik, can sıkıntısı hayatımıza yayılmaya başlar. Bu durumlarda bize iyi gelecek şeylerden biri tez elden yola koyulmak ve kısa süreliğine de olsa mekân değiştirmektir. Seyahate çıkmak bazen boğulmakta olan ruhumuza nefes aldırır ve bazı kaygılarımıza şifa olur. Daha önce hiç görmediğimiz bir yerde ve tanımadığımız insanların arasında yürümek bize kısa süreliğine de olsa birçok şeyi unutturur. Yürüdükçe, farklı deneyimler yaşadıkça, bizi bunaltan önceki halden uzak kaldıkça rahatlamaya ve daha iyi hissetmeye başlarız. İç dünyamızın yavaş yavaş iyileşmeye başladığını ve yenilendiğini hissederiz.
Huzurun öteki yollarından birisi de helal kazancın peşinde olmaktır. Psikoloji kitaplarında yazmıyor ancak helal yoldan kazanmanın ve helal yoldan harcamanın iç huzuruna önemli bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Helal kazancın peşinde olan insan işini hakkıyla yapar, başkasının mutsuzluğu ve trajedisi üzerine bir geçim kaynağı inşa etmez, başkasının hakkına girmez ve yaptığı her işi sorumluluk bilinciyle yapar. Bu yüzden içini kemiren yanlış işlere girmez, vicdanını suçlu hissettirecek şeylere kapı aralamaz, huzurunu kaçıracak kararsızlıklar yaşamaz. Böylesi bir hassasiyet aile ortamına ve yaşamın diğer bütün alanlarına bir şekilde yansır. Bu durum kimi zaman dışsal zorlanmalara neden olsa da kişinin iç dünyası doğru işi yapmış olmanın verdiği gönül huzuruyla kaplanmıştır.
Huzurun diğer bir yolu insanlara nezaketli davranmaktır. Nezakete, ihtimama, saygıya hasret bir dünyada yaşıyoruz. Kimsenin incelikler üzerine düşünmeye vakti ve enerjisi yok gibi görünüyor. Böyle bir dünyada hem bizi hem de muhataplarımızı iyileştiren güçlerden birisi de nezakettir. Herkesin güzel bir davranışa, incelikli bir düşünceye, şefkatli bir dokunuşa susuz kaldığı bu koşullarda nezaket çöldeki vaha gibi hissettiriyor. Güzel bir söz, bir iltifat, ince bir düşünce, bir tebessüm, şefkatli bir yaklaşım, düşünceli bir tepki, nazik bir yardım teklifi, küçük bir anlayış, hoşgörülü bir tutum, dostça bir el uzatma gibi haller muhatabımızı çok iyi hissettirir. Bu iyi oluş hali bizim iç dünyamıza da doğrudan yansır. Başkalarının mutluluğuna küçük de olsa vesile olmak bizi de mutlu eder. Bu yüzden nezaketli davranmayı ihmal etmemek gerek.
Huzur için önemli olduğunu düşündüğüm öteki yollardan birisi aile ile iletişimi sürdürmek ve anne-babanın rızasını kazanmaktır. Hiçbirimiz ailelerimizi tercih ederek dünyaya gelmedik, bu karar bize sorulmadı. Ancak günün sonunda bir aileye, bir eve doğduk. Her birimizin doğduğu evde farklı bir hikâyesi vardır. Kimimiz için zorluklar ve imtihanlar daha baskın, kimimiz için de güzel hatıralar ve olumlu yaşantılar. Uç noktalarda kötü şeylerin yaşandığı aile ortamları da içinde yaşadığımız dünyanın bir gerçeği. İnsanlık olarak bununla baş etmenin yollarını arıyor ve travmatik yaşantıları tedavi etmenin yöntemlerini geliştiriyoruz uzun yıllardır. Aile eğitimleri ile daha bilinçli ebeveynler ve daha sağlıklı bir çocuk eğitiminin arayışı içindeyiz. Bununla birlikte ailemiz bizim son sığınağımızdır. İyi günlerimizin de kötü günlerimizin de en yakın ortağı ailemizdir. Hem biyolojik hem sosyal hem de manevi boyutun sağladığı güçlü bir bağdır bu. Uç durumlar dışında kolay kolay parçalanmaz. Bu bağı sürdürmek bize iyi gelir ve bu alanı ihmal etmek bizi kötü hissettirir. Bununla bağlantılı diğer bir boyut da anne-babalarımızla kurduğumuz ilişkidir. Anne-babalık konusu üzerine kitaplar yazıldı, filmler çekildi, masallar anlatıldı, analizler yapıldı. Bundan sonra da yapılmaya devam edilecek. Ebeveyn olmanın da ayna tutulması gereken boyutları; anne babaların da eleştirilecek çok eksikleri var. Ancak günün sonunda koşullar ne olursa olsun anne-babamıza karşı güçlü bir vefa ve sadakat borcumuz var. İnsan olarak onlara karşı hissetmemiz gereken bir sorumluluk var. Çünkü hiçbirimiz bugün olduğumuz halimize bir günde ve sadece kendi çabalarımızla gelmedik. Araştırma sonuçlarıyla ortaya konulmuş değil belki ama yaşamda anne-babasını mutlu edebilen insanların yaşam akışları daha iyi ve daha istikrarlı ilerliyor. Anne-babasına saygıda kusur etmeyen, onlara değer veren ve bunun gereği olarak onlara karşı sorumluluklarını yerine getiren insanların daha huzurlu olduğunu gözlemledim hep. Özellikle anne-baba yaş aldıkça ve yaşam güçlükleri çoğalmaya başladıkça onlara karşı fedakârlıklarını çoğaltarak sürdüren insanların eylemleri güçlü bir erdem örneğidir. Yaşlı anne-babaya karşı “of ” bile demeyen ve onlar için elinden gelenin en iyisini yapan insanlar derin bir saygıyı hak eden kahramanlardır. Dışsal zorlukları olsa da bazen, böylesi bir erdem güçlü bir iç huzuruna kaynaklık eder her zaman. Bu yüzden huzurlu bir yaşama giden öteki yollardan birisi aile ile bağları güçlü tutmak, onlarla iletişimi sürdürmek ve eksiklerine, hatalarına, kusurlarına rağmen anne-babaya hak ettikleri saygıyı ve sevgiyi göstererek yaşamaktır.


İnsanın huzur arayışında, bütün bu konuşmaların yanında “son söz niyetine” neler söylemek istersiniz?

Huzur en nihayetinde haddimizi bilmekle, yani sınırlarımızın ve sınırlılığımızın farkında olmakla mümkün. Her şeyi kontrol etme çabasından vazgeçmekle. Dünyanın en güzel haliyle bile eksik bir yer olduğunu hatırlamakla. Ve günün sonunda insan olarak kusurlu ve yetersiz bir varlık olduğumuzu kabullenmekle. Bu kabulleniş hem kendimizle hem de diğer insanlarla kurduğumuz ilişkiyi daha yapıcı ve daha sağlıklı hale getirir. Sınırlarımızı kabullenmemek öfkeyi ve hayal kırıklığını çoğaltır sadece.
Sınırlılığımızın farkında olmak bizi rüzgârın önündeki yaprak haline getirmiyor ve olan biten her şeye pasif şekilde boyun eğmemiz gerektiği anlamını taşımıyor elbette. Sadece değiştirebileceğimiz ve değiştiremeyeceğimiz şeylerin ayrımını doğru yapmakla ilgili bir ayrıma işaret ediyor. Bütün olumsuzluklara, bütün zorluklara, bütün acı ve imtihanlara rağmen her zaman iyi şeyler yapabiliriz.

Değiştiremediğimiz kötülüklerin içinde bile iyilik yapma potansiyelini içimizde taşımaya devam ederiz. Gücümüzün yetmediği yanlışlara karşı kendi kişisel mücadelemizi elimizle, dilimizle veya kalbimizle sürdürebiliriz. Bu tutum pasiflik, sorumluluktan kaçış ya da duyarsızlık anlamına gelmez. Tam aksine daha gerçek ve daha samimi bir sorumluluk hissine işaret eder. Gerçekten etki edebileceğimiz, değiştirebileceğimiz, kontrol edebileceğimiz, engelleyebileceğimiz şeyler düşündüğümüzden daha sınırlı ve çoğu da sadece kendi sorumluluk ve etki alanımızla ilgili durumlar. Günün sonunda sadece kendimizi değiştirme ve kendimizi kontrol etme seçeneğimiz var. Bunu başarmak da kolay değil. Eğer diğer insanların ve yaşam alanımızdaki çeşitli sorunların değişimine bir etkimiz olacaksa bunun yolu da öncelikle kendimizden başlamaktan geçer. Değiştirebileceği şeyler için endişe duymalı, kendini yormalı, cesaretini korumalı ve çabasını sürdürmeli insan. Kontrolünün dışındaki şeyler için ise zihnini, gönlünü ve bedenini anlamsızca yormamalı. Bu iki durumu aklıyla, gönül gözüyle ve vicdan terazisiyle ayırt etmeyi öğrenmeli. İçsel huzur ancak bu yolla çoğalabilecektir.

Doç. Dr. Ferhat Kardaş

Mutluluğu yapacağınız seyahatlerde, yaşadığınız ilişkilerde, işinizde ya da kazandığınız parada aramayın. Hayata ve yaşadıklarınıza bakış açınızı değiştirmek mutlu olmak için atacağınız en büyük adım. Çoğu kişi başka insanları dinlemekten kendi seslerini duyamaz. Kendinize iç sesinizi duymak için alan yaratın ve izin verin. Hatalarınızı, olduğunuz ve olamadığınız her şeyi kabul edin, sadece insan olduğunuzu unutmayın. “Evet” ve “hayır” derken iki kez düşünün. Kararlarınızı almadan önce derin bir nefes alıp seçiminizi dikkatlice yapın. Doğru zamanda doğru seçimler yapmak hayatınızda çok fazla şey değiştirecek. Eğer sizi ayakta tutkularınız varsa her geçen gün onları adım adım büyütün, geliştirin ve hayatınıza daha çok dahil edin.

Ne olursa olsun her zaman “neden” diye sorun. Bu şekilde karşılaştığınız ve içinden çıkamadığınız her şey bir sonuca ulaşacak. Zamanın neler getireceğini bilmeniz mümkün değil. Dolayısıyla elinizdeki en iyi koz şimdiki zamanı ne kadar verimli geçirdiğiniz. Zaman zaman devam edebilmek için önümüze bir işaret çıkmasınız bekleriz, fakat o işaret hiçbir zaman belirmez. Çünkü gideceğiniz yolda neler olduğunu yerinizde durarak değil ancak ilerleyerek görebilirsiniz. Atacağınız adımların sonuçlarından korkmak yerinizde saymanıza neden olur. Sanılanın aksine belirsizlik bizi yaşamın mucizelerine götürür.

Öğrenmekten hiçbir zaman korkmayın. Kimse hayata zirveden başlamıyor. Daha iyisini yapmak için her zaman daha çok öğrenin. Zor ve yoğun günlerde kendinize hatırlatın: Öğrenirken ve üretirken harcadığınız efor ve hissettiğiniz yorgunluk, hiçbir şey yapmamanın hissettireceği ağırlıktan iyidir. Sizi geri tuttuğunu düşündüğünüz her şey aslında size yeni tecrübeler edinme fırsatı sağlarken, zorluklarla mücadele etmek için kendi yollarınızı geliştirmenizi ve yeni stratejiler belirlemenizi sağlıyor.
Gerçek şu ki; aydınlığın ne kadar güzel bir şey olduğunu anlamanız için karanlığı tatmış olmanız gerekiyor.

Geçmişte yaşadığınız tüm zorluklar, ilerleyen zamanlarda sizin en büyük motivasyonunuz olacak. Endişeye kapıldığınız zamanlarda hata yapma olasılığınız daha çok artıyor. Onların sadece zihninizin birer ürünü olduğunu unutmayın. Problem karşınıza çıkan zorluklar değil, asıl problem onlar hakkında gerektiğinden fazla kafa yormanız. Küçük ayrıntılara takılmak, enerjinizi yanlış yönde harcamanıza neden olur. Çoğu insan hayattan fazla şey beklerken kendini koca bir boşluğun içinde bulur. Hayatı olduğu gibi kabul edin, ancak o zaman getirdiği her güzelliğin farkına varacaksınız.

Hayattaki en güzel anlardan biri; değiştirilemeyecek olan şeyleri değiştirmeye çalışmaktan vazgeçtiğiniz anlardır.
Bir durumu değiştiremediğinizi anlayınca kendinizi değiştirirsiniz, ve bu hayattaki en büyük başarılarınızdan biri olur.

Sizin kontrolünüz dışında olan hiçbir şey için kendinize yüklenmeyin. Elinizden geleni yapın ve bekleyin, olması gerekenler zaten olur. Hayatın getirdiği ve getireceği şeyleri kontrol edemeseniz de, olanlara nasıl tepki vereceğiniz sizin elinizde. Kızgın ve öfkeli olmak yerine, yaşadıklarınızdan ders almaya odaklanın. Kıskanmak yerine takdir edin, endişe etmek yerine harekete geçin ve şüphe duymak yerine inançlı olun.

Kendi gelişiminizi başkalarınınkiyle kıyaslamayın. Hepimiz kendi yolumuza ve kendi zaman dilimimize sahibiz. Bir sonraki adım yerine şu an üzerinde bulunduğunuz basamağa odaklanın.
Sabır duymak, kendinize olan güveninizi, kabullenişinizi ve iç huzurunuzu göstermenizin en güzel yolu ve güçlü olduğunuzun kanıtı. Daha sabırlı olmak için kendinizi deneyin ve gözlemleyin.
Hepimiz hemen bir şeylerin sonuçlanmasını bekleriz. Ama daha sağlam sonuçlar almak için sabırlı olmalı ve efor sarf etmeliyiz. Hedefe odaklanmak yerine, günlük rutinlerinizi geliştirin.
Neler olduğunu anlamasanız bile endişe duymak yerine sürece ve zamana güvenin. Bazen hiç istemediğiniz bir şeyin gerçekleşmesi beklediğinizden güzel sonuçlar doğurabilir.

Hayat size istediğiniz koşulları değil, “ihtiyacınız” olanları verir. Gözlerinizi açın, sevgiyi ve gücü beklemediğiniz yerlerde bulabilirsiniz. Uzun vadede başarılı olmak daha zeki ve daha güçlü olmakla değil, değişimin altından başarıyla kalkmakla ilgilidir. Hepimizin yenilgileri vardır. Bilmemiz gereken yenilgilerimizin bizi tanımlamadığı. İtiraf edin, özür dileyin, öğrenin ve devam edin. Hiçbir şey kalıcı değildir. Bunu anladığınızda hayatta yapmak istediğiniz her şeyi yapma gücü bulacaksınız, çünkü geride bıraktığınız hiçbir şey sizi dibe çekemeyecek. Bazı şeylerin hiçbir zaman eskisi gibi olamayacağını kabul etmeniz gerek. Bu sayede her bitiş sizin için yepyeni bir başlangıç olacak.

Bir başkasının negatif enerjisinden etkilenmek ya da pozitif ve özgür olmak sizin elinizde.
Pozitif düşünce her zaman en iyi olanı beklemek değil, olanı kabul edip daha iyisini yapmak için inanca sahip olmaktır. Bir insanın her zaman gülümsüyor olması, mükemmel bir yaşama olduğu anlamına gelmez. Gülümsemeleri onların gücünü ve umudunu simgeler, insanlar size gülümsediğinde onlara karşılık verin. İnsanlar mutlu oldukları zaman daha kibar davranırlar. Dolayısıyla bir insan size kaba davrandığında bunu kişisel algılamayın ve kendi yolunuza bakmaya devam edin.

Olgunluk, huzurunuzu tehdit eden, değerlerinizi ve kişiliğinizi hiçe sayan şeylerden incelikle uzaklaşmak demektir. Sizi mutsuz eden şeylere kızmak yerine, yönünüzü değiştirin. İnsanlar size kaba davrandığında, gülümseyin ve tepki vermeyin. Huzurunuzu koruduğunuzda ve sakin kaldığınızda onların gücünü hiçbir şey yapmadan ellerinden alacaksınız. Huzurunuzu ne kadar uzun süre korursanız o kadar güçlenirsiniz. İç huzurunuz sizi gerçek ve anlamlı değerlerle buluşturacak. Bazen görünmez olmanız gerek. Attığınız her adımı ve gelişiminizi sosyal medya hesaplarında paylaşmanıza gerek yok. Sessizce gelişin, büyüyün ve aksiyonlarınızın sizin adınıza konuşmalarına izin verin.

Odağınızı sizi aşağıya çeken şeylerden alın. Sizin için gerçekten önemli olan şeylere odaklanın. İlginin olduğu yerde enerji, enerjinin olduğu yerdeyse başarı. İnandığınız değerler ve sevdiğiniz insanlar için hiçbir zaman mücadele etmekten vazgeçmeyin. Onlar, içinizdeki gücün en büyük kaynağı. Aynı fikirde olmadığınız insanlara saygı gösterin. Karşı çıktığınız fikirlerle günün birinde karşılaşma ihtimaliniz olduğunu unutmayın. Kaba insanlara karşı kibar davrandığınız için asla pişman olmayın. Sizin davranışlarınız sizi ilgilendirir bunu unutmayın.

Etrafınızdaki insanlara değerli olduklarını hatırlatın. Sevdiğiniz insanlara her fırsatta onları sevdiğinizi söyleyin.
Her ne olursa olsun her zaman yaşadığınız için ne kadar şanslı olduğunuzun farkında olun.
Her zaman hareket halinde olmak zorunda değilsiniz. Bazen kendinize yavaşlamak için izin vermeli ve sadece var olmanın ve nefes almanın ne kadar güzel bir şey olduğunu fark etmelisiniz.
Acele etmeyi bırakın. Olduğunuz yerde kalın ve nefes alın. Zaten olmanız gereken yerdesiniz.

Hayatınızı planlarla doldurmayın. Kendinize ve yaşamınıza alan ayırın. Bazen plansız şeyler en büyük mutluluklara sebep olabilir. Büyük resmi görmek her zaman iyi değildir. Hayatın getirdiği küçük mucizelerin farkına varın. Hayatınızı daha iyi bir hale getirecek fırsatlar her yerde! Önemli olan onları görebilmeniz. Kendinize yaşamın hızlı akışında fırsatları görebilmeyi ve farkında olabilmeyi öğretin. Bir an için durun ve olduğunuz kişiyi tebrik edin. Bugünlere gelebilmek için uzun yollar kat ettiniz. Rahatlayın! Olduğunuz gibi harikasınız. Nefes alın, nefes verin… Geçmişi geride bırakın ve şimdiki zamanın tadını çıkarın!

Düşünceniz Değişince Hayatınız da Değişir

Her yeni bir düşünce, beynimizde çakan küçük bir yıldırım gibidir. Hiç kimse, elle tutulur, gözle görünür bir biçimde bir düşünce yapısına sahip olmasa da, düşüncelerin gücü sonsuzdur: düşünceler, dünyayı algılayış şeklimize bir biçim verir ve yaşadığımız gerçekliği değiştirmek adına duygularımızı dönüştürmemizi sağlar.

Bugünlerde, zihnimizin gücünü artırmaya ya da biraz ezoterik ve meta fizik bir düşünce yapısını takip ederek, bizi “daha zeki” bir insan haline getirmeye çalışan kitap sayısında oldukça fazla bir artış var. Belki de bu kitap yazarlarının, sinir biliminin, beynimizi daha iyi yöneten mekanizmaları anlamak adına gerçekleştirmiş olduğu çalışmalardan elde edilen muhteşem cevaplardan ve yeni bakış açılarından pek bir haberi yoktur.

“Gerçeklik, çok kalıcı olmasına rağmen, sadece bir algıdır.”

– Albert Einstein

Nörojenez ve nöroplastisite gibi bilim dalları, yetişkin bir zihnin, belirli bir yaştan sonra, yeni sinir hücreleri üretmeyi bıraktığı düşüncelerine karşılık olarak, büyük ilerleme sağlamayı başarmıştır. Yeni köprüler, duygularımızın haritasını yeniden yönlendiren yeni bağlantılar kurdukları veya yaşamsal faaliyetlerimizi  bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçmesini sağladıkları için, düşüncelerimiz tartışılmaz derecede güçlü bir silahtır.

Gerçeğinizi yaratan düşünceler

Bilgisayar tomografisi gibi teşhis tekniklerinin sürekli olarak geliştirilmesi sayesinde, beyin fonksiyonlarını anlama alanında büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. En ilginç keşiflerden biri de, nihayet düşüncelerin nasıl meydana geldiğini anlama üzerine olmuştur. Bir örnek verelim: Kırmızı bir topa baktığımız  ve retinamız her özelliğini yakaladığı zaman, bilgi, genikülat çekirdeği ve prestriat korteksi gibi yapılar boyunca ilerleme başlar.

“Hepimiz özgün bir biçimde doğar ve sonunda bir kopya olarak ölürüz.”

Bununla birlikte, gözlerimizi kapatıp, birisi bizden kırmızı bir topu düşünmemizi istediği zaman, ne kadar şaşırtıcı olsa da, beynimiz tam olarak aynı yapıları harekete geçirir. Yani, beyin, gördüğü ile düşündüğü zaman, aynı faaliyetleri hayata geçirir. Bu şaşırtıcı bilgi tüm bilim camiasını zorlamakta ve hepimize aynı soruyu sordurmaktadır: eğer beyin için, gördüğü ile düşündüğü arasında herhangi bir fark yoksa … o zaman ‘gerçeklik’ dediğimiz olgu tam olarak nedir? 

Kuşkusuz burada konuşmamız gereken konu kuantum kavramı, fakat şimdilik bunu bir kenara bırakıp daha yararlı ve daha somut alanlara yöneleceğiz. Gerçeğimiz, güçlü olduğu kadar son derece basit bir şeyden oluşur: düşüncelerimizin gerçek birer katalizör olduğu duygularımızdan. Bunu daha iyi anlamak için, konuyu biraz daha açalım.

Düşünce dediğimiz olgu nedir?

Düşünce, en basit tabiri ile, bir elektrik dürtünün temelinde gerçekleşen kimyasal bir reaksiyondur ve tanımını böyle yaptığımız zaman kulağa çok büyüleyici gelebilir. Aklımıza bir şeyler geldiği zaman, sinir hücrelerimiz, belirli bir biyokimyasal oluşuma mahal veren sinaptik çatlaklardan geçmeye aşlar.

Duygularımızın, düşüncelerimiz tarafından üretildiğini biliyoruz. Bir mesaj gönderildiği zaman, hipofiz bezinden bir dizi nöropeptidi salgılayarak, bu mesajı algılamaktan sorumlu olan ise hipokampüs, yani beyin çıkıntımızdır. Bu nöropeptitler, daha sonradan kana karışır ve bir dizi tepkimeye yol açar.

Takip eden süreçte, şunlar meydana gelebilir: eğer beynimiz belirli bir duygu şablonunu alışkanlık haline getirirse, bundan yola çıkarak rutin haline gelen düşünceler de meydana gelebilir. Örnek olarak, stresli anlarımızda bedenimizde şöyle durumlar meydana gelir: bazen, belirli bir duygu (korku) o kadar baskın bir hale gelir ki, her geçen gün kendimiz ile içselleştiremediğimiz bir gerçeklik ile yaşayarak, kontrolümüzü kaybetmiş bir hale gelebiliriz.

Nasıl bir gerçeklik tercih edersiniz?

Bu, sabah kalktığınızda bir “süper zeka” olarak ya da IQ’nuzu tavan yapması ile değildir. Aksine, daha basit bir manada, ihtiyaçlarımıza, kendi karakterimize ve mutlu olma hakkımıza uyan bir gerçeklik yaratma yeteneği ile ilgilidir.

“Gerçek, daima oralarda bir yerlerdedir,  önemli olan sizin bundan ne anladığınızdır.”

– Diego Dillenberg

Bunu başarmak için öncelikle farkına varmamız gereken bir şey var: gerçekliğimiz, akli durumumuz, anılarımızın ağırlığı, yorumlarımız ve düşüncelerimiz tarafından bir süzgece tabi tutulur. Çevrelerindeki tüm olası ihtimalleri görmelerini engelleyen bir at gözlüğü takarak yaşamaya çalışan insanlar her zaman için elbet olacaktır.

Düşüncelerimiz ve nörogenezimiz

Nörojenez dediğimiz kavram, yeni sinir hücreleri üretme kabiliyetimiz anlamına gelir. Santiago Ramón y Cajal’in 1928’de , “her şey ölür, hiçbir şey yeniden canlanamaz” şeklindeki açıklaması, bugün, gerçekliğimizin muhteşem mimarı olan zihnimizi düşündüğümüzde, hükümsüz bir cümle olaraktan mazideki yerini almaktan öteye gidemez.

  • Öncelikle, zihnimizin en büyük düşmanının stres olduğunu hatırlamak lazım. Stres öyle bir meret ki, beynimizin iç yapısını değiştirir, nöron bağlantısını ve hatta hipokampüsün boyutunu azaltır.
  • Duygusal dünyamıza sahip çıkmalı ve onu yöneten düşüncelerimizin varlığını unutmamalıyız. Bunu başarmanın bir yolu da şu sorulara cevap vermekten geçiyor: Kendimi nasıl hissetmek istiyorum? Şu an nasıl hissediyorum? Beni ne endişelendiriyor? Bunu çözmek için ne yapabilirim?
  • Bir kararlı, cesur ve iyimser iç diyalog olumsuz duygularımızın çoğundan kurtulmamıza yardımcı olabilir.
  • Unutmayınız ki, fiziksel egzersiz de, nörojeneziyi teşvik etmenin harika bir yoludur. Egzersiz, sadece beyne oksijen basmakla kalmaz, aynı zamanda serbest bıraktığı endorfin sayesinde, stresi hafifletip, yeni sinir hücreleri de üretir.
  • Yeni düşünceler üretmenin bir başka yolu da, alışkanlıkların değiştirilmesidir. Rutinlerden vazgeçmek, kendimizi yeni durumlara yöneltmek, yeni hobilerin peşinden koşmak veya bize ilham verebilecek  insanlar ile tanışmak, beynimiz ve zihnimiz için oldukça yararlıdır.

Son olarak, meditasyonun, aklımız için sağlayabileceği muhteşem etkilerini de atlamayalım. Zihni ve bedeni bir arada, uyumlu bir hale getiren bu uygulama, duygusal dünyamızda büyük olumlu etkilere sahiptir ve daha büyük nöronal bağlantılar sağlanmasına temel hazırlayan Alfa ve Gamma dalgalarını teşvik eder.

Kendi gerçekliğimizin mimarları olalım. Her ne kadar belirli bir gerçeklik seviyesi oluşturma becerileri olsa da, nötr düşünce diye bir şey olmadığı hep aklımızın bir köşesinde olsun. Harika düşünceler üretmek, sadece bizlerin elindedir.

Negatif düşünceleri devre dışı bırakmak her zaman kolay değildir. Negatif bir düşünce akışına kapılıp gitmek ise çok kolay. Özellikle de pek çok negatif düşünce toplayıp bilgiyi işlemek için kullandığımız filtreleri değiştiren bir atalet yaratmışsak. Sözünü ettiğimiz düşünceler tepe aşağı yuvarlanan ufak bir kartopuna benzer. Bu sayede küçük ve masum bir düşünce bile farkında olmadan ve niyet etmeksizin serbest bırakıldığında bütün duygularımızı, eylemlerimizi ve düşüncelerimizin geri kalanını zehirleyen devasa bir depoya dönüşebilir.

Tıpkı kontrolünüz dışında giderek hızla yuvarlanarak daha büyük hâle gelen bir kartopu gibi negatif düşünceler de enerjimizi çekip sökerek bütün gücümüzü yok eder. Kendinizi bu negatif düşüncelere ne kadar kaptırırsanız, o kadar güçlü hâle gelirler. Daha da kötüsü bir kere vadiden aşağı yuvarlanıp büyümeye başladı mı kartopunu durduramazsınız. İşte aynı şekilde çoktan yuvarlanmaya başlamış bir negatif düşünceler topunu durdurmak da çok zordur.

Dolayısıyla, topun yuvarlanmasını önlemek için biraz zaman ayırmak harika bir strateji olabilir, böylece daha sonra aynı hedefe ulaşmak için çok büyük çaba harcamanıza gerek kalmaz.

Negatif Düşüncelerle Ne Yapmalıyız?

Hayat bizi mücadelelerle tanıştırır. Çoğu zaman ara vermeden veya kaynaklarımız göz önüne alınmadan yaşarız bunları. Bu bakımdan negatif ya da yenilmişlik içeren düşüncelere kapılmak normaldir. Ama bu düşünceleri beslemek, onlara tutunmak veya peşlerinden gitmek, hayat kalitemizi azaltır ve kendimize dair sahip olduğumuz imgeyi zehirler. Peki kendi öz saygımıza neden bu şekilde saldırıyoruz?

Negatif düşünceler kişisel hapishanenizin duvarlarını oluşturur. Kendiniz için ellerinizle inşa ettiğiniz bir kafestir bu. O hapishaneden çıkmak için sadece düşünce şeklinizi değiştirmeniz yeterlidir.

Bazen negatif bir düşünce canımızı yakar ve çoğu zaman da eylemlerimizi şekillendirir. Hiç gerek olmadığı zamanlarda bile çaresizce davranmamıza neden olabilir. Ayrıca hâlâ söyleyecek çok şeyimiz olduğu hâlde kaynak ya da beceri eksikliği nedeniyle havlu atmamız olasılığını teşvik edebilir. Nihayetinde negatif düşünceler kararlarımızı şekillendirme eğilimindedir ve bu daha iyi yönde gerçekleşmez.

Peki bize zarar verdiğini bildiğimiz hâlde neden negatif bir düşünceyi beslemeye devam ediyoruz? Problem, ilk negatif düşünceler üzerimize atlayıp bu konuda hiçbir şey yapmadığımızda ortaya çıkıyor. Mesela, negatif düşüncelerle ya da bunların yol açtığı anksiyeteyle başa çıkmak için dondurucuyu ”kapatma”yı tercih eden insanlar var. Oysa bu,daha fazla negatif düşünce yaratan bir stratejidir. Bu durumda öz kontrol ve bedenimiz hakkındaki düşüncelerdir bunlar.

Bu türden düşüneler bir başka tuhaf fenomenden ortaya çıkar: bu düşünceyi unutmanız gerektiğinin farkında olsanız bile onu devre dışı bırakmak çok zordur. O konuda ne kadar çok düşünürseniz, o kadar ortaya çıkar. Ve oracıkta sıkışıp kalırsınız, kendinizi sadece kötü hissetmenize değil ruh sağlığınızı da ciddi olarak riske atmanıza neden olan bir şeyi takıntı hâline getirirsiniz.

