logo

Anlatacak bireysel bir hikayen var.

Cansu Canan ile Benim Öyküm | Doç.Dr. Mehmet Dinç

İçindekiler

Bu, binlerce aileyi etkileyen otizmle ilgili bir paylaşım. Bilinmeyenin korkusuyla, toplumdan reddedilmeyle ilgili… Tüm dünyada binlerce anne babanın yüzleşme zorunda kaldığı bir acı hakkında bu yazı.

Her şeyden önce, otizmli bir çocuğun çektiği acı, maruz kaldığı yanlış anlaşılma ve reddedilme hikayesiyle ilgili… Kaybedilen ve düzeltilemeyecek olan bir şey… Bu yüzden otizm hakkında tekrar düşünmeli ve davranışlarımızı yeniden düzenlemeliyiz. Beşikten mezara kadar, bir var olma konusu bu.

“My Boy Blue” isimli bir Facebook sayfasında, otizmli çocuğu olan bir annenin yazdıkları bunlar… Yazısında, anne çocuğunu mavi renkle tanımlıyor. Otizmle ilişkilendirdiğimiz ve topluma duyar katmaya çalıştığımız mavi renkle anlatıyor oğlunu. Neden bir sembol haline geldi peki? Çünkü bu, otizmli ailelerin ve otizmli kişilerin her gün karşılaştıkları bir durum.

Mavi, hem güneşli bir günde parlayan bir okyanusun ham de karanlık fırtınalı suların rengidir. Otizmin teşhisindeki zorlukların adeta bir tasviridir bu renk.

“My Boy Blue” düşünmeye çağırıyor

“Bu sayfayı ilk kurduğumda, bu yıl içinde insanların otizmi anlamalarını sağlamak için kendime bir söz vermiştim. Her yılbaşında, insanlar dilekler tutuyor ve yeni hedefler koyuyorlar. Benim bu yıl için tuttuğum en büyük dilek ise “yargılayanların” bizi anlamasını sağlamak.

Anne olacağınızı öğrendiğiniz ilk andan itibaren, küçük yavrunuzu ilk kucağınıza alışınızı, onu giydirmeyi, ona bir şeyler öğretmeyi ve her hareketini sevip yine de onun için endişelendiğinizi hayal etmeye başlarsınız. İl kelimesini, ilk el çırpışını, ilk el sallayışını ve elbette ilk adımlarını hayal edersiniz. Bütün “normal” şeyleri…

Bizim evimizde ise bunların hiçbiri normal değil. Evet, bazılarına başta biz de sahiptik, ama kaybettik. Kelimeler sessizliğe büründü, attığımız adımlar sanki hiç atılmadı ve çok göz yaşı döküldü. Bu onun yaptığı bir “tembellik” değil.  Onun inatçılığı yüzünden de değil. Benim küçük oğlum da tıpkı sizin çocuklarınız gibi dans etmeyi, sarılmayı seviyor; düştüğünde ağlıyor ve her çocuk gibi Mickey Mouse’a bayılıyor. Yine de farklı yaratılışı var.

Her gün yaptığımız şeyler onun için baş etmesi gereken büyük bir zorluk kaynağı. Farklı ışıklar, sesler, kokular ve hatta bazı şeylerin görünüşü onun için çok fazla ve bir yetişkinin bununla baş etmesi çok zor. Alışverişe gitmek, parkta çocuklarla oynamak veya saç kestirmek gibi “normal şeyler” onun için dayanılmaz şeyler.

Mırıldandığında kendisine bakan insanların dünyanın en güzel şarkısını söylediği için ona katılmak istediğini sanıyor. Çocuklarını oğlumdan kaçıran anneler, aslında geleceğin zorbalarını yaratıyor. Çocuklar böyle farklardan habersizdir; yalnızca oynamak isterler, bırakın oynasınlar.

Markette oğluma arsız diyen kadın, dünyaya bir de oğlumun gözünden bakmayı dene. Renkler ve seslerin aşırı olduğunu düşün.  İnsanların etrafından vızıldayarak hızla akıp gittiğini hayal et. Nasıl hissettiğini ve etrafındaki her şeyin senin için ne kadar fazla olduğunu anlatamasaydın, sen de öyle ağlardın.

Ortadan bir anda kaybolan arkadaşlar, umarım böyle bir şey kapınızı çalmaz. Küçük oğlumu dünyalara değişmem. Eğer onu anlayamıyorsanız onun hayatının başköşesinde zaten yeriniz yok demek.

İhtiyaçları olan çocuklar, bu dünyadaki en cesur, en gözü pek en harika küçük insanlardır. Kimsenin bilmediği savaşlar veriyorlar.  Yetişkinlerin yarısıyla bile baş edemeyeceği zorluklara göğüs geriyorlar. Fiziksel bir fark görmüyorsunuz diye davranışlarını arsızlık olarak yorumlayamazsınız.

Bu yıl, sizden yargılamadan önce düşünmenizi istiyorum. Bir günlüğüne kendinizi benim oğlumun yerine koyun ve gerçekte nasıl bir süper kahraman olduğunu görün.”

Otizmli birini nasıl anlarsınız

Otizm, sosyal açıdan pek çok yıkıma neden olan büyük bir gizem. 1996 yılında Ángel Riviére, otizmli insanların bizden isteyebilecekleri şeyleri içeren kısa bir yazı yazdı. Onları sizin için listeledik:

  • Anlamama yardım edin. Hayatımı düzenleyin ve ne olacağını tahmin etmemi kolaylaştırın. Düzen ve plan istiyorum, kaos değil.
  • Etrafımdayken huzursuz olmayın, bu beni de huzursuz eder. Düzenime saygı duyun. İhtiyaçlarımı ve hayat özel bir şekilde algılıyor olmamı anlarsanız kendinizi benim yerime koyabilirsiniz. Endişelenmeyin, zamanla daha da gelişebilirim.
  • Benimle çok hızlı ve çok fazla konuşmayın. Sözler sizin için tüy kadar hafif olabilir ancak benim için kaldırması zor bir yük. Sözcükler benimle iletişim kurmak için en iyi yöntem sayılmaz.
  • Her zaman baş edemesem de tıpkı diğer çocuklar ve diğer yetişkinler gibi zevk alacağım şeyler yapmaktan hoşlanırım. Bir şeyleri iyi yapmam için müsaade edin ve başarılı olmama yardım edin. Çok fazla hata yaptığım zaman ben de sizin gibi tepki veriyorum: agresifleşiyorum ve bir şeyler yapmayı bırakıyorum.
  • Sizden çok daha fazla düzene ve öngörüye ihtiyacım var. Rutinlerimi öğrenirseniz birlikte yaşayabiliriz.
  • İnsanların benden istedikleri pek çok şeyin nedenini anlamakta zorlanıyorum. Anlamama yardım edin. Benim için somut ve anlaşılır olan şeyleri yapmamı isteyin. Sıkılmama veya pasif kalmama izin vermeyin.
  • Beni çok fazla rahatsız etmeyin. İnsanlar bazen çok beklenmedik, gürültülü ve kışkırtıcı. Beni tamamen yalnız bırakmadan biraz nefes almama izin verin.
  • Yaptıklarım size karşı değil. Eğer size bağırırsam veya vurursam; ya da bir şeyler kırıp koşturmaya başlarsam; benden istediğiniz şeyi yapmak için dikkatimi toplayamazsam, bilin ki bu sizi incitmek için değil. İnsanların eğilimlerini anlayamadığımdan, benim yaptıklarımı kötü huylu olmaya bağlamayın!
  • Anlaması ne kadar zor olsa da gelişimim saçma değil. Bunun da kendi mantığı var. Sizin “”anormal” dediğiniz şeyler benin dünyayı algılama ve cevap verme biçimim. Beni anlamak için gayret gösterin.
  • Başka insanlar çok karmaşık. Benim dünyam o kadar karmaşık ve kapalı değil; basit. Söyleyeceklerim size garip gelse de benim dünyam açık, yalana ve kandırmacaya yer yok, ama yine de delinmesi zor. “Boş bir kalede” yaşamıyorum, ulaşılmaz gibi görünen koca bir arazide yaşıyorum. Normal dediğiniz insanlardan bile daha az karmaşık biriyim ben.
  • Benden her zaman aynı şeyleri yapmamı beklemeyin ve bana hep aynı soruları sormayın. Bana yardım etmek için kendinizi otistik yapmanıza gerek yok! Otistik olan benim, siz değil!

Çok yoğun olarak görüp işittikleri için, otizmli insanların kendilerini korumalarına yardımcı olmalıyız. Kaba olma eğiliminde olmadıklarını anlamalı ve sosyal beklentilere uygun davranmadıklarını bilmeliyiz.

Otizmli insanlar boş kabuklar değildir; kişilikleri, hisleri ve ihtiyaçları olan insanlardır. Onlardan “normal” olmalarını istemeyin. Onlara yardımcı olun; kontrol etmeye çalışmayın. Onlar için daha iyi bir dünya yaratmak için çabalayın.

Otizm spektrum bozuklukları, çocukluk döneminde ortaya çıkan ve kronik semptomları olan bir grup gelişimsel bozukluktur. Bireyin davranışını, iletişimini ve başkalarıyla etkileşimini olumsuz olarak etkileyip, bazen sosyal açıdan reddedilmesine yol açar. Bu nedenden ötürü, genellikle otizmle ilgili kitap ve filmlerle desteklenen farkındalık kampanyalarıyla sesini duyurmaya çalışan çok sayıda dernek vardır.

Genel olarak, otizmin bir tedavisi yoktur, ancak otistik bir kişinin yeteneklerini en üst düzeye çıkarmanın birçok yolu vardır. Ve bu sürece ne kadar erken başlarsanız, yeni kalıpları öğrenmeleri, onlar için daha kolay olacaktır. Teşhis edildikten sonra başlamak en iyisidir.

Davranışsal tedavi yaklaşımı en yaygın olan yötemler olsa da, bazen semptomları hafifletmek için ilaç kullanımı da gerekebilir. Bazı ilaçlar serotonin geri alımını seçici olarak inhibe eder ve anksiyete, depresyon ve obsesif kompulsif bozukluğunu tedavi eder. Diğer yaygın olarak reçete edilen ilaçlar, anti-nöbet ilaçları, uyarıcılar ve şiddetli vakalarda anti-psikotiktir.

Bireyin sosyal açıdan dışlanması, aileyi de etkiler. Alışveriş yaparken ya da bir yürüyüşe çıkmak gibi gayet normal aktivitelerde, insanlar yargılandığını hissedip, gerçekten rahatsız olabilirler. Ne yazık ki, bazı insanlar, otizm hastalarının evde kalmalarını ve hatta “uygun bir şekilde davranmayı” öğrenmeleri  için onlara vurmayı tavsiye eder.

Cehalet bu tür tavsiyelerin genellikle nereden geldiğini gösterir, aynı zamanda hassasiyet eksikliğinden de kaynaklanır. Bu yüzden otizm hakkındaki filmler çok yardımcı olabilir. Film sanatı, kamuoyu vicdanını resmetme, hissetme ve diğer insanları anlamamıza yardımcı olma kapasitesine sahiptir.

“Otizmli bireyin duygusal olarak karşılaştığı zorlukları enine boyuna kavrayamadan, otizmi, sadece bir davranış bozukluğu düzeyine indirgemek saygısızlıktır.”

– Ros Blackburn

Otizm hakkında en iyi 8 film
Beklenmeyen Yolculuk (The Unexpected Journey)

Aktör Zac Efron, tıpkı kardeşi gibi otizmli bir genç olan Stephen’ı canlandırır bu filmde. Annesinin ekonomik mücadelesi, filmin temel temasıdır. Ailenin okulda ve başka yerlerden ne kadar dışlanmış olmasına bakılmaksızın, birçok çocuk mükemmel birçok sosyal beceri geliştirmeyi başarabilir.

Stephen’in olağanüstü bir koşucu ve onun büyük kardeşi Douglas’ın ise çok yetenekli bir gitarist olduğu ortaya çıkar. İki çocuk, annelerinin yardımı ile birlikte, otizm spektrum bozuklukları hakkında araştırma konusunda uzmanlaşmış “Mucize Koşusu” derneğini kurar.

Yağmur Adam (Rain Man)

Yağmur Adam, otizm üzerine yapılmış en ünlü filmlerden biridir. Tom Cruise ve Dustin Hoffman’ın rol aldığı bu film, en iyi erkek oyunca dalında Hoffman’a Oscar da kazandırdı. Film, babasının cenazesinde hiç hatırlamadığı bir ağabeyi olduğunu öğrenen ve genç bir galerici olan Charles’ın hikayesini anlatıyor. Hoffman’ın oynadığı kardeşi ise, otizmli bir hastadır ve babalarının mirasının büyük bir kısmında da hak sahibidir. Charles, paranın geri kalanını alabilmek için, kardeşini kaçırmaya karar verir, ama sonunda ona ısıtır. Her ne kadar başlangıçta kardeşinin davranışlarından rahatsız olsa da, maceralı bir yolcuğun sonunda, Charles kardeşini tanır ve onu sevmeye başlar.

Orcas Deniz Feneri (El Faro de las Orcas)

Otizm hakkındaki diğer birçok film gibi, gerçek bir hikayeye dayanan Orcas Deniz Feneri, oğlu Tristan’a yardım etmek için 14.000 kilometre yol kat eden cesur bir anne olan Lola’nın hikayesini anlatıyor. Tristan’ın otizmli bir hastadır ve Orca balinalarıyla özel bir bağı vardır. Bu sebeple annesi Lola, oğlunu Arjantin’deki Patagonya kıyılarını ziyarete götürüyor. İlk başta, bu ziyaretten pek de memnun olmayan bir park korucusu olan Beto ile tanışırlar. Sonunda, Beto ve Tristan’ın hayvanlara, özellikle de Orcas’dakilere, benzer özel bir bağlantıyı paylaştığını görürsünüz.

Molly

Bu trajik komik hikayeyi herhangi bir kalıba sokamıyoruz. Bu film, otizm hastası Molly ile, onun vesayetine sahip olan sinir hastası kardeşi Buck’ın hayatıyla ilgilidir. Doktorlar Buck’a, sağlıklı beyin hücreleriyle yapılan deneysel bir operasyonun, Molly’i iyileştirebileceğini, ancak bunun maliyetinin yüksek olduğunu söyler. Buck’ın onayını takiben, Molly başarılı bir beyin operasyonu geçirir.

Buck, kardeşini sosyalleştirmeye çalışır: beraber tiyatro, beyzbol oyunları gibi aktivitelere giderler. Molly, başka bir eski otizm hastası ile yakınlaşmaya başlar. Bununla birlikte, aradan geçen bir kaç aydan sonra, Molly’nin beyninin yeni nakledilen hücreleri reddetmeye başladığı için, otizmi tekrar ortaya çıkar.

Mozart ve Balina (Mozart and the Whale)

Bu film, otizmin değişik bir hali olan Asperger Sendromu ile ilgilidir. Baş kahramanımız Donald’dır. Başkalarına destek olmak için Donald, kendisi ile aynı hastalıktan muzdarip insanlara ulaşmak adına bir grup kurmaya karar verir. Kısa bir süre sonra, deli gibi aşık olduğu Isabelle ile tanışır. Bir ilişkiye başlarlar ama hayatları güllük gülistanlık değildir. Donald’ın hikayesi de gerçek olaylara dayanır ve oldukça ilgi çekicidir. Gerçek hayattaki karşılığı Jerry, Yağmur Adamı filmini gördükten sonra Asperger sendromlu olduğunu keşfetmiştir.

Benim adım Khan (My Name is Khan)

Rizvan Khan, Asperger sendromlu bir Hintli çocuktur. Akranları ile yaşadığı bir sürü sıkıntısı olmasına rağmen, mekanik aletlere karşı olağanüstü bir yeteneği vardır. Bu hediye, onun ailesini yoksulluktan kurtarmasına yardımcı oluyor. Babası öldüğünde, Khan, kardeşiyle birlikte yaşamak için Amerika Birleşik Devletleri’ne gider. Orada tanıştığı bir psikoloji profesörü, hayatındaki birçok engeli aşmasına yardımcı olur. Sadece Asperger sendromu yüzünden değil, aynı zamanda bir Müslüman olduğu için de toplum tarafından reddedilmenin sorunları ile boğuşur Khan.

Beklenmedik Bir Arkadaş (An Unexpected Friend)

Beklenmedik Bir Arkadaş, Henry gibi bir Arkadaş (A Friend like Henry) adlı kitaptan uyarlanmış, bir İngiliz yapımıdır. Otizmle ilgili filmler neredeyse her zaman fedakar ebeveynleri içerir. Burada, Nicola’nın, oğlu Kyle için bitmek tükenmez yardım çabası, kendisine çok ağır gelmiştir. Stres çok büyük bir yük olarak omuzlarında olup, aynı zamanda evliliğinde de sorunlara neden olur. Nicola’nın tek desteği ailesi, özellikle de annesi Pat’tir. Bir sabah, yaşadıkları sokakta bir köpek bulurlar ve Kyle’ın buna nasıl tepki vereceğini görmek için, köpeği yanlarına alırlar. Kyle, köpeğe Thomas ismini verir aralarında çok özel bir bağ oluşur. Ne yazık ki, Pat’in ölümü, davranışları belirgin bir şekilde düzelen Kyle için büyük bir yıkım olur.

Çok Gürültülü ve Çok Yakın (Extremely Loud and Incredibly Close)

Filmdeki dram, otizm hastası dokuz yaşındaki bir çocuk olan Oskar Schnell üzerine yoğunlaşıyor. Babasıyla çok yakın bir ilişkisi olan Oskar’a, babası hep başka insanlarla da iletişime geçmesini teşvik eder. Birlikte oyun oynarlar ve araştırma yaparak, Oskar’ın belli yetenekleri kazanmasını amaçlarlar. Ne yazık ki, Oskar’ın babası 11 Eylül terör saldırılarında yaşamını yitirir ve Oskar’ı depresif annesi ile baş başa bırakır.

Bir yıl sonra, Oskar, babasının vazolarından birinde gizli bir anahtar bulur. Bu keşif, diğer ipuçlarıyla birlikte, anahtarın ne olduğunu bilen kişiyi bulmak için onu New York’a götürür. Yol boyunca, Oskar, bir metroya binmek ve bir köprüyü geçmek gibi engellerin üstesinden gelmesine yardımcı olan insanlarla tanışır.

Otizm hakkındaki bu filmler bize çok şey öğretebilir. Aslında, otizmin ne olduğu ya da otizm hastası bir aile üyesinin yaşamınızda olmasının nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyorsanız, gerçekten de etkileyici yapımlardır. Toplumdan dışlanma, acı çekme ve terk edilme, tekrar eden temalardır. Ancak, dirayet gösterme ve iyimserlik de vardır. Madalyonun her iki tarafına da bakan bu filmler, bir tedaviye sahip olmayan ama tedavi edilebilir bir hastalık ile ilgilidir.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Otizm, iletişim ve sosyal ilişkileri etkileyen gelişimsel bir bozukluk olarak sınıflandırılmaktadır. Otizmi olan bir çocuk, tekrarlama ve basmakalıp eğilime sahip, daha sınırlı bir ilgi alanları ve faaliyetler repertuarına sahiptir. Semptomların büyük değişkenliği göz önüne alındığında hem Amerikan Psikiyatri Derneği hem de Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı (DSM), sınıflandırmayı daha genişletmiştir: otizm spektrum bozuklukları. Başkalarıyla oynamayan ve sınırlı bir davranış repertuarı olan 3 yaşındaki bir çocuğu düşünün. Monotonca konuşan 10 yaşındaki bir kız, duygularını nasıl ifade edeceğini bilemez ama matematikte çok iyidir ya da sıra dışı bir hafızaya sahiptir. Bireysel farklılıkları hesaba katarak kendimize şunu soruyoruz: otizm nedir ve neyi ima eder? Nasıl müdahale etmeliyiz?

Otizm tanımındaki değişiklikler ve ayırıcı tanı

DSM-IV’de Yaygın Gelişim Bozuklukları kategorisi beş otizm alt tipini içermektedir:

  • Otizm
  • Asperger Sendromu
  • Çocukluk dönemi dezintegratif bozukluğu
  • Aksi belirtilmedikçe yaygın gelişimsel bozukluk (PDD-NOS)
  • Rett sendromu

Öte yandan, DSM-V’de bu alt tiplerin dördü (otistik bozukluk, Asperger sendromu, çocukluk dönemi dezintegratif bozukluğu ve PDD-NOS), “otistik spektrum bozuklukları” (ASD) genel kategorisi ile yer değiştirmiştir.Rett sendromu artık bu sınıflandırma sisteminin bir parçası değildir. Bu alt tipler arasında ayrım yapmak yerine, DSM-V’nin tanısal tanımı, belirtilerdeki üç şiddet derecesini ve gerekli destek seviyesini belirtir.

Otizm araştırması

Otizm araştırmalarında 2000’den bu yana birçok gelişme olmuştur. Otizmin doğuşuna dahil olan bazı genetik zincirlerin varyantlarını ayırt edebildik, bu nedenle açıkça bir nörogelişimsel bileşen var. Bu genlerin çoğu, otizmde tanıdığımız bazı fonksiyonel anormalliklere yol açan nöronlar arasındaki iletişimde yer alır.

Bu araştırma, otizmin bazı nedenlerini anlamamıza yardımcı olmasına rağmen, otizmin “genetik başarısızlık” ile belirlenmediğini açıkça belirtmeliyiz. Genetik bileşenler, bir şekilde, insanı otizme yatkın yapar, bu doğru. Fakat bu, bir insanın otizm geliştirmesi için yeterli değildir. Çok yönlülük, otizmli insanlarda bulduğumuz semptomların çeşitliliğini mümkün kılar.

Aklınızda bulundurun

  • Eğitimsel klinik pratiğinde, otistik çocukların erken yaşlardan itibaren 12 ay gibi erken bir dönemde diğer bireylerle teması reddettikleri açıktır. Sosyo-duygusal gelişim için çok önemli olan işitsel ve dokunsal duyu ipuçlarından yararlanmazlar.
  • Özellikle iletişim ve etkileşim ile stimülasyona olan bu bağlanma eksikliği çocuğun kendini uyarmasını artırmasına neden olur. Ayrıca ebeveynler ve öğretmenler için onlara rehberlik etmeyi zorlaştırır. Bu daha sonra gelişimsel gecikmelere neden olur.
  • Bazılarının sosyal olarak bu reddetme ile neden doğdukları ve kendi kendini uyarma davranışlarını tercih etmelerinin nedenleri, nörolojide yer alır, ancak çözüm bulunamamıştır.
  • Kanner’den Lovaas’a ve Bijou ve ark.’dan farklı açılardan yapılan araştırmalar, otistik çocuklarda nörolojik farklılıklar elde etmemize yardımcı olur. Rett sendromlu bir çocuğun “otistik belirtileri” Asperger sendromlu bir çocukla aynı değildir.
  • Teşhis koyarken otizm ile sosyal ilgi eksikliğine dayalı diğer rahatsızlıkları birbirinden ayırmalıyız. Bunlar işitsel kusurları, sinirsel alışkanlıkları veya tikleri veya asgari erken uyarım düzeylerini içerir.

Otizmde değerlendirme ve müdahale

Profesyonel olarak, bir değerlendirme yapmak üzereyken, etik sorunları çok iyi ele almalıyız. Ebeveynler üzerindeki etkiyi ele almalı ve gerçekçi tahminler yapmalıyız. Bozukluğun tezahüründe değiştiğini ve damgalanmayı önlediğini bildirmeliyiz.

Profesyoneller otizmi nasıl değerlendiriyor?

  • Fizik muayeneler, duyusal sistem ve yanıt sistemi testleri, nörolojik taramalar.
  • Ebeveynlerle konuşmak. Yapılandırılmamış bir şekilde hamilelik, çocuğun sağlığı ve ebeveyn-çocuk ilişkisi hakkında bilgi isteyin.
  • Tedbir açıkları, özellikle sosyal ve kişisel otonomi ve davranışsal aşırılıklarla ilişkili olarak. Bunlar öz uyarım davranışları içerir.
  • IQ testlerinin ılımlı otizmde bir yeri yoktur, çünkü sonuçları kafa karıştırıcı olabilir.

Müdahale

Temel müdahale alanları şunlardır:

1. Çocuğun sosyal yönlere düşük duyarlılığı: Sosyal etkileşimi arttırmalıyız

İnsan dokunuşu, öz uyarım davranışlarını önleyebilir. Ancak bu, onlara bebekler gibi davranmamız gerektiği anlamına gelmez. Çocukla mümkün olduğunca konuşun. Onlara konuşma yeteneği olan insanlar olarak davranın; önyargı yaratmayın. Çok konuşursak, taklit daha doğal ve kendiliğinden olur.

Ne sevdiklerini öğrenin. Onların klişeleri burada bize bir ipucu verebilir. Onları neyin ilgilendirdiğini bilin, böylece başka çocuklarla iş birliği yapmaları gereken sosyal bir görevi tanıtmaya çalışabilirsiniz. Özel bir yetenekleri varsa, bunu bir grup etkinliğine dahil edin. Bu, benlik saygısını artıracaktır. Örneğin, genellikle bulmacalarda veya oyun yapımında çok iyiyse, bu aktivitelerin o kısımlarını yapın.

2. Yüksek seviyedeki öz uyarım davranışları

Çocukların yüksek seviyedeki öz uyarım davranışları sınırlandırılmalıdır. Ancak öte yandan sosyal çevreyle ve dış dünyayla sıkı bağlantı kurmalıdır.

  • Buna zarar verici davranışları teşvik eden veya engel olan herkesi dahil edin. Bu konuda dikkatli olmak gerekiyor çünkü çocuk söz konusu davranışları dikkat çekmek için benimseyebilir.
  • Dinlenme, yemek saati veya çizelgeler gibi biyolojik kalıpları değiştirin böylece çocuk daha az çağrışımla daha işlevsel davranır. Öz uyarımı desteklemeyen davranışları güçlendirin.
  • Sakinliğinizi ASLA kaybetmeyin ve asla fiziksel müdahaleye başvurmayın. Bu davranışların çocuğu durdurma garantisi yok.

Sonuç olarak her türlü müdahalenin istenen davranışların güçlendirildiği kapsamlı bir programlama gerektirdiğini açıkça belirtmek zorundayız. Ayrıca, onlara verdiğimiz talimatlar açık olmalı ve sistematik ve sabırlı olmalıyız.

Psikolog Cristina Roda Rivera / Otizm Utanılacak Bir Şey Değil Ama Cahillik Öyle

Hiç müziği olmayan film gördünüz mü? Sevdiğiniz filmleri hatırlayın, çoğu kare fon müziğiyle gelir gözünüzün önüne. Bazen de film kaybolur şarkısı kalır dilinizde. Hayat boyu müzik hiç bırakmaz insanoğlunun elini, çok ta iyi eder onu bırakmayanlar. Hayatımızın her önemli sahnesinin fon müzikleri, şarkıcıları vardır. Kendi parçalarınızı düşünün bir, favori müziklerinizi.

Bebeklikte başlar insanoğlu ninnilerle sakinleşmeye, huzurla uyumaya. Konuşmaya başlamadan önce seslerinin melodisinden tanır insanları. Güzel seslerde gülümser, gök gürültüsünden, gürleyen insan seslerinden korkar, ağlar. Sonra reklam müzikleri, ilk mırıldanmalar, çocuk ve okul şarkıları… Anadolu ninnileri ve ağıtlarının ritimleri, sözleri ne çok benzer birbirine. Doğum ve ölümün benzeyip, kardeş olması gibi.

Okul öncesi yaşlarda evdeki plakların renkli kapaklarına, fotoğraflara bakmayı çok sever, içinden çıkacak sesleri merak ederdim. Neşe Karaböcek plaklarındaki sesi sevmiştim. Çünkü  onun kendi yaşlarımda bir kız çocuğu olduğunu düşünürdüm, o ince bebeksi sesiyle. Plağın kapağında bekleyen kadın ise şarkıları söyleyen kızın annesi olmalıydı ama ben o görünmeyen şarkıcı kızın görüntüsünü, saçını, elbiselerini düşünürdüm. Sonra onun biraz büyük ablası sandığım Selda Bağcan’ın  “Adaletin bu mu dünya” şarkısı ezberleyip söylediğim ilk şarkıydı. O küçük karaböceğin şarkılarından daha çok beğendiğim, dünya adaletsiz diyen  şarkıyı söylemeye çalışırken henüz 5-6 yaşındaydım! Bu arada o albüm kapağında elinde gitarı ile Selda, incecik muhteşem bir genç kızdı, benim ablam olsa iyi olabilirdi.

Defalarca dinlenen ilk gençlik dönemi şarkıları. Yeterince dile gelememiş isyanların, fırtınaların, aşkların bayrağıdır. Kimi zaman kimlik arayışına model olur şarkılar, sanatçılar. Kimi zaman da tetiğe basar, “ateş !” der tutsak fikirlere ve duygulara. 
Beş altı yıl önce İstanbul’da izlediğim Marianne Faithfull ve Patti Smith, ilk gençlik yıllarımdaki idol arayışına, benim Patti’ci, yakın bir arkadaşımın Marianne’cı olduğu günlere geri döndürdü. Marianne feminenliğin, cinselliğin önde olduğu,  rock yıldızlarıyla birlikteliği, çalkantılı yaşamı ile var olan bir rock yıldızıydı. Patti ise, incecik bedeni ama dirayetli, çelik duruşu, sanatın bir sürü alanı dünya ve yaşam üzerine soruları ve doğallığıyla idolümdü. Erkeklerle ilişkisi uzun soluklu idi ve sevgili, dost, kardeş, anne gibi rollerin hepsini kapsayan çiçek demetiydi sanki. Acıları ve hüzünleri Marianne gibi çoğunlukla aşk üzerine değildi. Bu iki muhteşem kadını 60 yaşlarında bir kaç yıl arayla İstanbul’da sahnenin en önünden izledim ve evet yanılmamıştım. Marianne göçmüştü, Patti ise hala incecik vücudu ve sahnede tavan yapmış yaşam enerjisiyle gençliğinden daha değerliydi. Son yıllarda edebiyata ağırlık vermiş, filozof bir rock stardı.

Bir terapi seansında, geçmişindeki bir sürü olayı hatırlamadığını söyleyen genç bir danışanla unutkanlığının nedeninin, anılarının hiç bir duygu tonu taşımaması, onları duygularından arındırarak ansiklopedik bir bilgi gibi kimsenin uğramak istemediği tozlu raflarda saklaması olduğunu düşünmüştük. İşte müzik yıllar içinde dağılan anılarımızın bir nevi zamkı, ipucu, hatırlatıcısıdır.

Müzik sadece müzik değildir. Yıllar içinde dünyanın, ailenizin, sizin yaşadığınız devrimin belgesidir plak, kaset ve CD koleksiyonları. Hangi duygularda; hangi derinlerde tepelerde gezindiniz yıllar boyu, haritanız, ayak izinizdir. Her aşkın  bir albümü vardır. Aşkın farklı demlerinin farklı enstrüman, ritm ve güfteleri olan aşk şarkıları. Hayat sessiz sessiz akarken, şarkılar çığlık çığlığa renklendirir onu, Birsen Tezer’in seslendirdiği gibi.

Müzik çoğu zaman aydınlatır, yeni dünyaların, kültürlerin kapısını aralar. Hiç bilmediğiniz bir dilde mırıldanmaya çalıştığınız şarkının anlamını merak edersiniz. Bir yolculukta, yan koltuktaki Brezilya’lı ipodundan size tambourine sesi dinletir. İlginç öyküler duyarsınız dünyanın bir ucundan.

Ayna tutar müzik bazende. Yıllar önce Amerika günlerimde, halk kütüphanesinde en sevdiğim saatler, dünya müziklerine ait CD’leri keşfettiğim zamanlardı. Ödünç almak serbestti ve bir sürü CD kopyalamıştım. National Public Radio’yu keşfetmiş, dünyanın en ücra köşelerine, seslerine götüren World Cafe programının müdavimi olmuştum. Bir gün Meksika kökenli ev arkadaşım ve arkadaşlarına, Lila Downs konsere geliyormuş, mutlak gidelim dediğimde “ O kim ? ”  demişlerdi. Şaka yapıyorlar zannettim önce. Nasıl bilmezlerdi Meksikalı bu muhteşem sesi. Hani dedim şu Frida Kahlo filmi’nin müziklerini söyleyen kadın vokal.

Gerçekten bilmiyorlardı, şaka değildi. O sırada kendimi düşündüm ve o zamana dek ilgi duymadığım halk müziği sanatçılarımızı bir yabancıdan duyduğumu hayal edip irkildim, utandım. Yıllarca zevkle takip ettiğim rock, jazz, klasik müziği bir batılıya anlatacak kadar tanıyan, ama kendi kültürünü bilmeyen yeni kuşak bir lale devri insanı mı olmuştum? Doğduğum, büyüdüğüm toprakların yerel müzikleri ile Neşet Ertaş, Sabahat Akkiraz, Mahsuni Şerif’le tanıştım dünyanın öbür ucunda. Müzik beni, kabullenmekte zorlandığım; Anadolulu, batılıların “Doğulu”, “Ortadoğulu” dediği kimliğimle barıştırdı. Bu sayede Anadolu’nun tarihi ve kültürel zenginliğini daha iyi tanıdım, öğrenme ve sahiplenme gereğini anladım.

Müzik bilmediğiniz yaşamların kapısını aralar, birbirini tanımayan insanlar arasında bir köprü kurar. Amsterdam’da Concerta isimli bir müzik mağazası vardır. Üç ayrı bölmesi, sallanan ahşap döşemeleri, geniş ikinci el ve yeni plak, CD koleksiyonu ile ilginç, eğlenceli bir yerdir. Klasik müzik bölümüne bakan aksi ihtiyarın bir kaç ters lafına alınmadım, her gidişimde ısrarla sordum. Amatör bir klasik müzik ya da jazz dinleyicisine bir eserin hangi orkestra ve baskısının işe yaradığını, sizi nelerin mutlu edeceğini bilir. Damarına basmazsanız, albümlerin ve sanatçıların hikayelerini anlatır. Eric Satie’den başlar, Terez Montcalm’a geçebilirsiniz.

Müzik bazen acayip bir parfüm gibidir, bir kaç saniyede çarpar sizi. Ne olduğunu anlamaz, anlatamazsınız. Beyoğlu’nda film izlemenin keyifli olduğu yıllardı. Bir kaç saniyeliğine gelecek sezon filmleri tanıtılırken vuruldum arkadaki müziğe. Üzerine koca bir film izlediğim halde, o bir kaç saniye izlediğim filmin müziği çıkışta aklımdaydı. Tindersticks’in muhteşem balladlarıyla 2002 yılında Trouble Every Day filmine yaptıkları müzik sayesinde tanıştım. Hüznü huzurla birleştirip sanki bir orkestradan dinliyormuşçasına anlatan değişik bir gruptur. Yıllarca ne zaman Beyoğluna gitsem, sokakların tarçın kokusu gibi Tindersticks müzikleri sarıldığını hissederim.

Müzik, kulağınızı ve yüreğinizi vererek dinlerseniz yaşınız ne olursa olsun hayat dersi verir size. En son Atina seyahati öncesi vakitsizlikten ve biraz da akışa bırakma isteğinden, alıştığım nereye gidilir araştırmasını yapmadım. Egenin karşı kıyısında eğlence meşhurdu ve güzel bir yerler bulunmalıydı canlı müzik için. Otel görevlisine turistlerin değil, Yunan halkının gittiği güzel Yunan müziği yapan bir yer önermesini rica ettim. Kafası karışıktı biraz, taksi şöförü ile konuştu ve ona tarif ettiğini söyledi. Yağmurlu ve karanlık bir akşam, İngilizce bilmeyen bir taksici, kentin uzak bir semti Gazi’de bizi bırakıp eliyle karşıdaki ışıklı mekanları gösterdi. Sokakta 20-25 yaşlarında alkole, eğlenceye akmış Yunan gençleri ve bolca yağmur vardı. Beklentimizi tabana indirip, bir kaçına girelim sonra geri döneriz dedik. Yaklaşınca bir kitapçı ve sanat galerisi olduğu anlaşılan dükkanın arkasındaki salonda canlı müzik olduğunu öğrendik. Kalın siyah perdeleri kaldırıp ürkerek geçtik loş mekana. Masalarda mum ışıkları ve içkilerin olduğu, taş duvarı ve aynalarıyla çok hoş dekorasyonu olan uzun salon tıka basa orta yaş Yunanlılarla doluydu. O gece bildiğim iki üç Yunan sanatçısından biri olan, yaz aylarında albümünü sürekli dinlediğim Yorgo Dalaras ve muhteşem orkestrası izlediğim en güzel konserlerden birini yaşattı. Rumca sözler, ud, buzuki başka bir etki bırakıyordu ve Al dimeola, Sting, Eric Clapton boşuna çalışmıyordu Yorgo’yla.

Hayat biz plan yapmadan da sunuyor meyvelerini aslında. Hep iz peşinde, hesaplayarak mühendis gibi yaşamak yerine, müzik peşinde ya da hiç peşinde olmak gibi bir seçenek te varmış ve güzelmiş değirmenlere karşı.

ProfDrSibel Çakır / ŞARKILI HAYAT BİLGİSİ DEFTERİ

Travma Sonrası Stres Bozukluğu Nedir?

Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), kişinin maruz kaldığı travmatik bir olayın ardından ortaya çıkan, 1980’de Amerikan Psikiyatri Birliği Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabında tanımlanan bir tür anksiyete bozukluğudur. Travmatik bir olay, doğal afetler, ciddi bir kazada yaralanma veya ölüm, savaş veya kötüye kullanım gibi birçok farklı şeyden kaynaklanabilir.

TSSB belirtileri, olayı hatırlatan birçok uyaran karşısında yoğun anksiyete (kaygı) ve korku hissetmek, tekrarlayan ve istenmeyen hatıralarla uykusuzluk, konsantrasyon güçlüğü, kolayca korkmak ya da sinirlenmek gibi psikolojik belirtiler göstermekten oluşur. Bazı durumlarda, TSSB’nin belirtileri uzun süre devam edebilir ve normal hayata dönüşü engelleyebilir. Kişinin travmatize olmasına ve travma tepkilerinin ortaya çıkmasına neden olacak yaşantıların “felaket” olması şart değildir. Tekrarlayıcı bir şekilde gerçekleşen “küçük” bir olay ya da olaylar serisi de travmaya neden olabilmektedir.

Travma sonrası stres bozukluğu tanısı konabilmesi ancak kişilerin belirli olaylara veya durumlara ilişkin normal olmayan davranış tepkileri göstermesine bağlıdır. Yine bu tepkilerin yaşanan travmatik durumdan önemli bir zaman sonra görülüyor olması önemlidir. Travma sonrası stres belirtileri kişilerde önemli problemler meydana getirebilir hayatların olağan akışlarını önemli düzeyde etkileyebilir. Yine kişilerde buna bağlı depresyon hali, zihinsel ve davranışsan problemler meydana gelebilir.

TSSB geliştirmede karşımıza çıkan risk faktörleri arasında; kadın olmak, çocuk ya da yaşlı olmak, daha önce bir travmatik yaşantıya sahip olmak, yardım-kurtarma çalışmalarına katılmak, yalnız yaşamak, aile desteğinin olmaması, psikiyatrik ya da fiziksel hastalık öyküsüne sahip olmak yer almaktadır. Her bireyin genetik özellikleri, fiziksel yapısı, psikolojik geçmişi ve o durum için motivasyonu, belirli stresörlerle baş etme düzenekleri farklıdır. Bu nedenle TSSB yaygınlığı farklılık göstermektedir.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu Belirtileri Nelerdir?

Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), bir kişinin yaşadığı veya tanık olduğu olayların etkisiyle ortaya çıkan bir anksiyete bozukluğudur. TSSB belirtileri, travmatik olaydan hemen sonra başlayabileceği gibi, olayın üzerinden haftalar, aylar hatta yıllar geçtikten sonra da ortaya çıkabilir. Belirtiler şunlar olabilir:

Tekrarlayan kabuslar veya zor düşünceler

Travmaya ait anıların hatırlanması

Aşırı duyarlılık

İnsanlardan, etkinliklerden ve yaşanabilecek durumlardan kaçınma

Yoğun üzüntü veya depresyon hissi

Suçluluk, utanç veya öfke

Yüksek derecede gerginlik ve huzursuzluk

Dikkat eksikliği

Fiziksel semptomlar (kalp çarpıntısı, terleme ve titreme)

Bu belirtiler, kişinin günlük işlevselliğini ciddi şekilde bozabilir ve uyku problemleri, iş veya okul hayatında zorluklar gibi diğer sorunlara yol açabilir.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu Neden Olur?

Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), kişinin maruz kaldığı travmatik bir olayın ardından ortaya çıkan bir tür anksiyete bozukluğudur. Bu durum, kişinin yaşadığı travmatik olayın yoğunluğuna ve süresine bağlı olarak farklı şekillerde ortaya çıkabilir.

TSSB’nin nedenleri arasında, travmatik olayın şiddeti, tekrarlanması veya beklenmedik oluşu, kişinin hayatını tehdit etme ya da ciddi yaralanmaya neden olması, doğal afetler, savaş, saldırı gibi olaylar yer alır. Bu tür olaylar, kişinin güvende hissetme duygusunu yok eder ve kişide korku, üzüntü, çaresizlik, öfke gibi yoğun duygulara neden olur.

TSSB ayrıca, beyinde stresle başa çıkmak için kullanılan mekanizmaların aşırı çalışması sonucu da ortaya çıkabilir. Beyin, tehlike anında kişiyi korumak için “savaş ya da kaç” tepkisi verir ve bu tepki, stres hormonları salgılayarak tetiklenir. Ancak bazı durumlarda, bu mekanizmalar aşırı uyarılır ve kişi travmadan sonra uzun süre stresli hissetmeye devam edebilir.

Sonuç olarak, TSSB’nin nedenleri çok yönlüdür ve farklı kişilerde farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Ancak genel olarak, kişinin maruz kaldığı travmatik olayın yoğunluğu ve süresi, kişinin güvende hissetme duygusunun yok olması ve beyindeki stres tepkilerinin aşırı uyarılması, TSSB’nin ortaya çıkmasına neden olan faktörler arasında yer alır.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu Riskini Arttıran Faktörler Nelerdir?

Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) riski, kişisel özelliklerin yanı sıra travmanın ciddiyeti ve süresi gibi faktörlere bağlıdır. Ayrıca kişinin çevresel faktörleri, sosyal desteği, yaşam koşulları ve kişilik özellikleri de TSSB riskini etkileyebilir.

İşte TSSB riskini arttıran bazı faktörler:

  • Travmanın ciddiyeti: Şiddetli veya uzun süren travmalar, TSSB riskini arttırabilir.
  • Kişinin maruz kaldığı birden fazla travma: Birden fazla travma yaşayan kişilerde TSSB riski daha yüksek olabilir.
  • Kişisel geçmiş: Daha önce depresyon, anksiyete veya başka bir psikiyatrik sorunu olan kişilerde TSSB riski artabilir.
  • Aile yaşantısı: Aile üyelerinde psikiyatrik sorunları olan kişiler, TSSB riski altında olabilirler.
  • Sosyal destek eksikliği: Yeterli sosyal desteği olmayan kişilerde TSSB riski daha yüksek olabilir.
  • Yaşam koşulları: İşsizlik, yoksulluk ve diğer sosyoekonomik faktörler TSSB riskini arttırabilir.
  • Kişilik özellikleri: Duyarlı, kaygılı veya dürtüsel kişilik özellikleri olan kişilerde TSSB riski daha yüksek olabilir.

Bu faktörler, TSSB riskini arttırabilse de, herhangi bir kişinin herhangi bir travma sonrası TSSB geliştirme olasılığı vardır. Ayrıca, bu faktörlerin varlığı, TSSB geliştirmenin kesin bir göstergesi değildir.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) Ne Kadar Sürer?

Bir insanın travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) semptomları ne kadar sürer, bu sorunun cevabı kişinin yaşadığı travmanın türüne, şiddetine ve süresine göre değişebilir. Ayrıca, bir kişinin genel sağlık durumu, tedaviye erişimi ve destek çevresi gibi çeşitli faktörler de TSSB’nin süresini etkileyebilir.

Çoğu insan, yaşadıkları travmanın ardından birkaç hafta veya ay boyunca TSSB semptomları yaşayabilir ve bu semptomlar zamanla azalabilir veya tamamen kaybolabilir. Ancak bazı insanlar için TSSB semptomları yıllar boyunca devam edebilir. Bu nedenle, TSSB belirtileri olan bir kişi için en iyi seçenek, tedavi ve destek almaktır. Uygun tedavi ve destek ile, belirtilerin yoğunluğu ve süresi azaltılabilir ve kişi normal yaşamına geri dönebilir.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu Tedavi Edilmezse Ne Olur?

Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), tedavi edilmediği takdirde ciddi sonuçlara neden olabilir. TSSB semptomları, kişinin günlük yaşamını olumsuz etkileyebilir ve iş, okul veya ilişkiler gibi önemli alanlarda sorunlar yaşamasına sebep olabilir. Ayrıca, TSSB semptomlarına sahip olan insanlar, depresyon, kaygı ve intihar düşünceleri gibi diğer ruh sağlığı sorunlarına da yatkındırlar.

Tedavi edilmeyen TSSB aynı zamanda fiziksel sağlık sorunlarına da neden olabilir. Kişinin bağışıklık sistemi zayıflayabilir, kronik ağrılar, baş ağrıları ve kalp hastalığı gibi fiziksel rahatsızlıklarla karşılaşabilirler. Ayrıca, TSSB semptomlarına maruz kalmaya devam etmek, uzun vadeli beyin hasarına ve hafıza sorunlarına neden olabilir. Bu nedenle, TSSB belirtileri olan insanlar, bir uzman ile konuşarak uygun tedavi seçenekleri hakkında görüşmelidirler. TSSB tedavisi erken dönemde başlatılırsa, semptomların şiddeti azaltılabilir ve hastalığın ilerlemesi önlenebilir.

Travma Olup Olmadığı Nasıl Anlaşılır?

Travmanın tanısı, kişinin yaşadığı deneyim ve semptomlarına dayanarak konulur. Travma, bir kişinin hayatında ciddi bir tehdit, fiziksel ya da zihinsel acı ya da kontrolsüz bir durumla karşılaştığında ortaya çıkar. Bununla birlikte, her stresli olay travmatik değildir ve nasıl etkileneceğimiz, kişinin yaşam öyküsüne, destek sistemimize ve diğer faktörlere bağlıdır.

Bir kişi, travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) semptomlarından bir veya daha fazlasını deneyimliyorsa, bu travma geçirmiş olabileceğini gösterir. TSSB semptomları arasında anksiyete, panik ataklar, korku, uykusuzluk, kabuslar, yeniden o olayı yaşama durumu, duygusal yavaşlık, unutkanlık, dikkat güçlüğü, sinirlilik ve depresyon bulunur. Ancak, TSSB semptomları sadece travmayla ilişkili değildir ve diğer psikolojik sağlık sorunları da bu semptomları gösterebilir. Bu nedenle, bir kişi belirtilerden şikayetçi ise, bir uzman ile görüşmesi önerilir. Uzman, kişinin belirtilerini değerlendirecek ve uygun tedavi planını oluşturacaktır.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu Nasıl Önlenir?

Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB), bir kişiye yaşanan bir travma olayının ardından ortaya çıkabilen bir tür psikolojik rahatsızlıktır. TSSB, kişinin travmayla ilgili tekrar tekrar hatırlamasına, korkulara, endişelere ve streslere neden olabilir. TSSB’nin tamamen önlenmesi mümkün olmasa da bunu azaltmak için bazı adımlar atılabilir. Önleyici yöntemler şöyledir:

  • Kendinizi güvende hissetmenizi sağlayacak bir çevre yaratın ve destekleyici insanlarla iletişim kurun.
  • Yeterli dinlenin ve uykunuzu alın; düzenli egzersiz yapın ve sağlıklı beslenin.
  • Travmatik olaylar hakkında bilgi edinin ve bu tür olayların doğal bir parçası olduğunu kabul edin.
  • Stresle başa çıkmak için etkili yöntemler öğrenin, örneğin meditasyon veya derin nefes çalışmaları gibi rahatlama tekniklerini kullanın.
  • Travmatik durumlara hazırlıklı olun ve kriz durumunda bir planınız olsun.
  • Psikoterapi veya danışmanlık gibi profesyonel yardım alın.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu Diğer Hangi Bozukluklar İle Görülebilir?

Travma Sonrası Stres Bozukluğu, bir kişinin yaşadığı bir veya birden fazla travmatik olay sonrasında ortaya çıkabilen bir tür kaygı bozukluğudur. TSSB’nin belirtileri arasında tekrarlayan hatıralar, korkunun ve kaygının kontrol edilememesi, uyku problemleri, konsantrasyon zorlukları ve kaçınma davranışları bulunabilir. TSSB genellikle diğer psikolojik bozukluklarla birlikte görülebilir. Örneğin, depresyon, anksiyete bozuklukları, yeme bozuklukları ve özellikle alkol ve madde bağımlılığı ile birlikte görülme riski yüksektir. Bununla birlikte, her birey farklı olduğundan, belirtiler ve diğer bozukluklar kişiden kişiye değişebilir.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu Tedavisi Nedir?

TSSB tedavisinde, psikoterapi, ilaç tedavisi veya her ikisi birlikte kullanılabilir. Psikoterapi, TSSB tedavisinde en etkili yöntemlerden biridir. Bilişsel davranış terapisi (BDT), göz hareketleriyle duyarsızlaştırma ve yeniden işleme (EMDR) gibi terapi türleri, TSSB semptomlarını hafifletmeye yardımcı olabilir. Bu terapiler, kişinin zorlu düşüncelerini ve anılarını ele alarak, sağlıklı düşüncelere ve duygulara yönelmesine yardımcı olabilir.

İlaç tedavisi de TSSB tedavisinde kullanılabilir. Antidepresanlar, TSSB belirtilerini hafifletmek için sıklıkla reçete edilir. Ancak, ilaç tedavisi tek başına yeterli değildir ve genellikle psikoterapi ile birlikte kullanılır.

TSSB belirtilerinin tedavisi, kişinin semptomlarının şiddeti ve tipine bağlı olarak değişebilir. Tedavi seçenekleri konusunda bir uzman ile görüşmek en iyi tedavi planını belirlemeye yardımcı olacaktır.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu Yaşayan Kişilerin Yakını Olanlar Neler Yapabilir?

Mağdurların yakınları olarak yapabileceğiniz en önemli şey, onlara destek olmaktır. Bu süreçte mağdurların yaşadıkları duygusal travma ve acıyı anlayarak, onların yanında olduğunuzu hissettirmeniz çok önemlidir. Ayrıca, aşağıdaki öneriler de yardımcı olabilir:

Dinlemek: Mağdurların yaşadığı deneyimler hakkında dinlemek ve onların hissettiklerine saygı göstermek çok önemlidir. Onların söylediklerini ciddiye almak ve onlara destek olacaklarınızı söylemek, onların kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlayabilir.

Terapi konusunda yönlendirme yapmak: Mağdurların profesyonel yardım almalarına yardımcı olmak için terapi veya danışmanlık hizmetleri hakkında bilgi edinip, kapsamlı bir bilgiye sahip olabilirsiniz. Bu hizmetler sayesinde mağdurların sağlıklı bir şekilde iyileşmeleri için gereken desteği almaları mümkün olabilir.

Güvenlik sağlamak: Mağdurların güvende olmaları ve kendilerini güvende hissetmeleri için gerekli önlemleri almak önemlidir. Örneğin, evde güvenlik tedbirleri almak veya mağdurları korumak için gerekli yasal adımları atmak şeklindedir.

Dayanışma içerisinde olmak: Mağdurların yaşadığı travmayı yalnızca o kişinin değil, etrafındaki insanların da hissettiği unutulmamalıdır. Bu nedenle, mağdurlara karşı dayanışma göstermek ve onların yanında olduğunuzu hissettirmek çok önemlidir.

Aşk yüzyıllar boyunca romanlara, şiirlere, bestelere, filmlere ve tiyatroya konu olmuştur.  Çok farklı açılardan ele alınan aşk, bizi sadece duygusal olarak değil aynı zamanda fizyolojik, psikolojik ve davranışsal olarak da etkiler. Diğer yandan, duygularımız her zaman stabil ya da olağan olmayabilir. Belli başlı aşamalardan geçip o kişiyi bulduğumuzu düşünürüz bazen. Ama ilişkimiz her zaman beklediğimiz gibi olmayabilir, gelgitler yaşayabiliriz, çaba göstermemiz gerekebilir ya da karşımızdaki kişinin duygularından emin olamayabiliriz. Bundan emin olmadığımız için de bazı zamanlar daha çok çaba göstermemiz gerekebilir. Bu yüzden, karşımızdaki kişiye daha fazla çekim hissedebiliriz çünkü içimizde sürekli bir merak duygusu vardır o kişiye dair. 

Peki gerçekten belirsizlik aşkı artırır mı ya da karşımızdaki kişiye olan romantik çekimi? Psychologytoday.com sitesinde yayınlanan bir makaleye göre, belirsizliği partnerin duygularından ve davranışlarından emin olamama olarak tanımlayabiliriz. Karşılıklılık prensibine göre, kişiler genelde onları seven kişileri sevmeye ve ilgi duymaya eğilimlidirler. Fakat karşımızdaki kişinin duygularından emin değilsek o zaman ne oluyor? Whitchurch, Wilson ve Gilbert’e göre, bazı durumlarda pozitif bir durumun belirsizliği o durumun kesinliğinden daha olumlu bir etki yaratabilir. Genelde, kişiler pozitif bir olayın olması kesin olduğu zaman ne olduğunu ve nasıl olduğunu detaylı bir şekilde düşünerek kendilerini o duruma hazırlarlar ve ona adapte olurlar. Tam tersi durumlarda ise yani belirsizlik durumunda, kişiler bu durumun dışındaki olayları daha az düşünmeye eğilimlidirler. Başka bir şeyle ilgilenmekte ya da farklı konuları düşünmekte daha fazla zorluk çekerler. 

Çünkü, sebebini açıklayamadıkları ve anlamlandıramadıkları durumlar zihinlerini daha fazla meşgul eder (2010). Bu tarz belirsiz durumların etkisi kişinin potansiyel sonuçları düşünmesine bağlıdır. Çoğu zaman bu duygular negatif olur çünkü mümkün olan sonuçlardan biri, olması istenmeyendir. Böyle durumlarda, belirsizlik negatif bir etkiye sahip olur. Fakat bazen potansiyel sonuçlar pozitif ya da nötr ise bu daha çekici ve yeni bir etki yaratır kişilerde (Whitchurch, Wilson ve Gilbert, 2010). Bu sebeple, ilgi duyduğumuz ya da sevdiğimiz birinin bize ilgi duyup duymadığını ya da ne kadar ilgileniyor ve bunu ne kadar hissettiriyor belirsizliği yaşamak, seviyor sevmiyor ikileminde kalmak; kesinlikle emin olduğumuzu hissettiğimiz durumdan daha çok etkisi altına alır bizi ve o kişiye karşı çekimi artırır.

Belirsizlik sürekli o kişi hakkında düşünmeye sebep olur ve kendini algılama etkisinden dolayı karşıdaki kişinin de aynı şekilde ona ilgisi olduğunu yorumlamaya neden olabilir. Örneğin kişi, sürekli onu düşünüyorsam eğer ona karşı duygularım var onun da aynı şekilde bana karşı hisleri var diye düşünülebilir. Kısacası, kişilerin yaşadığı bu belirsizlik, onların karşısındaki kişiye olan ilgisini artırabilir. Dahası bazen kişiler bu belirsizlikten hoşlanabilir çünkü bu onları daha aktif hale getirir ve sürekli çaba gösterme motivasyonlarını artırabilir (Shen, Fishbach ve Hsee, 2015). 

Kişilerarası ilişkilerde çok farklı ve çeşitli faktörler rol oynar ve oldukça karmaşıktır. Bu faktörleri basit bir şekilde açıklayamayız ancak insanlar onları ne kadar sevdiğiniz hakkında merakta kaldığında ve bu durumda tamamen açık olunmadığında ilgileri artabilir ve karşısındaki kişiyi daha fazla düşünmeye ve zihnini meşgul etmeye neden olabilir. Dolayısıyla kişinin belirsizlik yaşadığı durumda ilgi duyduğu kişiye olan duygularında artış söz konusu olabilir diyebiliriz. 

Sevgili Nazım Hikmet’in dizeleriyle bu yazıyı sonlandırmak istiyorum.

Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey, dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey…

Fakat artık ümit yetmiyor bana, ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum… 

EMEL ERDEM

Gözlerinizi kapatıp aşık olduğunuz bir anı hatırlayın ya da aşık olduğunuzu hayal edin. Neler olur? Kalbiniz hızlı atmaya başlar, midenizde farklı şeyler hissedersiniz, arkadaşlarınıza ‘’sanırım onu buldum, onu düşünmekten kendimi alamıyorum’’ gibi şeyler söylersiniz, duygularınız çok hızlı değişir; hızlı ve fevri kararlar alır hatta düşünmeden hareket edilen zamanlar bile olur. Bu süreç birkaç hafta aynı yoğunlukta devam eder. Peki ya sonra?

‘’Ne bekliyordum ki?’’ diye devam eder süreç. Partnerin zamanla ne kadar değiştiği, ilgisinin azaldığı, eskisi gibi sürprizler yapmadığı, eve geç geldiği gibi buna benzer birçok sebep sıralanmaya başlar. Ev hanımı olan kadınlar ev işlerinin ne kadar yoğun olduğundan ve bitmediğinden, evdeki kimsenin bu emeğe saygı duymadığından ve yardımcı olan herhangi bir birey olmadığından bahseder. Bazen de kadınlar hem çalışmanın hem de ev işleri ile ilgilenmenin zorluklarından yakınır. Erkeklerde ise durum farklıdır. Erkekler zaten işlerinin çok yoğun olduğundan, evin geçimi sağlanmazsa bu ailenin ayakta kalamayacağından ve yine aynı şekilde yaşadığı zihinsel yorgunluklardan bahseder. Bu ve buna benzer durumlar neden evlilik ilerledikten sonra ortaya çıkar?

Cevap basit. Partnerler evlilik öncesinde tanışma ve flört döneminden geçerler. Bu tanışma sürecinin yoğunluğu ve uzunluğu ilişki adına önemli olsa da bazı kişiler bu süreci kısa keser ya da süreç tam olarak geçirilmesi gerektiği şekilde ilerlemez. Kişiler flört dönemindeki duyguların yoğunluğu ile birçok şeyin yoluna koyulabileceğini, sorunların üstesinden gelinebileceğini ve kendilerini rahatsız eden ufak tefek şeyleri değiştirebileceklerini düşünürler. 

Peki burada ele alınması gereken nokta nedir?

Flört, tanışma, sevgililik, nişanlılık gibi süreçler bireylerin kendilerini tanıdıkları varsayılarak, karşı tarafı tanıma süreçleri olarak tanımlanabilir. Ancak toplumda ortalama bir bireyin bahsedilen hayat döneminde kendini tanıdığı ve güçlü bir şekilde ifade edebildiği, ne istediğinden emin olduğu, yanlışlar ve haksızlıklar karşısında durabildiği her zaman  rastlanan bir durumdur. Bu da karşılıklı tavizleri, kişilerin birçok konuda fedakarlık yapmaları sonuçlarını doğurur. Aradan zaman geçtikten sonra da birey, yaşamsal tecrübelere, hayatına kattığı ve hayatından çıkardığı insanlarla ve daha birçok yolla kendisini keşfetmeye başlar. Öfkelenir, tahammülü azalır, ‘’ne kadar az insan olsa o kadar iyidir’’ der ancak bu kişi sayısı ile ilgili değildir. Hayatımızın kalitesini hayatımızdaki insanların niteliği belirler.

Diğer bir senaryo ise evliliği tercih etmeyen kişilerdir. Ne kadar evlenmek, bir yuva kurmak isteyen insan varsa bir o kadar bunu hiç planlamayan insan da vardır ve bu oldukça normaldir. Bu konuyu da problem noktasına getiren şey şudur; evlenmeyi planlayan ve planlamayan insanın bir ilişki içinde olması. 

Koşullar ne olursa olsun bir insan içinde bulunduğu durumdan memnunsa, hayatını o şekilde sürdürmekten mutluysa buna müdahale etme, bunu değiştirmeye çalışma hakkı kimsenin değildir. Bunu dilerse sadece birey yapabilir. Karşılıklı beklentiler arasındaki fark arttıkça, ilişki doyumu azalır, ortak paylaşımlar giderek önemini kaybeder ve kişiler hem birbirlerine hem de kendilerine dolaylı yoldan zarar verir. 

Peki biz partnerlerimizi neye göre seçiyoruz? Neden ısrarla birbirimizi değiştirmeye çalışıyoruz? Neden partnerlerimizin gerçekten kim olduğunu kabul edip devam edemiyoruz? Neden yıllarca ‘’doğru aşkı aradığımızı ancak onu bulamadığımızı söylüyoruz? Bunun olası sebepleri şu şekilde sıralanabilir:

  • İlişkinin başında her şeyi çok yüksek yaşamak
  • Potansiyel problem olan davranışların göremezden gelinmesi (bunun birçok sebebi olabilir ancak en bariz olanlar; flörtü kaybetmek, yalnız kalmaktan çekinmek, hayatımızdaki insanı hayalimizdeki insan kalıbına sokmaya çalışmak)
  • Yakınlarımızın bizleri uyarmaya çalıştığı noktalarda tepkisel davranıp görmezden gelmek, sürekli hayatımızdaki insan adına açıklamalar yapmak ve aşırı savunma davranışı sergilemek,
  • Daha önceki ilişkilerimize harcadığımız emek ve zamanı artık kaybetmek istememek, ya tekrar aynı olursa, ya tekrar başarısızlıkla sonuçlanırsa düşüncelerini yaşamayı istememek,

Peki neden doğru seçimler yapamıyoruz?

Bunun temel sebebi kafamızdaki temel şemalardır. Hayatta çoğu zaman istediğimiz şeyleri hep belirli kalıplar üzerinden yaparız, yani onun imajı bellidir. Bu ilişkiler için de geçerlidir, çevrenize dikkatli bakın; nerede daha çok seven bir kadın varsa orada umursamayan ya da duyguları daha geri planda olan bir partner vardır. Bu tam tersi için de geçerlidir. Peki olacağına bu kadar emin olduğumuz kişilerde böylesine zaman kaybederken, neden olmayacağımızı düşündüğümüz kişilere bunun çok küçüğünü bile vermiyoruz?

Bu bir ağaca şarkı söyletmeye benzer; ne ağaç şarkıyı dinleyebilir ne de sizin giden zamanınızın bir anlamı kalır. 

Tüm bunlardan kurtulmak mümkün mü? Hepsinden önce karar verilmesi gereken şey şudur; ben ne istiyorum.

Kişi ne istediğini bildikten sonra hem bunu günlük hayatına uyarlayabilir, hem karşısındakine bunu izah etmeye gerek kalmadan kendisini anlatabilir. Çizgilerimizi belirlemek burada çok önemlidir. Her zaman öncelikli olan bizim ne istediğimizdir. Bir buluşmaya gittiğimiz zaman, bir telefon beklerken ya da buluşma gerçekleştikten sonra ; ‘’acaba beni beğendi mi?’’, ‘’acaba bir daha arayacak mı?’’ gibi sorular önemsizdir. Burada önemli olan öncelikle sizin ne düşündüğünüz ve hissettiğinizdir.

İkili ilişkilerdeki en önemli noktalardan bir diğeri ise ne istediğimize karar verebilmemizdir. İlişki istiyor olmak, bu konuda yakınmak yeterli değildir. ‘’Bir ilişki istiyor muyum, ciddi bir ilişkiye hazır mıyım, bu ilişkiden beklentim ne, evlilik benim için ne ifade ediyor ve buna hazır mıyım, yoksa hiçbirini istemiyor muyum? ’’ Kafamızdakileri netleştirmek, daha küçük hedefler koymak, ne istediğimize ve istemediğimize karar vermek bu yolda atılacak temel adımlardır. Zaman zaman yakınlarımızın fikrini ve tavsiyesini almak da ilişkinin yoğunluğu içinden uzaklaşmayı, tarafsız ve uzaktan bir yorum kazanma becerisi için önemlidir. 

Kendinize mutlaka sorun; istediğim-istemediğim şeyler ne?

Ne kadar sahibim ya da uzağım?

Unutmayın ki;

Mutlu çift olabilmenin tek yolu mutlu tek olabilmektir.

FEYZAN VAROL

İlişkide yakınlık konusu açılınca akla birçok farklı şey gelir. Yakınlığın birçok boyutu vardır. Sağlıklı bir ilişkinin anahtarlarından biri fiziksel yakınlıktır. Fiziksel yakınlık sadece birlikte olmayı, cinsel dürtülerin harekete geçmesini kapsamaz, aynı zamanda çiftlerin bulundukları temasları kapsamaktadır. Romantik bir ilişkide ele ele tutuşmak, sarılmak, ufak dokunuşlar, öpücükler bunların birer parçası olabilir. Fiziksel yakınlık, bedenler arasındaki temas ve yakınlıkla ilgilidir. İlişkinizin fiziksel yakınlığa sahip olması için cinsel veya romantik olması gerekmez. Sıcak bir sarılma da fiziksel yakınlığın bir örneğidir.

İlişkide temel olarak inceleyebileceğimiz 4 tür yakınlık vardır;

  1. Deneyimsel Yakınlık: Paylaşılan tecrübeler, aradaki bağı yoğunlaştırabilecek özel diyaloglar, anılar meydana getirir. Takım çalışması yapmak, iş birliği içinde çalışmak, ortak bir hedef için uyum halinde hareket etmek de yakınlık hissi yaratır. Bu bağ deneyimlenen yakınlık sonucunda ortaya çıkar. Bu yakınlık büyük ölçüde biriktirmiş olduğumuz anılar ve deneyimler ile yakından ilgilidir. Örneğin; partnerlerin birlikte yemek pişirmeleri olabilir.

Deneyimsel yakınlık, daha önce yapılmayan aktivitelerin yapılmasıyla, partnerlerin yeni maceralara atılmasıyla arttırılabilir. Her zaman gidilen restaurant dışında bir yerde buluşmak da bunun bir parçasıdır.

  1. Manevi Yakınlık: Birlikte paylaşılan dokunaklı anları kapsar. Dua etmek, ibadet etmek, birlikte güneşin doğuşunu- batışını izlemek, güzel bir anın tadını çıkarmak gibi mantığın ve bilincin ötesindeki bağlantılara izin verir. Ortak ve bireysel deneyimlere açık olmak, birbirini dinlemek, yeni deneyimler konusunda sabırlı, anlayışlı olmak manevi yakınlık konusunda partnerler arasında bağın güçlenmesi için işlevsel olabilirler.
  1. Duygusal Yakınlık: Düşüncelerin ve duyguların samimi ve gerçek bir şekilde paylaşılmasını gerektirir. Partnerlerin birbirine korkularından, hayallerinden, hayal kırıklıklarından, karmaşık duygularından bahsetmesini ve bunları paylaşırken de anlaşıldığını hissetmek önemlidir. Duygusal yakınlık, tarafların birbirlerine güvenmelerini, paylaşımlardan çekinmemeleri gibi durumları kapsar. Örneğin; partnerlerden biri eve geldiği zaman, yaşadığı günün tatsızlığını hem güvenerek hem de paylaşmanın hafifliği ile olumlu duygular hissederek, anlaşıldığını ve güvende olduğunu hisseder.
  1. Entelektüel Yakınlık: İlişkide her iki taraf da kendisi için düşünme özgürlüğüne sahiptir ve karşısındakinin ona katılmak zorunda hissettiğine değil, fikirlerinin önemsendiğine inanır. İki tarafın bir şey hakkında konuşurken fikir ayrılığında olsalar dahi, sağlıklı iletişim becerileri kurmalarını kapsar. Kişilerin birbirlerinden bir şey öğrenmeleri ve birbirlerine bir şey öğretmeleri temel motivasyonlarındandır.

