logo

Kamera, insanlara kamera olmadan görebilmeyi öğreten bir enstrümandır. 

Dorothea Lange / Nick Ut / Kevin Carter / Margaret Bourke-White / Eric Lafforgue / Steve McCurry / JOACHİM SCHMEİSSER / Lee Jeffries / Mitch Dobrowner / Phil Borges / David Lazar / Réhahn / Manny Librodo / Alfred Eisenstaedt / Robert Capa / Henri Cartier – Bresson / George Rodger / Lisa Kristine / Eddie Adams / Robert Doisneau / Charles O’Rear / Ansel Adams / Elliott Erwitt / Diane Arbus / Cindy Sherman / Annie Leibovitz / Richard Avedon / Ralph Gibson / ALBERTO KORDA / Peter Lindbergh / Yann Arthus-Bertrand / Alfred Stieglitz / Robert Mapplethorpe / Paul Strand

Paul Strand’in (1890 – 1976) ilk fotoğrafları, ünlü ABD’li fotografçı Alfred Stieglitz’in yanında öğrenci olduğu 1915’ten başlar. Erken dönemdeki çalışmaları daha çok New York’taki insanları ve yerleri konu alır.

Bunlardan biri, bir dilenci kadını gösterir. Kadının gözlerinden biri donuk, diğeri keskin ve uyanık. Boynuna, üzerinde kör yazan bir etiket asılmış. Bu toplumsal mesaj taşıyan bir imgedir, sol politik görüşte olan Strand fotoğraflarına, yalnızca insanların varlığını değil, onların yaşamlarının kanıtlarını da aktarır. Bu tür kanıtlar toplum üzerine bir yorumdur da. Bu hayatın içinden bakıldığında bizler birer görüntüden öte bir şey değilizdir. Beyaz bir etiket üzerine yazılmış siyah harflerin, bu sözcüğü oluşturmaktan öte bir anlama gelmesi bundandır. Fotoğraf gözümüzün önünde kaldığı sürece, bu imge bizi düşünmeye zorlar.

Strand’ın 1920’lerde çekilmiş fotoğrafları makine parçaları, doğal formları, kökler, kayalar ve otların yakın çekimlerini içerir. Bu fotograflarında, Strand’in teknik mükemmeliyetçiliği ve güçlü estetik kaygıları açık­ça görülür. Bu fotoğrafları başarısız bulunsa da, Strand aktardığı makina parçalarıyla, imgelerin durağanlığıyla alay etmektedir.

1930’dan itibaren Strand’in fotoğrafları, ağırlıklı olarak yaptığı yolculuklarla ilgilidir. Strand’ı tanınmış bir fotoğrafçı yapan bu fotoğraflardır, onun büyük bir fotoğrafçı sayılması gerektiğinin kanıtları da gene bu fotoğraflarda yatar. Bir dizi yer ve insanın görüntüsünü, dünya gö­rüşümüzü niteliksel olarak genişletecek şekilde sunar. Sinemadaki açık eşdeğerinin Flaherty’nin savaş öncesi filmlerinde, De Sica veya Rossellini’nin hemen savaş sonrası İtalyan filmlerinde bulunması açısından, Strand’in fotoğrafçılığının ger­çekliğe toplumsal yaklaşımı, belgesel ya da yeni-gerçekçi olarak adlandırılabilir. Diğer bir ifadeyle, Strand yolculuklarında pitoresk, panoramik olandan kaçar ve şehri bir sokakta, bir ulusun yaşam tarzında, bir mutfak köşesinde bulmaya çalışır.

Strand’in özlü olanı yakalamakta şaşmaz bir gözü vardır. Bu bir Meksika evinin eşiğinde de bulunabilir, siyah önlüklü, okullu bir İtalyan köylü kız çocuğunun hasır şapkasını elinde tutuşunda da. Bu fotoğraflardaki imgeler, bir kez görüldüler mi kafamızda öyle yer ederler ki, tanık olduğumuz ya da yaşadığımız gerçek bir olay, bunlardan birine sanki somut bir gerçekmişçesine atıfta bulunur.

Strand’i bir fotoğrafçı olarak benzersiz kılan yalnız bu değildir. Onun fotoğrafçı olarak kullandığı yöntem daha da olağandışıdır. Henri Cartier-Bresson’un yönteminin antitezi olduğu söylenebilir. Cartier-Bresson için fotoğraflanan an, ansaldır, saniyenin binde biridir ve Bresson, o anın peşinden sanki vahşi bir hayvanın izini sürüyormuşçasına koşar. Strand içinse fotoğraflanan an, biyografik ya da tarihsel bir andır. Strand bir anın peşine düş­mez, ancak bir öykünün anlatılmasını ısrarla ister gibi o anı doğmaya çağırır.

Uygulama açısından bu, onun bir resmi çekmeden önce ne istediğine karar verdiği, hiçbir zaman rastlantısal olanla oyalanmaya kalkışmadığı, ağır çalıştığı, bir resmi nadiren kesip düzenlediği, insanlardan kendisine usulünce poz vermelerini istediği anlamına gelir. Portreleri tam cephedendir. Resmin öznesi bize bakar, biz özneye bakarız. Ancak peyzajları, nesneleri ya da binaları gösteren diğer resimlerinde de benzer bir cephesellik duyumu vardır. Strand’in fotoğraf makinesi serbestçe dolaşmaz. Strand, fotoğraf makinesini öyle bir yere yerleştirir ki, kendisi dinleyici olur.

Strand’in en iyi fotoğrafları karmaşıklık anlamında değil, santimetrekare başına alışılmadık düzeyde maddeyle dolu olmak anlamında yoğundur. New England’dan, Vermontlu Bay Bennett’in ünlü portresini ele alalım. Ceketi, gömleği, birkaç günlük sakalı, arkadaki evin tahtaları, etrafını saran hava, bu imgede onun yaşamının yüzü halini almıştır, Bay Bennett’in kaşlarını çatarak bizi dikkatle seyreden yüz ifadesiyse ruhunu yansıtır.

Paul Strand, Meksika, 1933

Paul Strand, Meksika, 1933

Bir Meksikalı kadın duvara yaslanmış oturuyor. Başında ve omuzlarında yün bir şal, kucağında da kırık bir örme sepet var. Eteği yamalı, arkasındaki duvar dökülüyor. Fotoğraftaki tek düzgün yüzey, kadının yüzüne ait. Gözlerimizle okuduğumuz bu yüzeyler onun gündelik hayatının asıl aşındırıcı dokusunu oluşturur; bu fotoğraf kadının varoluşunun panosu olur. İlk bakışta imge bir maddecilik taşır, ancak nasıl kadının bedeni giysilerini eskitiyor, sepetteki yük zamanla sepeti aşındırıyorsa, insan fotoğrafa baktıkça, kadının bir kadın olarak varoluşu maddeselliği aşarak bize ulaşır.

Paul Strand, Romanya, 1967

Paul Strand, Romanya, 1967

Genç bir Romen köylü karı-koca tahta bir çite yaslanmışlar. Arkalarında ve üstlerinde ışıkla bulanıklaşmış bir tarla, daha üstte küçük, modern bir ev ve yanında belli belirsiz bir ağacın gri silueti. Burada söz konusu olan, yüzeylerin her santimetre kareyi dolduran varlığı değil, belirsizce uzanıp giden ovaların ya da tepelerin duyumu. Bu niteliğin fotoğraftaki iki insanın varlığından kopartılmasının mümkün olmadığını görürüz; bu nitelik erkeğin şapkasının duruşunda, kollarının rahatça uzanışında, kadının yeleğine işlenmiş çiçeklerde, saçının toplanış biçiminde mevcuttur, yüzleri ve ağızları boyunca sürüp gider.

Bu fotoğraflar Strand’in teknik becerisine, seçme yetisine, gezdiği yerler hakkındaki bilgisine, gözüne, zamanlama duygusuna ve makineyi kullanışına bağlıdır. Strand’in fotoğrafları, modellerinin, ona kendi yaşam öykülerini görmesine izin verecek kadar güvendiklerini de kanıtlar. Bu nedenledir ki, poz verilerek çekilmelerine karşın, gerek fotoğrafçı gerekse fotoğraf açısından, takınılmış bir pozun sahteliğini hissetmeyiz.

leblebitozu

Robert Mapplethorpe, “karşı kültür” denildiği zaman akla ilk gelen sanatçılardan bir tanesidir. Kariyerine 1970’lerde polaroid fotoğraflarla alarak başlayan Robert, yirminci yüzyılın en önemli fotoğraf sanatçılarından birisi oldu. Nü fotoğraf çalışmalarıyla tanınan Mapplethorpe, sanatçıların, ünlülerin, arkadaşların, sevgililerin ve hatta çiçeklerin birbirinden farklı fotoğraflarını çekmiştir.

Robert Mapplethorpe Sanat Kariyerine Kolajlar Yaparak Başladı

Robert Mapplethorpe, 1946’da Queens, Floral Park’ta doğdu. 1963 yılında Mapplethorpe, Brooklyn yakınlarındaki Pratt Enstitüsü’ne kaydoldu ve burada çizim, resim ve heykel eğitimi aldı. Joseph Cornell ve Marcel Duchamp gibi sanatçılardan etkilenerek, kitaplardan ve dergilerden kesilmiş resimler de dahil olmak üzere karma medya kolajlarıyla çeşitli sanat denemeleri yaptı. Üç yıl önce tanıştığı Patti Smith ile 1969 yılında, Chelsea Hotel’e taşındı. Mapplethorpe, 1970 yılında sanatçı ve film yapımcısı Sandy Daley’den bir Polaroid fotoğraf makinesi aldı ve “daha dürüst” hissettiğini söyleyerek yapmış olduğu kolajlara eklemek için kendi fotoğraflarını çekmeye başladı.

Sanatçı, New York Sanat Camiasında Oldukça Popüler Bir İsim Haline Gelmiştir

Mapplethorpe, Polaroid fotoğraflarını kendi başına çekerken kısa sürede fotoğraflarıyla adından söz ettirmeye başlamıştır. 1973’te New York City’deki Işık Galerisi’nde ilk kişisel galeri sergisi olan”Polaroidler” i açmıştır. İki yıl sonra, bir Hasselblad marka bir fotoğraf makinesi almış ve arkadaşlarını sanatçıları, müzisyenleri, sosyalistleri, film yıldızlarını ve çevresini çekmeye başlamıştır. Sanatçı ayrıca ticari projeler üzerinde çalışmış; Patti Smith ve Television için albüm kapakları ve Interview Magazine için bir dizi portre ve parti fotoğrafları dahil olmak üzere albüm kapakları için çok sayıda fotoğraf çekmiştir.

Sanat Perver

Alfred Stieglitz, modern fotoğrafçılığın öncüsü ve Amerika’nın en etkili fotoğrafçılarından biridir. Stieglitz, 1864 yılında New Jersey’de doğdu ve mühendislik okudu. Ancak daha sonra fotoğrafçılıkla ilgilenmeye başladı ve 1890’ların sonunda fotoğrafçılığa tam zamanlı olarak odaklandı. Stieglitz, fotoğrafçılığı bir sanat olarak görmekteydi ve bunu resim ve heykel gibi diğer sanat formlarıyla eşit tutmaktaydı.

Stieglitz’in çalışmaları, özellikle de New York manzaraları ve portreleri, sanat tarihinde önemli bir yere sahiptir. Onun “Equivalents” serisi, doğal unsurların soyutlamasını içeren erken bir örnektir ve modern fotoğrafçılıkta bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Stieglitz, ayrıca fotoğrafçılığın diğer yönleriyle de ilgilenmiş ve birçok deneysel teknik geliştirmiştir. Stieglitz, New York’ta 1905 yılında 291 Galerisi’ni kurarak modern sanat hareketinin gelişimine önemli bir katkı sağladı. Galeri, dönemin Avrupa sanatına Amerikan sanat dünyasında tanıtım yapmayı hedeflemiş ve Avant-Garde sanat hareketlerini desteklemişti. Galeri, 291 Fifth Avenue’da yer alıyordu ve ilk sergisinde Stieglitz, Eduard Steichen çalışmalarını sergilemişti.

Galeri, farklı dönemlerde pek çok ünlü sanatçının çalışmalarını sergiledi ve Pablo Picasso, Henri Matisse, Francis Picabia, Georges Braque, Paul Cezanne, Auguste Rodin, Constantin Brancusi, Marcel Duchamp ve Kurt Schwitters gibi isimleri de içeren birçok ünlü sanatçıya ev sahipliği yaptı.

291 Galerisi, ayrıca Stieglitz’in fotoğraf sanatını sergilemek için kullandığı bir platformdu. Galeri, fotoğrafçılığı sanat dünyasında kabul edilen bir sanat formu haline getirmeye yardımcı oldu. Galeri, Amerika’da fotoğrafçılık sanatı hareketini başlatan, fotoğrafçılıkta Pictorializm akımına öncülük eden ve fotoğrafçılık sanatının modernizmini savunan Stieglitz’in sanat anlayışının öne çıkmasına yardımcı oldu.

291 Galerisi, 1917 yılında kapandı, ancak Sanatçılar Derneği adı altında yeniden açıldı ve daha sonra “Anderson Galleries” olarak bilinen bir müzayede evi tarafından satın alındı. Galeri, Amerikan sanat tarihinde önemli bir yer tutar ve modern sanatın Amerika’da kabul edilmesinde önemli bir rol oynadı.

Alfred Stieglitz’in “Camera Work” dergisi, Amerika’da fotoğraf sanatının kabul edilmesinde önemli bir rol oynayan bir dergidir. Dergi, 1903 ile 1917 yılları arasında yayımlandı.

Dergi, fotoğraf sanatını, fotoğrafçılığı bir sanat olarak kabul eden ve fotoğrafçılık sanatının modernizmini savunan bir yayındı. Dergi, fotoğrafçılıkta Pictorializm akımına öncülük etti ve özellikle Stieglitz’in fotoğrafçılık anlayışını yansıtıyordu. Dergide, öncelikle Stieglitz’in ve diğer sanatçıların fotoğrafları yer aldı, ancak ayrıca fotoğraf sanatı hakkında yazılar ve eleştiriler de yayınlandı. Dergi, öncelikle bir sanatçı ve fotoğrafçı olarak Stieglitz’in kendisine aitti. Derginin çoğu bölümü, sanatçının çalışmalarını sergilemek için kullanıldı. Stieglitz, dergiyi bir sanat galerisi gibi tasarladı ve dergide yayınlanan her bir fotoğraf, sanat eseri gibi önemsendi.

SANAL SERGİ

Fransız fotoğrafçı Yann Arthus-Bertrand havadan çektiği fotoğrafları “Gökyüzünden Bakınca Yeryüzü” kitabında toplamış. Kitap tam 3 milyon insana ulaşmış. Bu 3 milyon kişiye, “Bakın yeryüzü ne güzel, kıymayın ona” mesajını vermiş.

Global ısınmaya karşı gökyüzünden çektiği fotoğraflarla mücadele eden bir adam var. Fransız fotoğrafçı Yann Arthus-Bertrand.

Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda, yemekli toplantıların birinde Arthus-Bertrand ile yan yana düştük. Daha doğrusu Fransız fotoğrafçı, “global ısınma”nın tartışıldığı toplantının ilk konuşmacısıydı.

Gökyüzünden çektiği yeryüzü fotoğraflarıyla bize dünyamızı tanıttı. Afrika’daki Kilimanjaro Dağı’nın eriyen karlarını, Asya’nın çatlamış topraklarını gösterdi. Yeryüzünün güzelliklerini de ekrana getirdi. Bali’nin pirinç tarlalarını, Kanarya Adaları’nın üzüm bağlarını. Fotoğraflarıyla ilgili bilgi verirken de “İnsan tanıdığını, sevdiğini daha iyi korur” dedi. Arthus-Bertrand yaklaşık 20 yıldan beri, gökyüzünden Dünya’nın fotoğraflarını çekiyor. Arşivinde 70’e yakın ülkenin gökyüzünden çekilmiş resimleri var. Arşivi herkese açık. Arama motorunda adını yazdığınız zaman fotoğraflar karşınızda.

“Dünya benim memleketim” diyor masaya yanıma çöktüğünde.

“Gökyüzünden bakınca hem çok güzel, hem çok korumasız. İnsan eliyle yeryüzünün nasıl tahribata uğradığını o kadar iyi görebiliyorsunuz ki” diye ilave ediyor.

Yeryüzündeki tahribatı gözleriyle görünce Yann Arthus-Bertrand’ın sıkı bir çevreci kesilmesi doğal.

Yemek yerken tabağımızdaki eti gösterip “Belki artık et yemekten tamamıyla vazgeçmeliyiz” diyor.

Neden?

“Çünkü inek başta büyük baş hayvanlar, atmosfere saldıkları metan gazı nedeniyle global ısınmanın sorumluları arasında…”

ÇİÇEK İSTİYORSAN BAHÇENE EK

Et yemeyeceğiz veya daha az yiyeceğiz, uçakla daha az seyahat edeceğiz, aşırı ısıtılmış evlerde oturmayacağız, daha az elektrik tüketeceğiz. Kısaca yeryüzünü kurtarmak için yaşam tarzımızı değiştireceğiz. “Kenya’dan Rotterdam’a, günde dört tane jumbo uçakla çiçek taşınıyorsa insanların oturup düşünmeleri gerekir” diyor Fransız fotoğrafçı.