Negatif Düşünceleri Nasıl Devre Dışı Bırakırız?

Bu negatif düşünceden nasıl kurtulabiliriz? Dürüst olmak gerekirsen, bu düşünceden tamamen kaçamazsınız. Bazen negatif düşünceler sadece beynimizdeki küçük kıvılcımlardır. Bu yaşandığında farkında olmamız gerekir ki onları hemen tanıyıp negatif düşünüp düşünmediğimizi anlayabilelim.

Yalnızca negatif düşüncelerimizin farkında olarak onları devre dışı bırakmayı başarabiliriz.

Şu stratejiler sayesinde negatif düşünceleri devre dışı bırakmanız ve pozitif düşünmeye başlamanız mümkün olacaktır. 

1. Düşüncelerinizi izleyin

Negatif düşünceler genelde bilişsel bozuklukların ya da akıl dışı düşünce şablonların bir ürünüdür. Tıpkı bir izleyici gibi onları izleyin. Zihninize hâkim olmalarına izin vermezseniz ortadan kayboluvereceklerdir. Akıntı boyunca ilerleyen  ağaç kütükleri gibi bakın onlara. Er ya da geç gözünüzden kaybolacaklar. Negatif düşüncelerinizi kabul edin ve bırakın gitsinler.

2. Sürekli düşünüp durduğunuz soruları yeniden düşünün

Bir şey üzerinde sürekli düşünmek, takıntılı düşünce şablonudur. Bir şey üzerinde sürekli düşünüp durduğumuzda o meseleyi çözebileceğimize inanarak yaparız bunu. Bu genel olarak anlamsız bir şeydir. Gerçekten düşüncelerinizin bir parçası olan şeyleri çözüme kavuşturup zihninizde yaratmış olduğunuz düşüncelerden kurtulun. Fanteziyi eledikten sonra aslında bir problem olmadığı ortaya çıkarsa panik yapmayın. sadece sizin yarattığınız bir problemdir bu.

3. Hareket edin ve düşüncelerinize karşı fiziksel eyleme geçin

Kendinizi bir negatif düşüncede kapana sıkışmış bulursanız, harekete geçin. Aklınız acı çekmenin bir yolunu aradıkça pozitif düşünceleri uyandırmak için vites değiştirmek kolay değildir. İşte böyle zamanlar, bir yürüyüşe çıkmak için çok iyidir. Biraz koşun, dans edin ya da yoga yapın. Düşünmeyi bırakmayın – zihniniz gerçekten meşgul çünkü- sadece bedeninizin dizginleri ele almasına izin verin ve zihninizi bir başka yere götürmesini sağlayın.

4. Negatif düşünceleri tetikleyen şeylerden uzak durun

Bir şarkı, bir resim, bir yazı ya da TV’de gördüğünüz bir şey veya bazı insanlarla zaman geçirmek… Sizi negatif düşüncelere götüren şeyleri belirlediğiniz zaman onlardan hemen uzak durun. Ne yaparsanız yapın, onlar yerine içinizde güzel duygular uyandıran şeyleri koyun. Kendinizi kurban etmeyin ve işinizi zorlaştırmayın.

5. Etrafınızı pozitif insanlar ve güzel tecrübelerle çevirin

Gördükleriniz, duyduklarınız ve okuduklarınız pozitifse, negatif düşünceleri uzak tutmak kolaylaşır. Negatif düşünceleri tetikleyen her şeyi devre dışı bırakmak, iyimserlikle çevrelendiğinizde daha kolay olacaktır.

6. Negatif düşündüğünüz durumlarda pozitif ifadeleri tekrarlayın

Negatif düşünme öğrenilmiş bir alışkanlık olma eğilimindedir. Bu yüzden alışkanlık olan negatif düşüncelerin sizi işgal etmesine izin vermek yerine bu senaryolarda pozitif düşünmeyi tercih edin. Bunu hatırlamak ya da teşvik etmek için o pozitif ifadeyi gözünüzün önüne koyabilirsiniz. Kâğıda yazabilir giysilerinize bu ifadeyi işleyebilir, bilgisayar ya da telefonunuzun duvar kağıdına yerleştirebilir  hatta kendi derinize işleyebilirsiniz.

7. Kimsenin mükemmel olmadığını hatırlayın ve ilerleyin

Hatalarınıza takılıp kalmak kolaydır. Ama yapabileceğiniz tek şey, bu hatalardan ders çıkarmak ve ilerlemektir. Üzerinde istediğiniz kadar düşünün durun hiçbir şey değişmeyecektir. Ve negatif düşüncelerinizi uyandıran şey bir zayıflık ya da kısıtlama ise güçlü yanlarınız ve iyi özelliklerinize odaklanın. Elinizdekileri değiştiremezseniz, ondan en iyi şekilde faydalanmaya bakın.

Düşünceler Sonsuz Dek Sürmez

Negatif düşünceler kısa süreli ve geçicidir, tabi biz tersini sağlamazsak. Tek başlarına hiçbir güçleri yoktur ama biz onlara büyüme şansı tanırsak canımızı çok yakabilirler. Bir düşünce sadece ona verdiğiniz kadar güce sahiptir. Negatif düşünceler onları etkinleştirdiğimizde hız kazanır. Bunları sonra devre dışı bırakmak daha zor bir görevdir: bu artık bir düşünce değil bir alışkanlıktır.

Hepimiz düşüncelerimizi işlemek için ihtiyaç duyduğumuz yöntemlerden sorumluyuz. Düşüncenin nereden geldiğinin bir önemi yoktur. Önemli olan onu devre dışı bırakarak o düşüncelerin yok olduğu süre için iyi bir çevre yaratmanızdır. İşin sırrı, aklınızı kazıp müttefiklerinizi yenilgiye uğratmadan evvel bu negatif düşünceleri tespit etmektir.

Psikolog Eva Maria Rodriguez

Zihnimizde negatif düşüncelerin tekrar meydana gelmesi bizim tekrar kara bir deliğin içine girmemize neden olur. Işığı göremeyiz ve kendimizi çaresiz hissetmekten alamayız. Bu yüzden, negatif düşünceleri pozitife dönüştürmek bir ihtiyaç değil, hayatta kalmak için bir araçtır. Bunu yapmayı öğrenmek ve günlük hayatımızda uygulamak endişeli hislerimizi azaltır ve kişisel gelişme yolunda ilerlememizi sağlar.

Duygusal psikoloji alanında uzman olanlar günde üç kez negatif duygulara yer vermenin kabul edilebilir olduğunu söylerler. Günün sonunda, hayata pembe bir camın ardından bakmak, gerçeklerden kaçmak ve korku ve endişelerimizi yenmek demek değildir. Bunu yapabilmenin anahtarı, o düşüncelerin bizi sürüklemesine ve zorlukların üstesinden gelebilme hissini imkansız hale getirmeye hiç olmazsa sık sık izin vermemek ve kişisel seviyemizi ilerletmektir. Hepimiz böyle bir sorunun kurbanları olmuşuzdur. Bazen bizim “sen buna değmezsin”, “başarısız olacaksın” veya “ne kadar çabalarsan çabala, başarısız olacaksın” gibi düşüncelerimiz olmuştur. Hepimiz insanız ve zaman içinde bir süre zihinlerimizin istemediğimiz yerlerde dolaşması ve bizi sabote etmesi alışılmamış değildir.

Ünlü Kaliforniya Üniversitesi nörogörüntüleme laboratuvarında yapılan bir beyin görüntüleme çalışmasında herkesin, çoğunun negatif olmaya ve moral bozmaya eğilimli, günde yaklaşık 70,000 düşüncenin aklından geçtiğini ortaya çıkarmıştır. Bu düşünceleri aşmak, onları kabullenmek ve onlardan kurtulmak için yapacak sadece bir şey var: şimdi negatif düşünceleri nasıl pozitif hale getirebileceğimize bakalım.

Negatif duygusal bir durum ürettiği o düşünceleri beslemeye son vermekle biter. Bu hepimizin anlayabildiği ama algılamadığı bir durumdur. Bunun sebebi kendimize gerçekten zaman tanımamamız ya da bu zararlı duygularla doğru bir şekilde mücadele edecek uygun stratejiler kullanmamamızdır.

Örneğin, işten eve geldiğimiz zaman kendimizi çok yorgun, rahatsız ve sıkıntılı hissederiz. Hissettiğimiz bu rahatsız duygulardan dolayı, onların derinliğine inmektense o duyguları görmezden gelmeyi tercih ederiz. Bazıları bu konuda aynı fikirde değildir. Fakat asıl gerçek şu ki; eğer durumu kontrol edemezsek içine düştüğümüz kara delik gitgide büyür.

Günden güne o negatif düşünceler bizim içimizdeki duygusal dengeyi bozmaya devam eder. Huzursuzluk ve yılgınlık sadece negatif ve takıntılı düşüncelerin arttığı zihinsel örneklerin yer bulmasına sebep olur. Eğer kontrol edilmezlerse, depresyon veya endişe bozukluğu gibi daha büyük sorunlar ortaya çıkabilir.

Negatif düşünceleri saptayın ve direnmeden onları kabul edin

2012 yılında, Rhode Island Üniversitesi tarafından Psikoloji ve Yaşlanma adlı dergide yayınlanmış çok ilginç bir çalışma bulunmaktadır. Yazıyı yayınlayanların amacı negatif düşüncelerin farklı yaş gruplarını nasıl etkilediğini bulmaktı. Sonuçlardan çok açık olarak görülmüştür ki; genç veya yaşlı olmamızın bir farkı yoktur, bu psikolojik gerçekler (negatif düşünceler) bizde endişeyi üretir ve hastalıkları tetikler.

Her şeyden önce, negatif düşünceleri pozitif hale getirmenin anahtarı negatif diyalogları nasıl tanımlayacağını bilmektir. Bu çok belirgin olmasına rağmen ilk başlarda bizi şaşırtabilir. Çoğu kez takıntılı, negatif ve sınırlı düşünceleri nasıl desteklediğimizin farkına varamayız.

  • Negatif düşünceleri nasıl belirleyeceğimizi bilmeliyiz. Size yardımcı olabilecek en büyük şey gün içerisinde aklınıza gelen her şeyi bir günlük tutarak yazmaktır. Bu sizin kendinizden daha çok haberdar olmanıza ve nasıl hissettiğinizin izini sürmenize yardımcı olur.
  • Negatif düşünceleri gizlemeyin ya da bloke etmeyin. Onları nasıllarsa öyle kabul edin. Onları bir defa belirlerseniz, pozitif yöne çevirmek sizin için daha kolay olur.

Karşılaştırın, yalanlayın ve zayıflatın

O negatif düşünceler için yargılama yapılıyor mu? Hiç düşündüğünüz şeyler gerçekleşebilir diye bir kanıtınız var mı? Bunun sadece bir düşünce olduğunu, gerçek olmadığını anlamalısınız. Zihin bizi aldatabilir. Bizi sık sık kirletir ve duyduğumuz endişeyle birlikte coşabilir veya bizim konfor bölgemizde kalabilir.

Düşüncelerinizin izini sürün ve o her bir düşünceyi ispat eden veya aksini iddia eden fikirler için kanıtlar arayın.

Düşünce işlevinizi uygun bir şekilde yeniden düzenleyin

Düşüncelerimizi daha uygun bir şekilde tekrar tarif etmek her zaman negatiflik oranını düşürür. Bunu doğru bir şekilde yapmak ve toy ve gerçek dışı bir pozitifliğe dönüştürmemek önemlidir. Bunun bazı örneklerine bakalım:

  • “İşten atılacağım.” Bu zamana dek bunun gerçekleşeceğini kanıtlayacak hiçbir şey olmamıştır. İşimi iyi yapıyorum. Diğer yandan, bu durumun olma ihtimaline karşı hazırlıklı olmalıyım. Beni işten atma ihtimaline karşı bir B planım olmalı. Ama şu an işimi iyi yapmaya odaklanmalıyım.
  • “Başkalarının beni önceden olduğu kadar sevdiklerini düşünmüyorum.” Bu düşünceye zorlayan ne gibi kanıtım var? Eğer gerçekten buna inanıyorsam, onlarla ciddi olarak konuşmalıyım. İlişkinin çaba ve kesin bağlılık gerektirdiğini anlamalıyım ve negatif düşünce her şeyi daha kötü hale getirir.
  • “Korkuyorum, kötü bir şeyler olacakmış gibi hissediyorum.” Böyle hissetmeme sebep olan şey nedir? Hayatımda yanlış giden bir şeyler mi var? İyi olduğumu ve etrafımdaki herkesin iyi olduğunu aklımdan çıkarmamalıyım. Dikkatimi hoşuma giden bir şeylerle uğraşmaya vermeliyim. Belki yeni bir projeye başlamalıyım veya moralli hissettirecek bir şeyler yapmalıyım.

Bütün negatif duyguları gönderin ve kendinizi pozitif düşünce dünyasına daldırın

Yazımızın başında duygularımızın içinde bulunduğu şartların düşüncelerimizin kalitesinden kaynaklandığından bahsettik. Zihnimizi bu takıntılı, negatif ve ölümcül düşüncelerin etrafında dolanmaktan kurtarmak için en büyük strateji, onların yerine pozitif düşünceleri kucaklamaktır.

Günlük hayatımızda küçük değişiklikler yapmak çoğunlukla verimli değişimlere sebep olur. Kendinize biraz zaman ayırmaktan korkmayın. Bu kesinlikle sizin daha rahatlamış hissetmenizi sağlayacaktır. Farkındalık, sanatsal terapiler veya yeni insanlarla tanışmak gibi faydalı uygulamalar çok zengin fırsatlar sunar.

Zihin negatif ya da yıkıcı olabilir. Bu durum meydana geldiğinde, pencereyi açıp içeriye oksijen girmesini sağlayıp rahatlamak ve her şeye farklı açıdan bakmak yapılacak en iyi şeylerden biridir. Onların bizi kontrol etmesine izin vermek yerine düşüncelerimizi kontrol altında tutmayı öğrenmeliyiz.

Psikolog Valeria Sabater

Kahkahaların bağları güçlendirdiğini söyleyen yazılı olmayan bir yasa var. Ayrıca kendinizi bu kadar iyi hissettiğinizde sizi güldüren kişiyle vakit geçirme isteğiniz artar. Peki, gülmek neden bu kadar bulaşıcıdır?

Aramızda hiç gülme krizine girmemiş olan var mı? Bir toplantıda, metroda veya bir sınıftasınızdır ve aniden biri kahkahayı patlatır. Kısa sürede siz de gülmeye başlarsınız. Aslında, bazen nedenini bile bilmezsiniz. Saniyeler sonra herkes güler. Bu neden oluyor? Gerçekten de, gülmek neden bu kadar bulaşıcıdır?

Ancak, bu garip ve evrensel fenomenin istisnaları vardır. Aslında, herkes bu sağlıklı “bulaşma” biçiminden etkilenmez. Gerçekten de, diğer çocuklar güldüğünde gülmeyen, antisosyal davranışları ve belli bir duygusal duyarsızlığı olan çocuklar var. Gerçek kahkahalara tepki vermeyen yetişkinler de varPeki bunun nedeni ne?

“Gülerek geçirilen zaman, tanrılarla geçirilen zamandır.”

– Japon atasözü

Gülmek neden bu kadar bulaşıcıdır? Bilimin cevabı var

Kahkahaların iyi bir şekilde iletilmesinin evrimsel bir amacı vardır. Başka bir deyişle, bundan etkilenmeniz doğaldır. Aslında, Amerika’daki ünlü filozof, psikolog ve psikolojinin babası William James, mutlu olduğumuzda güldüğümüzü ve karşılığında gülmenin de bizi mutlu ettiğini öne sürmüştür. Gülmeyi ve gülümsemeyi yöneten nörofizyolojik mekanizmalar iki şeyi yapmaya çalışır. Hem refahı hem de sosyal bağlantıları teşvik ederler. Çünkü bundan daha güçlü bir jest yoktur. Aslında, kendinize gülmenin neden bu kadar bulaşıcı olduğunu sorarsanız, açık ve net bir cevap vardır. Bunun amacı, sosyal ve duygusal olarak birbirimizle bağ kurabilmektir.

Kahkaha, endojen opioidleri serbest bırakır – bu bağımlılık yapar ve buna bayılırız

Arkadaşlarınızla, ailenizle veya eşinizle gülmekten daha ödüllendirici çok az şey vardır. Ayrıca, iş arkadaşlarınızla komik bir şeye güldüğünüz anlar her zaman son derece ödüllendiricidir. Hatta bağımlılık yaptıklarını bile söyleyebilirsiniz.

Aslına bakarsanız bunun bir nedeni var. Sosyal kahkaha, beyninizde deneyimi ödüllendirici olarak görmenizi sağlayan opioidleri serbest bırakır. Finlandiya’daki Turku Üniversitesi bu gerçeği açıklayan bir araştırma yaptı. Bu çalışmada, bu iyi olma anlarının singulat ve orbitofrontal korteksleri harekete geçirdiğini ve böylece insanlar arasındaki bağlantıyı desteklediğini öne sürüyorlar. Ayrıca, bu çalışma daha da merak uyandıran bir şeyi ortaya çıkardı. Bazı insanların beyin bölgelerinde daha fazla opioid reseptörü olduğu bulundu. Bu, bu insanların bulaşıcı kahkahalardan etkilenme olasılığının çok daha yüksek olduğu anlamına gelir.

Biriyle “doya doya güldüyseniz”, onunla tekrar birlikte olmak isteyeceksiniz

Kahkahaların neden bulaşıcı olduğunu hala merak ediyorsanız, işte başka bir ilginç gerçek. Kahkaha fenomeni hakkında, aşağıdakileri belirten yazılı olmayan bir nörobiyolojik yasa vardır: Çok güldüğünüz biriyle tanıştıysanız, büyük olasılıkla onu tekrar görmek isteyeceksiniz. Dahası, gülümsemeleri ve kahkahaları ne kadar çok paylaşırsanız, o kişiye o kadar yakın olursunuz. Bu, şüphesiz yakın ve özel arkadaşlarınızla deneyimleyeceğiniz bir şeydir. Kahkaha sadece  beyninizde opioid ve endorfin salgılayarak hoş bir etkiye sahip olmakla kalmaz. Ayrıca, birisiyle bir kahkahayı paylaşmak çok rahatlatıcıdır. Mutlu ama aynı zamanda rahatlamış hissedersiniz. Aslında, stresiniz azalır ve “suç ortaklığı” artar. Sosyal bağlarınızın kalitesini oluşturan şey budur.

Karşılıklılık, duygusal rezonans, empati ve kahkahaların bulaşıcı olma nedeni

Kahkahaların neden bulaşıcı olduğunu açıklayan nörobiyolojik mekanizmalar hem ilginç hem de açıklayıcıdır. Örneğin, ayna nöronlar olmadan bu bulaşmanın mümkün olmayacağını biliyoruz. Ayna nöronlar, davranışları taklit etmenize izin veren ve karşılığında başkalarıyla duygusal bağınızı destekleyen sinir hücreleridir. Kahkahaların bu kadar bulaşıcı olmasının nedeni duygusal rezonansınızda yatmaktadır. Başka bir deyişle, gülerek yaydığınız olumlu duygular, bu özel duruma bağlanmak için empatinizi harekete geçirir. Sonunda ayna nöronlarınızın gücüyle onu taklit edersiniz. Aslında, başkalarında gözlemlediğiniz aynı duygusal coşkuyla kucaklanmanıza izin veriyorsunuzdur.

Psikolog Valeria Sabater

Merhamet, bir başkasının ızdırabını anlama ve onu hafifletme ya da azaltma arzumuzdur. Merhamet kavramı, empatiden daha basit ve daha yoğundur, çünkü bizi, başka birinin acı çekmesine son vermek için yardım etmeye davet eder. Öte yandan öz-şefkat, bize, özellikle de planladığımız gibi gitmedikçe, kendimize merhametli bir tutum takınmamızı sağlar. Merhametin nasıl geliştirileceğini öğrenmek, suistimal etmediğimiz ya da kendimizi eğlendirmediğimiz sürece, günlük yaşamımızda daha mutlu ve memnun hissetmemize yardımcı olabilecek bir yetenektir.

Psikolog ve araştırmacı Paul Gilbert, merhamet etrafında dönen bir terapi oluşturdu. Başkaları için üzülmekle merhamet duymanın aynı olmadığını gösterdi. Daha ziyade, başkalarına yardım etmek için bize kendi acılarını hafifletmelerine yardımcı olacak şekilde bize yardım eden bir motivasyondur bu.

Şefkat bileşenleri

Merhamet sözcüğü, kelimenin tam anlamıyla, “birlikte acı duymak” veya “sempati duyguları ile başa çıkmak” anlamına gelir. Başkalarının ıstırabını algıladığımızda hissettiğimiz duygudur ve bunu azaltmak için dürtüsel arzuyu kışkırtır. Duygu farklı bileşenlere ayrılmıştır:

  • Başkalarının ıstıraplarının dikkatini ve değerlendirmesini ve bununla yüzleşirken hareket etme kapasitemizin tanınmasını kapsayan bilişsel bir bileşen.
  • Her bir kişinin ilgili tarafını uzlaşma ve acıyı ortadan kaldırmaya yardımcı olan eylemleri gerçekleştirme kararını içeren davranışsal bir bileşen.
  • Bizi içgüdüsel içgüdülerimizle hareket etmeye motive eden, bize kişisel tatmin duygusu veren duygusal tepkiler üreten bir duygusal bileşen. Psikolojik iyi oluşumuz, kısmen, başkalarıyla birlikte hareket ettiğimiz ilişkilere bağlıdır.

Şefkat kalplerimizi açar

Bu duygu, kendimizi başkalarının yerine koymak için kalbimizle bağlantı kurmamıza yardımcı olur. Duyguların kapısını açar, etrafımızdakilerin deneyimlerini yaşıyormuş gibi hissetmemize izin verir. Onları inciten ya da acı çeken şeyleri hissederiz.

Merhamet, ayaklarımızın dibine bakmayı bırakıp ve etrafımızda neler olup bittiğini görmemize yardımcı olur. Bu dünyada yalnız olmadığımızı, başkalarının da önemli olduğunu hatırlatır. Üstelik, ileri sürdüğü yardım samimi ise bize büyük bir iç barış duygusu getirecektir.

Merhametli olmak bizi başkalarına daha da yaklaştırır ve başkalarına yardım etmek için alçakgönüllülük ve yakınlık ile elimizden gelenin en iyisini yapma fırsatını getirir. İhtiyacı olan her şeyi önemsediğimizde, kalbimizi büyütüyoruz ve diğer samimi yardımları sunuyoruz.

Merhamet korkusu

Neden bu kadar çok fırsatımız olduğunda, merhametten daha fazla yararlanmıyoruz? Odağımız doğru yerde olmadığı için kendimize merhametli davranma fırsatı vermeyiz. Sosyal sinirbilim, doğal dürtünün yardım etmek olduğunu göstermiştir. Hemen bu duyguyu sunmaya hazırız. Öyleyse neden bazen yardım etmekten çekiniyoruz?

Merhamet duymak, farklı nedenlerle hareket etmekten çekinmemizi sağlayabilir. İşte bazı örnekler:

  • Başkalarının bizi reddetmesine neden olabilecek bir kırılganlık durumuna sokacak olan başkalarının acılarını hafifletmelerine yardım etmekten endişe ediyoruz.
  • Başkalarının ıstırabını gözlemlemek, hissetmek istemeyebileceğimiz üzüntüyü hissetmemizi sağlar.
  • Merhamet, bizi başkalarının ızdırabıyla bağlantı kurmaktan alıkoyan çözülmemiş çocukluk çağı yaralarını yeniden yaşamamıza neden olur.
  • Bu bağlantıyı kurduğumuzda bir başkasının ızdırabını unutamayacağımızdan endişe ediyoruz.
  • Dikkatimizi “daha önemli” olarak algıladığımız diğer şeylere odaklamak istiyoruz.

“Temel insan sorunu şefkat eksikliğidir. Bu sorun devam ederken, diğer problemler devam edecektir. Eğer çözülürse, daha mutlu günler bekleyebiliriz.”

– Dalai Lama

Öz-merhamet, kendimizi olduğumuz gibi kabul etme yeteneği

Öz-merhamet, içsel acılarımızı gerçekleştirerek, anlamını anlayabilmemiz ve onu kabul etmemize ve kendimizi sevgiyle tedavi etmemize olanak sağlayarak inşa edilir. Özellikle işler planlandığı gibi gitmediğinde, kendimize karşı sevgi dolu bir tavrı geliştirmenin bir yoludur.

“Dünyada görmek istediğiniz değişim olun.”

– Gandhi

Merhamet bizi topluma bir dönüşüm kuvveti olarak bakmaya ve iç mekana dışarı taşımaya davet ediyor. Kendimizi eleştirme ve yargılama ile doldurmak yerine, kendine merhamet duymayı, iyiliksever olmamızı ve içimizde bizi seven ve her gün koruyan sevgi dolu bir yetişkin olmamızı sağlıyor. Acı çekmek, bizi insanlıktan uzaklaştırmak yerine şefkatle birleştirir.

Merhamet geliştirmek için 4 adım

Başkalarının ızdırabını algılarsak ve kendi kendine merhamet duygusunu yaşarsak, acı çekmeye bakışımızı eğitmemiz gerekir. Tek yapmamız gereken, farkında olmaktır, yalnız olmadığımızı, her zaman yardıma ihtiyacı olan başkalarının olduğunu fark etmektir. Başımızı çevirmemeliyiz. Bu, acı ile temas ettiğimizde, duygularımız tarafından bunalmış hissedilebileceğimizi işaret eder. Bu bizim ikinci görevimizdir, şefkatle hareket ettiğimi zaman içimizde doğan duyguları yönetmeyi öğrenmek.

Acıyı algılayın

Kişinin kendi ızdırabını ve başkalarının acısını algılaması, merhamet duymanın ilk adımıdır. Bunu yapabilmek için kalplerimizi açmalıyız, böylece duygularımızla iletişim kurabilelim. Örneğin, eğer sokakta yürürken birisinin acı çektiğini görüyorsak, bizim sorunumuz değilmiş gibi geçip gitmek yerine bir an için o acıyı tam olarak algılamaya çalışmalıyız.

Başkalarının acılarını değerlendirin

Bu becerileri yargılamadan uygulamak önemlidir, çünkü aksi takdirde merhamet hissedemeyiz. Acıyı algılamanın bir önceki adımını tamamlamamış olsak da ortaya çıkmaz. Örneğin, kişinin acılarını hak ettiğini düşünürsek, merhamet görünmeyebilir.

Duyguyu tamamen hissedin

Kendimizi duyguya açmak, kendimize o duyguyu tamamen ve kendisiyle birlikte gelen diğer hislerle hissetmeye izin vermek anlamına gelir. Bize bazı acı ve rahatsızlık verse bile. Kendimizi merhametle taşımamıza izin verirsek, derin bir iyilik hissine varabiliriz. Örneğin, haberlerde bizi etkileyen bir şey görürsek, ağlamak ve o duyguları engellememek için kendimize izin vermeliyiz. Bu sayede merhamet hissetmek için özgür olacağız.

Harekete geçin

Başkalarının acılarını algılayabildiğimizde, bu acının büyüklüğünü değerlendirip sansürsüz olarak hissetmeli ve harekete geçmeliyiz. Bu hissi tamamen içimizde tutamayız. Örneğin, bir arkadaşının veya aile üyesinin ıstırabını hafifletmeye çalışmakla işe başlayın. Onlara ihtiyaç duydukları duygusal desteği verin.

Merhametin olumlu etkileri

Merhamet duyduğumuzda bunun toplum ve kendimiz için birçok olumlu etkisi olur. Dalai Lama için, merhametin gücü şunlara olanak sağlar:

  • Empati, etik ve kişisel gelişime odaklanan eğitim türünü teşvik etmek
  • Toplum için daha adil olan yeni ekonomik sistemler yaratmak
  • Tek bir insan türü olduğumuzu kabul etmek, biz/ onlar ya da üstün/aşağı ayrımının yoktur.
  • Şiddet yerine diyalog ve iletişim geliştirmek.
  • Tüm alanlarda daha fazla şeffaflığa izin vererek toplumsal eşitsizliği azaltmak
  • Önyargı ve yolsuzluğa ek olarak kültürel farklılıkları sona erdirmek

Yaşamımıza merhamet kattığımız takdirde, önemli değişiklikler göreceğiz. Acı çeken birini hayal etmeyi deneyebilir ve vücudumuzda bunun neden olduğu etkileri görebiliriz. Bu kişiye nezaket ve merhamet duygularını yollayın ve ne kadar farklı hissettiğinizi görün. Sonra sizi pek sevmeyen birine iyi hisler göndermeye çalışın ve nasıl hissettiğinizi görün.

Farkındalık , başkalarına transfer edebileceğimiz bu merhamet ve şefkati geliştirmemize yardımcı olur. Merhamet geliştirmek için, özel istişare odamızda sanki bir zihinsel alan yaratmak zorundayız. Burada başkalarının acılarını algılayabilir ve harekete geçebiliriz. İşte böyle başlayacağız. Herkes daha adil ve cömert bir dünya inşa etmek için üzerine düşeni yaparak.

Değişen toplum, kendimize daha iyi davranmak da dahil olmak üzere birbirimize daha iyi davranmakla başlar. Herkese karşı empati ve merhamet pratiği yapmak. Bugün başlamamak için bahanemiz olmamalı. Merhameti ne kadar çabuk yaşamaya başlarsak, büyük mutluluk ve esenliği günlük hayatımızda o kadar yoğun hissedebiliriz.

Psikolog Adriana Reyes Zendrera

Sezen Aksu’nun şarkı sözleri ergenlik dönemini ne kadar güzel anlatıyor değil mi. Küçüğüm daha çok küçüğüm, bu yüzden bütün hatalarım, öğünmem bu yüzden, bu yüzden kendimi özel önemli zannetmem. Küçüğüm daha çok küçüğüm, bu yüzden saçmalamam, yenilmem bu yüzden, kendime hala güvensizliğim. Ne kadar az yol almışım, ne kadar yolun başındaymışım meğer, elimde yalandan kocaman oyuncak zaferler. Küçüğüm daha çok küçüğüm, bu yüzden korkularım, gururum bu yüzden, bu yüzden çocuk gibi korunmasızlığım. Küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden sonsuz endişem, savunmam bu yüzden, bu yüzden küçük bir iz bırakmam için didinmem. Küçüğüm daha çok küçüğüm…

Gözlerinizi kapatın ve ergenlik döneminizi hatırlayın: Hayatınızın en harika, coşkulu, heyecan dolu tutkulu, ama aynı zamanda da en kaygılı, huzursuz ve depresif dönemlerinden biri olduğunu anımsamakta zorlanmayacaksınız. Kimi zaman “delikanlı, kanı kaynıyor” diye övüldüğümüz, kimi zaman da, “şimdiki gençlerin akılları da bir karış havada canım”, diye ayıplandığımız bir dönemdi ergenlik dönemimiz. Değişen bedenimizi tanıdığımız, aslında kendimiz üzerinden dünyayı tanıyıp yeniden adlandırmak istediğimiz bir dönemdi aynı zamanda. Çocukluktan erişkinliğe geçerken bütün insanların yaşadığı sorunları yaşıyorduk, ama nedense yine de kimse bizi anlamıyordu. Hem yalnız kalmak istiyorduk hem de bir yerlere ait olmak, kimsesiz kalmamak… Aşkı, üzüntüyü, öfkeyi, hayal kırıklığını o dönemde tattık. Hatta aramızda bazılarımız, keşke olmasaydı dediğimiz şeyleri de yaptık. İyisiyle kötüsüyle bizi biz yapan şeyleri, daha da önemlisi yaşam boyu sürecek dostlukları bu dönemde bulduk. Bu dönem bizim ergenlik dönemimizdi.