Peki İlişkide Fiziksel Yakınlık Üzerinde Nelerin Etkisi Vardır?

Güven: En utandığımız sırlarımız, en derin korkularımız gibi bize ait olan ve paylaşamadığımız durumları, güvenebileceğimiz bir kişi ile paylaşabilmek iki taraf için de oldukça önemlidir. Ayrıca başka birine güveniyor olduğumuzu göstermek, karşı tarafın da bize yakın hissetmesi konusunda önemlidir.

Şefkat: Önemsenmek güzel bir duygudur. Kendimizi pek iyi hissetmediğimiz zamanlarda, başımızı yaslayacağımız bir omuz olduğunu bilmek, anlaşılabilmek, anlatabilmek iki insan arasında ancak şefkat ile var olabilir. Merhamet, birbirimizin iyiliğini önemsemenin doğal bir bileşenidir ve kişilerarası ilişkiler için oldukça önemlidir.

Dürüstlük: Dürüstlük ve samimiyet birbirini besler. İkili ilişkilerde, karşılıklı olarak açık olabilmek, hislerimizi paylaşmak iki tarafın birbirine yakınlığı için oldukça büyük bir önem arz etmektedir. İki taraf birbiriyle paylaşım içerisinde oldukça bu paylaşımlar ilişki arasındaki dürüstlük ve güvenirlilik adına oldukça önemlidir.

Emniyet: En derin, en gerçek benliğimizi başka bir kişiyle paylaşmak hem içinde bulunduğumuz ilişki adına hem de bireysel anlamda güvende hissetmek adına oldukça önemlidir.

İletişim: İyi bir iletişim sağlıklı bir ilişkinin temel taşlarından biridir. İyi iletişim sadece aynı şeyleri konuşmak, sürekli fikir birliği içerisinde olmak değil, bunun aksi olan durumlarda da iletişim ve ilişkiye dair becerileri sürdürebiliyor olmaktır.

Romantik ilişkilerde dokunmanın ayrıca bir işlevi bulunuyor. Partnerimizin varlığını ve sıcaklığını hissetmek, ona sevgimizi göstermek için onunla temas kuruyoruz. Romantik partnerle temas etmenin daha iyi bir ruh hali, daha düşük stres, artan ilişki kalitesi ve daha sağlıklı olmak gibi sayısız faydası bulunuyor. Dokunmanın yararlı ve romantik ilişkilerin olmazsa olmazı olarak kabul edildiği göz önüne alındığında, herkesin dokunmayı aynı şekilde arzuladığını düşünme eğiliminde olabiliyoruz. Ancak araştırmalar gösteriyor ki kişiler romantik ilişkilerdeki dokunma isteklerinde farklılaşabiliyorlar.

Peki fiziksel temas nasıl artırılır?

Fiziksel yakınlığı artırıcı aktiviteler bulunmak. İlişkide fiziksel teması artırıcı aktivitelerde bulunmaya çalışın. Örneğin; bir motorsiklet ya da bisiklet yolculuğu, bir lunapark deneyimi ya da film izlemek, beraber bir dans kursuna ya da fiziksel yakınlık gerektirecek başka bir aktiviteye katılmak çok iyi gelecektir. Ayrıca gün içerisinde geçirilen zamanlarda ufak temaslar; el ele tutuşmak, ufak dokunmalar, masaj yapmak, sarılmak, partnerin saçına dokunmak gibi ufak temaslar da fiziksel temasın artması için ufak ipuçları olabilir.

Psikolog Feyzan Varol

Kendini Keşfetmek İçin Sorman Gereken 12 Soru

  1. Son yıllarda seni üzen şeyler nelerdir? Bu üzen şeyler konusunda yapabileceklerin var mı? Değiştirebileceklerin neler değiştiremeyeceklerin neler?
  2. Enerjini nereden alıyorsun? Dışarıdaki dünyadan mı yoksa kendi iç dünyandan mı? Seni besleyen kaynaklar neler?
  3. Yakın olduğun 5 kişiyi düşün. Hayatındaki bu insanlarla ilişkinin niteliği nedir? Eşit bir ilişki içinde misin, yoksa kendini sevdirme çabası mı gösteriyorsun? Aşırı fedakarlık mı yoksa bencillik mi var?
  4. Sen uyurken her şeyi değiştirme gücü olan bir peri seni ziyarete gelseydi ve tüm problemlerini çözmüş olsaydı ancak senin bundan haberin olmasaydı, sabah kalktığında neyin değiştiğini fark ederdin?
  5. Seni tanımlayan davranışlarını bir düşün bakalım, bunlar senin tercihin mi yoksa mecbur hissettiğin için mi yapıyorsun?
  6. Sevdiğin insanları tamamen değiştirmeye çalışıyor musun? Sence bunun altında yatan hangi sebepler yatıyor?
  7. Seni 3 kelime ile tanımlasak bunlar ne olurdu?
  8. Kendine nasıl davranıyorsun? Bunu iç sesine bakarak anlarsın: hata yaptığın zaman, başarılı olduğun zaman nasıl konuşuyor iç sesin?
  9. Başkalarına davranış şeklinle kendine davranış şeklin arasında fark var mı? Kendine çok kızdığın bir hatayı başka birisi yapsa ona nasıl davranırdın, neler derdin?
  10. Saplantı haline getirdiğin, sana yararı olmadığı halde vazgeçemediğin şeyler var mı?
  11. Kendine güveniyor musun? Güvendiğin alanlar neler, güvenmediğin alanlar ne? Bunları değiştirmek için ne yapabilirsin?
  12. Zamanını en çok neye harcıyorsun? Zamanını harcadığın bu şeyler senin için faydalı şeyler mi, gerçekten önemsediklerin mi?

GÜLDEN BUDAK

DÜŞÜNDÜREN SÖZLER

Bir çiftçinin traktörü bozulmuş. Diğer çiftçilerin ve arkadaşlarının tamir çabaları sonuç vermemiş.Çiftçi sonunda tamir için bir usta çağırmaya karar vermiş. Usta gelmiş traktörün motorunu kontrol etmiş, kontağı açmış, motor kapağını kaldırmış ve dikkatlice herşeyi kontrol etmiş. Bütün bu kontrollerin neticesinde usta eline bir çekiç almış ve motorun bir yerine vurmuş. Vurmasıyla birlikte motor sanki hiç bozulmamış gibi çalışmaya başlamış. Usta tamir için 50 lira istemiş. Fakat çiftçi ustanın istediği parayı öğrenince çok öfkelenmiş ve ” Ne yani tüm yaptığın çekiçle bir defa vurmak, bunun için mi 50 lira istiyorsun?,” demiş. Usta cevap vermiş, “Canım arkadaşım, bir lirayı sadece çekiçle vuruşa istedim, nereye vurmam gerektiğini bilmem ise sana 49 liraya patlıyor.”

Nasrettin Hoca bir gün karısına fındık almak istemiş, çünkü karısı ona fındıklı olan ve çok sevdiği bir tatlıyı yapacakmış.Hoca bir kavanoz fındık aldıktan sonra tatlıyı beklemenin verdiği mutlulukla elini kavanozun içine daldırmış ve bir eliyle alabileceği en fazla fındığı avuçlamış.Fakat elini kavanozdan çıkarmak istediğinde, elinin sıkıştığını görmüş. Ne kadar zorladı ve çevirdiyse de elini kavanozdan kurtaramamış. Normalde yapmayacağı şeyleri yapmış, ağlamış, inlemiş ve söylenmiş. Fakat hiçbir şeyin faydası olmamış. Hatta karısının kavanozu alıp bütün gücüyle çekmesi de fayda vermemiş. Hocanın eli kavanozun ağzında sıkışıp kalmış. Yeni birkaç girişimden sonra komşuları yardıma çağırmışlar. Herkes önünde oynanan bu oyunu büyük bir dikkatle izlemiş. Komşulardan birisi soruna şöyle bir göz atmış ve hocaya bu olayın nasıl olduğunu sormuş. Acıklı bir ses ve çaresizlik inlemeleriyle  hoca olayı anlatmış. Komşusu, “Söylediklerimi aynen yaparsan sana yardım ederim,” demiş.

Hoca cevap vermiş: “Beni bu berbat kavanozdan kurtarabilirsen, söz veriyorum, söylediğin herşeyi yapacağım.”

Bunun üzerine adam, “O zaman kolunu kavanozun içine iyice sok,” demiş. Elini kurtarmak isterken iyice içine sokması isteği hocaya biraz garip gelmiş, yine de söyleneni yapmış.

Komşu devam etmiş: “Şimdi elini aç ve tuttuğun fındıkları bırak.” Bu istek hocayı çok üzmüş. Bu fındıkları en sevdiği yemek için istediği halde bırakmak zorundaymış.

İsteksizce kendisine yardım eden komşusunun söylediğini yapmış. Adam daha sonra da , “Elini kapa ve yavaşça kavanozdan çıkar,” demiş.

Hoca söyleneni yine yapmış, elini kapamış ve kolayca kavanozdan çıkarmış. Fakat o kadar mutlu olmamış. “Elim şimdi serbest, ama fındıklar nerede?” diye söylenmiş. Tam bu sırada komşusu kavanozu almış, yan yatırmış ve hocanın istediği kadar fındığı çıkartmış. Hoca gözleri faltaşı gibi açık, ağzı da hayretle açılmış bir şekilde seyretmiş ve “Sen bir sihirbazsın,” demiş.

Psikoterapiyi ve psikoterapi sürecini daha iyi anlatan bir hikaye/mesel olamazdı sanırım.  Kişinin problem karşısındaki tepkileri, probleme çarpık bir şekilde değerlendirişi ve terapiyi biraz güvensiz biraz da dirençle karşılayışı.

Dikkatle okuyanlar için bu hikayede çıkarılacak birçok ders vardır.

Tek bacağı üzerinde duran adamın bir süre sonra kasları kasılır ve ağırlığı çeken bacak ağrımaya başlar. Fakat ağrıyan sadece bacak değildir. Olağan dışı pozisyon, kişinin tüm kas sistemini gerginleştirir ve kasar. Sonunda ağrı dayanılmaz hale gelir ve adam yardım için bağırır.

Yardım çağrısı üzerine birçok kimse adamın yardımına gelir. Adam tek bacağı üzerinde durmaya devam ederken, yardımcı olmak için gelenlerden birisi bacağa masaj yapmaya başlar. Bir başkası kasılan boyun kaslarını gevşetmeye çalışır. Üçüncü yardımsever ise adamın dengesini kaybetmek üzere olduğunu fark edip destek olsun diye kolunu uzatır. Olayı kalabalık içinde seyredenlerden birisi, adamın ayakta durabilmesi için iki eliyle kavramasını önerir. Bilge bir yaşlı, bacakları olmayan bir insana göre daha iyi durumda olduğunu söyler. Bir diğeri, adamın kendisini tüy olarak hayal etmesini ve ne kadar çok bu hayale yoğunlaşırsa acısının o kadar azalacağını dile getirir. Bir başka bilgili yaşlı adam ise “Zamanla çözüm bulunur,” der.

En sonunda ise izleyenlerden birisi adama yaklaşır ve sorar: “Neden bir bacağının üstünde duruyorsun? Diğerini de uzat ve üzerine bas. Biliyorsun, bir bacağın daha var.”

GÜLDEN BUDAK

Çocuk resimleri psikolojik analizi eğitim alanında olan çoğu uzmanın dikkatini çeken bir alandır. Psikologlar, araştırmacılar, eğitmenler ve ebeveynler de bu çizimlerin neyi ifade ettiğini anlamak için çeşitli gözlemler ve araştırmalar yapmakta. Küçük çocukların çizimlerini gözlemleme ve analiz etme süreciyle, her çocuğun sosyal/duygusal, fiziksel ve entelektüel gelişimi hakkında bilgi edinilebilir. Çocuklar genellikle etraflarındaki dünyayı küçük çocuklar için entelektüel, fiziksel ve duygusal yöntemlerle keşfederler; kalem, fırça ve kağıt, onların en büyük umutlarını ve en derin korkularını iletmenin en iyi yoludur.

Çocuğunuzun Çizimleri ve Karalamaları Ne Anlama Geliyor?

Çocuklar sözle ifade edemedikleri duygu, düşünce ve davranışlarını resim yaparak veya oyun üzerinden anlatırlar. Çocuğun iç dünyasını anlayabilmek için çizdikleri resimlerdeki detaylar önemlidir. Resimleri yorumlayarak çocukların zorlandığı, anlatamadığı şeyleri anlayabilmemiz mümkün olabilir. Tek bir resim üzerinden yorum yapmak bize doğru sonuçlar vermeyebilir.

Örneğin;

  • Aile üyelerinden birinin büyük çizilmesi, ailede onun sözünün geçtiğini ve çocuğun da ondan çekindiğini gösteriyor olabilir.
  • Aile üyelerinden birinin eksik çizilmesi ya da küçük çizilmesi çocuğun o aile bireyiyle problemi olduğunu, onu kıskandığını, onu sevmediğini gösteriyor olabilir.
  • Özenle boyanan kişi çocuğun en çok önemsediği kişi olurken, olumsuz duygular hissettiği kişileri çocuk siyaha boyayabilir gibi çocuğun çizdiği resmi yorumlama örnekleri verebiliriz.

Çocuk Resimlerindeki Renk ve Figürler

Çocuk resimleri analizi için çocuğun kağıda döktüğü şekillerden, boyutlardan, çizgilerden ve daha birçok belirteçten yararlanılabilir. Ancak bu belirteçler mutlaka çocuğun ruh sağlığı ve yaşına göre değerlendirilmelidir. Ancak bu parametrelere bağlı kalınarak yapılan bir analiz doğru olacaktır. Bu sebeple de çocuk resimlerinin analizi yalnızca bu alanda eğitim almış uzman kişilerce yapılması son derece önemlidir.

Çocukların yaşlarına göre genel çizimleri ise şu şekilde anlatılabilir: 1-4 yaş arası çocukların yaptığı çizimler genel olarak basit karalamalardır. Bu dönemdeki çocuklar genel olarak oyun amaçlı ve rastgele çizimler çizer ve renkleri de bu şekilde kullanır. 4-7 yaş arası çocuklar ise çocuk resimleri psikolojik analizinde şema öncesi dönemindedir. Bu yaş aralığında olan çocuklar bir insanı çizmek istediğinde yuvarlak kafa ve ayaklardan oluşan bir figür resmeder. Yaşın ilerlemesi ile çocuğun hem el becerisi hem de hayal dünyası gelişir ve bu nedenle 7 yaşındaki çocuğun resmi daha farklı detaylar sunar.

Çocuk Resimlerindeki Aile ve Sosyal İlişki Figürü

Resimden psikolojik analiz denildiğinden aile ile ilgili olan resimler çocukların iç dünyasındaki sorunlar ve kişiliği hakkında önemli bilgiler verir. Çocuklar bu türden resimlerde genel olarak anne, baba ve varsa kardeşe karşı hissettiği duyguları ve bu kişilerle olan ilişkisini yansıtır. Bu resimlerde çocuklar ailesinde bulunan bireyleri farklı yerler ve boyutlarda çizer. Özellikle resimde kişiyi bir yere hapsetme ya da kendisinden uzak bir yere çizme gibi bir durum söz konusu ise bu çocuğun kaçış ve korunma duygularının resmettiği anlamına gelir. Mutlu bir aile ortamında olan ve kendini aileden gören çocukların resminde anne, baba ve kardeş ya da kardeşler detaylı, eşit boyutta ve yakın çizilir.

Çocuğunuzun Çizimlerinin Anlamları

Çocuğun çizdiği resmi yorumlama, çocuğunuzun zihninde neler olduğu hakkında önemli detaylar sunabilir. Resimlerdeki önemli detaylarla çocuğunuzun yaşadığı duygusal ve fiziksel deneyimler hakkında ipuçları alabilirsiniz. Bunlar:

1. İlk Bakış

Çocuğunuzun resmine ilk baktığınızda iç dünyasında neler hissettiğini anlayabilirsiniz. Resme baktığınızda neşeli mi yoksa iç karartıcı mı görünüyor? Bu soruyu sorarak ilk ipuçlarını alabilirsiniz.

2. Renk Kullanımı

Çocuklar büyüdükçe deneyimleri ve keşfettikleri duygular da artar. Bu nedenle duygusal anlamda sağlıklı olan bir çocuk, resimlerinde geniş bir renk yelpazesine yer verir. Çocuğunuzun resimlerinde hemen hemen tüm renkler bulunuyorsa çocuğunuzun mutlu olduğunu anlayabilirsiniz. Resimlerdeki renkler duygular hakkında önemli bilgiler sunduğundan belirli renk ya da renklerin aşırı derecede kullanımı da bu anlamda size ışık tutabilir. Çocuğunuzun resimlerinde yeşil ve mavi renkler hakimse çocuk iç dünyasında mutlu ve uyumludur. Sarı ve turuncu gibi sıcak renkler de neşeli olduğunu gösterir. Koyu renklerin hakim olması da çocuğun iç dünyasında bir hüznün hakim olduğu anlamına gelebilir ve bir uzmandan yardım alınmalıdır.

Çocuk Çizim Aşamaları

Çocuklar üç aşamada resim çizer:

  • Karalama Aşaması: Bu aşamada gerçek bir anlam bulunmaz ve rastgele karalamalar yapılır
  • Şema Öncesi Aşama: Bu aşamada ev ve ağaç gibi basit figürler çizilir
  • Şema Aşaması: Çizimler artık gerçekçi detaylara sahiptir
  • Çocuk sayfanın ortasına gülen bir güneş çizdiyse bu mutlu ve uyumlu bir ruh halinin işaretidir.
  • Resimlerdeki çubuk figürler de aileyi ifade eder. Bu resimlerde çocuklar kendini konumlandırdığı yer ve durduğu birey detayıyla duygusal durumu hakkında bilgiler sunar.
  • Çocuğun resimlerindeki detaylar yaşı ile birlikte giderek artıyorsa bu bilişsel olarak geliştiğinin bir göstergesidir.
  • Çocuğun resimlerinde bulut ve yağmur gibi detaylar fazla ise bu endişeli ve korkmuş olabileceğini gösterebilir.
  • Çocukların çizdikleri ev resimlerindeki pencere sayısı, kapı ve eve giden bir geçit olup olmadığı önemli detaylardır. Resimdeki evin kapısı açıksa bu misafirperver bir kişiliği gösterir. Geçit bulunan bir ev de çocuğun yaşıtlarıyla sağlıklı ilişkiler kurabildiğini gösterir.

Çocuğunuzun Çizimlerini Ne Zaman İncelemelisiniz?

Uzmanlar yalnızca çocukların yaşadığı sıkıntıları bulmak ve çocukta davranış değişikliği yaratmak amaçlı resim incelemesi yapmaz. Çocukların yaptığı çizimler rutin hayatta neler yaşadığını ve davranışlarının anlamanın bir aracıdır. Bazın dönemlerde çocuklar çizdikleri resimlerde kavga, silah, öfke gibi garip detaylara yer verebilir. Siz de çocuğunuzun resimlerinde bu türden detayları yaygın bir şekilde gözlemlemeye başladıysanız mutlaka bir uzmana başvurmalısınız. Bunun yanında uzmana başvurmanız gerektiğini gösteren diğer durumlar da şöyle anlatılabilir:

  • Çocuğun resimlerinde şiddet ana konuysa ve tekrar ediyorsa
  • Çocuk sık sık kendisinin olduğu resimlerde daha büyük kişi resmediyorsa
  • Çocuğun çizdiği insan figürleri genel anlamda ayrık vücut parçalarına sahipse
  • Resimlerde genel olarak koyu renkler ve garip detaylar hakimse bir uzmandan yardım alabilirsiniz.

Tüm bunlara rağmen çocukların resimlerine bir bütün olarak bakmak oldukça önemli. Çünkü çocuklar resimlerinde çılgın ve eğlenceli detaylara yere verebiliyor ve bu detaylar dönem dönem değişebiliyor. Bu nedenle çocuğunuzun resimlerini bir bütün olarak değerlendirmelisiniz. Ancak çocuğunuzun çizdiği resimlerin psikolojik analizlerinin yapılmasını istiyor, bu resimlerde gördüğünüz anormal detayların anlamını merak ediyorsanız psikiyatri uzmanları ve psikologlara başvurabilirsiniz.

Psikolog Sena CABBAR

Albinizm deneyiminin etkileri kişiden kişiye ve yaşamın farklı evrelerinde değişiklik gösterir. Benlik duygusunun doğması ve sürdürülmesi, dış dünya ile her bireyin içsel tepkisi arasındaki denge ve etkileşim içindedir. Albinizm bu benlik duygusunun önemli bir parçasıdır. Ne genel olarak diğer insanlar ne de rahatsızlığı olanlar, albinizmi bir hastalık olarak tanımlayıp tanımlamama konusunda hemfikir değildir. Bu belirsizlik, her şeyden önce albinizm hakkında konuşmak için kullanılan dilde bir sorun yaratır.

Ayrıca albinizmi olanların kendilerini bir grup olarak tanımlamasını zorlaştırır. Birçok nedenden dolayı albinizm çok özel bir durum olarak görülebilir. Bununla birlikte, benzersizliği, birçok insan için ayrılığa ve izolasyona yol açmıştır. Albinizme yönelik sosyal tutumlar, genellikle diğer azınlık gruplarının yaşadıklarına benzer. Bu tutumlar, anlayış eksikliği, bilinmeyenden korkma ve görünüşe dayalı önyargıyı içerir.

Bir bireyle ilgili olarak engellik, “bireyin bir veya daha fazla temel yaşam faaliyetini önemli ölçüde sınırlayan fiziksel veya zihinsel bir bozukluk; bu tür bir bozukluğun kaydı” olarak kabul edilir. Albinizm, birçok durumda görme bozukluğunu da içerir ve bu açıdan görme engeli olarak adlandırılabilir. Bir handikap, “bir kişinin, kaynağı ne olursa olsun, gerçek hayatta hedeflerine ulaşmak için karşılaştığı engeller” olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla engelli bir kişi, yaşamak istediği hayatı sürdürmekte zorluk yaşayabilir.

Albinizmde Fiziksel Görünüm ve Psikolojik Etkileri

Albinizme dair en azından başlangıçta daha fazla dikkat çeken şey, bir kişinin olağandışı görünümüdür. Okülokutanöz albinizmin beyaz saç ve derisi, doğum anından itibaren güçlü bir faktördür.

Yeni bebek genellikle herhangi bir aile üyesinden çok daha açık renkli olacaktır. Beyaz olmayan ırklarda bebeğin albinizm ile boyanması aile ve toplumla dramatik bir tezat oluşturur. Renk, günümüzde ve tarihsel olarak birçok kültürde oldukça yüklü bir özelliktir. Yabancılar genellikle bir çocuğun görünümü hakkında istenmeyen ve kaba yorumlar yapacaklardır.

Rengin ötesinde, bir çocuğun gözleri hızla hareket ediyor ve odaklanmıyor olabilir. Çocuğun görmek için gözlerini kısması, başını eğmesi ve nesneleri yakın tutması gerekebilir. Görmeyi geliştirmek için kontakt lensler, gözlükler ve optik yardımcılar kullanılır. Bu nedenle albinizmli çocuk, yalnızca fiziksel görünümde değil, aynı zamanda günlük yaşamda da kendini izole hisseder.

Bu farklı olma algısı, mümkün olduğu kadar “normal” gibi davranmak için muazzam bir çabaya yol açabilir. Albinizmin neden olduğu farklılıkları en aza indirmek için baskı içeriden ve dışarıdan gelir. Bu çaba, sürekli olarak görme yeteneğini en üst düzeye çıkarmaya çalışan bir kişi için büyük bir strese neden olabilir. Bu, kişinin albinizm olduğunu tamamen inkar etmesine ve benliğinin çok önemli bir parçasıyla temasını kaybetmesine neden olabilir.

İlk yıllarda ve yaşam boyunca, aile ve yakın arkadaşlar bu izolasyon ve inkarın üstesinden gelebilirler. Bir kişi olarak ödüllendirilmek ve değer verilmek, ömür boyu özsaygı ve içsel gücün temelidir. Bu ödül, albinizm durumunun dürüst bir şekilde kabul edilmesini içermelidir. Ailelerin, albinizmin yaşamlarının her birindeki etkisini özgürce tartışabilmeleri hayati önem taşımaktadır.

Albinizm Yaşayan Biriyle Nasıl Konuşulmalı?

Dil fikirleri şekillendirebilir ve gerçekliği yaratabilir. “Albino” kelimesi birçok dilde yaygın olarak kullanılmaktadır. Bazı insanlar bu kelimeyle sorun yaşamazlar ve albino olarak adlandırılmayı tercih ederler. Ancak, “albino” kelimesi bazen incitici bir şekilde kullanılır. Kulağa biraz farklı gelse de, “albinizmli kişi” ve “albinizmli insanlar” terimleri kişiyi birinci, durumu ikinci sıraya koyar.

Alay etme ve lakap takma, dilin insanı yaralamasına neden olan diğer yollardır. Okul yıllarında hemen hemen tüm çocuklar bununla karşılaşır ve olumlu başa çıkma stratejileri geliştirmeleri gerekir. Ebeveynler, öğretmenler ve albinizm hakkında artan eğitim bu soruna yardımcı olabilir.

Albinizm, dünya çapındaki kültürlerde mitleri de beraberinde taşır. Bunlar, albinizmi olanların sihirli güçleri olduğu fikrinden zeka sorunları yaşadıkları inancına kadar uzanan yelpazeyi içerir. Afrikalı-Amerikalılar arasında yaygın bir efsane, albinizmli bebeklerin Afrikalı-Amerikalı bir kadın ile Kafkasyalı bir erkeğin birlikteliğinden kaynaklandığıdır. Bir başka yaygın efsane, albinizmli insanların kırmızı gözlere sahip olmaları gerektiğidir. Albinizmli insanlar genellikle belirli ışık türlerinde bazen kırmızımsı görünen mavi veya gri gözlere sahiptir. Albinizm olanlar, kendileri hakkında akıl dışı fikirlerden oluşan bir mirası taşımak zorunda kalırlar.

Edebiyat ve film de dahil olmak üzere medya, albinizm klişelerine katkıda bulunmuştur. Albinizmli karakter genellikle kötü, sapkın, doğaüstü veya sadist olarak tasvir edilir. Ayrıca bazı haber bültenlerinde ve ansiklopedi maddelerinde albinizm hakkında yanlış veya eksik bilgilere yer verilmiştir. Bu nedenle halkın albinizm hakkında neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmesi zordur.

Aile Yaşantısının Albinizm Üzerindeki Etkisi

Aile bireylerinin albinizm hakkında doğru bilgiye sahip olması hayati önem taşımaktadır. Yeni ebeveynlerin, çocuklarının durumunu anlamak için desteğe ve zamana ihtiyaçları vardır. Ebeveynler ve aile üyeleri, albinizm hakkında öğrendikleri bazı hoş olmayan klişelerle yüzleşmeye ihtiyaç duyabilirler. Kardeşlerin, erkek veya kız kardeşlerinin neden farklı göründüğünü ve neden bu kadar çok ilgi gördüklerini anlamaları gerekir. Bir çocuğun kendini anlamasına ve kabul etmesine yardım etmede aileden daha büyük bir güç yoktur.

Albinizmin Duygusal Etkileri

Toplumun dış etkilerinin yanı sıra, her insanın albinizm ile kişisel deneyimlerine hayati ve temel bir duygusal tepkisi vardır. Bu kişisel tepkiler kim olduğumuzu ve albinizme nasıl uyum sağladığımızı şekillendirir. Güçlü bir duygusal tepki, yaşamanın, büyümenin ve entelektüel gelişimin normal bir parçasıdır. Bastırılmış duygular genellikle içe döner ve strese, depreyona ve fiziksel hastalıklara neden olur.

Albinizme duygusal tepki, durumun sunduğu birçok zorluk ve hayal kırıklığı ve daha önce bahsedilen birçok toplumsal etki nedeniyle yaşam boyunca ortaya çıkacaktır. Bu duyguları ifade etmek ve bütünleştirmek için sağlıklı yollar geliştirmek çok önemlidir. Öncelikle duyguları tanımak ve kaynaklarını belirlemek gerekir. Ebeveynler, çocuğun yaşadığı duyguyu etiketleyerek ve ardından bu duyguyu bir olay veya nedenle ilişkilendirerek çocuklara bu konuda yardımcı olabilir. Örneğin, bir ebeveyn, “Şu anda üzgün olduğunu biliyorum çünkü herkesle birlikte yüzemezsin” diyebilir. Daha sonra ebeveyn, çocuğun onun hakkında konuşmak, oynamak, bağırmak, koşmak, ağlamak gibi duyguyla bir şeyler “yapmasına” yardımcı olabilir – fiziksel çıkış ne olursa olsun bu duyguyu serbest bırakmak gerekir. Bu doğrulama ve salıverme, bir duyguyu işlemek için gereklidir. Yetişkinler, hayal kırıklığı, öfke, cesaret kırıklığı veya gurur deneyimlerini dinleyecek arkadaşları ve aileleri sayesinde bunu yapabilirler. Duygusal bir yükü serbest bırakmanın bazı yolları, fiziksel aktivite, eğitim veya savunma şeklinde eylemde bulunmak, günlük ve mektup yazmak veya kendiniz için besleyici bir şeyler yapmaktır. Bazen bir terapistten veya danışmandan alınan profesyonel yardım, kişiye albinizm sorunları üzerinde çalışırken yardımcı olabilir. 

Çok temel bir insani ihtiyaç, başka bir kişi tarafından görülmek, anınmak ve kabul edilmektir. Bu, birçok kişi tarafından hemen “fark edilen”, ancak gerçekten çok az kişi tarafından “görülen” albinizmli kişi için kesinlikle önemlidir. Genellikle, başkalarıyla birlikte olmak, izolasyonu azaltmanın ve grubun bilgi ve deneyimini paylaşmanın bir yoludur. Bu aynı zamanda durumun zorluklarını karşılamada güven ve güç kazanmanın bir yoludur.

Bir ailede genellikle beklenmedik olan albinizm, tüm aile üyelerini ve bireysel farklılıklarını kapsayan kabul, anlayış ve sevgi için bir katalizör olabilir. Kendine özgü sevinçleri ve zorluklarıyla benzersizliğin fiziksel bir tezahürüdür. Kendini bu sürece adamış ailelerin ve bireylerin çabalarıyla albinizm tanınmakta ve anlaşılmaktadır.

Sağlıklı ve güçlü hissetmenize yardımcı olan her şey yaşam yolunda ilerlemeniz için olumlu bir yol olabilir. Kendi kendine yardım edebilmek çok önemlidir ancak her zaman yeterli değildir. Böyle bir durumda alanında uzman bir psikologdan destek almanız çok önemlidir. Yaşadığınız her durumda bir psikoloji uzmanının size yardımcı olabileceğini unutmamalısınız. Yardıma ihtiyacınız varsa, bugün Psikologofisi üzerinde alanında uzman bir psikolog ile hemen bağlantı kurabilir, sesli ya da görüntülü olarak online terapi alabilirsiniz.

Psikolog Eren Artun Ergül.

İnfertilite’ye sahip çiftler genelde psikolojik şekilde kötü etkilenirler. Özellikle infertiliteye sahip çiftler tedavi görürken büyük bir stres altına girerler. Sonucun negatif olması ise çiftleri bitiren önemli olaylardan biri olabilir. Stres çiftlere yanlış şeyler yaptırabilir. Stresin çiftlerde gösterdiği belirgin özelliklerden bazıları şunlardır: İlgi kaybı, yalnızlık Hayal kuramamak, umutsuzluk Olumsuz düşünce, karamsarlık İsteksizlik, keyif alamamak Uyku düzeninde bozulmalar Yüksek düzeyde kaygı Dikkat toplama güçlüğü Alkol ve ilaç kullanımı görülür. Bu belirgin özellikler çiftlerin kendilerine zarar vermelerine kadar gidebilir. 

Özellikle çiftlerin birbirlerine “senin yüzünden çocuğumuz olmuyor” demeleri ilişkiyi bitiren ve birbirlerinden soğumalarına neden olan sözlerden en önemlisidir. Birbirlerine suç atan çiftler bir süre sonra evliliğini bitirebilir. Bu konuda uzman bir doktordan yardım almaları gerekir. Bu özellikleri sizler için daha da açalım: Olumsuzluk İnfertilite tanısı alan çift bu konuda olumsuzluğa kapılır. Bir daha çocuklarının olmayacağını düşünür. Bu konuyu çevresine açamaz ve tedavi almak başta aklına gelmez. Sonsuza kadar kısır (infertilite) kalacağını düşünür. 

Çevresinde çocukları olan insanlara karşı öfke duyarlar. İnfertilite çiftlere “Ne zaman çocuk yapacaksınız?” sorusunu aldıklarında oldukça fazla sinirlenirler. Hatta etraflarına karşı öfke duyarlar. Belirsizlik İnfertilite’ye sahip çiftler tetkikler sonucunda belirli bir cevap alamayabilirler. Bu konuda oldukça belirsiz düşüncülere kapılabilirler. Tedavinin belirli bir oranda başarıya ulaşma sonucundan dolayı çiftler tedaviye yüzde yüz oranında güven duymamaktadırlar. Hatta bu konuda ciddi derecede başarısızlık düşüncelerine kapılabilirler. Bunun sonucunda tedavi başarısız olunca yeni bir tedaviye başlamayı tercih etmezler. Fakat bu konu yanlıştır sürekli devam etmeleri gerekir. Eşle İlişki Eşle ilişki en önemli faktörler arasında yer alır. Öncelikle eşle cinsel ilişkiden önce normal yaşamdaki ilişki çok önemlidir. Eşle iletişim çok önemlidir. İletişimsizlik eşle ilişkiyi bitirebilir. Bu durum genelde çiftler birbirini yalnız hissetmelerinden kaynaklanır. Diğer konu ise cinsel yaşamdır. Eşle cinsel yaşam normal ilişki kadar önemlidir.

İnfertilite olan eşini suçlamamalıdır. Özellikle “Senin yüzünden çocuğumuz olmuyor” denmemelidir. Bu konuda eşine sonuna kadar destek olmalı ve İnfertilite olan eşiyle tedavi yöntemlerine başvurmalıdırlar. Bu tedavi kesin başarıyla sonuçlanmasa da sürekli deneyebilirler. Stres fonksiyonu bu seviyelerde oldukça olumsuz yönde etkiler göstermeye başlar. Çift stres faktörlerini gördüklerinde bu konuda da uzman tarafından destek almalıdırlar. Başarısızlık sonucunda oluşan stres faktörleri, ilişkiyi bitirecek türden olabilir. Bu yüzden kesinlikle destek almalıdırlar.

İnfertilite’ye sahip çiftler genelde psikolojik şekilde kötü etkilenirler. Özellikle infertiliteye sahip çiftler tedavi görürken büyük bir stres altına girerler. Sonucun negatif olması ise çiftleri bitiren önemli olaylardan biri olabilir. Stres çiftlere yanlış şeyler yaptırabilir. Stresin çiftlerde gösterdiği belirgin özelliklerden bazıları şunlardır:

İlgi kaybı, yalnızlık
Hayal kuramamak, umutsuzluk
Olumsuz düşünce, karamsarlık
İsteksizlik, keyif alamamak
Uyku düzeninde bozulmalar
Yüksek düzeyde kaygı
Dikkat toplama güçlüğü
Alkol ve ilaç kullanımı
görülür. Bu belirgin özellikler çiftlerin kendilerine zarar vermelerine kadar gidebilir. Özellikle çiftlerin birbirlerine “senin yüzünden çocuğumuz olmuyor” demeleri ilişkiyi bitiren ve birbirlerinden soğumalarına neden olan sözlerden en önemlisidir. Birbirlerine suç atan çiftler bir süre sonra evliliğini bitirebilir. Bu konuda uzman bir doktordan yardım almaları gerekir. Bu özellikleri sizler için daha da açalım:

Olumsuzluk
İnfertilite tanısı alan çift bu konuda olumsuzluğa kapılır. Bir daha çocuklarının olmayacağını düşünür. Bu konuyu çevresine açamaz ve tedavi almak başta aklına gelmez. Sonsuza kadar kısır (infertilite) kalacağını düşünür. Çevresinde çocukları olan insanlara karşı öfke duyarlar. İnfertilite çiftlere “Ne zaman çocuk yapacaksınız?” sorusunu aldıklarında oldukça fazla sinirlenirler. Hatta etraflarına karşı öfke duyarlar.

Belirsizlik
İnfertilite’ye sahip çiftler tetkikler sonucunda belirli bir cevap alamayabilirler. Bu konuda oldukça belirsiz düşüncülere kapılabilirler. Tedavinin belirli bir oranda başarıya ulaşma sonucundan dolayı çiftler tedaviye yüzde yüz oranında güven duymamaktadırlar. Hatta bu konuda ciddi derecede başarısızlık düşüncelerine kapılabilirler. Bunun sonucunda tedavi başarısız olunca yeni bir tedaviye başlamayı tercih etmezler. Fakat bu konu yanlıştır sürekli devam etmeleri gerekir.

Eşle İlişki
Eşle ilişki en önemli faktörler arasında yer alır. Öncelikle eşle cinsel ilişkiden önce normal yaşamdaki ilişki çok önemlidir. Eşle iletişim çok önemlidir. İletişimsizlik eşle ilişkiyi bitirebilir. Bu durum genelde çiftler birbirini yalnız hissetmelerinden kaynaklanır. Diğer konu ise cinsel yaşamdır. Eşle cinsel yaşam normal ilişki kadar önemlidir. İnfertilite olan eşini suçlamamalıdır. Özellikle “Senin yüzünden çocuğumuz olmuyor” denmemelidir. Bu konuda eşine sonuna kadar destek olmalı ve İnfertilite olan eşiyle tedavi yöntemlerine başvurmalıdırlar. Bu tedavi kesin başarıyla sonuçlanmasa da sürekli deneyebilirler. Stres fonksiyonu bu seviyelerde oldukça olumsuz yönde etkiler göstermeye başlar. Çift stres faktörlerini gördüklerinde bu konuda da uzman tarafından destek almalıdırlar. Başarısızlık sonucunda oluşan stres faktörleri, ilişkiyi bitirecek türden olabilir. Bu yüzden kesinlikle destek almalıdırlar.

Psikolog Atiye Kaytazoğlu

Stres organizmanın, tehdit edici bir durum karşısında bedensel ve ruhsal olarak zorlanmasıdır. Mekanizmamız duygusal, zihinsel, bedensel bütünlükten oluşur. Stres organizmanın “normalde” uyum içinde, tıkır tıkır çalışan bu mekanizmasının bozulmasına sebep olur. Stresin oluşumu genellikle belirli bir değişiklik olduğunda ortaya çıkan beklentilerle doğrudan ilintilidir. Beklentiler kişisel ve çevresel olabilirler. Kişisel Stres Kaynakları, zihinsel işleyiş, ve alışkanlık halindeki davranışlarla tanımlanır ve “Başarılı olmalıyım”, “herkes beni sevmeli” gibi içsel mesajları barındırır. Çevresel Stres Kaynakları ise önemli yaşam olayları ve günlük sıkıntılarla tanımlanır. Ölüm, ciddi hastalık, zor ve zahmetli tedavi, doğal afetler gibi durumları içerir.

İnfertilite tedavisinde kişisel ve çevresel stres uyarıcıları şu şekildedir;

Infertilite Psikolojisi:
Çocuk sahibi olmak isteği doğuştan gelen bir içgüdüden çok kişinin psikososyal gelişimine göre zamanla oluşur. Genellikle kişisel gelişim, sosyokültürel etkiler, ekonomik durum, aile dinamikleri, eşle kişilerarası ilişki gibi faktörler çiftlerin çocuk sahibi olma arzusunun oluşumunu etkiler. Bu isteğin temelinde, kişinin mutluluk ve iyi bir ruh haline sahip olma isteği yatar. Bu istek göz önüne alındığında, çocuk sahibi olma arzusu karşılanamadığında, çiftler suçluluk, karamsarlık, ümitsizlik duygu ve düşünceleri ile başbaşa kalır ve kendilerine olan güvenlerini kaybederler. Böylece kişi sorunu kabullenme, problem çözme, alternatif yollar arama, hayatındaki farklı rollere odaklanma becerilerini göz ardı edebilir.

Yapılan çalışmalar, erkeğin de kadın gibi infertilite tanısı almış olmaktan dolayı olumsuz duygulanım içinde olduğunu fakat dışavurum şeklinin farklı olduğunu göstermektedir. Hatta kadına oranla daha sık kayıp ve kontrolsüzlük hisleri ve özgüven eksikliği ile başetmek zorunda kaldıkları öngörülmektedir. Kadın – faktörlü infertilite sorunu var ise kadın bununla yüzleşmeyi tercih ederken, erkek – faktörlü infertilitede erkek kaçınmayı, reddetmeyi, sorunla karşılaşmamayı tercih etmektedir.

Olumsuz Benlik Algılaması:
İnfertilite tanısı almış olmak ve bununla ilgili tedaviye girme zorunluluğu kişilerin kendilerine yönelik bakış açılarını olumsuz yönde etkilemektedir. Yetersizlik, eksiklik, başarısızlık gibi çarpıtılmış düşünceler kişiye üzüntü, kaygı ve endişe gibi olumsuz duygular yaşatır. Çocuk sahibi olmanın, insan doğasına uygun ve yapılması gereken bir olgu olarak kabul edilmesi, bir bakıma infertil çiftlerin kendilerini anormal hissetmelerine sebep olmaktadır. Yapılan çalışmalarda, kadının erkeğe oranla olayı daha olumsuz yorumlaması üzerine klinik anksiyete ve depresyonun kadında erkeğe oranla daha sık rastlandığı gözlenmiştir.

Belirsizlik:
Infertilite tanısı almış kişiler, yapılan tetkikler sonucunda zaman zaman net bir cevap alamayabilirler. Gösterilen sebepler yetersiz kalmakta ve kişi problemini tam göremediği için buna nasıl bir çözüm getirmesi konusunda zorlanmaktadır. Tedaviyi uzun ve yıpratıcı bir yolculuğun ardından varılan son durak olarak algılamak ve alternatif bir eylem planı kuramamak çiftlerin çaresiz hissetmelerine sebep olmaktadır.

Tedavinin belirli oranda sonuca ulaşma ihtimalinden dolayı, çiftler tedaviye yüzde yüz güven duyamamakta hatta ciddi olmayan komplikasyonlarda bile kolaylıkla başarısızlık hissi ve hayalkırıklığı yaşayabilmektedir. Bu durum, başarısızlıkla sonuçlanan tedavinin ardından bir diğerini denemenin de zorluğunu ortaya koymaktadır.

Eşle İlişki:
Eşle problemi iki açıdan ele almak gerekmektedir. Bunlardan biri eşle iletişimde yaşanan problemler iken, bir diğeri de cinsel yaşamla ilgili sorunlardır. Çiftlerin “infertilite sebebinden” ötürü birbirlerini suçlamaları eşle yaşanabilecek iletişim sorunlarından biridir. Kadının taşıyıcı olmasından kaynaklanan bir durum da, ultrason çekiminden, kürtaja kadar tüm fiziksel işlemlerin kadına uygulanması ve kadının bu işlemlerin fiziksel sonuçlarına doğrudan tanık olmasıdır.

Eşle iletişimsizlik problemlerinden bir diğeri aynı olaya karşı farklı şeyler düşünmek ve hissetmekten kaynaklanır. Bu durum genellikle çiftlerden birinin kendini yalnız ve anlaşılmamış hissetmesine sebep olur. Erkeğin, kadın tarafından sorunu gözardı ediyormuş gibi görünmesi de kadın için sorun yaratabilir. Bu algılama herzaman gerçekçi olmasa da, çiftler arası çatışma yaratan en önemli durumlardandır.

Güçlü stres kaynaklarından biri de evlilik ilişkisindeki dinamiklerin bozulmasından ötürü evlilik dışı ilişkilerin gündeme gelmesidir. İnfertilite tedavisinin uzun seneler sürme ihtimali olduğundan çiftlerin cinsel yaşamları da olumsuz etkilenebilmektedir. Zamanlanmış cinsel ilişki, ilişkide döllenme amacının olması, belli pozisyonları benimseme ile alışmış oldukları durumun dışına çıkmakta ve cinselliklerini gözlem ve baskı altında yaşamak zorunda kaldıklarını hissetmektedirler.

Kadınlarda cinsel istek kaybı, cinsel uyarılmanın gerçekleşmemesi veya orgazm olamama doğrudan ve dolaylı olarak hamile kalmayı güçleştirmektedir. Kadının tarihçesinde cinsel istismar olması cinsel işlevi, dolayısıyla tedaviyi etkileyen başka bir stres kaynağıdır.

Çevre ile İlişki:
Özellikle birbirinin içine geçmiş aile ve sosyal ilişkilerin yaygın olduğu toplumlarda, çiftin sorunu, etraflarındaki çoğu insan tarafından bilinen bir durum halini almaktadır. Sorunla ilgili medyada pek çok bilgi bulunması ve bu bilgilerden bazılarının geçerliliğinin tam olmaması dolayısıyla, çiftler etraflarından gelen yanlış bilgiye maruz kalmaktadırlar. Bu bilgiler kişilerin kararsızlık ve özellikle kaygı ve karamsarlık yaşamalarına sebep olmaktadır.

Çiftlerin ebeveynlerinin çocuk sahibi olma konusunda beklenti içinde olmaları infertilite tanısı almış kişilerde duygusal zorlanmaya sebep olmaktadır.

Doktora ve Merkeze Güvensizlik:
Doktor – hasta ilişkilerindeki sorunlar da hastanın tedaviye olan uyumunu olumsuz etkilemektedir. Özellikle doktorun randevuya geç kalması, yeterli bilgi aktarmaması, hastanın sorularını cevapsız bırakması ve zaman zaman transfer ve yumurta toplama işlemlerini bir başka doktora pas etmesi hastanın doktora ve merkeze olan güvenini etkilemektedir.

Maddi Zorluklar:
Tedavi bütünüyle, yapılan tetkikler, uygulanan işlemler, kullanılan ilaçlar bakımından kişiye maddi yük getirmektedir. Uzun yıllar sürebilecek, sadece bir deneme ile başarıya ulaşma ihtimali kısıtlı, tekrar edilmesi muhtemel bir tedavi türü olduğundan tüm bu maddi yükü karşılamak kişiler için zorluk yaratmaktadır.

Düzenli ultrason takibi, kan testleri, doktor görüşmeleri kişilerin iş hayatlarına uyumlarını ve performanslarını olumsuz yönde etkilerken, bunun da sonucu dolaylı yoldan tedavinin maddi olarak karşılanmasını zorlaştırmaktadır.

İlaçların Etkisi:
Tedavide ilaçlara bağlı kalmak, iğneleri düzenli olarak kullanmak çiftleri hormonal ve psikolojik olarak etkiler. İnfertilite tedavisinde kullanılması için verilen ilaçların çoğunun duygusal işlevleri kontrol eden nörotransmiterlere etkisi vardır. Tüm tedavi boyunca kullanılması gereken bazı ilaçların yan etkileri arasında sıcak basması, terleme, başağrısı, sıkıntı hissi gibi belirtiler vardır. Bunların zihinsel süreçlerle yanlış sinyaller olarak yorumlanması panik atak ya da anksiyete oluşumuna sebep olabilir. Kullanılan ilaçlardan bazılarının ani duygudurum değişimine sebep olduğu, çalışmalar tarafından desteklenmektedir.

Psikonet

Hamilelik bir kadının hayatındaki en özel ve mutluluk verici süreçlerden biri. Ancak ne yazık ki bazen çeşitli nedenlerle düşükle sonuçlanabiliyor. Bu noktada düşük yapan kadının psikolojisi durumdan nasıl etkileniyor? 

Düşük yapan kadın neler hisseder?

Bir anne adayı olarak bu durum büyük bir üzüntü, suçluluk ve öfke gibi karmaşık duygulara kapılmana yol açabilir. Bir anda gelecekle ilgili umutsuzluğa kapılabilirsin, olduğun yerde donup kalabilirsin bile. Düşükten sonra bazı anne adayları ilk aşamada şok yaşayabiliyorlar. Düşük sonrası direkt olarak acısını yaşayamayan anne adaylarında durumun etkisi aylar sonra bile ortaya çıkabiliyor.

Dolayısıyla düşük yapan kadının hissettiklerini standart bir kalıba sokmak zor. Ancak iç dünyasına yönelerek sorgulamalara giren kadınların düşük yaptıktan sonra depresyona girme eğilimi yüksek oluyor. Özetle, yaşadığın şey her ne kadar üzüntü verici bir durum olsa da duygularını serbest bırakmalı ve kendine bir çıkış yolu bulmaya çalışmalısın.

Düşük yapan kadınlarda en sık karşılaşılan sorunlar neler?

  • Depresyon ve kaygı bozuklukları,
  • Panik atak,
  • Travma sonrası stres bozukluğu,
  • Kronik stres ve gerginlik,
  • Baş, sırt ve boyun ağrıları,
  • Mide sorunları,
  • İştah kesilmesi veya aşırı yeme,
  • Uykusuzluk,
  • Ağır halsizlik,
  • Deri döküntüleri,
  • Geçmiş travmaların tetiklenmesi,
  • Geleceğe dair umutsuzluk,
  • Yeniden çocuk sahibi olma konusunda endişe,
  • Tahammülsüzlük,
  • Eş ile ilişkilerde bozulma.

Ayrıca yapılan araştırmalara göre düşük yapan kadınlar, ileride sağlıklı gebelikler geçirseler bile lohusa depresyonuna girmeye ve bebekle bağlanma problemi yaşamaya meyilli oluyorlar.

Kimler düşükten daha çok etkilenir?

  • Bebekle geçirilen vakit ve bağ ne kadar fazla olursa kayıp algısı o kadar fazla olduğu için hamileliğinin ikinci trimester’inde düşük yapanlar,
  • Yaşı ilerlemiş olan ya da tekrar hamilelik şansı düşük olanlar,
  • Tüp bebek ya da aşılama gibi yöntemlerle uzun uğraşlar sonucunda hamile kalanlar,
  • Sağlık problemi nedeniyle yeniden hamile kalmasına izin verilmeyen kadınlar,
  • Depresyon geçirenler ya da birtakım farklı ruhsal problemleri olanlar,
  • Eşiyle ilişkisinde problem yaşayanlar.

Ayrıca uzmanlar, daha önce çocuk sahibi olmamış bir kadın ilk gebelikte düşük yapınca travmasının daha büyük olduğunu söylüyorlar. Çocuk sahibi olup da düşük yapan kadının psikolojisi daha az tahribata uğruyor.

Düşük yapan kadın bununla nasıl mücadele edebilir?

Düşük yapan kadının günlük rutinine dönmesi zaman alır. Psikolojinin düzelmesi, vücudun düzelmesinden çok daha uzun sürebilir. Bir süre hayatın normal akışında devam etmesini kabullenemeyebilirsin. Ancak hayatı daha katlanabilir hale getirmek ve acını hafifletmek için yapabileceğin şeyler de var. İşte, senin için önerilerimiz:

Kendini suçlama

Düşük yapmış olman senin hatan değil. Yaşadığın bu kaybın verdiği yükü, suçluluk duygusuyla ağırlaştırma. Aksine, bu süreçte ne kadar güçlü davrandığına ve bir bebek sahibi olmaya ne kadar kararlı olduğuna odaklan. Kendini hep güçlü hissetmediğin günlerin elbette olacak ancak mümkün olduğunca olumsuz ve suçlayıcı düşüncelerden uzak durmaya çalış.

Bebeğini uğurla

Yüzünü hiç görmediğin, kucağına almadığın hatta belki adının ne olacağını bile düşünmediğin bebeğinin yasını tutmakta zorlanabilirsin. Ancak ölümü ne kadar somut hale getirirsen baş etmen de o kadar kolay olur. Bir cenaze ya da defin töreni düzenleyerek bebeğinle vedalaşabilir, kendini daha iyi hissedebilirsin.

Bebeğinin bir eşyasını hatıra olarak sakla

Ölen kişiden kalan bir fotoğraf ya da eşyayı, şimdi ve ileride yaşatabileceğin somut bir anı olması için saklayabilirsin. Uzmanlar bunun insana iyi geldiğini söylüyorlar. Kaybını kabullenmek için daha fazla zamana ihtiyacın varsa yakınlarından, bebeğin için hazırladığın odanın boşaltılmamasını isteyebilirsin.

Yasını tut

Yas tutmak, kaybını kabullenmenin ve toparlanmanın en önemli adımlarından biri. Duygularını kelimelere dökmekten çekinme. Acını içinde yaşamak için kendini baskılama, duygularını serbest bırak gitsin. Yas tutma sürecini yaşaman gerek.

Hamilelikleri sırasında kayıp yaşamış kadınlarla konuş

Çeşitli nedenlerle hamilelikleri sırasında kayıp yaşamış (özellikle de birden fazla kaybı olan) ve senin gibi düşük yapmış kadınlarla duygularını paylaşmak kendini daha az yalnız ve daha umutlu hissetmene yardımcı olabilir.

Düşükten sonra hamilelik için acele etme

Bazen çiftler düşükten sonra hemen yeniden çocuk yapmaya kalkışabiliyorlar. Ancak bu durum zannedilenin aksine, yaşanan acıyı unutturmuyor. Üstelik bu gebeliğin de risksiz olacağının bir garantisi yok. Düşük tecrübesinin vermiş olduğu kaygı ve korku, hamilelik sırasında gerginlikler yaşanmasına yol açabiliyor. Dolayısıyla düşükten sonra hamilelik için acele etmemelisin. Kaybettiğin bebeğinle ilgili duygularınla yüzleşmeli, yasını tamamlamalısın. Eşinle ilişkin zarar gördüyse aranızdaki gerginlikleri ve sorunları çözmelisiniz. Yeni hamileliğine bedenen sağlıklı, zihnen de mutlu ve huzurlu hissettiğin anda hazır sayılırsın.

Durumun tıbbi boyutlarını öğren

Zaman zaman eşinle birlikte bunun neden sizin başınıza geldiğini sorgulayabilirsiniz. “Neden ben?” ya da “Neden biz?” sorusu sizi hiçbir sonuca ulaştırmaz. Ancak fizyolojik olarak düşüğe yol açan nedenleri öğrenmek ve olayın tıbbi boyutunu kavramak kaybınızı kabullenmenize yardımcı olabilir. Özellikle de iki düşük söz konusu ise bu konu üzerine mutlaka araştırılma yapılması gerek.

Tekrarlayan düşüklere dikkat!

Daha önce art arda 3 ya da daha fazla sayıda düşük yaptıysan, tekrarlayan düşükten bahsedebiliriz. Tekrarlayan düşükler sık görülen bir problem olmasa da ciddi tıbbi ya da psikolojik sorunlara yol açabiliyorlar. Uzmanlar tekrarlayan düşüklerin bebek sahibi olma isteğini azaltmaktan çok, artırdığını söylüyorlar. Tekrarlayan düşüklere yol açan fiziksel bir faktör yoksa bu durum çiftte yetersizlik duygusunu ön plana çıkarıyor. Girişimlerinde başarısız olan çiftlerin evliliklerinde, tam bir aile olamama (!) düşüncesiyle sorunlar meydana geliyor. İletişim alanı sürekli bebek sahibi olma konusuyla daralan çiftler aile içi problemler yaşıyorlar ve bu da boşanmaların artmasına yol açıyor.

Eşinle ilişkinizi gözden geçir. Eğer yaşadıklarınız karşısında aranızdaki ilişkinin seyri bu yönde ilerliyorsa durumu karşılıklı olarak gözden geçirin. Hatta başa çıkması zor olan bu duruma karşın uzman desteği almanız en sağlıklı çözüm olabilir.

Destek al

Acıların önünde sonunda hafifleyecek, biliyorsun. O zamana kadar da en iyi ilacın sabır, bilgi ve destek. Partnerinden, ailenden ve arkadaşlarından destek almayı ihmal etme. Hissettiğin acıyı kimse dindiremez belki ama seni sevenlerden güç alabilirsin. Bebeğinin kaybından sonra profesyonel yardım almak ya da bebeğini kaybetmiş ebeveynlerin oluşturduğu destek gruplarına katılmak da fayda edebilir.

Psikolojik taciz, daha yaygın bilinen adı ile mobbing, “İşyerlerinde bir veya birden fazla kişi tarafından diğer kişi ya da kişilere yönelik gerçekleştirilen, belirli bir süre sistematik biçimde devam eden, yıldırma, pasifize etme veya işten uzaklaştırmayı amaçlayan; mağdur ya da mağdurların kişilik değerlerine, mesleki durumlarına, sosyal ilişkilerine veya sağlıklarına zarar veren; kötü niyetli, kasıtlı, olumsuz tutum ve davranışlar bütünüdür” şeklinde tanımlanmış ve 2014 yılında Çalışma Ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB) tarafından yayınlanan “İşyerlerinde Psikolojik Taciz (Mobbing) Bilgilendirme Rehberi’nde yer almıştır.

İngilizce’de mobbing şeklinde kullanımı olan kavram Türkçe’ye “psikolojik taciz” şeklinde çevrilmiştir. Psikolojik taciz çalışma hayatının başından beri varola gelmiş bir durumdur denebilir. Dünya’da bütün kültürlerde ve ülkelerde,  yaş,  cinsiyet,  kıdem,  hiyerarşik  konum  ayrımı  olmadan çalışanların karşılaşması muhtemel bir işyeri sorunu olan işyerlerinde psikolojik taciz (mobbing), iş ahlakın aykırı sistematik  yürütülen  bir  işyeri  sorunudur.  Öte yandan yapılan çalışmalar azınlık olmanın da psikolojik tacize maruz kalma olasılığını artırdığını göstermiştir.

Mobbing, çalışma yaşamında ilk kez 1984’te İsveçli endüstri psikoloğu Heinz Leymann tarafından tanımlanmıştır. Leyman’ın çalışanlar arasında benzer tipte uzun dönemli düşmanca ve saldırgan davranışların varlığına dair yaptığı saptamalar sonucunda, bu kavramı kullandığı görülmektedir. Bu çalışma bir ilktir ve tüm dünyada Leyman’dan sonra kullanılmaya başlamıştır. Çalışma hayatında iş yerindeki verimliliği etkileyen, çalışanın hem ruh hem de fiziksel sağlığını bozan bu durum karşısında ülkeler çalışanı koruyan kanunlar yapmışlardır.   

İngiltere’de yapılan bir araştırma sonucuna göre çalışanların %53’ü mobbing’e maruz kalmış ve %78’i de bu olaylara tanıklık etmiştir. İsveç’te yapılan istatistiksel bir araştırmanın bulgularına göre ise bir yıl içinde gerçekleşen intiharların %10-%15’inin nedeni mobbing’dir. İsveç ve Almanya’da yüzbinlerce mobbing mağdurunun erken emekli oldukları veya psikiyatri kliniklerinde yatarak tedavi edildikleri kayıtlarda yer almaktadır. İtalya’da 1 milyondan fazla çalışanın mobbing kurbanı olduğu bildirilmiştir.

Çalışmalar, beyaz yakalı çalışanların daha sık psikolojik tacize maruz kaldıklarını göstermiştir. Beyaz yakaların işlerinin daha karmaşık daha fazla işlem gerektirmesiyle açıklanmıştır. 

Mağdurun psikolojik özellikleri üzerine de çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bazı özelliklerin maruz kalmaya yatkınlığı artırdığından bahsedilmektedir. Çekingen, içekapanık, farklı, dikkat çeken, daha başarılı ve grupla çatışan kişilerin maruz kalma riskinin daha fazla olduğundan da bahsedilmektedir. Öte yandan kişilik özellikleri ile psikolojik tacize açık olmayı ilişkilendirmenin uygun olmadığı düşünülmektedir.

Davranışsal Belirtileri Nelerdir? 

  • Çalışma arkadaşlarıyla aralarında çıkan tartışmalar, her zamankinden çok daha fazla olmaya başlar.
  • Kişi, başkalarının ofisine girdiğinde konuşma hemen kesilir, konu değiştirilir.
  • Kişi, işle ilgili önemli gelişmeler ve haberlerin dışında bırakılır.
  • Kişinin arkasından çeşitli söylentiler çıkarılır; kulaktan kulağa fısıltılar yayılır.
  • Kişiye, yetenek ve becerilerinin çok altında veya uzmanlık alanına girmeyen işler verilir.
  • Birey, her yaptığı işin ince ince gözlendiğini hisseder.
  • İşe geliş gidiş saatleri, telefon konuşmaları, çay ya da kahve molasında geçirdiği zaman ayrıntılarıyla kontrol edilmektedir.
  • Birey, diğerleri tarafından sürekli eleştirilir veya küçümsenir.
  • Birey, sözlü veya yazılı soru ve taleplerine yanıt alamaz.
  • Birey, üstleri veya iş arkadaşları tarafından kontrol dışı tepki göstermeye kışkırtılır.
  • Birey, şirketin özel kutlamaları veya diğer sosyal etkinliklerine kasıtlı olarak çağrılmaz.
  • Bireyin dış görünüşü veya giyim tarzıyla alay edilir.
  • Bireyin işle ilgili tüm önerileri reddedilir, yanıtsız bırakılır, sanki yokmuş gibi davranılır.
  • Çalışan iş ortamında yokmuş gibi davranılması, iletişimin kesilmesi.
  • Kendisinden daha alt düzeydeki görevlerde çalışanlardan daha düşük ücret alır.

Ruhsal Ve Fiziksel Belirtileri Nelerdir? 

  • Sıkıntı, panik atak, depresyon, tükenmişlik, öfke kontrol sorunları, yarım baş ağrısı, baş dönmesi, dikkat sorunları, cinsel işlev bozuklukları, ilişkisel problemler ve uykusuzluk.
  • Kaşınma, kızarma, pullanma, egzama veya döküntü gibi deri hastalıkları.
  • Ağrılar
  • Hızlı ve düzensiz çarpıntılar, kalp krizi.
  • Titreme, terleme, bacaklarda halsizlik hissetme, kas ağrıları.
  • Midede yanma hissi, hazım zorluğu gibi mide rahatsızlıkları, ülser.
  • Kilo kaybı ya da aşırı kilo alma.
  • Nefessiz kalma, nefes alamama gibi solunum sorunları.
  • Organizmanın savunma yapılarında zayıflama, hastalıklara çok çabuk yakalanabilme.

Burada, her bir fiziksel semptomun ruhsal bir şeyin dönüşümünü temsil ettiğini söyleyebiliriz.   Mobbing’e maruz kalmış kişilerde sıklıkla gördüğümüz “unutma/unutkanlık”, “dikkat” sorunları aslında dışardan baktığımızda acı veren temsillerin ve tesirlerin örtülüp bastırıldığını tespit etmemizi sağlayan en açık araçlardır. Birey tüm bu fiziksel ve ruhsal belirtilerle “varlığını” korumaya çalışmaktadır.  

Önce şu cümleyi bir düşünün:

“İntihar seçilmez, hissedilen acı bu acıyla baş edebilme kapasitesinin üzerindeyse meydana gelir”.

İntiharı düşünüyorsanız; bu sizin kötü, deli, güçsüz bir insan olduğunuz anlamına gelmez; sadece kaldırabileceğinizden daha fazla acı çektiğiniz anlamına gelir. Örneğin; omuzlarınıza yükler koymaya başlasalar, bir noktadan sonra ne kadar ayakta kalmak isteseniz de, kalamayacaksınızdır.

Biri size, “bu anlattıkların intiharı düşündürecek şeyler değil” derse bunu kabul etmeyin. İntihara neden olabilecek bir çok farklı acı vardır. Acının dayanılabilir olup olması kişiye göre değişir. Başkasına acı vermeyen bir şey, sizi çok etkileyebilir. Bu farklılıkların nedeni kişilerin birbirlerinden farklı baş etme kaynaklarının olmasıdır.
İntiharla ilgili düşüncelerle baş etmek için yapabileceğiniz iki şey vardır:

  • Acınızı azaltmanın yollarını deneyin.
  • Baş etme kaynaklarınızı arttırmaya çalışın.

İnsanların sizin şu an yaşadıklarınıza benzeyen süreçlerden geçtiğini ve atlattığını unutmayın. Depresyon hiç sona ermeyecek gibi dursa da geçicidir.

Kendinize zaman tanıyın. Kendinize zarar vermeden önce 24 saat veya bir hafta bekleyeceğinizi söyleyin. Düşünmek ve davranmak ayrı şeylerdir. İntiharı düşünüyor olmanız, bunu hemen şimdi yapmanız gerektiği anlamına gelmez. İntihar için kullanılabilecek şeyleri ortadan kaldırın. Örneğin, ilaçlarınızı başka birine teslim edin, evdeki zarar verici objeleri kaldırın. İnsanlar acıdan kurtulmak için intiharı düşünürler fakat rahatlama da bir histir. Bunu hissedebilmek için yaşıyor olmak gerekir.

Bazı insanlar sizin bu düşüncelerinize olumsuz bir şekilde yaklaşabilirler çünkü kızgın veya korkmuş olabilirler. Niyetleri bu olmasa da acınızı düşüncesizce şeyler söyleyerek arttırabilirler. Sizi anlayabilecek, yargılamayacak kişiler varsa, onlarla konuşmayı deneyin. Şu anda bulunduğunuz duruma nasıl geldiğinizi anlatmak bile size bir rahatlama sağlayacaktır.

Kendinizi daha iyi hissedene kadar başarısız olma ihtimaliniz olan şeylerden uzak durun. Sınırlarınızı ve limitlerinizi bilin ve kendinizi iyi hissedene kadar sınırlarınızı aşmaya çalışmayın. Kendinize gerçekçi hedefler koyun ve bunları gerçekleştirmek için sabırlı olun ve yavaş ilerleyin. Her gün için kendinize yazılı bir günlük plan yapın ve bu plana uymaya çalışın. İlk başta yapılması gereken işleri belirleyin ve yaptıklarınızın üzerini çizin. Günlük programınızda en az bir saat size geçmişte keyif veren aktivitelere yer verin. Örneğin; müzik dinlemek, bir müzik aleti çalmak, rahatlama egzersizleri yapmak, kitap okumak, banyo yapmak, alışveriş, oyun oynamak, film izlemek, çiçeklerle ilgilenmek, yürüyüş yapmak. Fiziksel sağlığınıza özen gösterin, dengeli beslenin ve öğün atlamayın. 8 saat uykunuzu almaya özen gösterin. Alkol ve diğer maddelerden uzak durun. İntihara yönelik düşünceler travmatiktir. Bu düşünceleriniz geçtikten sonra kendinize bakmaya devam etmeniz gerekiyor. Terapiye başlamak veya bulunduğunuz yerde destek grupları varsa onlarla iletişime geçmek iyi bir fikir olabilir.

http://www.metanoia.org/suicide/ 

İntihara Yönelik Düşünceler

Ebeveynler, çocuklar, eşler ve sevilen kişiler için hiçbir şey, önem verdikleri birinin intihara yönelik düşünceleri dile getirmesi kadar korkunç değildir. Böylesine korkunç bir şeyi düşünmelerini bile derhal harekete geçerek engellememiz gerektiğini hissederiz. “Neden?” sorusunun içimizi kemirdiğini hissederiz. Sevdiğimiz birini ölüm dolayısıyla kaybetmek hoş olmayan bir düşüncedir. Önem verdiğimiz bu insanın ölümü hayata tercih etmesi fikri ürkütücüdür. Bir yandan kendimizi o insanın iyi olmasıyla sorumlu tutarken diğer yandan bu konuda bir şey yapamamanın korkunç çaresizliğini yaşarız.