Uçak global ısınmaya en fazla neden olan şeylerin başında geliyor. Vazolarımızda dört gün bize mutluluk verecek çiçekler için yeryüzünün geleceğini tehlikeye atmaya değer mi? Evet ama diğer yanda Kenya’da çiçekçilikle geçinen insanlara ne olacak?

“Onlar için başka geçim yolları sağlanabilir. Yoksa dünya elden gidecek.”

Yann Arthus-Bertrand
 havadan çektiği fotoğrafları “Gökyüzünden Bakınca Yeryüzü” kitabında toplamış.

Kitabı satış rekorları kırmış. Tam 3 milyon insana ulaşmış. 6 milyar insanın 3 milyonuna “Bakın yeryüzü ne güzel, kıymayın ona” mesajını vermiş.

Onunla sohbet ederken anlıyorsunuz ki, karşınızdaki adam bir doğa aşığı. Zaten fotoğrafçılığa aslanların yaşamlarını inceleyerek başlamış. 1980’li yıllarda Paris-Dakar rallisini izlerken helikopteri Mali’yle Nijerya arasında bir köyde arızalanmış. Yann Arthus-Bertrand birkaç gününü o köyde bir adamın kulübesinde geçirmiş. Afrikalı adamın tüm hayatının ailesini geçindirmek ve kuraklık üzerine odaklandığını fark etmiş.

O günden sonra helikopterden yeryüzüne bakınca aşağıda gördüğü insanları da düşünmeye başlamış.

Kim onlar? Dertleri nedir?

ALTI MİLYAR ÖTEKİ

İşte bu merak son projesi “6 milyar öteki”nin çıkış noktası. Yann Arthus-Bertrand, 10 kişilik ekibiyle yeryüzünü turlayıp değişik portreler çekiyor, söyleşiler yapıyor. Birleşmiş Milletler tarafından desteklenen projesi 2008’de tamamlanacak. Ardından çeşitli şehirlerde sergilenecek.

Arthus-Bertrand
’ın arşivinde Türkiye’nin de havadan çekilmiş resimleri var.

Sultanahmet, Kapadokya, Hitit harabeleri, Pamukkale’nin yanı sıra çarpıcı bir fotoğraf var Türkiye’den.

Boz renkli, çizgilerden ve noktalardan oluşan fotoğrafın başlığı şöyle: “Anadolu tarlalarında çalışan kadınlar…” Helikopteriyle Anadolu tarlalarının üzerinde uçan Arthus-Bertrand, o noktaların aynen Afrikalı adam gibi sadece ve sadece “geçinmeye” odaklandıklarını biliyordur mutlaka.

Gila BENMAYOR / Hürriyet

Fotoğrafçılık, ışığı hassas bir yüzey üzerine kaydederek görüntü oluşturma işidir. İşçilik gerektiren uygulamaları nedeniyle bir zanaat olduğu gibi, estetik yönüyle bir sanat olarak kabul edilir. Aslında fotoğrafçılık, dünyanın en keyifli mesleklerinden biridir. Bu yüzdendir ki fotoğrafçılar işini severek yapan insanlar listesinin en başında gelirler. Dünyanın en iyi fotoğraf sanatçıları da işlerine aşık insanlardır. Profesyonel fotoğrafçılar sergileri ve kitapları ile fotoğrafçılığa yeni adım atacaklara örnek olurlar. Çok yönlü ve herkese hitap etmeyi bilen bu sanatçıların profesyonelliği her noktada kendini belli etmektedir. Yeni nesillere ilham olmanın dışında onları yetiştirirler de.

Adı Alberto Korda’ydı. 1960’da Che Guevara’yı Mona Lisa kadar üne kavuşturan fotoğrafı çekti. İngiliz içki firması S mırnolf, fotoğrafını vodka ilanlarında kullanmaya başlayınca tazminat davası açtı. Bir kaç milyon doları bulan tazminatı Kübalı çocuklara ilaç alımına yatırdı. Korda, çevresindekilere ’’Che’nin ağzına tek bir damla bile içki koymadığını’’ söylüyordu…Mayıs ayı ortasında kalbi durmuş 72 yaşında yaşama veda etmişti.

Alberto Korda, 1928 yılında Havana’da bir demiryolu işçisinin oğlu olarak dünyaya geldi. Gerçekte fotoğrafçılığa pek yakın ilgisi yoktu ama, güzel kadınlara olan tutkunluğuyla bu işi benimseyiverdi. ’’Fotoğrafçılık bahaneydi, tüm amacım güzel kadınlarla tanışmaktı’’ derdi hep. Nitekim gençliğinde Küba’nın en güzel kadınlarından biri olan model Niurka ile evlenecekti.

Moda fotoğrafçısı olarak ünlendikten sonra, şakacı ve cana yakın kimliğiyle Küba’nın sevgilisi olmuştu. Soy adını ünlü İngiliz film yönetmeni Aleksander Korda’dan esinlenerek ’’Korda’’ya çevirdi. Bir çok yaşıtı gibi onunda tüm yaşamı 1959 Küba Devrimi’yle büyük bi değişim geçirdi. Kırsal bölgelere uzanan gerilla günlerinde, köylülerin yoğun sefaletiyle tanışan Korda, Amerika’nın sadık adamı Batista devrildikten sonra, 10 yıl süreyle Fidel’in resmi fotoğrafçısı olacaktı. Fidel’in özel anlarında çektiği fotoğrafları evrensel beğeni kazandı. Devrim liderinin insan yanını tüm sıcaklığıyla yansıtan fotoğrafları arasında, Hemingway’in ve Jean Paul Sartre’ında bulunduğu örnekler hayranlık uyandırmıştı.

1960’da, Che Guevara’yı evrenselleştiren, onu Mona Lisa kadar üne kavuşturan fotoğrafı çekti. Yağmurlu ve soğuk bir gündü. Elindeki ’’Leica’’ kamerayla, 90 milimetrelik lenslerle çevresine yönelirken, birdenbire Che’nin yüzünü gördü, gözünün önünde, Deklanşöre basıverdi. Gersi artık bu tarih kesitiydi. Çektiği fotoğrafın orijinali, Havana’daki stüdyosunda asılı durmaya devam etti. 1967’de Küba’yı gezen ünlü solcu İtalyan yayıncı Giangiacama Feltrinelli’ye armağan olarak Che’nin fotoğrafını sekiz çarpı on boyutunda 10 kopya yaptıran Korda, az sonra Bolivya’ya devrim yapmaya giden Che Guevara’ya veda edecekti. Alberto Korda, daha sonra Che Guevara’nın CİA yardımıyla oluşan bir tuzakta Bolivya ordusunca yakalanıp öldürüldüğünü öğrenecekti.

Che, ölüm haberi ulaşır ulaşmaz, Küba’nın en soylu şehidiydi Havana’da, Devrim Alanı’nda yapılan dev anma töreninde, podyumun arkasındaki bine önünde Korda’nın fotoğrafından esinlenen bir portresi asılıydı, Che’nin o soylu imajı yenilmezliğin, başkaldırının ve öfkenin simgesi olmuştu. Dünyanın dört bir yanında onun fotoğrafını kullananlar, adını bile anmıyorlardı. İngiliz içki firması
S mirnolf firmasının. Che’nin Korda tarafından çekilmiş fotoğrafını, vodka ilanlarında kullanmaya başlayınca sabrı tükenen Korda, oldukça yüksek bir tazminat davası açtı. S mirnolf firması Korda’nın davadan caymasını ve ona yüklü bir para tazminatı ödeyeceğini kabul edince, Kübalı fotoğrafçı da Londra’daki davadan vazgeçecekti. Alberto Korda, bir kaç milyon doları bulduğu söylenen tazminatı alınca, paranın tümünü Kübalı çocukların gereksindiği ilaç alımına yatırdı. İlaçları Küba’ya götüren İngiliz gemisi gidene kadar rıhtımdan ayrılmayan Korda, çevresindekilere ’’Che’nin ağzına tek bir damla bile içki koymadığını’’ söylüyordu.

Fıkra anlatmaya bayılan şakacı Korda, Che Guevara’nın şeker kamışı keserken fotoğrafını çekmek isteyince ’’tek koşulla’’ diye yanıt vermişti Che. ’’ Eğer tarlada 1 hafta şeker kamışı kesersen, istediğin kadar pozumu çekebilirsin.’ Bir hafta süreyle Che ve diğer gönüllü Kübalılar gibi kan ter içinde kamış kesen Korda, daha sonra bol bol fotoğraf çekme olanağı bulmuştu. 1978 bitiminde Japonya’da açtığı sergiyle büyük üne kavuşan Korda, 1985’ten sonra, yarı emekli bir yaşamı seçecekti. Havana’da küçük bir apartmanda yaşayan Kübalı usta, Fidel’in Venezuella ve Meksika gezilerinde onun fotoğrafçılığını yaptı yine

Korda çelebi kişiliği ve zerafetiyle yurdunun büyük sevgisini kazanmıştı. Küba’ya ve devrime layık bir sanatçı olarak yaşadı hep. Havana’da bir konserde gençlere şöyle demişti:

’’Yaşam, bana parayla belirlenen bir servet getirmedi. Benim bulduğun servet, fotoğraf sanatına yaptığım tarihsel bir katkıdan oluşur. Böyle bir onura ulaştığım için mutluyum’’

Çetin Altıngüneş

Doğum tarihi: 15 Mayıs 1923-New York, New York / Ölüm Tarihi: 1 Ekim 2004 – San Antonio, Teksas 

New York’ta doğan Richard Avedon, her zaman ailesi ve arkadaşları tarafından “Dick” olarak bilinen, Rus-Yahudi ebeveynler Jacob ve Anna Avedon’un oğluydu. Modaya ve fotoğrafçılığa maruz kalması erken yaşta başladı. Babası Fifth Avenue’da özel bir kadın giyim mağazasına sahip olduğundan, her ay Harper’s Bazaar, Vanity Fair ve Vogue gibi lüks moda dergilerinden temsilciler couture’u tartışmak için ziyaret ettiğinde sık sık hazır bulundu.

Avedon’un babası fotoğrafçılığa, özellikle de moda fotoğrafçılığına olan ilgisinin artmasında etkili oldu. Çocukluğundan bir bölüm, özellikle babasının erken etkisini hatırladığında göze çarpıyordu. “Bir akşam babam ve ben Beşinci Cadde’de mağaza vitrinlerine bakıyorduk. Plaza Hotel’in önünde kameralı kel bir adamın ağaca karşı çok güzel bir kadını pozladığını gördüm. Başını kaldırdı, ” Avedon’u hatırladı”, elbisesini biraz düzeltti ve birkaç fotoğraf çekti. Daha sonra resmi Harper’s Bazaar’da gördüm. Birkaç yıl sonra Paris’e varana kadar onu neden o ağaca dayadığını anlamadım.Meydanın önündeki ağaç, Champs-Elysees’in her yerinde gördüğünüz aynı soyma kabuğuna sahipti.” Bu belirleyici an ve beraberindeki görüntüler, tomurcuklanan genç fotoğrafçıya, haute couture’un ihtişamını, fotoğrafçılığın değerini ve ortamın bir görüntünün etkisine bu kadar silinmez bir şekilde nasıl katkıda bulunabileceğini aşıladı.

Kodak Box Brownie fotoğraf makinesiyle donatılan sanatçı, ilk modeli olan küçük kız kardeşi Louise’in fotoğraflarını çekmeye başladı. Ne yazık ki, ergenlik döneminde Louise zihinsel sağlık sorunları ile mücadele etti; sonunda psikiyatrik tedaviye başladı ve sonunda şizofreni teşhisi kondu.

Tiyatroya olan erken bir hayranlık, sanata olan ilgisini teşvik eden annesinden ilham aldı. On iki yaşında, Genç Erkekler İbrani Derneği Kamera Kulübü’ne katıldı. Şiire olan çekiciliği, fotoğrafçılığa olan hevesli ilgisine rakip oldu ve yakında ünlü Amerikalı romancı James Baldwin ile birlikte lisesinin edebiyat ve sanat dergisini düzenlemeye başladı. Lise öğrencileri için şehir çapında bir şiir yarışması kazanan Avedon, DeWiit Clinton Lisesi’ndeki son yılında New York City Liselerinin Şair Ödülü sahibi seçildi.

Liseden mezun olduktan sonra Avedon, şiir ve felsefe okuduğu Columbia Üniversitesi’ne gitti. Ancak bir yıl sonra ABD Merchant Marines’e katılmak için üniversiteden ayrıldı ve burada fotoğrafçı olarak görev yaptı. Fotoğrafçının ikinci Sınıf Arkadaşı kendi Rolleiflex çift lensli kamerasını kullanarak askeri kimlik kartları için denizcilerin portrelerini yaptı. 1942’den 1944’e kadar Merchant Marines’teydi ve aynı zamanda denizci portrelerinin birçoğunu yayınlayan MM dergisi The Helm’de fotoğrafçı olarak çalıştı. Avedon tecrübesini peygamber olarak nitelendirerek şöyle açıkladı. “Benim işim fotoğrafları tanımlamaktı. Fotoğrafçı olacağımı anlamadan önce yüz bin yüzün fotoğrafını çekmiş olmalıyım.”

Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra Avedon, profesyonel bir fotoğrafçı olma planlarıyla eve döndü. Dümende yayınlanan bazı fotoğraflarını kullanarak, Harper’s Bazaar’ın son derece etkili sanat yönetmeni Alexey Brodovich’i, Yeni Sosyal Araştırmalar Okulu’nun Tasarım Laboratuvarında fotoğraf çalışmasına izin vermeye ikna etti. Avedon’un fotoğrafçılığı, genç öğrencisine ticari ve editoryal çalışmalara asla sıkıcı veya sıradan olarak yaklaşılmaması gerektiğini öğreten Brodovitch’ten büyük ölçüde etkilendi. Daha ziyade, konu ne olursa olsun yaratıcı olmak ve çekime yeni fikirler getirmek fotoğrafçının sorumluluğuydu. Brodovitch ve Avedon arasındaki akıl hocası-öğrenci ilişkisi nihayetinde sadık ve destekleyici bir arkadaşlığa dönüştü.

1944’te model ve oyuncu Doe Nowell ile evlenen Avedon, 1945’te kendi fotoğraf stüdyosunu kurdu ve serbest fotoğrafçı olarak çalışmaya başladı. Brodovitch’in yardımıyla Harper’s Bazaar tarafından işe alındı ve orada en genç üye oldu.Aynı yıl, iki fotoğrafı Harper’s Bazaar’ın “Junior Bazaar” da yer aldı ve moda fotoğrafçılığında uzun ve son derece başarılı kariyeri olacak olanı başlattı.

Avedon’un erken kariyeri, sokak fotoğrafçılığının şafağı ve 35mm kameranın icadıyla aynı zamana denk geldi. Sokak fotoğrafçılığı ve belirleyici an arena Henri Cartier Bresson, Lisette Model, ve diğerleri gibi fotoğrafçılara ait olduğu sonucuna vardı.Ancak, ama yine de Harper’s Bazaar, doğallık ve samimi bir çekim özellikle elemanları için hazırladığı çalışma için sokak fotoğrafçılığı temel ilkelerini uyguladı.

Christian Dior, 1947’den başlayarak haute couture’da devrim yaratırken, Avedon’un anı, Harper’ın editörü Carmel Snow’a, büyük couturier’in ikinci ve aynı derecede çığır açan gösterisini fotoğraflamak için Paris’e eşlik etmesi istendiğinde geldi. Görevin ithalinden korkan ancak güven yaymaya kararlı olan o yıl Paris’teki çalışmaları onu, kendisinden önceki ortamı tanımlayan Horst P. Horst ve Cecil Beaton gibi moda fotoğrafçılarından ayırdı. Avedon daha sonra ilk başta görevi almadaki gerginliğini hatırladı. Ünlü modellerle etkileşim kurma ihtimali onu korkutmuştu. “Ben Ünlü manken, o zaman kim bu olağanüstü kadın yüzüne bakamam. Ama ne yaptım, hoşuma giden bir fotoğraf oldu.”

Avedon, Paris meydanında özellikle dikkat çekici bir moda işleri yaptı ve özgür ruhlu yaklaşımı moda fotoğrafçılığı alanında devrim yarattı. Kadınlar, sokaktaki erkeklerle etkileşime girdiği, sokak sanatçılarıyla konuştuğu, kafelerde oturduğu ve yazının ortasında yakalandığı fotoğraflarında canlandı. 1947-49 yılları arasında Paris’te çekilen fotoğraflar, Avedon’un New York moda fotoğrafçılığı sahnesinin etkili üyeleri tarafından tanındığı anı işaret ediyordu.

1949’da Life dergisi, Avedon’u New York City’deki günlük yaşamı belgeleyen bir dizi fotoğraf üretmesi için görevlendirdi. Derginin bütün bir sayısı, 25.000 dolarlık avans aldığı diziye ayrılacak. Cartier Bresson gibi büyüklerin ruhuyla Avedon, ödevi, gazeteciliğe ürettiği ticari eserden daha yakın olan tamamen farklı bir türle deneme fırsatı olarak görerek sokaklara çarptı. Ancak, yüzlerce fotoğraf çektikten sonra Avedon, böyle bir işe uygun olmadığı sonucuna vardı; avansı iade etti ve negatiflerini 1992’ye kadar sakladı. 