‘Ergenlik kulübü’, hepimizin bir dönem üyesi olduğu bir kulüp. Bu kulüpten geçmeden ‘erişkinler dünyasına’ geçiş yok. Kulüp eski ama üyeler hep yeni, bizler anne babamızın ergenlik döneminden farklı ergenler olduk, bizim çocuklarımızda bizden farklı yaşayacak, ama ergenlik olgusu hiç değişmeyecek.

Ergenlik döneminde, genç bir yandan büyümek için sabırsızlanır ancak çocuksu davranışlardan sıyrılamaz. Bu dönemde genç ne çocuktur, ne de yetişkin… Bazı durumlarda genç ailenin gözünde “sen çocuksun, anlamazsın” diye eleştirilirken, bazen de “sen artık adam oldun, bunları yapabilmen lazım” şeklinde uyarılır. Aileler kendi gençlik dönemlerinde yaşadıkları zorlukları kolayca unuturlar. Genç ile aile içinde çatışmalar başlar. Bu evrensel ve doğal bir süreçtir.

Ergenler Neden Aileleri İle Çatışır?

Ergenler bağımsızlık arayışındadır. Kendi seçimlerini yapmak, kendi yaşamını düzenlemek ve bunu da kendi başına yapmak istemektedir. Aileden ayrılıp bağımsızlığı başarabilmek için, gencin gözünde anne baba ideal olma niteliklerini kaybeder. “Annem babam her şeyi bilir” düşüncesinin yerini yavaş yavaş, “annem babam nereden bilecek, onların dönemi geçmişte kalmış, ben onlardan daha iyi bilirim” düşünceleri alır. Bağımsızlığa gereksinim duyan genç için ev, çoğu zaman anlaşmazlığın ve çatışmaların ortaya çıktığı bir yer olarak görülmeye başlayabilir. Ergen, bağımsızlık arayışında davranışları ile şunu söylemektedir ‘’ Ben sizden farklıyım, bunu göstermek istiyorum, sizin olmamı istediğiniz kişi değil, kendi istediğim kişi olmak istiyorum”. Yaşadıklarını anlamak ve kendilerini dinlemek için yalnız kalma gereksinimleri vardır.

Mahremiyet Arayışı

‘Mahremiyet’ kendine ait özel bir dünyası olması demektir. Artık aile ile her şey paylaşılmaz her şey anlatılmaz. Ergen ebeveyne bağımlılıktan kurtulup kendi kimliğini bulmak ister. Bunun için de aileden uzaklaşmaya, yalnız kalmaya ihtiyacı vardır. Zaman zaman içine kapanır. Odasına kapanır, kimseyle konuşmaz, odasına kimseyi sokmaz. Ergen yalnız kalmayı ister, ancak arkadaşlarından kopmaktan, arkadaşları tarafından dışlanmaktan korkar. Seçilmiş arkadaşlar çok önemlidir. Seçilmiş sırdaşlarla bütün sırlar paylaşılır. Mahremiyetine saygı duyulmasını ister, onun için odasına girilmesi notlarının okunması, sakladığı şeylerin araştırılmasına büyük tepki verir. Aile bu evrede çocuklarının kendilerinden uzaklaştığını görür ve ne yapacağını bilemez. Ailenin de kaygıları artar. Mahremiyetle saklanan şeylerin ne olduğunun bilinmemesi ailenin korkusunu artırır, çocuğunu kontrol etmeye çalışır. Ergen ailenin her istemini baskı olarak algılar, ailede ergenin her istediğini isyan olarak algılar. Çatışmalar başlayabilir..

Kimlik Arayışı Bedeni, çok kısa bir süre içinde yetişkin görünümü alan ergen, artık anne babadan ayrı bir kimlik geliştirmeye çalışır. “Ben kimim?”, ‘Nasıl biri olmalıyım?’ “Yaşamdaki amaçlarım neler olmalıdır?” gibi sorularla kendini sorgular. Geleceğe dönük kararlar almaya ve benliğini oluşturmaya çalışır. Daha önceden güvenilen ve kabul edilen her şey yeniden sorgulanır. Geçmişteki özdeşim örneklerini (kendine örnek aldığı kişiler, anne baba, öğretmen vb.) yeniden değerlendirir, süzgeçten geçirir. Kendine yeni özdeşim örnekleri bulur (arkadaşlar, sporcu, pop yıldızı…) Özdeşim denemeleri, gencin kendi üstüne en yakışacak elbiseyi bulana kadar elbise çıkarıp giymesine benzer. Kimliğin oluşması süreci aslıda ergenlikten çok önce başlar. Önceki dönemlerde başarılı sonuçlar alınmış olması, aile ile iyi bir iletişiminin olması, yetişkin kimliğine geçişi kolaylaştırır. Genç, toplum içinde kendine uygun bir rol bulursa sağlıklı bir kimlik kazanır. Bunu başaramayan ergenlerdeyse kimlik krizi devam eder. Pek çok denemeyle bu kriz çözülmezse, ergen kimlik kargaşasına düşebilir ya da olumsuz bir kimlik geliştirebilir.

Kimlik Gelişiminde Arkadaşlar Neden Önemlidir?

Arkadaş edinememek, bir ergen için son derece önemli bir başarısızlıktır. Ergen için arkadaş edinmek gereklilik değil zorunluluktur. Bağımsızlık arayışında, ailenin güvenli kollarından uzaklaşırken, karşılaşacağı tehlikelere karşı onu kimin koruyacağı korkusunu da yaşar. Ergen bir yandan bağımsız olmak isterken, bir yandan da nasıl bağımsız olacağını, bağımsız olanların ne yaptığını, nasıl davrandığını bilememektedir. Bunun için kimlik modellerine (arkadaşlar, yaşıt grupları) ihtiyaç duyar. Yakın arkadaşlıklar ergenlerin kendilerini ve diğerlerini anlamalarını, ergenlikteki stresle baş etmelerini sağlar. Ergenlerin kendisini tanıması için benzerlerine ihtiyacı vardır. ‘Ben kimim?’ sorusunun cevabını aramaktadır. En rahatlatıcı cevap “Ben onlardan biriyim” olacaktır. Ergen grupları, konuşma tarzları, giyimleri ve davranışlarıyla birbirlerinden ve yetişkinlerden ayrılır. Benzeşme döneminde arkadaşları gibi yapar, onlar gibi giyinir, onlar gibi konuşur, onların güldüğüne güler, kızdığına kızar. Artık o grubun üyesidir. Bu gruplar, ergenin kendine uygun bir “kendilik” duygusu oluşturmasında aileden bağımsız bir ortam sağlar.

Ergenin kendisini tanımasının diğer bir yolu da arkadaşları ile yarışmaktır. Bu yarışma onun kendi gücünü ölçmesi için gereklidir. Arkadaşları arasındaki durumu, onun bu yarıştaki başarısını veya başarısızlığını belirler. Bu grubun içinde en zeki midir? En esprili midir? En popüler midir? Bu yarışın içinde kendi hakkında bir düşüncesi oluşur. Çünkü insanın kendi dışındakiler tarafından nasıl görüldüğüne ilişkin bilgiye şiddetle ihtiyacı vardır. Henüz kendi kişiliğini tanıyamamış, kimliğini bulma aşamasındaki ergen için başkaları tarafından değerlendirilmek son derece önemli bir gereksinimdir. Bu değerlendiriliyor olma ergenin davranışları konusunda son derece etkilidir. Bu etkiyle ergenler, kendisini de kendisini tanıyanları da şaşırtan birçok şey yapabilirler.

Bir gruba ait olmak, ergen için çok önemlidir. Grup etkisiyle bireysel özelliklerinden uzaklaşır sanki kendi kimliğini yitirir “kimliksizleşir” ve gurubun denetimine girer. Bazen grup üyeleri birbirini cesaretlendirerek yüksek risk almayı kolaylaştırabilir ve grup içindeki kişiler, kendilerini “grup koruması” denilen bir koruma duygusu içinde bulabilir. Gurup etkileşimi ile tek başına olduğu zaman yapmayacakları şeyleri bir grupla birlikte iken yapabilir. Sigara, içki içme gibi davranışlarda bunun etkisi büyüktür.

Benzer sorunlara sahip olmak bir yakınlaşma sebebidir. Ailesi ile anlaşamıyor olmak, okulla ilgili sorunlar yaşamak, herhangi bir olayla başı derde girmiş olmak, anne baba ayrılığı yaşamış olmak gibi sorunlara sahip olanların, birbirine yaklaşması doğal bir sonuçtur. Bu gibi sorunları yaşayanlar büyük olasılıkla “kendilerini anlayan biri” olarak gördükleri arkadaşlarına yaklaşmaktadır. Bu gruplarda benzer sorunları olanlar birlikte bulunmaktan çok hoşlanmaktadır. Ancak çoğunlukla sorunlarını konuşmayı, çözüm bulmayı tercih etmezler. Havadan sudan, onları eğlendirecek, sorumluluklarından uzaklaştıracak şeylerden bahseder, böylelikle sorunlarından ve sorumluluklarından kurtulmuş gibi hissederler.

Aileler Ne Yapmalı, Ne Yapmamalıdır?

Ergenlerin arkadaşlığı her düzeyde desteklenmelidir, arkadaşlarla geliştiği ve sosyalleştiği bilinmelidir. Arkadaşların olumlu etkileri yanında, grup etkisiyle yanlışlar yapılabileceği konusunda ergen bilinçlendirilmelidir. Aileler çocuklarının arkadaşlarını, çocukları ile konuşarak tanımalıdır. Bunun için çocuğun cep telefonu, bilgisayar, günlük benzeri özel eşyalarını karıştırmak yanlıştır. Sorumluluk gelişimi kazanmış genç, her yaptığından kendisinin sorumlu olduğunu; mazeretlerin, suçu başkalarına atmanın bireyin sorumluluğunu ortadan kaldırmadığını bilir. Bize göre çocuğumuzun yanlış arkadaş seçmek gibi bir tutumu varsa, çocuğumuzda nasıl bir sorun olduğunu düşünmenin zamanı gelmiştir. Oğlumuz ya da kızımızın neden böyle arkadaşlar seçtiğini anlayabilmek çözümün anahtarıdır. Çocuğumuzda ya da kendimizde hata bulamıyor, “arkadaşlarına uydu aslında böyle bir çocuk değil” diyor ve bu konuda yardım almayı erteliyorsak bunun sebebi çocuğumuzla ilgili beklentilerimiz nedeniyle çocuğumuzu kusursuz görmeye çalışmamız olabilir.

Yanlış bir arkadaş grubunda olan bir gençle sürekli tartışmak, arkadaşlarına uyuyorsun demek onları kötülemek çocuğumuzu bizden uzaklaştırır. Yalnızlık ve mutsuzluk nedeniyle o gruba daha fazla bağlanmasına sebep olur. Anne baba olarak sakin olup çocuğumuzun sıkıntısını anlamaya çalışmak, ona sevgimizi göstermemiz gerekir. Arkadaşlarını eleştirmeden onun sorunlarına destek olmak, işbirliği ile sorunların nasıl çözüleceğini bulmaya çalışmak, bu konuda kendi yanlışlarımızı da düşünmek ve gerekirse sorunlar daha da büyümeden aile olarak çocuk ve ergen psikiyatristinden destek almayı ertelememek önemlidir.

Bugün ergenler ebeveynlerinden daha iyi imkânlarda yaşıyor, daha çok şey istiyor, daha çok seçeneğin karşısında olduğunu biliyor. Ama daha çok korkuyor, daha çok kaygı duyuyor. Çünkü geçmişe göre daha karmaşık bir dünyada yaşıyor. Ellerinde daha çok iletişim aracı var ama gençler daha yalnız. Bu nedenle çocuğumuza sadece ondan beklediğimiz istediğimiz şeyleri, korkularımızı bildirmek değil, onunla konuşmak, daha çok paylaşmak gerekir. Yani çocuklarımızla sağlıklı iletişim kurmamız gereklidir.

Ergenle Sağlıklı İletişim

Ergenlik döneminde çocuğunuzun artık eskisinden farklı ve kendine özgü bir birey olduğunu kabullenmelisiniz. Onunla iletişim kurma tarzınızda ve tutumlarınızda belirli değişiklikler yapmalısınız. Bu dönemi sakin ve huzurlu bir biçimde çocuğunuzla birlikte ancak bu şekilde atlatabilirsiniz.

Ailelerin çoğu “çocuğumuz bizimle hiçbir şeyi paylaşmıyor, gizliyor” derler. Gençlerin çoğu da “aileme anlattığım zaman beni dinlemiyorlar, ne söylesem hemen tepki veriyor kızıyor ya da nasihat ediyor”, “beni anlamıyorlar bende hiçbir şeyi anlatmıyorum” diyor.

İyi bir dinleyici olabilmek; iyi bir iletişim için çok önemlidir. Ne kadar kızgın ve endişeli olursak olalım duygularımızı kontrol edip, ani tepki vermeden, nasihat etmeden, etiketlemeden, yorum yapmadan, sözünü kesmeden, hemen öneri getirip çözüm bulmaya çalışmadan dinleyebilmeliyiz. Onunla konuşurken geçirdiğiniz zamanın en az 2 katını onu dinleyerek geçirin. O konuşurken başka bir işle uğraşmadan, onunla göz teması kurarak onu dinleyin. Bunlar çocuğunuzu bir şeyleri paylaşma konusunda cesaretlendirir. Çocuğunuzu dinlemek, ‘’Ben ailem için önemliyim, benim düşüncelerime değer veriyorlar, beni anlamaya çalışıyorlar” diye düşünmesini sağlar. Daha sonra çocuğunuz da sizin konuşmanızı dinleyip anlamaya ne düşündüğünüzü anlamaya çalışacaktır. Çocuğunuz bir şey anlatırken onun beden dilini gözlemleyin ne hissettiğini anlamaya çalışın. Onu dinlerken cevaplamaya çalıştığımız soru, “Çocuğum ne hissediyor, ne düşünüyor, benden beklentisi nedir?” olmalıdır. Cevabı bulduğunuzda, “-sanırım, -anladığım kadarıyla, gibi sözlerle başlayan cümleler kurup ve çocuğunuzdan onay alın. Duygusunun anlaşılması, yani onunla empati yapabilmeniz, bunu ona iletmeniz, hem çocuğunuzun kendi duygularını adlandırmasına yardım edecek hem de sakinleşmesini, rahatlamasını sağlayacaktır.

Yansıtıcı sorular sorun. “Anladığım kadarıyla söylediğin şey şu” veya “Şunu mu söylemeye çalışıyorsun” gibi sorularla, çocuğunuzun söylediğini, anladığınız biçimde tekrar edip, doğru anlayıp anlamadığınızı kontrol edin. Bu yanlış anlaşılmayı engelleyecektir.

Çocuğunuzun sizi dinlemesini istiyorsanız onu anladığınızı ifade ettikten sonra en son kendi duygu ve düşüncelerinizi paylaşın.

Kendi duygu ve düşüncelerimizi nasıl ifade ettiğimiz, konuşma sırasında takındığımız tavır da çok önemlidir. Konuşmaya çocuğun konu hakkındaki fikirlerini kötüleyerek suçlayarak başlarsak iletişim baştan kesilir.

Ben diliyle konuşabilmek. Ebeveynler çocuklarının beğenmedikleri, onaylamadıkları, kendilerini ya da başkalarını rahatsız eden davranışları karşısında onlara uyarılarda bulunur. ‘’Sözümüzü dinleseydin bunlar başına gelmezdi”, ‘’çocuk gibi davranıyorsun”, ‘’hiç sorumluluk almıyorsun”, ‘’eve geç geliyorsun, beni kızdırıyorsun,” gibi. Tüm bu uyarıların ortak noktası – sen dilini – kullanarak yapılmış olmalarıdır. Bu şekilde iletişimde genç kendi hatalı olsa bile suçlandığını düşünür, öfkelenir, saldırı olarak görür, direk savunmaya geçer ve bizi dinlemez. ‘’Ben dili” kullanılarak yapılan konuşmalarda ise anne babanın gencin davranışı karşısında ne hissettiğini iletir. (…..yaptığında, ben ….. Hissediyorum, çünkü …..). (davranışın tanımı, ebeveynde yaratığı duygu, davranışın ebeveyn üzerinde somut etkisi ifade edilmiş olur). Eve geç kalan gence ‘bu saate kadar nerde kaldın, neden haber vermedin?’ diyerek bağırmamız, onun da direk savunmaya geçmesine ‘’ben çocuk muyum, neden karışıyorsunuz, herkes bu saatte geliyor” şeklinde kendini savunmaya geçmesine neden olur. Hem tartışırız hem de bu davranışın tekrarlamasını engelleyemeyiz. ‘’Eve habersiz geç geldiğinde çok endişeleniyorum, çünkü başına bir şey geldiğini düşünüyorum, bu sorunu çözmek için ne yapabiliriz” diye konuşursak bizi dinlemesini, anlamaya çalışmasını sağlayabiliriz.

Sorunları Nasıl Konuşmalıyız

Öfkeli anımızda yapacağımız konuşma genellikle sonradan çok pişman olacağımız konuşmadır. Öfke kontrolümüzü sağladıktan sonra, uygun yer ve zamanda “duygularımı seninle paylaşmak istiyorum, çünkü ilişkimize değer veriyorum”, ‘’Olayları yanlış algılamış veya yanlış yorumlamış olabilirim”, sana konuları ne açıdan ele aldığımı ve ‘’neler hissettiğimi anlatmak istiyorum”, daha sonra senden ‘’kendi bakış açını anlatmanı istiyorum” diye söze başlarsak çocuğumuzun bizi dinlemesini sağlayabiliriz.

Endişelerinizden bahsederken ne gördüğünüzü, ne duyduğunuzu ve bunu nasıl yorumladığınızı, duygularınızı ve neye üzüldüğünüzü anlatın. Sizi üzen olaya odaklanın ve sakın daha önce yaşadığınız benzer olaylardan bahsetmeyin, geçmiş olayların tekrar gündeme getirilmesi bu olayın da çözümsüz olmasına neden olur.

Öfkeli Ergenle Nasıl İletişim Kurulabilir?

Ergenler hata yapabilir, iyi bir anne baba olmanın yolu ergenler hata yaptığında doğru davranabilmektir. Çocuklarınız size öfkeyle bağırıp çağırıyorsa kendinize sormanız gereken soru ‘bu davranışı kimden öğrendi?’ olmalıdır. Çocukların öfkelerini kontrol altına almak için önce kendi öfkemizi kontrol altına almayı öğrenmeliyiz.

Çocuğunuz öfkesini dışa vuruyorsa soğukkanlılığınızı kaybetmeyin. ‘benimle böyle konuşamazsın, kes sesini, odana git’ şeklindeki konuşmalar bu öfkeyi daha artırır.

Onu sakinleşince dinleyebileceğinizi söyleyin. Sakinleştikten sonra onu dinleyip ‘sen benim ….yapmama kızmışsın’ şeklinde bir konuşmayla onu anladığınızı gösterdikten sonra kendi bakış açınızı ve duygularınızı paylaşın.

Kişiliğine yönelik ağır sözler söylemeyin, çünkü kendini savunmaya geçer, size öfkesinden yaptığı hatayı yeterince göremez, ‘ zaten beni hiç anlamıyorlar, baskı yapıyorlar ben de onların dediklerinin tam tersini yapacağım’ diye düşünür.

Ben her şeyi bilirim tavrında olmayın. ‘bence……. yapmalısın’ yerine ‘mesela ….olabilir mi?’ diyebilmek önemlidir. Ondan farklı düşünüyorsak, ‘kararını verip sonuçlarını yaşayacak olan sensin ancak bu konuda yaşadığım kaygı ve sıkıntımı seninle paylaşmak istiyorum, bu yüzden…. yapmanın daha iyi olabileceğini düşünüyorum.’ Şeklindeki ifadeler bizi dinlemesini sağlayacaktır.

Ergen İletişim Kurmuyor, Konuşmak İstemiyorsa Ne Yapalım?

Anne babaların diğer bir yakınması da ‘bizimle konuşmuyor, ne düşündüğünü hissettiğini bilmiyoruz’ dur Anne baba çok müdahaleciyse veya ergen çoğu kez daha önce konuşmayı denediğinde sürekli eleştirilmiş, dinlenmemişse, ergen iletişim kurmak istemez. Böyle bir durumda, örneğin çocuk okulda kötü bir gün geçirmiş eve gelmiş ve eve sıkıntılı gelmişse. ‘gelecek hafta bugün ne olduğunu hatırlamayacaksın bile’ gibi telkinde bulunmak, ‘surat asıp oturacağına yürüyüşe çık’ gibi öğüt vermek’ onu rahatlatmaz. ‘Kötü bir gün geçirmişe benziyorsun “eğer konuşmak istersen ben her zaman buradayım ve seni dinlemek istiyorum” demeniz yeterlidir

Anne Babanın Gençle İlişkisi Ondan Beklentileri Nasıl Olmalıdır?

Günümüzde anne babalar, anne babalıkla ilgili daha çok okuyor, seminerlere katılıyor, kendi çektiği sıkıntıları çocuklarının çekmemesi için çaba harcıyor. Çocuklarımız eskiye göre artık daha çok ‘ilgi odağı’ olmuş durumda. Çocuklar, bütün emellerin yüklenildiği, bütün beklentilerin üzerine yöneltildiği, aşırı korunan, her dediği neredeyse yapılan ‘ailelerin biricik gözbebekleri’ olursa, kendi sorumluluklarını yeterince alamazlar. Çocuklar aşırı övülüyorlar, pohpohlanıyorlar, bütün bunlar da onların kendilerini oldukları gibi görmesini engelliyor. Oysa bir çocuk için yetişirken kazanılması gereken en önemli özellikler birisi “kendini olduğu gibi görebilmektir”. Kendi güçlü ve güçsüz yanlarını görebilmek, doğru ve yanlışlarını fark edebilmek, kendisini tanıyabilmek, anlayabilmek hangi durumda ne yapacağını ve ne yapmayacağını kestirmek için önemlidir. Aşırı ve haksız övgü ile yetiştirilen daha önce hiçbir güçlükle mücadele etmeyen çocuk, yapamadıkları karşısında şaşkına döner, Kendine kazandırılan yanlış özgüven uçar gider. Çocuk kendini güçsüz, yalnız, ne yapacağını bilemez durumda bulur.

Sevilen bir anne baba olmak adına, anne baba çocuğun her istediğini yaparsa, çocuklar anne babayı gereksinmelerini karşılaması gereken, her istediğini yaparak onları memnun etmesi gereken kişiler olarak görür. Bu şekilde yetiştirilen çocuklar kendi kendini kontrol yetisini kazanamaz, mutlu olamaz

Güvenilir anne baba olmak önemlidir. Çocuk anne babasına her zaman güvenmeli, desteğini hissetmelidir. Her yaptığının, yanlışlarının da onlar tarafından onaylanmayacağını, hatalarının sorumluluğunu kendisinin alması gerektiğini bilmelidir. Çocuğunuzun sorumluluklarını siz üstlenmeyin, yanlışlarının güvencesi olmayın.

Eğer çok korkulan, tehdit eden bir anne baba olursak, gencin yalan söylenmesine neden olabiliriz. Doğru olan ise; korkuyla değil, anne babaya duyulan saygıyla, onlara verilen değerlerle anne babanın söylediklerinin dikkate alınmasıdır. Gençle yakın olmak onu anlamak adına, sırdaş-arkadaş anne baba olmak da doğru değildir. Ona arkadaşı gibi değil, bizzat annesi gibi davranın. Her ne kadar arkadaş gibi davranmak kısa vadede kolay bir problem çözme yöntemi gibi görünse de, çocuğunuzun asıl gereksinim duyduğu şey arkadaş değil, bir annedir. O bunun farkına varmıyor olabilir, ancak kendisinden birkaç adım ötede duran bir rol modelinin paha biçilmez olduğunu zamanla anlayacaktır. Çocuğunuzla aranızdaki mesafenin yok olmasına asla izin vermeyin. Çocuklarıyla arkadaş gibi olduklarını, her şeyi konuşabildiklerini iddia eden ebeveynler, genellikle yapay bir anlaşma ortamı oluşturmak dışında bir şey yapmıyorlardır. Kızınızla kuracağınız sağlıklı ve güvenilir bir iletişim, uzun vadede onun sağlıklı bir kişilik geliştirmesinde önemli bir rol oynayacaktır.

“Aman baban duymasın” diye idare etmek, sırdaş olmak, yanlışlarını saklamak, aradaki mesafeyi, gerektiğinde denetleme, sınır koyabilme işlevimizi ortadan kaldırır. “Çocuğu seven, fark eden, önemseyen, ancak sınır koyabilen” anne baba olmak çok önemlidir. Çocuğu sevmek önemsemek, onu pohpohlamak, onun sahip olmadığı nitelikleri övmek değildir. Tam tersine onun yapabileceklerini desteklemek, yapamadıklarını aydınlatmak geliştirmesi için yol göstermek demektir. Anne baba olarak; çocukların yaptıkları yanlışları örtbas etmeden sonuçları ile onları ile karşılaştırmalıyız. Bu yanlışların neler olduğunu anlamalarına destek olacak biçimde davranmalıyız. Yanlışları yineleyeceği zaman neler yitireceğin açık biçimde anlatmamız gereklidir. Çocuklarımıza sorumluluk vermeliyiz. Bencillikten kurtularak başkalarını da düşünmelerini ve onlar için bir şeyler yapmalarını istemeliyiz. Her isteklerinin olamayacağını, kimsenin onların her istediğini yapmak zorunda olmadığını anlatmak ve bunları algılayacak biçimde yetiştirmek önemlidir.

Çocuklarımızı hayatımızın değil, refahımızın ortağı yapıyoruz. Gençler onlar hiç bir şey yapmasa da ailelerinin onlar için her şeyi yapacaklarını öğreniyor, kendisini hiçbir şey için zorlamıyor, sorumluluk almıyor, en önemlisi kendine güvenmiyor, sonuçta mutsuz oluyor. Çocuğunuzun sorumluluklarını siz üstlenmeyin. Unutmayın; çocuğunuz sorumluluklarını üzerine almazsa, asla yetişkin bir birey olamaz. Çocuğunuz, yetişkin bir birey olmanın yalnızca özgürlük ve bağımsızlık değil, aynı zamanda sorumluluk da demek olduğunu öğrenmeli. Çocuğunuzun sorumluluklarını üstlenmesine izin vermeniz, onun büyüdüğünü kabul ettiğinize dair bir mesajdır.

Ergenlerin bağımsız olmaları, sosyal değerlerden yoksun olmaları anlamına gelmez. Bağımsız olmanın “kendi kararlarını doğru vermeyi öğrenmek, doğru iletişim kurmak, başkalarının haklarına saygılı olarak kendi haklarını bilmek” olduğunu öğretmek gereklidir. Sorumluluk duygusuna sahip olmadan, başkaları ile birlikte yaşadığını kavramadan, doğru hedefler seçmeden bağımsız yaşanamaz. Bunun için aileler de doğru bir model olmak zorundadır.

Ergenlik döneminde gençler tüm bunlarla mücadele ederken bir yandan da orta öğretim sınavlarına, üniversite sınavlarına hazırlanıyor. Aileler çocuğu ile ilgili başarı beklentilerini ‘’daha iyi, daha başarılı, daha mutlu olması için” diye tanımlıyor. Ancak çoğu zaman ‘’anne babanın kendi beklentileri, yapmak isteyip yapamadıkları, kendi hedefleri ile bağlantılı” olarak çocuğa sınav konusunda baskı kuruyor, çatışıyor. Çocuğumuzla ilgili beklentilerimiz çocuğumuzun özellikleri, kapasitesi, kişiliği, amaçları, yetenekleri ile uyumlu olmazsa, hem kendimiz mutsuz oluruz, hem de çocuğumuzun mutsuz olmasına, kendini değersiz güvensiz hissetmesine neden oluruz. Beklentimiz başarıya değil, amaçlı planlı programlı, dürüst çalışmaya yönelik olmalıdır.

Ergenlik dönemi, bütün erişkin bireylerin yaşadığı tıpkı tırtılın koza içinde kelebeğe dönüşmesi gibi büyüme ve başkalaşma dönemidir. Bu dönemde gençlerin gereksinim duydukları şey, anlayış ve sabır. Kendini bulma yolundaki bir gence, anne babaların verebileceği en büyük şeyse sevgi ve destektir. Bu dönemdeki gençlerin, kendi kanatlarıyla uçmak isteyen, dünyayı zorluklarla dolu olsa da tanımak isteyen kişiler olduklarını unutmayalım. Her doğum süreci sancılı geçer. Ergenlik dönemi de çocukların, yetişkinlerin dünyasına doğdukları bir süreç. Bu süreci aşmanın anahtarıysa anlayış ve sağlıklı bir iletişimdir.