“Neden?” Sorusunun Cevabını Bulmak

Yaşamak için bunca sebep varken bir insan neden intihar etmek ister? Bunun cevabı şudur: Birçok insan öyle büyük bir acı çekiyor veya öyle zor koşullar içinde yaşıyor ki yaşamının artık yaşamaya değmediğini hissediyor. Sevilen bir kişinin ölümü, işini kaybetme, bir ilişkinin nihayete ermesi gibi önemli yaşam geçişlerinde yani insanlara kendilerini yenilmiş, çaresiz, incinmiş ve aciz gibi hissettiren durumlarda intihara yönelik düşünceler oluşabiliyor.

Hayat kalitelerinde düzenli bir düşüş deneyimlemekte olan diğer bazı insanlar bunun için kendilerini suçlayabiliyor ve kendilerinde bir yanlışlık olduğunu düşünebiliyorlar. Kendilerini ne kadar suçlarlarsa; başarıya ulaşmayı, arkadaşlara sahip olmayı, eğlenceyi de o derece haketmektediklerini düşünüyorlar. Geleceği umutsuz olarak algılıyorlar. Diğerleri ise yanlış gitmiş olan küçücük şeylerin içine öyle bir gömülüyorlar ki, kendilerini boğuluyor gibi hissediyorlar. Bütün bu insanlar öyle bir acı ve sızı dünyasında yaşarlar ki ölüm artık korkutucu olmaktan çıkar ve en kolay çıkış yoluymuş gibi görünmeye başlar.

Uyarıcı İşaretler Nelerdir?

“İntihara eğilimli tipik kişi” diye bir şey yoktur. Ancak, bir insanın ciddi olarak intiharı düşündüğünü gösteren bazı davranışlar vardır. Bunlar, şunları içerir:

  • intihar etmekten bahsetmek ve zihnin ölümle ve ölmekle meşgul olması
  • yemek ve uyumakta zorluk çekmek ve fiziksel görünümde dikkat çekici değişiklik
  • iş, okul veya hobilere olan ilgi kaybı ve sosyal aktiviteler, arkadaşlar ve aileden elini eteğini çekme
  • davranışlarda ciddi değişiklik, sıklıkla ne olabileceği umurunda değilmişçesine gereksiz risklere girme
  • alkol ve uyuşturucu kullanımında artış
  • ölüme hazırlık işaretleri; cenaze düzenlemeleri yapma veya değerli mülklerin dağıtımını yapmak

Bu eylemlerin herhangi bir kombinasyonu, kişinin yaşamla mücadele etmekte olduğu ve intiharı bir seçenek olarak düşündüğü konusunda hem ailesini hem de arkadaşlarını, alarma geçirebilir.

Ne Yapabilirim?

Önem verdiğiniz bir kişi intihardan bahsettiğinde yapabileğiniz en önemli şeylerden biri, sakin olmak ve o kişiyi dinlemektir. Unutmayın, intihar eğilimli hisseden kişiler kendilerini etraftan soyutlarlar ve bu yüzden de onlarla iletişim kurmak çok önemlidir. Onları konuşmaya cesaretlendirmenize ve sonra da dikkatle dinlemenize ihtiyaç duyarlar. Aklınızda bulundurmanızda fayda olan diğer şeylerse şunlardır:

Açıkça ve doğrudan intihar hakkında konuşun. “İntihar”, “kendini öldürmek”, ve “ölü” sözlerini hakikati ifade eden bir şekilde kullanın. Yargılayıcı olmayın ve kişinin duygularını kabul edin; aynı fikirde olmasanız bile. Yaşamaya neden devam etmeleri gerektiği veya intiharın doğru veya yanlış olması gibi konularda tartışmaya girmeyin. Savunmalarınız bir işe yaramayacak ve intihara eğilimli kişiyi de sizden uzaklaştıracaktır.

İlgi gösterin ve desteğinizi verin. Kişinin size, gizlilik konusunda söz verdirmesini engelleyin. Sizden böyle bir şey istemeleri haksızlık olur. Bir kişi size intiharı düşündüğünden bahsettiğinde, yardım isteyebileceğiniz kişileri düşünmeye başlayın. Kişiye yardım adına ilk anda çok şey yapabilirsiniz, ama durum tamamen tek başınıza başa çıkabileceğinizden çok daha fazla tehlikelidir. En iyi yardım kaynağınız sonuçta bir akıl sağlığı uzmanı olacaktır. Bu uzman da çoğunlukla intihara eğilimli kişinin ihtiyacı olan yardım konusunda bilgi ve eğitimi olan bir terapisttir.

Nasıl Bir Terapi?

Öncelikle terapist, intihara eğilimli kişiyle konuşacak ve o hikayesini anlatırken dikkatle dinleyecektir. Kişinin ne kadar intihara eğilimli olduğunu anlamak için bir test yapılabilir. Kişiden ayrıca, yardım istemeden intihar etmeyeceğine dair söz vereceği bir “intihar yok kontratı” imzalaması da istenebilir. Terapist, durumun fazla tehlikeli olduğunu hissederse, intihara eğilimli kişinin şimdilik güvende olması için kısa dönem hastaneye yatırılmasını önerebilir.

Terapist, intihara eğilimli kişiye kendine has problemleri olan ayrı bir birey olarak davranacaktır. Bu bir kaç şekilde başarılabilir; bazıları intihara eğilimli kişilerle grup olarak görüşürken, bazı terapistler kişiyi görüşmeye yalnız olarak alır. Evlilik ve Aile Terapistleri hem bireyle hem de ailesiyle terapi seansları yürütürler. Bir çok intihara eğilimli kişinin kendisini diğerlerinden uzaklaştırmasından dolayı aile terapisi, problemler yaşamakta olan bireye destek olabilmeleri için aileyi seanslara dahil eder. Aile ayrıca, kişiyi intiharı düşünmeye neyin ittiğini ve yaşamını daha iyi kılmak için neyin değiştirilebileceğini anlamayı sağlar. Aile intihara eğilimli kişinin hikayesini ve duygularını bir kere anladı mı, soyutlanmaya sürüklenmemesi için ona yardımcı olur. Aileden ayrıca intihara eğilimli kişiyle, aile atmosferini bir umut ve karşılıklı cesaretlendirme ortamına dönüştürmek üzere birlikte çalışmak için anlaşması istenir. Böylelikle, intihar düşünen kişi, terapist ve aile, aile ilişkilerini ve sonuçta da bir zamanlar intihara eğilimli olan kişinin yaşamını düzeltmek için bir takım olarak hareket ederler.

Davranış Bilimleri Enstitüsü /DBE

İntihar girişimleri, bir halk sağlığı sorunu olduğu gibi önemli bir hastalık yükünü de oluşturmaktadır. Her toplumun olduğu gibi, içinde yaşadığımız toplumun da sosyal bir geçeği olan intihar olgusu üzerinde birçok çalışma yapılmıştır. İçinde yaşadığımız toplumda gençlerin ruhsal gelişim sorunlarında hızlı bir artış yaşanmaktadır. Birey çözüm yolu olarak da intihar etmeyi görmektedir. Aslında, intihar önlenebilecek bir ölüm nedenidir. İntihar eden insanlar değişik nedenlerle yaşamlarına son vermek isterler. Yapılan araştırmaları incelediğimizde, intihar önlenebilecek bir ölüm nedenidir. İntihar eden insanlar değişik nedenlerle yaşamlarına son vermek isterler. Yapılan araştırmaları incelediğimizde, intihar girişiminde çok çeşitli etkenlerin olduğu görülmektedir. Genelde birkaç neden bir arada bu eylemin ortaya çıkmasına yol açabilmektedir. İntihar olgusu, tamamen bireysel bir davranış olmakla birlikte, aynı zamanda sosyal süreç ve koşulların da iç içe geçtiği sosyal bir olgudur. İntihar, genç insanların en üretken çağlarında, ölümlerine yol açmaktadır. İntihar girişimi, kızlarda erkeklerden 2 kat daha fazladır. En sık kullanılan yöntem ise yüksek dozda ilaç almaktır. İntihar olgusu, sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada önemli bir sorundur. Bu çalışma, kuramsal bir araştırmanın ürünüdür. Bu alanda deneysel ve kuramsal çalışmalar ve yazılan eserler incelenerek bir sonuca ulaşılmaya çalışılmıştır. Tüm bulgular literatür bilgilerinin ışığında tartışılmıştır.

İntihar girişimi önemli bir halk sağlığı sorunudur. İntiharla ölüm nedeni psikoloji, sosyoloji, psikiyatri gibi çeşitli bilim dalları tarafından ele alınan çok boyutlu bir sosyal olgudur. Dolayısı ile intihar olayı birçok faktörün etkisi altında gerçekleşen çok değişkenli, kültürel, dini, sosyoekonomik yönleri olan çok karmaşık bir olaydır. İntihar, birçok ruhsal rahatsızlıklarda görülebilmekle birlikte toplum tarafından daha ziyade depresyonla ilişkili bir durum gibi algılanmaktadır. (www.edepresyon.com; Okman, 1997)

“Bugün eskiden olduğundan çok daha fazla insan yaşama araçlarına sahip; ama yaşama amaçlarına değil.” Viktor Emil Frankl

İntihar olgusunun kişiden kişiye değişmesi, farklı türlerinin ve farklı nedenlerinin olması farklı kuramların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ayrıca, resmi makamlara yansıyan intiharların, toplumsal baskılardan dolayı gizlenmesinden dolayı kamuoyuna gerçekte %30-40 arası yansıdığını söyleyebiliriz. İntihar, son yıllarda giderek artan bir halk sağlığı sorunu haline dönüşmüştür. Alınan tüm önlemlere rağmen, bir insanlık dramı olan intiharın önüne bir türlü geçilememektedir. Bu durumun değişik nedenleri var. Ülkemizde intiharlar üzerine yapılan araştırmaları incelediğimizde, intihar yöntemleri, demografik özellikler, yaş, cinsiyet, coğrafi faktörler, bireylerin duygularını ifade etme davranışları, umutsuzluk, yalnızlık, yaşamı sürdürme nedenleri, algılanan sosyal destek, bilişsel değişkenlerin sınanması, psikiyatrist tutumları ve risk faktörlerine ilişkin psikososyal modelin sınandığı çalışmalar görülmektedir.

İntiharların etyolojisine ilişkin olarak; psikodinamik kuram (Freud,1936) intiharda “bilinçaltı öfkenin” etkisi; bilişsel kuram (Beck, 1987) “kendine, dünyaya ve geleceğe negatif bir bakış”; toplumbilimsel kuram (Durkheim, 1951) “toplumsal bir olgu”; sosyal öğrenme kuramı (Lester, 1987) “stres verici olaylara karşı öğrenilmiş bir tepki” ve biyolojik kuramcılar ise intiharı ”genetik ve biyokimyasal” nedenlerle açıklamaktadırlar (Ercan, 1998).

İntihar girişimi önemli bir halk sağlığı sorunudur. İntiharla ölüm nedenipsikoloji, sosyoloji, psikiyatri gibi çeşitli bilim dalları tarafından ele alınan çok boyutlu bir sosyal olgudur. Dolayısı ile intihar olayı birçok faktörün etkisi altında gerçekleşen çok değişkenli, kültürel, dini, sosyoekonomik yönleri olan çok karmaşık bir olaydır. İntihar, birçok ruhsal rahatsızlıklarda görülebilmekle birlikte toplum tarafından daha ziyade depresyonla ilişkili bir durum gibi algılanmaktadır (www.edepresyon.com; Okman, 1997)

Durkheim (1897) “İntihar-Le Suiside” adlı eserinde, “dini inançların, geleneklerin egemen olduğu toplumlarda intiharların daha az görüldüğünü, toplumda meydana gelen bunalımların intihar oranlarında bir değişiklik doğurduğunu, devrim hareketleri, savaşlar, doğal afetler vb felaketlerin intihar oranlarını düşürdüğünü” söylemektedir. Çünkü bu tür durumlarda kolektif bilinç, bireysel bilinçleri sımsıkı sarmakta ve etkilemektedir (Egoist –bencil intiharlar). Ayrıca, ekonomik krizler, toplum yapısında hızla meydana gelen çalkantılar, bireyin yaşam koşullarını, manevi değerlerini etkilediğinden bir kuralsızlığa yol açmakta ve intihar riskini arttırmaktadır (anomik intiharlar). Bazı durumlarda da birey, başkalarının iyiliğini, kendi menfaatlerinden üstün tutarak, intihar etmektedir (altruistik intiharlar). (Balcıoğlu ve Abanoz,2009).

Yapılan çalışmaların sonuçlarını genel olarak ele aldığımızda, gençlerin kendilerini problem çözme konusunda yetersiz algıladıklarından stresli bir durum ya da olay karşısında da ilk olarak intiharı düşündükleri görülmektedir. Bireyin gelişim evreleri içerisinde ergenlik dönemi riskli bir durum arz etmektedir. Trafik kazalarından sonra, gençlerde ölüm sebeplerinden biri olarak önde gelen ölüm nedenidir. İntiharları, cinsiyete göre ele aldığımızda, kadınların stresli bir olay ya da durum karşısında, kendilerini erkeklere göre daha güvensiz algıladıkları, kadınları öfkelendiren etmenlerin erkeklerden daha fazla olduğu, kadınların daha çok kaygılı ve içe dönük tepkiler sergiledikleri, erkeklerin ise daha çok saldırgan tutumu benimsediklerine ilişkin bulgulara ulaşıldığını görmekteyiz.

Günümüzde her olgu gibi, intiharın nedenini tek bir faktöre bağlayarak açıklamak, bilimsel olmayan bir anlayışı temsil eder. İntiharın nedenlerine ilişkin birçok kuram vardır. Psikologlar, bu nedenlerin, bireyin kişilik yapısında bulunduğunu ileri sürerler. (www.saglikweb.com). İntihar davranışı, sosyodemografik değişkenlerden cinsiyet ve yaşa göre değişmektedir. İntiharın nedenlerine ilişkin pek çok sebep vardır. Yapılan araştırma sonuçlarına göre kadınlar erkeklerden daha çok intihara teşebbüs etmekte ama ölümle sonuçlanan intiharlar erkeklerde daha fazla görülmektedir (Ajdacic-Gross, Bopp, Gostynski, Lauber, Gutzwiller & Rösler, 2006; Ulusoy, Demir & Baran,2005). Son zamanlarda intiharın yaygınlaşmasının nedenleri arasında intiharın bir seçenek olarak daha fazla kabul görmesidir (Hawton, 1986).

Yapılan araştırmalar göstermiştir ki, kendisini öldüren insanların %90’ıdepresyon hastasıdır. Depresyon ve diğer ruhsal hastalıklar yanında kötü yaşam olayları da intihar riskini artırmaktadır. İntihar eden ergenler üzerinde yapılan psikolojik otopsi çalışmaları sonucunda, psikiyatrik bozukluklar intihar davranışının dinamiğinde yer alan en önemli etmen olarak saptanmıştır. İntihar ile hayatını kaybeden ergenlerin %61-76 gibi büyük bir kısmında “duygu durum bozukluğu” bulunmaktadır. Duygu durum bozuklukları, şizofrenik bozukluklar, anksiyete bozuklukları, alkol ve madde bağımlılığı, yeme bozuklukları, kişilik bozuklukları intihar riskini arttırmaktadır (Atay ve Gündoğar, 2004). İntihar düşüncesi, hayatta kalma dürtüsüne karşı bir eylem olup, psikiyatrik bir bozukluk olarak kabul edilmektedir (Balcıoğlu ve Abanoz, 2009). Psikiyatrik araştırmalara göre, uzun süreli depresyon halindeki insanlar, çektikleri acıları dindirmek ve çaresizliklerine son vermek için intiharı düşünmektedirler (www.itusozluk.com/goster.php/intihar).

İntihar davranışının nörobiyolojisi ile ilgili yetişkinlerde birçok çalışma yapılmış olmasına rağmen çocuk ve ergenlerde yapılan çalışmalar azdır. Beyindeki serotonin maddesindeki azalma intihar olasılığını artırmaktadır. Tamamlanmış intiharı ya da intihar girişimi olan ergenlerin derecede akrabalarında intihar davranışı oranı 2-4 kat daha fazladır. Tek yumurta ikizlerinde intihar riski artışı yaklaşık 11 kat fazla iken çift yumurta ikizlerinde bu risk 2 kat fazladır (Özalp, 2009). Güvensiz, engellenmeye dayanma eşiği düşük, yasalara ve otoriteye karşı gelme eğiliminde olan, “hoşnutluk” ilkesine dayalı hayat süren, bağımlı kişiliğe sahip ve parçalanmış ailelerden gelmiş olanlar risk grubunu oluşturmaktadırlar (Yıldırım, 1997). Yakında olmuş stres yaratan yaşam olayları, örneğin eşin ölümü veya iş kaybı, cezaevine düşmek, ciddi bir genel tıbbi hastalığa yakalanmak (AIDS gibi) da intihar riskini arttırır (www.koprudergisi.com).

Aile yapısına yönelik olarak yapılan araştırmalar, intihar girişiminde bulunan çocuk ve ergenlerin büyük bir kısmının parçalanmış ailelerden geldiğini göstermektedir (Çuhadaroğlu ve Sonuvar, 1992). Aile bütünlüğünün bozulmasının yanında, aileden birisinin intihar etmesi, ailede psikiyatrik hastalığı olan birisinin olması, aile içi şiddetin ve çatışmaların olması ergenin intihar düşüncesini etkilemektedir (Eğrilmez, 1998; Deveci ve diğ., 2005). Aile içi şiddet ve baskının sonuçları arasında, şiddet önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle kadın intiharlarında, aile içi şiddet ön planda gelmektedir. Bu tür ailelerde intihar oranı %41’dir (Özaydın ve ark., 1998). Ulusoy, Demir ve Baran (2005)’ın 726 lise son sınıf öğrencisi üzerinde yaptıkları survey çalışmasında, ebeveynin çocuk bakım tarzı, aile içi ilişkiler, etiketlenme, madde bağımlılığı, vücuda zarar verme, cinsel kimlik ve inanç ile intihar algısı arasında güçlü bir ilişki ortaya çıkmıştır.

Bu konuda yapılan araştırma sonuçları, ergenlerdeki intihar davranışı ile stresli yaşam olayları arasında anlamlı ilişkiler yapılan araştırmalarla ortaya çıkmıştır. Bu stresli yaşam olayları; okul ya da ailede yaşanan sorunlar, okul başarısızlığı, kız-erkek arkadaştan ayrılma, ebeveynlerin ölümü ya da boşanması, hastalık, hastaneye yatma gibi olaylardır. Karşılaşılan stresli yaşam olaylarının ergenin iç dünyasını etkileyerek ümitsizlik, benlik saygısı ve güven hissinde azalmaya neden olabileceği ve bu yolla da ergeni intihara yatkın yapabileceği üzerinde durulmuştur (Çuhadaroğlu ve Sonuvar, 1992). Eskin, Akoğlu ve Uygur (2006)’un bulgularına göre, hem intihar düşünceleri hem de girişimleri, sorun çözme becerileri yetersiz olan ve başlarına fazla travmatik olay gelen hastaların arasında yoğunlaşmaktadır.

Aile bağlarının zayıflaması ile bencil intihar oranları arasında bir artış söz konusudur. Ayrıca, dine, aileye, devlete ve değerlere bağlılıkla intihar arasında ters bir ilişkinin olduğu sonucuna ulaşmıştır. Toplumun sosyal yapısı ve toplumsal kaynaşma durumuna bağlı olarak intihar oranları ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir. Aile bağları zayıf ve toplumsal etkileşimin az olduğu kişilerde intihar olasılığı artmaktadır (egoistik intihar). Sosyal ve ekonomik krizlerde ise toplum içinde intihar oranları yükselmektedir (anomik intihar). Örneğin her iki dünya savaşında da tüm Avrupa’da intihar oranları diğer zamanlara göre çok artmıştır. Ülkemizde de çocuk yaştaki evlilikler (çocuk gelinler), aile içi şiddet-kadına ve erkeğe dönük şiddet, aldatmalar intihara sebep olan sosyal olaylardır. Boşanmaların yasak olmadığı, çok olduğu toplumlarda kadınların intihar oranı erkeklerden azdır. Boşanmanın yasak ya da az olduğu toplumlarda aksine kadınların oranı daha fazladır. Durkheim’a göre bunun nedenini evlilik hayatında, boşanma yasağının erkeğin lehine, kadının da aleyhine işlemesinde aramak gerekir. Çünkü boşanma yasağı erkeği pek etkilemez. Oysa kadını toplumsal kurallar evlilik bağına sıkı sıkıya bağlar. Evlilik dayanılmaz hale gelince evli kadınlar bu gibi toplumlarda intihara erkek evlilerden daha yatkındırlar (Durkheim, 1986; Çev: Ozankaya).

Hayat bir define avı değildirhayatın kendisi bir hazinedir. Denis Waitley. 

Günümüzde genetik etkenlerin intihar davranışının oluşumundaki rolü ile ilgili tutarlı kanıtlar vardır. Bu konuda yapılan çalışmalar genetik etkenlerin rolünün, diğer psikiyatrik hastalıklar ve psikolojik stresörlere bağımlı olmaksızın %30-50 arasında, tek yumurta ikizlerinde çift yumurta ikizlerine göre daha fazla olduğunu göstermektedir. İntihar ve duygu durum bozuklukları klinik olarak birbirleriyle örtüşen tablolar olmalarına ve hatta intihar riskini en çok psikiyatrik bozuklukların artırdığı bilinmesine rağmen, bazı hastaların intihar girişiminde bulunmamaları intihar davranışı için yapısal yatkınlık ya da genetik eğilimin varlığının önemine ve bunun da psikiyatrik hastalıktan bağımsız
olduğuna işaret etmektedir. Son 30 yılı aşkın bir zamandır, araştırmalar intihar davranışı, agresyon ve dürtüsellik arasında bir ilişki olduğunu göstermiştir Genetik etkenlerin dürtüsellik, agresyon gibi kişilik özelliklerinin oluşumunda rol oynayarak intihar davranışına sebep olabilecekleri düşünülmektedir. Pek çok moleküler genetik araştırma son zamanlarda keşfedilen aday genlerin intihar davranışıyla ilişkili olduğunu düşündürmektedir.

Ağır psikiyatrik bozukluklar arasında en sıkıntı verici ve en çok yeti yitimine neden olan şizofreni, intihar riskinin en yüksek olduğu bozukluklardan biridir. İntihar vakalarının %10’unda şizofreni görülmektedir. Deveci ve diğ., (2008)’in şizofreni hastalarında psikososyal beceri eğitim programının belirli örüntüsü, içgörü, yaşam kalitesi ve intihar olasılığı üzerine etkileri konulu çalışmalarında DMSIV (1994) ölçütlerine göre şizofreni tanısı konmuş 22 hastayı 6 ay süre ile incelemişler ve sonuçta eğitim verilen hastaların, eğitim sonunda kazandıkları sorun çözme becerileri, stresle başa çıkma konularında bilgi ve becerilerle psikiyatrik belirtilerin azaldığı sonucu elde edilmiştir. İntihar davranışı şizofrenide sık görülen bir durumdur. Mortensen (1995) ve Nordensoft ve ark., (2002)’nın bir yıllık izlenim sonucunda epizod şizofreni hastalarında intihar girişiminde bulunanlarda, varsanı (halisünasyon) ve intihar öyküsünün belirleyici olduğu saptanmıştır (Akt: Deveci ve diğ., 2008).

Kanser, sara, kalp hastalığı, bunama, AİDS gibi önemli hastalığa yakalanan kişilerde intihar olasılığı normal topluma göre daha fazladır. Sağlığı kötü olan bireylerin sağlık durumu iyi olan bireylere göre, daha yüksek olasılıkla intihar düşüncesine sahip oldukları ve intihar girişiminde bulundukları görülmektedir (Brown ve Vinekor, 2003; Durus ve Pincus, 2003; Preti ve Miotto, 1999; akt: Gürkan ve Dirik, 1999).

Alkol ile ilişkili bozukluklarda intihar girişimi yaygınlığının % 10-15 arasında değiştiği bulunmuştur. Bunun yanında intihar davranışında alkol kullanımının varlığı çok daha yüksek oranlardadır. Alkol bağımlılığında “intihar kurbanları” arasında erkekler kadınlara göre daha yüksek orandadır. Alkol kullanım bozukluklarında intihar davranışı genellikle çok uzun yıllar sonra görülmektedir. Alkol bağımlılığında intihar riskini arttıran faktörler; majör depresif bozukluk, psikososyal destek azlığı, ciddi fiziksel hastalık varlığı, işsizlik ve yalnız yaşamaktır. İntihar girişimlerinde başlangıçta alkol, madde bağımlılığı olmak üzere, çeşitli ruhsal hastalıklar, aile içi etkileşimler toplumsal dayanışma azlığı, ekonomik sorunlar ve göç gibi sosyoekonomik etkenler belirleyici olmaktadır (McClure 2000; Sır ve ark., 1999; Roy, 2000; Gould ve ark., 1990; Baxter ve Appleby, 1999; Wunderlich ve ark., 2001; akt: Deveci vediğ., 2005).

Beynin belli bir zevk sınırı vardır. Bu zevk sınırı aşıldığında veya madde bulunamadığı zaman intihar riski kendini gösterebilmektedir. Madde kötüye kullanımı/bağımlılığı, özellikle komorbid duygu durum bozukluğu ve davranım bozukluğu olan ergen erkeklerde intihar için önemli bir risk faktörüdür. Yıkıcı davranım bozuklukları ergenlerde tek başına intihar riskini 3-6 kat arttırmaktadır. İntihar etmiş ergenlerin yaklaşık olarak ¼’ ünde yıkıcı davranım bozukluğu vardır. Madde bağımlısı kişilerin, yaşamakta oldukları değersizlik, suçluluk, utanç ve kendilerine dönük eleştirel ve yıkıcı duygular kişinin obje ile ilişkilerinde problem yaşamasına neden olur (Geçtan, 1994).

Savaşır ve ark., (1996)’na göre, çekingen kişilik bozukluğu olan bireyler; “değersizim, hiç bir işe yaramam”, “sevilmeyecek” biriyim gibi temel düşünce şemalarına sahiptirler. Dolayısıyla bu bireyler anksiyete (kaygı) ve depresif (bunalımlı) yaşantılara duyarlı olup intihar eğilimi
taşıyabilirler. Alec (2000), Siever ve Davis (1991)’ın yaptıkları araştırmaya göre, intihar girişiminde bulunan hastalar genellikle olgunlaşmamış hastalar benmerkezcil (egosentric), fazla bağımlılık gereksinimleri olan, dürtü kontrolleri zayıf olan bireylerdir. Bu özellikler, “antisosyal, borderline (sınır), histrionik (aşırı duygusal), narsisistik (özsever)” bireylerin kendine zarar verme davranışlarının ve intihar yüklerinin daha yüksek olduğu; Gunderson (1994) borderline kişilik bozukluğu manüplatif intiharların ve depresyonda kendine zarar verme davranışlarının çok fazla görüldüğü; Wallace (1994) Obsesif-kompulsif bozukluğu olan kişilerde ise sadistik bir süperegoya (üst ben) ambivalans (kararsız) bağımlılık ile dayanılmaz bir suçluluk geriliminden ne pahasına olursa olsun kurtulma gereksinimi bu kişilerin en sık intihar riskini artırmaktadır.

İntihar önemli toplumsal bir sorundur ve önlenebilecek bir ölüm nedenidir, yeter ki zamanında fark edilebilsin. İntiharların en sık nedeni depresyondur ve doğru tanı ve tedavi edilirse intihar riski azalır. Depresyon hastalarının büyük bir kısmı tedavi görmemekte ve ayakta kendi başlarına hastalığı atlatma çabasına girmektedir. Kimi komşunun önerdiği ilacı almakta, kimisi eczaneden uyku ilacı alarak idare etmekte, kimisi ise hiç ilaç almadan hastalığı yaşamaktadır. Depresyon hastalarını doktora yönlendirme ve doktora ulaşmasını sağlamak ailenin, arkadaşların ve yakın çevrenin görevidir

İntihar kurbanlarının büyük bir çoğunluğunda, çeşitli kişilik sorunlarının olduğu bilinmektedir. Kişilik bozukluğunun olması, çeşitli biçimlerde intihar davranışı üzerinde belirleyici olmaktadır (Kaplan & Sadock, 1998). Kişilik sorunları yaşayan bireylerin, başa problemlerle çıkma yetisi güçleştiğinden, hayatta arzulanmayan sonuçlara yol açmaktadır. Son zamanlarda gençlerde sıkça görülen, intiharların nedeni olarak depresyon ve bunaltılı ruh halinin olduğu görülmektedir (www.panikatak.com). Cairns ve ark. (1988)’nın yaptığı araştırma sonuçlarına göre, saldırgan kişiliğe sahip olan kızların daha fazla intihar riski taşıdıkları, yine orta ergenlik döneminden itibaren saldırgan davranışlara sahip erkeklerinde intihar riski taşıdıkları sonucuna ulaşılmıştır.

Bazı psikanalistler, ergenlik döneminde okul baskısı gibi stres verici etkenlerin azaltılmasının ergenlik döneminde intiharların önlenmesinde faydalı olacağını iddia etmektedirler. 12 yaş altında intihara nadiren rastlanmaktadır. 12 yaş altındaki çocukların bilişsel (cognitif) fonksiyonlarının yeterince gelişmemesi, aile ve okul çevresinden gördüğü destek intiharın önüne geçmektedir. Ergenlik yılları diğer hayat dönemlerine oranla intiharın en çok olduğu dönemdir (www.pdrciyiz.biz). Ergenlerin zamanlarının üçte birini okulda geçirmesi nedeniyle özellikle okullarda yapılan önleyici rehberlik çalışmalarına daha fazla önem verilmektedir (Malley ve ark. 1994; akt: Kalafat 2003). Okul temelli önleme çalışmaları incelendiğinde ise önleme çalışmalarının birincil önleme, ikincil önleme ve üçüncül önleme olmak üzere üç basamakta gerçekleştirildiği görülmektedir. Aynı şekilde intihar mesajları veren kişileri uzmanlara yöneltmek, yakınların yapabileceği en büyük yardımdır. İntihar riskini yok saymak, bunun konuşulmasını tabu olarak kabul etmek, intihar girişiminin gerçekleşmesine engel olmaz. İntihar girişiminde bulunup hayatta kalan kişilerin de en kısa zamanda değerlendirme ve tedavi planı çizilmesi açısından uzmana yönlendirilmesinde fayda vardır.

Birincil Önleme.. Burada amaç, öğrencilerin problemlerle başa çıkma becerilerini geliştirmek, intiharın uyarı sinyalleri ve konuyla ilgili risk faktörleri açısından öğrencileri bilgi sahibi yapmak ve öğrencilerin okul ve arkadaş bağlarını güçlendirerek gelecekte oluşabilecek intihar düşüncelerinin önüne geçmektir. Öğrencilere depresyonla başa çıkabilme, öfke yönetimi, yalnızlığı azaltma, kişilerarası problemlerini çözebilme, yardım arama, kritik durumlarla başa çıkabilme becerilerinin öğretilmesi ve bu öğrencilerin kişisel yeterliliklerinin arttırılması hedeflenmektedir (King 2001). Problem çözme becerileri, öfkeyle başa çıkma becerileri ve iletişim becerileri intihar davranışını koruyucu ve önleyici bir önem taşımaktadır (Özgüven ve diğ., 2003).

İntihar olgusu ile ilgili literatürü gözden geçirdiğimizde, intihara teşebbüs eden bireylerin öfke ve saldırganlıkla başa çıkma, dürtüsel davranışlar ve problem çözme konularında yetersiz kaldıkları görülmektedir. Bu bireylerde derin bir depresyon, karamsarlık, öfke ve yalnızlık duygularının varlığı görülmektedir. Ayrıca, üstesinden gelemeyeceği güç bir durum, yaşadığı iletişim problemleri bireyi kendisinden “öç alma”ya ve sonuçta intihara sürüklemektedir. (Şahin, Onur ve Basım, 2008).

İntihar davranışının veya fikrinin oluşmasının hemen ardından gerçekleştirilen ikincil önleme çalışmaları ise bu tür eğilimleri minimize etmek amacıyla yapılmaktadır. Bunun için de öncelikli olarak risk taşıyan grubun özelliklerinin bilinmesi ve zamanında etkili bir şekilde müdahale edilmesi gerekmektedir. Bu basamakta yapılması gereken çalışmalar arasında, okullarda yapılacak tarama çalışmaları ile birlikte okul personeline intiharla ilgili riskli davranışları tanımlayabilecekleri becerilerin kazandırılması yer almaktadır.

  1. Yetişkinler gençlerin yaşama ayak uydurmada çok acemi olduğu daima hatırda tutulmalı; okulda başarının önemli olduğu, ancak yaşamla eşdeğer olmadığı gençlere anlatılmalıdır.
  2. Krizdeki bireylere ve yüksek risk taşıyan ve intihar girişiminde
    bulunmuş kişilere nitelikli ve profesyonel danışmanlık hizmeti
    sunulmalıdır.
  3. Gençlerin bu dönemde karşılaştıkları sorunlar ciddiye alınmalı, çocuk yetiştirme ve gençlik sorunları hakkında ebeveynler, öğretmenler ruhsal (psikolojik) sorunlar hakkında bilgilendirilmeli; zamanında gerekli müdahale ve tedavinin hayat kurtarıcı bir işleve sahip olduğu bilinmelidir.
  4. Tüm yurt genelinde risk gruplarının tespit edilmesi için tarama ve
    deneysel modellerle “intiharları önleme çalışmaları” adı altında bir çalışmanın yapılarak risk etkenlerinin tespit edilmesi ve önleyici
    çalışmaların yapılması gerekir.
  5. Yapılacak psikoeğitim çalışmalarında kadınlara yönelik “kendine
    güven” duygusunun geliştirilmesi, erkeklere yönelik ise “saldırganlık
    kontrolü”nde eğitici çalışmaların yapılması yararlı olacaktır.
  6. Çocuk ve gençlere kendine güven, stresle başa çıkma, problem çözme, sosyal beceri, dürtü ve öfke kontrol ve iletişim becerileri konularında gerekli psikolojik danışmanlık eğitiminin verilmelidir.
  7. Krize müdahale ve intihar önleme merkezlerinin daha aktif çalışması gerekir. Çocuk ve gençlere toplumsal değerlerin, onların gelişim özellikleri dikkate alınarak verilmesi intiharların önlenmesi
    bakımından yararlı sonuçlar doğuracak ve intiharları önlemede ve
    azaltmada önemli bir işleve sahip olacaktır.
  8. Olumsuz iletişim engellerinden kaçınarak, açık iletişim içersinde
    ergenle güvenli bir bağ kurulmalıdır. Ebeveynlerin çocuklarıyla
    kuracağı güvenli yaklaşım çocuklarının birçok sorunu çözmesinde en
    etkili yaklaşımı oluşturacaktır.
  9. Sonuç olarak, bireylerin karşılaştıkları sorunlara karşı tahammülsüz
    olmaları, problem çözme ve sorunlarla başa çıkma becerilerinin
    yetersiz olması intiharları körükleyen bir neden olarak
    düşünüldüğünde, bu alanda yapılacak çalışmalar önem arz etmektedir.

Yaşamak sorumluluk almaktır aslında Neşesiyle, hüznüyle,acılarıyla,sürprizleriyle,hayalkırıklıklarıyla,mucizeleriyle iyi kötü anılar yaşanmak için yeni doğmuş bir bebeğin hayat yolunda dizilmiş bekliyordur en başta… Dünyanın düzeni bu ; insanoğlu doğar büyür ve ölür. Sonu olmayan bir yol değildir, her canlı bir gün mutlaka ölümü tadacaktır.Buna insanın kendisi karar vermez, herkesin ömrü, yaşayacağı gün sayısı bellidir ve hayatını sonunu bilmeden yaşamak insan için daha rahatlatıcı bir şeydir.Öleceğimiz günü bilseydik eğer,o güne adabte olurduk, karamsarlığa kapılırdık, yaşamaya değer durumları önemsemezdik,her şey anlamsız gelirdi. Oysaki nerede ne zaman nasıl başımıza geleceğini bilmemek hayata tutnmayı sağlar, hedefler koydurur, baş etme gücü verir, hayal kurdurur.

Kimileri doğduğu günden itibaren yetiştiriliş biçimi, genetik eğilimi ve çevresel sebeplerle kişiliğini yara alarak oluşturmuştur. Çocuklukta yaşadığı travmalar, yaşamına giren ve iz bırakıp giden insanların olması, hayal kırıklıkları, hor görülme, değersizlik ve suçluluk hisleri nedeni ile kişi sırtına binen hayat yükünün altında ezilmeye başlar. Ruhsal açıdan çok da sağlıklı olmayan intihara meyilli kişiler bu yükten kurtulmanın tek çaresini önce yataktan çıkmamaya, insanlardan uzaklaşmaya başlayarak bulmaya çalışır. Bu depresif mod içerisindeyken kişi öz bakımını yapmaz, arkadaşlarıyla ailesiyle çok fazla iletişim kurmaz, iştahında çok fazla artma ya da azalma görülür,uyku problemleri yaşar, evden çıkmak istemez, umutsuzluk ve değersizlik hisleri yakasını bırakmaz. Depresyon majör depresyon boyutunu aldığı zaman intihar meyilli ciddi derecede artış gösterebilmektedir. Gücünün kalmadığını, bu dünyada yaşamak için bir sebep bulamadığını söyleyen kişi yaşamını sonlandırma girişiminde bulunur.

İntihara karar veren kişi sık sık ölümle alakalı konuşmaya başlayabilir. Çevresine sinyaller gönderir, eşyalarını dağıtmaya başlayabilir, ölümden sonraki hayatla alakalı sorular sormaya başlar, internette araştırmalar yapar, bazen çevresine açık açık ölüm düşüncesi olduğunu söyler. Daha önce intihar girişiminde bulunmuş olan kişi bir şekilde vazgeçmiş veya kurtulmuşsa bir daha intihar girişimi olma ihtimali göz önünde bulundurulmalıdır. Sürekli depresyon halindeki bu kişinin bir anda çok huzur ve mutlu bir tutum sergilemesi şüphe duyulması gereken bir durumdur. Kişi kafasına intiharı koyduğu zaman davranışları değişir hafif bir huzur ve gevşeme hissi yaşar. Çevresi tarafından bu ruh hali değişimi ciddiye alınmalı ve bir uzmana başvurulmalıdır. Ayrıca çevresinin tutumu bu kişiye karşı kesinlikle soğukkanlı bir şekilde olmalıdır. Derdine ortak olunup onunla birlikte olaylar dramatize edilmemelidir.

Bazı ailevi sorunlar, büyük kayıplar (hem maddi hem manevi),yakınlarından birinin hastalığı, alkol ve madde bağımlılığı, ergenlik dönemi sıkıntıları, boşanmalar, terk edilmeler, yalnızlık, aldatılmalar, platonik aşık olma hali, psikolojik rahatsızlıklar(depresyon, şizofreni, bipolar bozukluk ,kişilik bozukluklarında ,bağımlılıklar vs…) intihara zemin oluşturan başlıca durumlardır.

İntihar iki şekilde gerçekleşir ya bir süreçle intihar zemini hazırlandıktan sonra gerçekleşir ya da dürtüsel bir tepki olarak anlık bir kararla gerçekleşir. Ölme isteği zaman zaman her insanın aklına gelen bir olgudur ancak insanlar bunu bir an önce akıllarından çıkarıp hayata adapte olup,sorunlarına çözüm bulmaya çalışırlar ve bu düşünceden kurtulurlar. İntihar edecek olan kişinin çoğu zaman çözüm arayacak gücü ve enerjisi yoktur. Ancak unutulmamalıdır ki intihar bir zayıflık ve bir kaçıştır. İnsanın sorunlarının üstesinden gelmesi ,hayata dair sorumluluklarının altından kalkabilmesinin illa ki bir yolu vardır ve bu yol bulunur. Kişi mutlaka ama mutlaka bir uzman desteği ile hayata yeniden tutunacak gücü kendinde bulmalı baş etme yöntemleri geliştirilmelidir.

Uzm.Klinik Psikolog Sinem ÖZER

Doğru kullanmayı öğrendiğimizde pek çok yararı olan sosyal medya artık resmen boşanma sebebi.

Sosyal medya hayatımıza girdiğinden beri, gün geçmiyor ki olumsuz etkilerinden biriyle karşılaşmayalım. Doğru kullanmayı öğrendiğimizde pek çok yararı olan sosyal medya artık resmen boşanma sebebi.

FACEBOOK’TA ÇOK ZAMAN GEÇİRİYOR DİYE EŞİNE DAVA AÇTI

Facebook’ta çok zaman geçiriyor diyerek eşinden boşanmak isteyen adamın talebini mahkeme heyeti ‘‘Günümüzde herkes günün çoğunu internette geçirmektedir. Bu nedenle de Almanya’da yaşayan bir kadının internette zaman geçirmesi normaldir.’’ diyerek reddediyor ve evliliği bitirmiyor.

SOSYAL MEDYA BAĞIMLILIĞI ARTIK TEK BAŞINA BOŞANMA SEBEBİ

Ancak karar Yargıtay’a taşınıyor ve Yargıtay, “Bu durum eşlerden diğeri için ortak hayatı çekilmez kılar. Haklı boşanma gerekçesidir.” Diyerek boşanmayı onaylıyor. Böylece bu kararla beraber Yargıtay, bundan sonraki benzer davalar için emsal niteliğinde bir karara imza atıyor. Sosyal medya bağımlılığı artık tek başına bir boşanma sebebi oluyor.

SOSYAL MEDYADA NE KADAR ÇOK VARSAK SOSYAL HAYATTA O KADAR YOKUZ

Sosyal medya hayatımıza özellikle cep telefonları ile iyice yerleşti son yıllarda. Telefon satın alırken artık içinde uygulamasıyla satın alıyoruz. Sanki herkes sosyal medyada bir hesap açmak ya da bir hesap sahibi olmak zorundaymış gibi. Sosyal medyada ne kadar çok varsak, sosyal hayatta o kadar yokuz aslında. Sanal dünyada aktif olmak, masa başına, ya da eldeki telefonun ekranına kilitli kalmak anlamına geliyor. Çevrenize bir bakın şöyle: Küçücük çocukların elinde de telefon var, biz yetişkinlerin elinde de. Çocuklar da artık bir sosyal hesap sahibi, bir yetişkinler de.

ŞU AN NELER OLUYOR VE BEN NELERİ KAÇIRIYORUM!

Geçtiğimiz yazılarımda bahsettiğim gibi neredeyse hepimiz ‘acaba hangi gelişmeleri kaçırıyorum, şu an neler oluyor’ merakı ve kaygısıyla sürekli olarak hesaplarımızı kontrol etme ihtiyacı duyuyoruz ki bu durumun da bir adı var artık biliyorsunuz: FOMO. Yani Fear of missing out. İster istemez, elimiz hep telefonların tuşlarında. Ekran ışığının sönmesine asla tahammülümüz yok. Çünkü o arada başkaları bir şey paylaşıyor. Kaçırmamak lazım.

OYSA HAYATIMIZI KAÇIRIYORUZ

Akıp gidiyor anlar gözlerimizin önünden. Artık arabada giderken dışarı bakmıyoruz, tükeniyor yollar pencerelerde. Yürürken kimseyi görmüyoruz, siliniyor yüzler ve ifadeler. Silüetler kalıyor sadece.

Biz hep içeride neler olduğuyla ilgiliyiz. O minik aletlerle açıldığımız kocaman bir deryada ne olup bittiğiyle o kadar ilgiliyiz ki, işte o mahkemedeki evli çiftin durumuna düşüyoruz fark etmeden. Eşler, başkalarıyla kendisinden daha çok ilgilenen ve zaman geçiren bir partner istemiyor haklı olarak. Tanımadığı insanların neler paylaştığına ya da neler yaptığına bu kadar odaklanınca, en yakınındakini görmez oluyor insan demek ki.

EVLİLİK ÖZEN İSTER

Evlilik yaşayan bir kurumdur. Durağanlaştığında, beslenmediğinde, güneş görmediğinde, sulanmadığında bir bitki gibi solar, ışıltısını kaybeder, kendini tüketir. Eşler birbirini nikahlı ve tapulu malı gibi gördükleri sürece evlilikler kaçınılmaz sona er ya da geç ulaşır. Yani evlilikler ya biter ya da çocukların hatırına(!) sürdürülmeye çalışılır. Evinize bir bitki aldığınızda nasıl ki bir kenara koyup orada bırakmıyorsanız, zaman zaman vitamin verip, sık sık sulayıp, ışık ve güneş görmesine dikkat ediyorsanız, evlilik de böyle özen ister.

‘Nasılsa evlendik, ihtiyaçlarını da karşılıyorum, başka ne ister ki?’ derseniz en önemli ihtiyacın parayla satın alınamayacak ilgi ve ifade edilen sevgi olduğunu unutursanız, o ilgi başka yerlerde aranmaya başlayabilir. Ya da size karşı ilgisizlik olarak geri dönebilir.

Hayat şartları çok iyi olan ama anlaşamayıp boşanan insanları ya da zor şartlarda yaşıyor olmalarına rağmen birbirine bağlılıklarını sürdürenleri gördüğünüzde bilin ki evlilik için en önemli eksik para ya da satın alınabilen eşyalar değil, alınamayan ve yeri hiçbir ekonomik değerle doldurulamayan sevgidir. Evlilikler bitiyorsa bunun tek suçlusu olarak sosyal medyayı görmek ve göstermek yanlış olur. Sosyal medya sadece kolaylaştırıcı ya da boşanmaları tetikleyici bir etken olabilir ancak. Çünkü yıllardır boşanmaların artmış olması konuşulagelen bir konudur.

EVLİLİKLERDEKİ EN DERİN BOŞLUKLARI SOSYAL MEDYA DOLDURUYOR

Günümüzde evliliklerdeki o derin boşlukları dolduran sosyal medya oldu. Birbirine karşı soğumuş eşler, internette farklı hayatların ışıltısıyla ısınmaya başladılar. Tehlikeli olan burasıdır. Sanal hayatlara, aslında gerçek olmayan yaşantılara inanmak, var olduğunu zannederek hayallere kapılmak yok ediyor pek çok evliliği. İnternetin başına oturan ve herhangi bir sosyal paylaşım sitesine giren bir kadın, yan odada uyuyan eşini eskisi kadar çekici bulmuyor. Aynı şey bir erkek için de geçerli. Tüm gün çalışmış ya da çocukların, evin ve alışverişin peşinde koşuşturmuş bir kadın erkek için de hiç cazip görünmüyor. Gözlerini ekrana çevirdiğinde ise, çok renkli bir hayat var orada. Sürekli olarak bakımlı kadınlar ve erkekler topluluğu. Hep bir tatil ya da eğlence havasında akıp giden paylaşımlar.

İSTEDİĞİ İLGİYİ EŞİNDEN GÖREMEYEN EŞLER SOLUĞU SOSYAL MEDYADA ALIYOR

Evdeki eşinden istediği ilgiyi görmeyen ve beklediği sözcükleri duymayan o kadınlar ve erkekler soluğu sosyal medyanın ışıltılı ama sahte dünyasında alıyor. Sanal olduğu şuradan belli ki, insan orada zaman geçirmeye doymuyor. Ve bir de tabii ki insanın en temel duygularından birisine hitap ediyor: Onay ve kabul görme ihtiyacına. Paylaştıklarımız beğeniliyorsa, yorum alıyorsa hatta paylaşılıyorsa toplum tarafından ya da grup tarafından onaylandığımızı düşünüyoruz. Bundan da keyif alıyoruz. Ama zamanla bu keyif yetmiyor. Aynı sigara tiryakiliğinde olduğu gibi. Haz aldıkça aynı hazza ulaşmak için aynı davranışı tekrar etmeye başlıyoruz. Sonra yine, yine ve yine aynı davranışları yapıyoruz. Derken bir bakıyorsunuz birey tüm zamanını elindeki telefonla oyalanarak geçirmeye başlıyor. Normal şartlarda düşündüğümüzde bir insan sahip olduğu telefonla ne kadar süre sıkılmadan oyalanabilir ki?!

Ama o bir telefon olmaktan çok bir medya platformu. Gazetelere ulaşabiliyorsunuz, haberleri öğreniyorsunuz, yolunuzu buluyorsunuz, o kadar ki sizi gideceğiniz yere kadar götürüyor bile. Yakınınızda yörenizde kim var öğrenebiliyorsunuz, hatta partner bulabiliyorsunuz, alışveriş yapabiliyorsunuz, çocuğunuzun notlarını öğreniyorsunuz? Aklınıza gelen her şeyi yapabiliyorsunuz.

Ama eş olamıyorsunuz! Arkanızı dönüp baktığınızda ise eşinizi orada bulamıyorsunuz. Çünkü orada siz yoksunuz. Boşanma davası açan eşe itiraz etmeniz de faydasız.

Sosyal medya marifetiyle ve yargıtay kararıyla boşanmış oluyorsunuz. 

Dr. Uzm. Psikolog Serap Duygulu

Doğada yaşamın neticesinde dünya üzerinde bulunan her iki insan cinsiyetinin  kendilerine özgü farklı istekleri oluşmuştur. Erkeklerin en büyük isteği güç sahibi olmak iken kadınların en büyük isteğinin güç sahibinin yanında olmak istemesi gibi. Cinsiyetlerin içinde olan istekler, dünyaya geldikleri andan itibaren özlerinde vardır ve büyüdükçe daha çok belirginleşir. Bizlerde bu isteklerimiz doğrultusunda hayatımızı şekillendirir onların peşinden gideriz.

İlgi görmek, beğenilmek biz insanlar için bu hayat pastasının kreması olmalıdır, pastanın kendisi değil. Demek istediğim beğenilmeyi, ilgi görmeyi hayatımızın merkezine koymamalıyız. Çünkü her isteğin fazlasının zararı olduğu gibi ilgi görme isteğinin de fazlası insana büyük zararlar verir. Ve şu şekilde bir gerçekte var ki biz insanlar, dünya üzerindeki diğer 7 milyar insan gibi doğan, büyüyen ve sonunda ölen canlılarız. Bu kadar abartılmış ilgi görme ihtiyacı niye? Günümüz modern toplumunda, sosyal medya illeti yüzünden öyle bir kadın sınıfı türedi ki sadece “ben, benn, bennn” diyen, hayattaki tek amacı elindeki mevcut güzelliği ve vücudu sayesinde beğeni ve ilgi toplamak olan bir kadın türü (!) Emin olun azımsanmayacak kadar çoklar. Çünkü günümüzün en popüler teknolojisi telefon ve bu telefonun içindeki uygulamalar “Instagram, Twitter, Facebook ve daha yüzlercesi ” tamamen kadına hizmet etmekte ve kadınların doğasında var olan ilgi görme isteğini hat safhaya ulaştırmaktadır. Sebebi ise sosyal medya prensesleri ve perde arkası hayatları…

Anlayacağınız kadının bir erkeği tercih etme kriteri çok daha karmaşıktır. Çünkü en temel düzeyde kadın bir erkeğe daha güçsüzdür ve kendisinden daha çok seveceği çocukları dünyaya gelecektir. Kadın bilinçli zihni ile farkında olmasa da bilinçaltı düzeyde, çocuklarına ve kendisine iyi bir koruyucu olabilecek bir eş adayı arar. Bu yüzden bilinçli zihinleri ile soyut kavramlara önem verirler.

Biz erkekler, bir kadının sadece dış görünüşünden etkilenerek o kadına duygusal yatırım yapar ve onunla birlikte olmak isteriz. Bu erkeklerin doğasında vardır. Biz erkekler için kadını kariyeri, özgüveni, maddi gücü ve diğer özellikleri önemsizdir. Bizleri bir kadında etkileyen en önemli unsur dış görünümdür. Bu yüzden erkekler, sosyal medyadan yüzlerce kadına yürüyebilir, çünkü kadının profiline girilir, bakılır güzelse mesaj gönderilir. Ancak biz erkeklerde çalışan beğeni mekanizması ile kadınlarda çalışan beğeni mekanizma aynı değildir. Kadınlarda dış görünüme önem verirler ama onların erkeklerde aradıkları çok daha farklı kriterlerde vardır. Mesela duygusal güç, öz değer yüksekliği, maddi güç, hayatta kalma gücü gibi özellikler.

Kadınların sosyal medyada çok fazla ilgi görmesi bazı kadınlarda bağımlılık, ilgi görme hastalığı oluşturmuş ve ilgi görmeyi hayatının merkezine koymuş bir kadın sınıfı oluşmuştur. Bu kadın sınıfının hayattaki en büyük amacı: Daha fazla ilgi görmek, daha fazla beğenilmek, daha daha fazla ilgi görmek olmuştur.

Hiçbir erkeğin sosyal medya profili o erkeğin gerçek anlamda duygusal gücünü, öz değerini, hayatta kalma becerisi gibi erkeksi özelliklerini göstermez. Kadınlar bunları sosyal medya fotoğraflarında göremedikleri için hem gerçek hayatta hem de sanal hayatta bir erkeğe mesaj atmazlar, yani yürümezler. Kadın ve erkeğin beğeni mekanizmalarının farklı çalışması yüzünden, kadınlar sosyal medyada, paylaştıkları fotoğraflar ile DM kutularına gelen mesajlar ile paylaştıkları fotoğrafların ve gönderilerin altına gelen yorumlar ile sosyal medyada çok büyük ilgi görürler, erkekler ise ilgi görmeyi geçtim karşı cinse mesaj atarlar ve büyük ihtimalle de görüldü mesajı alırlar bu da erkekleri aşağılık psikolojisine sürükler.

Bu kadın sınıfının en büyük özelliği: Dünya kendi etraflarında dönüyormuş gibi davranmalarıdır. Bu özelliklerini gerek sosyal medya paylaşımlarından gerek gerçek hayattaki davranışlarından anlayabilirsiniz. Bu özelliklerinin oluşmasındaki en büyük sebep yukarıda bahsetmiş olduğum üzere sosyal medya yüzünden çok fazla gereksiz ilgi görmeleridir. Gördükleri bu gereksiz ilgiler neticesinde içlerinde var olan ilgi görme isteğini büyük bir egoya dönüştürüyorlar ve dünyanın kendi etraflarında döndüğünü düşünmeye başlıyorlar. Bu yüzden gerek sosyal medyada olsun, gerek real hayatta olsun saçma davranışlar sergiliyorlar. Çünkü yaptıkları davranış ne kadar saçma olsa da o saçma davranışa alkışlayacak bir şakşakçı hemen arkalarında duruyor.

Bu kadın sınıfının en belirgin ikinci özelliği ise: ilgi görmekten haz almaları ve ilgi görmeye bağımlı hale gelmeleridir. İlgi görebilmek için her şeyi yapabilirler. Mesela bir erkekten hiç hoşlanmasalarda o erkeğe gülümseyebilirler, yürüme davetiyesi atabilirler. Amaçları sadece hoşlanmadıkları o erkekten ilgi görmek ve egolarını tatmin etmektir. Sanal ortamlarda özellikle Instagram ve Twitter’da ilgi görme bağımlılıklarını tatmin edebilmek için sürekli olarak paylaşımlarda bulunurlar. Aldıkları her beğeni, her yorum, her mesaj onların bu hayattaki var olma sebebi haline gelmiştir (!)

Günümüz toplumunun en büyük ilgi açlığı çeken ve ilgi görme bağımlısı olmuş kadınına örnek vermemiz gerekirse bu kişi tabi ki de 3 milyon takipçisi olan hanımefendidir. ( xy ) Yaptığı boş paylaşımlar ve paylaşımlarında sergilediği davranışlar tam anlamı ile ilgi görmeye bağımlı olmuş bir kişinin tüm özelliklerini sergilemektedir. Konu dışı olacak biliyorum ama yine de merak ediyorum bu kadını takip edenler, neden takip ediyor? Düşünün bir insan var ve o insan sadece ben şöyle hayat yaşıyorum, ben böyle hayat yaşıyorum diyerek den kelimenin tam anlamı ile görgüsüzce paylaşımlar yapıyor ve insanlar da bu kadının tüm bu şahane (!) hayatını izlemek için can atıyor. Gerçekten çok garip! Sosyal medyada ilgi görmek için kullanılan ve ilgi görmeyi en çok kolaylaştıran uygulama ise aralıksız Twitter’dır. Çünkü Twitter algoritması gereği bazı kadınları tam anlamı ile ilgi manyağı haline getirecek yapıya sahiptir.

Gelin bu gerçeği paylaşılan twitler ile inceleyelim:

Toplum olarak her ne kadar farkına varmasak da sosyal medya insanların kanına girmiş ve tam anlamı ile kendisine bağlamış durumda. İnsanlar kadın, erkek fark etmeden kendilerine hiçbir şey katmayan sadece zarar veren bu uygulamaların arasında kendi cinsiyet kimliklerine dair her şeyi kaybediyor ve üstüne eğlendiklerini zannediyorlar. Ne kadar acı bir durum!

İlk olarak ilgi bağımlısı  kadınlar hakkında şu gerçeği anlamamız gerekiyor: İlgi bağımlısı kadınlar sosyal medyadan gördükleri yoğun ilgiden ötürü bir ütopya oluşturmuşlar ve bu ütopya içerisinde dünyanın kendi etraflarında döndüğünü zannederek yaşıyorlar. Yani onlar için yaptıkları her hareket, her davranış, söyledikleri her söz tamamen doğru ! Farklı bakış açısından bakmaları mümkün değildir. Çünkü yaşadıkları ütopya içerisinde bir sürü erkek, ne kadar aptalca davransalar da onlara şakşakçılık yapmaktadır. Belki benimle birlikte olur diye (!) Bu yüzdendir ki sizlere vereceğim en önemli tavsiye: ilgi bağımlısı kadınlar ile ister sanal hayatta olsun, ister real hayatta olsun fark etmez, eğer karşılaşırsanız:

Uzak Durun: Uzak durun, çünkü bu kadınların hayatlarında ki tek amacı; yukarıda da bahsetmiş olduğum üzere daha fazla ilgi görmek, daha daha fazla ilgi görmektir. Hayatlarının merkezine ilgi görmeyi koydukları için herhangi bir konuda konuşacak konuları, yani size katacakları bir değer yoktur.
Herhangi bir konu hakkında kesinlikle tartışmaya girmeyin: Sosyal medyada görüyorum ilgi bağımlıları ile tartışmaya girmiş olan insanları ve gerçek anlamda anlam veremiyorum, neden bu tarz bir kadınla tartışmaya girdiklerini. Çünkü ilgi bağımlısı olmuş bir kadına siz hiçbir şey anlatamazsınız. Nedeni ise onun arkasında onu her saniye alkışlayacak bir şakşakçısının olmasıdır. O kadın o anda isterse dünyanın en aptalca düşüncesini savunsun bilin ki yine de onun arkasında bir sürü erkek var: onu alkışlayacak ve haklısın diyecek. Bu yüzden ister sosyal medyada olsun ister gerçek hayatta olsun kesinlikle tartışmaya girmeyin, anlatamazsınız anlamazlar …
İlişki Düşünmeyin: Bir kadının ilgi bağımlısı olduğunu anladığınız anda yukarıda söylediğim üzere yavaş yavaş orada uzaklaşın. Kadın fiziksel görünümü sizi etkileyebilir güzel duygular hissedebilirsiniz ama yine de oradan uzaklaşın. Çünkü bu tarz bir kadınla yaşayacağınız ilişkide sadece sürünürsünüz.
Sosyal medya hesaplarınızdan çıkartın: Kadın erkek fark etmez; eğer kullandığınız sosyal medya uygulamalarında “yok beyler, yok kızlar vs.” tarzında saçma paylaşımlar görürseniz derhal o kişiyi takipten çıkın, çünkü zihninize ne verirseniz, zihniniz onu kabul eder. Bu tarz paylaşımlar ile zihninize sadece hayatın vajina ve penis etrafında döndüğü sinyallerini gönderir ve zihninizi bir çöplüğe dönüştürürsünüz. Sosyal medya kullanıyorsanız kendi yararınız için kullanın. Mesela düşünce sayfalarını, dil öğrenme sayfalarını veya girişimcilik ile ilgili sayfaları takip edin. Belki girişimcilik sayfalarından kapacağınız bir düşünce sizin hayatınızı değiştirecek.
Bakış açınızı değiştirin: Sosyal medyada ilgi bağımlısı kadın sınıfının genellikle yüksek takipçisi vardır. Bu yüksek takipçi de sosyal medyadan bazı insanları, bu tarz kadınların yüksek takipçisinden ötürü bir şey zannetmelerine yol açmaktadır. Aynı yüksek takipçili vasıfsız youtube ünlülerini toplumun bir şey zannetmesi gibi. İlgi bağımlısı olmuş kadınlar hayatlarının merkezine ilgi görmeyi koydukları ve sürekli olarak gereksiz ilgiye tabi oldukları için kendilerini geliştirme ihtiyacı hissetmezler. Belki beden yaşları büyüktür ancak zihnen yaşları 15, 16 yaşındaki hayata yeni girmeye başlamış ergenlerin ki ile aynıdır. Bu yüzden bu tip kadınları gerçek hayatta ve sosyal medyada gördüğünüz de “beden yaşını tamamlamış ancak zihnen daha küçük yaşta olan bir hanım kardeşimiz” olarak bakmanız daha yerinde bir bakış açısı olacaktır.

İnsanlar aklına gelen her türlü düşünceyi sorgusuz, sualsiz kabul ederler. Aklımıza gelen bu düşünceleri mantık süzgecinden geçirmeyiz aslında. Olumlu düşünceler, güzel hayaller iyidir, fakat olumsuz düşünceler? Bazen bir şeyi düşünmekten kaçındığımız da aslında daha çok düşünürüz. Size Kırmızı bir elma düşünmeyin dediğimde aslında direkt olarak kırmızı bir elma düşüneceksiniz. Aklınıza kötü bir düşünce geldiğinde kendinize şu soruyu sorun; ‘Bu düşüncenin doğru olduğuna inanıyor muyum?’. 

Birçoğunuzun vereceği cevap elimde değil düşüncemin her zaman için doğru olduğuna inanıyorum ve o bana ne emrediyorsa onu yapıyorum. Eğer ki panik atak geçireceksem şu ortama girme diyorsa girmiyorum, çocuğuna zarar vereceksin diyorsa evdeki bıçakları topluyorum dediğinizi duyar gibiyim. Zaten tüm psikolojik rahatsızlıkların temelinde bu yatmaktadır. Düşüncelerimizin bize emir vermesi ve bizim gerçekleştirmemiz. Şimdi size bir örnek vereceğim; İşlemediğiniz bir suçtan dolayı mahkemeye çıktınız ve karşınızda bir hâkim var onu suçsuz olduğunuza ikna edeceksiniz. Ne dersiniz? Ben suçsuzum hâkim bey, kanıtlarım var o saatte orada değildim, araştırılmasını talep ediyorum. Peki, hâkim size şöyle dese?

Ben sizin suçlu olduğunuzu hissediyorum. Kabul eder miydiniz? Tabii ki hayır. Aklımız böyle durumlar karşısında çok iyi çalışıyor ve karşı çıkıp araştırılmasını talep ediyoruz. Peki ya olumsuz düşüncelerimize bu durumdaki gibi karşı kanıtlar bulup niye olumluya çevirmiyoruz? Biz kendimize olumsuz düşüncelerimizi kabul edip müebbet veriyoruz aslında. Biz psikologların Bilişsel Davranışçı Terapi süreci içerisinde Bilişsel yeniden yapılandırma adını verdiğimiz tanıma uygun bir örnektir bu. Dolayısıyla şunu yap, bunu yap gibi diktatör söylemlerin üstüne gitmek doğru değildir. Olumsuz düşüncelerinizi gerekirse kağıt kalem alıp sorgulayın, yetmediği yerde bir uzman psikoloğa veya psikiyatriste gitmenizi tavsiye ederim.

PSİKOLOG ANIL DALKILIÇ

“Cahillik, bizi hizmetçiliğe düşürür; eğitim ise özgürlüğe çıkarır.” Diego Luis de Cordoba’nın sözleri. Ne var ki eğitim, bilgiyi zorla empoze etmeyle, hele bağırmakla uzaktan yakından ilgili değildir. Esasen çocuğa bağırmak, çocuğun beyninde önemli zararlara yol açabilir.

Bağırmak, başkalarının sizi dinlemesini sağlamak için etkili bir yöntem değildir. Pek çok çalışma bunu ortaya koyuyor. Ayrıca çoğu kez sinirimizi boşaltmak için bağırırız, bilgi vermek için değil. Özellikle de çocuklar söz konusu olduğunda doğrudur bu çünkü bağırmamız onların öğrenmesine yardımcı olmaz.

“Bana söylersen unuturum. Bana öğretirsen hatırlarım. Beni dahil edersen öğrenirim.”

– Benjamin Franklin

Boş çığlıklar

Aaron James gibi yazarlar bağırmanın sizi haklı kılmadığı gibi bir tartışmada sizi avantajlı da kılmadığını iddia etmektedir. Bu bilgi pek çok çalışmayla ispatlandı. Hatta bunlardan birinde Birleşik Devletlerin şu anki başkanı Donald Trump’a gönderme de vardır. Eğer doğru olduğumuzu göstermek istiyorsak bağırmak çare değil. Bağırmak değil, akıl ve mantık kazanacaktır bir tartışmada.

Genellikle kontrolümüzü kaybettiğimizde bağırırız. Dolayısıyla, bağırdığınız zaman insanların aldığı mesaj budur: kontrolünüzü kaybetmiş ve duygularınıza yenilmişsinizdir. Esasen bağırmak, söylemeye çalıştığınız sözlere ilgi ve dikkat gösterilmesini önler.

Bağırmanın çocuklar üzerindeki etkileri

Pittsburgh Üniversitesince basılmış yeni bir çalışmaya göre bir çocuğa sürekli bağırıp çağırmak, psikolojik gelişimi konusunda pek çok riski beraberinde getirir. Bu demektir ki çocuğunu kontrol etmek ya da azarlamak için bağıran kişiler çocuklarının gelişimsel problemler yaşama riskini artırmaktadır. Sık sık kendilerine bağırılan çocuklar agresif veya savunmacı davranışlarla karşılık vermeyi öğrenebilir. Bu çalışmaya bir ila iki yaştaki çocukları olan yaklaşık 1000 aile katıldı. Buna göre sık sık bağırılıp çağrılan çocukların ergenlik döneminde depresif belirtiler ve davranış problemleri göstermeleri daha muhtemeldir.

Esasen bağırmanın problemleri en aza indirmediğini, tam tersine sorunları kötüleştirdiğini gördüler. Mesela, çocuklar daha az itaatkâr olabilir. Bu arada çocuklarına karşı daha sıcak bir tavır takınan anne babalar ise az sayıdaki durumda bağırmış olamalarının negatif etkilerini en aza indirgemektedir.

Başka çalışmalar

Bu alanda yapılmış daha pek çok çalışma var. Harvard’ın psikiyatari bölümü; sözlü taciz bağırma, aşağılama veya bu üçünün birleşiminin çocuğun serebral yapısında kalıcı etki yarattığını onaylamaktadır. Aile sorunları nedeniyle psikiyatrik problemler yaşayan 50 çocuğu inceleyip bunları sağlıklı 100 çocukla karşılaştırarak korkutucu sonuçlara ulaştılar. Mesela, psikiyatrik sorunlar yaşayan çocuklar her iki beyin alanını değiştiren corpus callasum bölgesinin ciddi oranda küçüldüğü görülmüştür. Bu küçülme beynin her iki yanını da daha az bütünleşmiş kılabilir, kişilikte değişikliklere yol açarak ruh hâlinin daha vurgulu hâle gelmesine ve duygusal istikrardan taviz verilmesine neden olabilir. Bu azalan bağlantının bir diğer sonucu da odaklanma güçlüğüdür.

Bağırmaktan nasıl uzak durabiliriz?