1949’da Doe’den boşanmasından bir yıl sonra, Avedon’un kız kardeşi Louise ciddi bir nüks yaşadı. Avedon’un stüdyosunda çalışıyordu ama aniden konuşmayı bıraktı ve neredeyse katatonik oldu. Hastaneye kaldırıldı ve 42 yaşında ölmeden önce hayatının geri kalanını akıl hastanelerinde geçirdi. 1951’de Avedon, Evelyn Franklin ile tanıştı ve evlendi.

İronik olarak, Funny Face (1957) filminin gevşek bir şekilde dayandığı ilk evliliğiydi. Pygmalion’un ruhuyla, Fred Astaire bir moda fotoğrafçısı (Avedon) oynuyor ve Audrey Hepburn, yarattığı ve sonra aşık olduğu model (Doe) olarak rol alıyor. Avedon film için görsel danışman olarak işe alındı.Fotoğraflarının çoğu filmde görülebilir. Aynı yıl, moda fotoğrafçılığı selefi Martin Munkasci’ye, şemsiyeyi kavrayan ve yüksek topuklu ayakkabılarıyla bir su birikintisinin üzerinden neşeyle atlayan iyi giyimli bir modelin unutulmaz bir görüntüsünü yaratan ünlü saygısını üretti. Avedon’un 1957’deki rekreasyonunda, Pierre Cardin tarafından tasarlanan kıyafetler giyen ve tanıdık Paris binalarının zemininden önce çok küçük bir su birikintisine sıçrayan model Carmen dell’orefice bulunuyor.

Avedon en başta bir portre fotoğrafçısıydı ve konuları geniş kapsamlıydı. Amerikan Devrimi’nin Kızları üyelerinden Marilyn Monroe, Brigitte Bardot, Buster Keaton, Charlie Chaplin, Audrey Hepburn ve daha sonra Brooke Shields gibi Hollywood efsanelerine. Pablo Picasso, Georgia O’KEEFFE, Frank Lloyd Wright ve Andy Warhol gibi sanatsal büyüklerin fotoğrafçısı ve arkadaşıydı ve çalışmaları genellikle son derece çeşitli sanatsal ve edebi etkilere saygı duyuyor. Gerçekçilik için onun tutku, bakıcıları onun ruhunun derinliklerine inmek, Avedon Beckett dürüstlük sarsılmaz Avedon, kullarının iç hayatlarını ortaya çıkarmak için ham, sert bir doku olan eşsiz ve derinden etkileyici, büyük ölçekli figürleri canlandıran Modigliani ve Soutine, vazgeçen Goya, gibi, Proust, Çehov ve artistik etkiler gibi favori edebi kaynaklardan elde ettiği bir şey vardı.

Ünlü Amerikalı yazar Truman Capote, Avedon’un 1959’da yayımlanan ilk kitabı Observations için makaleyi yazdı ve sayfalarında birçok ünlü ve önemli kişinin yüzleri yer aldı. Kitabın yayınlanmasından kısa bir süre sonra Diane Arbus’un Avedon hakkında şunları söylediği söyleniyor. “Avedon’un stüdyosuna giren herkes bir çeşit yıldızdı.” Kısacası, bakıcı Avedon’un stüdyosuna girmekle ünlü olmasa bile, çıkışta ünlü olurlardı.

1960’ların başında New York’lu bohem ve grafik tasarımcı Avedon ile Marvin Israel arasında yakın bir çalışma ilişkisi gelişti. 1960’ların başında Harper’s Bazaar’ın moda editörü olarak Avedon’la yakın çalıştı ve 1964’te ikili Avedon’un ikinci kitabı Nothing Personal’ı yayımladı. Kitap, daha maceracı projelerinden birini temsil ediyor: Amerikan Güneyini gezerken portreler yapmak. Sivil haklar gösterilerinin ve ırkçıların görüntüleri ABD’deki derin eşitsizliği ortaya koyuyor. Denekleri Kara Panterleri, Amerikan askerlerini ve Vietnam napalm kurbanlarını Louisiana Devlet Hastanesinde yatan hastalara kadar uzanıyor. İkincisi açısından, Avedon’un kız kardeşi kesinlikle bir ilham kaynağıydı. Görüntüleri hem dokunaklı hem de şok edici, akıl hastalığı olan, kaynakları olmayan insanların o zamanlar maruz kaldığı korkunç koşulları ortaya koyuyor. Avedon, Harper’s Bazaar’ın Nisan 1965 sayısında konuk editörlüğünü yaptıktan sonra, models of color ile yaptığı işbirliği üzerine bir eleştiri fırtınasıyla karşı karşıya kaldıktan sonra dergiden ayrıldı. Eşi benzeri görülmemiş bir 1 milyon dolarlık sözleşme imzaladığı Vogue için Harpers’tan ayrıldı. Bu zamana kadar, Avedon “bakışı” tamamen kuruldu ve önümüzdeki yirmi yıl boyunca Modada kaldı.

1969’da Avedon’un çağdaş siyasetle, özellikle de savaş karşıtı hareketle olan ilişkisi, federal hükümet tarafından komplo ve Vietnam Savaşı karşıtı protestolarla ilgili diğer iddia edilen suçlarla suçlanan savaş karşıtı eylemci grup Chicago Seven’in bir dizi portresini hazırlaması için ona ilham verdi.

Fotoğraf sergisinin açılış gecesinde öğrenciler, savaş karşıtı harekete desteklerini göstermek için çalışmaların sergilendiği odada toplandılar. 1971’de ABD olarak Vietnam’a gitti. savaş muhabiri, ABD Capitol binasında savaş karşıtı bir gösteriye katıldı ve sivil itaatsizlikten tutuklandı ve hapse atıldı.

1974’te Avedon’a kalp zarının iltihabı olan perikardit teşhisi kondu. Hastaneden taburcu olduktan sonra, New York Stüdyosuna bir hastane yatağı koydu ve Bloomingdale’in katalog moda modellerini yönetti. Bir yıl önce, 1 Eylül 1973’te Avedon’un babası 84. doğum gününden hemen önce ölmüştü.

Babasının ölümünden altı yıl önce, Avedon onu sık sık fotoğrafladı ve sonunda 1974’te New York’taki Modern Sanat Müzesi’nde bir kitap ve kısa süreli bir sergi veren bir dizi üretti.

Lincheap

Amerikanın ve çağımızın en güçlü kadın fotoğrafçısı olan Annie Leibovitz, kariyeri boyunca sayısız önemli ismi objektifi ile ölümsüzleştirmiş bir sanatçıdır. 2 Ekim 1949 yılında Amerika’da doğmuştur. Annesi dans hocası, babası ise ABD Hava Kuvvetleri’nde yarbaydı. Bu sebeple sık sık yer değişikliği yapan Leibovitz, çocukluğu ile iligili şu cümleleri kurar: ”Hep bir yerden bir yere taşınırdık. Tek sabit mekan aile arabamızdı. Arabada büyüdüğümüz zaman sanatçı olmak çok kolay. Çünkü dünyayı hazır bir çerçeveden görüyorduk. Bu, arabamızın penceresiydi.”

Kariyerine 1967’de San Francisco Sanat Enstitüsü’ne resim bölümüne kaydolmasıyla başlamıştır. Sanatla iç içe olan Leibovitz, akşamları aldığı fotoğrafçılık dersleri sırasında Henri Cartier Bresson tanışması ile fotoğrafçı olmaya karar vermiştir. Enstitüyü bitirmesinin ardından da fotoğrafçı Ralph Gibson ile çalışmaya başlamasının ardından birlikte dünya turuna çıkmışlardır. Böylece Leibovitz, kariyer adımının ilk basamağını oluşturmuştur.

Kariyerinin en büyük adımlarından biri Rolling Stone ile çalışmaya başlamasıyla gerçekleşir. Rolling Stone’da 23 yaşında elde ettiği baş fotoğrafçılık, Rolling Stones’un Amerikadaki konser fotoğrafçılığı diye devam eden kariyerinde Rolling Stone bünyesinde bir çok ünlü ismin hafızalara kazınılacak fotoğraflarının çekimlerine imzasını altın harflerle atmayı başaran önemli bir kadın fotoğraf sanatçısı olmuştur.

Rolling Stones’un efsanevi gitaristi Keith Richards “Bakalım ne kadar dayanacak demiştik. Ben bir ay bile dayanamaz diyordum. Ama aramıza girdi ve büyük şaşkınlık yarattı. Her an bizimle beraberdi. Bir süre sonra görünmez bir hal aldı, çoğu insanın yanına bile yaklaşamayacağı şeyleri fotoğrafladı” diye Annie’den bahsederken onun ne kadar zorluklarda hemen pes etmeyen, dayanıklı ve görülmeyeni gören bir kadraja sahip olduğunu bir kere daha anlıyoruz.

Masters of Photography - Annie Leibovitz - The Macallan®

Leibovitz kariyeri boyunca bir çok ünlü filmlerinde fotoğraflarını çekerek birer ölümsüz tablo haline dönüşmesini sağlamıştır. Leibovitz’in fotoğrafları sadece fotoğraf meraklıları için değil, popüler kültürle ilgilenen kişilerin de takip altına alacağı kocaman bir arşiv görevi görmektedir.

En unutulmaz fotoğraflarından birisi ise John Lennon‘un ölmeden önce çekilen son profesyonel fotoğrafıdır. Fotoğrafın hikayesi ise 08 Aralık 1980 yılında büyük aşkı, eşi Yoko Ono ile birlikte Lennon’un verdiği pozdan kısa bir süre sonra bir hayranı tarafından Lennon’un öldürülmesidir. Çekim öncesi Leibovitz, Lennon’la Rolling Stone kapağı için tek başına olacak şekilde poz vermek şartıyla anlaşmıştır.  Ancak Lennon çekim günü kararını değiştirip Yoko Ono ile beraber çekilmesini istemiş, ısrarları sonucunda Leibovitz, Lennon’un Double Fantasy adlı albümünün kapağındaki öpüşme fotoğrafını göz önünde bulundurarak yeni bir fotoğraf tasarlayıp, bize Lennon’un son fotoğrafını armağan etmiştir.

1990 yılına geldiğimizde New York’ta “Annie Leibovitz Fotoğraf Stüdyosu”nu kurar ve kadrajına Kraliçe ElizabethTim BurtonJohn LennonDemi MooreSusan SontagAngeline JolieRihannaDavid Beckham, Cate Blanchet gibi isimleri yakalar. 1991 yılında ise National Portrait Gallery’de ilk retrospektif sergisini açarak galeride sergisi açılan hayatta olan tek fotoğraf sanatçısı olmayı başarır. The Royal Photographic Society’nin Yüzüncü Yıl Madalyası ve Honorary Fellowship (Honorary Fellowship) gibi aldığı ödüllerle adından söz ettiren önemli bir fotoğrafçı olmuştur.

Leibovitz’in en çok ses getiren işlerinden biri de Prelli Takvimi için çektiği fotoğraflardır. 2016 yılında prelli takviminde çektiği pozlar ile Prelli Takviminin bugüne kadar ki fotoğraflarının çok dışında bambaşka bir konsept ile adından uzunca bir süre söz ettirmiş ve 25 yıllık bu takvimde fotoğraf çeken ilk kadın sanatçı olmayı başarmıştır. Kadrajında 12 kadına yer vermiştir. Hayal gücünün derinliklerinden çıkardığı karelerde spor, sanat, müzik ve çeşitli sanat dallarında başarılı olmuş ve bizzat hayranı olduğu bu 12 kadının fotoğraflarını siyah beyaz olarak yansıtmıştır.

Gökçe Taner / Söylenti Dergi

Cindy Sherman, 19 Ocak 1954’te New Jersey’deki Glen Ridge’de (neredeyse New York şehrinin bir banliyösü) doğdu. Cindy’nin doğumundan kısa bir süre sonra aile, Cindy’nin beş çocuğun en küçüğü olarak büyüdüğü Long Island, Huntington’a taşındı. Ebeveynleri sanata karşı genel bir ilgisizliğe sahip olsalar da – babası bir mühendis ve annesi bir okuma öğretmeniydi – Sherman, 1970’lerin başında Buffalo’daki New York Eyalet Üniversitesi’ne kaydolarak kolejde sanat okumayı seçti.

Sherman 1972-76 yılları arasında Buffalo’da okudu; bir ressam olarak başladı, ancak ortamın belirli sınırlamaları olarak kabul ettiği şeylerden çabucak hayal kırıklığına uğradı. 1970’ler, Minimalizm sonrasında çalışan ressamlar için eklektik bir dönemdi ve “resim yoluyla söylenecek başka bir şey yok” gibi hisseden Sherman, dikkatini fotoğrafa kaydırdı. Başlangıçta zorunlu bir fotoğrafçılık dersinde başarısız olmasına rağmen, daha sonra dersi tekrarlamayı seçti, bu da onun konuya olan tutkusunu ateşledi. Sherman, çalışmaları sırasında diğer sanatçılar Robert Longo ve Charles Clough ile tanıştı.1974’te Hallwalls Çağdaş Sanat Merkezi’ni birlikte kurduğu (günümüzde dinamik, çok sanatlı bir “merkez” olarak işlev görmeye devam ediyor). Longo ve Sherman 1979’a kadar çıktılar. Eğitimi sırasında Sherman, Kavramsal sanat ve diğer ilerici sanat akımları ve medya ile oldukça etkili bir sanat eğitmeni olan Barbara Jo Revelle altında tanıştı.

Mezun olduktan sonra, Sherman sanatsal kariyerine devam etmek için New York’a taşındı. 1977’de, ana fonu şehir merkezindeki konutu ve stüdyo çatı katı olan Sherman, kendisinin bir dizi fotoğrafını çekmeye başladı, bu projeye sonunda İsimsiz Film Fotoğrafları adını verdi . Bu dizide Sherman, “Everywoman” karakterini temsil ediyor. Kendini defalarca çeşitli kadın arketipleri kılığında yeniden şekillendiren Sherman, kız gibi pin-up, kara film sireni, ev hanımı, fahişe ve sıkıntı içindeki asil küçük hanımı oynadı. Siyah-beyaz diziler onu yaklaşık üç yıl meşgul etti, öyle ki 1980’e gelindiğinde Sherman “kadınsı” olana atıfta bulunan sayısız görünüşte zamansız klişeyi neredeyse tüketmişti.

Untitled Film Stills’in ilk gösterimi ile Sherman, New York sanat dünyasındaki yerini sağlamlaştırdı ve kar amacı gütmeyen sergi alanı The Kitchen’daki ilk kişisel sergisine öncülük etti. Kısa bir süre sonra, Artforum dergisi için bir orta sayfa resmi oluşturmak üzere görevlendirildi. Pembe cüppeli bir Sherman’ın fotoğrafları, editör Ingrid Sischy tarafından nihayetinde çok açık saçık bulunarak reddedildi. 1985’ten 1989’a kadar çekilen bir sonraki dizi olan Disasters and Fairy Tales’ın bir anlamda bu reddetme eylemine bir tepki olup olmadığı bilinmiyor, ancak özellikle, öncekinden çok daha karanlık bir çaba. Kasvetli paleti ve kusmuk ve küfle dolu sahneleri, izleyicileri çirkin ve niteliksiz groteskteki güzelliği bulmaya zorladı

lincheap

Ansel Adams (1902 – 1984)

Amerikalı Fotoğrafçı Ansel Adams 1902’de San Francisco’nun Fillmore Bölgesi’nde doğdu.

Adams ailesi, 18. yüzyılın başlarında Kuzey İrlanda’dan göç etmiş olan bir aile idi. Adams, hiperaktif ve zayıf bünyeli bir çocuktu ve sık sık hasta olmaya yatkındı. Çok az arkadaşı vardı. Erken yaşlarda doğanın güzelliğini tattı, böcekleri topladı ve Lobos Creek’i Baker Plajı’na ve Lands End’e giden deniz kayalıklarına kadar keşfetti.

Charles Adams’ın işi, babasının ölümünden sonra 1907’de Panik’in ardından ciddi maddi kayıplar yaşadı. Kaybın bir kısmı, amcası Ansel Easton ve Cedric Wright’ın babası George’a gizlice şirketin hisselerini sattıklarını, “bilerek sağladıklarını” söyledi.

1912’de ailenin yaşam standardı keskin bir şekilde azalmıştı. Adams’ın babasının üç inçlik bir teleskobu vardı ve babası ile amatör astronomi hobisini coşkuyla paylaşıyorlardı. Babası daha sonra 1925’ten 1950’ye kadar Pasifik Astronomik Derneği’nin saymanlığını yaptı. 

Adams’ın ilk fotoğrafları 1921’de basıldı. İlk fotoğrafları çok dikkatli bir kompozisyon ve ton dengesine sahip olduğunu gösteriyordu. Adams kısa bir süre boyunca elle renklendirme kullandı, ancak 1923’te bunu artık yapmayacağını açıkladı. 1925’te keskin odaklanmaya, yüksek kontrasta, hassas pozlamaya ve karanlık oda işçiliğine dayanan daha gerçekçi bir yaklaşımı benimsedi.