Ailelere Kısa İpuçları, Öneriler

  • Birlikte zaman geçirin, eğlence ve sohbet için zaman ayırın.
  • Siz veya ergen çocuğunuz sinirliyken tartışmayın, sakinleşmeyi bekleyin ve daha sonra yaptığı davranışla ilgili konuşun.
  • Okul ve okul dışında çeşitli faaliyetlere katılmalarını teşvik edin. İyi olduklarını hissettikleri durumlarda başarılı olmak için sarf ettikleri çabayı takdir edin.
  • Kariyer hedefleri ve seçimleri konusunda ergenlere yardımcı olun. Eğer fikirlerini sık sık değiştirirlerse hayal kırıklığına uğramayın. Yetişkinleri çalışırken izlemelerine imkan verin. Yapmak istemedikleri işi anlamanın, ne yapmak istediklerini anlamak kadar önemli olduğunu unutmayın.
  • Ergenlerin eve geliş saatine ve diğer aile kurallarına, karar ve düşünceleri ile katkıda bulunmalarına izin verin. Bu onların kendi davranışları için sorumluluk geliştirmelerine fırsat yaratacaktır.
  • Ergenlerin itirazlarına rağmen bu dönemde çocuğunuzun arkadaşlarının kimler olduğunun ve neler yaptığının farkında olun. Arkadaşlarının anne ve babası ile tanışın. Evinizde arkadaşları ile hoşça vakit geçirebileceği programlar düzenleyin.
  • Düzenli ve kuralları olan bir çevre sağlamaya devam edin Ergenlerin daha fazla özgür olmalarına izin verilmeli ancak bu onların kendilerini tehlikeye atacakları boyutta olmamalıdır. Şikayet etmelerine rağmen ergenler yetişkinlerin onlar için sağladıkları emniyet ve güven duygusuna ihtiyaç duyarlar ve bu konuda anne babalarına güvenirler.
  • Anlaşılmak ve önemsenmek ergen için çok önemlidir. Bunları bulamadığında iletişimi ve ilişkiyi daha fazla sürdürmenin anlamı olmadığını düşünür ve içine kapanır. Eğer çocuğunuzla ilişkilerinizi yetersiz buluyorsanız şimdiye kadar sürdürdüğünüz ilişki biçimini gözden geçirin.
  • Ergeni başkalarının yanında uyarmayın ve öğüt vermeyin. Bu tür paylaşımları çocuğunuzla yalnızken ve sorunsuz zamanlarda yapmaya özen gösterin.
  • Ergenlerin bağımsız hareket etme doğrultusunda verdiği tepkileri saygısızlık ve başkaldırı olarak yorumlamayın. Bunları yaşadığı değişimin bir parçası olarak değerlendirin.
  • Ergenlerin kıyafet, yemek, eğlence gibi seçimlerine saygı duyun. Kendi bakış açınıza uymuyor diye yargılamayın, eleştirmeyin. Bu; ergenin beni anlamıyorlar düşüncesiyle sizden uzaklaşmasına neden olacaktır. Bunun yerine onu rencide etmeden nedenlerini açıklayın.
  • Ergenin söyledikleri, her zaman söylemek istediklerini anlatmayabilir. Olaylara farklı duygusal tepkiler verebilir. Böyle durumlarda verdiği mesajın altında yatan duyguyu anlamaya çalışın.
  • Ergenle iletişimin sadece yetişkinden ergene doğru; yani tek taraflı olması durumunda ergenin kendi kişiliğini ortaya koyabilmesi için tek yolun otoriteye başkaldırmak olacağını unutmayın.
  • Bu dönemde, ergene en çok yardımcı olacak kişilerin anne-babalar olduğunu göz ardı etmeyin.
  • Tüm olumlu yaklaşım ve tutumlara rağmen, ergenle anne-baba arasında çözümsüzlük boyutunda ciddi gerginlikler yaşanıyorsa, uzman yardımına başvurmayı ihmal etmeyin.

Ne Zaman Yardım Almalıyız

Yanlış arkadaş gruplarını seçme, okul başarısında giderek düşme, okuldan kaçma, içe kapanma, öfke nöbetleri, ebeveynle, okulla ve toplumla ciddi çatışmalar, madde kullanımı, internet bağımlılığı, aşırı güvensizlik, sosyal ortamlara girememe, mutsuzluk, dikkat eksikliği, hiçbir şeyden zevk almama, sınav kaygısı, takıntılı düşünceler gibi şikayetler varsa ve çocuğumuzla iletişim kurmakta zorlanıyorsak zaman kaybetmeden Çocuk Ergen Psikiyatristinden yardım alınması gereklidir. Sorunları görmezden gelmek sorunların daha da büyümesine neden olur. Çocuklarımızın ergenlik dönemini sağlıklı geçirmesi mutlu yetişkinler olması dileğiyle.

Dr Deniz Tirit Karaca

Hepimizin dünya üzerindeki sınırlı zamanını en etkili şekilde kullanabilmeye dair içsel bir motivasyonu var. Daha kısa sürede daha fazla şey yapmak, zamanın hiçbir şey yapmadan geçip gitmesine izin vermemek ve kendimizi geliştirebilecek uğraşlarla meşgul olmak hepimizin en önem verdiği konular arasında. Üretkenliğin ve verimin en çok önem arz ettiği çalışma ortamlarında zaman yönetimiyle ilgili yapılan araştırmalar %40’ımızın tüm gününü üretken olmayan işlerle geçirdiğini gösteriyor. Peki, kalan %60’ın daha üretken olmasını sağlayan şey ne?

Zamanını çok daha üretken ve dengeli kullanabilen kişiler aslında yaygın kanının aksine kısa sürede çok iş yapabilen değil, bir günün tüm saatlerini çalışma ve mola zamanları için en etkili şekilde kullanabilen kişiler. Belirli rutinleri izlediğinizde ve daha da önemlisi kendi ihtiyaçlarınızın ve isteklerinizin ne olduğunu keşfettiğinizde zamanınızı çok daha iyi kullanabildiğinizi göreceksiniz. Dünyanın en üretken insanlarının günlük planlarından ve araştırmalardan yola çıkarak hazırladığımız bu günlük program akışı ve öneriler, kendi ihtiyaçlarınıza göre düzenlediğinizde zamanı optimum düzeyde kullanmanıza yardımcı olacaktır.

Bedenimizin gün ışığıyla birlikte uyandığı ve uyku sırasında topladığı enerjiyle tazelenmiş olarak güne başladığı sabah saatleri günün en üretken geçirilebilecek saatleri olarak biliniyor. Araştırmaların yanı sıra Laura Vanderkam’ın çok satanlar listesindeki kitabı “What the Most Successful People Do Before Breakfast” kitabında yer verdiği isimler de sabah saatlerini mutlaka rutin haline getirdikleri herhangi bir işle ya da aktiviteyle geçiriyor. Bitki çayı içmek, esnemek, duş almak, yürüyüş yapmak, günlük yazmak ya da biriken e-mailleri temizlemek… Sabah yapılabileceklerin ne olduğu kişiden kişiye değişse de, işin püf noktası her sabah aynı şeyi yaparak o şey her neyse ritüel haline getirebilmekte.

Örneğin, Vanderkam’ın kitabında yer verdiği isimlerden Elon Musk’ın sabah rutini ilk 30 dakikasını kahve eşliğinde önemli gördüğü mailleri okumak, sonrasında ise hızlı bir duş alıp ofise doğru yola çıkmak. Üretkenliğiyle bilinen bir başka başarılı isim olan Mark Zuckerberg erken kalkmayı sevmese de, uyandığı andan itibaren koşu, kahvaltı, giyinme ve işe gitme rutinini her gün aynı sırada sürdürüyor. Arianna Huffington uyanmak için çalar saat kullanmıyor. Birkaç dakikalığına da olsa meditasyon yapmadan ise asla telefonuna bakmıyor. Tony Robbins de uyanma saati belirsiz olan isimler arasında. Ancak kaçta uyandığı farketmeksizin uyandığı anda ilk yaptığı şey havuza atlayarak yüzmek. Dünyanın en zengin insanlarından biri olarak bilinen Jeff Bezos da uyanmak için beden saatine kulak verenler arasında. Uyandıktan sonraysa her sabah eşiyle kahvaltı edip günlük programını oluşturuyor.

Gördüğünüz gibi başarılı insanların ritüelleri arasında dağlar kadar fark olsa da ortak özellikleri her sabah mutlaka bir ritüele bağlı kalarak bu ritüeli sürdürmeye çalışmaları. İşin özü aslında ne yaptığınızdan çok yaptığınız şeyi her gün sürdürüp sürdürmediğinizle ilgili. Eğer sabahları izlediğiniz bir rutin yoksa, en azından başlangıç aşamasında sıfırdan bir sabah rutini yaratmak için şu önerilerimiz işinize yarayabilir:

Evde birlikte yaşadığınız herkesten önce uyanın. Biriyle birlikte yaşamıyor olsanız bile bildirimlerle dikkatinizin sürekli bölüneceği çalışma saatlerinizden birkaç saat önce uyanmaya çalışın. Dikkatinizin dağılmayacağı bu sessiz sürede önemli e-maillerinize geri dönebilir ya da e-mail temizliği yapabilir, kendiniz için okuma saati yapabilir, günlük yazabilir, meditasyon yapabilir ya da günün geri kalanını dikkatlice planlayabilirsiniz.

Egzersiz, meditasyon ve sağlıklı beslenme üçlüsünden en az biriyle güne başlayın. Kulağa çok klişe gibi geliyor olabilir ama yatağınızda yattığınız yerden sağlıksız abur cuburlarla beslenerek günün geri kalanı için ihtiyaç duyacağınız enerjiyi bulamayacağınız açıkça ortada. Dolayısıyla enerjinizi harekete geçirecek bu üçlüden en az birini mutlaka sabah rutininiz haline getirmeye çalışın.

Günün akışını çıkarın ve planlama yapın. Yapılan araştırmalar, günün ilk saatlerinde somut ve net hedefler belirleyerek tüm güne bu plan üstünden devam eden kişilerin hedeflerine ulaşmak konusunda %50 daha başarılı olduğunu, ve yaşamlarının kontrolünü diğerlerine göre %32 daha çok ellerinde tuttuklarını hissettiklerini gösteriyor.

Ajandanızı oluşturduktan sonra gözden geçirin. Bu yolla gün içinde neyle karşı karşıya kalacağınıza, hatta ne kadar stres yaşayıp ne kadar dinlenmiş hissedeceğinize dair bir ön hazırlık yapma fırsatı bulacaksınız. Ayrıca programınızdaki sıkışıklıkları ve çakışmaları görmek ve son anda stres yaşamamak için de programınızı gözden geçirmek harika bir sabah rutini olabilir.

Severek yaptığınız herhangi bir şeyle ilgilenin. Kahvaltı etmek, köpeğinizi yürüyüşe çıkarmak ya da herhangi bir hobinizle ilgilenmek… Sabahları güne mutlu başlamanın ve modunuzu yükseltmenin en iyi yollarından biri de sevdiğiniz işlerle ilgilenmek olacaktır.

Eğer güne başlarken sürekli olarak küçük görevler üstünde çalışıyorsanız, gün içinde daha büyük hedefleriniz üzerine çalışabilecek fırsatı bulmakta zorlanabilirsiniz. Bir önceki günden ya da sabah rutininizde o gün için yapacağınız en büyük üç sorumluluğunuzu listeleyin. Bu sorumluluklar yapılacaklar listenizin en üst sırasında olsun. Programınızın tamamını bu üç önemli sorumluluğa göre planlayın ve bu işleri aksatabilecek dikkat dağıtıcıları mutlaka ortadan kaldırmaya çalışın.

Örneğin, sabah saat 9-11 arasını ilk büyük göreviniz için ayırdıysanız, bu saatler arasında telefonunuzu ve tüm bildirimlerinizi kapatın. Çalışma ortamınız tek başınıza çalışmanız için uygun değilse, ses kesici bir kulaklık kullanın. Önemli olan nokta, günün büyük sorumlulukları üstünde çalışırken kulaklarınızı her şeye tıkamak ve sadece yaptığınız işe odaklanmak.

Çalışma programınızı en üretken olduğunuz saatlere göre planlarken kesinlikle atlamamanız gereken şeylerden biri de molalarınızı da etkili şekilde planlamak. Gününüzü daha üretken ve verimli şekilde geçirmek için sabah üretkenliğinizin yüksek olduğu zamanları önemli işleriniz üzerinde çalışarak geçirdikten sonra gün ortasında mutlaka çalışmaya ara verin. Çalışmaya mola vermek bu süreyi hiçbir şey yapmadan geçirmeniz anlamına gelmiyor. Örneğin, Twitter ve Medium’un kurucusu Evan Williams gün arasında verdiği molaları egzersiz yaparak kullanıyor ve eskiden sabahları egzersiz yaptığını ancak daha sonra bu rutini öğle molasına taşıdığını, böylelikle günün geri kalanında çok daha enerjik hissettiğini belirtiyor. Bussiness Insider’ın kurucusu Alexa Pipia da egzersizi öğle molasına taşıyanlar arasında. Siz de öğle saatlerinde çalışmaya verdiğiniz molaları size mutluluk ve enerji veren rutinlerle değerlendirebilirsiniz.

Bedenimizin biyolojik döngüsü olan sirkadiyen ritim nedeniyle öğleden sonraki saatlerde beyin sisi olarak adlandırılan, zihnin daha yavaş çalıştığı ve odaklanmakta zorluk yaşadığı durumu deneyimleyebiliyoruz. Bununla savaşmak ve çalışmaya odaklanmak için kendinizi zorlamak yerine biraz atıştırmalık tüketerek ve kısa süreliğine uyuyarak zihinsel enerjinizi yenileyebilirsiniz. Öğleden sonraki saatlerde programınızı yeniden gözden geçirebilir, tamamladığınız işleri yazabilir ve ne kadar ilerleme kaydettiğinizi değerlendirebilirsiniz. Bunu yapmak günün geri kalanı için ihtiyaç duyduğunuz motivasyonu kazanmanıza yardımcı olacak.

Öğleden sonraki saatlerde enerjiniz görece daha düşük olacağından, sizi zorlayacak ya da yaratıcı olmanızı gerektiren işler yerine bu saatleri fazla zihinsel efor gerektirmeyen, elinizi oyalayacak, hafif yoğunluktaki işlerinize ayırabilirsiniz. Telefon görüşmeleri ve toplantılar, bu saatlerde en etkili ve yorulmadan yapabileceğiniz işler arasında.

Hiçbirimiz verimli olmak ve sürekli üretmek amaçlı çalışan robotlar değiliz. Hepimizin kapasitesini etkili şekilde kullanabilmek, rahatlamak ve yenilenmek için gün içinde sık sık mola almaya ihtiyacı odluğu tartışmasız bir gerçek. Gün içinde ne kadar mola vermemiz gerektiği konusuyla ilgili yüzlerce farklı görüş olsa da, güncel bir araştırma en üretken insanlar listesinde %10’luk üst dilimde yer alan kişilerin ideal olarak 52 dakika çalışma ve 17 dakikalık dinlenme molalarını içeren bir rutini takip ettiğini gösteriyor. İş yaparken tükenmiş hissetmemek, yorulmamak ve bunalmamak için 52 dakika boyunca tam performans çalışmasanız bile 17 dakikalık dinlenme molaları vermeyi kesinlikle ihmal etmemelisiniz.

Twitter ve Square’in CEO’su Jack Dorsey, her iki şirkete de günde mutlaka 8’er saat ayırdığını söylüyor. Günde 16 saat çalışmayla nasıl üretken kalabildiği sorusuna cevabıysa her gün için ayrı bir tema yaratmak. Pazartesi günlerini yönetim toplantıları günü, Salı günlerini ürün geliştirme çalışmaları, Çarşamba günlerini pazarlama ve iletişim, Perşembe günlerini yazılım ve ortaklıklar, Cuma günlerini ise işe alım ve kurum kültürü olarak 5 ayrı temaya ayıran Dorsey, bu şekilde üretkenliğini koruduğunu ve her gün farklı bir iş yapmanın motivasyonunu ve enerjisini canlı tuttuğunu söylüyor. Benzer şekilde hafta sonlarını da temalandıran Dorsey, Cumartesilerini doğa yürüyüşü, Pazar günleriniyse gelecek haftanın planlaması için kullanıyor. Dorsey, günleri temalandırmanın kendisini daha odaklı kıldığını ve bu yolla tüm dikkat dağıtıcılardan kendini uzaklaştırabildiğini söylüyor.

Mark Zuckerberg, Barack Obama ve Steve Jobs gibi insanların her gün aynı kıyafetleri giydiği hiç dikkatinizi çekmiş miydi? Bu insanların sürekli aynı kıyafeti giymeleri tabii ki giyim zevklerinin kötü olmasından ya da tembel olmalarından kaynaklanmıyor. Bunu yapmalarının tek amacı, zihinsel enerjilerini koruma istekleri. Günün özellikle ilerleyen saatlerinde akıllıca ve etkili karar verebilmek için gerekli olan zihinsel enerji en alt seviyelerde oluyor. Zihinsel enerjinizi mümkün olabildiğince canlı tutabilmenin yoluysa kıyafet seçimi ya da yemek seçimi gibi basit konularda karar vermeye mümkün olabildiğince az zaman ayırıp, karar verme yorgunluğunun önüne geçmek.

Üretken insanlar, mümkün olduğunca çok önemli olmayan kararları otomatikleştirip düzene sokarak karar yorgunluğunun önüne geçmeye çalışıyorlar. Bunu, ertesi gün giyeceklerinizi yatmadan önce hazırlamak, tüm öğünlerinizde yiyeceklerinizi Pazar gününden belirlemek ve toplantılarınızı aklınızda tutmak yerine takviminize eklemek gibi basit uygulamalarla sağlayabilirsiniz.

Michigan Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmanın sonuçları, aynı anda birden fazla ilgilendiğimizde, yani dikkatimizi sürekli işler arasında gezdirdiğimizde üretkenliğimizin %40 azaldığını gösteriyor. Aynı anda birden fazla işe odaklanmanız gerekiyorsa, multitasking yerine işlerinizi ve görevlerinizi gruplandırma seçeneğini değerlendirebilirsiniz. Uygulaması ise tahmin edebileceğiniz gibi oldukça basit: Yapılacaklar listenizi oluşturduktan sonra benzer işleri bir araya toplayarak belirli bir zaman diliminde sadece o işlere odaklanarak çalışın. Örneğin, tüm telefon görüşmelerinizi bir saatlik bir zamanda ardı ardına gerçekleştirmek ya da öğleden sonra bir saatinizi sadece mail temizliğine ayırmak ve geri dönmediğiniz maillere cevap vermek gibi benzer işlerle doldurabilirsiniz.

Bedeniniz gün ışığının kaybolduğu akşam saatlerinde dinlenmek ve yenilenmek için ihtiyaç duyduğu hormonları salgılamaya başlar. Bu nedenle ne kadar meşgul olursanız olun, akşam saatlerini mutlaka dinlenmeye ayırın. Ertesi günü daha üretken geçirmek için akşam saatlerinde dinlenmeniz ve bedeninizin yenilenmesine izin vermeniz gerekiyor. Çalışmadığınız bu saatleri meditasyon, hobilerinizle ilgilenmek, bir şeyler izlemek gibi stresinizi azaltmanıza yardımcı olacak aktivitelerle doldurabilirsiniz.

Yaşadığınız koşulları değiştirmeyi gerçekten istiyor musunuz? Şu anda muhtemelen inanç sisteminizin sonucu olan mevcut koşullarınızın gerçekliğine kısılıp kalmış durumdasınız. Maalesef bu gerçeklik de inanmakta olduğunuz düşünceleri değiştirene kadar değişmeyecek. Her zaman doğru olduğuna inandığınızın tam tersi bir gerçekliğe açık olabilir misiniz? Peki, ya şu anda inanmakta olduklarınızın doğru olmaması ihtimaline açık mısınız?

Varoluş seçimi sizi bir gerçeklikten diğerine götürür. İnanç sisteminizde yaptığınız her değişim yeni bir varoluş seçimidir. Aslında kim olduğunuz ve inandığınız şey ile ilgili düşünce kalıplarını değiştirebildiğiniz her hangi bir anda varoluş seçimi yapıyorsunuz. Kim olduğunuza dair düşüncelerinizi basitçe değiştirerek, göz açıp kapatıncaya kadar kendinizi bir gerçeklikten diğerine sokuyorsunuz. Ve benlik kavramınızdaki bu değişim aslında bilinç düzeyinde de gerçekleşiyor.

Şu andaki sorunlarınız ne kadar büyük olursa olsun, bir benzerini geçmişte çözmüş olduğunuz gerçeğini muhtemelen unuttunuz. Aslında geçmişte de problemleri çözmüş, başarılı olmuş bir varoluş şekliniz vardı. İster inanın ister inanmayın, varoluş biçiminizi kendiniz seçiyorsunuz. İşte varoluş seçimi kim olacağınızı seçme gücüdür. Şu anda kim olduğunuz da bir varoluş seçimi. Bir kez seçim yaptıysanız, varoluş seçiminizin gerçekliğine hangi kişiler ve deneyimler aitse otomatik olarak hayatınıza geldiğini görürsünüz.

Hayatınız boyunca aslında anlık bir dürtü ile kim olduğunuza dair düşüncelerinizi değiştirmeye karar vererek pek çok aşama kaydettiniz. Yürümeyi ve bisiklete binmeyi öğrendiğiniz zamanları hatırlayın. Bu anlardaki gibi yeni varoluş şeklinize bağlılığınız bir gerçeklikten diğerine geçmenizde güçlü bir etki oluşturmuştu. Yaşamakta olduğunuz her bir an bu seçme gücüne sahip olduğunuzu düşünün. Bunu daha önce defalarca yaptınız. Yani tekrar tekrar yapabilirsiniz.

Aklınızdan geçen her düşünce ve ağzınızdan çıkan her ifade zihniniz için bir emir gibidir. Bu bilgiye sahip olmanız hayatınızı değiştirmez. Sonuç alabilmeniz için bunu içselleştirmeniz ve fiziksel olarak deneyimlemeniz gerekiyor. Düşünsel olarak inandığınız şey ile deneyimleyerek öğrenmek aynı şey değildir. Pilotlukla ilgili bir kitap okumakla uçağı fiziksel olarak uçurmak arasında dağlar kadar fark var. Şu anda belki bir kitap okuyarak uçağı uçuramıyor olabilirsiniz ama geçmişte kendi hayatınızda bir çok defa başarılı oldunuz. Çünkü bunu deneyime döktünüz. Aslında sandığınızdan çok daha güçlü ve iyi durumdasınız. Sandığınızdan daha güçlü ve iyi olduğunuzu duymak sizi sinirlendirdi mi? Öyleyse doğru noktadayız.

Bunun adı dirençtir ve tam olarak bunun üzerinde çalışmanız gerekiyor. Bu gerçeği duyduğunuz her an sizdeki analitik düşünen zihin (yargılayan, sorgulayan, katı zihin) bu fikri hemen yok sayar. Çünkü güçlü olduğunuz bilgisi kaçınılmaz olarak mevcut gerçekliğinizi değiştirme sorumluluğunuzu almayı gerektirir. Bu bilgi zihninizde konuşup duran bir iç sesi de harekete geçirir. Bu ses sizin bu kadar güçlü olmadığınızı kanıtlayacak bir yığın kanıt bulur. Bu iç ses egonuzun sesidir. Hepimizde bu iç ses var ve bu bizi şu andaki gerçeklik kavramımızda (kendi isteğimizle koyduğumuz sınırlar) tutmaya çalışır.

Egonuzun sesi siz bu cümleleri okurken bile işbaşındadır. Okumakta olduğunuz ile inanmakta olduğunuz şey çelişiyorsa egonuz bu bilgiyi reddetme düğmesine basmak üzere ayaklanır. İşte bu yüzden hazır değilseniz, bu yeni gerçekliği ve değişimi hayatınıza almakta zorlanırsınız. Veya yıllardır kişisel gelişim kitapları okuyarak bu bilgileri duymuş olabilirsiniz. Bu durumda egonun “Ben bunu zaten biliyorum” filtresi devreye girer. Ne yazık ki her şeyi bildiğini düşünen birinin yeni bir şey öğrenmesi imkansızdır.

GÖRÜŞMEK ÜZERE

Hayattaki amacımı nasıl bulurum? Birçoğumuzun aklında bu soru. Hepimiz bir amaç arayışındayız. Belki de o amacı hiç bulamayacağınızı, bulsanız da kaybettiğinizi ya da onu gerçekleştirmekte geç kaldığınızı düşünüyorsunuz. Tüm bunların uyandırdığı kaygı yetmezmiş gibi bir de bu sorunun yarattığı stresle yaşamak zorundasınız. Ancak hayattaki amacınızı bulmanın yolu bu değil. Hayattaki amacınıza dair kafanızda yer etmiş olabilecek bazı yanlış inançlar var.

Yanlış inanç: Amaç, ancak aranarak bulunabilecek bir şeydir. Belki de birçoğunuz Matrix filmindeki Neo karakteri gibi kaderin hayat amacınızı ayağınıza getireceği günü bekliyorsunuz. Elbette ki böyle bir şey tamamen imkansız değil. Ne var ki sanılanın aksine böyle örnekler çok az. Yirmi yaşındaki bir üniversite öğrencisi de, kırk yaşındaki mutsuz bir çalışan da hayatına anlam kazandıracak o sihirli dokunuşu arıyor, bu arayışlar ise çoğunlukla hayal kırıklığı ile sonuçlanıyor. Aslında ne yapıyor olursanız olun amacınızı gerçekleştirirken hem yaptığınızı anlamlı kılmaya hem de ondan anlam çıkarmaya odaklanmalısınız. Başka bir şekilde söylemek gerekirse amaç, arayıp bulacağınız değil inşa edeceğiniz bir şeydir. Amacınızı ortaya çıkarmak için işinizin anlamlı, size bir amaç sunabilecek yönlerine odaklanın. Bu anlamı merkeze alarak davrandığınızda size bir sürü olumlu dönüşü olacaktır.

Amacın tek bir şeyden ibaret olduğunu düşünmek, en çok karşılaştığımız yanlışlardan biri. Çok önemli işler yapmış kişilerin bile hayatlarında başka amaçları olmuş. Çoğumuzun hayatında çeşitli amaçlar olabilir. Aynı anda hayatınızın farklı alanları ile ilgili birden fazla amaca sahip olabilirsiniz. Bu amaçlar işinizle, hobilerinizle, ailenizle, çocuklarınızla, inancınızla, çalışmalarınızla veya arkadaş çevrenizle ilgili olabilir. Aradığınız şey tek bir amaç değil amaçlar olmalıdır. Belki de hayatınıza anlam katacak o tek amacı ararken zamanınızı boşa harcıyorsunuzdur, kim bilir?

Bir insanın yaşamı boyunca birden fazla ilgi alanı olması artık çok rastladığımız bir durum. Mesleğiniz psikolojik danışmanlık iken bir yandan fotoğrafçılık veya müzikle ilgileniyor olabilirsiniz. Kurumsal hayattaki işini bırakıp hobisini işe dönüştüren birçok kişi tanıyorum. Mesleğinizi değiştirseniz de değiştirmeseniz de hayatınızda anlam kaynağınızın değiştiği evreler hep olacak: çocukluk, ergenlik, ebeveynlik gibi. Amaçlarınızın bu şekilde değişiyor olması tutarsız veya maymun iştahlı olduğunuz anlamına da gelmiyor. Aksine bu gayet doğal ve peşine düşebilirseniz çok da keyifli bir şey. Hayatınızdaki anlam ve amacın birden fazla olması da, bunların zaman içinde değişmesi de normal. Muhtemelen yirmi yaşındaki amacınız şu ankinden çok farklıydı. Aynı durum hepimiz için geçerli. Eğer hayattaki amacınızı arıyorsanız “Amacımı nasıl bulacağım?” sorusu işe yaramaz. Asıl işlevsel olan, ne yapıyor olursanız olun ona amaç katmaya çalışmak, farklı anlam kaynaklarına izin vermek ve bunların zamanla değişmesinden rahatsızlık duymamaktır.

Psikolojik Danışman Aysel Keskin

Evinizde, ilişkilerinizde, iş yerinizde, okulda en iyi olmaya çalışırken ne kadar yıprandığımızın farkında mısınız? Modern dünyada hayat bir yarış, başarı her alanda yegane hedefken, stres, depresyon ve anksiyete yaşayan insanların sayısı giderek artıyor. Hal böyle olunca rahatsızlık sayımız da gün geçtikçe fazlalaşıyor. Şimdilerde ise, ‘mükemmeliyetçilik’ gündemde…

Panikatak, depresyon, fobiler derken, insan ‘bir mükemmeliyetçilik hastalığı eksikti’ diyor. Gerçekten, bu da nereden çıktı?

Mükemmeliyetçiliğe hastalık dedemiz tam olarak doğru olmaz. Mükemmeliyetçilik bir kişilik özelliği olarak tanımlanabilir. Kişinin hayatını oldukça zorlaştıran, törpülenmesi gereken bir özellik. Mükemmeliyetçilik belki de her zaman vardı, ancak adı konmamıştı. Bir süredir var olan ekonomik ve sosyal ortamın bireye yüklediği beklentilerle, kişinin var olmasının/kabul görmesinin dış etkenlere daha da çok bağlanmasıyla mükemmeliyetçiliğin tetiklendiğini ve artış gösterdiğini düşünüyorum.

Mükemmeliyetçi kişilerin özellikleri nelerdir?

Mükemmeliyeti insan, kendinin ve/veya çevresindekilerin en ufak bir hatasını bile kabul edemeyen, kendini ya da etrafındakileri sürekli olarak eleştiren, kendi doğrularına göre düzeltmeye çalışan , ulaşılması neredeyse imkansız, gerçek dışı hedefler koyan ve doğal olarak bu hedeflere ulaşamadığında da hayal kırıklığı ve öfke yaşayan, süreçten keyif almaktan uzak, sonu odaklı, sürekli olarak beğenilmeme ve sevilmeme kaygısı yaşayan biridir. Tatminkar ilişkiler yaşaması ve işler yapması oldukça zordur. Kendini ve başkalarını acımasızca eleştirir ve mutsuzluk üretir. Mükemmeliyetçi kişi kendi sırtını sıvazlamadığı, kendini ödüllendirmediği için sürekli olarak dışarıdan onaylanma ve olumlu geri bildirim bekler. Alamadığı zamanlarda da yaşadığı hayal kırıklığı yıkıcı olabilir.

Mükemmeliyetçi kişilerin hayatında çok fazla ‘meli’, ‘malı’ vardır. “Kocam eve asla geç gelmemeli”,”Ben hep eğlenceli biri olmalıyım”, “Arkadaşlarım bana böyle davranmamalı”… gibi takıntılı davranışlar gösterebilir. Sürekli organize etme, planlama, derleme, toplama gibi. Sürekli olarak her şeyi kontrolü altında tutmaya çalışır.

Biz, mükemmeliyetçilikten ne kadar uzaklaşmak istesek de sistem bize her alanda bunu dayatmıyor mu?

Ben dayattığını düşünüyorum. Bizler sosyal varlıklarız. Toplum içinde yaşıyoruz ve toplumun bizlere getirdiği şeylerden etkileniyoruz tabiî ki. Bunun aksi iddia edilemez. Ben gittikçe dışa odaklı yaşamaya başladığımıza inanıyorum. İç dünyamızdan çok dış dünya önem kazanıyor. Performansa dayalı hayatlar yaşanıyor. Başarılı olmak (tanımı herkese göre değişse de), par kazanmak, kişisel tatmin ve mutluluktan bir adım önde gidiyor sanki.