Elbette çocuklarımız kimi zaman delirtiyor bizleri ama bağırmak asla çözüm olamaz. Bu tuzağa düşmekten kaçınmak için şu tavsiyeleri hatırlayın:

  • Bağırmak kontrolünüzü kaybetmek demektir. Kontrolümüzü kaybedersek çocuğumuzu düzgün bir şekilde eğitemeyiz.
  • Stresli durumlardan uzak durun. Bazen bunu başarmak çok zor ama iyi bir gözlem sayesinde bizi bağırmaya iten şeylerin ne olduğunu öğrenebiliriz. Bu yüzden bu şablonu görünce onu saf dışı bırakmak için çalışabiliriz.
  • Hareket etmeden önce sakinleşin. Sınırınıza ulaştığınızda size yardım edecek bir yola başvurun, mesela ona kadar sayın. Rahatlayın ve kontrolü ele geçirin.
  • Kendinizi suçlamayın ya da kendinize yüklenmeyin. Başka bir deyişle kendiniz ve çocuğunuz için belirlediğiniz beklentiler konusunda dikkatli olun. Her zaman beklentilerinizi karşılayamıyor diye çocuğu da suçlamayın. Sadece çocuk bu. En önemli şey mutlu olması ve doğru şekilde gelişmesidir.

“Çocuklarımızı kendi arzularımız göre şekillendiremeyiz. Onları Tanrı’nın bize verdiği şekilde sevmeliyiz.”

– Goethe

Artık sık sık bağırmanın çocuk aklı üzerinde yol açtığı zararı biliyoruz. Yani alternatif ifade şekilleri aramak biz yetişkinlerin ve sorumlu kişilerin elinde. Çocuğumuzun ruh sağlığını tehlikeye atmadan mesajımızı iletmenin başka yollarını bulabiliriz.

Psikolog Sergio De Dios González

Modern yaşam tarzının avantajları ve dezavantajları… Bu yaşam tarzının insanların hayatını kolaylaştıran yanı olduğu gibi, bize zararlı olan yönleri de var. Modern çağın gerektirdiklerine ayak uyduralım derken sağlığımızı arka plana atıyoruz. Tabii ki bunun sonucunda istenmeyen durumlarla karşı karşıya kalıyoruz. Sosyal Jet Lag Sendromu bunlardan sadece biri tanesidir.

Sosyal jet lag sendromu, hafta sonları uyku düzeni değiştiğinde, geç yatıp geç kalkıldığında, erken uyuyup geç kalkıldığında yani uyku düzeni bozulduğunda ortaya çıkmaktadır. Kavramı ilk tanımlayan kişi, Münih’teki Ludwig-Maximillian Üniversitesi’nde Kronobiyoloji profesörü olan Till Roenneberg’dir. Kavramın tanımı ilk olarak 2012 yılında yapılmıştır. Roenneberg’in bu konuyla ilgili açıklaması “uyku yoksunluğuyla sosyal jetlag birbirinden ayrılamaz haldedir, birbirini takip eder” şeklindedir.

Çoğumuz, zamanın koşullarına ayak uydurmak için kendi sağlığımızı ikinci plana atarız. Bu hayat koşuşturmasına yetişmek için ilk olarak yaptığımız hata düzenli uyku ihtiyacımızı göz ardı etmek. Bu yaptığımız hatanın sonuçlarına katlanmak da tabi ki bize düşüyor. Bunlar çeşitli sorunlar, fizyolojik rahatsızlıklar ve psikolojik rahatsızlıklar olmak üzere birçok şekilde kendini belli ediyor.

Biyolojik ritim, kendi içinde dörde ayrılır. Bunlardan ilki, 24 saatten uzun döngüleri ifade etmek için kullanılan infradiyen ritim, ikincisi 24 saatlik döngüyü tanımlayan sirkadyen ritim, üçüncüsü gece ve gündüz döngüsünün tanımlanmasında kullanılan diurnal ritim ve son olarak 24 saatten kısa olan dakika, saat, saniye gibi süreçleri tanımlamak için kullanılan ultradiyen ritimdir.

Bu sendrom, sanayileşmiş ülkelerde, gelişmemiş ülkelere kıyasla daha fazladır. Yaş skalasında ise genç yetişkin bireylerde %70 oranında görülme sıklığı vardır. Biyolojik ritmin bozulması sonucu ortaya çıkan olumsuz sonuçlarla yakından ilişkilidir. Ayrıca güneş ışığının vücuda yeterli miktarda alınmaması da başlıca nedenlerindendir

Hayatımızı düzenlerken kendimize uygun olan saati ayarlarız. Bu ayarladığımız saatin hem hayat koşuşturmamıza hem de bize uygun olması gerekir. Yani sosyal saat, iş, okul ve ev hayatı gibi sorumluluklarımızı yerine getirirken uymamız gereken zaman dilimini ifade eder. Bir nevi kendi icadımız olan bu kavram hayatımızda önemli bir yere sahiptir.

Uyku, canlıların sağlığı ve yaşam kalitesi üzerinde etkili olan sosyal, psikolojik ve fizyolojik boyutları olan bir olgudur. Tüm canlılar için gerekli olan yeme, içme, barınma ve boşaltım gibi temel bir ihtiyaç olan uyku da diğerleri gibi fizyolojik bir ihtiyaçtır. Enerji depolanması, fiziksel ve psikolojik yapıların onarımı ve gelişimi, sindirimin sağlıklı çalışması, somatik büyümenin gerçekleşmesi ve beyin gelişimi gibi daha birçok faktör üzerinde doğrudan etkiye sahiptir. Tüm bu sistemler üzerinde etkili olan uyku ihtiyacı iyi giderilmediği zaman bazı sorunlar ortaya çıkıyor. İşte sosyal jet lag sendromu da bunlardan biri.

Sendromun etkileri gerçek bir jet lag etkisi gibi işler ve bu sendrom, günlük hayattan uzun dönemli sağlık sorunlarına kadar çoğu şeyi etkiler. Bipolar bozukluk, depresyon, anksiyete, obezite, kalp ve damar hastalıkları ve sosyal işlevlerde bozulma gibi daha birçok soruna neden olur.

Biyolojik saat ile sosyal saatimiz birbirine uyumlu olmadığı takdirde, aksaklıklar ortaya çıkıyor. Gün içindeki döngümüz ile sorumluluklarımızın döngüsü çakışıyor. Bundan en fazla etkilenenler ise genelde vücut sistemlerimiz oluyor. Uyumamız gereken zamanda uyumayıp başka işleri yetiştirmeye çalışınca uyku sağlığımızı ikinci plana atmış oluyoruz. Bu da haliyle psikolojik ve fizyolojik sorunları beraberinde getiriyor.

Alınması Gereken Önlemler…

Uyku kalitesini artırmak,

Uyku saatlerimizi düzenli hale getirmek,

Vücuda yeterince güneş ışığı alınmasını sağlamak,

Elimizden geldiğince uyku saatimizi çalışma saatlerimize göre düzenlemek.

Sosyal jet lag sendromu, çağımızın büyük bir sorunu haline gelmiştir. Vardiyalı çalışma sistemleri ve modern çağın gerektirdiği hızlı olma gereksinimi maalesef nedenlerinden birkaçı. Bazen şartları değiştiremiyoruz ancak unutmamalıyız ki sağlığımız her şeyden önemli. Biz vücudumuza ne kadar özen gösterirsek, vücudumuz bize o kadar iyi bakar. Önemli olan koşuları elimizden geldiğince iyileştirmek. Kendinize iyi bakın, düzenli uyumayı unutmayın.

Uzunay, A.Ş., Kalfaoğlu, S., ve Akgemci, T. (2020). Sosyal Jet-Lag Sendromu Üzerine Bir Değerlendirme. Sosyal Araştırmalar ve Yönetim Dergisi, (1), 53-61.

Ulman, E.R. (2020, 14 Ağustos). Sosyal Jetlag Nedir? https://evrimagaci.org/sosyal-jetlag-nedir-bircok-problemin-kaynagi-olan-bu-olgunun-bize-etkileri-nelerdir-9138

Bazıları için iç karartıcı olan şey, diğerleri için bir huzur kaynağı ve yeniden şarj olma yoludur. Bu durumlarda sessizliğinizi paylaşmak gününüzü geçirmenin harika bir yolu olabilir.

“Az çoktur. Sessizlik, en iyi dildir. Korkunç bir kelimeler enflasyonu çağında yaşıyoruz ve bu para enflasyonundan daha kötü.”

-Eduardo Galeano-

Hiç kendi sessizliğinizi dinlemek için durdunuz mu? Ya da bir başkasının?

Konuşmak ya da cevap vermek istemediğinizde ne olur? Ya sadece sessiz kalıp dinlemek isterseniz, başka biri sizin adınıza konuşabilir ve soruları sorabilir mi?

Sessizce iletişim kurun

Sessizlik her zaman olumsuz değildir.

Sessizlik asla boş değildir. Sessizliğin en gürültülü ses olduğu da doğrudur, ancak duyulması, anlaşılması ve açıklanması en zor olanıdır.

Sessizlik yüzden fazla kelime söyleyebilir. Ancak, her zaman dikkat gerektirir. Dudaklarımız kıpırdamadığında bu hissi hepimiz iyi biliriz ama konuşuyormuş gibi kendimizi dinleriz. Bu zamanlarda sessizce iletişim kurarsınız. Gündelik gürültüden kaçınmak istediğiniz gibi, gözlerinizin sizin için konuşmasına izin veriyorsunuz. Alternatif olarak, belki içine kapanık birisiniz ve kendinizi ifade etmenin en iyi yolunun sessiz kalmak olduğunu düşünüyorsunuz.

Hepimiz sessizliği dinleme yeteneğine sahibiz. Aslında, ona dikkat etmeyi veya ondan kaçınmayı seçebiliriz. Nitekim bazen, başka birinin boş sözlerini dinleyerek bir saniye bile kaybetmek istemiyoruz. Bununla birlikte, doğru olmasa da, sessizliği yalnızca size ait olduğunda yönetmenin daha kolay veya daha zor olduğunu düşünme eğilimindesiniz. Bununla birlikte, sessizliğin suç ortaklığı sayesinde hayatınızda harika ilişkiler ortaya çıkabilir. Sessizliğinizin ve diğer kişinin sessizliğinin en az birbiriniz kadar önemli olduğunu anlayarak.

Paylaşılan sessizlik daha iyi hissettiriyor

“Gerçek dostluk, iki insan arasındaki sessizlik rahat olduğunda vardır.”

-Nicholas Sparks-

Paylaşmak, suç ortaklığı ve sevgi kazanmak demektir. Azimden, üzüntü ve neşe karışımından doğar. Sessizlik bazen bir bağlayıcı, bazen bir boşluk, bazen de bir iletişim biçimi olarak hizmet eder.

Bir başkasının sessizliğinin sizi mutlu edebileceği zamanlar vardır. Öte yandan, bazen sizi ağlatabilir. Sessizliğinizin sizin için çok büyük olduğu ve içinde büyümenize yardımcı olmak için başka birinin geldiği durumlar vardır. Sessizliğiniz, birbirinizi tanıyabileceğiniz en iyi yerdir. Kendinize güveni bulduğunuz yer orası. Aslında, size aynı anda hem arkadaşlık hem de yalnızlık veren bir yer. En azından bir başkasının sessizliğini hissetmeye çalışmak cesaret, çaba, dayanışma ve bencillikten arınmış olmayı gerektirir.

Sessizlik, arkadaşlık durumunda sizi suskun bırakabilir veya güldürebilir. Duyguların en güzeli veya en hüzünlüsü, sizi dinleyen veya sizin dinlediğiniz, sizinle aynı fikirde olan veya sizden uzaklaşan olabilir.

“Ne mıutlu, birbirlerini anladıkları için konuşmayanlara.”

-MJ de Larra-

Sessizlik her şeyden önce bazen çığlık atsa ve kükrese bile , hayalleriniz ve duygularınız için bir sığınaktır.

Bunu çevrenizdeki insanlarla paylaşma gücünüz var ve onlar da bunu hissedebiliyorlar. Bu olduğunda, kelimeler olmadan bir konuşmadan emin olursunuz. Sessizlik gözler aracılığıyla gösterilir, güven ve azim sayesinde dinlenir ve kötü durumundan daha iyi bir duruma geçmeyi dostluk yoluyla başarır. Ödüllendirici olan şey, bunu başarmaktır.

Psikolog Gema Sánchez Cuevas

Bedeninizi ve zihninizi dinlendirmek, derin uykuya dalmak, sessizliğin tadını çıkarmak, yalnız vakit geçirmek… Sessizlik ve dinlenme günümüzde neredeyse bir lüks. Ancak, sağlığınızı önemsiyorsanız, onlara zaman ayırmak için elinizden geleni yapmalısınız. Sessizlik ve dinlenme, yok olma tehlikesi altında olan iki değerli kaynaktır. Onlar birer lüks, sadece programınız ve sorumluluklarınızdan fırsat bulduğunuzda kendinize verdiğiniz birer armağan. Ancak, şımarıklıktan çok uzak olan bu fırsatlar, aslında zihinsel sağlığınız için temel ihtiyaçlardır.

Ünlü Romalı şair Ovid, duraksız bir hayatın hızla yok olacağını söylediğinde on ikiden vurdu. Yorgunluk ve stresli, aşırı uyarıcı bir ortamda yaşamak, sağlığınızı ve yaşam kalitenizi yavaş yavaş kemirecektir.

Çoğumuz sürekli arka plan gürültüsü olan ortamlarda yaşıyoruz. Trafik, konuşmalar, bip sesi ve vızıldayan makineler, trenler, uçaklar, TV’ler ve hatta dizüstü bilgisayarınızın sürekli uğultusu. Bu kesintisiz ortam gürültüsü sizi ruh halinizi değiştirebilecek bir hiper-aktivite durumuna sokar. Sizi sinirli, yorgun ve dikkatsiz hale getirebilir. Tüm bunlar arasında en ilginç olan şey, insanların bu gerçekliğe alışmasıdır. “Hayat böyle,” diyorsunuz kendinize ve kabul ediyorsunuz. Hiper bağlantılı, hızlı ve uykudan yoksun dünyada sessizlik ve dinlenme herkesin erişemeyeceği lüksler haline geldi.

Sessizlik ve dinlenme beyni besler

Çok çalışmaktan ölebilirsiniz. Şu anda bu kavram için İngilizce bir kelime yok, ancak başka dillerde mevcut. Japonya’da bu karoshi, Çin’de gualaosi ve Kore’de gwarosa. Hayatın tamamen iş ve üretkenlikle ilgili olduğu bu son derece sanayileşmiş ülkelerde sessizlik ve dinlenmek sadece bir lüks değildir; gittikçe daha da nadir hale geliyor.

Uyku eksikliği ve stres sizi doğrudan öldürmez, ancak bu aşırı çalışma ölümü kavramı oluşmuştur çünkü uyku eksikliği ve stres intihar oranlarının artmasına katkıda bulunur. İnsanlar o kadar bitkin ve çaresizler ki intiharı tek çözüm olarak görüyorlar. Batı dünyasında ise işler biraz farklı.

Avrupa ve Amerika’da, aşırı çalışma ve intihar hakkında aynı verileri görmüyorsunuz. Bununla birlikte, çok fazla çalışma ile kalp hastalığı, depresyon, anksiyete, stres ve uykusuzluk arasında bir bağlantı vardır. Bu nedenle, Cleveland Clinic’in sağlıklı yaşam sorumlusu Dr. Michael Roizen gibi uzmanlara göre, “Uyku en az önem verilen sağlık alışkanlığıdır”.

Beynin huzur ve sükunete ihtiyacı var

Araştırmalar, ısrarlı gürültünün sağlığınızı ve ruh halinizi olumsuz etkileyebileceğini göstermektedir. Örneğin, 1975 yılında Çevre ve Davranış Dergisinde yayınlanan bir çalışma, metroya yakın okullara giden Manhattan çocuklarının akranlarının yaklaşık bir yıl gerisinde test sonuçları verdiğini gösterdi. Kentsel alanlarda kaç çocuğun okula gittiğini düşündüğünüzde bu bulgu oldukça endişe vericidir.

Ancak dış gürültü, beyninizi etkileyebilecek tek gürültü türü değildir. Sağlığınızı olumsuz etkileyen başka bir tür sürekli uğultu var. Elbette iç diyaloğunuzdan bahsediyoruz. Tüm gün boyunca aklınızdan geçen bu sürekli düşünce, endişe, “olmalı” ve “olabilir” akışı. Bu “gürültü” de sağlıksızdır ve ruh halinizi etkiler. Sessizlik ve dinlenme modern yaşamın panzehiridir. Beyninizi otantik benliğinizle düzenleyerek, uyum ve eşzamanlılık oluşturabilmesini sağlarlar.

Uyku, Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan bir başka “lüks”

Muhtemelen uyku yoksunluğunu sarhoşlukla ilişkilendirmiyorsunuz. Bununla birlikte, California Los Angeles Üniversitesi’nden Dr. David Geffen tarafından yapılan bir araştırma, uyku eksikliğinin beyin üzerinde alkol tüketmekle aynı etkiye sahip olduğunu göstermektedir. Nöronlarınız etkili bir şekilde iletişim kurmuyor, konsantre olmakta zorlanıyorsunuz, performansınız zayıf, ruh haliniz değişiyor veya sinirli veya depresif hissediyor olabilirsiniz.

Uyku yoksunluğunun psikolojik etkileri kayda değerdir. Bununla birlikte, günümüzde çoğu insan yeterince uyku alamıyor. Yaşam tarzınız, cihazlarınız ve ekranlarınızın mavi ışığı beyninizi uyarır ve uykuya dalmanızı zorlaştırır. Sonunda uykuya daldığınızda, birbiriyle yarışan düşünceleriniz ve endişeleriniz derin dinlenmeyi zorlaştırır. Rahatsız bir uyku, fiziksel ve zihinsel sağlığınız için ihtiyacınız olan sıfırlamayı sağlamaz.

Durum kötü ve bazı işletmeler uyku eksikliğinizi paraya çeviriyor. Size sessizlik ve dinlenme satmak istiyorlar. Beyin dalgalarınızı ve REM durumlarınızı izleyen uyku maskeleri, şekerlemenize yardımcı olacak haplar ve dakikalar içinde uykuya dalmanıza yardımcı olduğunu iddia eden spa ve uyku merkezleri vardır. Bu hile ve pahalı tedavilerin tuzağına düşmenize gerek yok. Sadece bu basit gerçeğin farkında olmaya çalışın: dinlenmek hayattır ve ısrarlı iç ve dış gürültü dünyasında sessizlik sağlıktır. Bunu aklınızda tutun ve telaşlı anlarınızda sessizlik ve dinlenme anları bulmak için elinizden geleni yapın.

Ne hissettiğinizi söylemek, düşüncelerinizi ve fikirlerinizi belirtmek ve hatta hayır demek, kendinizi özgür hissetmenizi ve hayatınızın kontrolünün sizde olmasını sağlayacaktır.

“Bana söyledikleri için çok kötü hissediyorum ama kızmasını istemediğim için söylemedim”, “Eşime ayrılmak istediğimi söyleyemem çünkü onu incitmek istemiyorum”. Gerçekten ne hissettiğinizi söylemekten kaç kez vazgeçtiniz? Başkalarının tepkisinden korktuğunuz için ve ne hissettiğinizi göstermekten korktuğunuz için sessiz kalırsınız, ancak sonunda kendinizi kötü hisseden yine siz olursunuz. Ne hissettiğinizi söyleyin ve kendinizi daha iyi hissedin.

Diğer insanlar ne hissettiğinizi tahmin edemez. Bu nedenle, ne düşündüğünüzü veya ne hissettiğinizi söylemezseniz, acı çekersiniz. Öte yandan, ne hissettiğinizi söylemek, fikirlerinizi sunmak ve bazen hayır demek, kendinizi özgür hissetmenizi ve hayatınızın kontrolünün sizde olmasını sağlayacaktır. İddialı olmak, kendini savunmak demektir.

Ne hissettiğini söylemenin nedenleri

Düşündüklerinizi söylemenin bazen sizde korku ve endişeye neden olabileceği doğrudur. Ancak ne düşündüğünüzü veya hissettiğinizi söylememek, diğer insanlarla olan ilişkilerinizi olumsuz etkileyebilir.

Özgür hissedeceksiniz

Düşüncelerinizi veya duygularınızı saygı, sevgi ve şefkatle ifade ettiğinizde ve sizi endişelendiren veya rahatsız eden şeyleri serbest bıraktığınız zaman, derinden özgürleşmiş hissedeceksiniz.

Karşınızdaki kişiye daha yakın hissedeceksiniz

Söylemek istediğiniz her şeyi ifade ettiğiniz için artık aranızda hiçbir engel kalmadığında, bir yakınlık oluşur. Bu, güveninizin pekiştirildiği ve ilişkinizin geliştiği bir yakınlıktır.

Saklanmayı bırakacaksınız

Ne düşündüğünüzü sakladığınızda, aslında kendinizi saklamış olursunuz. Etrafınızda görünmeyen bir duvar yaratırsınız ve kimse gerçekte nasıl olduğunuzu göremez.

Geçmişteki eylemlerinizden ve kararlarınızdan kaç kez pişman oldunuz? Bu yazıda, bu tür bir pişmanlığın hayatınızın geri kalanını nasıl etkileyebileceğini anlatıyoruz. Günde kaç kez geçmişi düşünüyorsunuz? Ne yaptığınızı, ne yapmadığınızı veya neleri daha iyi yapabileceğinizi analiz etmek için ne kadar zaman harcıyorsunuz? Her şeyden önce geçmişinize, artık var olmayan bir zamana dair düşüncelerinize ne kadar yıkıcı eleştiri ekliyorsunuz?  Bu sağlıklı değil. Gerçekten de, geçmişiniz hakkında kendinizi bırakın, çünkü artık orada yaşamıyorsunuz.

Muhtemelen geçmiş deneyimlerinizi, eylemlerinizi ve kararlarınızı sık sık hatırlama alışkanlığınız var. Ancak, ne yazık ki, bunu nazik bir şekilde yapma eğiliminde olmayacaksınız. Bunun yerine, muhtemelen son derece acımasız bir bakış açısı benimsiyorsunuz. Nitekim herkes bir büyüteçle geçmişini sorgular. Ayrıca, acımasız ve gerçekçi olmayan bir mükemmeliyetçilik filtresiyle başarısızlıklarınızın her birini vurguluyorsunuz.

Neden kendinize daha fazla şefkat göstermiyorsunuz? Gerçek şu ki, kendinize verdiğiniz zararın gerçekten farkında değilsiniz. Geçmişinizi eleştirel bir şekilde analiz ederek ondan bir şeyler öğrendiğinizi düşünme eğilimindesiniz. Muhtemelen, olanlar için sürekli pişmanlık duyarak veya kendinizi suçlayarak, bir tür ödenmemiş borcu ödediğinize inanıyorsunuz. Ancak, geçmiş benliğinizi yargılamayı bırakıp onunla uzlaştığınızda çok daha fazlasını öğrenmeye başlayacaksınız.

Kendini suçlama

Suçluluk, egonuzun en güçlü aracıdır.Gerçekten de, sizi geçmişe tutsak bırakır. Birini incittiğiniz için veya kendinizin incinmesine izin verdiğiniz için veya daha iyi kararlar vermediğiniz için kendinizi suçlu hissedebilirsiniz. Sürekli olarak belirli durumlarda nasıl davranabileceğinizi merak ediyor ve daha iyisini yapmadığınız için kendinizi suçluyorsunuz.

Ancak, suçluluk tuzağına düşmeden önce, o anda elinizden gelenin en iyisini yaptığınızı hiçbir zaman unutmayın. Gerçekten de o zamanlar sahip olduğunuz bilgiyle farklı davranamazdınız. Yaptığınız şey, o sırada bildiklerinizle, kim olduğunuzla ve kendinizi içinde bulduğunuz koşullarla yapabileceğiniz tek şeydi. Şimdi, geriye dönüp baktığınızda ve tecrübeyle, elbette, alternatif bulmanız kolay olacaktır. Ancak, netlik her zaman öğrenmeden sonra gelir, önce değil.

Aslına bakarsanız, geçmişi başka bir açıdan görebiliyorsanız, bunun nedeni önceki hatalarınızdır. Bu nedenle farkındalığınızı kutlamanız gerekir. Hiçbir durumda kendinizi suçlama tuzağına düşmemelisiniz. Çünkü bugün o zamanlar bilmediğinizi biliyorsunuz ve o zaman yine de elinizden geleni yapmıştınız.

Geçmişinizden pişman olmayın

Pişmanlık sizi tutsak eden başka bir duygudur. Tabii ki, uygun eylemi takip ettiğiniz sürece, birine, hatta kendinize zarar verdiyseniz, pişmanlık duymanız kesinlikle kabul edilebilir. Başka bir deyişle, af dileyin, zararı telafi edin ve bundan ders alın. Bir şey olduktan sonra onu inkar etmenin hiçbir faydası yok. Ayrıca, hayal kırıklığına uğramak ve bunun hiç olmamasını dilemek için enerji harcamayın. Değiştiremezsiniz. Bunun yerine, tüm bu deneyimlerin size dersler verdiğini unutmayın. Aslında, sizi bugün olduğunuz kişi yaptılar. Bu sizin hikayeniz, sizi buraya getiren tüm hataları ve başarısızlıkları içeriyor. Bu nedenle, öğrendikleriniz için minnettar olun ve devam edin. Kendinizle uzlaşın ve devam etmenize izin verin. Hazırsınız ve farklı bir insan olmaya muktedirsiniz. Artık geçmişinizde yaşamıyorsunuz. Bütünleştirin, ondan öğrenin ve hayatınıza devam edin.

NEZEHAT ÖNDEŞ

Şiddet kavramı Dünya Sağlık Örgütü’nün yapmış olduğu tanımlama doğrultusunda “sahip olunan gücün veya yetkinin başka bir insana, bir gruba ya da bir topluluğa karşı uygulanması ve bunun sonucunda şiddete maruz kalan tarafta yaralanmaya, psikolojik zarara veya ölüme yol açması ya da bunlara yol açma olasılığının bulunması” şeklinde açıklanabilir. Bu doğrultuda fiziksel, psikolojik, ekonomik ve cinsel şiddet olmak üzere 4 farklı şiddet türünün varlığından bahsedilir. 

Şiddetin nedenleri nelerdir? 

Şiddet genellikle kişiyi etkileyen psikobiyolojik faktörler ile dış çevre arasındaki etkileşim sonucunda ortaya çıkar. 

1. Biyolojik Faktörler: Yapılan araştırmalar şiddet eğiliminin ve bu doğrultuda meydana gelen saldırgan davranışların genel olarak limbik sistem, frontal lob ve temporal lob ile ilişkili olduğunu gösterir. 

  • Nörotransmitterler: Serotonin metabolizması şiddet davranışının ortaya çıkışında oldukça etkili faktörlerden biridir. Bunun dışında beyin omurilik sıvısında bulunan 5-hidroksiindolasetikasit adlı maddenin azalması, norepinefrin ve L-dopa düzeylerinin ise artması durumunda şiddet eğiliminin ve saldırgan davranışların arttığı görülür. 
  • Limbik Sistem: Beynin bu bölgesindeki yapılardan kaynaklanan kriz ve nöbetlerin saldırganlık ile ilişkili olduğu söylenebilir. 
  • Endokrin Bozukluklar: Premenstrual sendrom sırasında meydana gelen hormonal değişiklikler kadınlarda saldırgan davranışlara yol açabilir. Bunun yanı sıra alkol kullanımı sonucu baskılanan bazı beyin fonksiyonları dürtü kontrolünün engellenmesine ve muhakeme yeteneğinin azalmasına yol açar. Bu doğrultuda alkol ve benzeri keyif verici maddelerin şiddet eğilimini büyük ölçüde artırdığı söylenebilir. 

2. Psikososyal Faktörler: 

  • Gelişimsel Faktörler: Gelişim döneminde şiddete tanık olan veya maruz kalan çocukların yetişkinlik döneminde şiddet uygulayan bireyler olma olasılığı çok daha yüksektir. 
  • Çevresel Faktörler: Yapılan araştırmalar doğrultusunda kalabalık yaşam ortamlarının şiddet eğilimini artırdığı, hava durumunun (örneğin rahatsızlık yaratacak düzeyde artan ortam sıcaklığının) şiddet üzerinde etkili olduğu söylenebilir. 

3. Sosyoekonomik Faktörler:

  • Bu alanda yapılmış olan niteliksel çalışmaların sonuçlarında ırk ve ekonomik eşitsizlik gibi faktörlerden bağımsız olarak ağır yoksulluk durumunun ve evlilik hayatında yaşanan sorunların şiddet ile ilişkili olduğu ortaya konmuştur. 
  • Aile yapısında bozulmaya neden olan sosyoekonomik faktörler de bu ailelerde yetişen çocukların saldırgan davranışlarında artışa neden olur. 

4. Psikiyatrik Faktörler: 

  • Psikotik bozukluk olarak tanımlanan hastalıklardan manik tipteki bipolar bozukluk, şizofreni ve paranoid bozukluklar saldırgan davranışlarda artışa neden olabilir. Bu psikiyatrik rahatsızlığa sahip olan kişilerde hem çevreye hem kendilerine yönelik şiddet uygulama eğilimi gözlenir. 
  • Psikotik olmayan bozukluklardan ise travma sonrası stres bozukluğu yaşayan kişilerde; borderline, paranoid ve antisosyal kişilik bozukluklarında şiddet eğiliminde artış meydana gelir ve bu kişilerde saldırgan içerikli davranışlarla son derece sık karşılaşılır. 

5. Diğer Faktörler: 

Uyuşturucu madde kullanımında ve sonrasında, merkezi sinir sistemini etkileyen bazı patolojik durumlarda ve yetişkinlik döneminde Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) varlığında saldırgan davranışların ve şiddet eğiliminin arttığı söylenebilir.

Saldırgan davranışlar hangi durumlarda ortaya çıkar? 

Şiddet eğilimindeki artışla birlikte ortaya çıkan saldırgan davranışlar;

  • Genellikle evli kadın ve erkekler arasında görülür ve bu durum aile içi şiddetin yaygınlaşmasında büyük rol oynar. 
  • Bireyin hayatında yakın zamanda meydana gelen büyük değişikler strese ve iç gerilime neden olabilir. Bu doğrultuda gelişen içsel baskı hissi, öfke ve dürtüsellik gibi durumlar şiddet içeren davranışların ortaya çıkma riskini artırır. 
  • 16-25 yaş arası erkek bireylerin fazlaca bulunduğu ortamlarda saldırgan davranışların ve şiddet olaylarının gelişme riski daha yüksektir. 
  • Bireyin ruhsal gerilimini artıran olay ve kişiler, tehdit veya baskı altında olma durumu, can güvenliğinin tehlikede olması gibi koşullar da şiddet eğilimini artıran önemli noktalar arasında yer alır.

Uzman Dr. ZEKERİYA BAHÇE

MEDİCALPARK

İlk yumruğu atan fikirlerinin yetersizliğini kabul etmiştir. Çin Atasözü

Şiddet ile hedefine ulaşılan zafer anlık olduğu için yenilgiye eşittir. M. Gandhi

Kendi kendine konuşmak her zaman delilik anlamına gelir mi? Bu eylemin odaklanmaya yardımcı olmak, öfke kontrolünü sağlamak gibi faydaları olabilir mi? Kendi kendine konuşmak faydalıysa, neden deliler kendi kendine konuşur?

Psikolog Burcu Yarapsanlı Zayim

Bazen kendinizi, bazen de başkalarını kendi kendine konuşurken yakalar, buna şaşırır, hatta endişeye kapılırız: Acaba deliyor muyuz?

Bir klinik psikolog olarak hemen yanıt vereyim: Hayır! Her kendi kendine konuşma bir delilik eylemi değildir. Şurası açık: Kendi kendine konuşma davranışı, doğuştan kazandığımız ses çıkarma eyleminin evrimleşmiş halidir.

Bebekler doğduktan 3 ay sonra belirgin şekilde kendi kendilerine mırıldanmaya, 6’ıncı aydan sonra ise çevrelerinde duydukları sesleri taklit etmeye başlarlar. Bu sesler 9’uncu aydan sonra ise anlamlı kelimelere dönüşür. Bebek kendi çabasıyla 2 yaşına kadar belirli bir düzeyde konuşmayı öğrenmiş sayılır.

Çocuğun kendi kendine gösterdiği çaba, kendi kendine mırıldanma ve konuşma pratiğinden ibarettir. Bu yüzden akıcı ve anlaşılır konuşmanın başladığı 2 ile 7 yaş arası dönemde çocuklarda kendi kendine konuşma eylemi çok fazla görülür. Ancak bu korkulacak bir durum değil, tam aksine, oyun oynama, arkadaşlık kurma gibi sosyal ihtiyaçların hayal ederek karşılanmasıdır. Duygularını yoğun yaşayan çocuklar, duygu yönetiminde yetersiz kaldıklarında, yani öfkelendiklerinde, heyecanlandıklarında, mutlu olduklarında kendi kendileriyle konuşurlar. Çünkü duygusal ihtiyaçlarının hemen karşılanmasını isterler. Yanlarında da bu duygularını paylaşacak bir kişi olmazsa kendileriyle paylaşırlar.

Zamanla çocuk, dürtüsel ihtiyaçlarını dile getirirken düşünerek konuşmaya başlar ve kendi kendine konuşma davranışını da yer, mekân, zamana göre ayarlamaya çalışır. Tüm ihtiyaçlarını toplum değerlerine, gelenek-görenek ve ahlak kurallarına göre karşılamaya çalışır. Bu nedenle çocuk büyüdükçe kendi kendine konuşma davranışı azalır, ama kaybolmaz.

Deli mi, yalnız mı?

Büyüdüklerinde de kendi kendine konuşma pratiğini devam ettiren kişiler deli değildir, ama yalnız olabilir.

Yalnız insanlar, iç seslerini, kendi duygu ve düşüncelerini diğerlerinden fazla dinleyen kişilerdir. Kendilerini dinledikçe sözler birikir ve bir müddet sonra dışarı taşar. Bu biriken sözlerin dışarı taşma hali de son derece normal bir durum zira konuşma eylemi, yukarda da anlatmaya çalıştığım gibi öğrenilmiş bir refleks. Fakat sosyal insanlar konuştuklarında kendilerini dinleyecek birilerini bulmakta zorlanmazlarken, yalnız insanların tek dinleyicisi kendileri. Üstelik bu davranışını kontrol edebildiklerinin de farkındalar.

Yalnız insan kendiyle iletişim kurar

İletişim, insanın sosyal yönünün gelişmesi için olmazsa olmaz bir davranış. Kişiler ancak iletişim kurarak kendilerini doğru yerde, doğru kişilere, doğru şekilde ifade edebilme becerilerini geliştirebilirler. Ancak kaygı bozukluğu ya da sosyal fobi gibi bazı duygu durum bozukluklarından ötürü iletişim kurmakta zorlanan kişiler için bu suskunluk beynin kabul edemeyeceği bir davranış. Bu kişiler toplum içinde konuşmamak için ya da iletişime girmekten kaçınmak için kendi kendilerine çok büyük bir baskı uygularlar. Kendilerini izole ettikleri ilk yerde de iletişim ihtiyaçlarını karşılamak için kendi kendilerine konuşmaya başlayabilirler. Bu tür kişilerin iletişimden kaçınmaları, konuşacak bir şeyi olmadıkları anlamına gelmez. Aksine, bu kişilerin de her insan kadar havadan, sudan, gündemden, siyasetten, eğitimden, ilişkilerden ve daha birçok şeyden konuşacak hem bilgisi hem de sözü vardır. Ama sorun, çözümlemeleri gereken duygu durumlarıdır.

Stres ve öfke yönetimi

Stres azaltmanın en sağlıklı ve en etkili yollarından biri de kendi kendine konuşmaktır. Çünkü stresli insanlar gün boyunca negatif duyguların etkisi altındadırlar. Bir insanın içinde stres yüzünden artan negatif duyguları, balonun içinde sıkışmış hava gibidir. Nasıl ki balonun içi tamamen havayla dolduğunda balonu patlatmadan içine tekrar hava alabilmesi mümkün değilse öfke patlaması da bunun gibidir, İnsan içinde biriktirdiği olumsuz duygularını dışarı atmak zorundadır ve bunun yolu da konuşmaktan geçer.

Eğer kişi, negatif duygu yoğunluğundan kaynaklı öfke patlamalarının vaktini bilebilirse, kimseyi incitmemek adına kendi kendine konuşarak stresini yenmeye çalışabilir. Kendi kendine konuşan insanlar, konuşmadan aklına geldiği gibi davranan insanlara göre daha otokontrollü sayılırlar. Çünkü bu kişiler öfkenin yıkıcı etkisi altında kalarak sözlerini birine doğrudan yöneltmek yerine kendi kendine konuşarak kimseye zarar vermeden öfkelerini yönetirler. Örneğin trafikte kendisine rencide edici bir şekilde korna çalan bir arabanın sürücüsüne saldırmak yerine, arabanın içinde kendi kendine söylenerek öfkesini boşaltabilir. Böylece kimseyle kavga etmeden arabayı kullanmaya devam edebilir. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere öfke gibi yıkıcı duygular bir balonu şişiren hava gibidir ve bazen de kendi kendine konuşmak insanın duygusal patlama yaşamaması için insana iyi gelir.

Kendi kendine konuşmak odaklanmaya da yardımcı

Kendi kendine konuşmak, bir işe odaklanmayı sürdürmek için de en etkili eylemlerden biri. Şöyle düşünün: Vücudumuzun beyne mesaj ileten dokunma, görme, duyma, koklama ve tat gibi beş duyusu var. Ne kadar fazla duyu organı aynı yöne odaklanırsa, odaklanma düzeyini o kadar çok yükseltmek mümkün. Diyelim ki serbest atış yapacak bir basketbol oyuncusu… O anda topa dokunur, potayı görür. Dokunma ve görme duyusunun her ikisi de aynı göreve yönelik mesajı beyne gönderir. Beyin birbirinden farklı duyu organlarından gelen aynı mesajı önemli kategorisine alarak işler. Yapılan işin öneminin farkına varan beyin, diğer duyu organlarını da aynı yere odaklamaya zorlar. Böylece kişi farkında olmadan yaptığı iş üzerine daha da fazla odaklanır.

Kendi kendine konuşan kişi de kendi sesini duyar ve diğer duyu organlarının aynı göreve odaklanarak beyne daha kuvvetli mesaj göndermesine yardımcı olur. Yapılan işle ilgili duyu organlarından gelen mesaj aynı oldukça beyin de sadece bir konuya odaklandığı için kişinin otomatik olarak odaklanma düzeyini arttırır. Beynin bu odağı sürdürebilmesindeki en büyük görevi ise kendi kendimize konuşmak sağlar. Çünkü konuştukça duyar, duyduğumuza daha fazla bakar, baktığımıza daha çok dokunuruz.

Aynı şekilde öğrenciler de derslerini çalışırken ders konularını yüksek sesle birilerine anlatır gibi kendi kendilerine konuşarak çalıştıklarında, aynı şekildeki odaklanma döngüsü devreye girer. Çünkü burada da öğrenci kitabını eline alır, yazının yazdığı sayfaya dokunur, dokunduğu yere bakar, baktığını okur, okuduğunu duyar. Diyelim ki bir de saman sayfalı eski bir kitaptan çalışıyorsa ya da yeni basılmış bir kitabın matbaa kokusunu da hissedebiliyorsa o zaman bu kişi okuduğu sayfanın kokusunu da alır ve beyne burun tarafından da aynı mesaj iletilir. Aynı mesajı birçok duyu organından alan beyin, bu durumun önemli olduğunu fark ederek odaklanmayı daha çok arttırır. Ancak burada da bir öğrencinin bıkmadan, sıkılmadan uzun süre odaklanıp dersini çalışabilmesinde yardımcı olan eylem yine kişinin kendi kendine konuşarak çalışmasıdır.

Delirenlerin de refleksleri vardır!

Madem kendimizle konuşmak bu kadar faydalı, o zaman delirenler neden kendi kendilerine konuşurlar? İnsanoğlunun dünyaya gelirken doğuştan getirdiği refleksleri vardır. Bu refleksler, ışığa bakınca göz kapağını kırpmak, yutkunmak ya da ses çıkarmak gibi reflekslerdir. Bununla beraber, insanoğlunun ses telleri, dil hareketleri, çene kası hareketleri ve büyüdükçe çıkan dişleri sayesinde ağzıyla ses çıkarmaya dönük refleksleri de vardır. Örneğin hiç konuşmayı bilmeyen birisinin ayağını sehpaya çarptığında, “Aaah!” diye bağırarak ses çıkartması refleks bir davranıştır.

Konuşma ise sonradan öğrenilmiş, ama yaşamımız boyunca sürdürdüğümüz bir eylem olduğu için refleks haline gelmiş bir davranış türüdür. Örneğin biri size selam verdiğinde sizin de hiç düşünmeden, “Merhaba!” demeniz bir reflekstir. Bu nedenle konuşma davranışını nasıl yaptığımızı düşünmeye gerek duymadan kendiliğinden, otomatik olarak ortaya çıkan bu eyleme sonradan kazanılmış refleks davranış diyebiliriz. Beynimizdeki konuşma merkezimiz ya da konuşmaya yardımcı organlarımız zarar görmediği sürece ömrümüzün sonuna kadar konuşma eylemimiz devam eder.

Delirenler, kendi kendilerine nasıl konuşurlar?

Bu soruyu cevaplamadan önce, “Delilik ne demektir?” sorusunun cevabını bilmek gerekir. Delilik, en yalın tanımıyla, insanın sinir sisteminde meydana gelen kimyasal değişimler sonucunda beynin mantık, muhakeme, düşünme, farkındalık, yorumlama, öğrenme, sağlıklı ilişki ve iletişim kurma, realiteyle hayali ayırma, otokontrolü sağlama ve sorun çözme gibi becerileri kullanamayacak şekilde hastalanmasıdır. Tanımdan da anlaşılacağı gibi birçok deliren insan doğuştan gelen ya da sonradan edinilen reflekslerini kaybetmezler. Ancak deliren insanlar bu reflekslerini ve öğrenilmiş davranışlarını doğru yerde, doğru şekilde gösterebilme becerilerini kaybetmiş kişilerdir.

Beyinlerinin hastalanması sonucu gerçek ile hayal ayrımını yapabilme becerilerini kaybedenler, görsel ya da işitsel halüsinasyonlara göre davranma ve konuşma eğilimi gösterirler. Ancak bu davranışlar kontrolsüz, anlamsız ve yerine, kişisine ya da zamana göre uygunsuzdur. Dolayısıyla sağlıklı insanlarda kendi kendine konuşma davranışı bilinçli olarak daha fazla odaklanma, duygu yönetimi yapabilme, sesli düşünme, yalnızlık ya da iletişimsizlik gibi kişisel sorunların üstesinden gelmeye yönelik olumlu amaçlara hizmet ederken, deliren kişiler için kendi kendine konuşmak sadece bir refleks ve kontrolsüz bir eylem olarak görülür. Bu yüzden normal insanların kendi kendine konuşma davranışını delilikten ayıran en önemli faktör de budur.

Kaygılar… Kaygılar…

Bunca şeyi söyledikten sonra kendi kendine konuşma alışkanlığı olan insanların başkaları tarafından deli olarak algılanmaktan korktukları için sosyal alanlarda kaygılarının yükseldiği ve bu sebepten ötürü kendilerini sosyal ortamlardan daha fazla izole ettikleri gerçeğine de değinmek gerek. İnsanın doğasında var olan bir davranış, yani konuşma eylemi, eğer o kişinin özgüvenini kırmaya ya da kişiyi daha fazla kaygılı yapmaya başladıysa artık bu kişinin bir uzmanla görüşmesi ve düzenli psikoterapi alması gerekebilir. Ayrıca bu konu kesinlikle ötelenecek, ihmale gelecek bir konu da değildir.

MUTLU YAŞAM PSİKOLOJİ

Sahtekarlık sendromu ya da Capgras sanrısı olarak da bilinen Capgras sendromu kişinin günlük yaşamını etkileyen ciddi bir psikolojik rahatsızlık durumudur. Capgras sanrısı sendromu yaşayan kişiler, yakın çevrelerindeki bir kişinin yüzünü o kişinin yerine geçmek isteyen sahtekar ve yalancı biri ile değiştirdiğine inanırlar. Bu sendrom terapi ile tedavi edilebilir. Capgras sanrısı, beynin yüz tanıma ile ilgili sistemindeki bir rahatsızlıktan meydana gelir ve beynin lezyonları ile alakalı hastalıklarla bağlantılıdır.

Capgras sanrısı yaşayan biri eşlerini gerçek eşlerini taklit eden sahtekar biri olduklarına dair suçlayabilirler. Kişinin yaşadığı bu sanrılar iletişimde problemlere yol açar. Bu sendrom zaman içerisinde kişinin sosyal ilişkilerini tamamen zedeler. Sahtekarlıkla suçlanan kişi yalnızca insan değildir; bazen bir hayvan, nesne ya da bir ev olabilir. Kişinin sağlıklı düşünebilmesi ve sosyal çevresi ile problem yaşamasının önüne geçmesi adına terapi alması kritik önem taşır. Çevreye karşı duyulan ekstra güvensizlik bir psikologla iletişime geçmeyi güçleştirebilir. Online terapi desteği ile mekan değişikliği yapmak zorunda kalmadan terapi desteği alabilir, Capgras sanrısının hayatınızdaki olumsuz etkilerini azaltabilirsiniz.

Capgras Sanrısı Sendromu Görülme Sıklığı

Capgras sanrısı çoğunlukla kadınlarda rastlanan bir psikolojik rahatsızlıktır. Belirgin bir yaş söylemek mümkün olmasa da yaş aralığı olarak yetişkinlik sürecinden başlayarak yaşlılığa uzanan süre ele alınabilir. Beyinde küçük proteinlerin birikmesinden meydana gelen bunama durumu Lewy cisimcikli demansı hastalığına sahip olan kişilerin %16’sında, Alzheimer hastalığına sahip kişilerin ise yaklaşık %15’inde Capgras sendromu ile karşılaşılır. Parkinson hastalarında görülme sıklığının daha az olduğu bilinmektedir. Anksiyete bozukluğu olan kişilerde Capgras sanrısı sendromu görülme riski diğer kişilere oranla 10 kat daha fazladır.

Capgras Sanrısı Sendromu Belirtileri

Bu sendromu yaşayan kişilerde en yaygın olarak görülen belirti sevdiği kişilerin sahtekar olduğuna dair inancıdır. Hiçbir akıl yürütme yöntemi onları bu düşünceden geri döndüremez. Bazı yanılsama halleri kişinin çevresinde dahi bulunmayan, uzak mekanlardaki insanlar, evcil hayvanlar ve nesnelerle ilgili olabilir. Bilhassa bunama sorunu ile baş başa olan hastalarda sanrılar gidip gelebilir. Kişinin yaşadığı bu belirtiler beyin hasarı ya da Alzheimer hastalığı gibi bir hastalığın semptomları da olabilir. Capgras sanrısı sendromuna dair belirtiler birkaç madde altında değerlendirilebilir:

  • Herkesin sahtekar olduğunu düşünme ve herkesin ona zarar vereceğine dair kuvvetli inanç: Bu korku, Capgras sanrısının temel belirtisidir. Kişiler, kendilerine zarar vereceklerini düşündükleri yalancı suratlı kişilerden fazlasıyla korkarlar.
  • Beklentileri karşılayamamaktan kaygı duyarlar: Capgras sanrısı yaşayan pek çok kişi, müdürlerinin ve meslektaşlarının onlardan çok fazla şey beklediğini düşünür ve korkar. Bu nedenle kendilerini yetersiz hissetme eğilimleri vardır.
  • Ekstra sorumluluk almak istemezler: Bu sendromu yaşayan kişiler, yetenek ve becerilerini gösterebilecekleri ek görev ve sorumluluklar üstlenmeyi tercih etmez, hatta bu durumdan özellikle kaçınırlar. Kendilerini spesifik bir işe adama eğilimi gösterirler. Dikkat dağıtıcı her türlü ekstra sorumluluk onlarda korkuya sebep olur.
  • Bir sahtekar döngüsü içerisinde yaşarlar: Capgras sendromu yaşayan kişiler başarılı olduklarında kendilerinden şüphe duymaya başlarlar. Bir şeyler başardıkları her an, başka kişilerin yetenekleri ile ilgili gerçeği fark etmelerinden endişelenirler.
  • Başarıyı dış etmenlere atfederler: Bu sendromu yaşayan kişiler yetenekli oldukları alanları reddederler. Elde ettikleri başarıların arasında şansın ya da dış etmenlerin etkili olduğunu düşünürler. Çevrelerindeki çoğu insandan daha çok çalışmaları gerektiğine inanırlar.
  • Öz sabotaj yapabilirler: Capgras sanrısı eğilimi olan kişiler başarısızlık korkusuna sahiptir ve düşük özgüvenle hareket ederler. Başarılı olmak ile fark edilmekten kaçınma arasında devamlı olarak bir iç mücadele halindedirler. Yaşanan bu mücadele, pek çok kişinin potansiyeline ulaşmasını önler.
  • İş konusunda tatminsizlik yaşarlar: Sendromu yaşayan kişiler işlerinde mutsuz hissederler. Başarısızlık korkusu ve keşfedilme korkusu ile ekstra sorumluluk ya da terfi istemezler.
  • Hedef belirleme noktasında aşırıya kaçabilirler: Şiddetli başarısızlık korkusu ve en iyisi olma isteği, kişilerin spesifik görevleri tamamlarken çok başarılı olmasını sağlayabilir. Capgras sanrısı sendromu yaşayan kişilerin kendilerine aşırı zorlu hedefler koydukları ve sonrasında bu hedefe ulaşamadıklarında düş kırıklığına uğradıkları gözlemlenir.

Capgras Sanrısı Sendromu Nedenleri

Capgras sendromu Alzheimer hastalığı ya da demans ile yakından ilişkilidir.  Bu rahatsızlıklar beyin fonksiyonlarını ve hafızayı etkiler. Gerçeklik duygusunu yoğun bir şekilde etkileyen bir rahatsızlık ise şizofrenidir. Şizofreni rahatsızlığı görülen kişilerde Capgras sendromları gözlemlenmiştir. Nadiren de olsa serebral lezyonlara sebep olan bir beyin rahatsızlığı da Capgras sendromuna sebep olabilir.

Nörolojik bir rahatsızlık olan epilepsi de Capgras sanrısı sendromuna neden olabilen tıbbi bir durumdur. Bu durumların yanı sıra, beyinde gerçekleşen hücre ölümlerinin, fonksiyon bozukluklarının, anormal birikintilerin de Capgras sendromuna sebep olduğu düşünülmektedir. Tedavi ve terapi sürecinin başlayabilmesi için uzman kontrolünden geçilmesi gerekir. Online Psikolog desteği alarak yaşadığınız süreci anlamlandırabilir, gerekli terapi ve tedaviye en hızlı şekilde ulaşabilirsiniz.

Capgras Sanrısı Sendromu Teşhisi

Capgras sanrısı teşhisini koyabilmek adına ailenin hastalık öyküsü incelenebilir. Bu durumun özelinde şizofreni ya da Alzheimer gibi rahatsızlıkların olup olmadığı da sorgulanır. Teşhis koymadan evvel doktorlar fiziksel ve ruhsal muayeneler yapar. Demans ve diğer koşulları kontrol etmek adına zihinsel beceri testi, lezyonları ve diğer beyin fonksiyonlarını inceleyen MRG ve EEG gibi beyin görüntüleme yöntemlerine başvurulabilir. MRG olarak kısaltılan manyetik rezonans görüntüleme işlemi ile beyinde meydana gelen ekstra oluşumların görüntülenmesi mümkündür. Çoğunlukla demansta spesifik olarak radyolojik bulgular görülebilir.

EEG olarak kısaltılan elektroensefalografi ise uyku ve uyanıklık durumunda beynin içindeki dalgaları görüntüleyerek kaydedilmesi işlemine verilen isimdir. Anormal seyreden beyin dalgaları bazı rahatsızlıkların belirtisi olarak kabul edilebilir. Kişinin psikolojik rahatsızlık geçmişi ve ailesinde bu rahatsızlığa sahip birinin olup olmayışı da hastalığın teşhisini koyarken önemlidir.

Tüm bulgulardan sonra kişiye özel bir tedavi yöntemi sürdürülebilir. Capgras sendromu fiziksel temelli de gerçekleşse kişinin sosyal yaşantısını sekteye uğrattığından psikolojik destek almak, süreci daha konforlu geçirmenize yardımcı olabilir.

Capgras Sanrısı Sendromu Tedavi Edilmezse Ne Olur?

Capgras sanrısı sendromu tedavi edilmediğinde istenmeyen sonuçlar meydana gelebilir. Bu sendromu yaşayan kişi ailesinde ve çevresinde yanlış anlaşılabilir. Etrafındaki insanlara sahtekar gözüyle bakması ailesinde ve çevresinde dışlanmasına sebep olabilir. Bu durum sosyal ilişkilerinde yıkıma sebep olabilir. Hastalığın teşhisinden sonra kişinin tedavi görmesi sosyal yaşantısı açısından oldukça önemlidir. Sahtekarlık sendromuna sahip kişilerin profesyonel anlamda başarı elde etmesi fazlasıyla zor olabilir.

Capgras sanrısı ile yaşayan kişilerin başarıyı algılama biçimleri farklıdır ve bu sebeple başarısızlık yaşama ihtimalleri yüksektir. Kendilerine ulaşılmaz hedefler koyan bu kişiler, koydukları hedeflere ulaşamadıklarında hüsrana uğrarlar ve depresyona girmeleri muhtemeldir. Sahtekarlık sendromu yaşayan kişilerin bu süreci atlatabilmesi adına çevresinden destek alması önemlidir.

Etrafındaki insanlar, onu seven ve sabırlı kişilerden oluşmalıdır. Birlikte çalıştığı insanlardan performans raporlarını kaydetmesi talep edilebilir, raporlarla gelişim ve ilerleme takip edilebilir. Böylece, yetersizlik ve tatminsizlik duygusu azalabilir. Sahtekarlık sendromu yaşayan kişi duygularını ve her şeyi kontrol edemeyeceğini kabul ettiğinde süreci kolaylaşır ve rahatsızlığın etkileri hafifleyebilir.

MUTLU YAŞAM PSİKOLOJİ

hiç büyümemiş

Peter Pan Sendromu, ilk olarak Psikolog Dan Kiley’in Hiç Büyümeyen Erkekler isimli kitabında 1983 yılında tanımlanmıştır. Bu hastalık genel olarak erkeklerde görülen ve 30’lu yaşlardan itibaren kendini gösteren bir sorundur. Hastaların çoğunlukla ileri düzeyde koruyucu ebeveynlerinin olduğu ve benzeri aile ortamlarında büyüdükleri belirlenmiştir. 

Aşırı hoşgörülü ebeveynler, çocuklarının davranışları hususunda pek bir sınır tanımazlar. Bu tarz hoşgörü gösteren ebeveynlerin çocukları da aynı düşünce yapısına sahip olur. Yaşları ilerlediğinde ise canları ne yapmak istiyorsa, bunu yapabileceklerine inanırlar. Bu bireyler çocukluklarında yaptıkları yanlışlardan dolayı herhangi olumsuz bir geribildirim almamışlardır. Bu sebeple yaptıkları kötü davranışlardan ders çıkarmamış olan bireylerdir. 

Erken erişkinlik çağında, para kazanmak çalışma ihtiyacı duymamış olan bir kişiyi ele alalım. Bu kişi daha sonra da ne sebeple çalışması gerektiğini hiçbir zaman kavrayamayacaktır. Diğer yandan, fazla koruyucu ve kollayıcı ebeveynler, yetişkin yaşamıyla çocuğu korkuturlar. Yetişkinliğin çok korkutucu ve güçlüklerle dolu olduğu algısını yaratırlar. Çocuklarının büyümesine engel olurlar ve sürekli bir çocuk gibi kalmalarına yol açarlar

Peter Pan hastalığından mustarip bireyler, aynı zamanda hayatı daha çok akışına göre yaşamaya eğilimlidirler. Ayrıca başka kişilerinde da hayatın “küçük zevklerini” tatmalarını arzu ederler. Sevimli ve çok tatlı kişiliklere sahip olabilirler. Sorumluluklarını aksatıyor olsalar da onlarla beraber zaman geçirmek eğlenceli görünebilmektedir. Ancak bu sendroma sahip kişiler bunun farkında değildir. 

Yargılayıcı olmayan bir terapi yöntemiyle, bu bireylerin yaşamlarını daha iyi anlamaları sağlanabilir. İçgörü kazandırmak ve benliklerine üçüncü bir şahıs açısından bakmalarını sağlamak burada asıl hedeflerden biridir. Ayrıca genel tutumlarının da farkına varmaları hedeflenir. Kurdukları ilişkiler ve hayatta gösterdikleri başarıları ile tutumlarının arasındaki ilişki açıklanmaya çalışılır.

Peter Pan Sendromuna Sahip Bireyler Nasıl Davranır?

Peter Pan kompleksine sahip bireylerde ilişkiler bağlamında genel olarak şu davranışlar gözlemlenir:

  • Yapılacak etkinlikleri, beraber oldukları bireyin belirlemesini isterler. Alınacak olan önemli kararları da yine beraber oldukları bireyin almasını isterler.
  • Ev işlerini aksatmaya eğilimlidirler. Bulaşıklar günler boyunca yıkanmadan lavaboda birikmiş biçimde kalabilir. Giyecek giysileri kalmayana kadar, çamaşır sepetindeki kıyafetlerini temizlemek akıllarına bile gelmeyebilir. Eve alınan gıdaların ve yiyeceklerin kutularını bile çöpe atmaktan kaçınabilirler.
  • Günübirlik yaşama eğilimindedirler. Bu sebeple uzun süreli planlar kurma ve eylemler gerçekleştirme hususunda pek istekli değildirler.
  • Hiç akıllıca olmayan bir şekilde paralarını harcarlar. Bireysel bütçelerini düzenleme konusunda büyük zorluklar yaşarlar.
  • Yaşadıkları ilişkinin ismini belirlemek ya da nasıl ilerlediğini belirtmek gibi durumlarda duygusal bir birey olarak kendilerini gösteremezler.
  • İlişkileriyle ilgili problemleri ve olumsuzlukları çözüm odaklı bir şekilde işlevsel birtakım yöntemlerle çözme arayışında olmazlar.
  • Edindikleri arkadaşları da çoğu durumda kendileri gibi, hiç büyümemiş diğer “çocuklardan” oluşmaktadır.

Yine bu kişilerin iş ile ilgili ilişkileri bağlamında şunları söyleyebiliriz: 

  • Herhangi bir çaba gösterme eğiliminde değillerdir. Üzerlerine düşen işleri yerine getirmezler ya da eksik olarak yaparlar. Ağır ve yavaş oldukları ya da işe düzenli bir biçimde gitmedikleri için sık sık işlerinden kovulabilirler.
  • Sıkılmaktan, zora gelmekten çekindikleri ya da baskı altında kalmaktan dolayı işlerini sık sık yarıda bıraktıkları olur.
  • Yeni bir iş bulma hususunda yeterli bir çaba sarf etmezler.
  • Daha çok yarı zamanlı işlerle yetinmeyi tercih ederler. İşlerinde terfi etmeye karşı çoğunlukla bir ilgileri bulunmaz.
  • Özel bir alanda kendilerini yetiştirmek ve yeni birtakım beceriler elde etmezler. Bunun yerine, iş dünyasında, bir yerden başka bir yere savrulup dururlar.
  • Yeterli bir emek sarf etmeden, çok iyi mevkilere gelebilecekleri gibi hayali ve saf beklentiler içinde olurlar.

Genel davranışları, duygusal durumları ve tutumsal belirtileri ile ilişkili olarak da şunları söylemek mümkündür:

  • Çoğu durumda, güvenilir bireyler oldukları söylenemez. Onlara en ihtiyacınız olduğu zamanlarda, sizi yalnız bırakabilirler. Çünkü onlar bu durumun ciddiyetinin ve insan ilişkilerindeki öneminin farkında olan bireyler değillerdir. Önemli olan tek şey kendilerinin ne istedikleridir. Fazlasıyla bencil bireylerdir ve verdikleri sözleri tutma konusunda da başarılı değillerdir.
  • Genellikle başkalarının ihtiyaçlarını göz ardı ederler. Onların hep kendi önceliklerine sahiptir ve her şeyden önce bunlar gelmelidir.
  • Eleştirilmekten ya da herhangi bir çatışmaya girmekten uzak dururlar. En ufak bir çatışma ya da tartışmada, ortamdan uzaklaşma, kendilerini odaya kapatma gibi davranışlar gerçekleştirirler. Zorlandıkları durumlarda ise kolayca duygusal patlamalar yaşayabilirler.
  • İşlerin beklenildiği gibi gitmediği durumlarda, birtakım bahaneler bulma ve başka insanları suçlama eğiliminde olurlar.
  • Kendilerini geliştirmek ve yetiştirme konularıyla pek ilgili değildirler.
  • Kendilerine sürekli olarak bakılması gerektiği beklentisine sahiptirler.
  • Somut, elde tutulur birtakım planlar yapmaktan kaçınırlar. Bunun yerine, kendilerine sürekli yeni bir seçenek, yeni bir yol sunulmasını beklerler.
  • Yaşadıkları beklenmedik olumsuz duygulardan ya da ağır birtakım sorumluluklardan kaçmak isterler. Bunun için alkol ya da uyuşturucu madde kullanma eğilimi gösterdikleri vakalar mevcuttur.

Peter Pan Sendromu Belirtileri Nelerdir?

Peter Pan sendromu semptomları; normal iş ve insan ilişkileri dünyasını yönetememe ve erişkinlikten mümkün olduğunca uzaklaşma ihtiyacı ile ilişkilidir. Bu hastalığa sahip olan herkes bu semptomların tümüne sahip değildir. Ancak dikkate değer bir olan birçok belirtiye sahiptir.

En sık görülen Peter Pan hastalığı belirtileri ise şu şekildedir:

  • İyi bir kariyer ve gelecek inşa etme konusunda yaşanan başarısızlık. 
  • Finansal açıdan sürekli başarısızlık ve bu konuda sorumluluk eksikliği. 
  • Sürekli olarak işten işe ve hobiden başka hobiye geçiş yapmak.
  • Herhangi bir konuda güvenilmez bir birey olmak.
  • İş bulmak gibi yetişkinlik gerekleri hususunda çok az ya da hiç çaba harcamamak.
  • Motive olmadığı durumlarda çalışmaya ya da çalışmaya sürdürmeye isteksiz olmak.
  • Yaşadığı başarısızlıktan dolayı ailesini, eşini ya da eski işverenini sorumlu tutmak. 
  • Diğer insanların kendilerini baltaladıklarını düşünmek.
  • İnsanlar ve ilişkilerine ya da bir aile sahibi olma konularına çok az ya da hiç ilgi göstermemek.
  • Fazla alkol tüketimi ve uyuşturucu madde kullanımı.
  • Gelecekten, geleceğin belirsizliğinden korku duyma ve sürekli geçmişi özlem duymak. 

Peter Pan Sendromu Neden Olur?

Peter Pan sendromunun nedenleri, ne yazık ki tam olarak bilinmemektedir. Ancak bununla birlikte pek çok karmaşık sebepten dolayı ortaya çıktığı söylenebilir. Genel olarak bu hastaların ortak özelliği, ebeveynlerinin ya da onları yetiştirenlerin fazla koruyucu olmasıdır. Buna ek olarak, aileler onları yetişkinlik için hazırlayamadığından dolayı da bu sendrom oluşabilmektedir. 

Çocukluk döneminde çocuk ilk olarak korku sebebiyle dış dünyayla bağlantısını koparmaya çalışır. Erken erişkinlik döneminde hastalık daha da yoğunlaşmaya başlar. İlk ciddi problemler, yetişkinliğe atılan ilk adımlarda görülür. Yetişkinlik çağına gelindiğinde ise bireyde tekrardan çocuk olma isteği doğar. Bu sebeple de birey, yetişkin hayat tarzından uzaklaşmaya çalışır. Böylece hayatında büyük çatışmalar yaşamaya başlar.

Peter Pan Sendromu Nasıl Tedavi Edilir?

Peter Pan hastalığı ekseriyetle çocukluk döneminden kaynaklanan bir sendromdur. Fakat yalnızca uzman doktorlar tarafından tedavi edilmesi mümkün olabilir. Bu nedenle bir psikolog ya da psikiyatrist tarafından Peter Pan sendromu teşhisi konulur. Teşhis konulan bu kişilerde psikoterapiler yardımıyla hastalığın belirtileri minimum düzeye indirilir. Tedavideki amaç hastaların gerçek hayata döndürülmesi ve sorumluluk almalarını sağlamaktır.

Ayrıca tedavi gibi hastalığın oluşumunun öncesindeki alınacak önlemler de çok önemlidir. Öncelikle her ailenin çocuk gelişimi hakkında bilgi sahibi olması gerekir. Böylece çocuk duygu dilini kavramayı öğrenmek daha kolay olacaktır. Çocuk kendi duygularını kavradıkça ve duyguları ile kabul gördükçe kendini anlamaya başlar. Böylece duygularını sağlıklı bir biçimde yönetmesini öğrenir.

Çocuklukta yaşanan pek çok sorun çocuğun psikolojisinde tahribat yaratır. Özellikle de; 

  • İstismar edilme,
  • Şiddet görme,
  • Aile tarafından hor görülme,
  • Zorba arkadaşların davranışlarına maruz kalma,
  • Duygusal boşluk yaşamaya yol açan ebeveyn kaybı gibi sorunlar çocukluk çağında onarılmazsa erişkinlikte davranış bozukluğu olarak gelişebilmektedir. Bu sebeple çocukların duygusal olarak güçlük yaşadıkları zamanlar kritiktir. Bu zamanlarda psikolojik destek görmeleri akıl sağlıkları açısından çok elzemdir.

Bazı vakalarda, çocuklar, çocukluk çağında duygusal açıdan onarılmamış durumdadır. Bu çocuklar büyüdüklerinde erişkin olarak kendilerini iyileştirme hususunda kendilerine borçlu olduklarını düşünürler. Bu sebeple de çocukluk süreçlerini onarmak için psikolog destek almak isteyebilirler. Siz de çevrenizde bu durumdaki kişilere yardımcı olmaktan çekinmeyiniz.

Peter Pan Sendromu Geçer mi?

Peter Pan sendromu yalnızca alanında uzman olan doktorlarca tedavi edilebilir. İlk olarak bir psikiyatrist ya da bir psikolog hasta bireye sendromun tanısını koyar. Daha sonra hastalara psikoterapiler uygulanmaya başlar. Bireyin durumu ve psikolojisi gibi etkenler tedavinin gidişatını etkiler. Bunlara göre ise hastalık tamamen iyileştirilebilir ya da minimum düzeye indirgenebilir.

Peter Pan Sendromu İçin Neden Psikolojik Destek Almalısınız?

Bir bireyin en büyük zenginlik kaynağı olarak sayılan şeylerin başında sağlık gelmektedir. Çocukluktan erişkinliğe kadar süren olumsuz şartlar düzeltilmedikçe; 

  • Davranış bozukluğu,
  • Depresyon,
  • Kaygı bozukluğu,
  • Panik atak,
  • Sosyal fobi gibi duygu durum bozuklukları meydana gelebilir.

Yaşanan bu bozukluklar ise kişinin ruhsal açıdan hastalanacağı manasına gelmektedir. Bu bozuklukların tedavisi için hem terapi hem de ilaç kullanılması gerekebilir. Bu sebeple her yetişkin birey, kendi çocukluğunda çözümleyemediği bir olay varsa destek almalıdır. Alacağı destek ile kendi çocukluğunun pek çok durumla başa çıkmayı öğrenmesini sağlayacaktır.

Bu sorunları yaşayan çocuklar için ise çevresi harekete geçmelidir. İlk önce ailesi ve öğretmenleri çocuğa destek alma konusunda yardım etmelidir. Çocuklukta yaşanan bu sorunlar ve belirtileri konusunda duyarlı olmaları gerekir.