1930 sonrası

1929 ve 1942 yılları arasında Adams’ın işleri olgunlaştı ve daha da oturdu. 1930’lar onun için özellikle deneysel ve üretken bir dönem oldu. Yapıtlarının teknik yelpazesini genişleterek, dağlardan fabrikalara kadar geniş formların yanı sıra ayrıntılı yakın çekimlere vurgu yaptı. Bender ile tanıştı ve şair Robinson Jeffers, sanatçılar John Marin ve Georgia O’Keeffe ve fotoğrafçı Paul Strand ile tanıştığı, Taos, New Mexico’ya gitti. Konuşkan, yüksek ruhlu doğası, mükemmel piyano çalmasıyla birleştiğinde, onu sanatçı arkadaşları arasında popüler yaptı. İlk kitabı Taos Pueblo, 1930 yılında, yazar Mary Hunter Austin tarafından yazılmış bir metinle yayınlandı.

Imogen Cunningham, Edward Weston, vb. fotoğrafçılarla Group F/64’ü kurup, bu akınım kurallarını kılıkırk yararcasına uyguladı. 1937’de Kaliforniya’da Yosemite’ye yerleşip, 1940’tan sonra ülkenin ulusal parklarında çok sayıda fotoğraf çekerek, kesin çizgili, ama duyarlılığı da yansıtan fotoğraflarıyla, modern fotoğrafçılığın önde gelen adları arasında yer aldı.

Kesin çizgili fotoğrafları, daha önceki fotoğrafçıların çağrışıma dayalı yapıtlarıyla belirgin bir karşıtlık içindedir; hatta 19. yüzyıl peyzaj fotoğraflarının gerçekçi ayrıntılarını bile geride bırakır. Yalnızca siyah/beyaz çalışıp, yoğun görüntüler yaratmak için parlak ışıktan yararlanmıştır.

Adams, 22 Nisan 1984’te, Monterey, California’daki Monterey Yarımadası Topluluk Hastanesinde kalp rahatsızlığı nedeniyle öldü.

İSTANBUL SANAT EVİ

Arbus, marjinalleştirilmiş grupları normalleştirmek ve tüm insanların uygun şekilde temsil edilmesinin önemini vurgulamak için çalıştı.

Portre fotoğraflarıyla çığır açan ABD’li fotoğrafçı Diane Arbus, 14 Mart 1923’te New York’ta doğdu 27 Temmuz 1971’de intihar ederek hayatına son verdi.

Diane Arbus, 20. yüzyılın en önemli ve etkili portre fotoğrafçılarından biri. Fotoğrafları, dünya çapında nesiller boyu sanatçılara ilham verdi ve böylece portre fotoğrafçılığına belirleyici bir ivme kazandırdı. Arbus, marjinalleştirilmiş grupları normalleştirmek ve tüm insanların uygun şekilde temsil edilmesinin önemini vurgulamak için çalıştı. Striptizciler, karnaval sanatçıları, çıplaklar, cüceler, çocuklar, anneler, çiftler, yaşlılar ve orta sınıf aileler gibi çok çeşitli konularla çalıştı.

New York doğumlu fotoğrafçı için New York, hayatı boyunca tercih ettiği iş ve ikamet yeri olarak kaldı. Diane Arbus, 1940’larda ve 1950’lerde moda fotoğrafçılığı alanında eşi Allan Arbus’la birlikte kariyer yaptı ve müşterileri arasında Vogue ve Glamour gibi önde gelen dergiler vardı. Ama kısa süre sonra sektörden ayrıldı ve kendi sanatsal yolunu çizdi.

Fotoğrafçı Lisette Model burada önemli bir rol oynadı. 1956’da Diane Arbus onunla New York’ta bir kursa katıldı, ardından 1957’de ikinci kursa katıldı. Çalışmalarında New York sokaklarında ve meydanlarında bilinçli seçilmiş, gerçekçi ve yakından gözlemlenen insan portrelerini yansıttı. Çekim alanları eksantrik “ucube şovları” ile ünlü Hubert’s Museum ve başka sıradışı yerlerdi. O andan itibaren, toplumun dışlanmışlarına özel bir ilgi duymaya başladı – sanatsal teması, görünüşte ve de yaşam biçiminde toplumun geleneksel kalıplarına uymayan şehir sakinleriydi. Central Park gibi kamusal alanlarda ve hatta kapalı psikiyatri hastanelerinde özellikle bu son derece bireysel sıradışı insanları arıyordu. Bunu yaparken, röntgenciliğe ve kolay yoldan ünlenmesini sağlayacak sansasyonalciliğe kapılmadı. İşini ciddiyetle yaptı ve hedefi Amerikan toplumunun görünüşte normal üyelerinin nesnel, tarafsız ve psikolojik olarak yoğun portrelerinde kafa karışıklığı fenomenini önemli bir zihin durumu olarak göstermeyi başardı.

ekmek ve gül / Fotoğrafçı Diane Arbus kimdir?

Modern köleliğe tanıklık eden fotoğraflar çeken dünyaca ünlü bir fotoğrafçı Lisa Kristine. Hayatının yirmi sekiz yılını, 70 ülke, 6 kıtada karşılaştığı insanları fotoğraflayarak geçirmiş.

Dünya çapında hümaniter fotoğrafçı olarak bilinen Lisa Kristine, çektiği fotoğraflarla altı kıtadan, yüzden fazla yerli kültürü belgeliyor ve onların hikâyelerini bu fotoğraflar aracılığıyla anlatıyor. Kristine’in çektiği sosyal içerikli fotoğraflar, dünya çapında cesaretin bir örneği olarak gösteriliyor. Özellikle portre fotoğrafları insanların yüreklerine dokunuyor ve onları harekete geçiriyor. Aslında Kristine, NGO Kölelere Özgürlük’le bir arada yürüttüğü çalışmalarla geniş çapta bir ün sağladı. 2010’da kölelik hakkındaki çalışmalarının derlendiği fotoğraflar bir araya getirilerek yayımlandı. Çeşitli medya araçlarında bu konunun dikkat çekmesini sağladı.

2013 yılında Lucie Vakfı’nın 2013 Hümaniter ödülüne layık görüldü Kristine. Şimdiye kadar beş kitap yayımladı ve hakkında dört tane belgesel çekildi. 2014’teki üç film Kristine’in kölelik üzerine çalışmasıyla ilgiliydi.. Kristine’in dünyayı etkileyen pozitif etkiler yaratan fotoğraflar çekmeye devam edeceğini belirtiyor.

Hindistan, Nepal, Gana, Himalayalar ve Katmandu’da tanıklık ettiği köleliğe dair gerçekleri anlatıyor:

İyimser bir tahminle, bugün dünyada 27 milyon insan köle olarak yaşıyor… Çoğu, iyi bir eğitim veya iyi bir iş gibi sahte vaatlerle kandırılmış ve daha sonra kaçamayacakları bir şiddet tehdidi altında, ücretsiz çalışmak zorunda bırakılmış. Bugün kölelik ticaret için yaptırılıyor, yani kölelerin ürettiği malların değeri var, ama kölelerin yok, onlar elden çıkarılabilir. Kölelik hem dünyanın her yerinde var, hem de dünyanın her yerinde yasak.

Lisa Kristine / GÜNÜN FOTOĞRAFÇISI

Lisa Kristine dört belgesele konu olmuş bir sanatçıdır. Kölelik üzerine çalışmaları üç filmde kullanılmıştır. Ayrıca Emma Thompson ve Jeffrey Brown’ın oynadığı SOLD filminde Lisa’dan etkilenen ve Gillian Anderson tarafından canlandırılan bir karakter de yer almaktadır.

15 yılı aşkın sürede Windows XP ile bütünleşen ve toplamda bir milyarı aşkın bilgisayara erişen meşhur duvar kağıdı fotoğrafı aynı konumdan tekrar çekildi; sonuç şaşırtıcı…

Microsoft’un 25 Ekim 2001’de piyasaya sürdüğü Windows XP, şirketin şu ana kadar en fazla tercih edilen işletim sistemlerinden biri olarak dikkat çekiyor. Elbette bu sistemle bütünleşen birçok farklı ayrıntı var; belki de bunlardan en çok akılda kalanı meşhur duvar kağıtları. Windows XP’nin dillere destan duvar kağıtları özellikle sosyal mecralarda sık sık gündeme oturuyor.

Charles O’Rear tarafından 1998’de analog makineyle çekilen meşhur Windows XP fotoğrafının hikâyesi de bunun bir parçası ve aslında fotoğrafın hikâyesi göründüğünden çok farklı. O’Rear, fotoğrafı çektikten ve düzenledikten sonra Corbis isimli özel bir platforma yüklüyor. Bir süre geçtikten sonra bu servis Bill Gates tarafından satın alınıyor; fotoğrafın telif hakkı için ödenen tutar net olarak bilinmese de olsa da, bilgiler şu ana kadar dijitalortamda en pahalıya satılan fotoğraf olduğu belirtiliyor.

Charles O’Rear

DOISNEAU, Robert (1912) Fransız, fotoğrafçı. 20.yy Fransız fotoğrafının en önemli temsilcilerinden biridir.

1912’de Val-de-Marne’da, Gentilly’de doğdu, 1 Nisan 1994, Montrouge’de öldü. 1926’da Paris’te Estienne Okulu’na kabul edildi. Taşbaskı (litografi) atölyesinde eğitim gördü ve 1929’da baskıcı diploması alarak mezun oldu. 1930’da reklam fotoğrafçılığına başladı. 1932’de ilk röportajını Excelsior’a sattı.1934-1939 arasında Renault fabrikalarında fotoğrafçı olarak çalıştı.

Rapho ajansının kurucusu Charles Rado ile tanıştı ve sokak fotoğrafları çekmeye başladı. II.Dünya Savaşı’nda silah altına alındı. Savaş sonrasında önce Alliânce Photo basın ajansına, 1946’da da bugüne değin çalıştığı Rapho ajansına girdi. Le Point dergisi yöneticisi yazar Maurice Betz’le birlikte çalışmalar yaptı. 1949’da Vogue dergisiyle bir sözleşme imzaladı ve 1952’ye değin bu dergi için fotoğraf çekti. Daha sonra Kara Yıldızlar, Gece insanları konulu bir röportaj çalışmasına, müzikçi Maurice Baquet ile Viyolonsel-Slalom adlı ve henüz bitirmediği bir müzik-fotoğraf senfonisi yapımına girişti. 1960’da ABD’de, 1968’de SSCB’de röportaj çalışmaları yaptı. 1973’te Robert Doisneau’nun Paris’i adlı bir kısa film gerçekleştirdi; 1978’de Jean Loup Sieff ve Bruno Barbey ile F.Moscowicsz’in çevirdiği Uç Gün, Uç Fotoğrafçı filmine katıldı.

1951’den başlayarak ABD’de ve Avrupa’da yirmiye yakın kişisel sergi açtı, yedi karma sergiye katıldı, 1947 Kodak, 1956 Niepce ödüllerini aldı.

Doisneau, II.Dünya Savaşı ve sonrası Fransız düşünce ve sanat ortamının etkisinde ince ve şiirsel bir anlatıma ulaşmış, duyarlı bir siyah-beyaz ustasıdır.

• YAPITLAR (başlıca): Albüm: Instantanes de Paris (“Paris Enstantaneleri”); Trois secondes d’eternite, 1979, (“Uç Saniyelik Sonsuzluk”).

• KAYNAKLAR: L.Nori, La photographie Française, des origines d nos jours.

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi

Henri Cartier Bresson (1908 – 2004)

Fransız fotoğrafçı Henri Cartier Bresson 1908’de Seine-et-Marne kentinde Chanteloup en Brie’de doğdu. Beş çocuğun en büyüğü olan sanatçının babası zengin bir tekstilciydi. Annesinin ailesi ise, Henri’nin çocukluğunun bir bölümünü geçirdiği Normandiya’dan gelen tüccarlar ve toprak sahipleri idi.

Cartier-Bresson ailesi, Paris, Rue de Lisbonne, Place de l’Europe ve Parc Monceau yakınlarında bulunan burjuva mahallesinde yaşıyordu. Ailesi onu maddi olarak destekledi. Genç Henri bir Box Brownie ile tatil görüntüleri çekti. Daha sonra 3 x 4 inç görüş kamerası ile deneyler yaptı. Geleneksel Fransız burjuva tarzında büyüdü. Babası, oğlunun aile işini üstleneceğini varsayıyordu, ancak Henri sanat yolculuğunda kararlıydı.

Önce bir Katolik okulu olan École Fénelon’a katıldı. Müzik öğrenmeye çalıştıktan sonra, yetenekli bir ressam olan amcası Louis resim yapmayı öğretti, fakat I. Dünya Savaşı’nda Louis Amcası ölünce resim dersleri yarım kaldı.

1927’de Kübist ressam ve heykeltıraş André Lhote’nin Lhote Akademisi’ne girdi. Bu dönemde Dostoyevski, Schopenhauer, Rimbaud, Nietzsche, Mallarmé, Freud, Proust, Joyce, Hegel, Engels ve Marx’ı okudu. Lhote, öğrencilerini klasik sanatçıları okumak için Louvre’a ve çağdaş sanatı incelemek için Paris galerilerine götürdü.

Cartier-Bresson’un modern sanata ilgisi, Rönesans ustalarının eserlerine duyulan hayranlıkla birleştirildi. Jan van Eyck, Paolo Uccello, Masaccio, Piero della Francesca eserleri onun için “kamerasız fotoğrafçılık” öğretmeni işlevi görüyordu.

Sürrealist Yakınlaşma

Henri Cartier Bresson, Lhote’un sanata “kural yüklü” yaklaşımıyla hüsrana uğramış olsa da, sıkı teorik eğitimi daha sonra fotoğrafçılıkta sanatsal biçim ve kompozisyon sorunlarını tanımlamasına ve çözmesine yardımcı oldu. 1920’lerde, Avrupa genelinde fotoğrafçılık gerçekçiliği okulları ortaya çıktı, ancak her birinin fotoğrafın çekmesi gereken yön üzerine farklı bir görüşü vardı. 1924 yılında kurulan Sürrealist hareket, bu paradigma kayması için bir katalizör işlevi gördü.

Afrika seyahatinin ardından Fransa’ya geri dönen Cartier-Bresson, 1931 yılının sonlarında Marsilya’da Sürrealistler ile olan ilişkisini derinleştirdi. Marsilya’da uzun yıllar ona eşlik edecek olan 50 mm’lik lens ile Leica kamerayı aldı. Küçük kameranın kendisine kalabalığın içinde veya yakın bir zamanda verdiği anonimlik, fotoğraflandığının farkında olan kişilerin resmi ve doğal olmayan davranışlarının üstesinden gelmesini sağladı. Leica kendisine yeni olanaklar yarattı. Fotoğrafları ilk olarak 1932’de New York’taki Julien Levy Galerisi’nde ve daha sonra Madrid’deki Ateneo Kulübü’nde sergilendi. 1934 yılında Meksika’da Manuel Álvarez Bravo ile bir sergi paylaştı.

Magnum Photos’un Kuruluşu

1947’nin başlarında, Cartier-Bresson, Robert Capa, David Seymour, William Vandivert ve George Rodger ile birlikte Magnum Photos’u kurdu. Capa’nın beyni Magnum, üyelerine ait bir kooperatif resim ajansıydı. Ekip üyelere fotoğraf atamalarını paylaştı. II. Dünya Savaşı’nı koruduktan sonra Londra’da Yaşamı bırakan Rodger, Afrika ve Orta Doğu’yu kapsayacak.

Çeşitli Avrupa dillerini konuşan Chim, Avrupa’da çalışacaktı. Cartier-Bresson Hindistan ve Çin’e atanacak. Ayrıca Yaşam’dan ayrılan Vandivert Amerika’da çalışacak ve Capa bir görevi olan herhangi bir yerde çalışacaktı. Maria Eisner Paris ofisini yönetti ve Vandivert’in karısı Rita Vandivert, New York ofisini yönetti ve Magnum’un ilk başkanı oldu.

Tekniği

Henri Cartier Bresson hiç bir zaman flaşla fotoğraf çekmedi. “Flaş kullanmak kaba bir şekilde … elinde bir tabancayla konsere gelmek gibidir” diye tanımladı. Fotoğrafların karanlık odada değil vizörde oluşturduğuna inanıyordu. Bu inancını, neredeyse tüm fotoğraflarının sadece tam çerçevede basılmasını ve herhangi bir kırpma ya da başka karanlık oda manipülasyonundan tamamen arındırarak kanıtladı. Görüntü alanının etrafında birkaç milimetre pozlanmamış negatif içerecek şekilde baskılarının kesilmemesi konusunda ısrar etti, bu da geliştirilen resmin etrafında siyah bir çerçeve olarak ortaya çıktı.

Cartier-Bresson, birkaç renkli girişimin dışında, siyah-beyaz olarak olarak çalıştı. Kendi baskılarını geliştirmek veya yapmaktan hoşlanmadı ve genel olarak teknik sürecine ilgi göstermedi. Küçük kamerasıyla fotoğraf çekmeyi, anında desen çizimine benzetti.

İSTANBUL SANAT EVİ

1960’ların sonlarına doğru, 3 yıl boyunca Magnum Photo için başkanlık yapmıştır. Daha sonrasında tekrar film sektörüne dönmüş ve 1970’lerde çok sayıda dikkate değer belgesel ve 1980’ler de ise HBO için 18 komedi filmi üretmiştir. Erwitt ironileri ve insani hassasiyet geleneği ile bilinir olmuştur.

Elliott Erwitt Amerikalı bir fotoğrafçı ve Magnum fotoğraf ajansının geçici başkanı ve başkan yardımcısıydı.