Kabul görmek ve değerli hissetmek için maddi göstergelere daha çok ihtiyaç duymaya başladı insanlar. Estetik ameliyatlarla daha da genç ve güzel/yakışıklı görünmek, iddialı arabalar ve gösterişli kıyafetlerle önemsenme ihtiyacını karşılamaya çalışıyor. Hep daha iyisi var, daha üst modeli, daha güzeli/yakışıklısı, daha pahalısı, dahası var yani. Ama içe baktığımızda büyük bir boşluk görüyoruz, öyle bir duygusal boşluk ki, ‘daha’larla bile dolmuyor, dolması da mümkün değil. tüm bunlar da kişileri tatminsizliğe ve mutsuzluğa doğru götürüyor kanımca.

Mükemmeliyetçilikle baş etmek için neler yapılabilir? Bizlere ne öneririsiniz?

Mükemmeliyetçilikle baş etmek oldukça zordur. Çünkü öncelikle mükemmel olmadığımızı kabul etmek gerekir; bu da, ciddi bir farkındalık, cesaret ve iç görü geliştirmeyi gerektirir. Mükemmeliyetçilikle tek başımız mücadele etmek çok hırpalayıcı olabilir. Bu nedenle ben kendinde bu özellikleri gören ve tek başına bu konuyu halletmekte zorlanan kişilere psikolojik destek almalarını öneririm. Bunun yanı sıra mükemmeliyetçi kişiler öncelikli olarak, “ya hep ya hiç” şeklindeki düşünce tarzlarının farkına varmalıdır. Alışkın oldukları olumsuz eleştirel düşüncelerinin yerine daha mantıklı düşünceler koymayı denebilirler. Kendilerine, hata yapmaya hakları olduğunu ve hata yapmadan büyümenin ve gelişmenin mümkün olmayacağını hatırlatabilirler. Kişi yaptıkları için değil, kendi olduğu için değerli ve önemli olduğunu kendi kendine hatırlatmaya çalışmalıdır.

Türkiye Psikiyatri Derneği’ne göre ülkemizde 15-55 yaş arasındaki nüfusta en yaygın hastalıklar içinde depresyon ve anksiyete bozuklukları ilk beşte yer alıyor. Bunun mükemmeliyetçilikle bir ilgisi var mı?

Kesinlikle var. zaten yapılan araştırmalar, mükemmeliyetçilikle anksiyete, depresyon ve obsesif-kompulsif bozukluk arasında yüksek korelasyon olduğunu göstermektedir. Mükemmeliyetçi bireyler, en ufak hatanın bile katastrofobik sonuçlar doğurabileceğine inanır ve bundan dolayı aşırı derecede endişe ve kaygı üretirler.

Mükemmeliyetçi olup olmadığınızı nasıl anlarsınız
• Sürekli olarak denetleme ve onay alma
• Tekrarlama ve düzeltme
• Aşırı planlama, düzenleme ve sıralama
• Karar vermede güçlük çekme
• Erteleme
• Kaçınma
• Başkalarını değiştirmeye çalışma

Mükemmeliyetçilikle baş etme yolları
• Mükemmel olmanın yarar ve zararlarını ayrı ayrı sıralayın: ödediğiniz bedellerin çok daha fazla olduğunu görebilirsiniz
• Ya hep ya hiç şeklinde eleştirel düşünce tarzının farkına varın: kendiniz ya da bir başkası tarafından mükemmel olmayan şeyler yapıldığında, yapılanların iyi olan yanlarını bulmaya çalışın
• Yapabilecekleriniz konusunda gerçekçi olun: gerçekçi hedefler koydukça, mükemmel olmayan sonuçları, korktuğunuz ya da kaygılandığınız olumsuz sonlara varmadığını yavaş yavaş fark edeceksiniz
• Eleştiri karşısında ve kendiniz hakkında daha nesnel olmaya çalışın: eğer biri sizi yaptığınız bir hatadan dolayı eleştirirse, hatanızı anlamaya çalışın ve hata yapma hakkınız olduğunu hatırlayın. Hatasız öğrenme ve gelişmenin de mümkün olmayacağını unutmayın.

Uzman psikolog Pelin Atasoy

Zihin, en kısa açıklaması ile; Bilinç akışı olarak tanımlanabilir. Ayrıca zihin kavramı, insanların bilinçaltı düşüncelerini içermek içinde kullanılır. Zihin ne demek sorusunun cevabı en kısa tanımı ile bu şekilde açıklanabilir. Günümüz dünyasında zihin kavramı üzerine insanların bilgisi oldukça azdır. Nitekim okullarda veya aile içinde zihin üzerine hiçbir şekilde eğitim verilmiyor. Doğal olaraktan bu konularda bilgisiz kalıyoruz. Ancak zihin konusu bir insanın bilmesi gereken en önemli konular arasındadır. Nitekim değişim için, alışkanlıklardan kurtulmak için, başarıya ulaşmak için zihnin nasıl çalıştığını bilmeliyiz. Çünkü hayatımızda büyük oranda söz sahibi olan, etkileyen alt bilinçtir.

Zihniniz, görünmeyen en değerli varlığınızdır. Her zaman sizinle birliktedir. Yalnızca onu kullanmayı öğrendiğinizde en şaşırtıcı güçlerinden yararlanabilirsiniz. Zihin hakkında bilmeniz gereken en önemli bilgi, zihnin iki işlevi olduğudur; bilinç ve bilinçaltı. Bilinçli zihniniz ile düşündüğünüz her şey, daha sonra düşüncelerinizin doğasına bağlı olarak bilinçaltına geçer. Bilinçaltına geçmiş bir düşüncenin artık sizin hayatınızda etkisi olacaktır.

Bilinçli zihniniz sayesinde şuanın farkında olursunuz, iyi ile kötüyü ayırt edersiniz, güzel ile çirkini ayırt edersiniz, ve düşünebilirsiniz. Çünkü bilinçli zihnin muhakeme yeteneği vardır. Ancak zihnin bir diğer işlevi olan  bilinçaltı  zihnin muhakeme yeteneği yoktur. O iyi ile güzeli, kötü ile çirkini, günah ile sevabı ayırt edemez. O sadece bilinçli zihnin doğru olaraktan kabul ettiği düşüncelerini, gerçekleştirmeye çalışır. 

Mesela siz  “ders çalışma” eylemine, “ders çalışmak çok sıkıcıdır, ders çalışmanın insana hiçbir yararı olmaz” gibi düşünceleri doğru olarak kabul etmişseniz, bilinçaltı bunu gerçekleştirmeye çalışır ve normal hayatta, hiçbir şekilde ders çalışasınız gelmez. Ancak, “ders çalışmak insan fayda sağlar, ders çalışmaktan zevk alıyorum” gibi düşüncelere sahip olursanız, ders çalışma eylemine başlamak sizlere  sıkıcı gelmez. Burada hatırlanması gereken en önemli nokta şudur: Bilinçaltı bir fikri, düşünceyi kabul ettiğinde, bunu yerine getirmeye başlar. Bilinçaltı yasasının iyi ve kötü fikirler için aynı şekilde işlemesi, şaşırtıcı ve hassas bir gerçektir.

Yani siz “Ben aptalım” gibi olumsuz bir düşünceyi doğru olarak kabul ederseniz ve inanırsanız, bilinçaltı zihniniz bunu gerçekleştirmeye çalışır. Ve aptalca davranışlar sergilemeye başlarsanız. Bu yasa, olumsuz bir biçimde uygulandığında; başarısızlığın, hayal kırıklığının ve mutsuzluğun nedenidir. Alışılmış düşünme biçiminiz uyumlu ve yapıcı olduğunda ise son derece sağlıklı, başarılı ve zengin olursunuz.

Doğru şekilde düşünüp hissetmeye başladığınızda, zihinsel huzur ve sağlıklı bir beden kaçınılmazdır. Zihinsel olarak istediğiniz ve doğru olduğunu hissettiğiniz şeyleri bilinçaltınız kabul edecek ve uygulamaya koyacaktır. Yapmanız gereken tek şey bilinçaltınıza doğru düşünceyi  kabul ettirmektir. Bundan sonra, bilinçaltı yasası arzuladığınız sağlık, huzur ve zenginliği ortaya çıkaracaktır. Siz komut ya da talimat verdiğinizde , bilinçaltınız kendisine aktarılan fikri sadakatle üretecektir. Psikolog ve Psikiyatristler düşünceler bilinçaltınızı iletildiğinde, beyin hücrelerin de etkilerin oluştuğunu söylerler. Bilinçaltı bir fikri kabul eder etmez, bunu bir an önce uygulamaya koymaya çalışır. Fikirleri birbiriyle ilişkilendirerek, amaca ulaşmak için hayatınız boyunca topladığınız tüm bilgileri kullanır.

Bilinç ve bilinçaltının iki zihin olmadığını unutmayın. Onlar bir zihindeki iki faaliyet alanıdır. Bilinciniz, akıl yürüten zihindir. Zihnin seçim yapan safhasıdır. Örneğin kitaplarınızı, evinizi, hayattaki eşinizi seçersiniz.

Bütün kararlarınızı bilincinizle verirsiniz. Öte yandan, hiçbir bilinçli seçim yapmasanız da kalbiniz otomatik olarak çalışmaya devam eder; sindirim, dolaşım ve solunum gibi hayati fonksiyonlarınız sürer. Bunları bilinçaltınız, bilinçli kontrolünüzden bağımsız süreçler aracılığıyla gerçekleştirir. Bilinçaltınız, kendisine iletilenleri ya da bilinçli olarak inandıklarınızı kabul eder. Bilincinizin yaptığı gibi bir şeyleri muhakeme etmez, sizinle tartışmaz. Bilinçaltınız, iyi ya da kötü bütün tohumları kabul eden bir toprak yatağı gibidir. Düşünceleriniz faaldir, bunlar tohumlardır. Olumsuz, yıkıcı düşünceler de bilinçaltınızda olumsuz bir biçimde çalışmayı sürdürür. Er ya da geç bunlar ortaya çıkar ve içerikleriyle ilişkili bir dış deneyim olarak şekil alırlar.

Psikologlar ve diğer uzmanlar, hipnotik trans halindeki kişiler üzerinde sayısız deneyler gerçekleştirmişlerdir. Bu araştırmalar, bilinçaltının akıl yürütme süreci için gerekli olan seçim ve karşılaştırmaları yapmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Bilinçaltınız her telkini yanlış da olsa kabul eder. Sonrada telkinin doğasına göre tepki verir. Bu deney bizlere üst bilincin, yani bilinçli zihnin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha vurgular. Nitekim, eğer bilinçli zihnimiz olmasaydı, ne kendimizi yöentebilirdik, ne de kendi hayatımız üzerinde söz sahibi olabilirdik.

Bilinciniz zaman zaman nesnel zihin olarak adlandırılır; çünkü dış nesnelerle ilgilenirler. Nesnel zihin, nesnel dünyanın farkındadır. Gözlem araçları; beş fiziksel duyudur. Nesnel zihnimiz çevreyle temasınız sırasında rehberiniz ve yönetmeninizdir. Beş duyunuz aracılığıyla bilgi toplarsınız.. Nesnel zihniniz de gözlem deneyim ve eğitim aracılığıyla öğrenir. Daha önce de belirttiğimiz gibi nesnel zihnin en büyük işlevi akıl yürütmedir. Bilinçaltı genellikle öznel zihin olarak adlandırılır. Öznel zihin çevresinin farkındadır, ancak bu farkındalık beş fiziksel duyu aracılığıyla gerçekleşmez. Öznel zihin sezgiler yoluyla algılar. Burası, duygularınızın bulunduğu yer ve belleğin deposudur. Öznel zihin, en büyük işlevlerini, nesnel duyular faaliyette olmadığında gerçekleştirir. Başka bir deyişle, nesnel zihnin, uyku halindeyken öznel zihin kendini gösterir.

Bilinçaltı Zihin Bilinçli Zihin Gibi Akıl Yürütemez

Bilinçaltı, kendisine söyleneni muhakeme etme ya da tartışma yeteneğine sahip değildir. Ona yanlış bilgi verirseniz, bunu doğru kabul eder. Sonra bu bilgiyi gerçek kılmaya çalışır. Telkinlerinizi, bunlar yanlış olsa bile, koşullara, deneyimlere ve olaylara dönüştürür. Unutmayın ki  bilinçaltı zihniniz doğru ile yanlışı hiçbir zaman ayırt etmez. O sadece  doğru kabul ettiği düşünceyi gerçekleştirmeye çalışır. 

Konfor alanı içinde kalmak, başarılarınızın önünde duran en büyük engel…

Dünya hayatında insan doğar, büyür ve ölür. Bu döngü hayatın yasasıdır. Dünyaya  gözlerimizi ilk açtığımızda  bilinçli zihnimizin hiçbir şeyden haberi yoktur. Kim olduğumuzu, ailemizi, çevremizi, doğayı kısacası hiçbir bilgiyi bilemeyiz. Zaman ilerleyip, yaşımız büyüdükçe kendimizi, ailemizi, doğayı tanımaya başlarız ve korkusuzca, risk nedir? Bilmeden istediğimiz davranışı istediğimiz yerde sergileriz. Bu evrede bizler fiziksel olmasa da ruhsal anlamda özgürüzdür. Bu ruhsal anlamdaki özgürlüğümüz, yaşımız ilerledikçe azalır. Artık  istediğimiz gibi davranamaz istediğimiz gibi konuşamayız. Öyle noktaya geliriz ki hayatımız iş – ev veya  okul – iş olur. Hayatımızı görünmeyen duvarlar ile çevreler ve bu görünmez duvarların arasında yaşarız. Tıpkı akvaryuma kapatılmış bir balık gibi. Oysa ki bizler, akvaryumda değil okyanusta yaşamaktayız.

Günümüz dünyasında bizlerin akvaryumuna, konfor alanı denilmektedir. Bizler konfor alanı ( Rahatlık alanı da denilebilir. ) dediğimiz bu alan içerisinde kendimizi rahat ve güvende hissederiz. Çünkü kullanacağımız yol, yapacağımız iş, bineceğimiz otobüs hatta kuracağımız cümleler bile bellidir. Karşımızda duran hiçbir bilinmemezlik yoktur. Bu yüzden kendimizi rahat hissederiz . Ancak konfor alanı içerisindeki bu rahatlık sonrasında, atalet ve monotonluk tüm hücrelerimize yayılır ve tam anlamı ile kabuğumuz içerisinde yaşamaya başlarız. Sonuç olarak çocukluk evresindeki ruhsal özgürlüğümüz artık kapana kısılmış durumdadır.

Ruhsal özgürlüğümüzün kapana kısılması neticesinde sevmediğimiz işte çalışır, aynı kıyafetleri giyer, aynı cümleleri kurar ve aynı aynı eylemleri gerçekleştirerekten hayatımızı devam ettiririz. Kısacası konfor alanı nedir? Sorusuna cevap olaraktan konfor alanı, bizim belirli eylemleri sürekli olaraktan yaptığımız ve minimum stres hissettiğimiz rahatlık alanımızdır. Peki bizler, neden konfor alanı içerisinde yaşamak isteriz? Beynimiz ve konfor alanı psikolojisi arasındaki bağlantı nedir? 

Konfor Alanı İçerisinde Yaşamak İstememizin Sebebi Nedir?

İlkel zihnimizin doğasında yani bizlerin özünde enerjimizi korumak ve risk almaktan kaçınmak vardır. Aslında ilkel zihnimizden haberdar olmak bile beynimiz ve konfor alanı psikolojisi arasındaki bağlantıyı bizlere açıklar.  Şu şekilde düşünün; enerjimizi korumak isteriz çünkü, vahşi doğada bir kaplan tarafından saldırıya uğrarsak mücadele edecek gücümüzün olması için, risk almaktan çekiniriz; çünkü alacağımız herhangi bir riskli davranış neticesinde yaşamımız son bulabilir.

Bizler bilinçli zihnimiz ile sadece bir şeyler yapmak istemediğimizin, risk almaktan çekindiğimizin, harekete geçmek istemediğimizin farkında oluruz ve kendimizi konfor alanımıza kapatır, hayatımıza sabit bir şekilde devam ettiririz. Hayatımız, her gün aynı işleri yaparak, sabit bir şekilde devam ederken, ilk başlarda her şeyin yolunda olduğunu varsayarız. Ancak gün geçtikçe bu sabit yaşam tarzı bizleri gelişime kapalı, monoton ve sıkıcı bir hayata doğru götürür. Bu yüzden, bizlerin konfor alanı içerisinde yaşamasının en önemli sebebini iyi bilmeli ve iyi anlamalıyız.

Bizlerin konfor alanı içerisinde kalmasının en büyük sebebi hakkında, şu gerçeği unutmayın: İlkel zihnimizin bizim kendimizi geliştirmemizle, başarılarımızla, isteklerimizle uzaktan yakından alakası yoktur.

O sadece en temel dürtülerimizi dikkate alır; yaşamak, karnımızı doyurmak, soyumuzu devam ettirmek gibi. Bizlerin başarılı bir insan olması, kariyeri, zengin bir hayat yaşamak istemesi, korkularını yenmeye çalışması gibi durumlar ilkel zihnimiz tarafından boşa enerji kaybı olarak algılanır ve sizlerin, ona göre bu tarz boş işlerle uğraşmaması için elinden geleni yapar. Mesela tam bir işe başlamaya hazırlanırsınız bir anda zihninize size o işi yaptırmamak için bir sürü düşünce gelir. Bu düşüncelere bahane ismi verilmiştir. Sizler bu düşüncelere uyar hareket etmezseniz konfor alanı içerisinde kalmış olur ve gelişemezsiniz. Konfor alanı içerisinde kalmanız ilkel zihniniz için sevindirici bir haber iken sizleri bekleyen başarılar için üzündürücü bir haberdir.

Konfor Alanı İçerisinde Yaşadığını Nasıl Anlarsın?

Konfor alanımız her alanda mevcuttur: uyku saatlerimiz, ders çalışma saatlerimiz, sosyal ilişkilerimiz, yürüdüğümüz yol, kısacası aklınıza gelebilecek her alanda kendi konfor alanımızı oluşturur ve bu konfor alanı içerisinde yaşamaya başlarız. Mesela her gün 2 saat ders çalışmak benim konfor alanım iken, her gün 8 saat uyumanız sizin konfor alanınız olabilir. Diyelim ki ben bugün 2 saat yerine 3 saat çalışırsam konfor alanım dışına çıkmış olurum, sen 8 saat yerine 7 saat uyursan kendi konfor alanının dışına çıkmış olursun. Kendi konfor alanlarımızı bulabilmek için  kendimizin hangi alanlar da rahat ve güvende olduğuna bakıp bulmamız gerekir. Konfor alanlarımızı bulmalıyız ki ataletten ve monotonluktan kurtulalım ve kendimizi geliştirelim.

Mesela 30 yaşınıza geldiğinizde modern kölelikten kurtulmuş ve kendi işini kurmuş iyi bir gelir kazanan bir birey olmanız, 3 veya daha fazla dil bilmeniz, dünya turuna çıkacak maddi ve manevi gücünüzün olması, yaşadığınız toplumda tanınan ve saygı duyulan bir kişi olmanız gibi durumlar, sizlere “İyi ki zamanında konfor alanımın dışına çıkmışım, kendimi geliştirmişim” demenize neden olur. Konfor alanı içerisinde kalmak istemeniz sonucunda ise yıllar boyu aynı yaşam tarzı içerisinde yaşarsınız. Sevmediğiniz işinizde çalışır, bıkmış olduğunuz otobüse biner, görmek istemediğiniz insanları görür, Türkiye’nin bile yüzde 5’ni gezemeden ömrünüzü tüketirsiniz. Sonrasında her sıradan insanın yaptığı gibi hayatı şikayet eder, hayatın sizin yüzünüze gülmediğinden dem vurur durursunuz. Ancak geçmişte paylaşmış olduğum makalemde dediğim gibi sizin şikayetleriniz, canınızın acıması, mızmızlanmanız HAYATIN UMRUNDA DEĞİLDİR . Hayattaki istediklerimiz durması gereken yerde durur, onları gidip oldukları yerden almak bizim görevimizdir. Demek istediğim bu hayatta iki seçeneğimiz var ya konfor alanımız içinde kalıp, aynı hayatı yaşayacağız, toplumun yüzde 80’lik kısmı gibi hayatın yüzümüze gülmediğinden şikayet edip duracağız ya da konfor alanımızın dışına çıkıp hayatın içerisine gireceğiz ve kendi isteklerimizi gerçekleşmesi için var gücümüzle çalışacağız.

Bu doğrultuda mücadeleye gireceksiniz ilk olarak “Benim konfor alanım ne?” sorusunu kendinize sormalısınız. Ve alacağınız cevap doğrultusunda, o alanda kendinizi geliştirmelisiniz. Kendinizi geliştirme eylemini ise belirli bir sıraya göre yapmalısınız. Yani kendinize bir hedef belirlemeli ve bu hedefler doğrultusunda ayrıntılı bir plan tablosu oluşturmalısınız. Bu işleyişe göre gidersiniz, konfor alanından çıkar, öğrenme alanı bölgesine geçersiniz. Peki öğrenme alanı nedir? Öğrenme alanı, konfor alanı bölgenizden kolayca çıktığınız ve az dozda strese maruz kaldığınız bölgedir. Öğrenme alanı bölgesinde, belirli bir oranda stres vardır ve bu streste iyidir. Nitekim, aşağıda anlatacağım üzere bizlerin gelişmesi için, belirli oranda olumsuz duyguya ihtiyaç vardır.

Konfor alanından çıkmak gelişimin anahtarıdır…

Bizlerin ve diğer canlıların gelişme biçimi aynı şekilde olur. Mesela fareler üzerinde yapılmış bir deneyde  fareler bir labirente koyuluyor ve bacaklarına da belli ağırlıklar sabitleniyor. Fareler bacaklarındaki bu ağırlıklar ile labirentte dolanıyor ve çıkışı bulmaya çalışıyor. Tabi bu süreçte bacak kasları da gelişmeye başlıyor. Farelerin bacak kasının hacmi ve gücü arttıkça kilolar daha da arttırılıyor ve  kas gelişimi devam ediyor. 3 ay kadar sonra, farelerde yapılan testlerde farelerin bacak bölümü ile ilgili 112 tane yeni genin aktif hâle geldiği görülüyor. Yani, vücutta atıl halde duran genler aktif hâle geliyor ve farenin potansiyelini arttırıyor. Peki farenin beyni bu süreçten hoşlanıyor muydu? Sonuçta hangi canlı ister ki karmakarışık bir labirentte ayağında koca koca ağırlıklarla gezmeyi? Elbette farenin beyni bu durumdan hoşlanmıyordu; ama hoşlanmadığı bu durum onun gelişmesini sağlıyordu. Bu ağırlık farenin bacağının gücü arttıkça daha da arttırılıyordu; çünkü beyin 1 ay önceki ağırlığa da artık alıştığı için bu ağırlık da konfor alanının içine giriyordu ve vücut gelişimi duruyordu. Gelişime devam etmek içinse mevcut potansiyeli zorlamaya devam etmek gerekiyordu.

Biz insanların fiziksel ve ruhsal anlamda gelişmesi de aynı fare ve diğer canlıların gelişmesi gibi olur. Beynimiz herhangi fiziksel ve ruhsal bir olayda zorlandıkça o zorluktan kurtulabilmek için adaptasyon sürecine giriyor yani mücadele etmeye başlıyor. Beynimizin bu zor durumdan kurtulmak istemesinin amacı kendisini tekrardan rahat konumuna sokma isteğinden kaynaklanır. Mesela kasların gelişebilmesi için ağırlık kaldırırız ve ağırlık kaldırdığımız organ üzerinde stres uygularız. Beynimiz, ağırlık kaldırma anındaki stresten kurtulabilmek için o organımızı geliştirir ve belli bir zamandan sonra bizlere stres veren o ağırlığı kaldırmak, bizler için çok kolaylaşır.

Beynimiz, fiziksel ve ruhsal anlamda hiçbir zaman acı çekmek istemeyecektir. Bizler bilinçli zihnimiz ile acı çekmeyi kabul edip zorlukların üzerine gitmeye başlayınca, bizi konfor alanında tutmak için elinden geleni yapacaktır. Ancak fiziksel ve ruhsal anlamdaki zorlukları umursamaz ve acının üzerine yavaş yavaş gidersek beynimiz bu zor durumdan kurtulmak için kendisini geliştirecektir. Beynin ruhsal anlamda kendisini geliştirmesine örnek verirsek, birisi köyden şehre geldiğinde hiç kimseyi tanımadığı ve tamamen yeni olduğu bir ortama girdiği için ilk başlarda duygusal anlamda çok zorlanır. Otomatik olarak beynin bu durumdan kurtulmak için gerekli olan kısımları, mesela kreatiflik, duygusal istikrar ile alakalı olan kısımları gelişir ve insan kendisi de farkına varmadan artık daha iyi düşünür, daha iyi işler ortaya koyar ve bulunduğu kötü durumdan çıkmayı başarmış olur.

Üstüne bir de o kısımlar gelişmiş olduğundan bu onun önceden şehirde yaşamış birçok başarılı kişiden daha başarılı olmasını sağlar. Yani kısacası rahatsızlık ve zor durumda olmamız bizleri başarıya itmiş olur. İşte bu yüzden, öğrenme alanına geçiş yapmak  bizler için çok önemlidir. Nitekim, öğrenme alanında belirli dozda olumsuz duygu vardır. Beynimiz kendisini bu olumsuz duygulardan kurtarmak için geliştirir, yani biz gelişmiş oluruz.

Hiçbir zaman unutmayın: Rahatsızlık ve zorluk sizi geliştirir, konfor alanı ise sizin gelişmenizi engeller. Daima öğrenme alanı içerisinde olmaya çalışın. 

Konfor alanının dışına çıkmak için ilk olarak şunu anlamalısınız: Şuan da devamlı olarak yaptığınız eylemlerin birçoğu sizin kendi kendinize çizmiş olduğunuz sınırlarınızdır. Siz bu sınırlar dahilinde yapmış olduğunuz eylemleri rahat hissetmek için yapıyorsunuz. Ya da başka bir deyişle, şuandaki rahatlığınızı bozmamak için o sınırların içinde kalmış oluyorsunuz. Bunun için şimdiki hayatınıza kendi ellerinizle oluşturduğunuz bir kafes gibi bakın ve onun sınırlarını görmeye çalışın

Özetle: Konfor alanı dediğimiz kavram ilk insanlardan günümüze kadar vardı. Dünyamızda yaşamış ilk insanların da konfor alanları vardı ancak yaşamak ve gelişmek için onlar konfor alanlarının dışına çıktılar ve dünya her çağda insanların biraz daha konfor alanlarının dışına çıkmasıyla gelişti. Günümüz dünyasında ise insanların zorluklar ile başa çıkmasına kendisini geliştirmesine, konfor alanı dışına çıkılması ismi verildi ve bu kavram dünya genelinde oldukça ilgi duydu. Son olarak insanın gelişimi zorluklar ile mücadele etmesi ve bu zorlukların üstesinden gelmesi ile gerçekleşir. Bu hayatın yasasıdır. Ve bu yasa taş devrinde de geçerliydi. Günümüz dünyasında da geçerli ve gelecek zamanda da geçerli olacak. Bu yüzden gelişebilmemiz için kendimizi zorlama ve mücadele etmeliyiz.

Bedel ödemek, kazanan bir insan olmak için kabullenilmesi gereken ilk gerçek…

Hayatın içerisine giren ve  “kazanmanın” önemini anlayan insanlar,  kazanmak için bir hedef doğrultusunda ilerler. Mücadele ederler. Bu insanlar için bir hedef doğrultusunda mücadele etmek, çalışmak hayatlarının ana eylemlerinin bir tanesidir; çünkü istedikleri hayatı yaşayabilmeleri için, hayallerini gerçekleştirebilmek için kazanmaları gerektiğini bilincine erişmişlerdir ve kazanmak için de mücadele etmeleri, çalışmaları gerektiğini bilirler. Ancak bu insanlar, kazanmak için verdikleri mücadelede yanlış bir bakış açısı yüzünden bir sorunla karşılaşırlar. Eğer bu soruna karşı, doğru bir bakış açısı ile yaklaşmazlar ise kazanmak için vermiş oldukları mücadeleden vazgeçme noktasına gelebilirler.

Peki nedir bu sorun?

Bu sorun “çalışmaktan ötürü hayatı yaşayamadığını düşünme sorunu“dur. Nitekim kazanmak için bir hedef doğrultusunda mücadele eden insanlar, zamanlarının büyük çoğunluğunu çalışarak geçirirler ve bu çalışmalarından ötürü birçok zevklerinden, eğlencelerinden vazgeçerler. İşte bu vazgeçişten sonra bu insanlarda, belirli bir zamandan sonra bazı yanlış bakış açıları yüzünden “hayatı kaçırıyorum, hayatı yaşayamıyorum” hissi, düşüncesi  ortaya çıkar ve kişi farkında olmasa bile büyük bir sorunla karşı karşıya kalır. Çünkü bu şekilde düşünmek kişinin  artık istekli bir şekilde çalışmasını engeller, iş üzerindeki odak noktasını dağıtır, daha da ilerisinde mücadelesinden vazgeçmesine bile neden olabilir.

Kendi Hayatınızı Boş Hayatlarla Kıyaslamak

Mücadeleci insanın, “hayatı yaşayamadığını” düşünmesinin ve bu şekilde bir sorunla karşı karşıya kalmasının en önemli nedeni kendi hayatını boş insanların, yani hayatta hiçbir amacı olmayan insanların  hayatları ile kıyaslamasıdır. Nitekim amacı olmayan kesimin çalışmak için de bir amaçları olmadığı için vakitlerini genelde kendi zevklerine ayırırlar ve dışarıya bunu lanse ederler. Mesela gün içerisinde gittikleri 3 farklı cafenin fotoğrafını paylaşırlar. (Tam zamanlı işsizler)

İşte bu noktada bir hedef doğrultusunda çalışan insan, kendi hayatını bu insanlarla kıyaslarsa  “Ben burada çalışıyorken, insanlar ne güzel dışarıda eğleniyor, ben ise yoruluyorum” triplerine girerse hayatı yaşayamadığı sorunu ile karşı karşıya kalır. Ancak bu  çok yanlış bir bakış açısıdır. Çünkü sizler, hayatı yaşamamayı değil, geleceğinize yatırım yapmayı  tercih ediyorsunuz. Arada ince bir çizgi var. İşte bu ince çizgiyi fark etmek çok önemlidir. Eğer siz  mücadele eden bir insan olarak kendinizi boş tayfa ile kıyaslarsanız “çok çalıştığınızı, bu yüzden hayatı kaçırdığınızı” düşünürsünüz. Ancak sevgili dostlar bu gerçeği yansıtmaz.