Bir sağlık kuruluşundan destek aldığınızda alanında uzman psikologlarla çalışma şansına sahip olacaksınız. Bu süreçte yaşanan olaylara bağlı şekilde nasıl bir destek almanız gerektiğini öğrenebilirsiniz. 

Çoğu durumda uzmanlar şu tedavileri uygun görmektedir; 

  • Şema terapisi
  • EMDR terapi
  • Bilişsel davranışçı terapi 

Bu gibi tedavi yöntemleri ile çalışarak Peter Pan sendromu hakkında yapmanız gerekenleri kavrayabilirsiniz. Ayrıca yetişkinlik çağında meydana gelen çocukluk tepkilerinizi kavramayı ve yönetmeyi öğrenebilirsiniz. Son olarak, dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan bir diğeri de problem çözme yetenekleri kazanmaya odaklanmanızdır. Bu sayede kendinizi daha sağlıklı hissedebilirsiniz.  

ÖZEL DENİZLİ HASTANESİ

Fedakârlık, bir amaç uğruna veya gerçekleştirilmesi istenen herhangi bir şey için, kendi çıkarlarından vazgeçme anlamına gelir. Fedakârlık; yapan açısından ve yapılan açısından farklı anlamlar taşımaktadır. Hayatımızda çeşitli fedakârlıklar yapmışızdır. Anne-babamız için, çocuğumuz için, eşimiz için, kardeşimiz için, akrabamız için, arkadaşımız için, işimiz için, ülkemiz için, patronumuz için fedakârlık yaparız. Fedakârlık yapmak insana doyum verir, iyi hissettirir. Ancak bunun ne kadarı bize iyi gelir, ne kadarı bizi rahatsız eder, esas sorun budur.

Fedakârlık kim için olursa olsun, belirli bir düzeyin üzerinde olursa, sınırsız olursa artık yapana zarar verir. Çünkü kişinin başkasının çıkarları için kendi çıkarlarından vazgeçmesi gerekir. Çocuklarımız için doğduğundan itibaren fedakârlık yaparız. Hasta olduğunda sabaha kadar uyumayız, onun yemeğini yedirmek için kendi yemeğimizi erteleriz, okul ihtiyaçları için, kendi ihtiyaçlarımızdan vaz geçeriz. Bunlar doğal ve sağlıklı durumlardır. Kendimizi bu fedakârlıkları yaparken önemsemeyiz. Hatta bunların olumlu sonuçlarını gördüğümüzde bu yaptıklarımızın hiçbir önemi kalmaz.

İnsanlar konfora sık alışır. Dolayısıyla aşırı fedakârlık yapıldığında karşı taraf bunu artık önemsemez. Değerli bulmaz. Buna rağmen fedakâr bundan vazgeçmez. Kendi işlerini başkaları için aksatır. İşlerini bir türlü bitiremez. Hatta bazen bu durum başkalarınca fark edilerek suiistimal edilir. Bütün bunlara rağmen kişinin fedakârlık yapmasının nedeni aşırı endişeler, yoğun korkular, takıntılı düşünceler ve aşırı vicdan azabıdır. Bir kısım psikolojik ve psikiyatrik rahatsızlıkta aşırı fedakârlık görülür. Takıntı hastalığında ya da endişe bozukluğu rahatsızlığında kişi fedakârlık yapmadığında kendi başına ya da sevdiklerinin başına kötü bir şey geleceğini, birilerinin hasta olacağını ya da öleceğini düşünür. Bu durumu saçma bulmasına rağmen, düşüncesini engelleyemez. Derin bir vicdan azabı duyar. Bu durumdan kurtulmak için fedakârlığa devam eder. Hayatı daha da zorlaşır ve karmaşıklaşır. Her fedakârlık bir sorun değildir. Ancak kişi aşırı fedakârsa ve bunu engelleyemiyorsa, bu durum kendi hayatını etkiliyorsa psikolojik ya da psikiyatrik bir destek alması hayatını kolaylaştıracaktır.

Psikoterapist Yrd. Doç. Dr. Rıdvan Üney

Rüya, bilinçdışı yaşantı dalgalanmalarının, hayal gücü zeminine yansımasıdır. H. Amiel

Gece uyurken neden birçok kez fantezi dünyasına dalıyoruz? Neden hayali olaylar yaşayıp hayali davranışlarda bulunuyoruz ve rüya görmek ne anlama geliyor? Rüyalar bilinçdışımıza bir geçit mi? Peki rüyalarımızı gerçekten de yorumlayabilir miyiz? Rüyalar korkutucu ya da rahatlatıcı olabilir. Rüyalar, olanaksız, mantıksız şeyleri oldurabildikleri ya da oldurdukları için fantastiktir. Rüyalarınızda uçabilirsiniz; ölmüş insanları canlandırabilir, cansız nesneleri konuşturabilirsiniz.

Rüya görmek insanların sıklıkla yaşadığı bir şeydir. Çoğumuz her gece ortalama bir ya da iki saat türlü çeşitli rüyalar görürüz. Rüyaların çoğu tamamen unutulduğundan bazıları hiç rüya görmediğini iddia ederler. Araştırmacılar, insanların uykunun hızlı göz hareketi (Rapid Eye Moved, REM) evresinden hemen sonra uyandırıldığında, rüyalarını çoğunlukla oldukça doğru hatırlayabildiğini göstermiştir. REM uykusundan uyandırılan biri rüyasında daima ve genellikle tüm ayrıntılarıyla hatırlar. Bu bildirimler insanların, her zaman yaşadıklarını hatırlayamasalar da, uyku sırasında da bilinçli olduklarını gösterir. Beyin dalgası incelemeleri, uyku sırasında son derece aktif olduğumuzu ortaya koymaktadır.

Rüya (dream) sözcüğünün “neşe” ve “müzik”ten türediği söylenilir. Çoğu insan, rüya görmek için uyumaz fakat çok çeşitli rüyalar anlatır: fazlasıyla berrak ama aynı zamanda belirsiz rüyalar; kabuslar ve tatlı rüyalar. Çocuklar 3 yaşından 8 yaşına kadar genellikle kabus gördüklerini söylerler; ancak 3 ya 4 yaşından önce kendilerini rüyalarında pek görmezler. Çoğu tekrarlanan rüyalar bildirir; bunlardan bazıları korktukları, diğerleriyse görmeye bayıldıkları rüyalardır.  Kimleri rüyaların kehanet özelliği taşıdığına inanır. İnsanların yaklaşık üçte ikisi deja-vu rüyaları gördüğünü iddia ederler.

Tabii, bir de her kültürden insanların daima gördükleri ortak düşler vardır. Uçma rüyası bunlardan en bilinenidir: İnsanlar , belki de kurbağalama yüzmeye benzeyen hareketlerle kuş gibi havada uçabildiklerini bildirirler. Diğerleriyse, yüksek binalardan aşağı ya da karanlık kuyuların dibine doğru düştükçe düştükleri rüyalardan söz ederler. Ya da birçok kez sadece düşerler. Birçok rüyada da aniden çıplak kalmak ve başkalarının önünde utanmak vardır. Takip etme rüyaları da sıktır: En çok birileri tarafından amansızca takip edilir ya da belki siz onları takip edersiniz. Öğrencilerse, önceden çalışmış olmalarına rağmen sınav kağıdına boş boş baktıkları ya da tutulup tek satır yazamadıkları sınav rüyaları görürler.

Psikolog ONUR BAL

Yeni öğrendiğiniz bilgiden sonra uyuyun!

Öğrenme ve bellekle sağlıklı uyku arasında çok önemli bir ilişki olduğunu belirten uzmanlar, uykunun beyni “yeniden başlatma” görevi olan önemli bir süreç olduğuna dikkat çekiyor. Bir bilgi ya da bir davranış öğrenildikten sonra uyumanın o bilgi ve davranışı kalıcı hale getirdiğini belirten uzmanlara göre, sınavdan bir gece önce uyumadan ders çalışmak bir işe yaramıyor.

“Okuduğunuz bilgileri ve edinmeye çalıştığınız becerileri, daha hızlı ve etkili şekilde öğrenmek için mucizeye ihtiyaç yok. Yeterli ve sağlıklı bir uyku rutini, başarılı bir öğrenmenin anahtarı aslında”

Uyku, beyni yeniden başlatma sürecidir.

Uykusuz geçen bir gecenin ardından önce kendimizi daha hareketli, neşeli ve zinde hissederken saatlerin ilerlemesi ile bu durumun yerini yorgunluk, dikkatte azalma, uyku hali, sinirlilik, çökkünlük almaya başlar. Eğer o gece de uyuma şansı bulamazsak devam eden saatlerde düşünce, duygu, algı ve davranışlarımızda belirgin değişiklikler başlar. Zihnimiz karışır, kendimizi ve etrafı tuhaf algılamaya başlarız. O nedenle uyku, bir nevi beyni “yeniden başlatma” görevi olan önemli bir süreç olarak düşünülür.

Öğrenilen bilgi, uykuda belleğe alınıyor

Öğrenilen bilgi önce kodlanır, sonra güçlendirilerek kalıcı hale getirilir, en sonunda da geri çağırılır yani hatırlanır. Eğer öğrenilen bilgi ilk aşamayı geçemezse yani sadece kodlanır ama güçlendirilemezse o zaman unutulur. Bu güçlendirme aşaması tekrar tekrar yapılabildiği için kodlanan bir bilgi her hatırlandığında tekrar güçlendirilerek daha uzun süreli olarak öğrenme mümkün kılınır. İşte uykunun önemi bu noktada açığa çıkar. Uyku, kodlanan bilgilerin önce aktifleştirildiği sonra da güçlendirilerek uzun süreli belleğe alındığı bir süreçtir.

Sınavdan önce sabahlamanın bir yararı yok

Her ne kadar yaşam bütünüyle bir öğrenme süreciyse de, bu sürecin en aktif şekilde deneyimlendiği öğrencilik yıllarınızı hatırlarsanız büyük olasılıkla aklınıza sınav öncesi uykusuz geçen geceleriniz gelir. Bilginin ne kadar öğrenildiğini ne kadar hatırlandığını ölçmeyi hedefleyen “sınavlar” dan önceki gecelerde uykusuz kalmanın aslında ne kadar yanlış olduğu aşikârdır. Çünkü uykusuzluk, öğrenmeyi farklı noktalarda sekteye uğratır. Eğer yeni bilgi ile karşılaşılmadan önce kişi uykusuz ise o zaman bilginin kodlanması yani ilk kaydı zorlaşır. Önceden kodlanmış bir bilgiden sonra uykusuzluk yaşanır ise o bilgi güçlendirilemez. Hatta daha önceden öğrenilmiş bilgilerin geri çağırılması yani hatırlanması da olumsuz etkilenir.

Psikiyatri Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Fatma Duygu Kaya

Rüyalar yalnızca rüyayı görenin yaşamı çevresinde anlam taşır. D. Broadribb

Travma ve Kompleks Travmanın 7 Gizli Etkisi

Jason N.  Linder

Birçok insanın travmalar hakkında bilmedikleri
Travma da bir yaradır; sadece fiziksel yaralar kadar açık bir şekilde görülmezler. Başka, daha gizli şekillerde ortaya çıkarlar. Toplum olarak travmayı daha iyi anlasaydık daha çabuk iyileşir ve daha az acı çekerdik. Neyse ki, aşağıda bahsedeceğim etkiler EMDR terapisi ve diğer modaliteler kullanılarak tedavi edilebilir. İşte birçok kimsenin bilmediği hususlar:

1. Kompleks Travma

Birçok insan kompleks travma (CT) kavramını duymamıştır. Genellikle semptomların şiddeti açısından Travma Sonrası Stres Bozukluğunu (TSSB) aşar. Duygusal regülasyon, ilişkiler, öz-kimlik ve benlik parçalanması ile ilgili önemli zorluklardan oluşur. Travmanın etkileri olayların kendisinden değil, bedenin ve zihnin bu olayı nasıl kaydettiğiyle ilgili olsa da, kompleks travma genellikle uzun ve sürekli bir şekilde, çoğunlukla yaşamın erken dönemlerinde meydana gelen travmatik yaşanmışlıklardan kaynaklanır. Genellikle kişilerarası durumlardan veya doğal afetler sebebiyle oluşur. Bağlanma figürlerini, bakım verenleri ve kurbanı kapsayabilir. 

2. Travmanın Psikolojik Etkileri

Travmatik bir deneyimin daha sonradan ortaya çıkan etkileri, teşhis edilebilir TSSB veya kompleks travma ile başa çıkabilen çoğu kişinin hayatına hakim olabilecek düzeydedir. Bağlantı kuramama, karışıklıklar, kaçınma, konsantrasyon zorluğu, düzensiz uyku ve aşırı uyanık kalmak o kadar rahatsız edici hale gelebilir ki, çoğu kişi için büyük ölçüde sosyal, duygusal ve mesleki bozulmalara sebep olur. 

Travmanın istemsiz olarak yeniden yaşanması; zihnin, rahatsız edici içerikleri bütünleştirme ve semptomların uyarlanabilir amacını vurgulayarak, tamamlanmış hissettiren bir çözüme uygun olarak işleme girişimi olabilir. Ne yazık ki, zihin travmatik olayları çözmeye çalışırken çabaları ters tepebilir. Bunun sonucunda travmatik olaylar yeniden yaşanılabilir ve bu da istemeden de olsa olayın en korkunç yönlerini yeniden üretebilir ve kişinin gelecekteki travmatik olaylara maruz kalma riskini artırabilir (Herman,2015). 

3. Zihnin Bilgi İşleme Sisteminde Meydana Gelen Hasar

TSSB, tehdit edici olmayan uyaranı tehdit gibi yorumlamak için beynin bilgi işleme sistemini yeniden şekillendirir. Hastaların yeni veya temelde tehdit edici olmayan bilgilere odaklanmasını ve kişinin dikkatini toplayıp konsantre olabilmesini zorlaştırır. EMDR açısından bakıldığında, travmatik anıların “işlevsiz” olarak depolanmasının, uyarlanabilir bilgilerden ve diğer olumlu deneyimlerden veya kendini bilmekten ayrı olarak işlenmesinin sebebi budur.  Bilginin parçalanması, büyük ölçüde, belirli bir travmatik olayın kendi kendine doğal süreçte çözülmesini engelleyen ve travmatik anıların belirli yönlerini kişinin benlik duygusundan bağımsız kılan şey olarak kabul edilir. Bu anlamda, travmatik anılar aslında psikolojik olarak “zamansız duygu ve bedensel uyum” olarak yerleşmektedir. Bu nedenle yıllar sonra bile, travmatik olayların aşağıda ele alınan önemli psikolojik ve fizyolojik sonuçları olabilir. 

4. Travma ve Kişilerarası İlişkiler

Travma; erişilebilir, duyarlı ve duygusal olarak etkili olan insanlarla yakın bağlanma ilişkileri kurmak adına olan ihtiyacı artırma eğilimindedir. Bununla birlikte, TSSB güvenli bağlanmayı destekleyen ve sürdüren gelişimi, hissedilen güvenlik duygusunu ve güveni aşındırabilir. İnsanlar arası derin bağlantılar travmayı iyileştirmeye en çok yardımcı olan şeydir ve bu bağlantının ihlali travmanın köklerinden birisidir. Ne çelişkili bir çıkmaz!  Tedavi edilmeyen travma, başkalarıyla olan bağlarımızı yalnızca etkileşimsel olarak değil, aynı zamanda öznel kimliklerini, ilişkilerin amacını ve duygusal yakınlıklarını da zayıflatma eğilimindedir. Yalnızca kişinin bağlanma ilişkilerine değil aynı zamanda sosyal ağları ve topluluklarıyla olan ilişkilerine de genellenebilecek bir etkiye sahiptir. Bu durum travmadan kurtulanların acil duygusal yakınlık aramasına ancak aynı anda yakın ilişkilerden korkmasına da sebep olabilir. Bu durum travma kurbanlarının eşlerinin cesaretlerinin kırılmasına ve kafalarının karışmasına sebep olabilir, çünkü eşlerinin acılarına karşı yardım edememekten kaynaklı bir çaresizlik ve utanç hissederler. Buna ikincil travma diyoruz. 

5. İkincil Travma

Travma kurbanlarının birçoğunun eşi, aile üyesi ve bazen arkadaşları ikincil travma yaşarlar. İkincil travma; travmaya maruz kalmayan kişinin, sevdiği insanın yaşadığı travmatik deneyimleri ve buna bağlı olarak aynı belirtileri yaşamasıdır (Figley, 2013). Hayatta kalanların deneyimlerini sevdikleriyle paylaşmaları da bu yüzden hayati önem taşıyor. Bir partnerdeki travmatik durum, çiftlerde ve bazen de ailelerde en dayanıklı ilişkileri bile tehlikeye atabilir. Bunun sonrasında da herhangi ilişkisel bir sıkıntı, kişinin travmatik semptomlarını kötüleştirir. Birbirine bağlı ve sevgi dolu çiftler bile, travma semptomlarının çiftin sıkıntılarını şiddetlendirdiği ve bunun tersinin olduğu bir dizi geribildirim döngüsüne de duyarlı hale gelebilir. 

6. Yıkılan İnançlar ve Varsayımlar

Her mağdur için geçerli olmasa da, tedavi edilmeyen travma bireyin şefkat, dürüstlük ve saygıyı hak eden benlik algısını ve dünyayı temelde öngörülebilir, adil ve güvenli olarak görmesi durumunu değiştirebilir. Travma aynı zamanda kişinin fail olma duygusuna, başkalarıyla olan bağlantısına, kimliğine ve genel özerkliğine meydan okuyabilir. Bunun sonucunda da güçsüzlüğe, çocukluk dönemindeki işlevselliğe gerilemeye (regresyon), kendinden şüphe duymaya ve utanca sebep olabilir (Briere & Scott, 2006).

7. Travmanın Fizyolojik Etkisi

Tedavi edilmeyen travma; otonomik sistemin, endokrin sisteminin ve merkezi sinir sisteminin işlevlerini değiştirebilir. Bu durum, anıları ve duyguları işleyen bölgeler olan limbik sistem ve hipokampusta yapısal beyin değişikliklerine sebep olabilir. Stres tepkilerini, epinefrin ve norepinefrin gibi nöral ileticilerin işleyişini bozabilir (Perry, 2009). 
Örneğin; beyin görüntüleme sonuçları, TSSB teşhisi konan kişilerin geçmişe dönüşleri oluştuğunda (flashback), dil ve iletişimle bağlantılı bölgelerinin devre dışı kaldığını gösteriyor. Bu da tedavi edilmeyen travmanın dilsel kodlamayı bozabileceğine dair ikna edici kanıtlar sunuyor. 

Bu nedenle, TSSB ile mücadele eden insanların beyinleri, neokorteksin sağlıklı psikolojik işleyişe ilişkin mantıksal ve üst düzey çalışmasını engelleyebilen, limbik sistem (temel ihtiyaçları sağlamakla görevli olan sistem) güdümlü ilkel işleyiş durumuna gerileyebilir (Perry, 2009). Yukarıda açıklanan yedi semptom ve etkinin tamamı EMDR ve diğer terapilerle düzelebilir. Tüm bunları göz önünde bulundurarak acı çeken birisini gördüğümüzde “bu kişinin nesi var?” yerine “bu kişiye ne oldu?” sorusunu sorabiliriz.

PROF. DR. KEMAL SAYAR

Kaynak: https://www.psychologytoday.com/us/blog/relationship-and-trauma-insights/202110/7-hidden-effects-trauma-and-complex-trauma

Travma sonrası ortaya çıkabilecek belirtiler

Pek çok çocuk bir kaza sonrasında tekrarlayıcı, rahatsız edici düşüncelerle boğuşur. Bu her zaman olabilse de, en çok çocuk sakinken ya da uykuya dalmak üzere iken görülür. Diğer zamanlarda travmayla ilgili anılar çevrenin ilişkili uyarılarıyla hatırlanır. Örneğin; deprem sırasında enkaz altında kalan ve yaralanan yengesinin yanında gördüğü kedinin yüzünü gözünün önünden silemeyen 8 yaşındaki erkek çocuk kedi görmeye tahammül edemiyor, yemek yiye­miyor, kabuslar görüyor ve annesinin yanından ayrılmıyordu. Onu rahatlatan tek şey, kediyi kovalaması, yengesi için yardım çağırması ve yaşamını kurtararak sorunla baş edebilmesiydi. Çocuk ve gençlerde uyku bozukluklarına özellikle ilk haftalarda çok sık rastlandığı, karanlık korkusu, kabuslardan korkma ve gece sık  sık  uyanma   gibi,   belirtilerle   sık karşılaşıldığı belirtilmektedir. Ayrılma kaygısı çocuklarda   olduğu   gibi   gençlerde   de görülebilmektedir. Örneğin, çocuk cerrahisinde yatan, anne ve babası depremde ölen 50 günlük bir bebeğin yanında refakatçi olarak kalması gereken babaannesiyle birlikte hastanede bulunan, 18 yaşındaki genç bir kızda bile ciddi ayrılma kaygısı olduğu, tuvalete bile yalnız gidemediği tarafımızdan değerlendirilmiştir. Bazı çocuklar arkadaşlarıyla ve ailesiyle beraberken daha saldırgan, hırçın ve sinirli olabilmekte ve duyularını  açığa vura­mamaktadır. Ailesi ya da arkadaşları sıklıkla onları daha fazla yaralamamak için soru sormadıkları zaman da bunu reddedilme olarak algılayabilmektedirler.
Çocuklarda dikkati yoğunlaştırmayla ilgili güçlükler ve bellek sorunları da görülebilir. Bu sorunlar yeni bilgiyi öğrenmede ya da eskisini hatırlamada güçlük olarak kendini ortaya koyabilir. Ancak  izleme çalışmalarında bu sorunların iki sene içersinde büyük oranda gerilediği görülmüştür. Çocuk ve gençler, ortamdaki tehlikelere karşı çok daha duyarlı hale gelirler ve diğer olayların haberlerinden bile rahatsız olurlar. Hastahanede izlediğimiz hemen hemen tüm çocuklarda, televizyondaki sadece depremle ilgili olan değil, olumsuz bilgiler içerebilecek tüm haberlere karşı bir kaçınma vardı. Genel olarak yaşayanlar hayatın çok kırılgan olduğunu öğrenmişler ve bu onların yaşama bakışını değiştirmiş, inançlarını, değerlerini ve insanlara olan güvenlerini yeniden sorgulamalarına neden gördüğü kedinin yüzünü gözünün önünden silemeyen 8 yaşındaki erkek çocuk kedi görmeye tahammül edemiyor, yemek yiye­miyor, kabuslar görüyor ve annesinin yanından ayrılmıyordu. Onu rahatlatan tek şey, kediyi kovalaması, yengesi için yardım çağırması ve yaşamım kurtararak sorunla başedebilmesiydi. Çocuk ve gençlerde uyku bozukluklarına özellikle ilk haftalarda çok sık rastlandığı, karanlık korkusu, kabuslardan korkma ve gece sık  sık  uyanma   gibi,   belirtilerle   sık karşılaşıldığı belirtilmektedir. Ayrılma kaygısı çocuklarda   olduğu   gibi   gençlerde   de görülebilmektedir. Örneğin, çocuk cerrahisinde yatan, anne ve babası depremde ölen 50 günlük bir bebeğin yanında refakatçi olarak kalması gereken babaannesiyle birlikte hastanede bulunan, 18 yaşındaki genç bir kızda bile ciddi ayrılma kaygısı olduğu, tuvalete bile yalnız gidemediği tarafımızdan değerlendirilmiştir. Bazı çocuklar arkadaşlarıyla ve ailesiyle beraberken daha saldırgan, hırçın ve sinirli olabilmekte ve duyularını  açığa vura­mamaktadır. Ailesi ya da arkadaşları sıklıkla onları daha fazla yaralamamak için soru sormadıkları zaman da bunu reddedilme olarak algılayabilmektedirler.

Çocuklarda dikkati yoğunlaştırmayla ilgili güçlükler ve bellek sorunları da görülebilir. Bu sorunlar yeni bilgiyi öğrenmede ya da eskisini hatırlamada güçlük olarak kendini ortaya koyabilir. Ancak” izleme çalışmalarında bu sorunların iki sene içersinde büyük oranda gerilediği görülmüştür. Çocuk ve gençler, ortamdaki tehlikelere karşı çok daha duyarlı hale gelirler ve diğer olayların haberlerinden bile rahatsız olurlar. Hastahanede izlediğimiz hemen hemen tüm çocuklarda, televizyondaki sadece depremle ilgili olan değil, olumsuz bilgiler içerebilecek tüm haberlere karşı bir kaçınma vardı. Genel olarak yaşayanlar hayatın çok kırılgan olduğunu öğrenmişler ve bu onların yaşama bakışım değiştirmiş, inançlarım, değerlerini ve insanlara olan güvenlerini yeniden sorgulamalarına neden olmuştur. Gençler, yaşadıkları bazı deneyimlerden sonra  değerlerinin,   inançlarının  sarsıldığını, yıkıldığını,   gelecekle   ilgili   beklentilerinin azaldığını, önceliklerinin değiştiğini ve yoğun isyan   duygusu   içinde   olduklarını   belirt­mektedirler. Bazıları gündelik bir yaşam sürerken, diğerleri günlük olayları basit, önemsiz olaylar olarak görmeye başlamaktadır. Bazı çocuk ve gençlerde  ilişkili  konularla  ilgili  korkular başlarken, diğerlerinde olayla ilgili şeylerden kaçınma görülebilmektedir. Yaşayanın suçluluğu, yani niye kendisinin değil de diğerlerinin öldüğü, niye daha fazla insan kurtaramadığı, niye böyle çaresiz  olmak  durumunda  kaldıkları,  niye insanların  göz göre  göre  ötmek  zorunda bırakılması şeklinde pek çok sorular ortaya çıkabilmektedir. Deprem bölgesinde görevli bir askerimiz araba sürerken ‘sanki cesetler kolumdan geri çekip, bizi de kurtar diye yalvarıyorlar’ düşüncesini   kafamdan   atamıyorum   diyerek güçlüğünü vurgulamıştır. Saplantı ve depresyonun oldukça yüksek oranlarda  görüldüğü  araş­tırmalarla  da  ortaya  konmuştur.   Öz kıyım düşünceleri ve madde kullanımının da görüle­bildiği belirtilmektedir. Ayrıca, çocukların bir kısmında belirgin kaygının geliştiği, ancak panik ataklarının  ortaya  çıkmasını  yıllar  sonra olabildiği vurgulanmaktadır.

Pek çok çocuğun önceden ilgi gösterdiği aktivitelere ilgi göstermez hale gelebildiği, içe kapandığı ve bedensel yakınmalarının olduğu da belirtilmektedir. Okul öncesi çocukların çok daha fazla regresyon, davranım bozukluğu ve saldırgan davranışlar gösterdikleri üzerinde de durul­maktadır. Ortopedi kliniğinde yatan dört yaşındaki bir çocuğumuz, iki yıl kadar önce tuvalet eğitiminin tamamlanmış olmasına rağmen, dep­remden sonra devamlı altına çiş ve kakasını kaçırıyor ve dedesinin yanından ayrılmakta güçlük çekiyordu.


TRAVMAYA PSİKOLOJİK TEPKİLER VE BUNLARA YAKLAŞIM

Deprem ve bunun yarattığı yıkım insanların günlük deneyimlerinin   çok   ötesindedir. Depremin önceden kestirilemez olması ve o anda yaşanan  çaresizlik  hissi,  kişilerin üzerindeki etkisini daha da arttırmaktadır. 17 Ağustos   depreminin   şiddeti,   etkilediği bölgenin büyüklüğü, yarattığı yıkım ve kayıplar, uzun  süre  devam  eden  artçı depremler,  geciken  kurtarma çalışmaları, depremzedelerin karşılaştığı barınma gibi sorunlar  bu  felaketin  etkisini   önceden karşılaşılan benzer felaketlerin etkisinin çok üstüne çıkarmıştır. Depremlerle ve diğer doğal afetlerle beraber insan yapımı afetler de diyebileceğimiz tecavüz, saldırı, savaş, trafik kazası, bir yakının kaybı veya öldürülmesi gibi olaylar da insanlarda benzer tepkilere yol açmaktadır.  Bunlardan  kişinin  işlevlerini bozacak kadar şiddetli olanlar ilk bir ay için Akut Stres Bozukluğu, bir aydan sonraki dönem  için  de  Travma  Sonrası  Stres Bozukluğu  olarak adlandırılır (Amerikan Psikiyatri  Birliği,   1994).   Hasta  olarak nitelendirilmemesi gereken pek çok normal bireyde de, benzer belirtiler özellikle ilk bir ay içerisinde ortaya çıkabilir. Bu stres, normal olmayan bir duruma normal bir cevap olarak tanımlanabilir. Bu yüzden, tanı sistemlerinde yer alan ‘işlevselliğin bozulması’ kavramı çok önemlidir ve tanı koymakta acele edip bu insanların etiketlenmesinden kaçınılmalıdır. Deprem bölgesindeki kişilerle ilişki kurulduğunda yaşadıkları pek çok deneyimin normal bir sürecin parçası olduğu onlara bildirilmeli ve bu kişiler bu açıdan rahatlatılmalıdır. Ruh sağlığı çalışanlarının en önemli görevi bu sorunların uzamasını engellemektir.

Ursano ve arkadaşlarının aktardığına göre (1999), böyle bir travmaya cevap dört dönem içerir. Birinci dönem, felaketin hemen sonrasıdır. Bu dönemde inanmamayı, korku ve konfüzyonu içeren güçlü duygular vardır, insanlar birbirine yardım etmeye çalışır, kurtarma personeli, aile ve komşular en çok kullanılan destek sistemleridir. İkinci dönem, olaydan sonraki ikinci hafta başlar ve birkaç ay sürebilir. Bu dönemde tekrar inşa çalışmaları başlar, felakete uğrayan topluluğa dışarıdan yardımlar gelir. Bu uyum döneminde inkar ile rahatsız edici belirtiler birbirini izler. Uyum döneminin basında rahatsız edici belirtiler, son kısmında ise inkar daha belirgindir. Bu dönemde bulantı, yorgunluk, kızgınlık, ilgisizlik gibi belirtilerle doktorlara başvuru sıklaşır. Üçüncü dönem, bir yıla kadar devam eder, burada verilen sözlerin tutulmamasını izleyen hayal kırıklığı baskındır. Felakete uğrayan topluluğun birlik duygusu azalır ve bireysel sorunlar öne çıkmaya başlar. Son dönem olan yeniden yapılanma ise yıllar sürebilir. Bireyler tekrar yaşamlarım düzene koyarlar. Bu belirtilerden kurtulmak için başlangıçtaki yakınmaların olayın tekrar değerlendirilmesiyle çözülmesi, anlamlandırılması ve yeni bir benlik kavramıyla bütün­leştirilmesi gerekir.

Travmatik olayın doğası: Yeteri kadar tehdit edici olan bir olayla karşılaşan herkeste travma sonrası stres bozukluğu ortaya çıkabilir. Ancak her birey olaya farklı tepkiler gösterebilir. Bu yüzden kişisel farklılıklar göz önüne alınmalıdır. Olayın ne denli yakınında bulunulduğu da önemlidir. Yapılan çalışmalarda travmaya fiziksel olarak daha yakın olanların travmanın psikolojik etkilerinden daha fazla etkilendiği görülmüştür. 1988’deki Ermenistan depreminden sonra Pynoss ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada da depremin merkezinde yaşayan çocukların, çevre şehirlerde yaşayanlara göre çok daha fazla belirti gösterdiği izlenmiştir (1993). Kişinin olay sırasında öleceğini düşünüp düşünmediği, ölü ve yaralı insanları görüp görmediği, yakınlarını kaybedip kaybetmediği, olayın ani olması ve yaşamı tehdit etme derecesinin önemli olduğu belirtilmektedir. Toplum kişinin fiziksel ve duygusal destek sistemini oluşturduğundan toplumun geniş kesimini etkileyen, insanların iş kaynaklarını yok eden felaketler daha fazla etki gösterir.

Risk ve koruyucu/aktörler

Afet anlarında psikolojik bakımın en temel ve ana işlevi fiziksel bakımın sosyal açıdan desteklenmesidir. Fiziksel bakım, psikolojik bakımdır ve tüm organizasyonların temel işlevidir. Koruyucu etmenler açısından bu konu anahtardır.

Yaş: Değişik yaş gruplarında belirtilerin biçiminin değiştiği üzerinde durulmaktadır.

Cinsiyet: Bazı çalışmalarda kadınların, bazılarında da erkeklerin sorunlara çok duyarlı olduğu belirtilmektedir.

Okul:  Psikolojik yardım kabul eden okullarda 5 ay sonraki kaygı ve korku puanları daha düşük çıkmıştır. Bu sonuç, okulun tavrının korunmada önemli olduğunu düşündür­mektedir.

Bireysel özellikler: Bilgi edinmeye çalışma, deneme girişiminde bulunma, olumlu biçimde kendi kendine konuşma, dikkatin başka yöne çevrilmesi, gevşeme ve düşünceleri durdurma gibi yöntemleri kullanan çocukların daha az endişe yaşadığı görülmüştür. Band ve Weisz’e (1988) göre, çocuklarda birincil ve ikincil başa çıkma modelleri vardır. Birincil başa çıkma modelinde, çocuk rahatsızlık veren uyaranı doğrudan değiştirmeye çalışır, örneğin kaçar. İkincil başa çıkma çıkma modelinde ise rahatsızlık veren uyaranın varlığı kabul edilir ve en az rahatsızlık hissedecek davranış bulunmaya çalışılır. Birincil başa çıkma yöntemleri genelde yetersiz kalır ve yaşın ilerlemesine paralel olarak ikincil başa çıkma yöntemlerinin kullanımı artar.

Olaya ailenin, toplumun, bireyin yüklediği anlam  olayın  yaratacağı  sonuçları  etkiler. Bireylerin   kendini   sorumlu   tutması   veya önlenebilir olduğunu düşünüp sorumlu gördüğü kişilere yönlendirdiği öfke gibi konular önemlidir. Her bireyin olaya yüklediği anlam geçmiş yaşantılarının ve mevcut fizyolojik durumunun ve ortamının etkisiyle oluşur. Anlam durağan değil değişkendir, kişinin psikososyal ortamı değiştikçe olaya yüklediği anlam da değişir.

Aile: Travmatik olaydan sonra evini, işini ve gelirini yitirerek ikinci bir travma yaşayan kimi aileler birbirine destek olurken, kimi ailelerde eşler arası tartışma ve şiddet olayları görülebilir ve bu durum çocuklara da yansır. Anne baba kendi duygusal cevaplarını denetlemede zorlanıyorsa çocuklarına daha az yardımcı olacaktır. İlk anda duyularını paylaşmakta güçlük çeken aileler daha sonra bu paylaşımı isteyebilmektedir. Travma sonrası çocukların bir kısmı ailelerini de üzmemek kaygısı ile deneyimlerini onlarla paylaşamamaktadırlar. Afet sonrası yetişkinlerin karşılaştığı ve uzun süreli olabilen ev, iş gibi kayıplar çocukların fiziksel istismar riskini arttırabilir (Adams ve Adams, 1984).

Yüksek risk grupları: Kurtarma çalışmalarında görev yapan her türlü kişiler, izciler, askerler, polisler, enkaz çalışmalarında çalışan işçiler, özellikle aynı zamanda yakınlarım yitirmiş olan kişiler ve onlara destek veren gönüllüler (ruh sağlığı çalışanları dahil), afetin unutulmuş kurban­ları olmamalı ve onlara da destek sağlanmalıdır.

Büyük depremler, insanların başına aniden gelir ve herkesi sarsar. Bu türden bir deprem felaketine maruz kalan bazı kişilerde, fiziksel bir yaralanma olmasa bile, duygusal sorunlar ortaya çıkabilir. Doğal afetlere her insan çeşitli türden tepkiler gösterir. Bu tepkiler tamamen normaldir. Bunların neler olduğunu bilmenizin, olayın psikolojik etkilerinden daha çabuk kurtulmanıza yardımı olacaktır.
Şiddetli depremden hemen sonra, tipik olarak bir şok tepkisi içine girebilirsiniz.
Hatta bazı insanlarda şok o derece ağırdır ki, yüz ifadeleri olaydan hiç etkilenmemiş gibi donuklaşır. Bu durum, aslında yoğun ızdıraba karşı vücudunuzun verdiği normal bir tepkidir. Bir süre için kendinizi uyuşmuş, yaşamdan kopmuş gibi hissedebilirsiniz. Hatta olayın hiç olmadığını düşünebilirsiniz.
İlk şoktan sonra herkes aynı tepkileri göstermez. Aşağıda belirtilenler, böyle bir felaket durumuna karşı insanların gösterdikleri normal tepkilerdir:
Korku, endişe, suçluluk, pişmanlık, öfke, karamsarlık, panik, çaresizlik ve utanç gibi duygular çok derin ve yoğun yaşanır. Bu duygular sık sık değişebilir. Kendinizi eskiye kıyasla daha sinirli hissedebilirsiniz. Bazı duygularda ani iniş-çıkışlar olur. Endişeli, sinirli ya da karamsar olabilirsiniz.
Düşünce ve davranışlarınız olayın etkisi  altındadırOlayla   ilgili anılarınızı  tekrar tekrar  anlatmak ihtiyacı duyarsınız. Yaşadıklarınız gözünüzün önünden gitmez. Her an tekrar deprem olacakmış gibi hisseder, korku duyabilirsiniz. Dikkatinizi yaptığınız işe vermekte ya da karar vermekte zorlana­bilirsiniz. Kafanız kolayca karışabilir. Hafızanızda problemler olabilir. Olan bitenlere inanmakta güçlük çekebilirsiniz. Uykunuz, yeme düzeniniz ve iştahınız bozulabilir. Ancak güçlü kalmak, yakınlarınıza ve çevrenize yardımcı olabilmek için, elinizden geldiğince ve olanaklar elverdiğince iyi beslenmeniz ve dinlenmeye çalışmanız gerektiğini unutmayın.
Aynı felaketi yaşayan kişilerle sürekli olarak konuşma ihtiyacı duyabilirsiniz. Ama zaman zaman da içinize kapanıp hiç konuşmadan sadece düşünmek isteyebilirsiniz. Bunlar normaldir. Başka insanlarla sık sık konuşmanızın, duygularınızı pay-iaşmanızın size yararı olacaktır. Çekin­meyin.
Yoğun stresten ötürü vücudunuzda bazı belirtiler ortaya çıkabilir: Örneğin, baş ağrıları, bulantı ve göğüs ağrısı olabilir.

Daha önce sürekli tedavi gerektiren tıbbi bir rahatsızlığınız varsa, şiddeti artabilir. Bu durumda tıbbi yardıma başvurunuz. Şu noktayı anlamak çok önemlidir: Aynı olaya herkes aynı tepkiyi göstermez. Bazı insanlar hemen tepki gösterir, bazılarının tepkisi ise aylar, hatta yıllar sonra, gecikmeli olarak ortaya çıkabilir. Bazılarının yaşadığı rahatsızlık verici tepkiler uzun zaman sürer, bazı kişiler ise çok çabuk eski hallerine dönerler. Tepkiler zaman içinde de değişir. Bazıları olayın yaşandığı sırada çok enerjiktirler ve sanki bu enerji sayesinde, olayla daha kolay başederler, ama hemen sonra umutsuzluk ve karamsarlık yaşarlar. Merak etmeyin. Şimdi size imkansız gibi görünse de, zamanla bütün bunlar düzene girecektir. Moralinizi olabildiğince yüksek tutmaya çalışın.

Çocuklar için neler yapmalı?

Bu depremden sonra yaşanan korku ve kaygı, özellikle çocuklar için çok zorlayıcıdır. Bazı çocuklar, daha küçük yaşlarda normal olan parmak emme, altını ıslatma gibi davranışlara geri dönebilirler. Kabuslar görebilir, yalnız yatmaktan korkabilirler. Okul başarıları etkilenebilir. Ayrıca daha sık öfke nöbeti gösterebilir ya da içlerine kapanıp, yalnız kalmak isteyebilirler.

Bu çocuklar için yapabileceğiniz bazı şeyler aşağıda sıralanmaktadır:

  • Onlarla daha fazla zaman geçirin. Olaydan hemen sonraki  günlerde çocuğunuz sizden ayrılmak istemeye­bilir. Sık sık elinizi tutmak, kucağınızda oturmak, boynunuza sarılmak isteyebilir. Eteğinize yapışıp ayrılmayabilir. Her fırsatta sizinle konuşmak ister. Yatmak istemez. Bunlara göz yumun, anlayışlı davranın. Onlara dokunun, sarılın. Bu tür fiziksel temas çocukları çok rahatlatır.
  • Gerginliklerini azaltmak için onlara oyun imkanları tanıyın. Resmi kurum­ların açtığı çocuk merkezlerine gönderin. Buradaki oyun ve resim yapma faaliyetlerine katılmalarını teşvik edin. Küçük çocuklar resim yaparak olayla ilgili gerginliklerinden kurtulabilirler. Yaşadık­larını resme dökmeleri onlar için yararlıdır.
  • Daha büyük çocuklarınızın sizinle ayrıntılı konuşmalarına izin verin, duygu ve düşüncelerini ifade etmeleri için onları destekleyin, yüreklendirin.

Bu   sayede   felaketle   ilgili   olarak kafalarındaki sorulara cevaplar bulabilirler ve korkuları azalır. Sordukları soruları onların anlayabileceği biçimde cevaplamaya çalışın. Sık sık onları sevdiğiniz;, korkularını ve kaygılarım anladığınızı gösterin. Yemek yemek, oynamak, uyu­mak gibi faaliyetleri mümkün olduğunca belli saatlerde yapmalarını sağlamaya çalışın. Çocuklarınıza hayatın artık normale dönmekte olduğu duygusunu vermeye çalışın.

Kendinize ve ailenize nasıl yardımcı olabilirsiniz?

Duygusal olarak yeniden eskisi gibi sağlıklı bir duruma gelebilmeniz ve yaşamınızın kontrolünü yeniden ele geçirebilmeniz için yapabileceklerinizden bazıları şunlardır:

  • Bu dönem, kuşkusuz yaşamınızın zor bir dönemidir. Toparlanmak ve kendinize gelmek için zaman tanıyın. Kayıplarınız için yas tutmanız en doğal hakkınızdır. Duygularınızda iniş çıkışlar olması normaldir. Kendinize karşı sabırlı olun.
  • Bu olayı yaşayan   herkes,   sizin hissettiklerinize     benzer     şeyler hissetmektedir.   Onlarla   dayanışma içinde olun, duygularınızı paylaşın.
  • Alkol ve diğer uyuşturucu madde­lerden uzak durun. Bunların yarardan çok zararı olacaktır. Ancak, doktor tarafından verilen ilaçların kullanımı aksatılmamalıdır.
  • Kendinizi yapıcı bazı faaliyetlerle oyalayın. Bu oyalama   çabaları, başkalarına yardımcı olmak, şu anda olabildiğince hayatınızı düzene koymaya çalışmak ya da çocuklarınızla daha yakından ilgilenmek biçiminde olabilir.
  • Duygusal olarak yakın gelecekte de neler yaşayabileceğinizi öğrenmeye çalışın. Bilgi edinin veya sağlık kuruluşlarının deprem için oluşturul­muş özel birimlerine başvurun.
  • Tekrar toparlanmak için sizin açınızdan en önemli olan ihtiyaçların izi ve yapılması gereken işlerinizi sıraya koyun ve tek tek ele alın.

AFETZEDELERİN KARŞILAŞABİLECEKLERİ PSİKOLOJİK SORUNLAR VE BUNLARA KARŞI ALABİLECEKLERİ ÖNLEMLER

Bu yazıda doğal afet geçirmiş kişilerin yaşayabilecekleri psikolojik sorunlar ile bu sorunların ortaya çıkma olasılığım azalta­bilecek bazı önlemler özetlenmiştir:

Doğal Afet Sonrası Yaşayabileceğiniz Psikolojik Sorunlar

Özellikle ilk birkaç gün içinde yaşayabi­lecekleriniz:

4 Duygusal Olarak: Geçici bir şok yaşayabilir, korku, öfke, suçluluk, utanç, çaresizlik ve umutsuzluk duygu­ları hissedebilir ya da hiç birşey hissetmeden “donup kalabilirsiniz”.

4 Zihinsel Olarak: Kafanız karışabilir, örneğin gününüzü, saatinizi, nerede olduğunuzu  bilemeyebilirsiniz veya şaşırabilirsiniz. Ayrıca kararsızlık, en­dişe, dikkati toplayamama, unutkanlık, gibi sorunlar yaşayabilirsiniz.

4 Fiziksel Olarak: Gerginlik, yorgunluk, uyuma güçlüğü, bedensel ağrı ve acılar, kalp atışlarında düzensizlik, bulantı, iştah artması ya da azalması, ani irkilmeler, tedirginlik vb. bedensel sıkıntılar yaşaya­bilirsiniz.

4 Sosyal Olarak: İş hayatında, okulda, arkadaşlık ve evlilik ilişkinizde ya da ana baba olarak sorunlar yaşayabilirsiniz:

Huzursuzluk,   güvensizlik,   insanlardan uzaklaşma, kendini reddedilmiş ya da terk edilmiş gibi hissetme, aşırı yargılayıcı ve suçlayıcı olma, her şeyi kontrol altında tutma isteği ve genel olarak bir ilgi azalması gibi sorunlar da ortaya çıkabilir.

Doğal afet yaşayan birçok insan yukarıda özetlenen bu tür tepkileri gösterebilirler; ancak kısa bir süre sonra bazı kişiler bunlardan büyük ölçüde kurtulurlar, hatta eskisine göre daha da güçlenebilirler. Bazı kişiler ise, travma sonrası stres bozukluğu, kaygı bozuklukları ve depresyon dediğimiz   bir   takım   psikolojik   belirtileri gösterebilirler. Örneğin:

4 Kendinizi    sanki    bir    rüyadaymış, bedeninizin  dışındaymış veya  gerçek değilmişsiniz gibi hissedebilir; başınızdan geçen olayları hiç hatırlayamayabilirsiniz.

Başınızdan geçen olayla ilgili rahatsız edici anılardan kurtulmak için alkol ve benzer maddelere yönelmek isteyebi­lirsiniz.

Kendinizi boşlukta, duygusuz, tepkisiz ve donmuş gibi hissedebilirsiniz.

Ani öfke patlamaları, aşırı huzursuzluk, panik  duyguları  gibi  aşırı  duygusal tepkilerin yanısıra, çaresizlik hissedebilir; ardarda aynı hareketleri yapabilir veya düşünceyi aklınıza takabilirsiniz.

Aşırı depresyon (ruhsal çökkünlük hali); kendini değersiz hissetme, umutsuzluk ve yaşama isteğinizin azalması gibi sorunlar içine girebilirsiniz.

Doğal afet yaşayan insanların bir kısmında bu tür belirtilerin görülmesinin nedenleri şunlardır:

Yaşamınızı tehdit eden ciddi bir tehlike ile karşılaşmış olmanız,

Ölümle burun buruna gelmeniz, yaralanmanız, ölenleri görmeniz,

Evinizi, eşyalarınızı, komşularınızı ve yakınlarınızı kaybetmeniz,

Yakınlarınızla haberleşmenizin kesilmesi ve onların desteklerini kay­betmeniz,

Özellikle biri kurtulduğunda izleyen­lerin alkışları ve bağırışları gibi yoğun tepkilerle karşılaşmış olmanız,

Aşırı yorgunluk, açlık ya da uykusuzluk yaşamış olmanız,

Tehlike, kayıp, duygusal ve fiziksel baskıya uzun süre maruz kalmanız,

Doğal Afet Yaşamış Kişiler, Bu Psikolojik Sorunların Ciddi Boyutlara Dönüşmesini Engellemek İçin Neler Yapabilir?

Afetlerden sonra gözlemler ve araştırmalar yapmış olan ruh sağlığı uzmanları, stres belirtilerim azaltmak ve afet sonrası koşullara yeniden uyumu kolaylaştırmak için aşağıdaki önerilerde bulunmuşlardır:

KORUNUNUZ : Kendinizi koruyunuz. Barınabileceğiniz bir yer bulunuz. Yiyecek içecek sağlayınız. Sağlıklı bir ortam oluşturmaya çalışınız. Zaman zaman kendinizle başbaşa kalabi­leceğiniz, sessizce oturup, kısa süreli de olsa rahatlamaya ve uyumaya çalışa­bileceğiniz bir yer bulmaya çalışınız.

HAREKETE GEÇİNİZ: Kendinize olan saygınızı, amaçlarınızı ve umut hissinizi yeniden kazanmanıza yardımcı olmak için size ve ailenize ait özel eşyalarınızdan     kurtarabildiklerinizi koruma altına alınız.

TEMAS KURUNUZ: Ailenizle, arkadaşlarınızla iletişim sağlamaya çalışınız; sizi dinleyebilecek kimi bulursanız yaşa­dıklarınızı   anlatınız;   ulaşabiliyorsanız uzmanlara başvurup onlara anlatınız

 EN YAKIN YARDIM KURULUŞUNA BAŞVURUNUZ: Temel acil yardımlar, temizlik, sağlık ve konut gereksinmeleriniz için en yakın ulaşabileceğiniz yardım kuruluşuna başvurunuz ve yardım isteyiniz.

Afet sonrasında yaşadığınız her gün için; Kendiniz ve aileniz için o gün yapılacak en önemli şeyin ne olduğunu belirleyiniz. Tüm dikkatinizi kendinizin ve yakınlarınızın basından geçenlere odaklayınız. Durumu gözden geçirip yeniden değerlendiriniz. Böylece neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu daha kesin olarak belirleyebilirsiniz. Yaşadıklarınızın sizin için ne anlama geldiğini anlamaya çalışınız ki, yaşama tekrar sıkıca sarılabilesiniz ve hatta tüm bu olanlardan   kişisel   olarak   daha   da güçlenerek çıkabilesiniz.

UZM. UĞUR KAYA

Deprem ve Çocuk Travmaları

Depremden Çocuklarımızın Ruh Sağlığını Nasıl Koruyalım?
Depremi yaşayan insanların büyük bir çoğunluğu normal yaşamlarına bir ölçüde dönebilir olsalar bile, bir kısmı yaşananları bir süre daha hatırlamaya devam edecek gibi. Hatırlananların büyük çoğunluğu yıkımlarla, kayıplarla ve afetten sonra depremi yaşamış insanlar açısından tamamen değişen hayatlarıyla ve oldukça acı verici anılarla ilgili olabilir. Bu ve benzeri travmatik olaylar karşısında, yetişkinler ve çocuklar duygusal, bilişsel ve davranışsal tepkiler verebilirler. Bu tepkiler deprem, sel, yangın, taciz, trafik kazası, ölüm gibi olaylar ve kayıplardan sonra kişilerde görülen normal ancak çok şiddetli olabilen tepkilerdir.

TRAVMATİK OLAY NEDİR?

Travmatik bir olay “herhangi bir kişi için, aşırı derecede yıpratıcı veya başa çıkılamayacak kadar zor olan, kişi için tehdit edici, varlığını zedeleyen, normal yaşantı haricindeki herhangi bir olay” olarak tanımlanır. Deprem travmatik olayın tipik bir örneğidir ve depremi yaşayan herkes bu olayın ne kadar korkutucu ve yaşamı tehdit edici olduğu konusunda hemfikirdir. Çocuklar açısından travmatik olayın ne olabileceğine bakıldığında, herhangi bir zamanda trafik kazası geçirmek veya herhangi bir kazaya tanık olmak, tacize uğramak, bir yakının ölümünü görmek, ciddi bir şekilde yaralanmak veya yaşamı tehdit eden başka bir olaya maruz kalmak çocuklar için travmatik olaylar olarak nitelendirilebilir.

TRAVMATİK OLAY VE KAYIPLARA VERİLEN TEPKİLER

Doğal afetler, insan eliyle yaşanan olaylar, kaza, ölüm gibi travmatik olayların ardından çocuklarda yaygın olarak görülen iki grup tepki vardır.

  1. Doğrudan doğruya travmaya maruz kalmaktan kaynaklanır ve çocukların kendilerini tehlikede hissetmeleri, oldukça dramatik olaylara tanık olmaları gibi yaşantılar içerir. Bu tip yaşantılar travma tepkileri dediğimiz tepkileri ortaya çıkarırlar. Tamamen normal kabul edilmekle birlikte, bu tepkiler bireyler için çok şiddetli ve korkutucu olabilirler. Yetişkinler gibi çocuklar da travma tepkileri gösterebilirler. Bu tepkiler travma sonrasında koşulların düzelmesine bağlı olarak zamanla azalır, ancak bazı kişiler uzun bir süre bu tepkileri vermeye devam edebilirler.
  2. Travma sırasında ve sonrasında oluşan anne baba, diğer aile üyeleri, arkadaş ve yakınların kaybedilmesiyle ve ev, ailenin malvarlığı gibi diğer kayıplarla bağlantılıdır. Kayıplarla sonuçlanan travmatik yaşantıdan sonra şiddetli üzüntü tepkileri hissetmek normaldir, bazı çocuklarda bu tepkiler epeyce uzun sürebilir ve hatta depresif tipte bazı tepkilere de yol açabilir.

Afetler sonrasında çok şiddetli travma tepkilerinin ortaya çıkması tamamen normal kabul edilmelidir.

Travma sonrası yaşanabilecek stres tepkilerini üç ana başlıkta sıralayabiliriz.

  1. İstenmeden akla gelen düşünce ya da görüntüler
  • Kişinin hatırlamayı isteyip istememesinden bağımsızdır (travma sırasında olup bitenler)
  • Olayların en acı ve sıkıntı verici bölümleri.
  • Her şey yeniden oluyormuş gibi travmatik olayı yeniden yaşanır.
  • Yaşanan her şeyi ‘görüyor’ gibi olduklarını ifade edebilirler.
  • Bir kamera varmış ve filmi geriye sarmış gibi hissedebilirler.
  • Ses ve koku, hatta hareketleri hissettiklerini belirtebilirler (Örneğin, zemin sallanıyor gibi ‘hissederler’).

Yukarıda sözü edilen bu travma tepkileri çok korkutucu olabilirler, ancak travmatik olaylardan sonra bunları hissetmek tamamen normaldir.

  1. Kaçınma tepkileri

Kaçınma tepkisi kişinin yaşadığı travmatik olayla ilgili olan düşünceler, duygular, etkinlikler ve mekanlardan kaçınmasına işaret etmektedir. Kişi açısından olup bitenler o kadar acı vericidir ki; kişi kendisine travmayı hatırlatabilecek her şeyden uzak durarak adeta olup biteni tümüyle unutmaya çalışmaktadır. Travmatik olaylara maruz kalan pek çok kişide istenmeden akla gelen anılar ortaya çıkar. Bunlar çok acı verici olduğu için kişi bu anılardan ve bunların aklına gelmesine yol açan her şeyden kaçınmaya çalışır. Olayın yaşandığı yere gitmek istenmez, o olaya dair düşünceler akla geldiğinde düşünülmek istenmez ve bunun için yoğun çaba sarf edilir.

  1. Aşırı uyarılma tepkileri

Anılar (görüntüler, sesler, kokular), kaçınma tepkileri gibi travmatik bir olaydan sonra ortaya çıkan belirtilerin çok güçlü bir fizyolojik temeli vardır.

Travmatik olaylar insan bedeni ve zihni açısından korkunç bir şoktur ve aşırı bir fizyolojik uyarılmaya yol açabilir. Bu aşırı uyarılma hızlı kalp atışı, avuç içlerinin terlemesi, konsantrasyon sorunları ve uyku güçlükleri gibi belirtiler ortaya çıkarır.

Travma sonrasında olay anını hatırlatan herhangi bir uyarıcı ile karşılaşıldığında kişiler yeniden travmatik olay oluyormuş gibi hissebilir ya da belli bir yer onlara yaşadıkları travmayı hatırlatabilir ve beden otomatik olarak tekrar aşırı bir fizyolojik uyarılma durumuna geçer. Bu fizyolojik tepkiler, kas ağrıları, sırt ağrısı veya karın ağrısı gibi belirtilere de neden olabilirler.

Hatırlatıcılar

Travmaya ilişkin anıları tetikleyen ipuçlarıdır.

Örneğin,

  • deprem sırasında bulunulan binanın görüntüsü
  • yaşanmış bir trafik kazasını hatırlatan bir ses
  • Koku
  • tacizi hatırlatan herhangi bir düşünce veya duygu hatırlatıcı olabilir.

Hatırlatıcıların etkilerinin bilinmesi, hem çocuklar hem de yetişkinler açısından önem taşır ve onların travma tepkileriyle daha kolay başa çıkmalarına yardımcı olur.

Yukarıda sözü edilen tüm bu tepkiler büyük afetlere ve travmatik olaylara karşı verilen normal tepkilerdir. Afetlerden sonra çocuk ve yetişkinlerin büyük bir kısmının birkaç ay boyunca bu tip tepkiler sergilemesi normal kabul edilmelidir. Eğer bu tepkiler daha uzun sürerse ve günlük yaşamda, uyku bozuklukları, aile ve okul yaşamında güçlükler gibi sorunlara yol açarsa profesyonel yardım alınması gerekir.

Kaygı tepkileri

Travma sonrası stres tepkisi temelde bir kaygı tepkisidir. Bu tepki sırasında bireyin bedeni ve zihni sanki bir tehlikeye maruz kalmış gibi tepki verir. Çocuklar travmatik bir olaydan sonra, aşağıda belirtilenler gibi, belirgin olmayan kaygılar geliştirebilirler:

  • Okul, sosyal yaşam ve gelecek gibi alanlarda ortaya çıkan sürekli bir kaygı hali
  • Avuçların terlemesi, titreme, mide sorunları, baş ağrıları, kas gerginliği gibi fiziksel uyarılmışlık belirtileri
  • Karanlıktan, belirli hayvanlardan ve başkalarının önünde konuşmadan aşırı korkma (Bu korkuların bir kısmı, 7-10 yaş arasındaki çocuklarda yaşa bağlı olarak ortaya çıkan normal gelişimsel korkulardır ve hiçbir müdahalede bulunulmasa bile kendiliklerinden ortadan kalkarlar. Travma sonrası kaygı tepkisi olarak nitelendirilmeleri için bu korkuların aşırı boyutlarda olması gerekir)
  • Sevilen birisinden ayrılma korkusu – özellikle küçük çocuklar ayrılık kaygısı belirtileri gösterebilirler.

Şiddetli üzüntü ve depresyon

Hepimiz zaman zaman kendimizi kederli ve üzgün hisseder, hatta bazen ağlarız. Kayıplardan sonra şiddetli üzüntü tepkileri vermek ve kaybedileni özlemek normaldir. Bunlar, kişiye rahatlama duygusu verir.

  • Travmatik yaşantı sonrasında normal kabul edilen bazı depresif tepkiler şunlardır:
  • Depresif ya da sinirli bir ruh hali.
  • Tüm etkinliklere duyulan ilginin azalması ve bunlardan haz alamama
  • Diyet yapılmadığı halde bariz şekilde kilo kaybı veya artışı
  • Kaybedilen kişiyi özleme.
  • Sevilen birinin kaybını ‘kabullenmeme’.
  • Uykusuzluk ya da aşırı uyuma.
  • Aşırı huzursuzluk.
  • Aşırı yavaşlık.
  • Enerji kaybı/azalması ve derin bir yorgunluk hissi.
  • Değersizlik duygusu.
  • Aşırı ya da duruma uymayan suçluluk duyguları.
  • Konsantre olmada ya da karar vermede zorluk.
  • Tekrarlayan ölüm düşünceleri.
  • Hayatın yaşamaya değmediğine dair tekrarlayan düşünceler

TRAVMATİK OLAYDAN ETKİLENMEYİ BELİRLEYEN ETMENLER

Hem çocuklar hem de yetişkinler için travmatik bir olaydan etkilenmeyi belirleyen bazı etmenler vardır. Bu etmenlerin kişiden kişiye değişiyor olması nedeniyle bütün çocuklar ya da yetişkinler yaşanan travmatik olaydan farklı düzeyde etkilenirler.

  1. Aşırı durumlara tanık olma: Kişiler travmatik olayı bizzat yaşıyorlarsa ya da olayın meydana geldiği yere ne kadar yakınlarsa etkilenme düzeyleri o denli yüksek olmaktadır.
  2. Stres yaratan durumlara maruz kalma süresi: Kişiler travmatik olayalara ne kadar uzun süre maruz kalırlarsa o denli çok etkilenmektedirler.
  3. Yaşamın tehlikede olduğunu düşünme: Kişiler travmatik olay sırasında öleceklerini düşündüklerinde etkilenme fazla olmaktadır.
  4. Stresle başa çıkma gücü: Kişilerde travma öncesi varolan başa çıkma gücü etkilenme düzeyini azaltmaktadır.
  5. Sosyal desteğin doğası ve derecesi: Kişilerin travmatik olay sırasında ve sonrasında yeterli derecede sosyal desteğe sahip olması ve bu desteği alabilecek durumda olması travmatik olaydan etkilenme düzeyini azaltacaktır.
  6. Anne-babanın etkilenme düzeyi: Anne-babaları güçlü olumsuz tepkiler gösteren çocuklar travmatik olaylardan daha fazla etkileneceklerdir.

TRAVMATİK BİR OLAYDAN SONRA ÇOCUKLAR VE İLETİŞİM

Çocuklar genellikle acı veren yaşantılarıyla ilgili olarak kendilerini ifade edemeyebilir veya etmek istemeyebilirler. Ancak karşılarındaki kişinin kendileriyle ilgilendiğini ve onu dinleyip anlayabileceğini açık bir biçimde hissederlerse yaşantılarını paylaşmaya daha çok gönüllü olurlar.

Yetişkinler çoğunlukla, çocukları, başlarından geçen travmatik yaşantıları hakkında konuşmaya teşvik etmenin uygun olmadığını düşünmekte ve onları kendi hallerine bırakmaktadırlar. Yetişkinlerin bu varsayımı her zaman doğru olmayabilir hatta bazen bu durum, çocukların, yaşamış oldukları acı ve kayıplardan kendilerini koruma ihtiyaçlarına dayanıyor olabilir. Bazı yetişkinler de çocukların olan biteni anlama kapasitelerini yetersiz buluyor olabilirler.

ÇOCUKLAR NEDEN KONUŞMAK İSTEMEZLER?

  • Çocuklar kendileri ve özel yaşantıları hakkında konuşmaya pek alışık olmayabilirler.
  • Daha önce, bu gibi konularda kendilerini ifade etmek için hiç cesaretlendirilmemiş olabilirler.
  • Duygularını tanımlamakta zorlanıyor olabilirler.
  • Travmatik olaydan bahsetmek onlara acı veriyor olabilir.
  • Yetişkinlerden korkuyor veya onlara güvenmiyor olabilirler.
  • Yetişkinlerin kendilerini anlamayacaklarını düşünüyor olabilirler.
  • Yetişkinleri üzmek ya da endişelendirmek istemiyor olabilirler.

TRAVMANIN AİLELER ÜZERİNDEKİ SOSYAL ETKİLERİ

  • Travmaya maruz kalmak aile yapısının ve rollerinin değişmesine neden olabilir.
  • Akraba, arkadaş ve komşuların desteğinden uzak kalmaya yol açabilir.
  • Aile üyeleri kendilerini birbirlerinden uzaklaşmış hissedebilir.
  • Aile kendisini toplumdaki diğer ailelerden uzaklaşmış hissedebilir.
  • Aile bireylerinde travmatik olay hakkında güçlük ve başkalarını üzmemek için konuşmaktan kaçınma görülebilir.
  • Aile içinde tartışmalar ve aile bireyleri arasında çatışmalar ortaya çıkabilir.
  • Çocukların güven gereksinimleri artabilir, daha çok ilgi görmek isteyebilirler.
  • Ailenin birlikte olması ve hoş vakit geçirmesi için koşullar uygun olmayabilir. Aile bireyleri arasında kayıplarla ilgili yas tutma tutum ve tarzlarındaki farklılıklar ve bunlara bağlı çatışmalar ortaya çıkabilir.
  • Maddi ve manevi kaynakların azalması sorun olabilir.

TRAVMATİK OLAYLARLA BAŞETME: AİLELERE ÖNERİLER

(1) Stres yaratan durumu kabul etme

Stresle başarılı bir şekilde başa bilmek için ilk önce olayı kabul etmek gerekir. Kabul edilmeyen durumlarla başa çıkmak mümkün olmayacaktır. Sorunlarla başa çıkmak için onları göz ardı etmektense aktif bir şekilde çözüm yolu bulmaya çalışmak daha etkili olacaktır.

(2) Sorunları hep birlikte uğraşarak çözme

Yaşanan olay bireysel bir konu olsa bile aile olarak birlikte çözülmesi ve kişinin tek başına çözüm yolu bulmaya çalışmaması gerekir. Aile üyelerinin hepsinin aktif bir rol aldığı durumlarda herkes kendini daha verimli hisseder ve biz biliyoruz ki yardım etmek travma sonrasında insanlara en iyi gelen şeylerden biridir.

(3) Yaşamla ilgili yeni ve olumlu bir bakış açısı geliştirme

Aile üyeleri sonraki travmatik yaşantılara karşı daha iyimser bir bakış açısı geliştirmek için birbirine yardımcı olabilir. Travmatize olan kişiler olayla (örneğin trafik kazası ile) ilgili olarak suçluluk duyabilir ancak kişilerin o anda aldıkları kararlar en iyisi olmasa bile o anda alınabilecek en iyi karar olabilir. Birbirlerine destek olmak, çocukların kendilerini suçlamasını engellemek ruhsal sağlığımız açısından daha yararlı olacaktır.

(4) Aile içinde birlik ve şefkat olması

Travmatik bir olaydan sonra ortaya çıkan tüm zorluklara rağmen, eğer aile üyeleri birbirlerini destekler ve teşvik ederlerse stres yaratıcı olayların üstesinden daha kolay gelebilirler. Stresle daha iyi başa çıkan ailelerin birbirlerine sevgi ve şefkatle davrandıkları bilinmektedir. Bazı aileler sevgilerini sözle, bazıları birbirlerine sarılarak, öperek, bazıları ise birbirlerine yardımcı olarak ve diğerlerini memnun edecek işler yaparak gösterebilirler. Genelde birbirlerine sevgi ve destek verebilen aileler, “bana dokunma, yaklaşma, beni yalnız bırak” gibi mesajlar veren ailelere kıyasla, stresle daha kolay başa çıkabilmektedirler. Bazen anne-babalar çocuklarının iyiliğini düşünerek travmatik bir olaydan sonra çocuklarını bir akraba veya tanıdığın yanına başka bir yere göndermek isteyebilirler. Önemli olan aile bireylerinin mümkün olduğunca birlikte kalması, özellikle küçük çocukların aileyle kalmasıdır.

(5) Aile içinde açık ve etkili iletişim

Stresle olumlu bir şekilde başa çıkabilen aileler genellikle birbirleriyle açık ve etkili bir şekilde iletişim kurabilen ailelerdir. Bu, zor duyguları aile üyeleriyle paylaşabilmeyi ve gerektiğinde onlardan yardım ya da destek isteyebilmeyi de içermektedir. Açık iletişim aynı zamanda aile üyelerinin birbirini dinlemesini ve birbirlerini anladıklarını göstermelerini de gerektirir.

(6) Ailede içi rol ve beklentilerde esneklik olması

Katı kuralları olan aileler, travma sonrasında eskiden uyguladıkları kuralları mevcut şartlarda uygulayamayacakları için, travmatik olayın yarattığı strese karşı özellikle korunmasız kalabilirler. Buna karşın, yardım aramaya, yeni şeyler denemeye, rollerini ve alışkanlıklarını geçici olarak da olsa bir kenara bırakabilmeye, önceliklerini değiştirmeye ve daha düşük beklentiler oluşturmaya gönüllü olan aileler zorluklar ve güçlüklerin üstesinden daha kolay gelebilirler. Travmatik olayla olumlu bir şekilde başetmek için geçmişte yaşananlardan dersler çıkarmak, bunları paylaşmak, ailede herhangi bir krizin ortaya çıkmasını engelleyecek planlar yapmak ve açık iletişim kurmak gerekir. Aile içi rol ve beklentiler açısından esnek olan aileler, hem aile içinde hem dışında ulaşabilecekleri tüm olanakları en iyi biçimde kullanabilen ailelerdir.