1913 yılında Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Asıl adı Andrei Friedmann’dır. Gençlik yıllarlında Sosyalist guruplarla gezmiş ve Onlardan ilham alır. 1930 yılında 18li yaşlarında ülkesindeki baskılara daha fazla dayanamaz ve Önce Almanya’ya ve ardından Fransa’ya geçmeye karar verir. Almanya’da iken bir arkadaşının kamerasını çok beğenir. Bu Analog fotoğraf makinesini ödünç alır. Bu kamera onun hayata bakışını değiştirecektir ve fotoğrafa olan ilgisini keşfetmesine enden olacaktır. Bu fotoğraf makinesi ile fotoğrafa merak başlar. İlk fotoğraf derslerini de burada alır.

Fotoğraf Konusunda kendisini sürekli geliştirir. Karanlık odayı artık ikinci evi bilemeye başlamıştır. Yayın evlerine iş yapmaya çalışır. Bu sıralarda ilk fotoğrafı yayınlanır. Bu fotoğraf 1932 yılında Kopenhag’da Troçki’yi Rus Devrimi’nin anlamı üzerine konuşurken çektiği karedir. Bu kare onun Ünlenmesinde Önemli rol oynamıştır. Hitlerin Egemenliği Almanya’ya yayılınca yine yola düşer ve Fransa’ya ulaşır.

Fransa’da fotoğrafçılık yaparak para kazanmaya başlar. Fakat işler istediği gibi kolay değildir; Zorluk çeker. Pazarlama için de bir hile düşünmüştür. Çektiği fotoğrafları Bir Amerikalının Fotoğrafları diyerek iyi fiyatlara Pazarlamaya başlar. Robert Capa adını da bu sıralar alacaktır. Almanya’da Tanıştığı ve Onunla Fransa’ya da gelen Sevgilisi Gerda özellikle pazarlama konusunda çok iyidir. İlerleyen zamanlarda bu hilesi anlaşılsa da fotoğraflarına talep azla azalmaz. Aksine bu hile onu daha da tanınır hale getirir. Artık Fransa da ileri gelen Foto muhabirler bu genç Çakma Amerikalıyı tanıyordur.

Robert Capa Hayatı boyunca 5 büyük savaşa katılacaktır. Kendisini ifade edebilecek farklı bir alan açmıştır kendine: Savaş Fotoğrafçılığı. İlk Katıldığı savaş ispanya iç savışıdır. Çektiği bazı fotoğraflar ünlü Life dergisinde yayımlanır. Bu Capa’yı daha da ünlü yapacaktır. Fakat Capa’yı bu savaş sırasında üzen olaylarda yaşanmaktadır. Savaşın acımasızlığını görmesinin yanı sıra genç sevgilisi Gerda Taro’yu da bu savaşta kaybeder.

Capa’nın vurulan asker ya da düşen meşhur asker fotoğrafı

1936 yılının 5 Eylülünde Cordoba cephesinde Düşen Asker fotoğrafıdır Life dergisinde yayınlanan. O günlerde tartışıldığı gibi hala tartışılmaya devam edilen ve sahiciliği sahiden sorgulanan Vurulup Düşen Asker fotoğrafı. Belki de hiç kimse ‘AN’ı o zaman kadar Robert Capa’nın ölüm anı fotoğrafı gibi sergileyememiştir. Fotoğrafta askerin vurulma anını tüm dramı ve çıplaklığı ile yansıtmış ve o an fotoğrafçılığının da vazgeçilmelerinden olmuştur.

Capa savaş, çatışma ve askerleri fotoğraflarken bir yandan da savaşın gerisindeki acıya şahitlik eder. Bu konuları da dramatik bir şekilde ele alır. Öksüz kalan çıplak ayaklı çocukları kadrajına alır; gözü yaşlı kadıları da esirgemez. İşte savaş meydanlarındaki bu çabalarından dolayı 1938 yılında İngiliz dergisi Picture Post onu dünyanın en ünlü savaş fotoğrafçısı ilan eder.

Robert Capa Ve Savaş Fotoğrafçılığı

Bu yıllarda Çin Japon Savaşı da başlamıştı ve Capa tekrar fotoğraf makinesi ile savaş meydanlarında boy göstermeye başlamıştır. Çin’de çektiği Çocuk asker fotoğrafı da dünya genelinde çokça ses getirmiştir. 1939 yılında Amerika’ya geçmiş ve Hollywood’a yakınlaşmıştır. Önemli yönetmenlerle tanışmıştır. Bu yakınlaşmadaki öncü muhakkak Robert Capa’nın yeni sevgilisi İngrid Bergman başkası değildir. Zaten daha sonraları da 1945 yılından itibaren de Amerika’da yaşayacaktır.

Robert Capa 1940 yılında patlak veren 2. Dünya savaşında da birçok cephede fotoğraf çekmeye devam eder. Artık tüm dünya onu tanımaktadır. Birçok uluslar arası dergi ve gazete onunla çalışmak istemektedir. Kendisi Şunu çok iyi bilmektedir ki; fotoğrafı kaçırmak istemiyorsa cephede savaşın sıcak yüzüne karşı olmak zorundadır. Bu konudaki ilkesini, Eğer fotoğrafların yeterince iyi değilse, yeterince yakın değilsindir” sözleri ile açıklayacaktır.

Normandiya çıkarmasında Life dergisi için savaş alanlarındadır bu sefer. 106 adet fotoğraf çekmiş ve dergiye yollamıştır. Fakat acemi dergi çalışanları fotoğrafları nasıl etmişlerse yakarlar. Sadece 11 adet fotoğraf kurtarılır ve onlarda iyi durumda değildir. Bunun üzerine Life dergisi suçu Capa’nın üzerine bırakmak ister. İşte bu olay sonunda belki de yıllarca savaş alanlarında hüznü tatmış birinden beklenmeyecek şu sözleri sarf eder. ‘Hayatımda ilk kez birilerini öldürmek istedim!’

2.Dünya savaşının bitiminden sonra 1947 yılında New York’ta Henry Carteer Bresson, David Seymour Chim ve George Roger ile beraber Magnum Photos’u kurarlar. Magnum Photos bağımsız bir fotoğraf ajansıdır. Capa budan sonraki birkaç yılını genç fotoğrafçılara harcayacaktır. Genç foto muhabirler Robert Capa’yı heyecanlandırmaktadır. New York, Londra, Tokyo ve Paris’te da şube açarlar ve Capa bir müddet Amerika Fransa arası mekik dokur.

Capa Türkiye ‘de

1946 yılında Türkiye’ye de gelir Capa. Yaklaşık 2 ay kadar kalacaktır Ülkemizde. Aralık 1946 ve şubat 1947 yılları arasında başta İstanbul olmak üzere bir çok il gezer. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü de kadrajına almıştır. Burada olduğu zaman boyunca karşısına engel çıkartılmaya çalışıldığından da bahseder. Fakat Bergman’a yazdığı mektubunda ‘’Yeniden bir gazeteci oldum, çok da iyi oldu. Tuhaf otellerde kalıyorum, geceleri okuyorum ve ülkenin sorunlarını kısa sürede kavramaya çabalıyorum. Düşünce üretmek ve kendi başıma kalmak iyi geliyor.’’  Robert Capa sözleri yazarak memnuniyetini de dile getirmiştir.

Robert Capa’ın kamerasına birçok isim de takılmıştır. Hollywood sinemasının meşhurlarını, ressamları, yönetmenleri ve daha birçok iş kolundan ünlüleri fotoğraflamıştır. Kadrajına aldığı bazı ünlüler şunlardır: Picasso, Matisse, Hemingway, Bresson, Steinbeck… Capa sadece ünlüleri fotoğraflamakla kalmamış ayrıca yaşam tarzı ile de filmlere konu olmuştur. Örneğin Hitchcoock ‘Arka Pencere’ filminde Capa ile Bergman’ın aşklarını çekmiş, Steven Spielberg ‘Er Rayn’ı Kurtarmak’ filminin giriş kısmını Capa’nın fotoğraflarını kullanarak kurgulamıştır.    

Robert Capa’nın hayatının azımsanmayacak bir kısmı muhabere meydanlarında geçmiştir. Birçok katliama, ölüme, ızdıraba şahit olmuştur. Çok tehlikeli olduğunu bildiği halde savaş muhabirliğinden de vazgeçemeyecektir. Belli ki savaş fotoğrafçılığında onu çeken bir şeyler vardır. Ve hayatı da henüz daha 40 yaşında iken yine savaş meydanında son bulacaktır. Vietnam’da bir çıkarma sırasında askerlerle birlikte hareket ederken bir mayına basması sonucunda hayta gözlerini yumar. Bu ölümü sonucunda hafızlarda kalacak en güzel sözü: ‘‘Bir savaş fotoğrafçısı olarak hayatımın sonuna kadar işsiz kalmayı isterdim’’ olacaktır.

FOTOGRAFMANIA

George Rodger (1908 – 1995) – İngiltere

George Rodger, İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Life Dergisi için savaş muhabiri olarak işe başladı. Savaşın sonlarına doğru Bergen-Belsen’deki Nazi toplama kampına girmesiyle ölüm kamplarının gerçekliğini gösteren son derece etkili fotoğraflar çekti.Nazi Toplama kampında tanık olduklarını unutmak için George Rodger, savaş muhabirliğini bırakarak yalnızca yaban hayat ve insanları çekmeye devam etti. Afrika ve Orta Doğu sınırları içerisinde çalışmalarını yürüttü. Özellikle Sudan’ın güneyinde yaşayan Nuba Kabilesi’nin ilkel yaşamını aktardığı fotoğrafları çok bilinir.

EISENSTAEDT, Alfred (1898-1995) ABD’li fotoğrafçı. Röportaj, haber fotoğrafı ve öykü tekniklerini geliştirmiş bir basın fotoğrafçısı olarak tanınır.

6 Aralık 1898’de Almanya’da Dirschau’da doğdu, 23 Ağustos 1995, Oak Bluffs, Massachusetts’te öldü. Almanya’da eğitim gördü ve fotoğrafçılığa başla dı. İlk küçük fotoğraf makineleri Ermanox ve Leica ’ nın piyasaya çıkmasıyla, Almanya canlı bir foto-röportaj akımına sahne oldu. 1928’de Berlin’de ünlıii Dephot Ajansı kuruldu ve ondan fazla haftalık resim ii derginin yayımlandığı o yıllarda fotoğrafçılara geni ş bir çalışma alanı açıldı. Eisenstaedt de Berlin’de Associated Press Ajansı’nda çalışmaya başladı. Ancak Hitler’in yönetimi ele geçirmesinden sonra, birçok Alman fotoğrafçısı gibi ülkesini terketmek zorunda kaldı. 1935’te ABD’ye gitti.

Bu ülkede üne kavuşması, 1935’te İtalyanlar’ın Habeşistan’ı işgal etmesi sırasında gerçekleştirdiği “foto-makale” ile (photo-essay) oldu. 1936’dan başlayarak Life dergisinin sürekli fotoğrafçıları arasına girdi. Fotoğraflı dergi’lerin ve röportaj fotoğrafının altm çağı sayılan bir dönemde dünyanın dört bir yanında röportaj çalışmaları yaptı. Habeşistan imparatoru Haile Selasiye, İsveç Kralı Gustav gibi birçok ünlü kişinin portrelerini ve fotoğraflarım çekti. Yoğun çalışma yaşamının ürünlerinden bir bölümü basılmış, bir bölümü ise müze ve özel fotoğraf koleksiyonlarında toplanmıştır.

Saf (candid) deyimiyle nitelenen bir çekim tekniğinin ustalarından olan Eisenstaedt fotoğraflarında bir görüntü avcısının katılığından çok duyarlı bir yaklaşımı yeğlemiştir.

YAPITLAR (başlıca): Witness To Our Time, 1966, (“Zamanımıza Tanıklık”); The Eye Of Eisenstaedt, 1969, (“Eisenstaedt’ın Gözü”).

• KAYNAKLAR: B. Nevvhall, The History Of Photograp-hy; From 1839 to the Present Day, 1964.

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi

Long Island’da büyüyen ve dünyanın en iyi fotoğraf sanatçıları arasında yer alan  profesyonel fotoğrafçı Mitch Dobrowner, genç yaşlarında babasının vermiş olduğu eski bir Argus fotoğraf makinesi ile fotoğrafçılığa başlamıştır. 21 yaşında işini bırakarak evden ayrılan fotoğrafçı, Güney Amerika’yı görmek için yollara düşmüştür. Sonraki süreçte kişisel stüdyosunu açmış ve fotoğraf çekmeye devam etmiştir.

Dünyanın en iyi fotoğrafçıları arasında yer alması ise 2012 yılında çektiği fırtına fotoğrafları sayesinde olmuştur. Sony Dünya Fotoğraf Ödülleri 2012 yılın fotoğrafçısı ödülünü alan Mitch Dobrowner, “Fırtına” adlı fotoğraf serisi ile aynı zamanda korkusuz bir fotoğrafçı olduğunu göstermiştir. Halen doğa ve manzara fotoğrafları çeken usta fotoğrafçı uluslararası konferanslarda da yer almaktadır.

Mitch Dobrowner

Ben modern dünyayı yansıtmayan şeyleri çekiyorum. David Lazar 

Réhahn (4 Mayıs 1979’da Bayeux, Normandiya, Fransa’da doğdu). Vietnam, Küba, Malezya ve Hindistan portreleri ve kültürel koruma çalışmalarıyla tanınıyor.

Eddie Adams (d. 12 Haziran 1933 – ö. 19 Eylül 2004), Amerikalı fotoğrafçı, foto muhabiri. Birçok ünlü ve politikacının portresini çeken Adams, 13 savaşta görev yapmıştı. En çok, 1969’da Pulitzer Ödülü’nü kazandığı, bir Vietkong mahkumunun infazına dair fotoğrafıyla tanınır.

Kariyerine amatör bir fotoğrafçı olarak başlayan Lee Jeffriess genellikle spor fotoğrafları üzerine yoğunlaşmıştı. Hatta o sıralar Manchester United futbol takımı ile de çalışıyordu. Ancak hepimizin hayatında bazı dönüm noktaları vardır. Jeffriess’in kariyerindeki dönüm noktası da bir maraton koşmak için Londra’da bulunmasıyla başlar…

Şehrin sokaklarını başıboş arşınlayıp fotoğraflar çekerken gözü bir kıza ilişir: “Çin restoranının çöp konteyneri dibinde uyku tulumuyla uyuyan, genç bir kız.” Fotoğraflandığını fark eden kız koşarak uzaklaşır ancak Lee hem özür dilemek hem de hikayesini dinlemek istediği için kızın peşine düşer. Sonunda bir kaldırımda oturup sohbet etmeye başlarlar ve bu kızdan dinlediği hikâye Jeffriess’e bambaşka bir serüvenin kapılarını açar. Çünkü bu kız 18 yaşında, ebeveynlerini kaybetmiş ve minik kedisiyle yapayalnız kalmış, Londra sokaklarında yaşayan bir evsizdir.

Bu evsiz kızdan dinlediği hayat tecrübesi Lee Jeffriess’i o kadar derinden etkiler ki kariyerine sokak fotoğrafçısı olarak devam etmek ister. Özellikle evsiz insanların portreleri üzerine çalışan Jeffriess fotoğraflarında aradığı şeyin “izleyicide şiddetli bir duygu uyandırmak” olduğunu vurgular. Portrelerini çektiği evsizlerle fotoğraflarını çekmeden önce sıkı bir iletişim kurmasının nedeni de bu.

“İlk olarak onların gözlerine bakıyorum. Duyguyu görüyorum ve hissediyorum. İşte bu aradığım duygu diyor ve tanıyorum. Bu işlemi defalarca uyguluyorum ve fotoğraflarımı ondan sonra çekiyorum.” diyor Jeffriess. Evsizlerle konuşurken not tutuyor ve gerçek duyguyu yakalamak için onlarla konuştuğu esnada yakalıyor kadrajlarını. “Diğer fotoğrafçılar onları uzaktan ve görünmeden fotoğraflamaya çalışıyor. Ben ise onların dünyalarına adım atıyorum onların korkularının üzerine gidiyorum ve bir umut içinde onların senden benden çok farklı olmadıklarını hissettirmeye çalışıyorum.” diyor.

Konularının üzerinde yarattığı etkiyi ise şöyle vurguluyor sanatçı “Ne zaman bu insanlarla konuşmaya başlasam onların duygularını iliklerime kadar hissediyorum ve bunun etkisinden çıkmak hiç kolay olmuyor bazen eve dönüp bilgisayarımın başına oturuyorum ve fotoğrafları açıp baktığımda kendimi ağlamaktan alıkoyamıyorum.” Jeffries ayrıca evsizlere maddi gelir sağlamak ve onlara bir barınak yapılması adına düzenli olarak Londra ve New York maratonlarını koşuyor.

Jeffriess’in bu güçlü portreleri çok dikkat çekiyor elbette. Bu yıl “Digital Camera Magazine” dergisinin “Yılın Fotoğrafçısı” ödülünü kazandı. “Belki bu insanların hayatlarını değiştiremem. Sihirli bir değnekle onlara dokunamayabilirim ama bu demek olmuyor ki fotoğraflarımla evsiz insanlara karşı farkındalığın artmasına da yardımcı olamam ve onların bu durumuna dikkat çekemem.”