Nitekim yukarıda söylediğim üzere sizler çalışaraktan hayatı yaşamaktan vazgeçmiyor,  geleceğinize yatırım yapıyorsunuz. Ayrıca şunu da bilmek gerekir ki dışarıda kendi zevkleri doğrultusunda hareket eden birçok insan varsa, kendi geleceği için çalışan, büyük bedeller ödeyen birçok insanda vardır. Buradaki yanlış olan tutum sizin kendinizi boş bir hayat yaşayan insanlarla kıyaslamanızdır.

Her insan bazı fedakarlıklar yapıyor. Hatta bazıları “vay be” dedirtecek cinsten büyük bedeller ödüyor. İşte bu noktada içimizdeki “mızmızlanan o çocuğa” kulak vermemek ve bedel ödemek olgusunun  farkında olmak oldukça önemlidir. Kısacası sevgili dostlar bir hedef doğrultusunda mücadele ediyorsanız, kendi hayatınızı boş hayatlarla kıyaslamayın; çünkü bunu yaparsanız, yüksek ihtimalle “hayatı yaşayamıyorum, çok çalışıyorum” triplerine girer ve mücadelenizden vazgeçebilirsiniz;  ancak kendinizi dolu hayatlarla kıyaslarsanız, “benim yaptıklarım ne ki?” dersiniz ve daha fazla çalışmak için gayret sarf eder, bedel ödeme olgusunu içselleştirirsiniz.

Başarı İçin Minimum Sosyal Hayat

Hayat içerisinde bir hedefe ulaşmak, başarılı olmak için bazı fedakarlıkları göz önünü almalıyız. Nitekim sevgili dostlar, bizlerin zaman ve enerjisi oldukça kısıtlıdır. Eğer bu kısıtlı olan zaman ve enerjimizi hedefimiz doğrultusunda kullanmazsak, başarı gelmez. Bu noktada, başarı için sosyal hayatımızdan ödün vermek, fedakarlık yapmak bizim için oldukça karlıdır. Çünkü sosyal hayatımız, farkında olmasak da en çok zamanımızı ve enerjimizi öldüren aktiviteleri kapsar.

Mesela her gün arkadaşlarınızla cafelere gitmek ve orada ortalama 3 saatinizi geçirmek. Sadece sürekli olarak yaptığınız bu  aktivite bile sizin ayda 90 saatinizi çöp eder.

Bu yüzden başarıya ulaşmak için, sosyal hayattan ödün vermek oldukça önemlidir. Ancak günümüz dünyasında, birçok insan sosyal hayatından ödün vermemektedir. Çünkü dışarıya “asosyal” olarak gözükmekten korkmaktadır. Bu konu hakkında şunu bilmelisiniz ki bir hedefe ulaşmak için sosyal hayatınızdan ödün vermek, yani asosyal bir hayatı tercih etmek sizin sosyal yeteneklerinizin olmadığı anlamına gelmez. Sadece var olan enerjinizi ve zamanınızı sosyalleşmek yerine, geleceğinize yatırım yaptığınız anlamına gelir. Bunda da korkulacak, utanılacak bir durum yoktur.

Zaten  zaman ve enerjiyi çalışmaya aktarmak bakımından başarıya ulaşmanın önemli bir bir koşulu da “asosyal” bir hayatı tercih etmektir. Nitekim başarılı insanlar  başarıya ulaşmak için hayatlarının belirli dönemlerinde asosyal bir hayatı doğal olaraktan tercih etmiştir. Öyle ki girişimci sayfalarında örnekleri gösterilen o Steve Jobs, Elon Musk ve diğerleri ulaştıkları noktalara, Starbucks’ta her gün kahve içerek  ulaşmamışlardır. Çalışarak, mücadele ederek ve en önemlisi de bazı fedakarlıklar yaparak ulaşmışlardır. Bu fedakarlıkların en başında da sosyal hayatları vardır.

Bu noktada sevgili dostlar, başarı için sosyal hayatınızdan feda etmesini bilin ve “asosyal” olmaktan korkmayın. Nitekim başarıya ulaşmış birçok insan, zamanlarında doğal olarak dan “asosyal” bir yaşantıyı tercih etmişlerdir ve bu tercihleri onların başarıya ulaşmalarını sağlamıştır.

Sözlü olmayan ifadeler, kişilerarası iletişimde en az kullandığınız sözcükler kadar önemlidir. El, kol hareketleriniz, vücut duruşunuz, yüz ifadeniz, göz hareketleriniz, jestleriniz ve mimiklerinizle insanlara birtakım mesajlar veririsiniz. Beyin saniyenin beşte birinde bu sözlü olmayan ifadeleri anlamlandırır. Bu yüzden de insanlar hakkında çoğunlukla ilk görüşte bazı izlenimler edinirsiniz. Yani tanışır tanışmaz birine kanınızın ısınması veya birinin duruşundan, bakışından hoşlanmamanız tamamen normaldir. Karşınızdaki kişinin hareketlerini kısa süre gözlemlediğinizde, içinde bulunduğunuz kültürel kodlara göre nesiller boyunca aktarılanlar, siz farkında olmadan su üstüne çıkıverir. Bu yüzden de beden dilini etkili kullanan kişiler, iş yaşamında ve sosyal çevrelerinde olumlu izlenim bırakırken beden dilini yanlış kullananlar iletişim sorunları yaşayabilir.

Jestler ve Mimikler Nelerdir?

Jestler ve mimikler karşımızdakilere görsel sinyaller gönderir. Yüz kaslarının anlatım amaçlı kullanımı mimikleri; baş, el, kol, ayak, bacak ve bedenin kullanımı da jestleri oluşturur. Örneğin genellikle sohbet sırasında göz kırpma, baş sallama, kolları açma gibi hareketler söyledikleriniz veya duyduklarınız hakkında mesajlar verir. Dikkat edilmesi gereken nokta, dışa vurduğumuz işaretlerin gerçekten duygularımızla ilgili olup olmadığı, karşı tarafa nasıl mesajlar iletmek istediğimizdir.

Beden Dili Bize Ne Anlatabilir?

Hepimiz ruh halimize göre dışarıya farklı işaretler veririz. Öyle ki iyi bir gözlemciyseniz karşınızdaki kişinin dikkatinin sizde olup olmadığını, yanınızda sıkılıp sıkılmadığını hatta sizden hoşlanıp hoşlanmadığını kolayca anlayabilirsiniz. Böylece kızgınlık, öfke, gerginlik, mutluluk gibi farklı duygular insanların vücut diline bakarak anlaşılabilir. Bu dili iyi bilmek sizin iletişiminizi güçlendirir, çevrenizdekileri doğru anlamanızı ve doğru anlaşılmanızı sağlar.

Neden Önemlidir?

İnsanlar birileriyle iletişim kurarken sadece konuşmazlar, söylediklerini fiziksel hareketlerle de desteklerler. Hiç kimse beden dilinin ifadelerinden kolay kolay kaçamaz. Yani konuşarak bir şeyler anlatmaya çalışırken bedenlerimiz bizi ele verir. Bu dili çözersek çevremizdekilerin iç dünyası hakkında önemli bilgiler ediniriz. Ama yine de kişilerarası iletişimde sadece belirli mimik ve jestlere bakarak karşımızdakini yorumlamak yanlıştır. Bunun yerine vücut dilinin tamamına bakarak bir kanıya varmak gerekir.

Beden dilini bilmenin tek yararı çevrenizdeki insanları doğru okumak ve daha iyi anlamak değildir. İnsanlar iletişim kurarken sadece doğru anlamayı değil doğru anlaşılmayı da isterler. Kendi beden dilinize hâkim olarak, vermek istediğiniz mesajlarla çelişmeyen bir beden dili kullanabilirsiniz. Böylece siz de doğru anlaşılabilirsiniz.

Kültür Beden Dilini Nasıl Etkiler?

Beden dilinin kodları aile, arkadaş çevresi, iş ortamı gibi içinde yaşadığımız dar çemberde kolaylıkla çözümlenebilirken farklı kültürlerde farklı anlamlar taşıyabilir. Bu yüzden bilmediğimiz kültürlerde sözsüz iletişim kurmak zorlaşır. Örneğin bizim kültürümüzde göz teması kurmak karşımızdaki kişiyi dikkatle dinlediğimiz anlamına gelirken Japonlara göre bu, kötü bir anlam taşır ve gözünü sizden ayırmayan kişinin sinirli olduğunu gösterebilir.

Beden dili sadece kültürlere göre değişmez; kadınlar ve erkekler beden dillerini farklı kullanırlar. Daha çocukluktan itibaren yetiştirilme tarzlarındaki farklılık beden dilinin ayrışmasına neden olabileceği gibi, sonradan öğrenilmiş davranışlar da temel ayrılıkları ortaya koyabilir.

Beden Dilini Bilmenin Faydaları Nelerdir?

İyi iletişim kurmak, doğru anlaşılmak ve doğru anlamak için beden dilinin kodlarını kolayca çözümleyebilmek gerekir. Unutmayın ki insanlar gerçek duygu ve düşüncelerini kelimelerin arkasına kolaylıkla gizleyebilirler. Ama beden dili çoğu zaman söylenmeyenleri ortaya çıkarır.

Beden Dili Hareketleri ve Anlamları

Bu dili, duruş, baş hareketleri, gözlerin devinimi, alt ve üst vücut hareketleri olarak gruplamak beden dilinin formüllerini daha kolay anlamanızı sağlayacaktır. Tüm bu hareketlerin anlamlarına ek olarak dili öğrenirken unutmamanız gereken en önemli faktör, karşınızdaki kişinin sizin hareketlerinizi yaptığı durumlarda her şeyin yolunda olduğudur. Çünkü ancak rahat hissettiğimiz durumlarda ve aramızda güçlü bağların bulunduğu insanlarla benzer hareketler yaparız.

Duruşunuza Dikkat Edin

Kişisel alan mesafeleri ülkelere göre değişir. Örneğin Türkiye’de mesafe epey azdır. Yine de sıcakkanlılığıyla ve samimiyetiyle bilinen ülkelerde bile, birisine bir adımdan daha yakın durmanız karşınızdakine saygı duymadığınız anlamına gelebilir.

Sırtınızı kamburlaştırdığınız ve göbeğinizi çıkardığınız bıkkın bir duruş sadece iş toplantılarında değil aile meclislerinde veya arkadaş ortamlarında da sıkıldığınızı gösterir. Çevrenizdekileri önemsediğinizi göstermek istiyorsanız, birileriyle muhabbet ederken arkanıza doğru yaslanıp bacaklarınızı öne uzatacak şekilde gerilmeyin.

Biriyle konuşurken saate bakmak orada olmak istemediğinizin kanıtıdır. Omuzlarınız arkada dik durmak ise karşınızdakilere güçlü bir mesaj verir.

Karşınızdaki kişiye sohbet sırasında bedeninizle yönelmemeniz anlatılanlara ilgisiz olduğunu gösterir. Abartılı el kol hareketleri ise gerçeklerden uzaklaştığınızı anlatır.
Zayıf tokalaşmalar güven veya otorite eksikliği sinyali verir, çok sıkı bir tokalaşma da dominantlığa işarettir.

Başınız Öne Eğilmesin

Onaylama işareti olarak kafa sallamak dinleyenin konuya ilgili olduğunu gösterir. Fakat abartılı şekilde kafa sallamak dinleyenin ilgisini kaybettiğinin işaretidir ve aslında onay vermediğinizi aksine endişe duyduğunuzu anlatır. Başı öne eğmek özgüven eksikliği kabul edilir. Kafanın fazla eğilmesi ise sempati göstergesiyken içten bir gülüş tüm yüzünüzü kaplar ve özellikle gözlerinizden okunur. Buna karşın sahte bir gülüşte sadece dudaklar oynar.

Elin çeneye konması ve çeneyi kaşımak, kişinin o konuyu değerlendirdiğini belirtir. Çeneyi elle sıkmak ise üstten bir tavrın habercisidir. Konuşma esnasında kulağa dokunmak veya kulağı kaşımak kararsızlığa işaretken burna dokunmak şüpheyi ortaya koyar. Saçlarınızla oynamak ise dalgınlığın ve ilgisizliğin göstergesidir.

Parmak Sallamak Öfke Belirtisidir

Bilmem anlamına gelen omuzları kaldırma hareketi neredeyse evrenseldir. Omuzların geriye atılması gücü gösterir. Artık neredeyse herkesin bildiği üzere, kolların kavuşturulması içe dönüklük, sıkıntı ve memnuniyetsizlik anlatır. Kolların açık olması ise kişinin rahat ve konuşmaya hazır olduğunu ifade eder.

Yukarı ve dışa dönük el hareketleri kişinin pozitif olduğunu anlatır. Karşımızdakine avuçların gösterilmesiyse bir durdurma amacı taşır.

Ellerin birbirine kavuşturulması veya parmak uçlarının birbirine değmesi anlatılan konuya odaklandığı anlamına gelir.

,Sıkılı yumruklar, birini parmakla işaret etmek veya birine parmak sallama öfke belirtisi olarak algılanır. Karşınızdaki kişi konuşurken ellerini gizlemeye çalışıyorsa gergindir ve sizden bir şey saklıyor olabilir. Bu yüzden bir şey anlatırken elleri masanın üzerinde tutmak rahat ve güvenilir olduğunuz mesajını verecektir.

Elleri kavuşturmak insanların streslendiği zaman yaptığı bir şeydir. Arkada elleri birleştirmek ya da elleri cebe sokmak da yine bir şeyleri gizlediğimizin işareti olabilir.

Alt Vücudunuz Neler Anlatır?

Çoğu zaman beden dilinde bacakların duruşunun anlamı atlanır. Oysa bacaklar karşımızdaki kişiyle ilgili sandığımızdan çok bilgi verir. Çünkü iletişim sırasında bacak hareketlerini gizlemek zordur ve genellikle bacak hareketlerine dikkat etmeyiz. Bacakların açık ve ayrı olması kişinin ortamda rahat hissettiğini gösterir. Bacak bacak üstüne atmak ise kasların gerginlik derecesine göre rahatlık veya savunma belirtisi olabilir. Ayrıca karşınızdaki kişi bacak bacak üstüne attığında bacaklarının gösterdiği yöne göre onun size olan ilgisini anlayabilirsiniz. Ayakları sizin bulunduğunuz yönü gösteriyorsa sizinle daha ilgilidir.

İnsanlar rahatsız oldukları ve sıkıldıklarında istemsizce kıpırdanırlar, yani eğer bacaklarınızı sallıyorsanız veya ayaklarınızı ya da bileklerinizi sandalyeye sarıyorsanız rahatsız olduğunuz mesajı veriyorsunuzdur. Ayrıca bacakların titremesi gerginlik veya güçsüzlük göstergesidir.

Gözleriniz Sizi Ele Verir

Gözler iletişimde en belirleyici unsurdur. Direkt göz teması kurmamak kendinden emin olmadığınız hatta muhatabınıza dürüst olmadığınız izlenimi verebilir. Ama karşınızdakinin gözlerine çok uzun süre bakmak da genel olarak saldırganlığın göstergesidir. Gözleri aşağı yöneltmek korku, suçluluk veya boyun eğme mesajı içerebilir. Kaşları aşağı yöneltmek ve göz kısmak söylenenleri dinlediğiniz ve anlamaya çalıştığınızı ifade eder. Ama kaşlar yukarıdaysa ters giden bir şeyler olabilir. Çünkü araştırmalar genellikle huzursuz edici durumlarda, farkında olmadan kaşlarımızı kaldırdığımızı gösteriyor.

Endişeliyken veya başkalarını değerlendirirken gözümüzü hızlı hızlı kırparız. Başkalarının yaptığı rahatsız edici davranış veya yorumlara karşı da bakışlarımızı yana doğru eğeriz. Ama bu noktada en çok dikkat edilmesi gereken gözleri devirmemektir. Çünkü gözlerinizi devirmeniz saygısızlık göstergesidir ve hoş karşılanmaz. Dinledikleriniz üzerine göz kapaklarınızı uzun süre kapalı tutmanız veya geç açmanız memnuniyetsizliğinizi ifade eder.

Gülüşünüzün gerçek olup olmadığı göz çevresindeki kırışıklıklardan anlaşılabilir. Ağzınız ne kadar açılırsa açılsın samimi değilseniz gözlerinizin çevresinde yaprak bile kımıldamaz.

PSİKOPOL DERGİSİ

Bazen tartışırken içimizden vahşi bir canavar çıkar. Sözlerimize hakim olamayız, elimiz kolumuz bile istemsiz harekete geçer ya, 

1- Tartışmada içinizdeki vahşi yanı nasıl fark edersiniz?

Kendi fikrinizin üstün gelmesini istiyorsanız bunun için elinizden gelen ne varsa yapıyorsanız, aklınıza geleni söylüyor, karşı tarafı küçümsüyor, aşağılıyor elinizi kolunuzu sert hareketlerle savuruyorsanız içinizdeki vahşi yan ortaya çıkmış demektir…

2- O anda ne yapmalı?

Sadece karşı tarafı ezmeye, küçük düşürmeye odaklanırsanız hedefinizden uzaklaşırsınız. Tartışma öncesi iyice düşünerek bu hedef doğrultusunda şikayetlerinizi karşı tarafı suçlamadan dile getirin.

3- Bunu nasıl yapabiliriz?

Sizi bu noktaya getiren olaylar ve durumlar hakkında düşünün. Her şey gerçekten bu kadar kötü mü? Sizin bu durumdaki payınız ne? Gerekirse bunları bir kağıda dökün.

4- Tartışmaya nasıl başlamalı?

Yüksek bir sesle, karşı tarafı suçlayarak başlıyorsanız bu tartışma alevlenerek büyük bir kavgaya dönüşecek demektir. Oysa yumuşak bir ses tonuyla istediğiniz şeyi dile getirerek başlamak tartışmanın büyük bir kavgaya dönüşmesini engeller.

5- Nasıl devam etmeli?

Niyetinizin ve isteğinizin ne olduğunu açık bir şekilde ifade edin. Derdinizi ‘ben dili’ kullanarak örneğin, “çok bencilsin” yerine “benimle bunu paylaşmanı isterdim” diyerek dile getirmek karşı tarafın sizi dinlemesini sağlar.

6- Küfretmeden nasıl durabilirim?

Tartışma sırasında kendinizi tutamayarak küfretmek istediğiniz zamanlar olabilir. Mümkün olduğunca kendinizi dinlemeye ve ağzınızdan çıkan kelimeleri duymaya çalışın. Bu kelimeleri sarf etmeden önce en az 10’a kadar sayıp, derin bir nefes alarak konuşmaya devam etmeye çalışın.

7- İçimdeki öfke duygusunu nasıl geçirebilirim?

Karşınızdaki kişiye yoğun öfke duyuyor olabilirsiniz, bu da normal. Ancak nasıl davrandığınız önemli. Karşı tarafa öfkenizi ve sebeplerini anlatmakta hiçbir sakınca yok. Öfkeliyken önce derin bir nefes almaya, iş kötü bir noktaya doğru gidiyorsa en az beş dakikalık bir mola vermeye çalışın.

BİRİKTİRMEDEN PAYLAŞIN

8- Bu tartışma geçmişteki bir birikimin mi, yoksa ani bir olayın sonucu mu?

‘Bardağı taşıran son damla’ ile başlayan tartışmalar her zaman daha sert ve öfkenizin yoğun olarak ortaya çıkmasıyla sonlanır. Size sıkıntı olan konuları biriktirmemeye ve daha küçük meselelerken paylaşmaya çalışın.

9- Nasıl uzlaşabilirim?

Ortak bir konuda buluşun. Esneyebileceğiniz ve esneyemeyeceğiniz alanları karşı tarafla paylaşın. Aynı şeyi ondan da yapmasını isteyin. Uzlaşma her zaman gerçekleşmeyebilir. Bu durumda farklı çözüm yolları üzerinde düşünüp tekrar bir araya gelmeyi isteyin.

10- Kavgacı olmadan bu tartışmayı nasıl kazanabilirim?

Karşı tarafın ve kendinizin bakış açılarını iyice dinleyip anlayın. Karşı taraf bitirdikten sonra kendi bakış açınızı anlatarak sizi dinlemesini isteyin. Her söylediğine bir cevap yetiştirmeye çalışırsanız bu suçlama ve savunma döngüsüne girmiş bir ağız dalaşından daha öteye geçmez.

11- Tartışmalarda savunmaya geçmek yerine ne yapabilirim?

Tartışmada “Bu benim sorunum değil senin hatan”; “sen bir de kendine bak” gibi cümlelerle durumu tamamen karşı tarafın sorunu göstererek savunmaya geçebilirsiniz. Bu tutum, tartışmanın çözümüne hiçbir katkı sağlamaz. Oysa sorunla ilgili sorumluluk almaya çalışmak ve sizin payınızı da göz önünde bulundurmak en iyisi.

12- Hatalarım olduğunu kabul etmenin gücü nedir?

Tartışma sırasında sizin de hatalarınız olduğunu kabul etmek karşı tarafın yelkenlerini suya indirmesine, sizi daha çok dinlemesine yardımcı olur ve çözüme kolay ulaşmanızı sağlar.

13- Karşıdan gelen etkiyi kabul etmenin gücü nedir?

Karşı taraftan gelen önerilere, isteklere tamamıyla duyarsız kalır ve onu reddederseniz işin içinden çıkmanız zor. Tamamıyla reddetmek yerine onu önemsediğinizi göstermek, bazı isteklerini kabul etmek uzlaşma ihtimalinizi arttırır.

14- Tartışmada söylememem gereken cümleler neler?

“Sen daima..” “Sen asla..” ile başlayan cümlelerle sizin üstün olduğunuzu gösteren “benim haklı olduğum ortada” gibi ifadeler durumu genelleyip karşı tarafın savunmaya geçmesine neden olur.

RAHATLAMA SİNYALLERİ GÖNDERİN

15- Beden dilimiz nasıl olmalı?

Ne kadar sinirli ve öfkeli olduğunuz sözcüklerden değil bedeninizden de anlaşılır. Ancak gerçekten sakin olduğunuzda bedeniniz de gevşer ve karşı tarafa rahatlama sinyalleri gönderir. Bunun için kendinizi dinleyin, gerginliğinizi azaltacak şeyler yapın (derin nefes almak, ara vermek gibi) ve kendinize “bu işin içinden iyi bir şekilde çıkacağız “ gibi olumlu düşünceler telkin edin, işe yarayacaktır.

16- Tartışma nasıl sonlanmalı?

Tartışma sırasında ağza alınmayacak kelimeler sarf etmiş, karşı tarafı kırmış olabilirsiniz. Tartıştığınız kişiyle bir daha görüşmek istiyorsanız öfke anında sarf ettiğiniz sözler için özür dileyin. Niyetinizin kötü olmadığını açıklayın.

17- Karşınızdaki eşinizse?

Kavgaya neden olan etken genellikle eşlerin birbiriyle kurduğu iletişim şeklidir. Tartışma sırasında sert olmak, eşinizi eleştirmek ve aşağılamak saldırgan tutumun en önemli göstergeleri. Tartışmada ve sonrasında birbirinize karşı samimi olun, ilgi gösterin, espri yapın ve özür dileyin. Bunlar etkili telafi yollarıdır.

18- Karşınızdaki patronunuzsa?

Patronunuz sonsuz anlayışlı biri değilse muhtemelen kariyeriniz bile tehlikeye girebilir. Düşüncelerini saldırganca ifade etmek yerine inandığınız fikri bütün yönleri ve gerekçeleriyle anlatıp özgüvenli bir şekilde arkasında durmaya çalışın.

19- Karşınızdaki iş arkadaşınızsa?

Uzlaşmacı bir tutum izleyip tatsız bir durum olduğunda bu durumu telafi edecek girişimlerde bulunmanız gerek. Bazen iki tarafa da aynı mesafede olan başka bir iş arkadaşından ya da yöneticiden bu tartışmadaki görüşleri alınarak destek istenebilir.

20- Karşınızdaki en yakın arkadaşınızsa?

Yakın arkadaşlıklar karşılıklı hoşgörüye dayalı ilişkilerdir. Onu kaybetmek istemezsiniz. Saldırgan bir tutum izliyor olsanız bile ondan özür dileyin ve anlayış ve hoşgörü gösterin.

Uzman Psikolog Özge Altan Aytun

PSİKOLOJİ İSTANBUL

Bir hatayı iki defa tekrar etmeyen en mükemmel insandır.

Henüz yanıtlanamamış ve kadın ruhuyla ilgili otuz yıl süren araştırmalarıma karşın benim de yanıtlamayı başaramadığım çok önemli bir soru var: Kadın ne ister? (Sigmun Freud)

19. yüzyılda bilim adamları kadının  erkekten daha az zihinsel kapasiteye sahip olduğunu yorumlamıştı. 20. yüzyılın büyük bir kısmında da çoğu bilim adamı kadınların, nörolojik ve üreme işlevleri dışındaki bütün alanlarda, küçük boyutlu erkekler olduklarını varsayıyordu. Bu varsayım kadın psikolojisini ve fizyolojisini çözmekle ilgili bütün yanlış anlamaların merkezini oluşturmuştur. Yeni Beyin Bilimi ile kadın ve erkeğin temel nörolojik farklılıklarıyla ilgili temel bilgiler hızla değişmiştir. Beyin tomografisi  ve manyetik titreşimler sayesinde görüntü elde etmeyi sağlayan(MRI) gibi yeni aletler artık insan beynini gerçek zamanlı olarak, sorunları çözerken, kelimeleri kullanırken, hatırlarken, yüz ifadelerini değiştirirken, aşık olurken, bir bebeğin ağlamasını dinlerken ve depresyondayken, korku ya da endişe duyarken gözlemleyebilmemizi sağlıyor. Bunun sonucunda da bilim insanları kadın ve erkek arasındaki kimyasal, genetik, hormonal ve işlevsel beyin farklılıklarını belgeleyebildiler. Beyindeki farklılıklara derinlemesine bakıldığında kadını kadın, erkeği erkek yapanın ne olduğunu anlayabiliriz.

Erkek ve kadın genetik kodlarının %99’dan fazlası aynıdır. İnceleyici bir gözle bakıldığında kadın ve erkek beyinlerinin aynı olmadığı görülmektedir. Yapılan derinlemesine çalışmalarla kadın ve erkek beyinlerinin baskı ve çelişki durumlarında tamamen farklı tepkiler verdiği, sorunları çözerken, konuşurken, deneyimlerken ya da güçlü duyguları depolarken beynin farklı bölgelerini kullandığı ortaya çıkmıştır.

Erkekler ve kadınlar için romantizmle ilgili ilk hesaplamalar bilinçaltında gerçekleşir ve her iki taraf için birbirinden farklıdır. Örneğin kısa süreli eşleşmelerde erkekler avcı, kadınlar seçicidir. Bu bir genelleme değil, atalarımızın milyonlarca yıl genlerini nasıl yayacaklarına dair edindikleri tecrübelerden kalan mirasımızdır. Evrim sürecinde beyin en sağlıklı eşleşmeyi nasıl yapacağını öğrenmiştir. Kadın kendisine çocuk verme ihtimali en yüksek olana; kaynakları ve bağlılığı çocuğunun varlığını sürdürmesini sağlayacak olana yönelir. İlkel erkek ve kadınların bilgileri modern beyinlerimizin ve nörolojik devrelerimizin derinliklerine kazınmıştır. Aşık olunduğunda harekete geçen beyin devreleri uyuşturucuyu arayan bir bağımlının beyninde harekte geçen devrelerle aynıdır.  Yapılan araştırmalar sonucunda aşkın, doğal bir ecstasy etkisi yarattığı görülmüştür. Aşık çiftler özellikle ilk 6 ay boyunca birlikte olmanın yarattığı uyuşturucu hissini arzular ve birbirlerine karşı umutsuz bir bağımlılık duyarlar.  Sarılmak ve dokunmak gibi eylemler beyinde , özellikle kadınlarda oksitosin salınımına neden olur ve sarılan kişiye karşı karşı güven duyma eğilimi yaratır.  Dokunmak, bakışmak, olumlu duygusal etkileşim, öpüşmek ve orgazm da kadın beyninde oksitosin salınımına yol açar. Bu tür temaslar beyindeki aşk devrelerinin harekete geçmesinde anahtar rol oynayabilirler.

Kadınların cinsel açıdan tahrik olmaları, beynin tahrik olmasıyla başlar. Tahrik ancak amigdala (beynin korku ve gerilim merkezi ) kapanmışsa zevk merkezlerini hareketlendirip orgazmı tetikleyebilir. Amigdala kapanmadığı sürece her an endişe , çocukların okulu, günlük program, akşam yemeği gibi konular orgazma doğru ilerleyeşi bölebilir. Kadınların bu fazladan nörolojik adıma ihtiyaç duymaları bir kadının orgazma ulaşmasının neden bir erkekten 3 ila 10 kat daha uzun sürdüğünün açıklaması olabilir. Deli gibi aşık olan, ilişkilerinin ilk evresini yaşayan partnerlerinin kendilerine taptığını ve arzuladığını hisseden kadınlar daha kolay orgazm olabilmektedirler. Bazı kadınlar için uzun süreli bir ilişkinin ya da evliliğinin sağladığı güven duygusu beyinlerinin yeni bir erkekle olacağından çok daha kolay orgazma ulaşmasını sağlamaktadır. Kötü kokan nefes, fazla alkol , ya da yapılan herhangi bir ters hareket havayı bozup kadının amigdalasının yeniden çalışmaya başlamasına neden olabilir.

Menstural Döngü: Adet döngüsüyle bağlantılı duygudurum değişikliklerini araştıran bir çalışmada adet dönemiyle bağlantılı olarak gelişen hormon salgılamaları, beyindeki devreleri doğrudan etkilediği, irkilme refleksiyle kendini gösteren ve tedirgin olmak diye adlandırılan bu durumun aslında beyindeki etkilenmenin bir göstergesi olduğu ortaya çıkmıştır. Bu durum, kadınların hormon azalmasının maksimuma ulaştığı dönemlerde neden sürekli irkildiklerini ve diken üstünde olduğunu da açıklıyor.

Duygusal Hafıza: Araştırmalar kadınlarda duygu merkezleriyle ilgili bağlantıların daha aktif ve daha geniş olduğunu göstermektedir. Stanford Üniversitesinde yapılan bir araştırmada,  beyinleri taranırken duygusal resimlere bakan  kadınların beyinlerinde 9 farklı bölge aydınlanırken erkeklerde 2 bölge aydınlandığı görülmüştür. Araştırmacılar ayrıca kadınların tipik olarak, duygusal olayları, ilk randevu, tatil, büyük kavgalar gibi olayları erkeklerden daha canlı hatırladıklarını ve daha uzun sure hafızalarında tuttuklarını ortaya koydu. Sonuç olarak kadınlar erkeğin ne söylediğini, ne yediklerini, dışarıda havanın soğuk olup olmadığını ya da yıldönümünde yağmur yağıp yağmadığını hatırlayabilmektedirler.