(7) Aile ortamının güven verici olması

Geçirilen yaşantılar ne kadar örseleyici olursa olsun, aile üyeleri birbirlerine ya da kendilerine zarar verici davranışlarda bulunmamalıdır. Aile içinde hiçbir biçimde şiddet ya da saldırganlığa izin verilmemelidir. Aile üyeleri aynı zamanda madde, ilaç ya da alkol kullanımından kaçınmalıdırlar. Sağlıklı bir ailede, sıcak ve kabul edici ana-baba-çocuk ilişkilerinin yanı sıra, aile içindeki yetişkinler arasında da sağlıklı ilişkiler olması gerekmektedir. Anne-babalar ailede olan geçmişteki tatsızlıkları önleyemediklerini, bunları silip atmalarının da mümkün olmadığını, ancak bundan sonra çocuklarını güven içinde tutmaya çalıştıklarını çocuklarına açıkça ve mümkün olduğunca somut bir şekilde anlatmalıdırlar. Özellikle travmatik bir olay sırasında çocuklar, gelişim özelliklerine daha uygun olduğu için, kendilerine yapılan bu somut açıklamalardan yarar görürler. Anne-babaların bu davranışları aile üyelerinin birbirlerine karşı hoşgörülü olmasını, zorluklarla başa çıkmada birbirlerine yardımcı olmalarını kolaylaştıracaktır. Böylece aile bireyleri geçirmiş oldukları olumsuz yaşantısıyı ilerde hatırlayacakları, dersler çıkaracakları ve zorlukların üstesinden gelebildiklerini gördükleri önemli bir yaşantı olarak görebilirler. Anne-babalar açısından çocuklarının sorunlarını dinlemek, olan bitenleri inkar etmeden ve çocuğun kaldırabileceğinden daha fazla ayrıntı vermeden onlara bilgi vermek özellikle önem taşır.

Lütfen Unutmayın!

En sevgi dolu ailelerde bile aile üyeleri travmatik yaşantılar yüzünden zaman zaman kendilerini tükenmiş ya da duygusal olarak bitmiş hissedebilirler ve birbirlerini desteklemede yetersiz kalabilirler. Böyle zamanlarda sabırlı olmak ve olumlu yaşantıları vurgulamak iyi olabilir. Bazen aileler kısa vadede işe yarayan ama uzun vadede olumsuz sonuçları olan ve daha fazla soruna yol açabilen çözümler (örneğin alkol alma, ilaç kullanma gibi) üretebilirler. Bazı aileler travmatize olmuş aile bireylerine ihtiyaçları olan desteği sağlayacak iç ve dış kaynaklardan yoksun olabilirler Bu gibi durumlarda bir psikolog veya psikiyatristin desteği gerekebilir. Toplumda yardımcı olabilecek kişi ve kuruluşlara ulaşmakta gecikmemelidir.

Anne ve babaların çocuklarıyla yeterince ilgilenebilmeleri için önce kendi duygusal ihtiyaçlarını göz önüne almaları ve güçlenmeleri gerekir. Aşağıda anne-babaların izleyebilecekleri bazı yöntemler önerilmektedir.

  • Yaşanan travmatik olayı düşünmeye ara vermek
  • Varsa yaşanan belirsizliği/karmaşayı kabullenmek
  • Yeniden yapılandırma ve düzeltme etkinliklerine katılmak
  • Başkalarına yardım etmek
  • Gelecek hakkında düşünüp, plan yapmak
  • Aktif olmak, aile ve arkadaşlarla yapılacak şeyleri planlamak
  • Rahatlama yöntemleri bulmak ve uygulamak
  • Sosyal destek almak, arkadaşlarla görüşmek
  • Espri ve şaka yapmak, eğlenmek

TRAVMATİK OLAYLARA KARŞI DAHA DAYANIKLI ÇOCUKLAR YETİŞTİRMEK İÇİN NELER YAPILABİLİR?

  1. Çocuğa ait olma, sevilme ve güven duygusunu aşılayın:

Yetişkinlerin yapabileceklerinin en başında, küçük yaştan başlayarak çocukta ait olma duygusunu geliştirmek ve ona kendisini koşulsuz seven, onun ihtiyaçlarını karşılamaya hazır, her zaman güvenebileceği bir ailesi ve çevresi olduğu duygusunu aşılamak gelmektedir.

  1. Kendine güven ve öz kontrol duygusunu geliştirin:
  • Çocuğun kendine güven duygusunun gelişebilmesi yetişkinlerin ona gösterdikleri güvene bağlıdır. Çocuğun kendi işini yapabilme çabalarını küçük yaştan itibaren destekleyin ve ödüllendirin.
  • Kendi kararlarını verebilmesi için ona fırsat tanıyın. Onun yerine karar vermeyin.
  • Gerek ailede gerekse sınıf içinde verilen kararlara onları da dahil edin ve fikirlerini sorun. Bu onların kendilerini önemli hissetmelerini sağlayacaktır.
  • Onları başka çocuklarla kıyaslamayın. Unutmayın, her çocuk kendine özgü özellikleri olan bir bireydir.
  1. Tutarlı disiplin uygulayın:
  • Kendine güvenli çocuk yetiştirmede belli ölçüde disiplin ve çocuğun yaşına uygun, gerçekçi ve kabul edilebilir sınırlar koymanın gerekliliği bugün artık tartışmasız kabul edilmektedir.
  • Disiplin uygularken yetişkinler kendi aralarında tutarlı davranmalıdır.
  • Bu tutarlılık hem ailede ana-baba arasında, hem de okul-aile arasında bulunmalıdır.
  1. Problem çözme ve sosyal becerilerini geliştirin:

Örneğin, iki kardeş kavga ediyorlarsa, önce birbirlerinin duygularını dinleyip anlamaları için onları teşvik edin. Daha sonra aralarındaki problemi çözmek için neler yapabileceklerini düşünmelerini söyleyin ve problemi çözmek için buldukları olumlu yolları destekleyin.

Uyarı : Travmatik bir olaya karşı dayanıklı olma konusunda bir takım kültürel farklılıklar olabilir ve yukarıda sayılan özelliklerin bazıları Türk kültürü açısından pek istendik davranışlar da olmayabilir. Örneğin, bağımsızlık bizim kültürümüzde pek de teşvik edilen bir özellik değildir. Bu durumda bağımsızlığı, içinde yaşanılan kültürün hatta alt kültürlerin özelliklerine ve ailelerin kendi değerlerine uygun biçimde yeniden tanımlamak gerekecektir. Bunun yanı sıra bağımsızlığın, kendi kararlarını verebilmek olduğunu, bunun aileden tamamen kopma anlamına gelmeyeceğini çocuklara öğretmek ve bağımsızlığı, içinde yaşadığımız kültür özelliklerine uygun bir biçimde yeniden tanımlamak çocukların kendi kültürlerine yabancılaşmaksızın daha özerk bireyler olarak yetişmelerine katkıda bulunacaktır.

Psikolog Burcu Başoğlu

Travmaların ortaya çıkmasında, en başta görülen sebep yaşanılan doğal afetlerdir. Toplum ve dolayısıyla birey yaşanan doğal afet sonucunda travmatize olabilir. Doğal afetler beklenmedik bir anda meydana gelir ve oldukça olumsuz etkileri görülebilir. Bir felaket karşısındaki ilk ve en tipik tepkimiz şoka girmektir. Kişi şoka girdiğinde; duygusuzmuş gibi görünür veya olayı hiç olmamış gibi reddeder. En sonunda şok hali kişiyi içinde sıklıkla anksiyete, depresyon veya suçluluk gibi aşırı duygusal duruma getirir. Bir felakete doğrudan maruz kalmak da, dolaylı yoldan maruz kalmak (televizyonda izlemek, birinden duymak, vs.) da kişide travma yaratabilir ve travma tepkileri (uyku ve yeme bozuklukları, gece kabusları, aşırı derecede kıpır kıpır olma veya tam tersi şekilde aşırı donuk olma hali, çok sık ağlama, yaşının gerisinde davranışlar gösterme, tanıdığı nesnelere aşırı bağlanma, olayın tekrarlanacağı endişesi, akademik başarıda düşüş, dikkat bozuklukları) göstermesine sebep olabilir.

İnsanlar yakınlarını veya evlerini kaybedebilirler. Bunun sonucunda, kendilerini aciz hissedebilirler. Çocuklar ise bir felaket durumu karşısında, farklı yaş gruplarına göre farklı tepkiler verebilirler. Çok küçük çocukların (0-6 yaş) en tipik tepkisi ve duygusu, çaresiz ve korkmuş hissetmek ve ebeveynlerini normalden çok daha fazla yanında isteme halidir. Bebekler olması gerekenden daha fazla ağlayabilir ve çok daha çabuk mutsuz olabilirler. Okul öncesindeki çocuklar endişeli ve korkmuş görünebilir, çünkü artık kendilerini güvende hissetmezler. Bu yaş grubundaki çocuklar anne-babalarına daha yapışık olmaya başlayabilirler. Terk edilme/bırakılma korkusu, çocukluk döneminin en yaygın endişesi, çok daha fazla dile getirilmeye başlanabilir. Yani, “sen de ölecek misin?” gibi sorular gelebilir. Okul öncesi dönemdeki bu çocuklar, daha küçük yaş grubundaki çocukların göstermiş olduğu davranışları göstermeye başlayabilir (parmak emme, tuvaletini altına kaçırma, yatak ıslatma, vs.) ve uyku bozuklukları baş gösterebilir.

İlkokul dönemindeki çocuklar (7-10 yaş) da kendilerinden daha küçük yaş grubu çocukların göstermiş olduğu tepki ve davranışları göstermeye başlayabilirler. Bunlara ek olarak, özellikle okulda, dikkat ve konsantrasyon problemleri gösterebilirler. Okul öncesi dönemindeki çocuklardan farklı olarak, ilkokul dönemindeki çocuklar yaşanan felaketin sonucunda yaşanan kaybın kalıcı etkilerini anlamlandırabilirler. Bu nedenle, bu yaş grubundaki çocukların kafası felaket durumuyla oldukça meşguldür ve hep bu konu hakkında konuşmak isterler. Çok fazla düşünmenin çocuklar için bazı duygusal çıktıları olmaktadır; suçluluk, öfke, fiziksel semptomlar, vs.

Daha büyük yaş grubu çocuklar (ergenler), özellikle akranlarının yanında, oldukça bilgi sahibi gözükmektedirler. Büyük yaş grubu çocuklarda çok farklı tepkiler görülebilir. Bir yetişkin gibi davranabilir veya yaşına uygun olmayan küçük yaş grubu çocukların gösterdiği davranışları da gösterebilir. Bu yaş grubundaki çocuklar aileleriyle daha fazla vakit geçirmek isteyebilir, fakat aynı zamanda tam tersi şekilde ailelerinden uzaklaşmak da isteyebilir. Pek çok duygu hissedebilirler; suçluluktan korkuya ve hatta ölümsüzmüş gibi hissetmeye kadar, çünkü bir felaketten sağ çıkmayı başardılar. Diğer yandan, duygularını aileleriyle paylaşamayacakmış gibi de hissedebilirler.

Aileler çocuklarına nasıl yardım edebilir?

Çocuğunuzu felaket haberleri yapan yayınlardan bir süre uzak tutun. Televizyon veya habere maruz kaldığında çocuk yeniden travmatize olabilir ve daha çok stres ve korku yaşamasına sebep olabilir.

Mümkün olduğunca, eski rutinlerine (örneğin; yemek ve uyku saati) geri dönülmeli. Çocuklar bir felaketten sonra istikrar isterler.

Çocukların bu süreçte duygularını işlemlemesi gerekmektedir. Bu nedenle, çocuğunuza her zaman onun yanında olduğunuzu ve ona bakım vermeye devam edeceğinizi ve yaşanan felaket konusunda soruları varsa ne zaman isterse sorularını cevaplayabileceğinizi iletin.

Çocuğunuz bu süreçte size daha yapışık, yakın olmak isteyebilir. Sizlerin yapabileceği şey ise, bu süreç geçene kadar çocuğunuzun size daha yakın olma isteğini geri çevirmemek, buna mümkün olduğunca izin vermek ve daha çok temas (göz ve ten teması) etmektir. Buna izin vermek ve çocuğunuzla olan temasınızı arttırmak çocuğun kendi güvenliği ile alakalı korku ve kaygılarını azaltabilir.

Eğer çocuğunuz uzun bir süre geçmesine rağmen, hala anormal tepkiler gösteriyor ve zorlanıyorsa, bir uzmandan yardım alın.

Klinik Psikolog Işık Dilayla Elgin

Babell, S. (2010). The Trauma That Arises from Natural Disasters. Psychology Today.
– Call, J. A. (2008). Children and Disasters. Psychology Today.
– Karabulut, D. & Bekler, T. (2019). Doğal Afetlerin Çocuklar ve Ergenler Üzerindeki Etkileri. Doğal Afetler ve Çevre Dergisi, 5(2), 368-376.

Doğal afetler her kadar yıkıcı olabilseler de yaşamlarımızın birer parçalarıdır. Dinozorların neslinin tükenmesine neden olmuş derecede büyük doğal afetlerden tutun daha küçük ölçekli deprem, fırtına, tsunami gibi afetler de toplumsal ve bireysel psikolojilerin etkilenmesine neden olmaktadır. Ülkemiz büyük ölçekli doğal afet ile ilk kez 1999 Marmara depremi sayesinde tanıştı. Ülkemizde doğal afetlerin psikolojik etkileri böylece toplumsal olarak fark edilmeye başlandı. O dönemler sadece maddi ve fiziki yaralar sarılmaya çalışılmakla kalmadı. Hala günümüzde dahi etkileri süren psikolojik yaraların sarılması için de bir seferberlik başlatılmıştı.

Doğal afetlerin psikolojik etkileri sadece o felaketten etkilenen kişiler için geçerli değildir. Bir şekilde yakınları etkilenen insanlar, ekranları başında veya medya kanalları aracılığı ile takip edenler, hatta ve hatta felaket hikayeleri ile büyüyen nesiller dahi bu etkinin altında kalabilmektedir. Bu nedenle bir doğal afetin psikolojik etkileri nesiller boyu sürebilmektedir. Örneğin; Deprem öyküleri ile büyüyen bir nesilde sıklıkla deprem korkusu görülebilmektedir.

Hatırlayanlar bilirler, Marmara depremi sonrası uzunca bir süre birçok insan depremi yaşamamış olsa dahi deprem korkusu nedeni ile kendilerince en üst düzeyde önlem almaya çalışmışlardır. Zamanın etkisi ile her ne kadar bu durumda azalma görülse de artçı bir deprem dahi bu korkuyu her zamankinden fazla tetikleyebilmektedir. Özetle söylemek gerekirse doğal afet sonrası dolaylı yoldan bile maruz kalmak her an tetikte olma hali doğurabilmektedir. Evet, doğal afet sonrası oluşan bir psikolojinin belki de en rahatsız edici sonuçlarından biri de sürekli tetikte olma halidir. Yaşamınızı sürekli bir deprem beklentisi içinde yaşadığınızı bir düşünün. Ne kadar rahatsız edici bir durum değil mi?

Geçenlerde Yunanistan’ dan gelen kasırga haberleri sonucunda ülkemizde de insanlar bir düzeyde kaygı yaşadılar. Kendimizce kasırga için önlemler almaya başladık. Belki de birçoğumuzda tedirginlik yarattı. Bu tedirginlik sonucunda günlük düşüncelerimizin önemli bir kısmını kasırga haberlerine ayırmış olabiliriz. Yapılan rahatlatıcı açıklamalar dahi bu tedirginliğimizde azalma yaratmaya yetmedi. İşte doğal afetlerin yaşamımızda daha önce yaşamamış olsak dahi tedirgin edici etkisi bulunmaktadır. Bu etkiler kişiden kişiye göre değişmektedir. Daha önce maruz kalmış kişiler daha fazla etkilenmekte, maruz kalmış kişilerin anlattığı öykülerle büyüyen bir nesil de hiç azımsanmayacak derecede bu durumdan etkilenmektedir.

Günümüz dünyasında doğal afetleri engellemeye yönelik bir teknolojiye henüz sahip değiliz. Bazı teknolojiler sayesinde olası bazı afetleri önceden haber alıp ona göre önlemler alabiliyoruz fakat hiç zarar görmeden atlatabileceğimiz bir önlem teknolojisi maalesef henüz mevcut değil. Bu nedenle afetlerin yaşamımızın bir parçası olduğunu kabul etmeli ve doğal afetlerle birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz. Elbette gerekli tüm tedbirleri aldıktan sonra… Araba kullanırken her zaman kaza riskimiz mevcuttur fakat bu durum araç kullanmamıza engel olmaz. Gerekli tüm emniyet tedbirlerini alarak, riski en az düzeye indirerek ve tüm trafik kurallarına uyarak aracımızı kullanabiliriz. Bu noktadan sonra başımıza gelecek olumsuz bir olaydan sonra ancak duruma kader diyebiliriz.

Doğal afetler yalnızca fiziki ve maddi hasarlar bırakmazlar. Toplumsal ve bireysel olarak ruhsal hasarlar da bırakırlar.

Doğal afetler toplumsal ve bireysel travmalar yaratabilirler. Bu travmanın büyüklüğü afetin büyüklüğünden ziyade kişiye yaşattığı psikolojik etkinin büyüklüğü ile ilgilidir. Büyük afetler büyük travmalar yaratır demek yerine afetler büyük travmalar yaratabilir demek daha doğru olacaktır. Bu travmayla yaşamak kişi için her gün afet yaşamakla aynı anlama gelebilir. Bir doğal afet yıllar boyu bir kez olur, bir travma ise her gün yaşanır.

Doğal afetlerden sonra toplumsal ve bireysel olarak psikolojik destek şart olmaktadır. Psikolojik destek için illa bir afet tablosunun oluşmasına gerek olmamalıdır. Doğal afetlere hazırlık konusunda toplumsal ve bireysel olarak psikolojik destek sağlanmalıdır. Bu destek kişilerin korkularına yönelik olabilir veya afet eğitimleri ile toplumsal olarak sağlanabilir. Bir doğal afetle karşılaşma öncesi nasıl tatbikat eğitimi yapılıyorsa afet sonrası oluşabilecek psikolojik etkiler için de buna benzer tatbikat eğitimleri yapılmalıdır. Afetler sonrası kişilerde oluşan travmaların tedavisi mümkündür ve yaşamı her gün etkilememesi için tedavi edilmesi gereklidir. Günümüzde bu tür travmaların psikolojik etkilerinin tedavilerinde başarılı sonuçları alınabilen birçok yöntem bulunmaktadır. Bilişsel davranışçı terapiler ve EMDR terapileri bu etkili tedavi yöntemlerinin başında gelmektedir. Afetler ile yaşamak zorundayız fakat hiçbirimiz travma ile yaşamak mecburiyetinde değiliz. Afetler gelir, travmalar gider…

Psikiyatri Uzmanı Yrd Doc Dr Onur Okan Demirci

Afetler psikolojik travmalar yaratıyor

Belli bir düzeyde hissedilen kaygının insan sağlığı açısından olumlu bir etkisi vardır. Belli bir düzeyde ki kaygı kişiyi yaşamındaki tehlikelere karşı koruyarak, hayatta kalmasını sağlar. Aslında mesele kaygılanıp kaygılanmamaktan ziyade, hissedilen bu duygunun yoğunluğu, kişinin işlevselliğini ne derecede etkilediği ve nasıl yönetildiği olduğu söylenebilir.

Her bireyin psikolojisi afetlerden aynı düzeyde etkilenmemektedir. Afetlerin şiddeti, kişinin mizacı, önceki deneyimleri, erken çocukluk döneminde ki yaşantıların etkisi, yetişkin bireyin afet sonrasında verdiği psikolojik tepkilerin belirleyicisinde önemli bir rol oynamaktadır. Afet sonrası yetişkinlerde psikolojik travma tepkileri görülebilir. Bu tepkiler, kişilerin ve çevresindeki insanların hayatını olumsuz yönde etkileyebilmekte ve hatta gerekli psikolojik destek sağlanmadığında kişinin ruh sağlığını yaşam boyu etkileyebilecek düzeyde bozabilmektedir. Yaşanılan afetin şiddeti, kişinin olaya doğrudan maruz kalıp kalmaması, bir başkasının yaşadıklarına tanık olması ya da işitmesi yetişkinlerde afet sonrası görülen psikolojik travma tepkilerin de önemli bir rol oynamaktadır. Bu tepkiler yangın gibi yaşanılan afetin hemen ardından görülebileceği gibi ilerleyen zamanlarda da görülebilir.

Afetler dünya artık güvenli değil dedirtiyor

Afetler kişilerde dünyanın güvenilir bir yer olduğuyla ilgili inançları sarsabilir ve psikolojik problemlere yol açabilir. Kişiler travmatik olay karşısında; yorgunluk, bitkinlik, tükenmişlik, uykusuzluk, iştah problemleri, öfke, gerginlik, umutsuzluk, çaresizlik, karar vermede güçlük, suçluluk duygusu ve düşünceleri, kendini değersiz hissetme, sosyal izolasyon, odaklanmada güçlük, ilgi ve istek kaybı gibi depresif belirtiler; karın ağrısı, mide bulantısı ve baş ağrısı gibi psikosomatik belirtiler; kaygı, endişe ve korku gibi anksiyete belirtileri gösterebilirler. Bu süreçte yetişkinler içinde bulundukları duruma karşı direnç gösterebilir, inkar edebilir, bastırabilir ve savunma mekanizmaları kullanarak içinde bulunduğu ruhsal yapıyla işlevsiz bir şekilde baş etmeye çalışabilirler.

Afetlerin hemen ardından gösterilen bu tepkilerin belli bir düzeye kadar beklenen bir durum olduğu söylenebilir. Bu tür tepkilerin çoğu aslında aniden beklenmedik bir şekilde gerçekleşen anormal bir olaya karşı verilen normal tepkilerdir. Bu süreçte düzenli beslenmek, yeterince uyumak, spor yapmak, afet bölgelerine bireysel ya da toplumsal destek vermek, duyguları bastırmak yerine o duyguları yaşamaya belli bir süre izin vermek, hissedilen duyguları ve düşünceleri ifade etmek, aile ya da yakın arkadaşlarla paylaşmak onlarlar vakit geçirmek, günlük rutinleri devam ettirmek ve sosyal medya kullanımına aşırı maruz kalmaktan kaçınmak iyi olma halinin artmasında oldukça önemli olduğu söylenebilir. Ancak bu tepkilerde zamanla bir azalma olmuyorsa ya da şiddeti giderek artıyorsa, kişinin günlük hayatını ve işlevselliğini etkilemeye başladıysa, nefes almada güçlük, ellerde ayaklarda titreme, göğüste baskı, baş dönmesi gibi yoğun kaygı belirtileri yaşıyorsa, bir nedeni olmaksızın sürekli kaygı ve korku yaşıyorsa, baş edemediği ya da baş etmekte zorlandığı düşünce, imaj ve duygular varsa bir ruh sağlığı uzmanıyla görüşerek destek alması kişinin psikolojik iyi olma hali açısından oldukça önemlidir.

Psk. Müge Leblebicioğlu Arslan

Günümüzde birçok anne baba uzun bir ömür sürerek yaşlılığa ulaşıyor. Ama bu durum, sağlıklarının kötüleşmesine neden olarak çocukları olarak bizim ilgi, şefkat, koruma ve dikkatimizi gerektiriyor. İşte bu yüzden anne babalarımız ölüme yaklaştığında bizler anne baba konumuna geçiyoruz. Çünkü onları sarma, besleme ve sözlerimiz ve ilgimizle ruhlarına dokunma sırası bize geçiyor. Şefkatimizle onların bize daima sağladığı sıcaklığı hatırlayarak anne babamızın ruhları için adeta birer baston hâlini alıyoruz.

Yaşlılığı hayatın son aşaması olarak yani negatif bir şekilde görmeniz normaldir. Ne var ki bu dönemi çok güzel bir aşama ve acıyı atlatmak için gerekli dönemlerden biri olarak görmek de mümkün. Anne babamız ya da büyükanne ve büyükbabamızla zaman paylaşmak, bir anlamda bir elvedanın da başlangıcını işaret eden şefkat ihtiyacını paylaşmak demektir. Bizi büyüten ve bize hayat veren insanları, elveda demenin gerektirdiği aynı güçle desteklemek demektir.

Yaşlı bir ebeveynden mesaj: Hafızamı kaybetmeye ya da bir sohbeti takip edememeye başladığımda, hatırlamam için bana zaman ver. Tek başıma yemek yiyemediğimde, kazalar yaptığımda ya da ayağa dahi kalkamadığımda sabırla bana yardım et.

Üzülme çünkü ben senden yaşlıyım, ağrılarım ve acılarım var. Benden utanma. Dışarı çıkmama, temiz hava almama ve güneş ışığının tadını çıkarmama yardım et. Sabrını yitirme yavaş yürüdüğüm için. Bağırırsam, ağlarsam ya da geçmişin savaşlarından söz açarsam kızma bana.

Şimdi yardıma ihtiyacım olan şeyleri yapmayı sana öğretmek için ne kadar çok zaman harcadığımı hatırla. Ailede yeni bir misyonum var artık. Bu yüzden sana verdiğim fırsatı kaçırmamanı istiyorum senden. Yaşlandığımda sev beni çünkü ben hâlâ aynı kişiyim, saçlarım bembeyaz olsa bile.

Anne babaları yaşlandığında çocukların üstlendiği rol üzerine düşünmek için Fabricio Carpinejar karanlık zamanlarda bize biraz ışık olacak muhteşem bir yazı yazdı. Genelde kendinizi iyi hissetmek zordur çünkü size nasıl konuşacağınızı, büyüyeceğinizi, yemek yiyeceğinizi ve yürüyeceğinizi öğreten insana elveda demekle yüzleşmek kolay unutulabilecek bir şey değildir. İşte Carpinejar’ın yazdıkları: Ailenin tarihinde bir çatlak var. Çağlar yığılıp üst üste binmiş ve eşyanın doğal düzeni, anlamsız hâle gelmiş burada: İşte çocuğun anne baba olduğu zamandır bu. Anne babalar yaşlanıp sanki karda yürüyormuş gibi yavaş hareket ettiğinde olur bu. Yavaş yavaş, tereddütle. Siz küçükken elinizi güçle tutmuş anne babanız artık yalnız olmak istemiyordur. Bir zamanlar güçlü ve yenilmez olan anne baba giderek zayıfladığı ve ayağa kalkmadan önce nefes nefese kaldığı zamandır. Bir zamanlar size emirler yağdırmış anne babanız şimdi zar zor nefes alıp hırıldadığı ve şimdi onlara çok uzak gözüken pencere ya da kapıya baktığı zamandır. Bir zamanlar hazır ve çalışkan olan anne baba kendi giysisini bile giyemediği ve ilacını almayı unuttuğu zamandır. Ve biz çocuklar, anne babamızın yaşamından sorumlu olduğumuzu kabul etmekten başka bir şey yapamayız. Bizi yaratmış olan hayat artık huzurla ölmek için bize dayanmaktadır. 

Her çocuk, annesi ya da babası öldüğünde kendisi anne baba olur. Belki yaşlı anne babamızla ilgilenmek, tuhaf bir şekilde hamilelik dönemine benzer. Son derstir. Yıllardır bize sundukları ilgi ve sevgiyi geri vermek için fırsattır. Tıpkı bebeklerimizi korumak için elektrik prizlerini kapatıp oyun bahçesi hazırladığımız gibi şimdi de anne babamızın rahat etmesi için evimizdeki mobilyaları yeniden düzenleriz. Anne babalarımızın ebeveynleri olarak, banyoyu onların kolayca kullanabilmesi için destekli hâle getiririz. Bir an için bile onları yalnız bırakamayız. Evin duvarlarında kıskaçlar olacaktır. Ve kollarımız tıpkı merdiven trabzanı gibi uzanacaktır onlara.

Yaşlanmak, eşyalara tutuna tutuna yürümektir. Yaşlanmak, merdivenler olmadan tırmanmaktır yukarı. Kendi evimizde yabancıya dönüşmektir. Her detayı korkuyla ve belirsizlikle gözlemleyeceğiz, şüphe ve endişeyle. Siniri bozuk mimarlar, tasarımcılar ve mühendisler olacağız. Nasıl oldu da anne babamızın hastalanıp bize ihtiyaç duyacağını düşünemedik. Kanepelere, heykellere ve döner merdivene pişman olacağız. Bütün engellere ve hatta halıya pişman olacağız. Ölmeden evvel anne babasına ebeveyn olmuş çocuğa ne mutlu! Ve yalnızca cenazesine gelip anne babasına her gün yavaş yavaş elveda diyememiş çocuk ne bahtsızdır.

Duygusal uzaklaşma veya kopma bozukluğu olarak tanıdığımız durum, bazı insanlarda çocukluk çağındaki şefkat eksikliğinden kaynaklı bir biçimde sahip olduğu bir dizi özelliği kapsıyor. Çocukluk dönemi, her insanın son derece savunmasız olduğu bir yaşam aşaması. O yıllarda yaşananlar, kişinin hayatı boyunca kendini gösterebilecek kalıcı izler bırakıyor.
Çocuklukta şefkat eksikliği sağlıklı olması gereken duygusal gelişimi engeller. Bebeklerin ve çocukların sevgi ve şefkat, güzel sözler, özen ve duygusal destek yoluyla kabul görmeye ihtiyaçları var. Bir çocuk bunu almadığında, duygusal bir hasar meydana gelir ve bu hasar, psikolojik evrimin doğal seyrini izlemesini engeller

Duygusal kopma bozukluğu, sevilemez olduğunuza dair derin bir inanç sahibi olmanızdan kaynaklanacaktır. Ayrıca kendinizle ilgili önemli bir memnuniyetsizlik sahibi olmanız ve terk edilme korkusuna sahip olmanız da bununla birlikte yer almakta. Bir kişi, bu özelliklere hayatı boyunca sahip olabilir, ancak kopma bozuklukları, her yaşta farklı bir şekilde tezahür edecektir.

Duygusal uzaklaşma durumu olan kişilerde bazı ortak özellikler mevcut olacaktır. Birçok insan sevilmediğini hissetmiş olsa da, bu duyguyu sendromun kendisinden ayıran şey belirtilerin kararlılığı.

Duygusal uzaklaşma bozukluğunun en yaygın belirtileri şunlardır:

Değersizlik duyguları. Bu tür bir durumda, kişi kendini pek de değerli hissetmez. Sürekli olarak yeteneklerinden şüphe eder ve çoğu koşulun güçlerinin veya yeteneklerinin ötesinde olduğuna inanır.

Başarısızlık algısı. Bu bozukluğa sahip kişiler, başarısız olsalar bile, genellikle çok kötü bir şekilde başarısız olduklarını hissederler. Kendilerini de ciddi şekilde eleştirirler.

Kendini sevmeme. Bu insanlar, kendilerine hiç bir şekilde sempati duymazlar. Kendi içlerindeki erdemli yönleri bulmakta zorlanırlar ve bulduklarında onları çok hızlı bir biçimde küçümserler. Esasen, bu insanlar, kendilerini küçümserler.

Sosyal ortamlardan uzaklaşmak. Bu rahatsızlığı olan kişiler için, güçlü bir reddedilme korkusu olduğundan, düşündüklerini veya hissettiklerini başkalarına göstermek zor bir durum olacaktır. Benzer şekilde, reddedilme durumu yaşadıklarında da, bu durumla ilgili önemli sorunlar yaşarlar.

İstikrarsızlık. Kişilerarası ilişkilerinde istikrarsız olma eğilimindedirler. Sonuç olarak, ilişkilerindeki bağlarından, terk ederek uzaklaşabilirler.

Yaşa göre duygusal uzaklaşma bozukluğunun belirtileri

Daha önce de belirttiğimiz gibi, duygusal uzaklaşma bozukluğu yaşa göre farklı şekillerde kendini gösterir. Bununla birlikte, bazı temel özellikler her yaşta mevcut olacaktır, ancak nasıl ifade edildikleri, olgunluk derecesine ve ortama göre değişir.

Yaşı da hesaba katarsak, aşağıda saydıklarımız da, bu bozukluğun nasıl ortaya çıkabileceğinin örnekleri olarak sayılabilir:

Erken çocukluk. Bu bozukluğa sahip bebekler veya çocuklar çok ağlayabilir, nadiren gülümseyebilir ve sık enfeksiyon geçirebilir. Sindirim sorunları yaşamaları yaygın görülen bir durum olacaktır. Ayrıca, bazı durumlarda, bu çocuklar için büyüme bozukluklarından da bahsedilebilir.

Okul öncesi yaş. Bu çocuklar akranlarıyla ilişkiler konusunda endişeli olacaktır ve çoğu zaman dil konusunda güçlük çekerler.

İlkokul çağı. Öğrenme güçlüğü, odaklanma ve konsantre olma güçlüğü ve değersizlik duyguları yaygın olacaktır. Çocuk kendinden şüphe duyabilir ve kendisine karşı olumsuz duygulara sahip olabilir. Bu çocuklar, yaptıkları her şeyle başkalarını kızdırdıklarına da inanabilirler.

Ergenlik öncesi ve ergenlik. Bu bozukluğa sahip gençler dürtüsel, aktif ve görünüşleriyle meşgul olma eğiliminde olacaktır. Çok kolay heyecanlanabilirler ve bağımlılık belirtileri gösterebilirler.

Yetişkinlik. Genellikle yetişkinler yalnızlık, amaç ve hedeflere bağlılık eksikliği ve sık sık başarısızlık duyguları sergiler. Ayrıca, sağlıklı ilişkiler kuramazlar ve kendilerini sürekli olarak işle meşgul durumda tutabilirler.

Ne yapılmalı ?

Aslında sorunun ortaya çıkmaması için alınacak önlemler çocuk doğduğundan sonra başlamalı. İlk çocukluk döneminden itibaren çocuğa karşı tutum ve davranışların gerektiği kadar ılımlı ve hoşgörülü, verilen gerildirimlerin çocuk tarafından algılanmasına çaba harcıyor olmak, yeterince şefkatli olabilmek duygusal kopma bozukluğunun ortaya çıkmasını engelleyecektir.

Gerçekçi olmak gerekirse, duygusal kopma bozukluğunu asla tamamen çözemezsiniz. Ancak bu, bazı sorunları çözmenin imkansız olduğu anlamına da gelmez. Çocukluk sevgisinden yoksun yaşamayı öğrenebilir ve hatta bundan yararlanabilirsiniz de. Ancak en zor kısım bunu yenmek için gereken sürece başlamak. İlk adımı attığınızda, yapmanız gereken işler sizin için daha net hale gelecektir.

Bu durumlarda, uzman yardımı alarak başlamak en iyisi. Çok zor bir rahatsızlık olduğu için bu durumun tek başına üstesinden gelmek hiç kolay değil. Dışarıdan destek olmadan, kişi iç yaralarını gerçekten iyileştirmekten kaçınacaktır. Her durumda, sanat, okuma, meditasyon ve spor çok yardımcı olan faktörler olacaktır.

Hakan Şahintürk

Evinizden ayrılma korkusu, genellikle agorafobi adı verilen bir anksiyete bozukluğunun göstergesidir. Genellikle, ev dışında bir veya daha fazla anksiyete nöbeti geçirdiğinizde gelişir. Ya da dışarıda hoş olmayan başka bir olay yaşamanın sonucu olabilir. Her durumda, tekrar olacağı korkusuyla evde kalarak durumdan kaçınırsınız. Bu bozuklukla ilgili temel sorun, giderek daha da kötüleşmesidir. Dışarı çıktığınızda endişe veya başka bir rahatsız edici olay yaşayabileceğiniz fikriyle başlar, bu nedenle kendinizi yakın ve tanıdığınız yerlere gitmekle sınırlarsınız. Daha sonra, evden çıkmaktan kaçınmanız nedeniyle korkunuz artar ve bu da daha fazla endişe yaratır. Bu nedenle, mantıksız inançlarınızın ve korkunuzun sürekli olarak güçlendirildiği bir kısır döngü başlar

Agorafobi, klostrofobinin zıttı olmadığı gibi kapalı alan korkusu da değildir. Evinizi terk etme, yardım bulmanın veya kaçmanın zor olduğu durumlarda bulunma veya yerlere gitme korkusudur. Derinlerde, agorafobiden muzdarip olduğunuzda, kontrol edemediğiniz durum veya ortamlarda bulunmaktan korkarsınız. Bu nedenle, kendinizi çaresiz hissedersiniz ve panik atağa yol açabilecek kaygı yaşamaya başlarsınız. Evden ayrılma korkusu veya agorafobi, siz dışarıdayken neler olabileceğine dair çeşitli korkularla ilişkilidir. Bunların arasında kalp krizi geçirme, yardım alamama, bayılma, ölme, kendini aptal yerine koyma veya kaçamama korkusu vardır.

Sorun şu ki, bu korkular o kadar yoğun olur ki, dışarı çıktığınızda endişe belirtileri yaşar ve onları tehlikeli bir durum olarak yorumlarsınız. Bu nedenle, evden çıkmaktan tamamen kaçınma eğiliminde olursunuz. Bu da bir dahaki sefere dışarı çıktığınızda sizi daha çok korkutur. Aslında, sizin için daha az özgürlüğe sahip, giderek güçlenen bir endişe çemberi yaratır. Ayrıca, çevrenizle ilgili belirli haberlere veya bilgilere maruz kaldığınızda durum ağırlaşabilir. Örneğin, belirli tehlikeler veya şiddet olayları hakkında haberler duymak veya okumak, evinizden ayrılmanın tehlikeli olduğu fikrinizi güçlendirerek daha da korkmanıza neden olabilir.

Herhangi bir anksiyete bozukluğunda olduğu gibi, agorafobide de bir dizi fiziksel semptom yaşarsınız. En yaygın olanları arasında şunlar bulunur:

  • Göğüs ağrısı.
  • Boğulma hissi.
  • Hiperventilasyon.
  • Baş dönmesi.
  • Bayılma.
  • Mide bulantısı veya diğer sindirim sistemi rahatsızlıkları.
  • Artan kalp atış hızı.
  • Terleme veya titreme.

Ayrıca, aşağıdaki psikolojik belirtilerle karşılaşabilirsiniz.

  • Yalnız kalma korkusu
  • Kaçamama korkusu.
  • Kontrolü kaybetme korkusu.
  • Diğer insanlara bağımlılık.
  • Başkalarından yabancılaşma hissi.
  • Umutsuzluk duyguları
  • Derealizasyon veya ortamın gerçek dışı olduğu hissi.
  • Duyarsızlaşma veya kendi vücudunuzdan ayrılma hissi.
  • Ajitasyon veya sinirlilik.
  • Sosyal durumlardan kaçınma.
  • Uzun süre evde kalmak.

Evden ayrılma korkusu nasıl yenilir
Agorafobiden muzdaripseniz, bunu aşmanın en iyi yolu psikolojik terapiye gitmektir. Orada, korkunuzu çevreleyen inançlar yeterince ele alınacaktır. Üstelik. kontrollü bir şekilde maruz kalma stratejilerini öğreneceksiniz. Öte yandan, korkunuz sadece hafifse ve agorafobi olarak sınıflandırılmak için gerekli kriterleri karşılamıyorsa, üstesinden gelmek için bir dizi egzersiz yapabilirsiniz.

Gevşeme ve nefes egzersizleri
Gevşeme, anksiyete tedavisinde ve herhangi bir durumda aktivasyonu azaltmak için esastır. Bu teknikler, gerginliği serbest bırakmanıza ve zihninizi sakinleştirmenize izin verir. Bu şekilde, daha aydınlatıcı bir bakış açısı alabilir ve daha düşük kaygı düzeyine sahip durumlarla yüzleşebilirsiniz.

Korkuları ifade edin ve onları ortadan kaldırın

Korku, bir dizi müdahaleci, olumsuz ve genellikle mantıksız düşünceden kaynaklanır. Bu nedenle, düşüncelerinizi sözlü olarak ifade etmek ve duygularınızı iletmek önemlidir. Bu, durumu analiz etmenize ve hangi fikirlerinizin özellikle korkunuzu ürettiğini veya güçlendirdiğini bilmenizi sağlar.

Onları tanımladıktan sonra, bu inançları ya kendi başınıza ya da yardım alarak ortadan kaldırmak son derece yararlıdır. Bu, daha rasyonel bir bakış açısı alacağınız ve büyük olasılıkla korkunuzun azalacağı anlamına gelir.

Kendi kendine eğitim tekniğini öğrenin

Bu psikolojik teknik, belirli bir durumda kendinize talimat vermeyi öğrenmekten oluşur. Örneğin, bir anksiyete krizi geçirdiğinizde kendinize söylemeniz için bir dizi yorum oluşturun.

“Başıma ciddi bir şey gelmeyecek”, “Kendi başımın çaresine bakabilirim”, “Endişelerim geçici ve geçecek”, “Rahatlayabilir ve yaptığım şeye devam edebilirim” veya “Bu daha önce başıma geldi ve hala hayattayım, yani endişelenecek bir şey yok” gibi yorumlar işe yarayabilir.

Hayal gücünüzü eğitin

Kendinizi korktuğunuz durumlarla karşı karşıya kalmış bir şekilde hayal etmek, tekrar tekrar yapılırsa son derece yardımcı olabilir. Bunu rahat bir şekilde yapmak için, kendinizi sokakta yürürken veya sizi endişelendiren yerlere giderken görselleştirmeniz gerekir.

Sizi korkutan durumların bir listesini yapabilirsiniz. Ardından, onları daha az yoğundan daha yoğuna doğru sıralayın ve hayal gücünüzde düzenli bir şekilde bunlar üzerinde çalışın.

Durumu hayal ettiğinizde, kendinizi bir anksiyete atağı yaşamak da dahil olmak üzere tüm olasılıklarla yüzleşirken görselleştirmelisiniz. Bu strateji, kendinizi görerek ve onları kontrol edebileceğinizi hissederek inançlarınızı yıkmanızı sağlayacaktır. Ayrıca korkunuz ve korktuğunuz durumlarla başa çıkmak için duygusal ve davranışsal kaynaklar bulmanıza yardımcı olacaktır.

Aşamalı maruz kalma

Alıştırmaları hayal gücünüzle gerçekleştirdikten sonra, gerçek deneyimlere geçebilirsiniz. Bunu kademeli olarak, birkaç dakikadan başlayarak ve her seferinde süreyi biraz daha uzatarak yapmalısınız. Önceki alıştırmada olduğu gibi, yavaş yavaş yüzleşmeniz için bir durum listesi hazırlayabilirsiniz.

Maruz kalmaya en uygun gevşeme durumunda başlamak önemlidir. Ayrıca kaygınız arttığında kaçmamaya çalışmalısınız.

Bunu yapmak için semptomlara odaklanmamaya çalışın ve durumu kontrol edebileceğinizi kendinize tekrarlamayı unutmayın. Rahatlayın ve kötü bir şey olmayacağını unutmayın, sadece nefes almak için bir dakikaya ihtiyacınız var.

Hayatınızı geri alın

Bu belirli adımlara ek olarak, rutininize geri dönüp orada yapılması gereken her şeye odaklanmanız önemlidir. Sakin yerlerde yürüyüş yapmak ve arkadaşlarınızla buluşmak gibi aktiviteler yardımcı olabilir. Ayrıca kafein veya alkol gibi uyarıcılar almaktan kaçının, çünkü bunlar endişenizi artıracak bir uyarı durumuna yol açabilir.

Her şeyden önce sabırlı olun. Evinizi terk etme korkusunun üstesinden gelmek kolay bir iş değildir. Bununla birlikte, küçük çabalarla, hayatınızı geri almak, nasıl hissettiğinizden sorumlu olmak ve zamanınızı düzenlemek gibi müthiş şeyler başarabilirsiniz.

Ancak, bunu kendi başınıza yapabilecek durumda hissetmiyorsanız ve endişeniz artmaya devam ediyorsa, üstesinden gelmek için bir ruh sağlığı uzmanına gidin.

Psikolog Maria Verez

Gündem hepimizi haklar, eşitlik üzerine düşünmeye davet ederken, önyargılarımızı, kalıplarımızı, dilimizi, otomatik davranışlarımızı sorguluyoruz. Fark etmeye, fark ettikçe değişmeye, dönüşmeye çalışıyoruz. Hatta buna mecbur hissedebiliyoruz. Peki, psikiyatrik tanıların insanlara ne kadar sık ve rahatlıkla yapıştırıldığını hiç fark ettiniz mi? “Tam bir ruh hastası”, “Psikopatın teki”, “Hiperaktif midir nedir?”, “Yöneticim tam bir obsesif” gibi söylemler, etkileri pek de düşünülmeden ağızdan çıkabiliyor. Kişiler bazı özellikleri nedeniyle etiketleniyor, damgalanıyor, değişmeye zorlanıyor, doğrudan ya da dolaylı olarak ayrımcılığa maruz kalabiliyor.
Sohbet arasında birbirimize tanı koymak…
Uzmanlar arasında bile tanı koymanın kendisi tartışmalı ve zaman zaman gri bir alanken, günlük bir sohbetin içinde “O tam bir narsist, uzak dur ondan” cümlesini duymak mümkün. Bu kişinin narsist olarak tanımlanmasına neden olan göstergeler neler? Bu tanıyı kim koymuş? Ruh sağlığı alanında uzmanlığı var mıymış? Neden ve nasıl bu kadar kişisel, gizli bir bilgi ulu orta konuşulabilir olmuş? Bu tür soruların cevapları olmadan, bu bilgiyi gerçek kabul edip, davranışlarını bu bilgiye göre şekillendirenlerin sayısı hiç de az değil.

İnsanları tanı ile etiketlemek, “anormal”, “arızalı”, “suçlu” olduklarını düşünmelerine neden olabiliyor. Ayrımcılık literatüründen de çok iyi bilindiği gibi, farklılıklar, bizden olmayan “ötekiler” kötü ve tehlikeli algılanabiliyor. Örneğin, tez canlı, çekingen, bencil ya da ukala olmak bazen ne kadar olağan, “E bizimki de böyle, kabul ettik” diyerek geçilen bir durum. Oysa “ötekiler” için onca özellik arasından özenle çekilen ve tüm varoluşlarını tanımlayan sıfatlara dönüşebilirler. “O biraz titizdir” olur size “Aman o obsesif, onunla çalışmak kâbus gibi”. Bu utanılması, saklanması, ivedilikle değiştirilmesi gereken bir duruma dönüştürülür, kulaktan kulağa fısıldanır. Tarih boyunca tanılarla damgalanan insanlar, kurban edilme, cezalandırılma, suçlanma gibi davranışlara maruz kalmış, çeşitli şekillerde değersiz, yetersiz hissettirilmiş, yalnızlaştırılmışlardır. Birini tanı ile damgalamak, tanının kendinden daha tehlikeli olabilir.

Tanı koymak yetmez, elimiz değmişken düzeltmek…

Tanılar üzerinden etiketlemelere ek olarak, o kişiyi, duygularını, davranışlarını değiştirmeyi, “düzeltmeyi” görev edinmek de başka bir sorundur. “Takılma böyle şeylere”, “Çok düşünme”, “Böyle hissetme” gibi işe yarama ihtimali olmayan söylemler sık sık tekrarlanabilir. Öte yandan, gizliden araştırma işlerine girenler olabilir. Örneğin, “Bir narsiste nasıl davranmalı?”, “Asosyallerle iş yaşamı”, “Kaçıngan bağlananlarla uzun ilişkinin sırları” gibi hap bilgiler internette oldukça yaygındır. Maalesef bu tür önerilerin bazıları düpedüz duygusal şiddet içerir. Örneğin, insanların biraz kendilerini geri çekmeleri, kişiyi görmezden gelmeleri, gizemli davranarak telefonları açmamaları, mümkünse ilişkiyi sonlandırmaları gibi yoksun bırakmaya odaklı, cezalandırıcı tutum ve davranışlar teşvik edilebilir.

Bu hap bilgiler, kulağa hızlı ve çözüm odaklı gelse de önemli bir soruyu gündeme taşıyorlar. Bu bilgileri alıp ne yapacağız? Nasıl kullanacağız? Uyguladığımızda ilişkiye etkisinin ne olmasını bekliyoruz? İlişkinin “daha iyi” olması için neden illa karşımızdakinin değişmesi gerekir? Ona nasıl davranmam gerek bilgisi yerine ben nasıl bir ilişki istiyorum, neye ihtiyacım var, bu ilişkide ben ne yapıyorum soruları daha anlamlıdır. Gerçek şu ki; kimse kendi iradesi dışında, sırf bir başkasına hoşluk olsun diye, baskıcı müdahaleler eşliğinde değişip, dönüşmez. Değişime yakından şahitlik eden terapistler dahi kişinin nasıl biri olması, nerede yaşaması, hangi işte çalışması, kiminle birlikte olması gibi kararları danışanları adına almaz, onları yönlendirmezler. “Bu durumda şöyle değil de böyle hissetmeniz gerekir” gibi söylemlerde bulunmazlar. Aksi, her terapistin kendi “ideal insancıklarını” yaratması anlamına gelir ve en hafifinden insan hakları ihlali olurdu.

Bir tanı, bir uzman tarafından konmuş olsa dahi kişiyi tanımlamaz.

Tanılar, ruh sağlığı alanında uzman kişilerin, belirtileri değerlendirerek, bir öngörü ve plan oluşturmak için kullandıkları tanımlamalardır. Hatta, bir parça abartarak, aramızda daha hızlı ve kolay anlaşmak için yarattığımız kategoriler olduğunu söyleyebiliriz.

Her kategorizasyon doğası gereği geneldir; tıpatıp olmayan pek çok şey iç içe geçer. Başladığı, bittiği noktalar yani sınırları varsayımsaldır, gri alanları boldur. Örneğin, kahverengi göz denildiğinde, nasıl da aynı tonda olmayan gözler, göz biçimleri, kirpik türleri aynı başlığın altına giriverir. Hatta hangi göz kahverengidir de hangisi eladır, bazen kavga konusudur. Sonuçta kategoriler, tüm genellemeler gibi eksiktir. Tanılar karşısında kişinin hikayesi, belirtilerin oluşumu, süreci, etkileri, kişinin bu bağlamda yarattığı anlamlar benzersizdir. Bir tanı kimsenin varoluşunu tanımlayamaz. Nasıl birine “Gastritli” ya da “Kalp krizli” diye hitap etmek tuhaf duyuluyorsa, “Kalp krizi geçirdi ama hayatı bir tek bundan ibaret değil ki” gibi bir cümle aklınızdan geçiyorsa, benzer durum psikiyatrik tanılar için de geçerlidir.

Yaygın toplumsal görüşün aksine, kimse keyiften, bile isteye, güle oynaya psikiyatrik belirtiler geliştirmez. Her birinin altında duyulmayı, anlaşılmayı, dile dökülmeyi bekleyen ihmaller, istismar, acı, ızdırabın olduğunu unutmamak gerekir. Hele ki, birinin varlığını doğru yanlış tanılar üzerinden tanımlamak, değişmeye zorlamak, ilişki kurmasını, gelişmesini, öğrenmesini, çalışmasını engellemek hepimizin üzerinde durup düşünmesi gereken ciddi bir ayrımcılık sorunudur. Vakit, önyargılarımızı fark etme, kullandığımız dili gözden geçirme, ayrımcı tutum ve davranışlarımızı değiştirme, çevremizdeki kişilere de bu yaklaşımı paylaşma vaktidir.

Büyük bir araba kazası, şiddetli bir deprem veya aile içi şiddet gibi korkunç bir olay veya deneyim yaşarsanız, muhtemelen paramparça hissedecek, başa çıkma ve uyum sağlamada zorluk çekeceksiniz. Bununla birlikte, zaman geçtikçe ve kendinizle ilgilendikçe, muhtemelen daha iyi hissedecek ve hayatınıza devam edeceksiniz. Öte yandan, yaşadığınız sorunlar devam ederse Travma Sonrası Stres Bozukluğu yaşama ihtimaliniz artacaktır. Dışarıdan bir müdahaleyle ruhsal sağlığı bozan nadir rahatsızlıklardan biri olan travma, korkunç bir olayı yaşayarak veya tanık olarak deneyimleyebileceğiniz bir durum olacaktır.

Travmatik olarak bahsedilen nedir? Travma, insanı olağanüstü zora sokan kişisel bir yaşantının sonucu olabilir. Kişinin başından geçen böyle bir olay, eğer kendi olanakları bu durumla başa çıkmak için yeterli olamıyorsa, yani taşıyamayacağı bir ağırlığın altına girmişse travmaya yol açabilir. Fiziksel ve zihinsel sağlığımızın herhangi bir beklenmedik ihlali bir travma olarak kabul edilebilir. Travma sonrası stres bozukluğuna yol açabilecek en yaygın travmatik olaylardan bazıları şunlardır:

  • Sevilen birinin ani veya beklenmedik ölümü (bir gencin ya da sağlıklı birinin ölümü)
  • Savaş (Savaşa katılmak ya da savaşın olduğu bir ülkede yaşamak)
  • Tecavüz
  • Adam kaçırma
  • Doğal afetler (örneğin, kasırgalar, depremler, vb.)
  • Terörist saldırıları (Şahit ya da mağdur olmak)
  • Araba veya uçak kazası
  • Saldırı
  • Cinsel veya fiziksel istismar
  • Çocukluk ihmali (duygusal, fiziksel ihmal)

Travmatik bir olay deneyimleyen herkes TSSB yaşamamaktadır. Ciddi bir olay sonrasında kabus görmek, korkmak ve olanları unutmakta zorluk çekmek normaldir. Ancak bu tepkileriniz gün geçtikçe azalmaz, hatta etkisi giderek çoğalmaya başlarsa o zaman TSSB yaşama ihtimaliniz artar. Travmatik bir olaydan etkilenen yaklaşık on kişiden birinde TSSB’nin ortaya çıktığı tespit edilmiştir. Ortalama olarak, erkeklerin % 60’ı ve kadınların % 50’si yaşamları boyunca travmatik bir olay yaşamaktadir. Bunlardan erkeklerin % 4’ünün TSSB geliştirdiği ve kadınların % 10’unun hayatlarının bir noktasında Travma Sonrası Stres Bozukluğu geliştirdiği bulunmuştur. Tecavüze uğrayan bireylerin, herhangi bir travmatik olaydan daha fazla travma sonrası stres bozukluğu geliştirme olasılığı daha yüksektir; bu nedenle, kadınların tecavüze uğrama olasılığı erkeklerden daha yüksek olduğundan (% 9’a karşı % 1 olasılık), bu cinsiyetler arasındaki travma sonrası stres bozukluğu istatistiklerinde dengesizliği açıklamaktadır. Ek araştırmalar, travma sonrası stres bozukluğundan etkilenen bireylerin çoğunun başka bir psikolojik bozukluktan (örneğin, depresyon, anksiyete) muzdarip olduğunu göstermektedir. Bu bireyler ayrıca uyuşturucu ve / veya alkol, madde kötüye kullanımı ile ilgili sorunlara daha yatkındır.

Bir kişi birçok farklı durumun sonucu olarak travma yaşayabilir. Travma, bir bireyin birçok korkutucu düşünce ve duyguya boğulmasına neden olabilir. Travmatik bir deneyim kısa bir süre devam edebilirken, bazı kişiler etkilerini yıllarca hissedebilir. Bu uzun süren travma ele alınmazsa kişi daha da fazla acı çekebilir. Bu nedenle, travma yaşamış kişilerin sadece travmatik deneyimi ele alması değil, aynı zamanda onu nasıl kabul edeceğini de öğrenmesi gerekir. Travma yaşamak, bir kişinin çeşitli şekillerde tepki vermesine neden olabilir. Travmatik bir olaydan geçmenin yaygın bir sonucu, Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) geliştirmektir. Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü (NIMH), bir kişi aşağıdakilerden herhangi birini deneyimlediğinde TSSB’nin gelişebileceğini belirtir:

  • Aşırı korku, korku veya çaresizlik hissetmek
  • Travmatik bir olaydan sonra sosyal destek bulamamak
  • İncinmek
  • Akıl hastalığı geçmişine sahip olmak
  • İnsanların incindiğini veya öldürüldüğünü görmek
  • Travmatik bir olaydan sonra ek stresle mücadele etmek
  • Tehlikeli veya travmatik bir olaydan kurtulmak

Bir kişi TSSB’ye sahip olduğunda, birkaç spesifik semptom gösterecektir. Bu semptomları dört gruba ayırabiliriz:

  1. Uyarılma: kişi asabi, sinirli veya saldırgan hale gelebilir; tetikte olabilir ve kendisini kolayca korkmuş ve ürkek bulabilir; ya da uyumakta ya da günlük işlere konsantre olmakta güçlük çekebilir.
  2. Kaçınma: Bu, kişi olay hakkında konuşmamaya veya düşünmemeye çalıştığında veya ona travmayı hatırlatan etkinliklerden, kişilerden veya yerlerden kaçındığında ortaya çıkabilir.
  3. Flashbacks (Müdahaleci anılar): Kişi, travmayı hayalinde yeniden yaşayabilir, bununla ilgili rahatsız edici rüyalar görebilir veya kendisine olayı hatırlatan bir şey yaşadığında ciddi duygusal sıkıntı yaşayabilir.
  4. Ruh hali ve düşüncelerdeki olumsuz değişiklikler: uyuşma veya umutsuzluk duyguları genellikle TSSB’nin önemli bir parçasıdır; kişi aynı zamanda kendisi veya diğer insanlar hakkında kötü hissedebilir, olumlu duygular hissedemeyebilir veya eskiden zevk aldığı şeylere ilgisini kaybedebilir.

Krizin ortasında kendi eylemlerini kabul etmek ve teselli bulmak.
Olayı ve etkilerini atlatmak için bir başa çıkma stratejisi oluşturmak.
Arkadaşlardan, aileden veya bir destek grubundan sosyal destek bulmak.
Korkmasına rağmen kriz anında hareket ettiğini fark etmek

Travmatik bir olay yaşamış bir kişi, yukarıda listelenen yollarla kendilerinin daha iyi hissetmesine yardımcı olabilirler. Travma sonrası hayat son derece zorlu ve korkutucu olabilir. TSSB veya benzeri travma sonrası etkilerle mücadele eden herkesin travmatik olaylarla yüzleşmenin, kabul etmenin ve bunlardan uzaklaşmanın tamamen mümkün olduğunu bilmesi önemlidir.

Psk. Burcu Başoğlu Kundak

Geleneksel ataerkil düzende, erkeklerin “evin direği” olması, eve ekmek getirmesi, “dışişleri”nden sorumlu olması beklenirken, kadınların tüm “içişleri”ni çekip çevirmesi beklenir. Peki, evde çokça vakit geçirdiğimiz, mevcut koşullardan dolayı zorunlu olmadıkça dışarı çıkamadığımız, ev işleri ile ilgili dışarıdan gelen desteklerin de çoğunlukla kesildiği bu salgın döneminde ev içinde kime, hangi roller düşüyor? Kimden, neler, hangi sorumluluklar bekleniyor?

İş hayatının evlere gelmesiyle birlikte “dışişleri” ve “içişleri” belki de hiç olmadığı kadar birbirine karışmış durumda. Evden çalışmak, ücretli izinde olmak, işten çıkarılmak gibi günlük düzeni temelden değiştiren durumlar karşısında, evdeki sorumluluklarımızı gözden geçirmek durumunda kaldık. Bu gözden geçirme anı, evde daha eşitlikçi bir iş bölümü yapmak açısından bir fırsat sunuyor. Bin bir şekilde ezberlediğimiz toplumsal cinsiyet rollerinin ötesine geçmek elbette kolay olmuyor. Bu roller, kimi zaman “çocuğun altını babası değiştiremez” kimi zaman “kadın kocasından çok kazanırsa evde sorun olur” şeklindeki cümlelerde vücut buluyor.

“Erkekliğin Türkiye Halleri” kitabında şöyle diyor: “Ataerkil sistemin kadınları olduğu kadar erkekleri de ezdiğinin farkına varılması ve bu farkındalığın hem kadınlar hem de erkeklerce kazandırılması da çok önemli. (…) erkeklerin de birer birey olarak kendilerini gerçekleştirmelerini sağlayacak farkındalığın kazandırılması önemli. Yaşamakta olduğumuz ezber bozan bu günlerde, toplumsal cinsiyet rollerinin bireyler ve ilişkiler için ne kadar yıkıcı olduğunu, eşitliğe ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu belki daha çok fark ediyoruz.

Tam bu anlarda, evde eşitlikçi bir iş bölümü yapabilmek için atılabilecek adımlar var:

  • Fikir birliğine varmak: Evdeki işlerini yapabilmek herşeyden önce önemli bir beceridir.Örneğin, ebeveynlere “Çocuğunuz ilerde nasıl bir yetişkin olun istersiniz?” diye sorduğumuzda,sıkla “Kendi kendine yetebilsin, kimseye muhtaç olmasın” gibi cevaplar verirler. Tam da bu noktadan hareketle, bulaşık makinesini çalıştırmak, çamaşırları asmak, yemek yapmak, evi süpürmek, çöpü atmak, evdeki çocuk ve yaşlılarla ilgilenmek gibi işlerin nasıl yapıldığının öğrenilmesi herkes için bir kazanımdır. Bu ufak tefek gibi görünen işlerinbelirli bir kişide toplanması ise, yorucu ve öfke uyandırıcı olabildiği gibi, ev içinde gücün yönünü de belirler. Bazıları kendi kendine yetebilme, kendine ve başkalarına bakabilme gibi becerilerini gelişirken, bazıları az-çok bağımlı bir yaşam sürmek zorunda kalabilir, zamanla kendilerine bakmakta, yalnız kalmakta zorlanabilirler. Tüm ev halkının ortak yaşam içinde sorumluluk alma konusunda fikir birliğine varması ve bu doğrultuda irade göstermesi önemlidir.
  • Ev işlerinin listesini yapmak: Yapılacak işleri birlikte gözden geçirerek toplam iş yükünü ortaya açıkça koymak iyi bir başlangıç olabilir. Bu liste üzerinden kimlerin, neler yapabileceği, kimin ne kadar vakti olduğu, kimin neleri yapmaktan hoşlandığı gibi konular konuşabilir. Bu noktada önemli olan, ev işlerinde herkesin –yaşına ve gelişimine göre çocuklar dahil- belirli sorumluluklar alması ve bunları sürdürebilmesidir. Bu sorumluluk listesi, her eve göre değişebilir, haftalık, aylık güncellenebilir
  • Birbirinden öğrenmek:Ev işleri, hayatımız boyunca hiç yapmadığımız, belki bize öğretilmemiş işler olabilir. Yazı yazmayı nasıl öğrendiğimizi düşünelim. Öncelikle yazı yazmayı bilen biri bize gösterdi, etrafımızda yazı yazanları, ebeveynlerimizi, ablamızı, abimizi, arkadaşlarımızı gözlemledik, bir sürü deneme yaptık, bazen istediğimiz gibi olmadı, bazen bu denemeleri başkaları beğenmedi, tekrar tekrar denedik ve sonunda başardık. Tıpkı yazı yazmayı öğrenmek gibi, evdeki işlerini de zamanla, sabırla, yapa yapa, deneye yanıla öğrenebiliriz.
  • Ezber bozmanın zorluklarında birbirine destek olmak: Evdeki yeni düzeni oluştururken kızgınlık, utanç, üzüntü, korku, mahcubiyet gibi duygulara kapılmak mümkün olabilir. Bu süreçte, bu duyguları fark etmek, kabul edebilmek, birbirini dinleyebilmek önemlidir. Alınan yeni sorumluluklarla ilgili birbirini takdir etmek, öğrenme süreci boyunca beklentileri somut, açık, net bir şekilde ifade etmek ve hemen vazgeçmeden sabırlı davranmak, değişimleri daha mümkün kılacaktır.

Doğal afetlerde, salgınlarda, savaşlarda ve diğer felaketlerde hep dayanışma vurgusu yapılır. Toplumlar ve ülkeler birbirlerine yardım ederken herkes becerilerini, bilgilerini, kaynaklarını paylaşır. Bunun en küçük ölçekteki yansıması ilişkilerdir. Ev içinde, hayat içinde sorumlulukları paylaşmanın bireylere, ev halkına ve ilişkilerine iyi geleceğini düşünüyoruz.

ELİF GÖKÇE, Klinik Psikolog

Biten bir ilişki ardından ayrılık süreci kimi durumda çok zor geçebilir. İlişkinin süresi, ayrılık şekli, ilişki için yapılan fedakarlıklar, partnerlerinin ayrılmadan önce hayatlarındaki yeri, ayrılık sonrası hayatla ilgili öngörüler, sosyal destek gibi bir çok etken bu süreçte önemli rol oynar. Ayrılık sonrası yas bazen çok zorlayıcı olabilir.

Kişi birbirine zıt duyguları sıklıkla yoğun ve aynı anda yaşayabilir. Kayıp için bir yandan üzülürken bir yandan öfkelenebilir, bir yandan özlerken bir yandan nefret hissedebilir. Yaşaması yorucu olabilir. Ayrıca bu durumla başa çıkamadağı için, başka bir şeyi düşünemediği veya yönelemediği için kendine de öfke duyabilir, suçluluk veya yetersizlik hissedebilir.

Tüm bu etkenler, ayrılık sonrası yas döneminde, çoğunlukla kişiyi içinden çıkamadığı tekrarlayıcı düşüncelere götürür. Bu düşünceler eski sevgili ile yeniden iletişim kurma, barışma, ikna gibi çabaları da doğurabilir. Bu tepkiler aslında zihnimizin anormal bir duruma verdiği normal tepkilerdir. Eğer kişi flört süresince kendini arkadaşlarından, ailesinden ve bireysel aktivtilerden uzaktaştırmış ise bu süreç daha zor olabilir. Bu durum klinik tablolara sebebiyet verdiği sıklıkla gözlemlenir.

Ayrılık sonrasında, ilişki ne kadar sürmüş olursa olsun, ne şekilde bitmiş olursa olsun bu kaybın yasını tutmak gerekir. Yas tutmak ilişkinin bittiğini kabullenmeyi, önemli bir şeyi kaybetmenin getirdiği üzüntüyü yaşamayı, güzel günlere veda etmiş olmaya üzülmeyi ve hayat rutinimizi yeniden inşa etmeyi ifade eder.

Ayrılık sonrası yas kelime olarak basit ve kısa olsa da pratikte zor ve karmaşık olabilir. Negatif duyguları yaşayabilmek, ayrılığı kabullenmek, suçluluk düşüncelerinin ortadan kaldırılması bu sürecin önemli kavramlarıdır. Kişinin yas evrelerinde ilerlemelerini zorlaştırabilirler bu yüzden süreç tasarlanılandan daha uzun sürer. İlişki bittikten ve olayın şokunu atlattıktan sonra eğer hala ‘Neden böyle oldu’ ‘neden yürütemedik’ ‘bunları hak edecek ne yaptım’ ‘Keşke ……… yapmasaydım’ gibi cümleler sıklıkla zihninizde dönüyorsa, eski sevgiliniz her gün tercih etmeyeceğiniz kadar aklınızı meşgul ediyorsa ve yakın arkadaşlarınız onunla ilgili şeyleri dinlediklerinde artık kısa cevaplar veriyorlarsa yas sürecinde bir şeyler yolunda gitmiyor ve uzman desteği almanın zamanı gelmiş olabilir.

Evlilik doğru kişi ile yollarınızı birleştirdiğiniz sürece hayatınızı güzelleştirip yaşam kalitenizi yükseltir. Bekarlar ile mutlu evliliğe sahip olan kişileri karşılaştırdığımızda; evli kişilerin çok daha dingin, düzenli, huzurlu ve mutlu bir yaşam sürdüklerini görmekteyiz.