Phil Borges yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olan kültürleri anlatıyor.

Dünyanın en iyi fotoğrafçıları arasında gösterilen bir başka isim de Phil Borges. Aynı zamanda bir kültür elçisi olan Borges, kaybolmaya yüz tutan kültürlerin fotoğraflarını çekmesiyle tanınır. Ünlü sanatçı Ekvador Amazon’undaki ormanlardan Hindistan’daki Dharamsala dağlarına kadar uzanan serüvende iz bırakan etkileyici fotoğraflara imza atar. 25 yıldan fazla kabile ve yerli kültürlerinin peşinde koşan fotoğrafçı, dünyada kültür belgecisi olarak da kabul edilir. 

National Geographic için yerli kültürler konusunda belgesel hazırlayan Borges’in eserleri, tüm dünyadaki müze ve galerilerde sergilenir. Sanatçı “Stirring The Fire” isimli projesinde kadın ve kız çocuklarının portrelerine yer verir. Ses getiren bu çalışmada onların hikâyelerine ve karşılaştıkları sorunlara odaklanan sanatçı, bu projesiyle tüm dünyanın dikkatini çeker. 

25 yılı aşkın bir süredir, yerli ve kabile kültürlerinin izini süren dünyanın en iyi fotoğraf sanatçıları arasındaki Phil Borges, kültür belgecisi olarak da kabul edilmektedir. Eserleri, dünya çapında müze ve galerilerde sergilenmektedir. National Geographic için yerli kültürler hakkında belgesel hazırlamıştır. Tibet ilgili yaptığı çalışmalar Tibetan Portrait adıyla kitap haline getirilmiştir. STIRRING THE FIRE projesindeki çalışmalarında kadın ve kız çocuklarının portrelerine yer veren profesyonel fotoğrafçı, onların karşılaştıkları sorunları ve hikayelerini anlatarak dünyanın dikkatini çekmiştir. Enduring Spirit , Women Empowered and Tibet: Culture on the Edge gibi kitapları da olan dünyanın en iyi fotoğrafçısı aynı zamanda kültürel konferanslara da konuşmacı olarak katılmaktadır.

Türkiye’de ilk kez sergi açan Alman Immagis firması, dünyaca ünlü fotoğraf sanatçısı Joachim Schmeisser ’i sanatseverlerle buluşturdu. Ünlü fotoğraf sanatçısının sergilenenen eserleri arasında ödüllü yetim fil yavrularının yanı sıra ilk defa yayınlanan Hadzabe fotoğrafları da yer alıyor.

İlk defa yayınlanan bu ilgi çekici fotoğraflar Tanzanya’da Eyasi nehri kıyısında yaşayan Hadzabe halkının arasında çekildi. Joachim Schmeisser, onların arasında yaşayıp, onlarla ava gidip, yaşam şartlarını gözlemleyerek çektiği bu fotoğrafları; tüm dünyada The David Sheldrick Wildlife Trust (DSWT) gibi sosyal sorumluluk projeleri ve fotoğraf sanatına yaptığı katkılarla adından söz ettiren Immagis firması tarafından ‘IN THE REALM OF LIGHT’ sergisi adı altında 19 Ocak tarihine kadar Immagis Gallery’de gezilebilir.

Sanatçı; 1958 yılında Almanya’nın Bad Mergentheim şehrinde dünyaya geldi. Çocukluğundan beri fotoğrafçılığa ilgili olan ve kendine has bir dünya görüşüne sahip Schmeisser, bağımsız reklam fotoğrafçılığı yapmaktaydı. 1984 yılında WAJS görsel iletişim ajansı kuran sanatçının favori çekimlerinin konusu genellikle insanlar ve hayvanlardan oluşuyor. 1994 yılından beri Almanya’nın Bavyera eyaletinde bulunan Würszberg şehrinin Höhberg ilçesinde yaşamakta olan Joachim Schmeisser, son olarak 2012 yılında Hasselblad Masters ödülünün sahibi oldu.

Joachim Schmeisser yavru fillerle gerçekleştirdiği çekimi şöyle anlatıyor;

“Kenya’da bulunan DSWT kampında sabahın erken saatlerinden itibaren yavru filleri gözlemliyorduk. Bu tarif edilemez bir tecrübe. Yavru filler aynen küçük çocuklar gibi ne yapacakları önceden kestirilemiyor. Hareketleri ve yaptıkları sürekli değişiyor. Fillerden beklenmeyecek şekilde hızlı ve atik hareket ediyorlar. Bu özellikleri onların istenen şekilde fotoğraflanmalarını da oldukça zorlaştırıyor. Uzun süre onları gözlemleyince fark ediyorsunuz ki aynı insanlar gibi onların da hepsinin farklı karakterleri var”.

HADZABELER;
Tanzanya’nın vahşi doğasında yaşayan yerli halk, binlerce yıldır aynı yerde ve aynı yaşam şekliyle hayatlarını sürdürüyor. Hadzade’lerin en büyük özelliği avcı toplum olmaları. Küçük gruplar halinde yaşayan ve çalıları ev olarak kullanan bu halkın hayvancılık ve tarım gibi anlayışları hiç bir zaman olmamıştır. Temel gıda kaynaklarını avlanarak ve bunun yanında bal ile meyve toplayarak sağlıyorlar.

Didem Topal

TANZANYA’NIN VAHŞİ DOĞASI ” JOACHİM SCHMEİSSER 

21 Şubat 1950 tarihinde Amerika’nın Philadelphia şehrinde doğdu. Fotoğraf gazeteciliği ve editörlük yaptı. Ünlü olmasını sağlayan “Afghan Girl(Afgan Kızı)” fotoğrafını 1984 yılında çekti ve National Geographic dergisinde yer aldı. Magnum Photos isimli dünyaca ünlü fotoğrafçılık şirketinin üyelerinden biridir. Steve McCurry çektiği fotoğraflar ile sayısız ödüle layık görülmüştür. Dünya çapında yapılan fotoğraf haberciliği yarışması olan “World Press Photo” yarışmasında iki kez birincilik elde etmiştir.

Penn State Üniversitesinden mezun olmuştur. Sinema ve film yapımcılığı okumayı planlarken, sahne sanatları bölümünden 1974 yılında mezun olmuştur. Okuduğu üniversitenin gazetesi için fotoğrafçılık yaparken, fotoğrafçılığa olan ilgisini keşfetmiştir. Mezun olduktan sonra iki yıl boyunca habercilik yapmıştır. İki yılın sonunda Hindistan’a serbest çalışmak üzere gitmiştir. Daha sonra Pakistan sınırını geçerek isyancıların kontrolündeki bölgede fotoğraflar çekmiştir. Bu fotoğraflar daha sonra The New York Times, TIME ve Paris Match gazetelerinde yayınlanmıştır. Steve McCurry sadece bu savaş bölgesini fotoğraflamakla kalmamış daha sonraki süreçte gerçekleşen İran-Irak savaşını, Lübnan iç savaşını, Kamboçya iç savaşını, Filipinler’deki İslami isyanı, Körfez savaşını ve Afganistan‘ın iç savaşını da belgelemiştir. Birçok dergi ve gazeteye görsel materyal sağlayan Steve McCurry, sık sık National Geographic dergisinde yer almıştır. 1986 yılında Magnum Photos şirketinin bir üyesidir.

Steve McCurry fotoğraflarında savaşın yol açtığı şehir, çevre, tahribatı fotoğraflamayı değil, savaşın insanların üzerinde yarattığı etkileri yaşayanların yüzlerinden yansıtmayı tercih etmiştir. Savaşın ortasında kalmış insanların yaşadıklarını yüzlerinden anlaşılabildiği en iyi anları yakalamaya çalışmıştır ve bunu da başarmıştır. Denis Delestrac tarafından hazırlanan televizyon belgeseli olan “The Face of the Human Condition”da resmi yapılmıştır.

“Afghan Girl” (Afgan Kızı) Fotoğrafı : Steve McCurry’nin dünyaca fark edilmesini sağlayan fotoğrafıdır. Bu meşhur fotoğrafını Pakistan’da bulunan bir mülteci kampında çekmiştir. Fotoğrafta bulunan yaklaşık on iki yaşlarındaki yetim bir kızdır. National Geographic tarafından “en tanınmış fotoğraf” olarak seçilmiş ve 1985 yılının Haziran ayının kapak fotoğrafı olarak kullanılmıştır. Çekilen kızın kim olduğu tam on yedi yıl boyunca bulunamamıştır. Steve McCurry ve National Geographic ekibi aradan geçen on yedi yılın ardından 2002 yılında kızı bulmuşlardır. Steve McCurry aradan geçen yıllara rağmen o çarpıcı bakışının hala durduğunu belirtmiştir.

wikipedia.org/wiki/Steve_McCurry

Jimmy Nelson Çektiği Fotoğraflarla Kabile Kültürünü Kucaklıyor. İngiliz fotoğrafçı Jimmy Nelson’ın çektiği 100 bin görselden, varlıklarını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya olan 36 etnik grup için kısa film oluşturuldu.

Sosyal bir varlık olan insanların arasında yüzyıllardır devam eden bir etkileşim mevcut. Bu etkileşimin de kültürler arası bir boyutta olması yine insanlar sayesinde. Asimilasyon, küreselleşme ve emperyalizm gibi kavramlar da yerel kültürlerin parçalanarak formlarını değiştirmesine sebebiyet veriyor. Dünyanın eşsiz yerli halklarının kültürel kimliklerini kaybetme riski altında olduğu için bu konunun üzerine yoğunlaşarak bir proje hayata geçirmek isteyen İngiliz fotoğrafçı Jimmy Nelson, yerel kültürleri korumayı amaçlayan bir proje gerçekleştirdi. Yayınlanan film, J. Walter Thompson Amsterdam ve J. Walter Thompson Hindistan ofislerinin ortak imzasıyla oluşturuldu. Yaptığı işlerle adından oldukça söz ettiren İngiliz fotoğrafçı Jimmy Nelson‘ın çektiği fotoğraflardan yola çıkarak yaratılan proje, Blink And they’re Gone adlı bir fotoğraf odaklı kısa film olarak yayınlandı.

Tam 90 gün sürdü

Jimmy Nelson’ın 30 yılı aşkın bir süredir yaptığı gezilerde çektiği 100 bin görsel arasından seçilerek ortaya çıkarılan filmin düzenlenme aşaması da oldukça uzun. 90 günlük bir post prodüksiyon sürecinin ardından hazırlanan film; Papua Yeni Gine’den Huli Wigmen, Moğolistan Kazakları, Hindistan’dan Sadhus ve Nijerya’dan Çad’dan Wodaabe gibi 36 farklı etnik grubun kendilerine özgü yaşamını gözler önüne seriyor. Yok olma riskiyle karşı karşıya olan etnik grupları fotoğraflayan ve oldukça uzun bir süredir bu proje üzerinde çalışan Jimmy Nelson, çektiği fotoğrafları kendi internet sitesi üzerinden satışa sunuyor.

Tibet yolculuğuna çıkan sanatçının fotoğrafçılık hikayesi , yanına aldığı küçük fotoğraf makinesi ile başlıyor Güney Amerika ,Asya ve Afrika’da eğitim gören sanatçının aynı zamanda “Çin Edebi Portreler” adlı bi kitabı da vardır.

Jimmy Nelson saklı köşelere seyahat edip bölgenin yerlilerini fotoğrafladı ve bu muhteşem kareleri dünyanın kültürel çeşitliliğini kutlayan bir kitapta bir araya getirdi. İngiliz fotoğrafçı Jimmy Nelson hepimizi olağanüstü bir yolculuğa çıkmaya davet ediyor. Dünyanın en uzak ve en büyüleyici köşelerine doğru yapılan bu yolculuk, gezegenimizin kültürel zenginliğini fotoğraf sanatının büyüsüyle anlatıyor.

30 yıl önce ilk keşif yolculuğunu Tibet’e yapan Nelson o gün bugündür, çektiği ikonik kareleriyle uluslararası alanda adından övgüyle söz ettiren bir sanatçı. Her zaman gözlerden uzak yörelere yolculuk ederek, dünyanın gizli köşelerinden yerel kültürleri, kadim gelenekleri fotoğraflıyor. 2013’te yayınladığı ilk kitabı Before They Pass Away’de hayatı boyunca kurduğu hayali gerçekleştirerek dünyanın akıl almaz kültürel çeşitliliği hakkında farkındalık yaratmayı başardı. Ne yazık ki modern dünyanın tehdidi altında olan bu çok özel kültürleri yalnızca fotoğraflamakla kalmadı, aynı zamanda onlarla aralarındaki etkileşimi canlı tutarak, bu tehdide karşı çözümler üretmek amacıyla kendi adını taşıyan bir de dernek kurdu.

Yeni kitabı Homage to Humanity için de yine Himalayalar, Butan ve Güney Sudan gibi yerlerde çekimler gerçekleştirdi ve buralarda yaşayan yerlileri, bütün gurur, güç ve canlılıklarıyla fotoğrafladı.

Otuz farklı kültürden 400 kare içeren kitapta sadece fotoğraflar değil, kişisel detaylara indiği röportajlar, heyecan verici yol hikayeleri ve bilgilendirici infografikler de yer alıyor. Böylece kitabını hem etkileyici fotoğraflar hem de bu karelerin ardında yatan gerçeklerle donatan Nelson, bu değerli kültürleri tanıyıp onlara saygı duyan insan sayısını da artırmış oldu.

Kitabı bütünleyen bir de mobil uygulama hazırlayan fotoğraf sanatçısı, böylece okuyucularına kamera arkası videolar, 360 derece görüntüler ve farklı hikayelerle daha derinlemesine bir deneyim sağlıyor. Hatta mobil uygulamayı kitaba sahip olmasanız bile indirip, bu heyecanlı keşif yolculuğuna hemen başlayabilirsiniz.

brandlife

1964 doğumlu Eric Lafforgue, dünyanın birçok yerinde fotoğraf çekti.

Özellikle Afrika’da zamanının çoğunu geçiren sanatçının çektiği fotoğraflar The National Geographic, Geo, The CNN Traveller, BBC, The Blue Planet gibi dünyaca ünlü dergilerde kullanılmaya başlandı.

Fransız fotoğraf sanatçısı Eric Lafforgue’un çocukluk döneminde başlayan uzak ülkeleri ve şehirleri gezip keşfetmeye olan ilgisi henüz 10 yaşında bugün bile seyyahların ilgisini çeken Yemen, Etiyopya ve Somali bölgesine ailesi ile yaptığı seyahat ile başlamıştır. 1964 yılında doğan Laffourge’nin çocuk yaştaki fotoğraf sanatı ile ilgisi olmayan çocuk yaştaki seyahati kendisi için rastlantı eseri olsa da seyahatlerle dolu bir yaşantının onun hayatında yer etmesine yetmiştir.

Küçüklüğünden beri farklı ülkelerin ve kabilelerin hayatlarını incelemek isteyen Eric Lafforgue, 2006 yılından beri profesyonel anlamda fotoğrafçılık yapmaya devam ediyo Sanatçı, çekim yapmaya geç dönemde başlasa da yaptığı çalışmalar bu fotoğrafçılığa olan ilgisinin çok eskilere dayandığını gösteriyor.

Kuzey Kore, Etiyopya ve Papua Yeni Gine kabilelerinin çekimlerini yapan sanatçının en çok ses getiren çalışması ise Me’en Kabilesi’nin Haziran aylarında düzenlenen Ka’el adını verdikleri yeni yıl törenini ölümsüzleştirdiği kare. Bu özgün fotoğraf, kısa sürede tüm dünya üzerinde büyük yankı uyandırmayı başardığı için halen önemini korumayı başarıyor.

Ayrıca sanatçının tüm eserlerini;  CNN Traveller, New York Times, Sunday Times, National Geographic ve Discovery Channel gibi ünlü dergilerde de görebilmek de mümkün.

Ünlü Fransız fotoğrafçı Eric Lafforgue, uzun yıllar uğraştıktan sonra, Kuzey Kore’ye girme izni aldı ve devletin yanına verdiği rehberler eşliğinde fotoğraflar çekti.

İkinci Dünya Savaşı’nın ilk kadın savaş muhabiri ya da dışa kapalı dönemlerinde Sovyetler Birliği’nde fotoğraf çekebilen ilk fotoğrafçı ya da efsanevi Life dergisinin ilk kadın fotoğrafçısı…

Margaret Bourke-White Amerikalı bir belgesel fotoğrafçıydı. Hindistan’da Gandhi suikasta uğramadan birkaç saat önce röportaj yapmış ve fotoğraflarını çekmişti. Çektiği fotoğraflarla dünyanın nasıl şekillendiğine tanıklık etmemizi sağlayan bu kadın daha birçok ilkin sahibi. Babası Joseph White ile annesi Minnie Bourke’un soyadlarını taşıyan Margaret Bourke White 1904 yılının ağustos ayında New York’un Bronx bölgesinde doğdu. Mucit bir baba ve teşvik edici bir anneyle büyüyen Bourke için fotoğrafçılık ilk başlarda sadece bir hobiydi. Bu hobi bir tutkuya dönüştü onun için.