PSİKOLOJİ İSTANBUL

Bu yazı Dr. Louann Brizendine’nin  “Kadın Beyni” adlı kitabından yararlanılarak yazılmıştır.

Rüyalarda gördüğümüz arketipler hatta korkutucu olabilen semboller nereden geliyor? Jung’un rüya teorisi bu konuda neler söylüyor? Kolektif bilinç dışı bizimle rüyalar üzerinden mi konuşuyor?

Bilim dünyası hem Freud hem de Jung’un ortaya koyduğu teoriler ile rüyaları inceliyor, neden rüya gördüğümüzü ve rüyaların etkilerini araştırıyor. Nörobilim, her yeni araştırmada rüyaların farklı fonksiyonlarını ortaya çıkarıyor. Rüyalar Freud’a göre bilinçdışının, yani bilinen tabirle bilinçaltının arzularının, bastırılan duyguların telafi edildiği bir alan. Jung ise atalarımızdan gelen birikimin bize rüyalardaki arketipler ve semboller yoluyla mesajlar verdiğini öne sürüyor. Jung’un rüya teorisi, yeni yapılan bir nörobilim araştırması ışığında bize kabuslar ve çeşitli rüyalar hakkında önemli bir bakış açısı veriyor.

Uyku esnasındaki beyin aktivitelerinde öğrenme, depolama ve anıları düzenleme sağlanıyor. Rüyalar ise akla gelmeyecek faydalar sağlıyor. Kâbus veya korkutucu sayılan rüyalar da bunun bir parçası. Kötü rüyalar denilen türde rüyalar görmek, beynin kendini düzenleme faaliyeti olarak dikkat çekiyor.

Kabus görmek iyi bir amaca hizmet eder mi?

Rüya, bilim dünyasının halen gizemini araştırdığı bir fenomen. Cenevre Üniversitesi tarafından, Wisconsin Üniversitesi işbirliğiyle yapılan bir nörobilim araştırması, korkutucu rüyalar görme esnasında beyinde olan bitenlerin günlük hayatta bize yardımcı olduğunu ortaya koydu.

Araştırmada, rüyada korku duygusu yaşandığında beyinde aktive olan bölgenin, uyanıkken korkutucu durumlar yaşandığında daha iyi tepki vermeyi sağladığı tespit edildi. Başka bir deyişle kabusların, korku uyandıran durumlara çok daha etkili şekilde yanıt vermeyi sağlayan beyin bölgelerini aktive ettiği görüldü.

Araştırmada, rüyada hissedilen korkunun sinir ağları ile olan ilişkisi ilk defa tanımlanmış oldu. Yapılan deneyde bilinçli farkındalık durumuyla ilişkili olan medial prefrontal korteksteki aktivite, görülen kabus ile orantılı olarak artıyordu. Korku durumunda aktive olan amigdalanın etkinliği ise azalıyordu. Kısacası kabus görüldüğünde beyinde ilkel tepkilerle ilişkili olan bölüm yerine, bilinçli tepkilerden sorumlu bölüm daha aktif oluyordu.

Korkutucu rüya görmek, uyanık geçirdiğimiz zamanlardaki tepkilerimizin bilinçli olmasına yardımcı oluyor. Yani beynimiz, uykuda ve uyanıkken hissettiğimiz duygular arasındaki bağlantıyı ayarlamaya yardımcı oluyor. Bu sonuçlar, hem uykuda hem de uyanıkken hissettiğimiz duygular arasındaki güçlü bağlantıyı gösteriyor. Uyandığımızda rüyalara tepki vermek için, beynimiz rüya görürken olan korkutucu durumlara yönelik olarak bir nevi uyarlama yapıyor. Ortaya konan bu nörobilimsel teoriye göre beyin, ihtiyaç duyulan ayarlamaları kendiliğinden yapıyor.

Rüyalar, psikolojik durumlarla bağlantılı gösteriliyor. Gördüğümüz bazı rüyaların, beynin korkutucu durumlarla başa çıkmak için adeta bir hazırlayıcı işlemler yaptığını ortaya konuyor. Peki, nasıl rüya göreceğimizi önceden belirleyemeyeceğimize göre, rüyaların bu faydalı yönüne nasıl yakın durabiliriz? Bu aşamada akla Jung’un kolektif bilinçdışıyla ilişkili arketipsel rüya teorisi ve sembollerin, arketiplerin rüyalardaki rolü akla geliyor.

Jung’un rüyalara bakış açısı ile mitoloji ve arketipler bağlantısı

Yirminci yüzyılın en önemli bilim insanlarından, psikiyatrist, yazar, eğitimci, ressam ve seyyah Carl Gustav Jung, rüyaları mitoloji, din ve kültürle ilişkilendiriyordu. Rüyalara büyük ilgi duyan ve kendine özgü bir yaklaşım geliştiren Jung, bazı hastalarının rüya analizlerinden örnekler vererek, rüyalara bakış açısını “Rüyalar” isminde bir kitapla ve birçok yayınla ortaya koymuştu. Jung, rüyaların bilinç ve bilinç dışı arasında dengeleyici bir unsur olduğunu öne sürüyordu. Bastırılmış acı verici düşüncelerin veya arzuların kendilerini ancak sembolik olarak ifade edebildiğini, arzuların semboller aracılığıyla giderildiğini söylüyordu.

“Kompleksin doğasında her zaman bir arzu ve direnç vardır. Hayatımızı arzularımızın farkına varmak için mücadele ederek geçiririz. Yaptığımız her şey bir şeylerin olmasını ya da olmamasını istememizden kaynaklanır.”

Jung’un, Freud’dan ayrıştığı noktalardan biri de rüyalardı. Jung, rüyaların dengeleyici olduğunu düşünse de, Freud’un düşündüğü gibi sadece bir telafi mekanizması olduklarına inanmıyordu. Rüyalarla ilgili teorisini farklılaştıran Jung, rüyaların ödünleme, kehanet, dini mesaj ve nevrozları yansıtma gibi çeşitli fonksiyonları olduğunu öne süren bir teori ortaya sundu. Psikoloji literatürüne kolektif bilinçdışı ve arketip kavramlarını kazandıran Jung, rüyalardaki arketipleri kolektif bilinç dışının ispatı olarak öne sürdü. “Büyük rüyalar” olarak nitelendirdiği rüyalardaki arketiplerin, kolektif bilinç dışının varlığını gösterdiğine inanıyordu.

Jung’un rüyalarla olan ilişkisi kendi çocukluğundan itibaren rüyalarla olan yakın ilişkisine dayanıyordu. Yaşamı boyunca farklı kültürleri incelemiş olan Jung, özellikle çocukluk dönemi rüyalarının evrensel bir içeriğe sahip olduğunu tespit etmişti. Bu bakımdan çocukluk rüyalarının mitolojik sembollere ve arketiplere daha açık olduğunu söylüyordu.

Jung rüya teorisinde kolektif bilinçdışı; atalarımızdan aktarılarak süregelen, her dönem yeni şeylerin eklendiği, insanlığa özgü ortak unsurlar taşıyan bir depo olarak tanımlanıyordu. Özellikle de “büyük rüya” olarak tanımladığı rüya türünü bilinçten bağımsız, bilinç yüzeyine çıkmamış, toplumsal bir psişik birikim olarak nitelendiriyordu.

Jung’un bahsettiği arketip kavramı nedir?

Arketip, zihinsel prototip ve bilinçdışına dair bir imge olarak tanımlanıyor. Arketipler, kolektif bilinç dışının içeriğini oluşturuyor ve insanın doğasına dönmesinde bir köprü görevi görüyor. Başka bir deyişle, doğal bir bilgi kaynağı olarak anlam içeriyorlar ve rüyalarda sembollere dönüşüyorlar.

Denge” kavramını da psikolojide bir kavram olarak kullanmaya başlayan Jung; aslında birçok kültürde denge kavramının önemli bir yerde olduğuna dikkat çekiyor. Uzakdoğu felsefesinde yin-yang, Kelt mitolojisinde siyah-beyaz gemi, Amerikan yerlilerinde ve başka birçok kültürde ruh-beden dengesi aslında bilimsel olarak da organizmanın homeostatik dengesine denk düşüyor. Denge konusuna işaret eden Jung, denge bozulunca organizmada ortaya çıkan ihtiyacın rüyalar aracılığıyla tekrar sağlandığını savunuyor. Teoriye göre, aksayan durumlarda dengenin sağlanması için doğal olarak ortaya çıkan rüyalar, insan hayatının tüm evrelerinde bireyselleşmeye yardımcı oluyor.

Bilinç ve bilinçdışı arasındaki köprü

Jung’un rüya analizlerinin, mitoloji ve antik kültürlere dayanması dolayısıyla spiritüel özellikler taşıdığı söylendi. Yine de bir psikiyatrist olarak hayatı boyunca 80.000’den fazla rüya analizi yapan Jung’un rüyaları ele alış şekli, farklı ekollerden bilim insanlarının çalışmalarının temeli olarak güncel ortam için de önemli bir kaynak olmaya devam ediyor. İçgüdüsel tarzını ortaya koyan bir bilim insanı olarak Jung aslında 1961 yılındaki ölümünden sonra bile 21. yüzyılın ruhuna çok uygun bir rehber olarak yol göstermeye devam ediyor. Jung’un rüyalar, arketipler ve kolektif bilinç dışı konusundaki çalışmaları, geçmişimiz ve atalarımızdan gelen bilgilerle bağ kurmaya çalıştığımız bugünlerde çok daha dikkat çekici hale geliyor.

Rüyaların temel fonksiyonunun insana yardım olduğuna inanan Jung, rüyaları bu anlamda dini bir yönüyle de ele alıyor. Rüyaların bilgi içeren, ruh sağlığını koruyan, bünyesinde bilinç dışının bilgeliğini barındıran, unutulan olayları hatırlatan, telepati kurduran, egonun sınırlarını genişleten, kişiyi ikaz eden fonksiyonlar içerdiğini belirtiyor.

Rüyalarla bağlantımızı nasıl kurabiliriz?

Rüyaların sırları keşfedilmeyi beklerken “Rüya görmüyorum” demek de mümkün. Hiç rüya görmemek, modern yaşamda birçok insanın yaşadığı ve bazen aylarca süren bir durum. Bunun aksine, rüya görmemek için çözüm arayanlara da rastlanıyor. Ancak rüyalar mutlaka bir amaca hizmet ediyor ve bilim dünyasının da uzun zamandır ilgisini çekiyor. Nörobilimsel olarak etkileri ortaya konan rüyalar, yaşamımız boyunca anlamlarını merak ettiğimiz, bize yol gösteren ruhsal araçlardan biri. Psikolojik kökenini bulmak için yardım almak, zihni aşırı uyarandan uzaklaştırarak kaliteli bir uyku ortamı sağlamak, uyku saatlerine dikkat etmek rüyalardan daha fazla faydalanmamızı sağlayabilir. Elbette tek yöntem bu değil.

Özellikle kadınlar için menstrual döngü farkındalığı ile yaşamanın rüyalarla bağlantıyı tekrar kurduğu söyleniyor. Kadınların menstrual döngülerini doğal olarak yaşamaları durumunda rüyalarının rehberliğine daha açık hale geldikleri artık konuşulan bir gerçek. Kadın şifacılar buna dikkat çekerken, kadim geleneklerde kadınların regl zamanlarında rüyalarını takip edebilmeleri için “kırmızı çadır” gibi uygulamalar ile kadınların kendi içlerine dönmelerine uygun ortamlar sunulması geleneği yine kadın şifacılar tarafından hatırlatılıyor.

Modern dünyada ekran ışığı ve günlük tempo içinde uyku kalitesi etkileniyor ve kadınlar kendi doğal adet döngülerine ulaşmada zorluk yaşıyor. Özellikle de kadınlar için rüyalar aracılığıyla ortak bilinçdışından gelen mesajları almak olası bir yol olarak önümüzde duruyor. Kadınlık döngülerine sahip çıkmak ve hormonal ritmi tekrar yakalamak, rüyalarla bağımızı akıcı hale getirebilir gibi görünüyor.

Derleyen ve çeviren: Senem Tahmaz

Aile içi iletişim problemleri gerek sosyal medyanın etkisi gerekse teknolojinin getirdiği kolaylıklar ile giderek artmakta ve ciddi aile içi sorunlara neden olmaktadır. Aile bireylerinin birbirleri ile iletişiminin sağlıklı olması gerekmektedir. Bireylerin daha mutlu ve huzurlu bir hayat sürmesi için temel adımlardan biridir. Ebeveynler ve çocukların birbirlerini yeteri kadar dinlememesi, çocukların ebeveynleri ile konuşmaktan çekinmesi, ebeveynlerin birbirleri arasındaki problemleri dile getirmemeleri sonucu oluşan iletişim çatışmaları aile içi iletişim problemlerini de beraberinde getirmektedir. Önlem alınmadığında sonu boşanmaya kadar ulaşan ciddi ailevi sorunlara dönüşmektedir.

Aile içi iletişim problemleri aile dışına da olumsuz yansımakta ve bireylerin yaşantısını olumsuz etkilemektedir. Ebeveynlerin birbirlerine hitap şekilleri ve ebeveynlerin çocuklarına karşı hitap şekilleri problemin oluşmasını tetiklemektedir.

Sürekli oluşan beni üzdün, bak kızıyorum ama gibi yaklaşımlar ebeveynlerin birbirlerini anlamasında zorluk göstermektedir. Cümle yapısı değişimi örneğin bunu yaptığında ben üzülüyorum ya da toplum içinde bana kızdığında kendimi kötü hissediyorum gibi cümleler ile iletişim kolaylığı ve anlaşılabilirlik artmaktadır.

Çocuklara ve ergen bireylere karşı sürekli kötüleme barındıran, beceriksizlik algısı oluşturmayı hedef alan ve bencillik oluşturacak cümleler çocukları olumsuz etkilemektedir. Çocuğun aileden sürekli bir şeyler gizlemesine ve sorunlarını ailesi ile paylaşmamasına neden olmaktadır. Çocuklara karşı en iyi tutum genellikle davranışa karşı verilen tepkiyi çocuğun hissedebilmesini sağlamak olduğu unutulmamalıdır. Bu davranışın kırıcıydı ya da bu durumda çok beceriksizce davrandın gibi söylemler ile duygu ve düşüncelerin daha rahat aktarılması sağlanmalıdır. Böylelikle çocukların yaptıkları hataları anlayarak daha düşünceli ve daha sağlıklı yaklaşımlarının tetiklenmesi sağlanmaktadır.

Psikon Pedagog 

Alzheimer nedir? Alzheimer belirtileri ve tedavisi

Beyin hücrelerinin zamanla ölümüne bağlı olarak hafıza kaybı, bunama (demans) ve genel anlamda bilişsel fonksiyonların azalması şeklinde gelişen tıbbi durum Alzheimer hastalığı olarak adlandırılır. Nörolojik bir hastalık olan Alzheimer aynı zamanda en yaygın görülen demans türüdür. Hastalığın bulunduğu kişilerde beyinde beta amiloid plaklarının görülmesi söz konusudur. Başlangıç evresinde yalnızca basit unutkanlıklarla kendini belli eden hastalık, zaman geçtikçe hastanın yakın geçmişte yaşadığı olayları unutmasına ve aile fertleri ile yakın çevresini tanıyamamasına kadar ilerleyebilir. Hastalığın daha ileri evrelerinde ise hastalar temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanarak bakıma muhtaç duruma gelir.

Alzheimer nedir?

Alzheimer, yaygın görülen bir demans türü olup beyin hücrelerinin yok olmasına neden olan ilerleyici bir nörolojik hastalıktır. Düşünce, hafıza ve davranış fonksiyonlarında azalmaya neden olan bu hastalıkta belirtiler yaşla birlikte yavaş yavaş ortaya çıkar. Hastalığın ileri evrelere gelmesi yıllar sürebilir. İlerleyici bir hastalık olması nedeniyle Alzheimer’da erken belirtiler genellikle son yaşanan olayların unutulması şeklinde görülürken birkaç yıl içerisinde bireyler günlük aktivitelerini tek başlarına gerçekleştirmekte zorlanacak hale gelebilirler. Sosyal beceriler, davranışlar ve mantıklı düşünme yeteneği de zamanla olumsuz etkilenir. İleri evre Alzheimer hastaları çoğunlukla bir kişiyle karşılıklı olarak sohbet edebilme yeteneğini kaybeder, kendilerine yöneltilen sorulara ve çevrelerinde gelişen olaylara yanıt vermekte güçlük çekmeye başlar. Hastalık çoğunlukla 65 yaş ve üzerindeki bireyleri etkilese de daha genç başlangıçlı örneklerine de sıklıkla rastlanması nedeniyle bir yaşlılık dönemi hastalığı olarak nitelendirilemez.

Alzheimer belirtileri nelerdir?

Alzheimer hastaları, genellikle bilişsel ve davranışsal alanda performans düşüklüğü şikayetleriyle kliniklere başvurur. Hastalığın başlangıç evresine dair belirtiler daha hafif olmakla birlikte ileri evredeki hastalarda bulgular daha belirgindir. Alzheimer başlangıcı belirtileri genellikle küçük çaplı hafıza sorunları olmakla birlikte son günlerdeki konuşmaların, yaşanan olayların unutulması; kişilerin, nesnelerin ve yerlerin isimlerinin hatırlanamaması gibi semptomları içerir. Hastalığın daha da ilerlemesi ile birlikte en yaygın şekilde görülen Alzheimer belirtileri şunlardır:

  • Bilinç bulanıklığı
  • Kişinin bulunduğu ortama adapte olmakta zorlanması
  • Kişinin iyi bildiği yerlerde kaybolması
  • Konuşma ve dil becerilerine ilişkin sorunlar
  • Saldırganlık, aile ve arkadaşlarından olağan dışı taleplerde bulunma, çevreye karşı şüphe duyma gibi kişilik bozukluklarının gelişimi
  • Halüsinasyon ve sanrılar
  • Motivasyon ve öz saygı düşüklüğü
  • Kişilerin günlük aktivitelerini yardımsız yapmakta zorluk çekmesi
  • Kişinin hatırlayamadığı olayları inkar etmesi
  • Kaygı ve depresyon

Yukarıdaki belirtiler genellikle hastalığın ilk olarak teşhis edildiği dönemde sıklıkla görülen semptomlardır. Hastalığın ilerlemesiyle birlikte bu belirtiler şiddetini artırarak hastanın aile bireylerini tanıyamaması, yakın geçmişini tamamen unutması ve kendini dahi tanımakta güçlük çekmesi gibi çok daha ileri boyutlara ulaşır. Bu durumda hastalar genellikle günlük yaşamlarını devam ettirebilmeleri için bir bakıcıya muhtaç hale gelir.

Alzheimer nedenleri nelerdir?

Alzheimer, uzun yıllardır bilimsel araştırmalara sıklıkla konu olan bir hastalık olsa da hastalığın gelişim nedeni henüz kesin olarak belirlenebilmiş değildir. Bununla birlikte hastalığın ortaya çıkışında risk faktörü olarak değerlendirilen, bir diğer deyişle hastalığın gelişiminde rol oynayabileceği üzerinde durulan olası nedenler şu şekildedir:

  • İleri yaş
  • Ailede Alzheimer öyküsünün bulunması
  • Down sendromlu olmak
  • Geçmişte yaşanan kafa travmaları
  • Uyku düzeni bozuklukları
  • Yetersiz fiziksel aktivite
  • Obezite
  • Sigara kullanmak veya sürekli olarak sigara dumanına maruz kalmak
  • Yüksek tansiyon ve yüksek kolesterol
  • Kötü kontrollü tip 2 diyabet hastalığına sahip olmak
  • Yetersiz, dengesiz ve sağlıksız beslenmek

Alzheimer hastalığının iki farklı cinsiyetteki görülme sıklığını araştıran çalışmalara bakıldığında kadın cinsiyette Alzheimer hastalığnıın görülme sıklığının erkek cinsiyete oranla hafif düzeyde daha yüksek olduğu görülür. Fakat bu durumun kadınlarda ortalama yaşam süresinin daha yüksek olması ile de ilişkili olabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır. Hastalığın gelişiminde risk faktörü olarak değerlendirilen yukarıdaki nedenlerin haricinde Alzheimer hastaları üzerinde yapılan beyin dokusu incelemelerinde ölen beyin hücrelerinin çevresinde görülen beta amiloid plaklarına rastlanır. Hastalarda bu oluşumlara ve beyin hücrelerinin ölümüne neden olabilecek faktörlerin araştırılmasına yönelik çalışmalar gelecekte hastalığın kesin nedeninin belirlenebilmesi için bir umut ışığı teşkil eder.

Alzheimer teşhisi nasıl konulur?

Alzheimer hastalığının teşhisine yönelik net olarak bilgi verebilen bir ayırıcı tanı testi bulunmaz. Dolayısıyla hastalığın teşhisinde pek çok tıbbi tanı testi bir arada değerlendirilir. Hastalığa ilişkin belirtilerle sağlık kuruluşlarına başvuran hastalar nöroloji kliniklerine yönlendirilir. Nöroloji uzmanları tarafından öncelikli olarak hastanın detaylı şekilde öyküsü alınır. Bu aşamada hastanın yanı sıra ailesi veya yakın çevresine de bazı soruların yöneltilmesi gerekebilir. Tıbbi öykünün alınmasından sonra hastalarda nörolojik işlevler, denge, duyu, davranış, hafıza ve refleksleri ölçen çeşitli taramalar yapılır. Tanının desteklenmesi ve benzer hastalıkların varlığına ilişkin olasılıkların ekarte edilmesine yönelik olarak kan testleri, ultrasonografi, bilgisayarlı tomografi (BT), manyetik rezonans görüntülemesi (MR) gibi uygulamalar ve depresyonun araştırılmasına yönelik kişilik taraması testleri de uygulanabilir.

Alzheimer hastalığı bazı genetik hastalıklarla benzer belirtiler gösterebildiğinden bu hastalıkların araştırılması amacıyla gen taramalarının da uygulanması gerekebilir. Buna ek olarak Alzheimer hastalığının gelişiminde rol oynadığı öne sürülen APOE-e4 adlı genin araştırılmasına yönelik gen taramaları da uygulanabilse de bu yöntem geçerliliği kanıtlanmış bir tarama yöntemi değildir. Yapılan tüm bu tanı testlerinin sonucunda Alzheimer hastalığına yönelik şüpheleri artırıcı bulguların elde edilmesi durumunda Alzheimer testi olarak da bilinen bilişsel fonksiyonların değerlendirilmesine yönelik testler de yapıldıktan sonra hekim tarafından hastalığın kesin teşhisi konulabilir.

Alzheimer tedavisi nasıl yapılır?

Alzheimer hastalığını işaret eden yukarıdaki belirtileri yaşayan kişiler vakit kaybetmeksizin bir sağlık kuruluşuna başvurmalıdır. Hekim tarafından yapılacak değerlendirmeler sonucunda Alzheimer teşhisi alan hastalarda tedavi süreci hastanın yaşı, hastalığın ilerlemişlik düzeyi ve eşlik eden diğer hastalıklar da göz önünde bulundurularak kişiye özgü olarak planlanır. Alzheimer hastalığının bilinen kesin bir tedavi yöntemi yoktur. Fakat bazı uygulamalar ile hastalığın hastada oluşturduğu semptomların azaltılması veya ortadan kaldırılması ve hastalığın ilerleyişinin yavaşlatılması mümkündür. Alzheimer hastalarının ev ortamında gerekli düzenlemeler yapılmalı ve özellikle de yalnız yaşamak zorunda olan hastalar için evde unutkanlığı önleyici ve hatırlamayı kolaylaştırıcı önlemler alınmalıdır. Bunlar evin belirli yerlerine asılacak notlar veya dikkat çekici işaretler olabilir. Bilişsel stimülasyon terapileri gibi bireysel veya toplu olarak uygulanabilen psikiyatrik terapiler hafızanın güçlendirilmesine, problem çözme ve dil becerilerinin korunabilmesine katkıda bulunabilir. Hastalığa ilişkin semptomların azaltılması ve yaşam kalitesinin artırılması amacıyla hekim tarafından birtakım ilaçların kullanımı önerilebilir. Donepezil, Rivastigmin, Takmin gibi kolinesteraz inhibitörleri ile Memantin gibi ilaçlar bu amaçla en sık kullanılan ilaç türleridir. Bu ilaçlar direkt olarak hastalığa yönelik tedavi aracı olmayıp semptomatik tedavinin bir parçası olarak değerlendirilebilir.

Ailesinde Alzheimer öyküsü bulunan fakat henüz hastalığa ilişkin bir teşhis almamış bireylerde hastalığın kesin oluşum nedeni bilinemediğinden yalnızca risk faktörlerinin ortadan kaldırılmasına yönelik önlemler alınabilir. Bunlar sigara kullanımından kaçınmak, hareketli yaşam tarzını benimsemek ve sağlıklı beslenmek gibi önlemlerdir. Ayrıca bu bireylerin Alzheimer hastalığına ve hastalığı işaret eden belirtilere ilişkin farkındalık sahibi olmaları sağlanmalıdır. Eğer siz de kendinizde veya bir yakınınızda hafızaya ilişkin sorunlar gibi Alzheimer belirtileri gözlemliyorsanız, derhal bir sağlık kuruluşuna başvurmalı ve hastalığın araştırılmasına yönelik olan muayene ve gerekli tanı testlerini yaptırmalısınız. Hastalığın teşhis edilmesi durumunda tedavi sürecine bir an önce başlanmasını sağlayarak hastalığın ilerleyişini önemli ölçüde yavaşlatabilirsiniz.

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

Uzm. Dr. Sabiha Candan Özdemir Nöroloji

MEDICALPARK

Modern yaşamın getirdiği stres ve yaşam tarzı insanların hayatını olumsuz olarak etkileyebilir. Bu yaşam tarzı çoğunlukla çeşitli hastalıklara neden olur. Hareketsiz, asosyal bir yaşam ve yoğun iş stresi psikolojik ve nörolojik sorunlara yol açabilir. “Unutkanlık hastalığı nedir?” sorusu bu nedenle son zamanlarda oldukça fazla sorulmaktadır. Çünkü unutkanlık insanların günlük yaşamına ve insanların iş hayatına olumsuz etki yapar. Bu durumlar da psikolojik olarak insanları olumsuz düşünmeye iter. Böyle bir kısır döngüye girmek unutkanlığı daha da arttırır ve sonunda unutkanlık hastalığına yol açar. Unutkanlık hastalığının sebepleri çok farklı olabilmektedir. Ancak ciddiye alınması gereken bir durumdur ve tedavisinin çabuk yapılması gerekir. İnsanların bireysel olarak da uygulayabileceği önlemler vardır ancak öncelikle tanı koyulması gerekir. Unutkanlık hastalığının tanısı genellikle nöroloji ve psikoloji uzmanları tarafından bazı testlerin uygulanmasıyla konulur. Hastalığı ortaya çıkaran nedenler dikkate alınarak tedavi uygulanır ve unutkanlık hastalığının önüne geçilmeye çalışılır. Peki unutkanlık hastalığı nedir, ne gibi belirtileri vardır ve neden ortaya çıkmaktadır? Bu yazıda tüm bunlara değinilmektedir. 

Unutkanlık Hastalığı Nedir?

Halk arasında unutkanlık hastalığı yalnızca yaşlılarda görülüyor gibi bir kanı olsa da bu doğru bir kanı değildir. Her yaştan insanda farklı nedenlere bağlı olmak üzere unutkanlık hastalığı olabilir. Genç yaştaki insanların da unutkanlık hastalığı geçirme olasılığı vardır. Bazı durumlarda unutkanlık olağan görülebilir ve günlük nedenlere bağlanabilir ancak vitamin eksiklikleri veya hormon yetersizliklerinin sonucu olarak unutkanlık hastalığı ortaya çıkar. Bunun yanında ilerleyen yaşlarda nöropsikiyatrik hastalıklardan olan alzheimer ve demans da ortaya çıkabilir. Bu hastalıkların en yaygın semptomlarının arasında unutkanlık ve ağır depresyon yer alır. Demans ve alzheimer hastalarının hayatlarını sürdürmesi oldukça zordur. 

Bu nedenle çevresindekiler ve aileleri bu hastaların hayatlarını kolaylaştırmak için özen göstermeleri gerekir. Unutkanlık hastalığının anlaşılabilmesi için hafıza kavramını da anlamak gerekir. İnsan hafızası kısa süreli bellek ve uzun süreli bellek olmak üzere ikiye ayrılır. Kısa süreli bellekte en fazla 6 ila 9 adet arasında bilgi işlenir. Bu bilgiler çok kısa olarak burada kalır ve herhangi bir kodlama ile uzun süreli belleğe alınmazsa unutulur. Kısa süreli bellekteki bilgiler kodlama ve tekrar ile olsa da uzun süreli belleğe alınamıyorsa bu unutkanlık hastalığını işaret eder. Ayrıca uzun süreli belleğe kaydedilen bilgilerin geri getirilmesi mümkün olmuyorsa bu da unutkanlık hastalığını işaret eder. Her iki hafıza sorunundan dolayı da unutkanlık ortaya çıkar. 

Unutkanlık Hastalığı Belirtileri Nelerdir?

Unutkanlık hastalığı farklı nedenlerden dolayı ortaya çıkabildiğinden hastalarda farklı belirtiler görülmesi normaldir. Her hastada aynı belirtilerin gözlenilmesi beklenemez. Bazı hastalar yakın zamanda yediği ve içtiği şeyleri unuturken, diğer bir grup hasta ise yapması gereken şeyleri unutabilir. Bununla birlikte bir nesnenin daha önce koyulduğu yerin unutulması da olasıdır. Ancak en yaygın belirtileri:

  • Günlük yaşamdaki rutin aktivitelerin ve işlerin unutulması,
  • Daha önce izlenmiş bir filmin, okunmuş bir kitabın, düşüncelerin veya bir başkasıyla yapılmış sohbetin unutulması,
  • İş hayatında yapılması gereken işlerin unutulması ve aksatılması,
  • Önceden birçok kez gidilmiş ve ziyaret edilmiş bir adresi unutma veya bulmakta zorluk çekme,
  • Basit seçimlerde bile kararsızlık yaşama veya karar vermede zorlanma,
  • Normalde ilgi çekici gelen şeylere karşı olan ilginin yitirilmesi ve hissislik,
  • Yoğun depresyon, 
  • Anksiyete veya sinirlilik halidir.

Bunlar en yaygın belirtiler olsa da unutkanlık hastalığının belirtileri arttırılabilir. Özel olan günleri unutmak, sahip olunan eşyaları kaybetmek, aile bireylerinin veya yakın çevredeki insanların isimlerini unutmak, konuşma esnasında sözcükleri unutmak vs. gibi daha fazla belirti de sayılabilir. Hastalık her bireyde farklı seyredebileceği için belirtileri bu denli fazladır.