Mutlu ve ömür boyu beraberlik adına kurulan evliliğinizde, ya işler hesapladığınız gibi gitmezse; Evlilik iyi güzel de, ya mutluluğu yakalayamazsanız? Ya eşinizle geçinemezseniz? Soluğu mahkeme kapısında mı almalısınız? Evliliğinizde yaşanan sorunlar kangren haline geldiyse elbette boşanmak çözüm olabilir. Fakat her evlilik kurtarılmak için yeni bir şansı hak eder. Ruhen sağlıklı çiftlerin evlilikleri, biraz sabır, biraz çaba, biraz gayret ve fedakârlıkla yıkmak yerine yeniden yapılandırılabilir.
Yaratılış olarak her birimiz bizi iyi hissettiren ve değerli olduğumuzu her fırsatta bize gösteren kişilerin yanında mutlu oluruz. Eğer niyetiniz evliliğinizi tekrardan yapılandırmaksa en iyi yaklaşım, eşinize değerli olduğunu hissettirerek başlamaktır.
Kadınlar değerli oldunu görmek ve hissetmek ister. Oysaki sadece kadınlar değil erkeklerde kadınlar kadar değerli olduklarını hissetmek isterler. Eşinizin değerli olduğunu hissettirin. Eşinize kendisi için özel ve önemli olduğunu hissettirin.

Eşinize Değerli Olduğunu Nasıl Hissettirirsiniz?

Saygıyı Her Zaman Muhafaza Edin; Günümüz evliliklerinde en sık rastlanan davranış hatalarından biride samimiyetin saygıyı yok etmesidir. Yoksa ki mutlu bir evliliğe baktığımızda aradan geçen yıllara rağmen çiftlerin birbirlerine saygıyı muhafaza ettiklerini görüyoruz. Saygı sınırını aşmayın. Saygısız tavırlar, temelleri güzellikler ile atılan bir evliliğe inen balyoz gibidir. Güzel söz ve davranışlar ise dışardan harabe gibi görünen bir binayı sıvayıp, boyayıp eski sağlam günlerine geri getirmek gibidir.

İlişkiniz İçin Fedakarlık Yapın; Her güzel şey gibi evlilikte emek ister. Fedakarlıkta bulunmakta bu emeğin bir parçasıdır. Fedakarlık, eşler arasındaki muhabbeti çoğaltır. ‘Neden fedakarlıkta bulu-nacakmışım bana ne’ kelimesi ise sevgiyi muhabbeti azaltır. Burada unutmamanız gereken beklen-tileri bir kenara bırakıp karşılıksız ilişkiniz adına birşeyler yapmaktır. Aslında yaptığınız fedakarlıkları sadece karşı taraf adına değil kendi mutluluğunuz adına da yaptığınızı her zaman aklınızda bulun-durmalısınız. Evlilikte hiç bir zaman ne tek kişi mutlu nede tek kişi mutsuz olur.

Sorumlulukları Paylaşın; Karşınızdaki kişi sizin hayat ve yol arkadaşınız. Bir yola beraber çıkıldı ise sevinçler kadar kederleri, rahatlar kadar sıkıntılarıda paylaşmak gerekir. Bütün sorumluluğu eşi-nizin omzuna yıkıp, ‘yapmak zorunda’, ‘bakmak zorunda’ gibi tavırlara girmek, ilişkinizi gerginleştirip, birbirini düşünen, anlayan bir çift olmak yerine sizi birbirinize uzaklaştırır. Evliliğinizde hayatı paylaş-tığınız gibi sorumlulukları da paylaşmalısınız. Unutmayın ikinizde aynı gemidesiniz. Gün gelip eşiniz yorulduğunda gemi su almaya başlarsa bundan iki tarafda zararlı çıkacaktır. Her iki eşin de sorum-luluğunu bilmesi hayat yükünü hafifletir.

Ani çıkışlar Yapmayın; Bazı tavırlar vardır, kişileri haklı olsa bile haksız duruma düşürebilecek. Bunlardan biride alev gibi parlamaktır. Olaylar karşısında alev gibi parlayıp eşinizin gönül sarayını yakmayın. Hem kendinizi hem eşinizi mahveden öfke küpüne binmek yerine sabır ağacının dallarına tutunun. Böyle öfkeli tavırlar konuşmak için hiç uygun zamanlar değildir. Kendinize öfkenizi sağlıklı bir şekilde dışarı akıtacak ve sakinleşmenizi sağlayacak yöntemler geliştirin. Böylece hem eşinizi yıkmamış, hemde daha sonradan pişman olucağınız sözleri sarfetmemiş olursunuz.

Asla Keşke Demeyin; Her zaman ifade ettiğim gibi hayatınızda olumlu olaylara odaklanmak ha-yatınıza olumlu olaylar getirirken olumsuz yönlere odaklanmak ise, hayatınıza olumsuzlukları taşı-yacaktır. ‘Keşke seninle evlenmeseydim’ yerine ‘iyi ki, seninle evlenmişim’ sözüde aynı tren rayları-nın yönünü değiştirmek gibi eşinizin iyi yöne doğru yönelmesine zemin hazırlayacaktır. Aksi ise size olumsuz ve gergin bir ilişki olarak geri dönüp, eşinizin daha çok zıtlaşmasına sebep olacaktır.

Pozitif Olun; Yaşadığımız yada karşılaştığımız hiçir şeyi tesadüfen değildir. Durum ne kadar karı-şık ve sıkıcıda görünse muhakkak almamız gereken pozitif bir ders vardır. Her zaman pozitif olmak size de ilişkinize de iyi gelecektir. En basit şeyde ‘Zaten sen hep böyle saçma sapan işler yaparsın.’ gibi cümlelerle karşı tarafı suçlamak yerine ‘Olur, böyle şeyler hallederiz’ yada ‘Olan oldu bundan sonra ne yapabiliriz’ gibi pozitif düşünceler ilişkinizi yapıcı yönde geliştirecektir.

Eşinizi Şefkatle Sevin; Aşkla seven kişi, ister ki oda beni sevsin, benim sevgimin karşılığını ver-sin. Fakat şefkatle sevmek aynı bir annenin çocuğununa gösterdiği gibi, karşılıksız çocuğu ne ya-parsa yine de evladım deyip bağrına basmak gibidir. Eşinizi de tıpkı çocuklarınızı sevdiğiniz gibi beklentisiz sevgi, şefkat ve merhamet ile sevin. Onun sizde hayat bulması için havası, suyu, yağmuru, güneşi olun. Kainatın sevgi üzerine var olduğu gibi, evliliğinizde sevgi üzerine tekrar inşa edin.

Aşırı Beklentilere Girmeyin; Hayat peri masallarında ki gibi yada romantik komedi kıvamında gitmiyor. Evlilik böyle kurgulanmış bir film senaryosu değildir. Evlilikten olağanüstü beklenti içinde olmak insana hayal kırıklığı yaşatır. Mükemmel evlilik yoktur. Fakat iyi evlilik vardır. Mükemmelin peşinde koşmak sizide ilişkinizide yoracaktır. Bunun yerine iyi bir evlilik için ‘neler yapabilirim?’ deyip ilişkinize sahip çıkın.

Zor İnsan Olmayın; Karamsar bile olsanız bu huyunuzun yönünü değiştirmeye çalışın. ‘Ne yapayım ben zor bir insanım, beni böyle kabul et’ demek sorunlarınıza çözüm getirmediği gibi çözüm yolları-nıda kapatır. İşleri zorlaştırmak ilişkileri gerer ve bir gün sizi bağlayan o gergin bağları da koparır.

Sevinç Karakaya

Ruh eşim olduğuna emindim“, “Oysa doğru kişi olduğuna çok emindim“, “Ruh eşim evli biri olabilir mi?”, “Çok seviyordu birden bire gitti” son zamanlarda bu ve benzeri cümleleri o kadar çok duyuyorum ki…

Doğru kişi kimdir ya da nasıl anlayacağız doğru kişiyi? Öncelikle doğru kişi sizinle ilişkiye girmek için istekli ve müsait olmalıdır. Eğer müsait değilse, sizin için doğru kişi değildir. Müsait kişi kimdir? Doğru kişi sizin duygularınızı, duyarlılıklarınızı öğrenmek, nelerden korktuğunuzu, neleri sevdiğinizi, aile ve arkadaşlarınızı bilmek ister. Başka bir ilişkisi yoktur ve bağlanmaya açıktır. Saklanacak şeyler hayatında başka başka bölümler ve kaçamaklar yoktur. Sözlerinin gerçek anlamını bulmak için emek harcamazsınız. Karışık mesajlar ve sonu gelmeyen beklentilerle sizi kendisine bağlamaya çalışmaz. Sizinle birlikte programlar yapar sürekli iptal eden kedi-fare oyunlarına girmez. Bunun dışındaki tüm ilişkiler başlamadan bir kere daha düşünün derim.

Müsait ya da yanlış kişilerin anlaşılmaz yönlerinden biri de, duygusal ve cinsel çekiciliğin çok kuvvetli hissedilmesidir. Arkadaşlarınızda asla kabul etmeyeceğiniz davranışları bu kişide kabul edersiniz peki niçin? Elektrik o kadar yoğun ve güçlüdür ki yakınlaşma sanabilirsiniz. İlişkiye devam etmek için genellikle hiç yapmayacağınız şeyleri kabul edersiniz. Bir bağ olsa da olmasa da o kişinin müsait kişi olup olmadığına bakmalısınız, ne kadar çekici olursa olsun bu kişi sizin için doğru kişi olmayabilir. Gerçekler size adaletsiz ya da çelişkili gelebilir ama insan kendisi için tümüyle yanlış birine aşık olabilir.

Peki Neden Yanlış Kişilere Aşık Oluruz?

1- Düşük Öz Değer ve Aşkı Hak Etmeme Duygusu:Beni kabul edecek birini bulursam, onu hayatına girerim” bu cümle size ne hissettiriyor. Ben aşka layık değilim, beni kabul eden biri olursa ben her zaman hazırım mesajını alıyorsunuz değil mi? bu düşünce doğru şekilde sevgi paylaşımını yapacağınız kişiyi hayatınıza çekmeyi engeller. Sevgi yeteneği olan birisi karşınıza çıktığında ya onu kendinizden uzaklaşırsınız veya ona hiç çekim hissetmezsiniz.

2- Müsait Olmayan Anne Baba Etkisi: Anne babamızda yaşadığımız sağlıksız ilişkileri çeken sanki içsel bir radarımız vardır. Bu ilişkilerinde eksik olan parçaları tamamlaya bilmek için yakın ilişkilerinizde de aynılarını oluşturur ya da benzer ilişkileri kendinize çekersiniz. Mesela babanız duygusal olarak müsait olmayan biri ise; yani size yeterince duygusal yakınlık göstermediyse, nihayet onun sevgisini kazanırım ümidiyle, sizde aynı tip erkeklere çekim duyarsınız. Ama seçtiğiniz erkekler hakiki sevgi yeteneğinden yoksun olduğundan, bu isteğiniz hiç bir zaman gerçekleşmeyecektir.

3- Eş Bağımlılık Hissi: Müsait olmayan kişileri aşkınızla değiştirmek veya kurtarmak gibi vazifeleri üstlenirsiniz. Maalesef sonu her zaman başarısızlıkla son bulur. Siz kimsenin terapisti değilsiniz ve kimse siz istediğiniz için değişmez. İçinizdeki düzeltirsem daha çok sevilirim hissini değiştirmelisiniz.

4- Kovalamanın Heyecanı: Yasak elmaya, avlanmanın biyolojik coşkusuna, elde edilemeyeni kazanmanın zorluklarına bağımlı birisiniz demektir. İlginçtir ki araştırmalar sadece başkalarına bağlı olmanın o kişileri daha çekici yaptığını bulmuştur. Kendi elinizle yetinmek yerine başkalarına ait olana mailiniz varsa muhakkak geçmişinizde yargı enerjileri ve kısır döngüler vardır. Ve bir uzmanla çalışmak bu durumu atlatmanız için çok önemlidir.

5- Bağlanmak ve Kaybetmekten Korkmak: Özellikle büyük bir kayıp ve ihanet acısı yaşamışsanız, karşınızdakine mesafeli davranmak size daha güvenli gelir. Eğer sınırlarınızı ihlal eden aşırı üstünüze düşen, tacizci, tenkitçi veya kontrolcü bir aileniz olmuşsa, herhangi birine bağlanmaya bu yüzden karşı koyuyor olabilirsiniz. Veya sizi umursamayacak buna rağmen sizden çok fazla ilgi isteyecek olduğunu varsaydınız bir ilişkinin içinde kaybolmaktan korkarsınız. Bundan dolayı da sizi savunmasız bırakan ve ruhunuzu genişletirken yoran duygusal bir yakınlaşmanın yerine farkında olmadan karşılıksız bir aşkı tercih ediyor olabilirsiniz. ,

6- Şartları Kabul Etmeye Hazırsanız: Belki bir süredir hayatınıza size yakınlık duyacak, biri girmedi. Ve birden ilgi yağdıracak, karizmatik ve çekici biri karşınıza çıktı. Yanlış olduğunu biliyorsunuz ama size çok iyi geliyor. Böylece yalnızlık ve yokluk yerine, sevgi ve ilgi kırıntılarına razı olursunuz.

7- Beyaz Atlı Prens Sendromu: Duygusal finansal veya ruhsal olarak kurtarılmak istiyorsunuz ve birisi sizi kurtarıyor. Kendi gücünüze sahip çıkacağınıza başkasına teslim oluyorsunuz. Beyaz atlı prensler genellikle güç peşindedir veya sonunda aldıkları sorumluluğun ağırlığından pişman olurlar. Çoğu da sevgi dolu eşit ilişki için müsait değildir.

8- Cazip Bir Dış Görünüşe Vurulmuşsunuzdur: Bazı insanlar gerçekten iyi görünmelerine, hep doğru şeyleri söylemelerine ve ruhsal olduklarını iddia etmelerine rağmen, sadece birer yeni çağ narsisti veya insan kullanıcılarıdır. Onların gerçek bir bağlanmaya hiç niyetleri yoktur. Eğer içinize veya ön sezinize danışmadan hareket ederseniz, dış görünüşlerine aldanabilirsiniz.

Eğer doğru bir eş arayıp sürekli olarak yanlış kişileri hayatınıza çekiyorsanız. Yardım almadan önce yukarıdakilerden hangilerinin sizin için doğru olduğunu tespit etmenizi tavsiye ederim. Sonu gelmeyen ilişkilerin sebeplerini ve çözümlerini bir yere kaydetmeniz ve artık dürtülerinize hareket etmeye bir son vermeniz faydalı olacaktır.

Sevinç Karakaya

Yıllardır biliyoruz ki, aşık olmak, beyinde kokain etkisi yaratmakta. Sevdiğiniz birinden ayrılmak, ya da severken terk edilmek de, beyinde kokain yoksunluğuyla birebir aynı etkileri ortaya çıkarmakta fiziksel acı da dahil… Tüm bu etkiler sadece duyguları ilgilendiren alanlarda gerçekleşmemekte; aşk denen muammadan, beyniniz, beyinlerimiz hem fiziksel hem de entelektüel olarak etkilenmekte. Saniyenin beşte biri kadar sürede gerçekleşen bu muamma, bizleri de bir hayli aptallaştırmakta. Aşık olmak dopamin, adrenalin ve norepinefrin gibi kimyasalların düzeyini arttırırken, beyindeki serotonin düzeyini de düşürüyor. En basit tanımlarıyla, dopamin mutluluk sağlarken, adrenalin ve norepinefrin de kesintisiz enerji, hız (bohçacının bahsettiği acele) ve kalbin durmaksızın atmasını sağlıyor. Aşkın tüm güzellikleri… Beynin ödül ve zevkten sorumlu alanları çok mutlu. Aşık olduğumuzda bu alanlardaki kan akışı inanılmaz. Aynı alanlar, obsesif kompulsif davranışlardan da sorumlu. Tamam, bu da takıntılı biçimde aşık olduğumuz kişiye odaklanmamızı sağlıyor. Burada kadar her şey yolunda, her şey beklendiği gibi… Peki ya başka neler oluyor?

Ne Kadar Aşıksanız, Odaklanma Düzeyiniz O Kadar Düşük

Basit bir testte katılımcılardan bir dizi dikkat gerektiren beceri göstermeleri isteniyor ve anlaşılıyor ki, kadın-erkek fark etmeksizin, duyulan aşkın şiddeti yükseldikçe test başarısı düşüyor. Kişi ne kadar aşıksa, odaklanabilme becerisi de o kadar düşük oluyor. Aslında bu olağan bir sonuç; çünkü beynin kognitif kapasitesinin büyük bölümü aşık olunan kişiyi düşünmekle meşgul. Dolayısıyla, bilişsel kontrol oldukça düşük.

Aşık Olduğunuz Kişiyi Düşünmek

İlk aşık olunan zamanlarda, başka şeylere odaklanabilmek tabi ki son derece zordur, çünkü bilişsel kapasiteniz, neredeyse bütünüyle sevdiğiniz kişiyi düşünmeye kendini adamış durumdadır. Ancak uzun süreli ilişkilerde, bilişsel kontrole sahip olmak son derece önemlidir. İlişkide başarıyı aslında bu kontrol getirir.

Aşk ve Bilişsel Kontrol

Aşkla bilişsel kontrol arasındaki bağlantı araştırmaların halen cevap aradığı bir soru olma özelliği taşıyor. Neden aşık insanlar dikkat gerektiren işleri, günlük rutinlerini, temel problem çözme becerilerini etkili bir biçimde sürdüremiyorlar? Tam olarak bilmiyoruz. “Sevdiğim kişiyi düşünmek varken, neden sıkıcı bir işle ilgileneyim?” mantıklı bir açıklama olarak görünse de, bilimsel bir veri olma özelliği taşımamakta. Belki de tersinden bakarsak: “bilişsel kapasitemiz düştüğü noktada, hissettiğimiz romantik duyguların şiddeti artıyor olabilir mi? Tam da entelektüel kontrolümüz azaldığında aşık oluyor olabilir miyiz?” Neden olmasın! Gelecek dönemdeki araştırmalar, bu soruların yanıtlarını aydınlatıyor olacak…

Hayatımızda bize anlam veren ve bizi mutlu eden nedir? Bazı insanlar bu konuyu ün ve şöhret olarak cevaplayabilir. Ancak yapılan çalışmalar arkadaşların ve ailenin gerçek bir ganimet olduğunu gösteriyor. Bağlanma ihtiyacımız doğuştan olsa da bazılarımız yalnızız. Diğer taraftan, bazılarımız gün boyunca başkaları tarafından kuşatılmış, hatta yıllardır evli olsa da derin ve yaygın yalnızlık hissetmektedir. Yalnızlık ve tecrit hissi her yaş insanı etkiler ancak gençler ve yaşlılar gibi bazıları diğerlerinden daha fazla etkilenir. Bir gencin 500 instagram bağlantısı olması, bu geniş ağın, duygusal yalnızlığını ve duyduğu kederi iyileştiremediği söylenebilir. Daha az sayıda ancak daha yakın ilişkiler daha önemlidir. Yaşlılarda da yalnızlık ve izolasyon riski yüksektir. Araştırmalar 60 yaş üstü kişilerin yüzde 20’sinden fazlasının kendilerini çok  yalnız hissettiğini gösteriyor.

Yalnızlıktan mustarip olmak fiziksel acı çekmeye benzer. Bir deneyde, ağrı kesici kullanımı yalnızlık ağrılarını azaltmıştır. Bir doz parasetamol alan yalnız bireylerin taramalarında, beynin ağrı işleyen alanlarında azalmış aktivite gözlemlenmiştir. Ayrıca yalnızlık, zarar ve tehlikeyle karşılaşan bir kişide savaş ya da kaç tepkisini arttırmaktadır. Bu yüksek tepki kişiyi aşırı hassas yapabilir hatta sinirlendirebilir. Başkalarıyla bağlantı kurmak yerine yalnız kişi diğerlerine saldırır. Sürekli tehdit altında olmak kişide zararlı bir tecrit ve kopukluk döngüsünü de besler.

İsvicre’nin Davos kentinde  her sene düzenlenen Dünya Ekonomik Forumunda  2019 yılında dünyada karşılaşabileceğimiz en büyük 3 sorun olarak “Yalnızlık,” “Olumsuz Hava Koşulları,” ve “Küresel Ekonomik Güvenlik Açığı” gösterildi.  Yalnızlık konusunda bu  sene bazı uzmanlar, “Yalnızlık Salgın mı?” başlığı altında  toplulukların yalnızlıklarının sebeplerini ve etkilerini ele almak için neler yapılabileceğini ve ayrıca şirketlerin ve hükümetlerin bu konuyu ciddiye almaları gerektiğini tartıştılar.

Forumda kronik yalnızlığın, 25 yaşın altındaki kişilerin % 40’ının yalnız hissettiklerini bildiren nesiller boyu olan bir  sağlık sorunu olduğu ve yalnızlığın  sadece bir kişinin sağlığı üzerinde bir etkiye sahip olmadığı, ekonomiye de  büyük etkileri olduğu konuşuldu.

Yalnızlık artık dünyadaki hükümetlerin ele almaya başladığı bir alan olarak ortaya çıkmaya başlıyor. Örneğin 2018 yılında İngiltere’de yalnızlıktan sorumlu bir bakanlık kuruldu. İngiltere’nin Ulusal İstatistik Ofisi aynı yıl 16 ile 24 yaşları arasındaki kişilerin 65 yaşından büyük olanlardan daha yalnız hissettiklerini bildiren istatistikleri yayınladı. Ayrıca yalnızlığın kötü yaşam beklentisi ile ilişkili olduğu konusunda uyardı.

2017 yılında  yayınlanan İngiltere hükümetinin raporu, yalnızlığın fiziksel ve zihinsel sağlık üzerindeki etkisini göstererek, günde 15 sigara içmek kadar zararlı etkileri olduğunu ortaya koydu. Bir bilimsel çalışma, yalnızlığın bir halk sağlığı sorunu olduğunu savundu. Dünya Ekonomik Forumundaki konuşmacılardan Yale Üniversitesi Psikoloji Profesörü Laurie Santos’a göre sosyal bağlantı alanında, daha iyi hissetmek için  peşinden gittiğimiz veya yaptığımız birçok şey hakkında zihnimiz bize yalan söylemektedir.  Sosyal ağlarda yanlış şeyler ararız. İnsanlar işten eve gidiş yolunda tanımadığı kimselerle sohbet etme yerine telefon, sosyal medya gibi kanalları tercih etmektedirler.

Santos, aileyi görmek veya bir  yabancı ile banka veya trende konuşma gibi basit şeylerin  insanlarda daha iyi hissetmeyi sağlayacağını gösteren,“Mistakenly Seeking Solitude” adlı ünlü bir çalışmayı örnek gösterdi.  Bu tip sosyal davranışların bizi daha iyi hissetmemizi sağlayacağını düşünmeyeceğimiz için, bu bağlantıları kurmaya eğilimli olmadığımıza  ve bu yüzden  kendimizi daha fazla tecrit ettiğimize ve  yalnızlığa yol açmaya daha yatkın olduğumuz üzerine konuştu. Santos “Bizler sosyal hayvanlarız, ancak bazen insanlarla konuşmak ve daha fazla bağlantı kurmak için harekete geçmemiz gerektiğini unutuyoruz. Bu yüzden yalnız hissettiğimizde bir sonraki  doğru adımın bu bağlantılara ulaşmak ve bu bağlantıları kurmak olduğunu fark etmiyoruz” dedi.

Birgül Geyimci

İKİNCİ EVLİLİK ŞANS MI?

İlk evliliğinize başlarken onun sonsuza dek süreceğini düşünürsünüz. Ancak o bitip de ikinci evliliğinize aynı duygu ile başlamanız neredeyse olanaksızdır. Ayrılık aklınızın bir köşesinde mutlaka durur. Gerçekten de böyle mi? Bilimsel çalışmalar bu konuda ne diyor? Bu yazımızda ikinci evlilikleri masaya yatırıyoruz..

Amerika’da Furstenberg ve Cherlin tarafından yapılan bir araştırma ikinci evliliklerin ilk 5 senede sona erme oranının ilk evliliklere göre çok daha fazla olduğunu gösteriyor. Bu araştırma yazının başında söylediğimizi destekliyor gibi. Ancak ilk evliliklerde ilk 5 sene çok kritik bir zaman. İlk 5 seneden sonra ikinci evliliklerde de daha az boşanma oranı olduğu görülüyor.

2007 yılında Falke tarafından yapılan başka bir araştırmada ise iyi giden ikinci evliliklerde;

  • Çiftlerin onlar için önemli olan konularda fikir birliğine varabildiklerini
  • Arkadaşlarından ve ailelerinden sosyal destek aldıklarını
  • Finansal bir belirlilik hali olduğunu gösteriyor.
  • Kötü giden ikinci evliklerde ise en çok sıkıntı şu alanlarda yaşanıyor;
  • Üvey anne baba olmakla ilgili sıkıntı yaşamaları
  • Eski eşle duygusal bağlantılar ya da çatışmalar yaşamaları
  • Ve ekonomik sıkıntılar.

Bu istatistiklerin yanı sıra, ilk evliliği boşanma ile sonuçlananlar boşanmayı bir başarısızlık olarak değerlendirirse ikincisinde “ ya başaramazsam” diye bir endişe yaşıyor. İkinci evliliğin şansa bağlı olduğunu düşünenler de var. Bu sefer işler yolunda giderse mutlu bir evlilik yaşanacak! Ya da bu kez doğru insanı buldum diyenler. İşte bu sefer ruh ikizimi buldum! Bütün bunları sıklıkla duymakla beraber işinizi şansa bırakmamanızı öneriyoruz.

BİRİNCİ EVLİLİĞİNİZİN NEDEN BİTTİĞİNİ İYİ ANALİZ EDİN!

Yaptığımız araştırmalar belli bazı davranışların ilişkiyi mutlaka o hazin sona sürükleyeceğini gösteriyor. Nedir mi bu davranışlar? John Gottman’ın 40 yıl boyunca çiftlerle yürüttüğü çalışmalarda ortaya çıkan Eleştiri, Aşağılama, Savunma ve Duvar Örme davranışları. Bu davranışlara sahipseniz bunları nasıl değiştireceğiniz ve yeni ilişkinizde kendinizi nasıl ifade edeceğinizi öğrenmeniz gerekiyor. Aynı zamanda eşinizi ne kadar tanıdığınız, ona ne kadar ilgi gösterdiğiniz, onu dinleyip dinlemediğiniz, ondan gelen her türlü farklı fikre veya görüşe karşı açık mı yoksa tamamen kapalı mı olduğunuzun farkına varmanız da gerekiyor. Bunun yanı sıra ikinci ilişkiye başlamadan önce ikinci eşinizle yaşayacağınız problemlerin neredeyse % 69’unun çözümsüz olacağını ve bazı çatışmaları çözmek yerine yönetmeye ihtiyacınız olacağını bilmeniz gerekiyor. Yine önceki evliğinizin sonlanmasından tamamen karşı tarafı sorumlu tutuyor iseniz bunu bir kenara bırakıp sizin neleri hatalı yapmış olabileceğinizi de düşünün. Liste biraz uzun gibi görünse de hem kendinizi tanımak hem de ilişki becerilerini öğrenerek ikinci evlilikte mutluluğu yakalama olasılığınızı arttırıyor, kısacası işinizi şansa bırakmıyorsunuz. Evliliklerin iyi gitmesi sadece karşınıza iyi bir insanın çıkmasından ibaret değildir. Evliliğe her zaman ilgi göstermeniz gerekir.

İKİNCİ EVLİLİĞİ ACELEYE GETİRMEYİN

Yapılan araştırmalar ikinci evliliklerde tanışıklıkları bir seneden daha kısa süren çiftlerin boşanma olasılıklarının daha fazla olduğunu gösteriyor. Evliliğin sağladığı alışılmış olan konfora belki de düzen olarak tanımladığınız şeye bir an önce kavuşmak için erkenden bu adımı atabilirsiniz. Ancak ikinci kez evlilik kararı alan biri olarak birbirinizi daha iyi tanımanız gerektiğini, ilişkiye dair kaygı duyduğunuz alanları eş adayınızla paylaşmayı önemsemenizde fayda var. Bunun yanı sıra ikinci evlilik sizin dışınızda başka kişileri de etkileyecek olabilir. Örneğin eşinizin ve sizin önceki eşlerinizden çocuklarınız olabilir. Çocuklarla ilişkiler nasıl olacak? Önceki eşlerle nasıl sağlıklı bir iletişim sürecek? Vb. gibi başka kişileri de etkileyeceğini düşündüğünüz konulara mutlaka bir açıklık getirin. İkinci evlilikler, önceki evliliğinizden çocuklarınız varsa ya da eski eşle bu evliliği etkileyen bir çatışma yaşanıyorsa profesyonel destek de almanız gereken uzun bir süreç olabilir.

GERÇEK BOŞANMA NEDENLERİ

Araştırmalar boşanmanın en geçerli sebebini çiftler arası iletişimde, çatışma çözümlemede, cinsellik ve yakınlıktaki bozulmalar olarak gösteriyor. Araştırmalara rağmen herkesin boşanma ile ilgili bir fikri var. Bu yaygın görüşlerin bir kısmı hiçbir gerçeklik taşımazken bir kısmı da gerçeklik içeriyor.
Erkekler Marstan Kadınlar Venüs’ten…Bu gerçekçi olmayan görüşlerden biri.. Eğer böyle olsaydı çiftlerin boşanma oranı % 100 olurdu

Eşitlik İlkesi bozulur. Kısaca evlilikte eşitlik ilkesi: Sen bunu benim için yap ben de senin için bunu Yapacağımdır. Yani davranış alışverişi.. Eğer eşiniz sizin için yeterli miktarda iyi şey yaptıysa, onun için aynı sayıda iyi şey yapabilirsiniz. Evet mutlu olmayan çiftler böyle bir alışverişle uğraşmazlar ama çok net olan şu ki mutlu çiftlerde asla böyle bir hesapla uğraşmazlar.

Düşük ya da Yüksek Beklentiler; Araştırmalar, mutlu çiftlerin ilişkilerinde beklentilerini yüksek tuttuklarını, mutsuz çiftlerin ise düşük tuttuklarını gösteriyor.

Kilit Problemleri Çözerken Başarısız Olmak; Boşanmak için güzel bir neden.. Ancak araştırmalar mutlu çiftlerin % 69’unun önemli olarak gördükleri sorunlarına bir çözüm bulamadıklarını ve bu problemlerle karşılaştıklarında uzlaşmaya ve uyumlu kalmaya çalıştıklarını gösteriyor

Erkekler Aldatıyor.. Evet, bu gerçekten önemli bir boşanma sebebi. Ama aldatmanın kendisinden çok sonucunda oluşan ve evliliğin temel taşlarını yerinden oynatan güven, yakınlık azalması ve çatışmanın artması gibi nedenler boşanmaya sebep oluyor.

  • Evli erkeklerin % 20-25’i en az bir defa eşini aldattığını söylüyor.
  • Çift terapistlerinin raporuna göre mahkemeye taşınan çift problemlerinin % 50 sini aldatma oluşturuyor.
  • İlk sefer boşanmaların % 90’ı aldatma nedeniyle oluyor, bu aldatma genellikle evliliğin son yılında yaşanmış olup ve boşanma sürecinde genellikle gizleniyor.
  • Uzlaştırma uzmanları aldatmanın % 20-25 oranında bir boşanma nedeni olduğunu ama % 80 oranla yakınlığı bozduğunu ve bu nedenle boşanma olduğunu söylüyor.
  • 1970 lerde erkelerin % 70’i kadınların ise % 40’ı aldatırken, son dönem çalışmaları bu oranın erkekler ve kadınlar için % 45 ile eşitlendiğini gösteriyor. Boston’da bir hastanede yapılan bir çalışmaya göre yeni doğan bebeklerin % 30 u biyolojik olmayan babalarına merhaba diyor.
  • Çiftlerin % 25’i cinsel ilişkinin olmadığı “duygusal aldatma” yaşıyorlar (örn; internet ilişkileri) Bu çiftin duygusal yakınlığını bozuyor.

Boşanma aileden aileye geçiyor. Bazı araştırmalara göre boşanma bir miras gibi ailelerden çocuklara aktarılıyor.

  • Ebeveynleri boşanmış olan çiftlerden % 40’ı of eninde sonunda boşanıyor (diğer bir deyişle Ebeveynleri boşanan çocukların yalnızca % 36 sı mutlu bir evlilik sürdürüyor)
  • Ebeveynleri boşanmamış olan çiftlerin % 80’i evli kalırken sadece % 9 luk bir kısmı boşanıyor. (Diğer bir deyişle Evliliği süren ailelerin çocuklarının % 73 ünün evliliği devam ediyor)
  • ABD’de ebeveynleri boşanmış kadınların evlenmeme oranı % 40 iken Ebeveynleri evliliğini sürdürmüş olan kadınların evlenmeme oranı % 15.

Boşanma Araştırmaları….

  • 0-4 yıl arası evliliklerde, eğer eşlerden kadın olanın ailesinde boşanma varsa çiftin boşanma ihtimali % 87, eğer eşlerden ikisinin de ailesinde boşanma varsa bu ihtimal % 620 oluyor.
  • 5-10 yıllık evliliklerde, eğer eşlerden kadın olanının ailesinde boşanma varsa çiftin boşanma ihtimali % 41, eğer eşlerden ikisinin de ailesinde boşanma varsa bu ihtimal % 160 oluyor.
  • 11 yıl ve üstü evliliklerde, çiftlerin ailelerinin boşanma geçmişi olması çiftin boşanmasını etkiliyor görünmüyor.
  • Ebeveynleri boşanmış olan çiftlerin kişisel problemlere sahip olması (kolayca öfkelenmek, kıskanç olmak; para yönetimi becerilerinin düşük olması, aldatmak) ebeveynleri boşanmayanlara göre çiftin boşanma ile karşılaşma ihtimalini iki kat daha fazla arttırıyor.
Aldatma pek çok insanın düşündüğü gibi az rastlanan ya da sadece erkeklere özgü bir olgu değildir. Evliliklerin üçte birinin aldatma ile karşılaştığı bir dünyada yaşıyoruz. İstatistikler kadınların erkeklere aldatma konusunda ne kadar yakınlaştıklarını gösteriyor. Son zamanlarda internet üzerinden aldatma da oldukça yaygınlaştı ve evlilikler için büyük bir tehdit oluşturmaya başladı. Şunu bilmek lazım ki pek çok toplumda evlilik dışı ilişki sanıldığından daha yaygın ve evlilik bununla yaşamayı öğrenmeye başlıyor gibi…

Sizin Aldatma Eğiliminiz Hangisi?

Yapılan araştırmalar her aldatmanın birbirine benzemediğini ve aldatan insanların farklı eğilimleri olduğunu göstermektedir. Araştırmaların şimdiye kadar saptadığı bazı aldatma eğilimleri şunlardır.

Çatışma Engelleyen Aldatma; Evliliğinde yoğun olarak çatışma yaşayan bireylerin buna engel olmak için aldatma yolunu seçtikleri aldatma eğilimi.

Yakınlık Aldatması; Eşi ile duygusal yakınlığı azalan bireylerin başka biri ile yakınlık kurmaları ve eşlerini aldatmaları.

Bireysel (Varoluşsal ya da Gelişimsel) Aldatma; Orta yaş bunalımı, yaşlanma korkusu, boşluk, depresyon gibi nedenlerle aldatmanın gerçekleşmesi.

Seks bağımlılığı; Seks bağımlılığı dürtü kontrolünün azalmasına bazen yok olmasına sebep oluyor. Bunu tatmin etmek için sürekli olarak seks yapma arayışı içinde olmak ve eğer bir ilişki içindeyseler eşlerini aldatmaları.

Kısa Süreli Aldatma; Bu daha çok bir gecelik ilişkiye giren aldatma türü. Anında oluyor. İnsan doğru zamanda doğru (yanlış) yerde olduğunda oluyor. Genellikle, sarhoş olma hali, bir dürtü veya merak sonucu oluyor.

Güvenli Yer Peşinde Koşan; Bazı bireyler kendilerini güvensiz hisseder, bunu yenmek ve kendileri ile ilgili bir onay alabilmek için ilişkiye girerler. Daha çok narsistik ve dürtü kontrolü olmayan bu bireyler aldatmaya yakın durabilir.

İntikam Amacıyla; Bazen eşlerden biri aldattığında diğeri de intikam almak, cezalandırmak amacıyla aldatabilir.

Tatmin Etmeyen Evlilik; Bu tarz aldatma kötü bir iletişim, yakınlığın bulunmaması, desteğin ve cinselliğin olmadığı ilişkinin sonucunda var olabilir.

Aldatma Çıkışı; Aldatma çıkışı yapan kişiler genellikle ilişkilerini sonlandırmakta zorlanan kişilerdir ve ilişkiyi bitirmek amacıyla için aldatmayı deneyebilirler.

Paralel Yaşamlar; Bu aldatma eğiliminde ilişki çok uzun sürelidir. Hem evlilik hem de ilişki uzun süre devam eder. Bu evlilik dışı ilişki bir şekilde evliliği bitirmez hatta evlilik için de iyi bir ortam yarattığı bile olur. Bazı durumlarda eşin aldatıldığını bildiği, tolerans gösterdiği bile olur.

Online Aldatma; Online aldatma internetin, akabinde online flört ve pornografinin yayılması ile hızla yaygınlaştı. Bazı görüşler ulaşılabilirlik, gerçek bilgilerini gizleme şansı ve bağımlılık ile beraber online aldatmanın ilişkiler için büyük tehdit oluşturduğunu düşünüyor.

Rızaya Dayalı Evlilik Dışı Cinsel ilişki: Bazı evlilik dışı ilişkiler evliliğin içinde var oluyor ve eşler buna rıza gösterebiliyor. Bu evlilikler aynı zamanda açık evlilik olarak da tanımlanmaktadır.

Psikoloji İstanbul

Korku hem yetişkinler hem de çocuklar dahil olmak üzere herkes için doğal bir deneyimdir. Bununla birlikte, bazı insanlar korkularıyla karşı karşıya kaldıklarında aşırı tepki gösterebilir. Korku, yakın bir tehdide yanıt verilmesini sağlayan hızlı bir yanıttır. Begley’e (2007) göre, korkunun ilkel doğası, korkunun yalnızca kelimelerle değil, beynin duygusal bölgelerini kestiren görüntülerle de tetiklenebileceği anlamına gelir. Dolayısıyla korku, tüm gelişim aşamalarında yaşanabilen temel bir duygudur (Berk, 2011). Korkular, erken çocukluk döneminde gök gürültüsü, şimşek korkuları ve doğaüstü varlıklar olurken (Berk, 2011), gelişimin sonraki aşamalarında ölüm korkusu (Florian ve Mikulincer, 1997) şeklinde değişebilir. Yaşamın erken dönemlerinde gelişen korkular yaşlandıkça bireylerin yaşamlarını etkileyebilir. Böyle aşırı korkular fobinin özelliklerindendir.

Fobi genel manada, bir şeye, bir kişiye veya başkaları tarafından zararsız kabul edilen bir duruma karşı çok büyük bir korku veya panik duyma halidir (Kring ve ark., 2015). Spesifik bir fobi, kaygı belirtileri, sıkıntı ve gönüllü olarak kaçınma ile sonuçlanan belirli bir tanımlanmış uyarana karşı aşırı irrasyonel bir korkudur (Flatt ve King, 2010). Özgül fobiler, tüm zihinsel bozuklukların en yaygın üçüncüsüdür. Bireylerin %10 ila %12’sinin hayatları boyunca en az bir fobi yaşamış ya da yaşamaları beklenmektedir (Adler ve Nobles, 2011). Danışmanlık için en çok tartışılan, gündemde olan fobilerden biri niktofobi veya karanlık korkusudur (Orgil´es ve ark., 2008).

Birçok çalışma insanların karanlıktan korktuğunu göstermiştir (Nasar ve Jones, 1997).  Her türlü görsel uyaranın olmaması insanlarda kaygı, belirsizlik ve gerginliği arttırır. Çocuklar bu korku için daha büyük risk altındadır (Grillon ve ark., 1997). Karanlık korkusu çocuklarda sık görülür ve gelişim döneminde normal bir yanıt olarak kabul edilir (Meltzer ve ark., 2008). Karanlık, beyinde kaygıyı artıran bir irkilme tepkisini kolaylaştırır (Grillon ve ark., 1997). Beyin “önce titremeye ve sonra soru sormaya” bağlanmıştır (Begley, 2007). Çoğu zaman, bu korku kısa ömürlüdür, ancak bazı durumlarda korku çok sorunlu olabilir. Gelişim boyunca devam edebilir ve büyüklük bakımından güçlenebilir (King ve ark., 2005).

Karanlık korkusu (Niktofobi), gece veya karanlıkta aşırı kaygı sağlayabilen karanlığa karşı özel bir fobi şeklidir. Karanlık korkusu genellikle kadınlar, çocuklar veya gece boyunca kötü bir deneyim yaşayan biri tarafından yaşanır (Van, 2010). Belki de çocuklarda görülen gerçekçi olmayan karanlık korkusu yetişkinlerde daha gerçekçi bir karanlık korkusuna dönüşmüş olabilir. Yetişkinler, onları daha yüksek bir mağduriyet riskine sokabileceği gerekçesiyle karanlıktan korkabilirler. Bu mağduriyet korkusu, insanların karanlık olduğunda akşamları gerçekleşen etkinliklere katılma olasılıklarının daha düşük olmasına neden olabilir (Caiazza, 2005). Geceleri neler olabileceği fikri bireylerde daha yüksek düzeyde korku uyandırmaktadır (Nasar ve Jones, 1997). Böyle kötü bir deneyim, doğrudan veya dolaylı öğrenmeden elde edilebilir. Doğrudan öğrenme, kişinin karanlıktayken kötü bir olaya maruz kalması, dolaylı öğrenme ise karanlıkta bir başkasından kötü bir olay duyması anlamına gelir. 

Niktofobi (karanlık korkusu), DSM-5’te kaygı bozuklukları başlığı altındaki özgül fobiler kategorisinde geçmektedir. Özgül fobi için DSM-5 belirtileri şunlardır (APA, 2013):

1. Spesifik bir nesne veya durum hakkında (örneğin; uçmak, yükseklik, hayvanlar, enjeksiyon ve kan görme) beliren korku veya endişe durumudur.

Not: Çocuklarda korku ve endişe; ağlama, öfke nöbetleri ve donma olarak ifade edilebilir.

2. Fobik nesne veya durum hemen hemen her zaman acil korku veya endişe uyandırır.

3. Fobik nesne veya durumdan aktif bir şekilde kaçınılır veya yoğun korku veya endişe ile tahammül edilir.

4. Korku veya kaygı, belirli bir nesnenin veya durumun yarattığı tehlikeyle orantılı değildir.

5. Korku, kaygı ya da kaçınma, tipik olarak 6 ay ya da daha uzun süre kalıcıdır.

6. Korku, kaygı veya kaçınma; sosyal, mesleki veya diğer önemli işleyiş alanlarında klinik olarak ciddi sıkıntı veya bozulmaya neden olur.

7. Bu bozukluk, panik benzeri belirtilere ya da yetersizleştiren belirtilere (agorafobide olduğu gibi) eşlik eden korku, kaygı ya da kaçınma gibi; takıntılarla ilişkili nesneler ya da durumlar gibi (obsesif bozuklukta olduğu gibi); örseleyici olayların anımsatıcıları gibi (örselenme sonrası gerginlik bozukluğunda olduğu gibi); evden ya da bağlandığı kişilerden ayrılma gibi (ayrılma kaygısı bozukluğunda olduğu gibi) ya da toplumsal durumlar gibi (toplumsal kaygı bozukluğunda olduğu gibi) başka bir ruhsal bozukluğun belirtileriyle daha iyi açıklanamaz. Hissedilen korku ya da kaygı, özgül durumun ya da nesnenin yarattığı gerçek tehlike ile orantısızdır. Yani duyulan aşırı korku toplumun çoğunluğu tarafından normal karşılanıyor olabilir. DSM kriterlerine göre de fobi kaynağı nesne ya da durum karşısında, kişide kaçınma davranışı görülebilir. Bu durum veya nesne kişinin günlük yaşam işlevselliğini de düşürebilir. Korkulan durumla veya nesne ile karşı karşıya kalınması durumunda kalp atışlarında hızlanma, çarpıntı, terleme, yüzde kızarıklık, titreme, huzursuzluk, baş ağrısı, nefes darlığı, terleme, aşırı uyanıklık, konsantre olmada güçlük çekme, vb. psikolojik ve fizyolojik belirtiler ve/veya somatik yakınmalar olabilir.

Psikolojide bilişsel davranışçı terapi, korkularıyla yüzleşmeye alışmış bir kişiyi, korkuları hakkında olumlu önerilerde bulunarak, ardından artık endişeli hissetmeyene kadar korkularla yüzleşerek tedavi etmek için yaygın olarak kullanılır. Bilişsel davranışçı terapi  sadece kişinin alışkanlıklarını değil,  kendi korkularına bakış açısını ve inancını da değiştiren bir terapi tekniğidir (Nevid ve ark., 2018). Bu yöntem, karanlık durumla ilgili zihniyetlerini değiştirerek ve kişiyi korkusuna neden olan nesne veya durumla yüzleşmeye davet ederek çalışır. Bilişsel davranışçı terapi süreci korkulan fobiye rahatlama sağlamaktır. Ayrıca, kişilere en hafif aşamadan en korkutucu aşamaya kadar kademeli olarak korkularla yüzleşmeleri için eğitim sağlar. Niktofobi durumunda, acı çeken kişi karanlık korkusuyla savaşmak zorunda kalacaktır. Kişiler karanlıkta korkuyu tetikleyebilecek bir ortamda olacak şekilde şartlandırılacak ve daha sonra karanlık ortama bir miktar aydınlatma kullanımıyla kademeli olarak yardımcı olacaklardır (Paulus ve ark., 2018).

DUAL EĞİTİM VE DANIŞMANLIK

Strese Dayanıklılık Yapısal Mı Yoksa Öğrenilen Bir Durum Mudur?

Dayanıklılık zorlukların üstesinden çabuk gelme ve kişinin bükülüp eğildiği yerden doğrulup yoluna devam edebilme halidir. Dayanıklı insanlar stresli hayat olayları ve değişimlerine çabuk adapte olanlardır. Daha doğrusu negatif duyguları yaşayıp bununla baş ederken doğru kararı verme ve seçebilme kabiliyetini hızlıca gösterebilenlerdir.

Tabii ki dayanıklılık kişisel özelliklerle şekillenir ve her insan için sorunlarla başetme şekli biriciktir denilebilir. Ancak bilindiği gibi doğuştan getirdiğimiz özelliklerin farkına varıp belli egzersizlerle güçlendirilebildiğimiz de bir yanımızdır. Pozitif Aile Terapisi ve Pozitif Psikoloji Teorileri pozitif duyguların yapılandırılıp, genişletilmesi esasına dayanır. Tahmin edileceği üzere pozitif düşünme ve duyguların öne geçirildiği, keyifli ve farklı ilgi alanlarının çoğaltıldığı bir bünyede negatif duyguların barınması daha kısa sürelidir.

Dayanıklılığınızı artırmaya yönelik kendinizi canlandıracağınız alanlar şunlar olabilir:

  • Sosyal İlişkiler: Seni dinleyen ve problemlerine yol göstereci, destekleyici kişilerle arkadaşlıklar oluştur, veya aktif görev aldığın gönüllü grup çalışmalarına katıl.
  • Günlük Rutin İşlerde: Gerçekçi hedefler oluştur ve gün içinde yaptığın aktiviteler ile hedefe ulaşmaya çalış,
  • Kendini Keşfet:Zor durumların sana öğrettiklerini süzgeçten geçir ve yaşadığın trajik olayların sana neler kattığını görmeye çalış. Bazen zor durumlar sana sahip olduğun ilişkiler veya kendinin değerini hissettirecektir.
  • Vizyonunu Geniş Tut: Tek ağaç değil, ormanı gör ve sadece o problemin hayatını ele geçirmesine izin verme.
  • Hayatın İyi Şeyler de Getireceğini Umut Et: Korkuların ve endişelerin yerine neler istediğine odaklan ve optimistik ol.
  • Kendine İyi Bak: Hem beden hem de zihininin ihtiyaçlarını sapta ve onlar için çaba göster. Seni neşelendirecek ve gevşetecek uğraşlar edin. Spor egzersizlerini ihmal etme.
  • Başına Gelen Kötü Olaya “Dünyanın Sonu Değil” Diye Yaklaş ve Unutma Yaşam Devam Ediyor: Yürüdüğün yolda geleceği güzel düşün ve olumsuz düşüncelerden bir an önce kurtul.
  • Kişiliğinin Pozitif Yönlerini Besle: Kabiliyetlerinin farkına var ve sorun haletme becerilerine güven.
  • Değişimler Kaçınılmaz ise Kabul Etmeye Çalış.
  • Yeni Planlar Oluştur ve Motivasyonunu Canlı Tut.

Biliyoruz ki çocukların dayanıklılığını artıran en büyük besin kaynağıduygularının anlaşıldığı, sevildiği ve değer verildiği ortamın yaratılarak yaşamın rutini içindeki alışkanlıkları kazandırma ve yaşamdan beklentilerine ulaşırken onlara öncülük etmenin sağlanmasıdır.

Dr. Nuşin Bilgin

Heyecan her türlü durumdan kaynaklanabilir. Bazen aşır sevinçler söz konusu iken aniden gelişen üzücü haberlerde de heyecan oranı artabilir. Sakin ve endişe içinde olmadan tepki vermek zordur. Bu kontrol dışında gelişen bir olgudur. En çok gelişen durumlar, sosyal fobi, panik atak durumlar, endişe ve kaygılar, başaramama duygusu,ya da başarı duygusunun fazla sevinci, istediğini başarma, hediye alma, şaka yapma, ve aniden gelişen korkular, kalabalığa çıkma fobisi, çok fazla insan içinde konuşma yapma, cesaretsizlik,sınav kaygısı ve ya sınav sonucunda aldığı nota aşırı tepki verme, evlenme teklifi, ilanı aşk ve buna benzer her durumda heyecanlanırız.

Heyecanlanmak,aşırı sevinçler ve başarılar sonrası meydana gelir. Bu duygu yoğunluğu aslında sağlığı olumsuz bir şekilde etkilemektedir. Her ne kadar heyecan duygusu normal olarak bilinse de bu aşırı ani tepkiler için önceden önlemler almamız gerekir. Ani bir duygu patlaması sonrası,el ve ayaklarda titreme gelişir. Kalp ritmi değişir. Hızlı atan kalp değişime uğrar. Yüzün renginde kızarmalar oluşur. Bu yoğun hissiyat bütün hücrelere kadar yansır. Heyecan duygusu hem güzel hem de ani çıkışlarda sağlıksız bir durum olarak kabul edilmektedir. Heyecanlı kişilerin daha fazla hata yaptıkları söylenir. Sakin insanlar,olayları daha iyi teraziye koyarak işin ehlinin olması gerektiği gibi yol almasına öncü olur. Bu nedenle bir şeye her ne kadar fazla sevinsek bile bunun dozunu ayarlamalı yüksek duygu yoğunluğu ile gerçekleşen heyecanın oluşmasını engellemeliyiz. Bu risk içerebilir. Hatta fazla heyecan kalp krizlerine bile yol açar. Bunun sonucunda hayati risk fazlası ile mevcuttur.

Heyecan insanın hiç beklemediği zamanlarda gelişir. Bu nedenle onu kontrol altına almak çok zordur. Sadece bu olaylara tepki verirken ,olayın farkında olmayı bildiğiniz anda,olaya yaklaşım şeklinizi değiştirmeniz gerekir. Heyecanlanırken vücut sağlığında bir takım değişikliklere rastlanır. Nefes alırken zorlanma ve ya hızlı solunum gerçekleşebilir. Kalbinin yerinden çıkacakmış gibi hızlı atması gerçekleşir. El ve ayaklarda ,dizlerde titremeler meydana gelir. Bu durumlarda öncelik sakinleşmeyi beklemek ve bunun üstesinden gelmektir.

Yapmanız gerekenler, olayın içinde iseniz ve heyecanınızı atlatamıyorsanız, bir yere oturun ve sakinleşmeyi bekleyin. Bir bardak suyu yavaş yudumlarla içiniz. Derin nefes alıp verin. Heyecanın size zarar vereceğini o an için düşünün. Sağlığınızı riske atacak ani çıkışlarda, duygu patlaması yaşamayın. Kontrol her ne kadar bu durumlarda zor olsa da, beyin mekanizması bunu empoze edebilir, olayları bastırabilirsiniz. Sağlığınız için size zara verecek aşırı sevinçten, aşırı üzüntüden ve korkulardan uzak durun.  Heyecan duygusu güzel yaşansa da sağlığınıza ciddi anlamda zararlar verebilir. Heyecan duygusu herkeste aniden gelişebilir, bunun önüne geçmenizi mümkün değil, ama azaltmak sizin kontrolünüz ile sağlanır. Sağlıklı, mutlu günleriniz daim olsun.

Hayranlığın” İyileştirici Gücünü Keşfedin!

Zihnen ve bedenen iyi olmak için yaptığımız aktiviteleri düşününce aklımıza ilk olarak, brokoli gibi süper besinleri tüketmek, meditasyon ya da düzenli egzersiz yapmak geliyor, değil mi? Fakat yapılan son araştırmalar, güçlü duygular hissedebilmemize yani direk olarak duygularımızla bağlantı kurabilmemize olanak sağlayan aktivitelerin, genel sağlık durumumuza daha önemli etkiler sağladığını ortaya çıkardı. Birçok açıdan daha iyi hissetmemizi sağlayan bu güçlü duygulardan biri de; hayranlık duygusu!

Bu duyguyu somutlaştırmak isterseniz, uçsuz bucaksız ağaçlarla çevrili bir ormanı görmek, gece parlak yıldızlarla dolu gökyüzüne bakmak, Michelangelo’nun kusursuz heykellerin olduğu bir galeride gezinmek ya da olimpiyatlarda yeni bir dünya rekoruna tanıklık etmek!

Albert Einstein, bilimin ve sanatın kaynağının “hayranlık” olduğunu söylemiştir. Ona göre doğadan ya da herhangi bir olgudan ilham almak için ona hayranlık duymak gerekir. Hayranlık bazen bilinmezlik, saygı, merak bazen de korku duygularıyla karışık olarak varlığını gösteriyor. Gördüğümüz bir güzellik, bir başyapıt, yeni bir buluş ya da bir güç karşısında duyduğumuz hayranlık, ilham kaynağına dönüşüp bazen de “neden olmasın” sorusunun ortaya çıkmasına neden olabiliyor. Bu da bizi daha iyi işler yapmamız için motive ediyor.

Keltner ve Haidt’e göre korkuyla karışık hayranlık iki özelliğe sahip: Genişliği algılama ve bilişsel konumlandırma! Uyarıcı kendimizden daha büyük olduğu için onun genişliğini, yayıldığı ya da etki ettiği alanı anlamaya çalışırız. Diğer taraftan aklımız uyarıcıyı kolayca özümseyemediğinden içgüdüsel olarak onun hakkında daha fazla bilgi toplayarak zihnimizde onu doğru yere konumlandırmaya çalışırız.

Arizona Devlet Üniversitesi Sosyal Psikoloji Profesörü Michelle Shiota, yöneticisi olduğu SPLAT (Shiota Psychophysiology Laboratory) adlı laboratuvarda insanın pozitif duygularını, doğasını ve bunun yaşama olan etkilerini incelemek üzere uzun yıllardır araştırmalar yapmaktadır. Burada uygulanan bütünleşik fizyolojik, davranışsal, bilişsel ve evrimsel yaklaşımlar sayesinde Shiota ve ekibi, hayranlık ve benzeri duygulara yönelik önemli bulgulara ulaştılar.

Yapılan bu araştırmaların sonucuna göre hayranlık duygusunun 10 yararı bulunmakta, işte yararları!

  1. Çoğu zaman dünyayı mevcut bilgilerimizle algılarız. Hayranlık duygusu sayesinde, kısa yol olarak kullandığımız bu bilgiler yerine bilişsel becerilerimizde değişiklikler meydana gelir ve mevcut bilgiye ve varsayıma olan bağlılığımız azalır. Örneğin, sevgilinizin romantik bir akşam yemeği sürprizi hazırlaması sizin için mutluluk ve hayranlık duyguları uyandırarak çevreye ilişkin yeni bilgileri kodlamanıza yardımcı olur.
  2. Bedeni ve zihni yatıştıran ve rahatlatan fizyolojik değişiklikleri kolaylaştırır.
  3. Merak duygusu uyandırır. Neden, nasıl sorularını daha sık sormaya başlar hale geliriz. Böylece, bilgi alma kabiliyetimizi ve keşfetme arzumuz da artırır.
  4. İnsanları bir araya getirerek bir deneyimin daha da büyümesini sağlar ve daha büyük bir resmin parçası olduğumuzu hatırlatır.
  5. Farkındalığımızı artırır. Meditasyonda olduğu gibi, bu akıl durumu bizi yeni bilgilere daha açık hale getirir ve daha olumlu duygulara sahip olmamıza imkan tanır.
  6. Daha iyi bir ben olmamızı sağlar. Korku ve hayranlık duyguları karşısında benlik çözülür. Korkunun ve heyecanın uyandırdığı hisler adaletli karar alma, cömertlik ve prososyal yardım davranışı gibi unsurları tetikler.
  7. Fiziksel sağlığa olumlu etki eder. İnterlökin, vücutta stres, kalp hastalıkları ve depresyonun bulunduğuna dair bir belirtidir. Toronto Üniversitesi’nde Profesör Jennifer Stellar’ın yaptığı bir araştırmada, hayranlık gibi olumlu duygular besleyen kişilerde interlökin maddesinin daha düşük değerlerde seyrettiği ortaya koyuldu.
  8. Yaratıcılığı artırır. Hayranlık sayesinde hem esnekliği hem de farklı perspektifleri keşfedebiliriz. Bu kabiliyetler ise yaratıcılıkta doğrudan ilişkilidir.
  9. Hayranlık duyulan şeylere her zaman erişemeyiz. Doğal olaylar ise her zaman korkuyla karışık bir hayranlık ve merak duygusu uyandırır. Tüm bunlar yeni şeyler yaratmak ve keşfetmek için ilhamımızı güçlendirir.
  10. Mutluluk sağlar. Fiziksel, psikolojik ve manevi açıdan kendimizi daha iyi hissederiz.

Kısaca ifade etmek gerekirse herhangi bir şeye hayranlık duymak, merak, yaratıcılık, esneklik, umut, dikkat gibi unsurların çoğalmasına yardımcı olur. Yararları, meditasyonun ve Uzak Doğu öğretilerinin sağladığı yararlara çok benzer. Dünya toplumu, cihazlara, elektronik aygıtlara giderek daha fazla bağlanıyor ve doğadan giderek uzaklaşıyor. Oysa uygar toplumlar olma özelliğimizi koruyarak yeryüzünde var olan etkileyici birçok unsuru keşfedebiliriz. Dünyayı daha farklı ve güzel bir yer olarak görebilmek için daha sık şaşırmak ve hayranlık duymak gerek.

Psychology Today

Yolda yürürken aniden arkanıza dönerek takip edildiğinizi mi hissediyorsunuz? Kalabalık bir yerde gözlerin sizi izlediğini mi düşünüyorsunuz? Birinin sizi gözetlediğini mi düşünüyorsunuz? Bu his normal duyulardan farklı bir istem dışı olarak gelmekte ve kesinlikle Nöroloji Uzmanı tarafından incelenmesi gereken bir sorundur. Peki bu hatanın oluşması için beyinde neler oluyor?

Biri beni izliyor hissi neden oluşur? Psikolojik bir sorun mu?

Görme duyusu, göz organının varlıkların şeklini ve rengini ayırmaya sağlayan doğal bir işleyiştir. Aslında etraftaki nesnelerden yansıyan ışıklar gözün dış kısmındaki kornea ile iç kısımdaki lensten geçerek bir kırılım sağlar. meydana gelen görüntü tam tersinedir. Bu görüntü optik sinirler ile beynin görme merkezine iletilir. Görüntü düzleştirilir ve nesneyi görürsünüz.  Tüm ışıkları kapattığınızda karanlık bir ortamda görememenin nedeni de budur. Çünkü herhangi bir nesneden yansıma gelmez.

Beyin hala sırrı çözülemeyen, çok karmaşık merkezi bir organdır. Bazen işleyiş olarak, genetiksel, insanın yaşadığı ortam, edindiği kötü tecrübeler ve psikolojik travmalar bozukluklara neden olabilir. Bazen bir park yürüyüşünde bile arkanıza dönme hissini oluşturup, bir karartı hissetmek yada durakta beklerken geçen otobüsteki insanların sizi izliyor hissi, duyularımızdan gözün nasıl bizi ters köşeye yatırdığına bakalım.

Görsel korteks ne gelirse beyne iletir. Bunun yanında görsel korteks verileri diğer korteksler ile yazılımdaki gibi dizi mantığı yapar. Yani elma görüntüsü gelir diğer duyusal alanlar ile ilişkilendirilip tat duyusuda eklenir. İnsanlarda eğer yaşadıkları kaza sonrası yada benzeri bir problemde görsel korteksi hasar görürse, görme duyusu da etkilenmeye başlar. Yani bir görüntü gelir ve beyne düzgün bir şekilde işlenemez.

Görme Korteksi tamamen yitirildiğinde bilinçli görme artık sonlanır. İşte bu duruma Sinir hastalıkları uzmanları “Kortikal Körlük” diyor. Görsel korteksini kaybeden beyin, gözden gelecek şekilleri görüntüleyemez ama, diğer beynin bölgeleri tarafından işlenebilir. Bir başka yazımızda anlattığımız “Kör Görüşü” olmanın nedeni de budur.

Görsel Korteks hasarları bizi yanıltıyor olabilir!

Görsel Korteks hasarlarında beyne gelen şekiller yada nesnel özellikler yanıltıcı olabilir. Kişileri görmek, kitap okumak, TV izlemek için gerekli bir bölgeydi. Cenevre Üniversite Nörologlarından Alan J Pegna ve ekibi Görsel Korteksini kaybeden bir hastayı incelemeye aldılar.

Hastaya direk bakan birde yan bakan fotoğraflar tutuldu. Bu arada beyin FMRI (fonksiyonel manyetik rezonanslı tarama) cihazı ile takip ediliyor. Yan bakan fotoğraflarda tepki yokken, kendisine bakan fotoğraf için tepki verdi. Ölçümlerde ise beynin bir başka bölgesi olan, beynin amigdal bölgesi çalışıyordu. Kendine bakan bir fotoğraf olduğunu algıladı. Hatta kendisine canlı bakan birini anladığında bu bölge çalışıyordu. Demek ki göz bilinçli olmasa da bazı şeyleri hisle görebiliyordu. İşte biri sizi izliyor algısı aslında beynin bir nevi temel bir işlev olarak sanki etrafı izleyip, bir radar gibi çalışıyordu. Aslında bu bir korunma biçimiydi. Görme yetisini kaybedip, algı görmesi yapıp, yaşanabilecek tehlikelere ön bir koruma denilebilir.

Takip edilme hissi Psikolojik Hastalığa çevrilir mi?

Görsel Korteks rahatsızlığı olmayan kişiler, Nörolog kontrolü ile sağlama yaptıktan sonra, kendisinin birileri tarafından izlenme yada gözlemlenmesi hissi kesinlikle psikolojik bir rahatsızlık olarak görülüyor. Uzmanlar Bipolar Bozukluk sınıfına girebileceği, psikolojik destekle düzeltilebileceğini söylüyor.

Devamlı takip ediliyorum hissi zamanla toplumdan soyutlaşma ve sosyalleşme sorunlarını beraberinde getirir. Çünkü “sen nereye bakıyorsun? Ne bakıyorsun?” gibi aslında var olmayan suçlamalarla delirmiş olabileceğiniz bile düşünülebilir. Bu tip psikolojik rahatsızlıklar genelde sonradan edinim değil de aileden geldiği genetik bir tarafı olduğu düşünülmektedir. Çok çalışkan, neşeli, sosyal bir kişilikten bir anda çekilmez, suçlayıcı, içine kapanık bir hale dönüşebilir. Uzmanlar bu dönemin ne kadar süreceği ile ilgili süreyi kestirememektedir

Takip edilme ve gözetlenme hissine bir benzer rahatsızlık çok az da olsa Anatidaefobi hastalığıdır. Latince köklerden oluşan bu hastalık anatidae (ördek) ve phobia (korku) kelimelerinden türetilmiştir. Hastalık küçük yaşta, suya düşüp, ördekler tarafından gagalanmış çocuklarda görülmektedir. Diğer insanlara göre mümkün olamayan bu tip rahatsızlıklarda, hasta devamlı travma halindedir. Kendisinin devamlı bir ördek tarafından izlendiğini ve takip edildiğini zannetmektedir.

Bu tip rahatsızlıklar sosyal ve aile yaşantılarını zor duruma sokar. Beyin bazen böyle hatalar verebilir, bu yüzden eğer takip edilme yada biri beni gözetliyor diyorsanız önce bir hastanenin nöroloji servisine gidin ve tüm gerçekliği ile sorulan sorulara cevap verin. Bu tip sorunlar psikoterapilerle normal bir yaşam statüsüne gerileyebilir. Çözüm için başka herhangi bir yola başvurmanıza hiç gerek yok.

Güven, açıklık ve dürüstlük, bir çalışma ortamında işbirliğinin ne ölçüde gerçekleşeceğini belirler. Güven duygusu, sağlıklı bir ekip çalışmasının temelini oluşturur. Bugüne kadar yaptığımız “Ekip Oluşturma ve Geliştirme Semineri”lerinde insanların temel değerleri ve benlik algıları ile ilgili olduğu için geliştirilmesine en çok çaba harcadığımız konu bu olmuştur.

Birisine inanmanın ne anlama geldiğini herkes kalbinin derinliklerinde hisseder. Güvenilen birinin ihanetinin nasıl bir hayal kırıklığı yaratacağını hepimiz biliriz. Ancak “güven”in tanımını yapmak çok kolay değildir. Güven kavramını tanımlamak istersek kavramın karmaşıklığı ortaya çıkmaya başlar. Güven duygusu kelimelere dökülmesi zor, elle tutulmaz, gözle görülmez soyut bir kavramdır. Ancak bu duygunun yokluğu ve varlığı kendisini hayatın her anında hissettirir.

Neden birine güveniriz de, bir başkasına güvenmeyiz? Güvendiğimiz bir insana karşı davranışımızla, güvenmediğimiz bir insana olan davranışımız neden farklılık gösterir. Güven duygusunun yokluğu çalışma ortamında ilişkileri, verimliliği ve herkesin sağlığını bir kanser tümörü gibi kemirir.
Stephen Covey’e göre: “Güven, insan motivasyonunun en yüksek biçimidir. İnsanların doğasında var olan “iyi” ve “güzel”i ortaya koymalarına imkan verir.” Güven duygusu, iş motivasyonu üzerinde bu kadar önemli olduğuna göre iş ortamında bu duygunun yaşanmasını sağlamak nasıl mümkün olabilir?
Güven ortamını oluşturacak insanları bir “tohum” gibi, güven ortamının oluşacağı kurum kültürünü de bir “toprak” gibi düşünmek gerekir. Güven duygusunun yaşanabilmesi hem bireysel özelliklere, hem de şirketteki ilişkilerin kalitesine bağlıdır.
Güven duygusunu yeterince açıklıkta tanımlayamasak da insan ilişkilerinin temelini bu duygu oluşturur. Güven duygusunun olmadığı hiç bir ilişki yürümez. Güven duygusu olmaksızın ne sipariş verilebilir, ne hizmet anlaşması yapılabilir, ne dostluk kurulabilir, ne de kadın erkek beraberliği sürdürülebilir.