SOVYET ENDÜSTRİSİNİ FOTOĞRAFLADI

Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) ilk reklam ve endüstriyel fotoğrafçılarından olan Bourke White, 1930’larda o dönemde Batılı fotoğrafçılar için girmesi pek de kolay olmayan Sovyetler Birliği’ne giderek Sovyet endüstrisini fotoğrafladı. İkinci Dünya Savaşı’nda ilk kadın savaş muhabiri olan Bourke Nazi Almanyası’nın Sovyetler Birliği’ni işgali sırasında Moskova’daydı. İşgali görüntüleyen Bourke daha sonra ABD Hava Kuvvetleri’yle birlikte Kuzey Afrika’ya, İtalya’ya ve Almanya’ya gitti. 1945’te savaş bittikten sonra Buchenwald Toplama Kampı’na giren gazeteciler arasındaydı.

Bourke kampı fotoğraflamasını şöyle anlatıyordu: Kampta kamera kullanmak benim için büyük bir rahatlamaydı. Bu sayede kendimle gözümün önündeki dehşet arasında ince bir engel koydum.

GANDHİ’Yİ FOTOĞRAFLAYAN KADIN

Hindistan Pakistan çatışmasını izleyen Bourke aynı zamanda “Gandhi’yi fotoğraflayan kadın” olarak da biliniyordu. Bu lakabı, şanslı bir şekilde doğru zamanda doğru yerde olmasıyla kazandı. Bourke, Mahatma Gandhi’yle, 30 Ocak 1948’de Hindistanlı liderin suikaste uğramasından sadece birkaç saat önce röportaj yapmıştı. Gandhi’yi çıkrık başında kitap okurken fotoğraflayan Margaret Bourke White, 1982 yapımı Richard Attenborough’un yönettiği Gandhi filminde Candice Bergen tarafından canlandırıldı.Ne var ki bu etkileyici meslek yaşamı sürse de 1953’te Parkinson hastalığının ilk semptomlarının görülmeye başlamasıyla hayatı zorlaşmaya başladı. Semptomların başlamasından tam 18 yıl sonra, 1971’de, Connecticut’ta tedavi gördüğü Stamford Hastanesinde öldü.

Fotoğrafları Brooklyn Müzesi, Cleveland Sanat Müzesi ve New York Modern Sanat Müzesi de dahil olmak üzere birçok müzede ayrıca Kongre Kütüphanesi koleksiyonunda bulunmaktadır.

Kevin Carter ve Karelerin Gücü

Kevin Carter’in çektiği Pulitzer ödüllü fotoğrafı hepiniz bilirsiniz. Fakat bu fotoğrafın tam hikayesini bilenler, hikayeyi kabataslak bilenlere göre oldukça azdır. Kevin Carter Güney Afrika iç savaşında fotomuhabiri olarak çalışan bir fotoğrafçıdır. Bu görevdeyken birkaç arkadaşıyla birlikte Bang-Bang Club isimli fotoğrafçılık kulübünü kurar. İç savaşın acı fotoğraflarını çeker. Fakat işler Carter için iyi gitmez. Önce para sıkıntısı çeker, daha sonra uyuşturucu kullandığı için çalıştığı gazeteden kovulur.

Buradan sonra Carter Sudan’a geçer. İç savaşla birlikte gelen yoksulluğun fotoğraflarını çeker. Carter yine bir gün fotoğraf çekmeye çıkmıştır. Karşısında aniden küçük bir kız çocuğu belirir. Carter makinesini kıza doğrultur, gözünü vizöre dayar. Tam çekecekken kadraja bir oyuncu daha katılır. Bir akbaba. Akbaba kızın ölmesini beklemektedir. Carter açısını ayarlar, fotoğrafını çeker. Carter’ın fotoğrafı ona Pulitzer ödülünü kazandırır. Carter kariyerinde ciddi bir basamak atlamıştır.

Yoksa akbaba kızı yedi mi ?

Basın Carter’ı ciddi bir baskı altına almıştı. Aslında fotoğrafı çektikten sonra akbaba kaçmıştı. Fakat Carter kızı kampa götürmemişti. Çünkü bu zamanlarda öldürücü ve bulaşıcı hastalıklar yaygın olduğu için fotoğrafçılar şiddetle kimseye dokunmamaları konusunda uyarılıyorlardı. Carter fotoğrafçı olarak görevini yerine getirdiğini söylüyordu.

Carter kendi sorunları ve üzerine gelen bu tramvaya dayanamadı. Arabasının egzozunu içeri vererek intihar etti. Carter intihar ederken “Walkman”i ile şarkı dinliyordu. Carter’ın fotoğrafı ile Sudan ve açlık sorunları tüm dünyanın dikkatini çekti. Ayrıca fotoğraf yardım kuruluşlarına ciddi yardım sağladı. Hiçbiri Carter’ı yaşama geri döndüremedi.

Fotoğraf ve fotoğrafçı bu yüzden güçlüdür. Tek bir kare her şeyi en kısa ve en çarpıcı şekilde aktarabilir. Fotoğrafçıyı bir yere götüren güdü amaçsız değildir. İnsanlığın yaşadığı en büyük travmalar en iyi, fotoğraflarla hafızada tutulabilir. Bence yazının icadından sonra en etkili olmuş icat görüntüleri kaydeden makinelerdir. Fotoğraflar dili kelimeler değil, yüzler, ifadeler, renkler, şekillerdir. Fotoğrafçının tek bir söz olmadan onlarca ciltlik düşünceyi anlatması, fotoğrafın gücünün en büyük kanıtıdır.

“Yaşamında bir sürü sorunu vardı, ancak bu olayların zamanlamasını göz önüne alınca o çocuğun fotoğrafı ile Carter’ın intiharı arasında bir ilişki olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.”Ama yine de hiçbir fotoğraf bir insanın hayatından önemli değildir… “

John LONG / Blog Mehmet Ulu

DİĞER AÇIDAN BAKMAK “SOUND OF SILENCE”

Sanatçılar yapıtlarını sadece izleyicide hayranlık uyandırmak için yaratmazlar. Çoğu zaman da yapıtları aracılığıyla derin sezgi ve acılar ile ifade edilen duyguları da sunmak için zemin hazırlamak üzere çalışırlar. Hem Batı hem de Doğu sanat tarihi benzer şekilde duygusal ifadeleri içeren örnekleri barındırır. Sanat yapıtı, sanatçının duygularının, kültürel geçmişinin ve kişisel tecrübelerinin bir ürünüdür. Öte yandan sanat yapıtı, sanatçının evrensel bakış açısını çevreleyen bir tarihi olay ya da metinlerden de beslenebilir. Dolayısıyla bu tür evrensel bakış açısını yansıtan sanat yapıtları hem Doğu’ya hem Batı’ya dair benzer görsel ifadeler içerir. Sanat yapıtına zemin oluşturan metinler ve hikayeler, yapıt kadar önem taşıyabilir. Bağlam metini yapıt ile izleyici arasında algısal ve psikolojik etkileşime Zemin oluşturur. Öte yandan, bağlamı taşıyan metin olmadan, seyirci sanat yapıtına kendi kendine bir anlam vermek üzere yalnız bırakılmış olur. Bu makalenin amacı izleyici ile Alfredo Jarr’ın The Sound of Silence yapıtı arasındaki duygusal ve algısal etkileşimi araştırmak üzerinedir. Jarr’ın yapıtı sessizdir ama derinden gelen tarihi olaylara, acılara ve pek çok duyguya dayanır

Alfredo Jaar, sanayileşmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki savaş, siyasi yolsuzluk ve iktidar dengesizliği gibi olaylara odaklanan siyasi olarak yaptığı çalışmalar ile anılmaktadır. Sanatı ile genel olarak izleyiciyi görmek istemedikleri ile karşı karşıya bırakır. Soykırım, salgın ve kıtlık gibi olayları temsil etmek için ürettiği yapıtlarını fotoğraflar, filmler ve topluluk temelli projeleri ile halkın görüntülere duyarsızlığını yansıtmak için sanatın sınırlarını araştırır. The Sound of Silence (Sessizliğin Sesi), çarpıcı ve tetikleyici gerçek bir olayı fotoğraflayan Güney Afrikalı fotoğrafçı Kevin Carter’ın hikâyesi üzerine kurulmuştur. Alfredo Jaar’ın tiyatro olarak tanımladığı şeyi yaratması için çıkış noktası olan bu hikâye de tek bir görüntü için inşa edilmiştir. Sunduğu anlatı yapısı, görüntünün gücünü ve politikasını sorgular. Başkalarının acılarına karşı izleyicinin tepkisi, görgü tanıklarının sorumlulukları ve görüntülerin mülkiyeti ile ilgili sorular hakkında daha derin düşünmeye sevk eden yoğun bir algı deneyimi sunar. Jaar çalışmasında Sudanlı kızın hikâyesini anlatmak yerine, ünlü görüntünün arkasındaki adam ve çerçevenin arkasında ne olduğuna odaklanır.

Fotoğraf karesi ile kayıt altına alınan kıtlık olayı artık ‘bilgi’ dünyasına ait kıtlığın ikonik bir görüntüsü değil, muhabir olarak Kevin Carter ile karmaşık ve radikal bir karşılaşmadır. Carter’ın varlığı görüntüye yansımasa da, kendisi karşılaşmadan en fazla etkilenen kişidir. Jaar’ın çoğu çalışmasında olduğu gibi burada da izleyici öncelikle bir okuyucudur. İzleyicinin söz konusu yerleştirmeye nasıl baktığı değil, foto muhabirliğine karşı izleyicinin kendi endişesini nasıl sorguladığıdır. The Sound of Silence’ın incelenen teması ise görüntünün batı toplumundaki rolü ve etkisidir. Afrika’ya gitmeden bir yıl önce Mart 1993’te, New York Times’da yayınlanan bir fotoğraf Jaar’ın dikkatini çekmiştir. Fotoğrafın arka planındaki akbaba ile Sudanlı zayıf bir çocuğun fotoğrafı on üç yıl sonra “The Sound of Silence” (2006) adlı yapıtın konusu olur. The Sound of Silence büyük bir küpün içinde görüntünün alanını kurar. Çalışma ana karakteristiğini ve yapısını şekillendiren, izleyiciyi içeri girmeye zorlayan bu alüminyum küpün içinde geçmektedir. Kübik yapının dış taraflarından biri, küpün karanlık içiyle şiddetle zıt olarak bir dizi kör edici beyaz floresan tüp ışıkları ile tamamen kaplıdır ve bu ışıklar galeri alanına girerken izleyicinin görüşünü bozmaktadır. Mekan Brian O’Doherty’nin Beyaz Küp anlatımına benzer. İzleyici ile ideolojik bir etkileşime girer. “Beyaz küp ortaya çıkmayan varsayımlara dayanan zihinsel izdüşümleri barındırır.” Aynı zamanda “sanatçının toplumdan uzaklaşmasına dair bir semboldür” (Jacob, O’Doherty, 1986, s.80). İzleyici kutunun etrafında yürürken, diğer karanlık tarafta yeşil bir çizgi ile içeride karşılanıp kırmızı alanda bekletilip, içeride ki ve dışarıda ki hareketleri kısıtlanmaktadır. Oda küçük bir tiyatro sahnesi gibidir ve izleyicinin hikâyenin içerisine girmesinin yanı sıra onların süreklilik deneyimini bozmaktadır. Yüzeye yansıtılan metin ritmik olarak görünür ve sekiz dakikalık yanıp sönme ile kaybolur. Sekiz dakika süren akışta, izleyici sürekli olarak görüntüyle karşılaşmaz.

Fotoğraf belirli aralıklarla yansır perdeye: belirme ve yok olma. Kevin Carter’ın fotoğrafının hikâyesi çoklu ve iç içe geçmiş trajedilerini anlama/deneyimleme üzerine kuruludur ve ekranda yazılı olarak sessizlik de ortaya çıkar. Bir anda hareket eden zarif ve kışkırtıcı The Sound of Silence yerleştirmesi, Jaar’ın uzun zamandır siyasi adaletsizlikler üzerine olan incelemesinde ve bunların imgelem yoluyla gösteriminin sınırlamalarında güçlü bir tanıklıktır. Korkunç eylemlerin fotoğraflarının sıradan ve değişebilir hale geldiği bir çağda, Jaar tüketiciliği, duygudaşlık ve bireysel sorumluluk hakkında eleştirel sorular sorup, müşterek sessizliği eleştirmektedir.

The Sound of Silence, Kevin Carter’ın kasvetli yaşamı ve Sudan’da çektiği fotoğrafın hikâyesi sessiz bir anlatı şeklinde sunulur. Carter, Sudanlı kızın fotoğrafı ile Pulitzer ödülünü almıştır fakat The Sound of Silence, gazete okuyucularının Carter kınamaları ve onun intiharı ile ilgilidir. Okuyucuların asıl merakı fotoğrafta ki çocuğa ne olduğudur. Carter ona yardım etmiş midir? Bu tepkilerin hepsi anlaşılabilir niteliktedir, ancak fotoğraflar söz konusu olduğunda herkes bir alt metin yazma eğilimindedir. Okuyucu, Carter’ın geçmişi veya psikolojik sorunları hakkında hiçbir şey bilmemektedir. Aslında kendisi ve bu çocuk için çaresizdir. Carter’ın dramatik kompozisyonu, Afrika’daki açlığa gazete okuyucularının dikkat çekmesi bağlamında oldukça etkili olur. Jaar, okuyucuların foto muhabirinin davranışını etik dışı bulmaya mahkûm etmeden önce daha dikkatli olabileceğini ima eder. Gazete aracılığıyla dünyaya bakış hiçbir zaman gerçek bir tanığınkiyle tamamen aynı olmayacaktır. İzleyici sadece fotoğrafçının sorumluluklarını merak etmekle kalmaz, aynı zamanda kendi başına da düşünmeye teşvik edilir. Yerleştirmede Jaar’ın tüm bu gerçek bilgileri kendi görüşünü dayatmadan sunduğu görülür. Ancak hikâyeleme, izleyicinin belirli bağlantılar kurabileceği şekilde inşa edilmiştir. Alfredo Jaar, dikkat çekici bir güç, zarafet ve derlemeler kullanmıştır.

The Sound of Silence başlığı Jaar’ın parodisi ve sunumu konusunda çelişkili bir iddianame gibi görünür ve sessizliğin imkânsız olduğunu ima eder. Başka bir bakış açısıyla, gerçek sessizliğin edilgenliği, ölümlülerin insanlık dışılığa karşı gelmesine eşit olması ya da sessizliğin küçük kız olması ya da öykünün merkezinde olmaması olabilir. Bu bağlamda John Cage, “Sessizlik diye bir şey yoktur. Her zaman ses çıkartan bir şeyler oluyor” demektedir. (Jones,1994, s.66) Veri toplama aracı olarak; sanat eseri inceleme, literatür tarama yöntemlerinin kullanıldığı bu çalışmada insanın yarattığı durumun yine insana sunulduğunda ortaya çıkan gidişatın yeni bir söylemle üstelik evrensel boyuttaki ezberinin de başka bir anlatı dili yapısı ve etkisi vurgulanmıştır. Yapıta dair çözümleme ve yorumlama ayrı ayrı değerlendirilerek gerçekleştirilmiştir. Sound of Silence için yapılan çözümlemeler sayesinde sanatçının yarattığı dilin yeni bir anlam ve algı ile varlık buluşu incelenmiş, elde edilen bulgulara da sonuç kısmında yer verilmiştir.

Yapıt-İzleyici İlişkisi

The Sound of Silence da izleyiciler ile kurulan ilişki, onlarla yapılan tüketim kaydedilerek yeni görüntüler yolu ile verilmektedir. İzleyicinin yapıt ile girdiği ilişkide ki amaç sanat eserleri ya da sanatçılar yerine anlam verme eylemidir (Barbatsis, 2005, s.271-275). Bu şekilde Jaar, belirli bir olayı çoklu bakış açılarıyla görünür kılmaya çalışarak, etkileşim düzleminde bakarak körlüğü ve anlayışı araştırır. Bunu yaparken sadece temsil edilemeyen sınırları değil, aynı zamanda foto muhabirliğini, görüntülerin dağıtımını ve dolaşımını kontrol eden tüketim endüstri görüntüleri karşısında sorumluluk sorununu yeniden dolaşıma sokar.