Unutkanlık Hastalığı Nedenleri Nelerdir?

Unutkanlık hastalığının nedenleri hafıza ile ilgili olarak iki farklı şekilde ele alınır. Bunlar kısa süreli hafıza ile ilgili olanlar ve uzun süreli bellek ile ilgili olanlar olarak birbirinden ayrılır. Kısa süreli hafızanın kapasitesi oldukça sınırlıdır ve buradaki bilgilerin unutulma süresi de oldukça kısıtlıdır. Bu nedenle kısa süreli hafızadaki bilgilerin unutulması birçok nedenden dolayı olabilir. Bu bellekteki bir bilginin öğrenilebilmesi veya akılda tutulabilmesi için kodlama ve dikkat gereklidir. O an öğrenilmek istenen bilgiye odaklanmayı güçleştiren her şey unutkanlığa sebep olur. Buna kısa süreli hafızaya müdahale denir. Böyle durumlarda kısa süreli bellekteki bilgiler bozulur ve unutulur. O an öğrenilmek istenen bilgi dışındaki şeyler öğrenilirken, asıl öğrenilmek istenen bilgi unutulur. Bu duruma da bilimsel olarak yerini alma denir. Ayrıca insanlar farklı nedenlere bağlı her bilgiyi öğrenmek istemezler. Böyle durumlara da güdülenmiş unutma adı verilir.

Bütün bu unutkanlık durumları bilginin depolanamamasına neden olur ve unutkanlık hastalığı ortaya çıkar. Uzun süreli bellek ise neredeyse sınırsız kapasiteye sahiptir ve öğrenilmiş bütün bilgiler burada yer alır. İnsanın ihtiyacı olan bilgiyi kullanabilmesi için uzun süreli bellekten bu bilginin getirilmesi gerekir. Ancak çeşitli nedenlere bağlı olarak buradan bilgi getirilemez. Bu durum unutkanlığa ve ilerleyen süreçte unutkanlık hastalığına neden olur. Yine travmalar veya hastalıklar vs. gibi durumlardan dolayı uzun süreli bellekteki bilgiler bozulabilir. Bu nedenle bilgi unutulur ve bu durumun sürekli yaşanması unutkanlık hastalığına neden olur. Ayrıca tiroid hormonu bozuklukları, kaygı bozuklukları, ağır depresyon, sinir sistemini etkileyen hastalıklar, folik asit eksiklikleri, vitamin ve mineral eksikliği, hafızayı etkileyebilecek travmalar, beyindeki herhangi bir tümör de unutkanlık hastalığına neden olabilir.

Unutkanlık Hastalığı Tanısı Nasıl Konulur?

Unutkanlık hastalığının ortaya çıkması fiziksel veya psikolojik nedenlere bağlı olabilir. Yoğun stres altında çalışmak veya çok fazla dikkat edilmesi gereken durumlara maruz kalmak unutkanlığa neden olabilir. Ayrıca bazı ciddi hastalıklar da unutkanlığa neden olur. Bu nedenlere bağlı olarak unutkanlık hastalığı yaşayanlar psikoloji ve nöroloji bölümlerinde muayene olması gerekir. Ancak ilk başvurulması gereken yer nöroloji doktorudur.

Unutkanlık hayat kalitesini oldukça fazla etkilediği için bu süreç uzatılmamalıdır. Genelde tanı ve unutkanlığın seviyesini ölçmek için uzmanlar tarafından hazırlanmış bir takım sorular hastaya sorulur. Bu sorular hastanın kendi hayatını ve günlük yaşamını ilgilendiren sorulardır. İyi tanınan bir kişinin isminin unutulup unutulmadığı, bir gün önce yapılan aktivitelerin hatırlanıp hatırlanmadığı, hafıza sorunları yaşanıp yaşanmadığı, haftanın günlerinin unutulup unutulmadığı, bir nesnenin aranırken ne olduğunun unutulup unutulmadığı, anahtarın oldukça fazla kapı üzerinde veya evde unutulup unutulmadığı gibi sorular tanı için hastaya sorulur. Sorulan sorulara verilen evet yanıtı eğer fazlaysa unutkanlık hastalığından söz edilir. Bu tür testler ile hastalığını teşhisi konulur ve buna uygun tedavi uygulanır.

Unutkanlık Hastalığı Tedavi Yöntemleri Nelerdir? 

Unutkanlık hastalığının tedavisi için bir takım ilaçlar doktor kontrolünde kullanılabilir. Bu ilaçlar mutlaka doktorun önerisi ile alınır. Eğer unutkanlık hastalığı vitamin eksikliğinden kaynaklanıyorsa doktor vitamin ilaçları kullanılmasını ister. Eğer psikolojik nedenlerden dolayı unutkanlık oluyorsa psikiyatri ilaçları önerilir. Nörolojik nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan unutkanlık hastalıklarında ise nöroloji uzmanı bir takım ilaçların kullanılmasını isteyebilir. Bunun dışında bireysel olarak hiçbir ilacın kullanılmaması gerekir. Çünkü yanlış alınacak bir ilaç hastanın durumunu daha da kötüleştirebilir. Unutkanlığın ortadan kaldırılması veya azaltılması için insanların yaşam tarzlarını değiştirmesi de gerekebilir.

Kitap okumayan hastaların kitap okuma alışkanlığı edinmesi, bulmaca çözmek, yapbozlarla ilgilenmek, işe veya eve giderken rutin yolların dışında rotalar kullanmak, yapılması gereken aktiviteleri not etmek, yabancı dil öğrenmeye çalışmak, daha sosyal bir insan olmaya çalışmak, yeni öğrenmeler gerçekleştirebilecek eğitimlere katılmak ve zihnin daha fazla yorulmasını önlemek için gereksiz şeylere takılmamak bireysel olarak uygulanabilecek tedavi yöntemleridir. Ayrıca hastalar unutkanlıkları için kaygılanmamalıdır. Çünkü bu durumun sürekli düşünülmesi unutkanlığın ilerlemesine neden olabilir. Zihnin dinlenmesi için yeteri kadar uyku gerekir. Bu nedenle unutkanlık hastalığı olanların yeteri kadar uyumaya özen göstermesi gerekir. Bu şekilde hastalar kendi unutkanlıklarını azaltabilir ve hastalığın ortaya çıkmasına engel olabilir. 

Eğer siz de unutkan bir insan olduğunuzu düşünüyor veya unutkanlık hastalığı belirtileri gösteriyorsanız en kısa zamanda randevu alarak muayene olabilirsiniz. Böylece unutkanlık hastalığının önüne geçebilir ve daha sağlıklı bir yaşam sürebilirsiniz.

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır. Sayfa içeriğinde tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren ögelere yer verilmemiştir. Tanı ve tedavi için mutlaka hekiminize başvurunuz.

MEDICALPARK

Uyku, organizma için yemek, su, nefes alma gibi vazgeçilemez bir ihtiyaçtır ve çok önemli işlevleri vardır. Gün içinde sağlıklı ve keyifli olmak için rahat ve kaliteli uyku en önemli faktörlerden biridir. Günde erişkin bir insanın ortalama 7-8 uyuduğu düşünülürse insan ömrünün üçte biri uykuda geçiyor demektir. Uyumadan yaşamak mümkün değildir. Dolayısıyla yeterli miktarda ve kaliteli bir uykumuzun olması, hem sağlığımızı korumamız hem de gün içinde işlevlerimizi yerine getirebilmemiz için vazgeçilmez bir zorunluluktur.

UYKU NEDİR?

Uyku, hem bedensel dinlenmeyi sağlayan hem de zihinsel fonksiyonların da yenilendiği bir dönemdir. Düzenli uyku beden ve ruh sağlığı için çok önemlidir. Zira uykusuzluk problemi, uyku düzenindeki bozukluklar insan sağlığını bağışıklık sisteminden, kalp sağlığına, kan şekeri düzeyinden beyin fonksiyonlarına kadar olumsuz etkiler.

Uykunun gün içindeki düzeni ve dağılımı (ritmi), kişinin biyolojik saati tarafından oluşturulmaktadır. Kişinin biyolojik saatine yol gösteren en önemli etmenlerden birisi ışıktır. Gözler tarafından algılanan ışık beyindeki ilgili merkeze ulaşır ve bu merkez de ışığın miktarına (gündüz-gece) bağlı olarak, uyku getirici şeyler veya uyanıklığı sağlayan (diğer bir ifadeyle uykuyu kaçıran şeyler) madde ve hormonları salgılayan merkezlere uyarıcı veya engelleyici mesajlar yollar. Bunun anlamı gün içinde saat içinde kişilerin uyumaya yatkın olduğu veya istese kolayca uyuyamayacağı dönemler vardır.

UYKUSUZLUK (İNSOMNİ) NEDİR?

İnsomni yani uykusuzluk azalmış ve/veya kalitesiz yetersiz gece uykusu dolayısıyla gün içinde insan sağlığını, yaşam kalitesini olumsuz etkileyen; yorgunluk, bitkinlik, öğrenme, konsantrasyon güçlüğü, aşırı sinirlilik hali ve bazı psikolojik belirtiler ortaya çıkaran önemli bir rahatsızlıktır.

Uykusuzluk (insomni) , özellikle gelişmiş ülkelerde uyku ile ilgili problemlere ilişkin en sık karşılaşılan problemlerden biridir. Dünyanın belirli noktalarında uykusuzluğa yönelik yapılan araştırmalar, insomninin toplumda ortalama %35 civarında bir görülme oranı belirtmekte bunların da %10-15’nin orta veya ileri şiddette olguları kapsadığını ortaya koymaktadır. Uykusuzluk probleminin görülme sıklığı kadınlarda daha yüksek orandadır. Kaliteli bir uyku insan sağlığı için olmazsa olmazlardandır. Uykusuzluk kişinin sosyal ve iş yaşantısında çeşitli problemlere yol açabilir. Uyku sorunu yaşayan kişiler ruhsal ve bedensel olarak kendilerini kötü hisseder. Değişik ülkelerde yapılan çalışmalar, hangi tipte olursa olsun insomni için toplumda ortalama %35 civarında bir görülme oranı belirtmekte ve bunların da %10-15’inin orta veya ileri şiddette olguları kapsadığını ortaya koymaktadır.

Az sayıda ve daha dar kapsamlı olmakla birlikte, ülkemizdeki çalışmalar da benzer sonuçlar vermektedir. Görülme sıklığı, kadınlarda daha yüksek orandadır ve yaşla birlikte artmaktadır. Uykuya dair problemler tanı ve tedavi yöntemlerinin gelişmesiyle, uyku bozukluklarına dayalı araştırmaların yaygınlaşmasıyla birlikte kontrol altına alınabilmektedir. Uykusuzluk yakınması süresine göre 3 kısma ayrılır; uykusuzluk yakınması bir haftadan uzun sürmediyse akut ya da geçici, bu süre bir hafta ile üç ay arasındaysa subakut, uykusuzluk yakınması üç aydan fazla ise kronik insomniden bahsedilir.

Uykusuzluk yakınmasının süresi bir haftadan uzun değilse akut ya da geçici, bir hafta ile üç ay arasındaysa subakut veya kısa süreli, üç aydan fazlaysa kronik insomniden bahsedilir.

UYKUSUZLUK PROBLEMİ NEDEN OLUR?

Uykusuzluk probleminin oluşmasında birçok neden vardır. Yaş ilerledikçe uyku uyumama şikayetinde, uykusuzluk yakınmasında artış görülebilir. Uykusuzluğun en yaygın nedenleri şöyle sıralanabilir:

  • Duygulanım bozuklukları, depresyon,
  • Alkol ve diğer maddelerin kötüye kullanım,
  • Panik bozukluklar,
  • Uyku öncesinde aşırı yeme içme,
  • Uyku için uygun saatlere kurallara uyulmaması,
  • Uykudan önce çay-kahve gibi içeceklerin fazla tüketilmesi,
  • Yatağın uyku dışı amaçlar için kullanılması (Yazı yazma, TV izleme, cep telefonuyla ilgilenme)
  • Huzursuz bacak sendromu

UYKUSUZLUK NERELERE YOL AÇAR?

İnsanların yaşamlarını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmeleri için gerekli faktörler arasında uyku da bulunmaktadır. Uyku sorunu yaşayan kişilerin hayat kalitesi düşer. Kronik uykusuzluk şikayeti olanların ruhsal ve bedensel sağlığı olumsuz şekilde etkilenir. Uykusuzluk problemi şunlara yol açabilir:

  • Gündüzleri dikkat eksikliği, yorgun hissetme
  • Konsantrasyon güçlüğüyle birlikte aşırı sinirlilik, 
  • İş performansında düşme,
  • Depresyon
  • Yüksek tansiyon ve metabolik bozukluklar
  • Obezite riski
  • Bağışıklık sistemini zayıflatma

“UYKU BOZUKLUĞU” SADECE UYKUSUZLUK MUDUR?

Tanımlanmış 80’i aşkın uyku hastalığı arasında kişiyi uykusuyla ilgili en çok rahatsız eden, uyku problemlerine dair farkında olduğu en büyük yakınma uykusuzluktur. Nitekim uyku sorunlarıyla ilişkili doktora başvuran hastaların çoğunluğunu uykusuzluktan yakınanlar oluşturur. Buna karşın aşırı uykululuk yani gün içinde sürekli uyku hali, yorgun kalkmalar birçok hasta tarafından önemsenmeyerek normal karşılanabiliyor.

Tanımlanmış onlarca uyku hastalığının sadece küçük bir bölümünü oluşturan uykusuzluk şikayetinde, doktora başvuran hastalar sonuçları bakımından daha hayati veya acil rahatsızlıkları önemsemeyerek atlayabilmektedir. Uyku bozukluğundan şüphelenilen hastanın önce bir uyku bozuklukları uzmanı tarafından muayene edilmesi gerekir.

Bazen sadece muayene ile hastaya tanı konabilirken; bazen de hastaya uyku tetkikleri yapılarak altta yatan sebepler ortaya konabilir. Gereken tetkikler hastanın kendi evinde veyahut uyku bozuklukları merkezinde yapılabilir.

Kronik uykusuzluk Alzheimer riskini artırabilir

Kronik uykusuzluk sorunu yaşayan bir kişi aynı zamanda Alzheimer risk genlerine sahipse bu durumdaki kişinin Alzheimer olma riski çok daha artmaktadır. Uykusuzluk ve Alzheimer arasındaki ilişki şu şekildedir.

Çok fazla uykusuz kalındığı vakit beyindeki amiloid miktarı artış göstererek beyne zarar vermektedir. Amiloid beta proteini Alzheimer’a neden olmaktadır. Şöyle ki Amiloid beta proteini beyin tarafından üretilir; ancak görevi bittikten sonra yok edilmesi gerekmektedir. Amiloid’in yok olması işlemi ise uyku sırasında gerçekleşmektedir. Bu bağlamda kronik uykusuzluk sorunu yaşayanlar Alzheimer risk genlerine de sahip oldukları takdirde söz konusu hastalığa yakalanma riskleri artmaktadır. Uykusuzluk ve depresyonun aynı anda görüldüğü topluluklarda Alzheimer’a yakalanma oranlarının yüksek olduğu görülmektedir.

UYKUSUZLUK TEDAVİSİ NASILDIR?

Uykusuzluk tedavisinde öncelikle uykusuzluğun nedenlerine kökenlerine yönelik bir araştırma yapılmalıdır. Uykusuzluk şikayeti olan hastaların bir bölümü yalnızca uyku alışkanlıklarının düzenlenmesinden önemli ölçüde yararlanırlar. İnsomni hastaları bazı kurallar konusunda nedenine bakılmaksızın bilgilendirilmeliler.

Kronik uykusuzluğa gün içinde yapılan birtakım hatalar neden olabilir. Bunlarla birlikte huzursuz bacak sendromu, gece gelen panik ataklar, uyku apsesi gibi farklı rahatsızlar da gündüz yakınmalarına sebep olabilmektedir.

Uykusuzluk tipine göre öncelik olarak yaşam düzenlenmeleri yapılmalı daha sonra melatonin takviyesi gibi ilaç tedavileri tercih edilmelidir.

Kronik uykusuzluğa gün içinde yapılan hatalar neden olabileceği gibi uyku apnesi, huzursuz bacaklar sendromu veya gece gelen panik atak gibi farklı rahatsızlıklar da yol açabilir. Rahat kaliteli bir uyku için ilaçları tercih etmek yerine uykusuzluğa neden olan başlıca sorunun ne olduğu belirlenip buna uygun bir tedavi planlamak gerekir.

UYKUSUZLUKTA İLAÇ TEDAVİSİNDE NELERE DİKKAT ETMELİ?

Uykusuzluk probleminin altından yatan nedenlerde psikiyatrik kökenli hastalıklara sıklıkla rastlanmaktadır. Depresyon gibi duygulanım bozuklukları uykusuzluk yakınmasına yol açabilir. Uykusuzluk yakınması psikiyatrik kökenliyse nedene göre tedavi uygulanmalıdır. Uykusuzluk yakınmasının daha çok geçici veya kısa süreli olduğu durumlarda uyku ilaçları(hipnotikler) bir haftayı geçmeyecek şekilde kullanılabilir.

Prensip olarak kronik uykusuzlukta uyku ilacı kullanımı yöntemiyle tedavi gerçekleşmez. Şayet zorunlu kalınırsa uyku ilaçları (hipnotikler) doktor kontrolünde hastadaki gerginliği kırabilmek adına 4-6 haftayı aşmamak koşuluyla verilebilir.

MEMORIAL

Kişilik konusundaki son incelemeler, insan davranışlarının anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Kişilerarası iletişimi kolaylaştıran veya güçleştiren etmenler incelenen önemli konular arasındadır. Kişiliğin öznel yanı olan “benlik”, iletişimin merkezi, odak noktası olarak kabul edilebilir. . Bir anlamda iletişim, “ben”in başkalarına anlatılmasıdır. Benlik insanın kendi iç dünyasıyla ve başkalarıyla kurduğu iletişimin hem ürünü ve hem yaratıcısı olarak da düşünülebilir. Benlik kişiliğin dışarıya yansıyan, başkaları tarafından algılanan, çözülen, anlaşılan, değerlendirilen, yorumlanan yönü, aynı zamanda onun sözlü ve sözsüz iletişim biçimi ve özellikleridir (Köknel,1986).

Kişilerarası ilişkileri etkileyen Önemli etmenlerden birisi de, başkalarının bulunduğu yerde tedirginlik ve kısıtlanma duygusu olarak tanımlanabilecek olan “utangaçlık” (Smith, Briggs, 1986) dır. “Toplumsal etkileşimden kaçınmak, toplumsal konulara gereğince katılmakta başarısız olma eğilimi” (Pilkonis, 1977, Akt: GoeringCutspec, 1988), ya da “başkalarından çekinmek ya da onlarla iletişim kurmaktan kaçınmak yatkınlığı” (Mc Crosky ve Beatty 1986) olarak tanımlanan utangaçlık, çekingenlik ve iletişim kurma korkusu gibi farklı kavramlarla da incelenmeye çalışılmıştır.

Utangaçlık (Shyness) “Başkaları ile olan ilişkileri sırasında duyulan ve doğal davranışları ketleyen rahatsız edici duygıı” (Enç, 1980) tanımında da görüldüğü gibi, daha çok kişİIerarası ilişkilerle ortaya çıkan bir durumdur. Utangaçlık, genel olarak, iki biçimde İncelenmektedir. Birinci biçimde, utangaçlık, kişinin içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak, ara sıra ortaya çıkan ve yaşanan bir durumdur. İkinci biçimde ise, geleneksel olarak, kişiliğin sürekli ve belirgin bir Özelliği biçiminde düşünülmüştür. Bugüne dek yapılan deneysel çalışmaların çoğunda da utangaçlık, “kişilik özelliği” açısından ele alınmaktadır. Bu konudaki ilk çalışmalar Cattel (1947) ve Guilford (1959) tarafından yapılmıştır (Akt: Smith,1986).

Utangaçlık ve bununla bağlantılı kişilik yapıları üzerine yapılan araştırmaların büyük bölümünde, utangaç olan kişiler, utangaç olmayan kişilerle karşılaştırma yoluna gidilmiştir (Goerin – Cutspec, 1989). Utangaçlık konusundaki çalışmalar daha çok davranışlar üzerinde odaklanmakla birlikte, bazı araştırmacılar “toplumsal kaygı” kavramını öne sürmüşlerdir. Çünkü, bireyin toplumsal güçlüklerinin nedenleri ne olursa olsun, bunlar genelde “kaygı” kavramı ile ilişkili bulunmuştur.

Toplumsal ortamlardan ve bu ortamlarda bir eylemi gerçekleştirme durumununda kalmaktan kaygılanma ve kaçınma biçiminde kendini gösteren toplumsal kaygı, toplumun değişik kesimlerinde önemli sorunlara ve güç kaybına yol açan yaygın ve ciddi bir sorundur. Toplumsal kaygı, 1980 yılında Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından ayrı bir ruhsal bozukluk olarak kabul edilmiştir. DSM IH’de, “kişinin başkaları tarafından inceleneceği ve utanç duyacağı şekilde davranma korkusu ile toplumsal durumlarda ısrarlı ve mantıksız bir biçimde korku duyma ve bu durumlardan ısrarlı bir biçimde kaçınma isteği olarak” tanımlanmıştır (DSM III, 1980). Burns (1988), toplumsal kaygıyı, “başkalarının önünde duyulan tedirginlik, başkalarının dikkatli inceleme ya da uyanlardan veya yalnızca varlıklarından tedirginlik ya da rahatsızlık duymak” olarak tanımlamaktadır (Akt; Crozier, 1990).

Toplumsal kaygı ile benzerlik gösteren bir başka kavram da, “sosyal fobi” (toplumsal yılgı)’dir. Sosyal fobide, kayı duyulan toplumsal durumlardan kaçınma tepkileri daha sık olup, yaşam üzerinde daha sınırlandırıcı bir etkiye sahiptir. DSM-III (1980), DSM III-R (1987) ve son olarak DSM-IV (1994)’te İse, toplumsal kaygı, ayrı bir bozukluk olarak tanımlanmayıp, sosyal fobi ile birlikte aynı başlık altında verilmiştir (Akt: Eren, 1997).

Kişinin “Başkalarının yanında küçük düşeceği, sıkıntı ya da utanç duyacağı bir biçimde davranacağı korkusu”, sosyal fobi (sosyal kaygı bozukluğu) olarak tanımlanmaktadır (Köroğlu, 1996). Sosyal fobinin başlıca özelliği, utanç duyulabilecek toplumsal ortamlardan ya da bir eylemin gerçekleştirildiği durumlardan belirgin ve sürekli bir korku duymaktır. Belli düzeyde toplumsal kaygı içeren utangaçlık, yaşam üzerindeki yaygın etkilere ve kararlı devamlılığa sahip toplumsal kaygıdan kesin olarak ayrılmaktadır (Esemenli, 1995).

Utangaçlık, güvensizlik sonucu ortaya çıkan, çocuk ve ergenlerde de sıklıkla görülen, çevreyle ilişki kurmamak için gerçeklerden kaçma, sıkılma, az konuşma biçiminde görülen bir savunma mekanizmasıdır (Köknel, 1981). Utangaçlığın, utanmanın bir görüntüsü olduğu konusunda görüşler de vardır (Tomkins, 1963, Lizard, 1977, Akt: Crozier, 1990).

Erikson’un kuramına göre 1-3 yaş arası, otonomi (Özerklik, bağımsızlık) isteğinin belirdiği dönemdir. Bu evrede, çocuk birbirine karşıt duygu ve eğilimler üzerinde giderek bir denge kurmayı, seçim yapabilmeyi ve istenç (irade) yetisini geliştirir. Kendi benliğine saygısını yitirmeden, kendi kendini denetleyebilme duygusundan iyi niyet ve onur duygusu doğar. Kendini denetleyebilme becerisinin eksikliği ve dışardan denetimlerin aşırılığı oranında ise, kuşku ve utanç duyguları yerleşir. Bu dönemde ana-baba ve çevresinin aşırı baskılı veya anlamsız engellemeleri sürdürülürse, çocuğun serbest seçim yapma duygusu geliştirilmemiş olur. Ayrıca, çocuğu sürekli suçlu hissettirmek de onun zamanla utanç içinde olmasına neden olur. Sonuçta aşırı bağımlı, aşırı boyun eğen, aşırı utangaç, kuşkulu ya da isyancı veya kararsız bir kişilik gelişir (Ekşi, 1990).

“Utangaç”, “sıkılgan” veya “çekingen” terimleri genellikle eş anlamda kullanılan sözcüklerdir. Oysa Çekingenlik (timidity) ‘‘Çoğu kimsenin ürkeklik duymadığı durumlar karşısında hafif korku ve ürkeklik duyma durumu” (Enç, 1980) olarak tanımlanmaktadır. Utangaçlık ve sıkılganlık arasındaki ayırım incelendiğinde^ sıkılganlığı, Assendorf’un (1984) “Bîr kimsenin başkalarının gözündeki İmajı İle, kendi standart imajı arasında farklılıklar görmesinin bir sonucu” olarak tanımladığı görülmektedir. Zimbardo (1977) ise, sıkılganlığı “Yeni insan ve durumlarla karşılaşıldığında birdenbire ortaya çıkan geçici duygusal tepki” (Akt: Crozier, 1990) olarak tanımlamıştır. Buna göre sıkılganlık olgusal bir durumdur ve bir aykırılıkla karşılaşıldığı zaman ortaya çıkmaktadır. Coopersmith de (1967), düşük düzeyde özsaygının, çoğu kez utangaçlıkla eş anlamında tutulduğunu öne sürmüştür.

Zimbardo (1977), utangaçlığı, toplumsal bir rahatsızlık olarak nitelemektedir (Akt: Prisbell, 1985), Zimbardo ve Pilkonis gibi toplumsal etkenlere ağırlık veren Stanford araştırmacıları (1974 ve 1979), bireyin utangaçlık anlayışım, toplumsal beceri eksikliklerinin bir yansıması olmaktan çok, toplumla bütünleşme çabalarının etkisi altında kalan davranışlar olarak yorumlamışlardır. (Akt: Crozier, 1990). Bu konuda yapılan çalışmalar, utangaç kimselerin, kaygılanmadan davranış kısıtlanmasına kadar varan düşünce saplantıları ile belirginleştiklerini; bu kişilerin, başkalarının kendilerini olumsuz biçimde değerlendirdiklerini düşündüklerini; kişilerarast ilişkilerde ve fiziksel yönden kendilerini başkalarından daha az çekici bulduklarını; iletişim sırasında da gözlerini daha çok başka yerlere çevirdiklerini göstermektedir. Utangaçlık düzeyi yüksek olan bireylerin, kişilerarası ilişkilerinin daha az utangaç olanlara göre, daha kısıtlı olduğu görülmektedir,

Utangaç kişiler, etkileşimden kaçınmaya çalıştıkları için, başkaları ile konuşmaktan Utangaçlık düzeyi yüksek olan bireylerin, kişilerarası ilişkilerinin daha az utangaç olanlara göre, daha kısıtlı olduğu görülmektedir, Utangaç kişiler, etkileşimden kaçınmaya çalıştıkları için, başkaları ile konuşmaktan “korkarlar” ve bu nedenle konuşmaya hiç girmemeyi yeğlerler. Utangaç kimselerin kendileri İle ilgili olarak doğru algılamalara sahip olmadıkları ve düşüncelerini karşısındaki kişilere açıklamakta güçlük çektikleri görülmektedir (Burch ve Hamr, 1995; Prisbell, 1985; Uzuka, 1994; Bell, 1995). Utangaçlık, Batı toplumlarında özellikle son yıllarda üzerinde oldukça fazla durulan bir konu olmuştur. Utangaçlık bizim toplumumuzda da, oldukça fazla görünmesine karşın bir sorun olarak görülmemekte; insan davranışının doğal bir yönü olarak kabul edilmektedir (Dilbaz; 1996), Hatta bu yön kadınlarda sevecenlik, duygululuk gibi, cinse özgü niteliklerden birisi olarak düşünülmektedir (Köknel, 1986).

Sürekli ve belirgin bir kişilik Özelliği olarak görülen utangaçlık yalnız bireyin kendisini etkileyen bir durum değil, toplumsal yansımaları açısından da derinlemesine inceleme gerektiren bir konudur. Çünkü, “utangaç” olarak nitelenen kişilerin başkaları İle iletişim kurmaları kısıtlı olduğu gibi bu kimseler toplumsal görevlerini yerine getirme bakımından da sınırlılık İçindedirler. Bu nedenle, utangaçlık, bir kişilik özelliği olarak ele alınacak bir konu değil, bir “kişilik sorunu” olarak incelenmesi daha doğru olacak bir konudur. Bu sonucun ele alınabilmesi ve düzeltici önlemlerin uygulanabilmesi için öncelikle utangaç kişilerin saptanması gerekir. Bunun için bir ölçek geliştirilmesi gereği duyulmuş ve bu incelemede kullanılan Utangaçlık Ölçeği oluşturulmuştur.

Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Dergisi

Hipersomnia veya hipersomnolens, uyku veya aşırı uykululuk geçirerek aşırı zaman geçiren nörolojik bir hastalıktır. Hypersomnia, pek çok olası nedeni olabilir. Aşırı uykuculuğu etkileyen 2 başlıca faktör var: Depresyon ve düşük sosyoekonomik statü. 

Hipersomni ana semptomu, tanıdan en az 3 ay önce meydana gelen aşırı gündüz uykululuk (EDS) veya uzun süreli gece uykusudur. Tek bir hastada birden fazla hipersomnia türü bir arada bulunabilir. Alzheimer hastalığı, parkinson hastalığı veya çoklu sistem atrofisi gibi nörodejeneratif koşullar sıklıkla primer hipersomnia ile ilişkili olabilir.

HYPERSOMNİA BAŞKA HASTALIKLARIN BELİRTİSİ OLABİLİR

Hypersomnia ayrıca uyku apnesi gibi diğer uyku bozukluklarının bir belirtisi de olabilir. Belirli ilaçları almanın, bazı ilaçlardan çekilmenin veya ilaç ya da alkol bağımlılığının olumsuz bir etkisi olabilir.

Genetik yatkınlık da bir faktör olabilir. Bazı durumlarda, tümör, kafa travması veya otonomik veya merkezi sinir sisteminin işlevsizliği gibi fiziksel bir problemden kaynaklanır.

Depresyon, anksiyete bozukluğu ve bipolar bozukluk gibi duygu durum bozuklukları da hipersomniye eşlik edebilir. Bu koşullarda aşırı gündüz uykululuk şikayeti genellikle geceleri zayıf uyku ile ilişkilidir. Bu anlamda, uykusuzluk ve EDS, özellikle depresyon vakalarında sıklıkla ilişkilidir.

Comments are closed.