The Sound of Silence, izleyicinin 1994 yılında intihar eden Güney Afrikalı fotoğrafçının biyografik anlatımı ve empati kurulmasına olanak tanıyan başarısızlık ve travma anlatısıdır. Kurulumdaki metin dört şiddetli ve kör edici yanıp sönme ile yalnızca bir kez kesilir. İzlenme alanının flaş tarafından şiddetli bir şekilde ihlal edilmesi ve izleyicinin/röntgencinin konumunu tersine çevirir. Carter’ın fotoğrafı daha sonra ekranda gizlice belirerek anlatı fotoğrafçının kaderi ve intiharıyla sona erer. Görüntü sadece bir saniyenin bir kısmı – görüntünün kaydedilmesi için geçen gerçek zaman – için görünür fakat acımasız tarih tanıklığı ve kaderin çerçevesi ziyaretin geri kalanında izleyiciyi rahatsız eder. Sanatın yaratılmasının, genellikle stüdyoda tek başına çalışan sanatçı ile başladığı ve dünyaya yerleştirilip başkaları tarafından görülene kadar tamamlanmadığı söylenir. Duchamp’ın 1957’de söylediği gibi, “Sonuçta, yaratıcı eylem sadece sanatçı tarafından gerçekleştirilmez; seyirci işi dış dünyayla temasa geçirir(…)”. Sanat sanatçı ile başlar, ancak izleyiciyle buluşana kadar tamamlanmış değildir. Fiziksel olduğu kadar sanal ve mümkün olduğunca etkileşimli olmalıdır. (Alt_ atölye: 2020)

Duygunun, sanat eserleri ile ilişkilerin merkezi bir parçası olduğu reddedilemez. Toplu olarak alınan duygu hakkındaki doğal düşünceler, böyle bir varsayımın neden doğru olması gerektiğini de görmeyi zorlaştırır. Yapıtlar ne anlam oluşturucu izleyici için zihinsel bir hazırlıktır ne de anlayış bağlamlarından ayrılır. Bir sanat eseri, bir eylemin veya bir iletişim sürecinin geri bildirimidir (Freud, 1987, s.142). Duygu hakkındaki içgüdüsel yaklaşım göz önünde bulundurulduğunda, The Sound of Silence’a karşı gerçek duygunun nasıl hissedilebileceği net değildir. Gerçekliği ve kabullenilebilirliği kişiden kişiye farklılaşan duygu için sunulan yapıta karşı gerçek bir duygu yaşandığı iddiasını haklı çıkaracak makul bir duygu teorisi bulmak mümkün olsaydı, pek çok kişinin neden sanat eserlerine katılmayamotive edildiğine, özellikle de olumsuz duygular üretme eğiliminde olduğuna dair sorular ortaya çıkabilirdi. Bir görüntüdeki anlam ne görsel işaretinde ne de izleyicinin sosyolojik konumları ve kimliklerdedir. Görüntüleyici ve görüntülenenin gücü ile izleyicinin anlamı yorumlama kapasitesidir” (Evans; Hall 1999, s.537).

Sonuç

The Sound of Silence izleyiciye hem görünürlük hem de görüntüde görebilecekleri ve görünmezlik gibi eksik ipuçları ile meydan okumaktadır. Bunlar izleyicinin başkalarının acılarını tanıdığı ya da tanımadığı işaretler olarak kabul edilebilir. Çalışmada verilen mesaj, izleyicinin Kevin Carter’a bir tür ahlaki öfke uygulaması ve Afrika trajedisindeki suçluluğunu reddetmemesi gerektiği anlamını taşımaktadır. Bunun yerine Jaar, gazeteleri okuyarak ve görüntüleri tüketerek izleyicinin karmaşık olduğunu ima eder, çünkü görüntülerin tüketilmesi görüntülerin üretilmesine neden olur veya bunun tersi de geçerlidir. Jaar, diyalektik bir fotoğrafa bakıldığında bir şeyin daha gerçek hale geldiğini araştırır fakat onun yaptığı gibi tekrar tekrar pozlama yapılırsa görüntüler daha az gerçek olur. The Sound of Silence, Sudan’daki acı fotoğrafının dikkatlice kontrol edilen bir yönünü Kevin Carter’ın çektiği şekilde sunarak izleyiciyle yüzleşir.

Kurulum, Carter’ın fotoğraftaki çocuğu sadece akbabaya terk etmekle kalmayıp, intihar etmenin bir sonucu olarak, bir yıl sonra kendi çocuğunu terk ettiğini ima etmektedir. Jaar’ın elde ettiği şey, hem bir görüntünün bağlamlaştırılması hem de bir etkinliktir ki bu gerçeğe aykırıdır. Gazeteciler tarafından anlatıldığı gibi gerçek, çocuğun terk edilmemesi değil, merkeze doğru yol almasıdır. Fotoğrafı çektikten sonra Carter kuşu kovalamıştır. Benzer şekilde Carter’ın intiharı, fotoğrafa yönelik tepkinin doğrudan bir sonucu değildir. Carter bir süredir yaşadıklarından bunalmış ve sadece birkaç hafta önce yakın bir meslektaşının çatışmada öldüğünü öğrenmiştir. Bu, Carter’ın kendisini suçladığı bir ölümdür. Jaar’ın yoksulluk imgelerinin derlemesine ilişkin mesajı, imgenin siyaseti konusundaki kaygısından kaynaklanıyor gibi görünmektedir. Bu, güçlü düzenleme araçlarını göstererek görme eylemini sorgulama olarak sunulur. Jaar’a göre, görüntünün sunumundaki bu düzenleme, medya tarafından sunulan izleyicinin gerçeklik algısını sürdürür. İzleyici, görüntünün siyasi dokusunda sıkışıp kalır. Jaar’ın amacı, yerleştirmenin fotoğraf gazeteciliğine değil, dezenformasyona bir örnek olarak görülmesidir. Jaar tanımlayıcı dezenformasyon, belgesel haberler ve sanat arasındaki boşluğu uygun bir şekilde kapatıyor gibi görünmektedir. Jaar’ın ‘The Sound of Silence’, Kevin Carter tarafından çekilen yetersiz beslenen Sudanlı bir çocuğa avın ikonik bir görüntüsünü ile insanların yoksulluğa ve sanat kavramına duyarsızlığını yansıtarak izleyicinin görüntülere duyarsızlaşmasını sunmuştur. Jaar’ın Kevin Carter fotoğrafını bir sanat yerleştirmesinde kullanma amacı, Kevin Carter’ın çektiği görüntüyü seçerek fotoğrafçı olarak insanın çektiği acı ve izleyici arasındaki ilişkiyi araştırmak için merkeze koymaktadır. Jaar, kurulumu hem katılım, duygudaşlık ve tüketicilik hakkında eleştirel sorular oluşturmak ve ‘kolektif sessizliği’ kınamak için kullanmıştır. ‘The Sound of Silence’ gerçeklere yapışır ancak fotoğrafçılığın aşırılık yanlısı insan yaşamını hem belgeleme hem de etkileme gücünü son derece basit bir şekilde gösterilmiştir.

The Sound of Silence değerlendirildiğinde görsel kültür hızla genişlemekte ve değişmektedir. Bu yüzden söz konusu durum izleyici için büyük ölçüde kültüre ve onun görme biçimlerine bağlı olması gereken ilişki de dönüşmektedir. Görsel yorumlamanın dinamik anlayışı karşılıklı bir süreçtir, burada sanat eseri ve izleyici birbirlerine bir şeyler ekler. İzleyici duygusal anlam verme sürecine dâhil olur. Sanatla eserleri, kültürel farklılıklarına bakılmaksızın izleyicileri yapılandırır, anlamlaştırılmasına ve takdir etmelerine yardımcı olur ve izleyiciden ince bir istekte bulunulduğu görülür.

Selda ÖZTURAN* Hanife Neris YÜKSEL*

Nilüfer Demir (d. 1986, Bodrum), Türk fotoğrafçı ve muhabir. 2015 yazında Suriye mülteci krizini Doğan Haber Ajansı için takip etmiş, Bodrum sahilinde çektiği Alan Kurdi fotoğrafları 2 Eylül’de dünya çapında birçok gazetenin manşetinde yer almış, özellikle Avrupa kamuoyunun sığınmacı krizine yaklaşımını etkilemiştir.

Kim Phuc ya da Phan Thị Kim Phúc, 1963 yılında, Saygon’un kuzeyinde bir köyde doğan Vietnam vatandaşı. 1972’de dünyanın gözünü Vietnam Savaşı’na çeviren ünlü fotoğraftaki kızdır. Adı Vietnamca Altın Mutluluk anlamına gelir.

Nick Ut: “Çektiğiniz fotoğrafın hikayesini bilirseniz iyi bir fotoğrafçı olursunuz”

“Napalm Kızı” adıyla bilinen “Savaşın Dehşeti” isimli fotoğrafıyla 1972’de tüm dünyanın ilgisini Vietnam’a çeviren fotoğraf sanatçısı Nick Ut, “Fotoğraf çekmek çok kolaylaştı. Bir babaanneye de verseniz kolaylıkla fotoğraf çekebilir. Fotoğraf çekmeden önce hikayesini düşünmek gerekiyor. En önemlisi bu.”

Kendisine Pulitzer ödülü kazandıran fotoğraf ile gelişen ve değişen fotoğraf sanatına bakışını değerlendiren Ut, unutulmaz fotoğraf karesini 47 yıl önce çektiğini belirterek, “Bomba atılan yerdeki görüntüyü hatırlıyorum. Patlamadan sonra birçok çocuk ölü olarak çıkarılmıştı, aileleriyle beraber. Sonra o kızı koşarken gördüm. Üzerinde kıyafetleri yoktu ve koşuyordu. Vücudunun yanmış olduğunu gördüm. Bir fotoğrafını çekip kameramı kaldırdıktan sonra onu hastaneye götürüp hayatını kurtardım. Götürmeseydim ölürdü.”

Nick Ut, Vietnam Savaşı’nın simgesi haline gelen fotoğraf karesindeki Kim Phuc Phan Pi ile sürekli konuştuklarını dile getirerek, İstanbul ziyareti öncesinde de Kanada’nın Toronto şehrinde yaşayan Phan Pi ile görüştüklerine işaret etti.

“Fotoğrafçılık çok değişti”

Ut, 51 yıldır fotoğraf sanatıyla yaşamını geçirdiğinin altını çizerek, “(Napalm Kızı fotoğrafı) Hayatımı değiştirmedi. 51 yıldır aynı işte çalışıyorum. Yarım asır oldu. Çalıştığım şirket bana ‘Emekli ol.’ dedi ama ben istemedim çünkü her yere gidip fotoğraf çekmek istiyorum.” ifadelerine yer verdi.

Fotoğraf konusundaki teknolojik gelişmelere değinen 68 yaşındaki fotoğraf sanatçısı, “Iphone telefonlarla fotoğrafçılık çok değişti. Artık herkes fotoğraf çekebiliyor. Bir yaşındaki çocuklar bile nasıl fotoğraf çekileceğini biliyor. Önceden hatırlıyorum, insanlar fotoğraf makinesi olsa bile nasıl çekeceğini bilmiyordu. Şu anda çok hızlı bir şekilde bir savaş alanında fotoğraf çekip onu hemen dünyayla paylaşabilirim. Bu anlamda fotoğrafçılık çok değişti.” değerlendirmesinde bulundu.

Nick Ut, fotoğraf çekimi konusunda 50 yıl öncesine göre bugünün koşullarının çok daha avantajlı olduğuna dikkati çekerek, şunları kaydetti: “Fotoğraf çekmek çok kolaylaştı. Bir babaanneye de verseniz kolaylıkla fotoğraf çekebilir. Fotoğraf çekmeden önce hikayesini düşünmek gerekiyor. En önemlisi bu. Çektiğiniz fotoğrafın hikayesini bilirseniz iyi bir fotoğrafçı olursunuz. Ben işe gittiğim zaman yerel haberlerden hikayelere bakar ondan sonra kendi işimi belirlerdim. İnsanların fotoğrafını çekerken bazıları izin vermiyordu. Onlara basın kartımı gösteriyordum. Sonra izin veriyorlardı. Aslında insanlar önceleri fotoğrafının çekilmesine izin veriyordu ama bugün insanlar çok kızıyor.”

Başarılı fotoğrafçı, Vietnam’da çektiği fotoğrafların ardından bir dönem Hollywood’da çalıştığını sözlerine ekleyerek, “Hollywood’u seviyorum. Vietnam’dan sonra çalıştığım şirket beni Kaliforniya eyaletindeki Hollywood’a gönderdi. Birçok özel görevde çalıştım. O.J Simpson ve Micheal Jackson gibi isimlerle, çok önemli haberlerde çalıştım.” dedi.

Hürriyet

Joe O’Donnel defterine şu notu düşecekti: “Nagazaki, 1945. On yaşlarında bir çocuk gördüm sessizce yürüyen. Sırtında bir bebek taşıyordu. Japonya’da o günlerde, çok sık görülürdü sırtlarında kendi küçük kardeşlerine sahip çıkan çocuklar, ama bu çocuk açıkça diğerlerinden farklıydı. Bebek ise uyuyor gibiydi. Çocuk beş ya da on dakika durdu. Yüzündeki ifadeden ciddi bir nedenle buraya gelmiş olduğu görülebiliyordu. Ayağında ayakkabısı yoktu. Yüzü kaya gibi sertti. Bebek ise uyuyor gibiydi.    

Beyaz maskeli adamlar ona doğru yürüdü ve sessizce bebeği tutan ipi çıkarmaya başladılar. 
O zaman bebeğin ölmüş olduğunu gördüm. Adamlar bebeği el ve ayaklarından tutarak ateşin üzerine yerleştirdiler. Çocuk, alevleri izlerken, dimdik ve hareket etmeden duruyordu. Dudağını o kadar kuvvetli ısırıyordu ki alt dudağına kan oturmuştu. Ateş güneş batımı gibi hafif hafif yandı ve bitti. Çocuk arkasını döndü ve sessizce uzaklaştı.

”Ne ilginç rastlantıdır…Joe O’Donnell… Nagazaki’ye atılan atom bombasının yıldönümünde, 9 Ağustos 2007’de hayata gözlerini kapadı…

Joe O’Donnell, Amerikan Ordusu tarafından atom bombasının zararlarının belgeleştirilmesi için Japonya’ya gönderilmiş genç bir fotoğrafçıydı. O’Donnell, Eylül 1945’ten beri 7-8 ay boyunca bomba sonrası Japonya’daki yaralı ve ölü birçok insanın fotoğraflarını çekti.

Dorothea Lange (1895 – 1965)

Amerikalı gazeteci ve fotoğrafçı Dorothea Lange Hoboken, New Jersey’de ikinci nesil Alman göçmenler Johanna Lange ve Heinrich Nutzhorn’un çocuğu olarak dünyaya geldi. Yedi yaşında çocuk felcine yakalandı ve sağ bacağında zayıflama ve kalıcı bir topallama kaldı. Beş yıl sonra babası aileyi terk etti ve bu durum, New Jersey banliyösünden New York City’deki daha fakir bir mahalleye taşınmasına neden oldu. Daha sonra babasının soyadını bırakıp annesinin kızlık soyadını aldı.

Lange, gördüğü insanların çeşitliliği karşısında büyülenerek New York sokaklarında dolaştı. Daha sonra bir belgesel fotoğrafçısı olarak kullanacağı bir beceri olan, olaylara müdahale etmeden gözlem yapmayı öğrendi. Fotoğraf eğitimine Columbia Üniversitesi’nde Clarence H. White’ın desteği ile başladı. Daha sonra ünlü Arnold Genthe’ninki de dahil olmak üzere birçok New York fotoğraf stüdyosunda resmi olmayan çıraklık eğitimi aldı.

Lange’nin ilk stüdyo çalışmaları çoğunlukla San Francisco’daki sosyal seçkinlerin portre fotoğraflarını çekmekle ilgili idi. Büyük Buhran’ın başlangıcında objektifini stüdyodan sokağa çevirdi. Bu dönemdeki fotoğrafları, John Steinbeck’in Gazap Üzümleri ile paralellik göstermektedir.

Buhran Dönemi

1933’teki dünya çapındaki Buhran nedeniyle, ABD’de yaklaşık on dört milyon insan işsizdi. Çoğu evsizdi, amaçsızca sürükleniyordu ve yeterli yiyecek bulamıyorlardı. Orta batı ve güney batıda kuraklık ve toz fırtınaları ekonomik yıkıma katkıda bulundu. 1930’lar boyunca, yaklaşık 300.000 erkek, kadın ve çocuk iş bulma umuduyla batıya Kaliforniya’ya göç etti. Genel olarak, bu göçmen ailelere nereden geldiklerine bakılmaksızın hakaret edildi. Mahsulleri takip etmek için bir yerden bir yere dolaşarak eski, harap arabalar veya kamyonlarla seyahat ettiler.

Lange bu şanssız insanları fotoğraflamaya başladı ve stüdyosunu California sokaklarında ve yollarındaki hayatlarını belgelemek için terk etti. Buhran’ın sosyal ve ekonomik çalkantısının boyutunu resmederek kamerasıyla yan yollarda gezindi. Lange bir fotoğrafçı olarak amacını ve yönünü burada buldu. Artık bir portre ressamı değildi; ama foto muhabiri de değildi. Bunun yerine, yeni bir türün ilklerinden biri olan “belgesel fotoğrafçı” olarak tanındı.

Dikkatleri üzerine çeken sanatçı yerel fotoğrafçılar ve medyadan yararlandı. Sonunda Çiftlik Güvenlik İdaresi olarak adlandırılan Federal Yeniden Yerleşim İdaresi (RA) ile çalışmaya başladı. Çalışırken karşısındakilerle konuşmak, onları rahatlatmak ve fotoğrafa eşlik edecek ilgili açıklamaları belgelemesini sağlamak için kişisel teknikler geliştirdi. Başlıklar ve açıklamalar genellikle onun konuları hakkında kişisel bilgileri ortaya çıkardı.

Yaşamının son on yılında sağlığı iyice bozuldu. Çektiği diğer rahatsızlıklar arasında daha sonra polio sonrası sendrom olarak tanımlanan hastalık vardı. 11 Ekim 1965’te San Francisco’da yetmiş yaşında özofagus kanserinden öldü. Ölümünden üç ay sonra, New York City’deki Modern Sanat Müzesi çalışmalarının bir retrospektifini düzenledi.

İSTANBUL SANAT EVİ

Kamera, insanlara kamera olmadan görebilmeyi öğreten bir enstrümandır. Dorothea Lange

Comments are closed.