Güven duygusunun varlığı ile dostlukları, evlilik ilişkilerini, ortaklıkları ve iş anlaşmalarını başlatmak mümkün olur. Kısacası güven duygusu iş hayatında, sosyal hayatta ve özel hayattaki her türlü ilişkinin temelindeki harçtır.

Başka insanlara duyulacak olan güven duygusunun temelinde kendine güven yatar. Kendine güvenmeyen insan başkalarına güvenemez. Kendi güvenilir olmayan insan da başkalarına güvenemez. Halk arasında yaygın bir deyiş vardır “Babana bile güvenme.” Biz eğitim programlarımızda ” ‘Babana bile güvenme’ diyen insana güvenme” diyoruz.

Güven üç temele dayanır.

  • Kendine güven duymak,
  • Güvenilir olmak,
  • Başkalarına güven duymak.

Kendine Güven Duymak

İnsanın kendisine güven duyması, kendini ve sınırlarını kabul etmesi ile başlar ve kendi iç sesine kulak vermesiyle şekillenir. İnsanın temel ahlaki değerlerini ve bu konudaki kararlılığını içine alır. örneğin, kişi yanlış olduğuna inandığı bir şeyi “başkaları yapıyor” diye yapmaz.

Kişi kendi niyetini ve gayretini, doğru olduğuna inandığı değerler üzerine oturtursa, çıkarının zarar gördüğü veya korktuğu durumlarda bu değerlerden kolayca ödün vermezse, kendi gözünde değer kazanır.

Kendine güven, güvenilir olmak ve başkalarına güvenmenin temelini oluşturur. Türk kültüründeki “Kişiyi nasıl bilirsin? Kendim gibi” sözü bunun en güzel örneğidir.

Güvenilir Olmak

Güven duygusu söz konusu olduğu zaman ilk aklımıza gelen başkalarına güvenmektir. Seminerlerimizde çok defa “Karşımdakine güvenmek istiyorum ama bakalım o bu güvene layık mı? Bunu bilmeden nasıl güvenebilirim?” sözünü duyarız. Bu yaklaşım ilişkileri çıkmaza sürükleyen bir yaklaşımdır. Karşıdaki kişinin de aynı düşüncelere sahip olması ilişkiyi kitler.

Bir ilişkide kendinizi karşınızdakinin yerine koyun ve onun sizi güvenilir bulup bulmayacağını düşünün. Bu soruya cevap verebilmek için, güvenilir bulduğunuz başka insanların özelliklerini hatırınıza getirin. Bir insanı güvenilir bulmak için çoğunlukla şunlara ihtiyaç vardır.

  • Sözünü tutmak,
  • Bütünlük sergilemek (özü sözü bir olmak),
  • Bir görevi yapacak yetkinlik ve beceriye sahip olmak,
  • Dürüst olmak,
  • Sorumluluk sahibi olmak.


Bunların dışında bir insana güvenebilmek için o insanın sizin beklentilerinizi karşılamış olması gerekir. Bunun için de beklentilerin açıkça ortaya konması büyük önem taşır. Açıklığın temelinde bu vardır.

Başkalarına güvenmek, geçmiş yaşantılarımız ve “durumun” karşılıklı etkileşiminin sonucudur. Başkalarına güven, şu faktörlere bağlıdır.

a. Beklentiler: Güven genel olarak beklentilerin karşılanması olarak tanımlandığına göre, insanlar kendi beklentilerini karşılayacaklarını inandıkları kişilere güvenirler.

b. Kişisel özellikler: Güvenimizi hakeden insanların belirli özelliklere sahip olmasını isteriz. Bu özellikler bazen sadece bizim bildiğimiz özellikler olabilir. Kadın erkek ilişkisindeki güven çoğunlukla bu temele dayanır.

c. Dünya görüşü: İnsanların başka insanlara güven derecesi büyük çoğunlukla dünyayı barışa dönük veya savaşa dönük bir ortam olarak algılamalarına bağlıdır. Bu algı büyük çoğunlukla hayatın ilk yıllarında şekillenir. Birbirini destekleyici aile ilişkilerine sahip olan insanlar büyük çoğunlukla dünyayı dostluk ilişkilerinin kurulabileceği barışçıl bir ortam olarak görürler. Aksi takdirde ise dünya, güvensiz ve çevrelerindeki aldatmaya hazır insanların bulunduğu bir ortam olarak algılanır.

d. Risk: Güven ve risk birbirine bağlı iki kavramdır. Sonuç insanlara ne kadar zarar verecek ise “güven duymak” o kadar zorlaşır. Sonuç hiç bir risk içermiyorsa “güven duymak konu olmaz.” İnsanlar risk sonucu uğrayacağı zararı azaltmak için çok kere daha az güven duygusu gösterirler.

e. çıkarlar: çıkarlar ortak oldukça güven kolaylaşır. çıkarlar farklılaştıkça güvensizlik artar.
“Trust In The Balance” kitabında R. B. Shaw, şirketlerdeki güven duygusunun temel taşları olarak şunları belirtmiştir.

  • Sonuçlar: Sözlerini tutan ve beklentilerimizi karşılayan insanlar bizim gözümüzde güvenilir olur.
  • Bütünlük: Davranışlarını önceden kestirebileceğimiz, dürüst, ahlaki değerlerle yaşadığını bildiğimiz insanlara daha çok güveniriz. Bütünlük, durumlardan ve zamandan bağımsız bir tutarlılıktır.
  • İlgi: Başka birinin bizim duygularımızı, ihtiyaçlarımızı hesaba kattığını ve ilgilendiğini fark edersek güven duyarız. İlgisizlik ve aldırmazlığın fark edilmesi güvensizlik duygusunu doğurur.

Ekip oluşturma ve geliştirme seminerlerimizde katılımcılara “Ekibinizden veya kurumunuzdan kaç kişinin ipiyle kuyuya inersiniz?” sorusunu yöneltiyoruz. Bugüne kadar “tüm ekibimle veya tüm çalışma arkadaşlarımın ipiyle kuyuya inerim” diyen kimseye rastlamadık. Şunu açıkça gözlemliyoruz kurumlar içinde herkes herkese tam olarak güvenmiyor. Bu durumda her birimizin üstüne önemli bir görev düşüyor. önce kendimizden yola çıkarak güven ilişkisi oluşturan yaklaşımları değerlendirmek ve öncelikle ekibimiz içerisinde güveni yaratmanın yöntemlerini hayata geçirmek. Herkes birbirinden bekleyip kendini değerlendirmediği sürece güven duygusunun oluşmasını da bekleriz.

Prof. Dr. Acar Baltaş

Çocuk psikodraması çocukların günlük yaşamlarında yaşadıkları zorlukları, geçmişlerinde kalan önemli olayları ve bunlara ilişkin duygularını, yetersizliklerini, başarılarını ve bunlara bağlı olarak gelişen önyargılarını ve inançlarını sahneleyerek ortaya koydukları ve bu yolla değişimin sağlandığı bir terapötik süreçtir. Bu ortam dürüstlük ve samimiyet içerisinde, öğütler almadan ve eleştirilmeden kendini gerçekleştirebileceği bir ortamdır. Çocuklar birbirlerinden güç alarak iç dünyalarını karşılaştırabilir, birbirlerini zenginleştirerek olumsuz duyguların yerine olumluları koyabilme fırsatı yakalarlar.

Çocuk Psikodraması Neleri Sağlar

  • Çocuğun iletişim becerilerini güçlendirir. Kendisini daha iyi ifade etmesini sağlar.
  • Çocuğun kendisini ve güçlü yönlerini tanımasını sağlar ve özgüvenini destekler.
  • Oyun ve dramalar aracılığıyla farklı sosyal rolleri deneyimleyerek sosyal ilişkilerde empati duygusu gelişir.
  • Korku, kaygı, üzüntü ve öfke gibi duygularını ifade etmeyi ve bu duygularla nasıl baş edeceklerini öğrenirler. Böylelikle rol repertuvarlarını geliştirmiş olurlar.
  • Sözel olduğu kadar bedensel olarak da kendini ifade etmeyi öğrenir.
  • Spontanitesini destekler, sorunlara anlık ve yaratıcı çözümler üretebilmesini sağlar.
  • Alayla baş etme becerilerini destekler
  • Benim dışımda da sıkıntı yaşayan çocuklar varmış bir tek ben değilmişim duygusunu görerek suçluluk duygusunu azaltmaya yarar sağlar.
  • Birey olarak yaşantısına sahip çıkma ve kendisi için doğru kararlar alabilme becerisini destekler.
  • Kendileri ile ilgili farkındalıklarının artışı

Uzm. Kl. Psk. Murat Aldan

Evliliğini bitiren yetişkinlerin çoğu, bir ile üç yıl içinde, yeni hayatlarına alışırlar ve duygusal dengelerini düzeltmiş olurlar. Boşanmış kadınların üçte ikisi, erkeklerin de dörtte üçü, tekrar evlenirler. Görüldüğü gibi boşanma, yetişkinlerin evlilik kurumuna verdiği değeri değiştirmediği gibi ikinci evliliklerin başarısı da çoğu zaman üvey anne, üvey baba ve çocuk ilişkisinin başarısına bağlıdır.

Üvey anne olmak

Masallarda, romanlarda, dizilerde, “üvey anne” denince insanların aklına sinirli, kıskanç, çocukla rekabet içinde, kötü, ondan kurtulmaya çalışan, merhametsiz, üvey çocuğa eziyet eden bir kişi gibi olumsuz, yanlış bir imaj çizilmiştir. Bu imaj, hem çocuk hem de üvey anne için önyargılar oluşturur. Temel anlamda, üvey anne olmak demek, babanın bundan sonraki yaşamını paylaşmak istediği kişinin, çocuklara göre oluşan konumudur. Bu konumda, kendine ait olmayan çocuklara iyi davranan, olumlu ilişkiler içinde olan üvey anne modelleri de az değildir.

Üvey baba olmak

Bu gün pek çok aklı başında, eğitimli, kültürlü dediğimiz öz babalar, ayrıldıkları eşlerinin evlilikleri söz konusu olduğunda, çocuklarının, üvey baba ile aynı ortamda bulunmasını onaylamadıklarını söylüyor. Bunu, velayetlerini anneden alma tehdidi olarak kullananlar bile var. Üvey baba ortamı, sanki güvensiz, tehditkar, tacizkar olarak algılanıyor onlar tarafından. Evlilikler, boşanma ile sonuçlansa bile, eşlerin birbirlerine verdikleri bir zaman ve emek vardır. Tartışan, kavga eden çiftler bile bir iletişim içindedir aslında. Boşanma, bunları kaybetmek gibi bir hayal kırıklığı yaratır. Birbirine verilen, verilmesi gereken, verildiği zannedilen değerin yitirilmesidir. Sonraki evlilikler, bu durumu tetiklediğinden baba, eski eşinin evliliğine çocuk kanalıyla engel koyabilir, çocuğu karşısında kendi durumunu riske atmak istemez, çünkü üvey baba, onu kendisinden daha çok görecektir, “Ya üvey baba onunla çok iyi anlaşırsa.” gibi düşüncelere girebilir. Üvey baba, bu baskı ve yaklaşımın muhatabı olarak, eşini çocuğuyla birlikte kabul edecek, aile sorumluluğunu üstlenmeyi isteyecek kişidir.

Üvey anne psikolojisi

Üvey anneye yüklenen imaj, üvey annenin psikolojisini de etkiler. Bu imajı değiştirme çabası içinde; sınırlarını koyma, duygularını bastırma, disiplinli davranma konularında kararsızlıklar yaşayabilir. Her biyolojik anne, çocuğuna zaman zaman çeşitli olumlu, olumsuz tepkiler verir. Üvey annenin olumsuz tepkisi daha olumsuz, olumlu tepkisi de küçümseyici, sahte olarak görülebilir. Üvey anne, çocuğun onaylamadığı bir davranışı görmezden gelmek, kendine yapılan saygısızlığı koşulsuz kabullenmek, babayla olan keyfi ya da keyifsizliği gizlemeyi istemek, çocuğa onu kabul etmesi için maddi hediyeler almak, aşırı özverili davranmak gibi davranışlara girebilir. Bu psikoloji; kendini anne rolü oynamaya mecbur hissetme, eşiyle çocuk arasında dengeler kurma çabası, hata yapmama isteği, iyi olanı koruma adına daha çok çaba sarf etme ve sorumluluk almaktır.

Üvey baba psikolojisi

Üvey anne psikolojisine benzer duygu ve davranışlar üvey baba psikolojisi için de geçerlidir. Babanın kendi çocuğu varsa ve velayeti annedeyse, kendi çocuğuna karşı bir eksiklik hissedebilir; onu yeterince göremediği ve onunla ilgilenemediği için, vicdan azabı gibi duygular yaşayabilir. Bazen bu duygular o kadar yoğundur ki, çocuğu yokmuş gibi davranarak, onunla hiç ilgilenmeme, maddi manevi sorumluluk almama gibi bir durumla da karşılaşabilir, bu boşluğu, üvey çocuğunda telafi etme yoluna gidebilirler. Eğer kendi çocuğu yoksa ve eşinin çocuğuna üvey baba olduysa, tanımadığı, hiç yaşamadığı bir duygu ve sorumluluğun içinde hissedebilir kendini. Böyle bir durumda, kafasında oluşturduğu ya da gözlemlediği bir baba modelini uygulayabilir.

Babalık duygusu, annelik gibi içgüdüsel değildir. Anneler, biyolojik yapılarıyla, beyin ve üreme organlarıyla anneliğe hazır olurlar. Annelerin koruyuculuğu, hassasiyeti, kolaycılığı buradan gelir. Babaların ise, çocuklarına sevgi ve bakım verdikçe beyinlerindeki yapısal endişe noktaları harekete geçer. Üvey babaların işi biraz daha zordur. Genellikle çocuklarıyla birlikte yaşayan bir kadınla evlendikleri için, sürekli çocuklarla yaşamak durumundadırlar. Üvey baba, çocukları seveceği ve onlara ebeveynlik yapmaya istek duyabileceği gibi, onlardan sorumlu olmadığını da düşünebilir.

Üvey anne ile çocuk arasında yaşanabilecek problemler

• Çocuk ilk başta, size karşı önyargılı olabilir.

• Ani, istenmeyen tepkiler gösterebilir.

• Yatma saatinin değişikliği konusunda ısrar edebilir.

• Yaptığınız yemeği beğenmeyebilir.

• Babasına sizi şikayet etmek isteyebilir.

• Daha çok ergenlik döneminde, sizinle rekabete girebilir.

• Çocuğu anlamanız ve anladığınızı da ona göstermeniz, problemlerin çoğunu hafifletecektir.

Üvey baba ile çocuk arasında yaşanabilecek problemler

Çoğu çocuk için üvey ebeveyni kabul etmek, öz ebeveyne sırt çevirmek demektir. Bu ebeveyni değil sevmek, kabul etmenin bile diğer ebeveyni üzeceğini düşünürler. Çocuklar, onun hayatında nasıl bir yeri olacağından, ona nasıl hitap edeceklerinden emin değillerdir. Babalarının evliliğe tepkisi, onları endişelendirir. Bu kişiyi, kendilerini düş kırıklığına uğratacak potansiyel bir insan olarak algılayabilirler.

Siz, hayatınızda kalıcı olacağını umduğunuz, tekrar bir aile olmanızı sağlayacak, ekonomik olarak sizi güçlendirecek bu yeni kişiye, çocuğunuzun da olumlu bakmasını beklersiniz. Çocuğunuzun aynı istek ve yaklaşımda olmamasına üzülerek, eşinize daha da yakınlaşırsınız. Bu da, yeni ailenin sorunlarının artmasına neden olur. Disiplin konusunda, yetkiyi üvey babanın üstlenmesini bekleyebilirsiniz ancak üvey babanın otoritesinin kabul edilmesi için, önce çocuğunuzun ona saygı duyması ve güvenmesi gerekir.

Üvey anne – baba olmanın sosyal zorlukları

Sosyal ortamlarda, bir arkadaşınıza, üvey kızınızı ya da oğlunuzu tanıştırırken kullanacağınız hitap şeklinde sıkıntı yaşayabilirsiniz. “Eşimin kızı” ya da “oğlu” demek; sanki “Benim değil, eşimin” anlamını vurgular. Bu durumda, onları ismiyle tanıtmak, çocukların kabul sınırları içinde “Kızım, oğlum” demek, daha sıcak, samimi ve iyi hissettirebilir

Psikolog Şeyda Özdalga

Çocukluk döneminde yaşanan ihmal ve istismar gibi travmatik olaylar çocuklarımızın gelecek yaşantısında önemli rol oynar.

Çocuğa anne ve babasının mutlaka sevgi göstermesi gerekir. Onu güler yüz, tatlı bakış ve tebessümden mahrum bırakmamalı. Bu mahrumiyet bir çocuk hakkı ihlalidir. Çocuğa sevginin belli edilmediği durumlarda çocuk kendisini değersiz hisseder ve özgüveni düşük bir çocuk olarak yetişir. Öyle olunca çocuk, ileri yaşta ruhsal hastalıklara aday bir birey haline gelir.

Bu konuya dikkat çekmek istememin nedeni duygusal ihmalin de bir çocuk hakkı ihlali olduğuna dikkat çekmek istemem… 1989 yılında Birleşmiş Milletler kararıyla her 20 Kasım Çocuk Hakları Günü olarak kutlanır. Bugün önemli çünkü küreselleşmenin getirdiği sorunlardan bir tanesi de çocuklara farkında olmadan yapılan zulüm ve haksızlıklar. Öyle ki kimi anne ve babaların çocuklarını çocuk gibi değil de bir eşya gibi görmesi durumlarına şahit olabiliyoruz. Üstelik kimi anne babalar eziyet etmeyi, haksızlık yapmayı kendileri için bir hak gibi algılıyor. O nedenle bu ve benzeri konuları farkındalık oluşturabilmek, sağlıklı bireyler yetiştirebilmek adına bu konuyu çok daha fazla konuşmamız gerekiyor…

Çocuğu aç bırakmak da sevmemek de ihmal…

Çocukluk döneminde yaşanan travmaların ileride özgüven eksikliği gibi önemli sonuçları beraberinde getirdiğini klinik tecrübelerimizde görüyoruz. Bize başvuran danışanlara uyguladığımız çocukluk çağı travma ölçeği sonucu bunu fazlasıyla doğruluyor. Sonuç; hastaların %80-90’ında çocukluk çağı travması…

Derine indiğimizde sopayla, kemerle dövülen, fiziksel istismara uğramış, aç bırakılmış çocuk tabloları ortaya çıkıyor… Çocuğun bakımına özen göstermemek bir fiziksel ihmaldir. İleri yaşta bir kimse ‘Çocukluğumda kimse beni sevmedi, sevilmeden büyüdüm’ diyorsa orada durmak gerekir. Çünkü duygusal ihmale maruz kalmıştır o kişi. Yemeye, içmeye, proteine ihtiyacımız olduğu gibi aynı şekilde sevgiye, saygıya da ihtiyacımız olduğu unutulmamalı. O nedenle sevmek, değer vermek ve paylaşmak ebeveynlerin en büyük görevlerinden biri olmalı. Aksi halde çocuğa sevgini belli etmiyorsan, ona değer vermiyorsan, onunla paylaşım yapmıyorsan çocuk kendisini değersiz hissedecek, sonuç; özgüveni düşük bir çocuk, ruhsal hastalıklara aday bir birey…

Çocuğa sevgi gösterilmeli ve hissettirilmeli

Çocuğa olan sevgi mutlaka söylenmeli ve gösterilmeli. Kimi zaman bazılarından ‘Ben babamın beni hiç kucağına aldığını hatırlamıyorum, beni hiç dizine oturtmadı’ şeklinde cümleler duyarız. Bir insan böyle düşünüyorsa burada da duygusal ihmal vardır. Aslında bizim inanç sistemimize uymayan bu yaklaşımı tam aksi gösterme eğilimleri sergileyenlere de şahit oluruz. Oysa Hz. Muhammed’in hayatına baktığımız zaman Peygamber Efendimizin duygularını açıkça ifade ettiğini görürüz. Mesela literatür, sevdiğiniz kişiye sevdiğinizi söyleyin diyor. Sevgiyi saklamak beceri değil. Bu bizim geleneklerin oluşturduğu yanlış bir zemin. İslam’dan geliyor zannı hatalı. Şiddet uygulamak, çocuğu dövebilmek veya herhangi bir olayda şiddet uygulamak İslam geleneğinde yoktur.

Çocuk korunmaya muhtaçtır

Şiddeti onaylayan kültürlerde çocuk ihmal ve istismarları oldukça fazladır. Çocuk, yetişkin olana kadar korunmaya muhtaçtır. Anne ve baba onun haklarını korumakla mükelleftir. Anne ve babanın çocuğu yetiştirirken ona örnek olacak şekilde davranmalı. Bu çok önemli. Çocuğa değer vermek, çocuğun kendini doğru tanımasını sağlıyor. Özgüven oluşuyor.

Pozitif bir şekilde bir şeyler yapmaya çalışmak özgüven gerektirir. Bunu çocuklar anneden, babadan ve çevreden öğreniyorlar. Bunu öğrenebilmeleri için çocuğa iyi örnek olmamız gerekiyor. Bu nedenle çocuğumuza nasihat vermekten daha önemli olan şey ona doğru bir şekilde örnek olmaktır. Anne babanın çocuğuna rol model olmasıdır. Çocuk haklarını ihmal eden, çocuklarına eziyet eden, hayvanlara eziyet eden bir çocuk yetiştiriyorsak burada kusur anne ve babanındır.

Çocuk yetiştirmede dengeli tutum önemli

Çocuk yetiştirmede dengeli tutumlar da oldukça önem arz etmektedir. Bazen bazı şeyleri farkında olmadan yapıyoruz. Mesela çocuğa bir şeyleri verirken yalvartarak verme de çocuğu ihmal etmek anlamına geliyor ya da çocuğa baskı yapmak korkutmak da bir çeşit ihmal oluyor.  Elbette çocuğun her istediğini yapmak, her dediğine evet demek de yanlış. O zaman da çocuk erkil aile oluyor. Çocuk evin küçük hükümdarı gibi yetiştiriliyor. Bu da çocuk haklarında öbür uca kaymaktır. Yani dengede hassa olmalı.

Hakları olduğu gibi sorumlulukları da var

Çocuğun hakları olduğu gibi sorumlulukları da vardır. Bunu çocuğa anlatmamız gerekiyor. Evet, senin hakkın var ama bu evde senin de sorumlulukların da varı hatırlatmalı, anlatmalı. Hak ve sorumluluk, özgürlük ve sorumluluk dengesini de öğrenmesi gerekir. Bu da bir haktır. Yani ‘senin bu evde bir işin ucundan tutman gerekir. Mesela şu kadar saat ders çalışman lazım. Anne ve babana yaz tatillerinde yardım etmen lazım’ şeklinde ona görev ve sorumluluklar verilmeli. Ama bunu çocuğa buyurgan tarzda, emir vererek değil seçenekler sunarak yapmalı.

Her evin kuralları olmalı

Her evde kurallar olmalı ve o kurallara uyulmalı. Evi kurallı ortam yapmamız lazım. Her şeye izin veren ebeveyn tarzı, o çocuğu ilerde bencil yapıyor. Hiç vermeyen hep alan bir kimlik yetiştiriyor. Bu kişi de ilerde yalnız kalıyor.  Bencilliğin en kötü yanı kişiyi yalnızlaştırmasıdır.

Yaşanan olumsuz hayat olaylarından ders çıkarılması da gerekir. Yaşanan hayat olaylarının her biri bir eğitmendir. Bir derstir ve bu dersi çıkarabilmek önemlidir. Onun için ansızın karşımıza çıkan hayat olaylarını düşman gibi görmeyelim. Deprem gibi olaylara karşı elbette önlem almamız gerekir ama kimi zaman önlem de alsak bazı şeylerden kaçamayız. Hayat olaylarına karşı da böyle olursak çocukluk travmaları bizde kalmaz. Bunları kazanıma dönüştürürüz. Böyle bir şeyi yaşamışım ama bunu yaşamam gerekiyormuş diye düşünmek gerekir.

Çocuğun davranış ve çabaları sevilmeli

Çocuğu severken çocuğun kişiliğini değil, davranış ve çabalarını sevmeliyiz. Mesela çocuk odasını topladı, annesine yardım etti. Bunlar çocuğa sevgi göstermek için bir fırsat. Sevgi dilleri kullanabilmek için bir fırsat. Bu fırsatları iyi kullandığın zaman sevgi ödül haline geliyor. Sevgi, davranış geliştiren bir sevgi oluyor. Tabii çocuğumuz olduğu için de seveceğiz ama sadece bununla yetiniyorsak çocuk davranış geliştirmeyi öğrenemiyor. ‘Nasıl olsa iyi de yapsam kötü de yapsam annem beni seviyor’ diye düşünüyor. ‘Seni seviyorum ama senin de sorumlulukların var’ dememiz gerekiyor. ‘Bana yardım edersen daha çok severim, daha çok mutlu olurum’ dediğin zaman çocuk sevgiyi yönetmeyi de öğrenir. Özellikle çocuğu ödüllendirirken davranış ve çabalarını ödüllendirmek gerekir. Her dediğine evet demek bir çocuğa yapılacak en büyük kötülüktür.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan

Eşinden ayrılmış ve yalnız çocuk yetiştiren annelerin sayısı git gide artmakta. Kendilerine sıklıkla şu soruyu soruyorlar ‘ Bir çocuğun babaya ne kadar ihtiyacı vardır?’. Ama aynı zamanda, çocuklarından ayrı yaşayan babalar da kendilerine şu soruyu yöneltiyorlar, ‘Çocuğum için ne kadar önemliyim?’. Birbirleriyle kavgalı ebeveynler genellikle şu soruların cevaplarını bilemezler: çocuk gelişimi için müdahale etmem mi gerekir, yoksa karışmamak ve diğer veliye bırakmak çocuk için daha mı kolay olur? Altta ki hayali röportaj, ebeveynlere bu gibi durumlarda, çocuklarına karşı nasıl daha verimli olabilmelerine dair, bilgi ve ipucu vermeye uygundur. Cevaplar, şahsımın ailelerin ayrılması ve boşanması konusundaki uzun yıllara dayanan danışmanlık tecrübelerimi ve yeni bilim tanılarını kapsar:

1. Babalar, çocukları için ne kadar önemlidir?

Bilimsel tanı, babasız yetişen çocukların, kişilik ve özgüven gelişimlerinde, bağlılık ve ilişki kapasitelerinde ve de verimliliklerinde kısıtlanmalar yaşadıklarını gösterir. Çocukların sağlıklı kişilik gelişimleri her iki ebeveyne bağımlıdır. Bugün kesin tanı olarak belirlenen şey, daha önemli/önemsiz bir ebeveyn olmadığıdır. Çocuk gelişimi için, her iki ebeveyn de aynı önemi taşır. İkinci ebeveyn yoksa eğer, çocuk bazı gelişim adımlarını uygulayamaz, ya da sınırlı şekilde uygular. Böylece, örneğin anne ve çocuk en baştan beri, birbirlerinden kopmak gibi bir gelişim görevi üstlenirler. Bu esnada babanın rolü mühimdir. Çocuk için anneden ayrı olup, aynı zamanda anneye bağlı kalabilmenin bir modelidir. Ve babayla olan ilişki, çocuğun gerekli olan kopma adımlarını atabilmesini sağlar. Çünkü güvence veren ikinci bir ilişkinin varlığı, çocuğa anneden kopma ile bağlantılı olan ihtilafları daha rahat kabul edebilir. Bu ikinci ebeveyn ilişkisinin yokluğu, genellikle diğer ebeveyne fazlasıyla bağlanmaya yol açar. Bunun sonucunda ya gitmeyen çocuklar, ya da ayrılmayı çok ani, yani tamamen uygulayan çocuklar oluşur.

Eğer baba, ikinci bağlılık objesi olarak eksik ise, kendilerinin de bir ilişki içerisinde bulunduğu, iki kişi ile aynı anda bir bağlı olma tecrübesinden mahrum kalır. Yani üçlü bir ilişki ile yaşamayı öğrenemez. Asli tecrübesi ikili bir ilişki ile kısıtlı kalır. Bu da kendisinin ilişki biçimlendirmesini etkiler. Sürekli, bir ilişkiye müstesnayı durumlar katılmaya çalışılıyor, bu da genellikle sosyal izolasyona yol açıyor. Yetişkin olduğunda ve ikili bir ilişki, üçlü bir ilişkiye dönüştüğünde, yani bir bebek geldiğinde, sorunlar çıkabiliyor. Bu durumda, genellikle bebek-ebeveyn ilişkisine müstesnayı durumlar katılmaya çalışılıyor ve ebeveynler çocuk için savaşan birer rakibe dönüşüyor. Ya da ebeveyn ilişkisini ve eş ilişkisini paralel şekilde yaşamak başarılamıyor ve bir ebeveyn, ya ebeveyn rolünden, ya da eş rolünden kendisini çekiyor.

Babanın eksik olduğu ailelerde çocuklar için cinsiyet rolünü üstlenen bir modelin eksikliği yaşanıyor. Erkek çocuklar, bu durumda bir erkek olarak nasıl davranmaları gerektiğini bilmiyor, başka erkek çocuklarla ilişkileri emin olmuyor ve bir erkek çocuk olarak, kızlara nasıl davranacağını da bilmiyor. Kız çocuklar ise, bir erkeğe davranış hallerini bilmiyor. Bu genellikle, kendilerini karşı cins ile ilişkilerinde güvensiz veya rahatsız hissetmelerine yol açıyor. Bu durumda ileriki hayatlarındaki eş seçimini ve ilişkinin dayanıklılığını etkiliyor. Kız evlatların, kendilerine kadın olarak bakış açılarını, büyük bir ölçüde babaları üzerinden uyguladıkları biliniyor. Onlara, ilgi göstererek, önemli olduklarını veya onlarla ilgilenmeyerek, önemsiz olduklarını hissettiren ilk erkektir. Bu da, daha sonraki eş ilişkilerinde kendisine biçtiği değeri belirler.

Bir Efsane olan, annelerin babalardan daha önemli olduğu düşüncesinin boşluğu bilimsel olarak çoktan kanıtlanmış durumda. Ama bu efsane, inatla ebeveynlerin ve uzmanların kafalarına yerleşmiş durumda. Babalar bugün halen, çocukları için önemsiz olduklarını ve anneler, kendilerinin çocuklar nazarında eşlerinden daha önemli olduklarını düşünürler. Ama kavgalı velayet davalarında bugün hala, hangi ebeveynin her iki ebeveyn rollerini üstlenebileceğini araştırmak yerine, hangisinin çocuğun nazarında, daha çok benimsenen kişi olduğu tespit edilmeye çalışılıyor. Oysa ki çocuğun gelişim zedelenmesini engelleyen şey, her iki ebeveynin varlığıdır.

2. Babalar, ne zamandan itibaren çocukları için önemlidir ve çocukları ile ne kadar zaman geçirmelidirler?

Baba en baştan itibaren önemlidir. Bugün, babanın benimsenen kişi olarak var olduğu sürece, çocukların anneye paralel olarak babaya da bir ilişki geliştirdikleri bilinmekte. Bunun için baba, çocuğun bakımı ile ilgili, anne ile aynı oranda katılım göstermek zorunda değil. Edinmiş olan tecrübeler, geleneksel rol bölümünde dahi (baba ailenin ekonomik açıdan bakımını sağlar, anne çocukların bakımından sorumludur), her iki ebeveynle de yoğun ilişkiler kurulduğunu göstermektedir. Önemli olan, babanın, çocuğun ihtiyaçlarını ne kadar iyi tespit edip karşılayabildiğidir. Bunu öğrenebilmek için de tıpkı anne gibi zamana ve çocuğu ile kurduğu münasebet tecrübesine ihtiyacı vardır.
Zamansal kapsam ile ilgili olarak da şu genel kural geçerlidir; çocuk ne kadar küçük ise, o kadar fazla ilişki kurmak gereklidir. Çünkü küçük çocuklar ebeveynin gösterdiği gerçek ilgiyi sevgi olarak algılar; yani onlar için benimle ilgilenen beni seviyor demektir ki benzer şekilde burada olmayan da beni sevmiyor demektir. Bu nedenle namevcutluk sevgiden mahrum etmek anlamına gelir. Zamansal aralar açıldığında çocuk sıklıkla burada olmayan beni daimi olarak terk etti düşüncesine kapılır ki buda güvenilir bir ilişki kurulmasını engeller.

Çocuklarından ayrı yaşayan babalar onlarla mümkün olduğunca sık kontak kurmalıdır. Sıklıkla yapılan kısa ziyaretler, uzun zaman aralıklarıyla yapılan uzun ziyaretlerden daha uygundur. Amerikan bilim adamları, 2,5 yaş altı çocuklar için günlük iletişimi öneriyor. Ebeveynlerin aralarındaki mesafe uzak ise ve günlük ziyaretler mümkün değilse ebeveynler baba ile çocuğun her 2-3 gün aralığında irtibat kurmasını sağlamalıdır.

Ancak çoğu zaman bunun tam tersi yaşanıyor. Ebeveynler ve uzmanlar, sık yapılan görüşmelerin çocuğu yorduğu görüşünde birleşiyor. Bu veriler 20 yıldır var olmasına rağmen günlük hayatta pek nadiren uygulanır. Ebeveynler, babanın çocuk gelişimindeki öneminin çoğu zaman bilincinde olmuyor, aynı zamanda yargı sisteminde de bugüne dek bir önem kazanabilmiş değiller. Bugüne kadar, çocuklarından ayrı yaşayan babaların (çocuğun yaşından bağımsız olarak), 14 günde bir, bir hafta sonu için görüşmeleri ve de okul tatillerinin yarısını onlarla geçirmeleri yeterli bulunmuştur. Küçük çocukların ihtiyaçlarına uygun bir şekilde verilmiş mahkeme kararı yoktur, ya da tarafımca bilinmiyor. Genellikle şu tavır alınır; baba çocuğun büyümesini ve annesinden ayrılığı kaldırabilir duruma gelmesini beklemelidir. Bu esnada şu nokta gözden kaçar; Çocuk en baştan itibaren, babasıyla bir ilişki kurma olanağına sahipse, babası ile irtibata geçmesi, dolayısıyla annesinden ayrılması, nihayetinde aslında hiç bir sorun teşkil etmez.

3. Erkek akrabalar veya yeni eşler, öz babanın yerini alabilir mi?

Çocuklar bu tür ilişkilerden faydalanabilir. Erkek eşler cinsiyet modeli için örnek temsil edebilir. Ancak, öz babayı sadece kısmen ikame edebilir, tamamen değil. Çocuğun kurabileceği başka iyi ilişkilere paralel olarak, babayla olan ilişki, her zaman önemlidir. Bu, ilişkinin eşi benzeri olmamasına bağlıdır. Her çocuğun sadece bir tane babası vardır. İlişki yaşanmasa bile, var olmaya devam eder. Eğer baba ilgisiz ise, bu durum çocuk ruhu için ağır bir incinme anlamına gelir, çünkü bu durum çocukta değersiz olduğu ve babası için yeterince önemli olmadığı hissini uyandırır.

Evlatlık alınan çocuklarda edinilen tecrübeler, bakıcı aile ile her ne kadar iyi ilişkiler kurulmuş olsa bile, öz ebeveynlere olan ilişkinin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Bu yüzden, kimliğini gizleyerek yapılan evlat edinmelerden, açık evlat edinmelere geçiş düşüncesi var olmuştur.
Üvey ebeveyn araştırmaları, bu tür ailevi durumların olumlu sonuçlanması için çocuğun öz ebeveyni ile ilişki kurmasından feragat etmek zorunda bırakılmaması gerektiğini ortaya koymaktadır. İşlevsel bir aile birimi ancak öz ebeveynlerin de kucaklanması durumunda sağlanabilir.
Bilimsel araştırmalar, çocuğun kendisini en kötü hissettiği anın yeni ilişki uğruna babayla olan ilişkisinden vazgeçmek zorunda bırakıldığı an olduğunu göstermektedir. Çocuğun üvey aile ile en iyi şekilde anlaşması, her iki ilişkiyi yaşayabilmesi halinde olur.

4. Babası ölmüş olan çocukların durumu nedir?

Bir ebeveynin ölümü her açıdan matemin ayrı bir biçiminin yaşanmasını sağlar. Bu gibi durumlarda baba, anne tarafınca unutturulmaz. Babanın hatırlanmasını anne sağlar. Bu sayede, çocuğun babasına olan içten bağlılığın baki kalmasına yardımcı olunur. Baba kaybının üstesinden gelmek için, babanın çocuğuna karşı ilgisizliğinden doğan bir suçunun olmaması etkilidir. O çocuğunu isteyerek terk etmemiştir. Terk edilen çocuklar sıklıkla kendilerini babalarının öldüğü kurgusu ile avuturlar. Bu hayal, babasının kendisi ile ilgilenmediği düşüncesinden daha katlanabilirdir.

5. Ayrılmış olan ebeveynlere tavsiye ne olmalı?

Ebeveynler mümkün olduğunca birbirlerine yakın mesafede ikamet etmelidirler. Çocuğu ile yaşayan ebeveyn, çocuğun diğer ebeveyn ile aktiviteler düzenleyebileceği alanlar yaratmalıdır. Çocuğundan ayrı yaşayan ebeveyn, bilinçli olarak çocuğun günlük gelişiminin bir parçası olmalıdır. Çocuğun her bir ebeveyn ile günlük hayatını paylaşabilmesi önemlidir. Ebeveyn-çocuk ilişkileri, ziyaret ilişkileri değildir ve bu yönde şekillendirilmemelidirler.
Çok küçük çocukların ilişki kurabilmelerini mümkün kılmak için, ikinci ebeveynin günlük rutin hayata dâhil olması önemlidir.

6. Ebeveynler arasındaki ilişkinin, çocuğun ayrı yaşayan ebeveyne olan ilişkisindeki etkisi nedir?

Eğer ebeveynler birbirilerine saygılı ve iyilikle yaklaşırsa çocukların % 63 ü ayrı yaşayan ebeveyn ile aralarında samimi ve sevgi dolu bir ilişki olduğunu hissederler. Eğer birbirleriyle yollarını kesiştirmezlerse ve sadece çocuklar aracılığı ile irtibata geçerler ise, bu durumda çocukların sadece % 38i ayrı yaşayan ebeveyn ile olan ilişkilerini samimi ve sevgi dolu olarak tarif ederler. Eğer ebeveynler ilişkilerini tamamen keserse bu durumda çocukların sadece % 5 i ayrı yaşayan ebeveynle olan ilişkilerinin kendileri için yeterli ve tatmin edici olarak tarif etmektedir. Ve ebeveyn ilişkisinin, çocuğun dışarıda olan ebeveynle arasındaki ilişki kalitesine olan etkisini belgeleyen bir diğer önemli araştırma sonucu daha mevcuttur:

Ayrı yaşayan ebeveynin, ailenin bir parçası olarak değerlendirilen, ebeveynlerin çocukla ilgili bilgileri paylaşıldığı ve belli aralıklarla (örneğin okul eğlenceleri, veli toplantıları, çocuğun hobileri) görüşüldüğü ve ikinci ebeveynin verilen kararlarda söz hakkının olduğu durumlarda, çocuğun ikinci ebeveyne olan ilişkisinin devamı gözlenmiştir.
İkinci ebeveynin bu gibi aktivitelerden dışlandığında, ailelerin yarısından fazlasında, çocuk ile ayrı yaşayan ebeveyn arasındaki ilişkiler kopmuştur.

Ebeveynlerin birbirleriyle irtibat halinde kalmaya razı olmaları, diğer ebeveyni bu tür aktivitelere dâhil etmesi bu sebeple çocuk açısından vazgeçilmezdir. Ancak bu durum çoğu kez ebeveynler (veya anneler) tarafından beklenebilir bir durum değildir. Bu ince hat tam olarak gelecekte öncelik kazanacak olan şeyi belirler: ebeveynlerin çıkarları mı gerçekleşmelidir, yoksa çocukların çıkarları mı?

7. Ebeveynler çocuklar hakkındaki mevzularda anlaşamazlar ise ne yapılmalı? Böyle bir durumda da, çocuğun çıkarları adına irtibatı koparmamak önemli midir?

Çoğu zaman, ilişkinin sürecinde, eşlere olan bakış açısı değişir. Bilhassa ayrılıkların yaşandığı zamanlarda, o insan için zamanında hissedilenlerden duygular yok olur ya da azalır. Ve zamanında o insana biçilen değerler unutulur. Kriz durumunda, kendi çıkarları ön sıraya konulur ve başkalarının çıkarları ve ihtiyaçları unutulur. Bu sebeple, ayrılık veya boşanma esnasında, çocuğun ve diğer ebeveynin durumu çoğunlukla göz ardı edilir. Çoğunlukla sadece eşin durumu değil, çocuk yetiştirmeye yeterli olup olmadığı da sorgulanır ve ebeveynler eşlere duyulan sevginin bittiğini hissederken, çocuğun diğer ebeveyne hissettiği sevginin halen aynı şekilde kaldığını göz ardı ederler.

Ebeveynlerin birbirlerini insan olarak nasıl değerlendirdiklerinden bağımsız olarak, çocuğun her iki ebeveyn ile olan irtibatının sağlanması ve anne babaya olan içten bağlılığın korunması önemlidir. Bu yüzden, ebeveynler sorunlarını bir kenara bırakmalı ve eşleriyle ilgi olan sorunların ebeveyn bazına sıçramamasına, dolayısıyla çocuk hakkında kavgaya dönüşmemesine özen göstermelidirler.

Eğer doğru çocuk eğitimi hakkında, gerçekten farklı anlayışlar mevcut ise, ebeveynlerin bu farklılıkları kabul etmeyi öğrenmeleri önemlidir. Çocuklar, olayları farklı açılardan gözlemleme tecrübesinden yararlanabilir. Ebeveynler birlikte yaşadıklarında da bir ebeveyn esnektir ve bir tanesi diğerine oranla daha serttir. Ebeveynler örneğin masa düzeni, temizlik eğitimi, kuralları uygulama, sağlıklı beslenme veya televizyon saatleri gibi konular hakkında farklı öncelikler belirleyebilir. Bu yüzden ayrı yaşayan ebeveynler, diğer ebeveynin çocuk eğitimine veya diğer evdeki kurallara karışmak ve sürekli, çocuk ile birlikte neler yaptığını kontrol etmek yerine, anlaşmalar sağlamak durumundadırlar. Çocuklar, diğer evde başka kurallar ile yaşandığını genellikle çok iyi algılayabilirler. Bu düşünceyi, çocukların iki ayrı evde yaşadığı başka konularda edinen tecrübeler destekliyor. Bunlara örnekler: Çocukların büyük anne-babalarda, bakıcı ailelerde yuvalarda veya yatılı okullarda kalması.

8. Ancak çoğu zaman, diğer ebeveyn ile irtibatını kabul etmeyen çocuk oluyor. Bu durumda ne yapmalı? Ebeveynler, çocuklarını anne veya baba ile görüşmeye zorlamalı mıdır?

Çocuğun bir ebeveynden diğerine geçmesi sismografik olarak değerlendirilebilir. Burada mevcut sorunların çapı görülür. Genellikle çocuklar, bu sorunları, diğer ebeveyn ile irtibatı reddetmekle eylemlendirir. Ama bu durum, her durumda diğer ebeveyni artık sevmediği veya gerçekten irtibat halinde olmak istemediği anlamına gelmez.

Bilhassa küçük çocukların, babayı görmek için anneyi terk etme veya tersi bir duruma alışmaları gerekir. Çoğu kez teslim etme ve teslim alma durumunu çocuklara göre ayarlamak yeterlidir. Bu durum, çocuğu bir paket gibi kapı önünde teslim etmektense babayı içeriye davet etmek şeklinde gerçekleştirilebilir. Çocuğa, babaya ısınma fırsatı verilirse ve anne yavaş yavaş çekilirse çocuğun babayla gitmesi genellikle sorunsuz olur.

Yahut zaman aralıkları çok uzun olabilir. Böylece çocuk, her seferinde, diğer ebeveynin onu tamamen terk ettiğini hissine kapılır ve bu da güvenilir bir ilişki kurulmasını engeller. Bu durumda atılması gereken doğru adımlar, zaman aralıklarını kısaltmak, diğer ebeveynin daha fazla ebeveyn görevlerine entegre olmasıyla yakınlığın sağlanmasıdır. Ama bazı durumlarda, çocuk iki cephe arasında kalır ve bu yüzden diğer ebeveyn ile irtibatını koparır. Ebeveynlerin ilişkisinin parçalanması durumunda birçok çocuk sadakat çelişkisi yaşar. Bu durumda her iki ebeveyni sevip sevemeyeceklerini bilmezler ve her iki ebeveynin yardımına ihtiyaç duyarlar. Her bir ebeveyn, çocuğun diğer ebeveyni sevmesine ve bu sevgiyi açıkça göstermesine izin vermelidir. Çocuğa diğer ebeveyne kendilerinden daha farklı hislerle bağlı olmalarının doğal olduğunu aktarmaları gerekir.

Bazen ebeveynlerin bu yardımı eksik kalır ya da bir ebeveyn (genellikle çocukla birlikte yaşayan ebeveyn), , bilerek ya da bilmeyerek, çocuğun bu sadakat çelişkisini diğer ebeveyni çocuğun hayatından dışlamak için kullanır. Bu durumda çocukta bir PA-sendromu gelişir. Ebeveynlerin, birinin sevilen (iyi), ve diğerinin ise, sözde nefret edilen(kötü) olarak ikiye ayrılması durumu.

Genellikle tercihen edilen annedir ve çocuk, babasıyla ilgili bir şey duymak istemediğini söyler. Aslında çocuk babasını sevmeye devam eder. Manipüle eden ebeveyne karşı sadık görünmek adına, ona olan eğilimini inkâr eder. Çocuğun kabul etmeyen davranış biçiminin sebebi, kabul edilmeyen ebeveynde değil, tercih edilen ebeveynle olan ilişkisinde saklıdır.

9. Bu durum nasıl işler, gözümüzde bunu nasıl canlandırmalıyız?

PA- Sendromu (Parental Alienation Syndrome- Ebeveyn çocuk yabancılaşması) gelişiminde, korku büyük bir rol oynar. Kimi zamansa nefret veya intikam duygusu, ebeveynlerin böyle davranmasını sağlar. Kendi korkusunu azaltmak için, ya da intikam duygularını tatmin etmek için veya nefret duygularını yaşayabilmesi için çocukla diğer ebeveyn arasındaki ilişki koparılmalıdır diye düşünür. Bunun için çocuk kullanılır. Çocuğun manipüle eden ebeveyn gibi düşünmesi ve davranması beklenilir. Çocuğun diğer ebeveyne olan içten bağlılığa ihtiyacı olduğu algılanmaz.

Bunun için başvurulan yöntemler babayla çocuğun arasındaki ilişkiyi bölmek ve babanın insan olarak değerini düşürmektir: O bir yalancı, başarısız, dolandırıcı, vs. ve eğitici olarak: Sana iyi bakamıyor, seni anlamıyor, seninle gereğince ilgilenmiyor. Çocuk, babaya olan eğiliminin yanlış olduğu mesajını alıyor. O sevimli bir şahıs değil. Eksik olan, baba çocuk ilişkisi, çocuğun kendisinin (başka) tecrübeler edinmesini engelliyor. Bu yüzden çocuk zamanla kendi duygularına ve hislerine güvenmeyi bırakır ve manipüle eden ebeveynin hislerini yaşamaya başlar. Bu durum, çocuğun bağımsız olarak yetişmesini ve baba-çocuk ilişkisini etkiler.

10. Reddetmenin manipüle edildiği nasıl anlaşılır?

Manipüle eden ebeveyn uzaklaştıkça azalan reddetme, yanıltmayan bir işarettir. Yani ebeveynlerin aynı odada bulunması halinde ya da manipüle eden ebeveyn kapının dışında oturduğu sürece, çocuk diğer ebeveyne olan ilişkisini reddetmeyi sürdürebilir. Ama manipüle eden uzaklaştığında, sorunsuz olarak diğer ebeveynle irtibat kurabilir.

Başka bir belirtiyse mimik/el kol hareketlerinin söylenenler ile bağdaşmamasıdır. Örneğin, çocuğun babasını ziyaret etmekten üzüntü duyduğunu söylerken gülümsemesi gibi.

Veya reddetmenin sebepleri bizzat yaşananlardan değil de duyumlardan kaynaklanır. ‘Annem dedi ki’ gibi…

Veya bu sebepler etkilidir ve normal şartlarda, reddetmeyi kesinlikle tetiklemez. Örneğin, ‘Orada hep masayı toplamam gerekiyor, orada kendime ait bir odam yok, vs.

11. İrtibatı koparmak için hangi manevralar kullanılır?

Genellikle manipüle eden ebeveyn, diğer ebeveyne çocuğun nerede olduğunu bildirmeden evden taşınır. Veya irtibatın (henüz) kurulmaması için sürekli yeni sebepler uydurulur. Genellikle yapılan argüman, çocuğun yeni duruma alışması için sakinliğe/zamana ihtiyacı olduğudur. Babaya yapılan ziyaret, çocuğun psikolojik olarak bunu kaldırabileceği zamanlarda yapılmalıdır. Çocuğun yaşanan ayrılıktan dolayı gösterdiği semptomlar, diğer ebeveyn tarafından meydana getirilmiş olarak gösterilir: “ Can babasını ziyaret etmeden önce hep çok gergin oluyor. Ve döndüğünde onu tekrar sakinleştirmem bazen günler alıyor. Babası, ona nasıl ulaşılacağını bir türlü anlamıyor. Onunla, çocuğu yoran ve heyecanlandıran şeyler yapıyor. Bu yüzden çocuk için en iyi şeyin, babasıyla daha az görüşmesi veya ikisinin şimdilik görüşmemeleri olduğu kanısındayım”.

Amaç, diğer ebeveyn ile olan ilişkiyi zedeleyerek, çocuğun kendisi ile olan ilişkisini kuvvetlendirmektir. Bunun için gereken zamanı kazanmaktır istenen. Bu yüzden, verilmiş olan mahkeme kararları ya diğer ebeveynin aleyhinedir ya da görmemezlikten gelinir. Mahkeme kararının uygulanamaması ile ilgili sürekli yeni sebepler uydurulur. Diğer tüm olaylar (örneğin anaokulu ziyaretleri, arkadaşlara misafir olmak, uzak akrabaların veya tanıdıkların doğum günü kutlamaları, hatta belirli televizyon programları), baba ile olan ilişkiyi korumaktan daha önemlidir.

Bazen çocuğun isteğinin gerçekleşmesine çok değer verilir. Manipüle eden ebeveyn ve çocuk, diğer ebeveyni ziyaret etmemesinin, çocuğun bağımsız ve tesir edilmemiş kararı olduğunu vurgularlar. Ve örneğin şu tür ifadelere başvurulur:’ Çocuk babası hakkında ne düşüneceğini kendisi biliyor. Onu ziyaret etmek istememesini anlayabiliyorum’. Diğer ebeveyn ile ilişki kurmasında sorumluluk almak yerine, manipüle eden ebeveyn, çocuğa isteğinin gerçekleşmesini desteklediğinin garantisini verir. ‘Eğer babanı gerçekten ziyaret etmek istemiyorsan, benim desteğimi hesaba koyabilirsin. İsteğinin gerçekleşmesi için her şeyi yaparım’.

12. Çocuğun kafasındaki fikri değiştirmek için hangi manevralar kullanılır?

Çocuk üzerinde, double-bind denilen durumu uygulamak çok etkili bir yöntemdir. Yani çocuk sözlü olarak şu mesajı alır: ‘Eğer istiyorsan babanı ziyaret edebilirsin. El kol hareketleri ve mimik ile şu ifade edilir: ‘Eğer beni seviyorsan, kalırsın’. El kol hareketleri ve mimik daha etkilidir. Bu yüzden çocuklar bu iletiye göre tepki gösterir.

Çocuk, diğer ebeveyn ile yaşadıklarını anlattıklarında, manipüle eden ebeveyn bu yaşanmışlıkları, basit, önemsiz ve tehlikeli olarak adlandırarak, küçümser.
Reddedilen ebeveynin çocuğu ile irtibat halinde kalma çabalarıysa eziyet olarak nitelendirilir. Oyunbozan ve tahrikçi olarak damgalanır. Çocuk ne kadar küçükse bu değerlendirmeleri benimsemesi de o denli yüksektir, çünkü henüz kendisi bu durumları bağımsız olarak değerlendiremez.
Veya babanın asıl irtibat kurma amacının çocuğu görmek değil, güç gösterisi yapmak istediği iddia edilir. Diğer ebeveynin çocuğa olan sevgisi yansıtılmaz.

Gerçek bir temele dayandırılmayan korku senaryoları tertiplenir. Örneğin çocukların, diğer ebeveyn ile karşılaştıklarında yollarını değiştirmeleri, ondan kaçmaları veya saklanmaları, ya da ona kapıyı açmama talimatları verilir. Böylelikle çocuğa şu anlatılır: ‘Senin baban korkulması gereken bir insan’. Diğer ebeveynin, çocukla ilgili önemli toplantılara katılmasına müsaade edilmez. Böylece sadece baba-çocuk ilişkisi zedelenmez, aynı zamanda çocuğa: ‘Senin baban istenmeyen bir insan’ izlenimi verilir. Çocuğun çevresindeki, babayı hatırlatabilecek her şey uzaklaştırılır. Onun resimleri yoktur ve hakkında konuşulursa bile, sadece olumsuzluklar konuşulur. Ondan gelen hediyeler alınmaz, hatta iade edilir.

13. Dışlanmış babalara önerilerim nelerdir?

Sizi, çocukla olan ilişkinizi ayakta tutmanız için teşvik etmek isterim. Çocuklar için her durumda, onlar için mücadele eden bir babanın varlığının bilinci, onlarla ilgilenmeyen ve umursamaz bir babadan daha iyidir.

Maalesef, dışlanmış olan babalara, arka planda durmaları önerilir. Anne ve çocuğa zaman tanınması, çocuğun kendi irtibat kurmak için kendisinin istek belirtmesinin beklenmesi. Ancak bu yanlış bir tavsiyedir. PA-Sendromunun (Ebeveyn çocuk yabancılaşması) gelişmesi, aşamalı bir oluşumdur. Çocuk manipüle edilmiş davranışlarla ne kadar uzun zaman muhatap olursa, sendromu durdurmak bir o kadar zorlaşır.

Babaların çocukları ile irtibat kurma ısrarlarının çatışmayı ağırlaştırma suçlaması haksızdır. Bu davranış daha ziyade, çocuğun çıkarları ile uyumludur ve dışlamak fiili ile eşdeğer ve gerekli bir cevap sergiler.

En fazla başarı vadeden yol, aile psikoloğundan yardım almaktır. Bunun için, aile bireylerinin, bunun çocuğun çıkarları doğrultusunda zorunlu olduğunu anlamaları lazım. Ancak manipüle edene ebeveyn, bunu genellikle kabul etmez. Böylece dışlanan ebeveyn, mahkemenin yardımına muhtaçtır. Burada önemli olan, mahkemelerin dışlanmış ebeveyn ve çocuğun irtibatının koparılmasına kesinlikle izin vermemeleri. Çocuğa ilişkin korunması kararını verebilmesi için gereken serbestlik alanını, irtibatın sağlanmasını emreden mahkeme hükümleri sağlar. Böylece çocuk davranışının hesabını, manipüle eden ebeveyne vermek zorunda kalmaz. Gerekirse manipüle eden ebeveynin karşı koymasına rağmen, uygulanan bir mahkeme yönetmeliği, yalnıza çocuğa yardımcı olmaz. Aynı zamanda, manipüle eden ebeveynin kaybolmuş olan haksızlık bilincine yönelik bir çağrı görevi üstlenir. Çünkü o genellikle, çocuğunu ve diğer ebeveyni nelerden mahrum ettiğinin farkında değildir.

Uzman Psikolog Sinem Malkoç

 Öğrenme, çok çeşitli faktörlerden etkilenen oldukça karmaşık bir süreçtir. Muhtemelen ebeveynlerin çoğunun farkında olduğu gibi, gözlem çocukların nasıl ve ne öğrendiklerini belirlemede kritik bir rol oynayabilir. Söylediğimiz gibi, çocuklar süngerlere çok benzerler, her gün yaşadıkları deneyimleri emerler. Öğrenme çok karmaşık olduğu için insanların nasıl ve neden öğrendiklerini açıklamaya çalışan birçok farklı psikolojik yaklaşım vardır. Albert Bandura adlı bir psikolog, gözlem ve modellemenin bu süreçte birincil rol oynadığını öne süren bir sosyal öğrenme teorisi önermiştir.

SOSYAL ÖĞRENME TEORİSİ NASIL ÇALIŞIR?
     20. yüzyılın ilk yarısında, davranışçı ekoller psikolojide baskın bir güç haline geldi. Davranışçılar, tüm öğrenme davranışlarının, bağlantı kurma ve pekiştirme süreçleri aracılığıyla çevre ile doğrudan deneyimin bir sonucu olduğunu ileri sürdüler. Bandura’nın teorisi geleneksel öğrenme teorisinin temel kavramlarının birçoğuna dayandırılırken Bandura, doğrudan pekiştirmenin her türlü öğrenmeyi açıklayamayacağına inanıyordu. Örneğin, çocuklar ve yetişkinler sıklıkla doğrudan deneyimleri olmasa bile öğrenme sergilerler. Hayatınızda hiç beyzbol oynamamış olsanız bile, muhtemelen biri size bir beyzbol sopası uzattığında ve bir topa vurmayı denemenizi söylediğinde ne yapacağınızı bilirsiniz. Bunun nedeni, bizzat başkalarının bu eylemi gerçekleştirdiğini veya televizyonda gözlemlemenizdir. Davranışçı öğrenme kuramları, tüm öğrenmenin koşullandırma, pekiştirme ve cezalandırma ile ortaya çıkan etkileşimin sonucu olduğunu öne sürerken; Bandura’nın sosyal öğrenme kuramı, öğrenmenin sadece başkalarının eylemlerini gözlemleyerek de gerçekleşebileceğini öne sürmüştür. Teorisi, insanların diğer insanları izleyerek yeni bilgi ve davranışlar öğrenebileceklerini savunuyordu. Model alarak öğrenme olarak bilinen bu tür öğrenme, genellikle diğer öğrenme teorileri tarafından açıklanamayanlar da dahil olmak üzere çok çeşitli davranışları açıklamak için kullanılabilmektedir. 

SOSYAL ÖĞRENME TEORİSİ HAKKINDA BİLMENİZ GEREKENLER

      Sosyal öğrenme teorisinin merkezinde üç temel kavram vardır. Birincisi, insanların gözlem yoluyla öğrenebileceği fikridir. İkincisi, içsel zihinsel durumların bu sürecin önemli bir parçası olduğu fikridir. Sonuncusu ise, bu teorinin, bir şeyin öğrenilmiş olması nedeniyle davranışta bir değişikliğe yol açacağı anlamına gelmediğini kabul etmesidir. Bandura, 1977 tarihinde Sosyal Öğrenme Teorisi adlı kitabında, “Eğer insanlar ne yapacaklarını bilmek için sadece kendi eylemlerinin etkilerine güvenmek zorunda kalsaydı, öğrenme tehlikeli olmaktan ziyade aşırı derecede zahmetli olurdu,” dedi.  “Neyse ki, çoğu insan davranışı modelleme yoluyla gözlemsel olarak öğrenilir. Bir insan başkalarını gözlemlerken yeni davranışların nasıl gerçekleştirildiği hakkında bir fikir oluşturur ve daha sonraki durumlarda bu kodlanmış bilgi, eylem için bir rehber görevi görür.”

Öğrenme, çok çeşitli faktörlerden etkilenen oldukça karmaşık bir süreçtir. Muhtemelen ebeveynlerin çoğunun farkında olduğu gibi, gözlem çocukların nasıl ve ne öğrendiklerini belirlemede kritik bir rol oynayabilir. Söylediğimiz gibi, çocuklar süngerlere çok benzerler, her gün yaşadıkları deneyimleri emerler. Öğrenme çok karmaşık olduğu için insanların nasıl ve neden öğrendiklerini açıklamaya çalışan birçok farklı psikolojik yaklaşım vardır. Albert Bandura adlı bir psikolog, gözlem ve modellemenin bu süreçte birincil rol oynadığını öne süren bir sosyal öğrenme teorisi önermiştir.

 Bandura’nın teorisi, dikkat ve hafıza gibi psikolojik etkileri dikkate alarak tüm davranışların koşullandırma ve bilişsel teoriler yoluyla öğrenildiğini söyler ki bu sebeple Bandura’nın teorisi davranışsal teorilerin ötesindedir.

SOSYAL ÖĞRENME TEORİSİ NASIL ÇALIŞIR?

     20. yüzyılın ilk yarısında, davranışçı ekoller psikolojide baskın bir güç haline geldi. Davranışçılar, tüm öğrenme davranışlarının, bağlantı kurma ve pekiştirme süreçleri aracılığıyla çevre ile doğrudan deneyimin bir sonucu olduğunu ileri sürdüler. Bandura’nın teorisi geleneksel öğrenme teorisinin temel kavramlarının birçoğuna dayandırılırken Bandura, doğrudan pekiştirmenin her türlü öğrenmeyi açıklayamayacağına inanıyordu. Örneğin, çocuklar ve yetişkinler sıklıkla doğrudan deneyimleri olmasa bile öğrenme sergilerler. Hayatınızda hiç beyzbol oynamamış olsanız bile, muhtemelen biri size bir beyzbol sopası uzattığında ve bir topa vurmayı denemenizi söylediğinde ne yapacağınızı bilirsiniz. Bunun nedeni, bizzat başkalarının bu eylemi gerçekleştirdiğini veya televizyonda gözlemlemenizdir. Davranışçı öğrenme kuramları, tüm öğrenmenin koşullandırma, pekiştirme ve cezalandırma ile ortaya çıkan etkileşimin sonucu olduğunu öne sürerken; Bandura’nın sosyal öğrenme kuramı, öğrenmenin sadece başkalarının eylemlerini gözlemleyerek de gerçekleşebileceğini öne sürmüştür.

Teorisi, insanların diğer insanları izleyerek yeni bilgi ve davranışlar öğrenebileceklerini savunuyordu. Model alarak öğrenme olarak bilinen bu tür öğrenme, genellikle diğer öğrenme teorileri tarafından açıklanamayanlar da dahil olmak üzere çok çeşitli davranışları açıklamak için kullanılabilmektedir. 

SOSYAL ÖĞRENME TEORİSİ HAKKINDA BİLMENİZ GEREKENLER

      Sosyal öğrenme teorisinin merkezinde üç temel kavram vardır. Birincisi, insanların gözlem yoluyla öğrenebileceği fikridir. İkincisi, içsel zihinsel durumların bu sürecin önemli bir parçası olduğu fikridir. Sonuncusu ise, bu teorinin, bir şeyin öğrenilmiş olması nedeniyle davranışta bir değişikliğe yol açacağı anlamına gelmediğini kabul etmesidir.

     Bandura, 1977 tarihinde Sosyal Öğrenme Teorisi adlı kitabında, “Eğer insanlar ne yapacaklarını bilmek için sadece kendi eylemlerinin etkilerine güvenmek zorunda kalsaydı, öğrenme tehlikeli olmaktan ziyade aşırı derecede zahmetli olurdu,” dedi.  “Neyse ki, çoğu insan davranışı modelleme yoluyla gözlemsel olarak öğrenilir. Bir insan başkalarını gözlemlerken yeni davranışların nasıl gerçekleştirildiği hakkında bir fikir oluşturur ve daha sonraki durumlarda bu kodlanmış bilgi, eylem için bir rehber görevi görür.”

1.İnsanlar Gözlem Yoluyla Öğrenebilir

     Psikoloji tarihindeki en iyi bilinen deneylerden birinde Bandura, çocukların diğer insanlarda gözlemledikleri davranışları öğrendiklerini ve taklit ettiklerini göstermiştir. Bandura’nın çalışmalarındaki çocuklar, bir yetişkinin Bobo bebeğine şiddetli bir şekilde vurduğunu gözlemledi. Daha sonra çocukların Bobo bebeği olan bir odada oynamalarına izin verildiğinde, daha önce gözlemledikleri agresif eylemleri taklit etmeye başladıkları görülmüştür. 

Bandura, gözlemsel öğrenmenin üç temel modelini tanımlamıştır:

a.Bir davranışı gösteren ya da davranan gerçek bir bireyi içeren canlı bir model.

b. Bir davranışın tanımlarını ve açıklamalarını içeren sözlü bir öğretim modeli.

c.Kitaplarda, filmlerde, televizyon programlarında veya sosyal medyada davranış sergileyen gerçek veya kurgusal karakterleri içeren sembolik bir model.

Gördüğünüz gibi, gözlemsel öğrenme modelinde birey, başka bir kişinin bir faaliyette bulunmasını izlemek zorunda bile değildir. Podcast dinleme gibi sözlü talimatları dinlemek de öğrenmeye yol açabilir. Kitaplardaki ve filmlerdeki karakterlerin hareketlerini okuyarak, duyarak veya izleyerek de öğrenebiliriz. Tahmin edebileceğiniz gibi, ebeveynler ve psikologlar popüler kültür medyasının çocuklar üzerindeki etkisini tartışırken, tartışmanın merkezindeki bahsedilen konu bu gözlemsel öğrenmedir. Ebeveynlerin birçoğu, çocukların şiddet içeren video oyunlardan, filmlerden, televizyon programlarından ve çevrimiçi videolardan saldırganlık gibi kötü davranışları öğrenebileceğinden endişe ediyor.

2.Zihinsel Durumlar Öğrenmede Önemlidir

     Bir başkasının eylemlerini gözlemlemek, öğrenmeye yol açmak için her zaman yeterli değildir. Kendi zihinsel durumunuz ve motivasyonunuz, bir davranışın öğrenilip öğrenilmeyeceğinin belirlenmesinde önemli bir rol oynar. Davranışçı öğrenme kuramları, öğrenmeyi yaratan dışsal pekiştireçler olduğunu öne sürerken Bandura, pekiştireçlerin her zaman dış kaynaklardan gelmediğini fark etmiştir. Bandura, dış ve çevresel pekiştireçlerin öğrenme ve davranışı etkileyen tek faktör olmadığını belirtmiştir. İçsel pekiştireçleri gurur, memnuniyet ve başarı duygusu gibi bir iç ödül biçimi olarak tanımladı. İç düşünce ve bilişlere yapılan bu vurgu, öğrenme kuramlarını bilişsel gelişim kuramlarıyla ilişkilendirmeye yardımcı olur. Birçok ders kitabı sosyal öğrenme teorisini davranışsal teoriler başlığı altına yerleştirirken, Bandura yaklaşımını ‘sosyal bilişsel teori’ olarak tanımlamaktadır. 

3.Öğrenme Her Zaman Davranışta Bir Değişikliğe Neden Olmaz

     Öyleyse bir şeyin ne zaman öğrenildiğini nasıl belirleriz? Çoğu durumda öğrenme, yeni davranış gözlemlendiğinde hemen görülebilir.  Bir çocuğa bisiklet sürmeyi öğrettiğinizde, çocuğun bisikletini yardım almadan sürmesini sağlayarak öğrenmenin gerçekleşip gerçekleşmediğini hızlı bir şekilde belirleyebilirsiniz. Ancak bazen, bu öğrenme hemen belli olmasa da bir şeyler öğrenilmediği anlamına gelmez. Davranışçılar öğrenmenin davranışta kalıcı bir değişikliğe yol açtığına inanırken, gözlemsel öğrenme insanların yeni davranışlar göstermeden de yeni bilgiler öğrenebileceklerini gösterir.

GÖZLEMSEL ÖĞRENME NASIL OLUR?

     Gözlemlenen tüm davranışların etkili bir şekilde öğrenilmediğine dikkat etmek de gerekir. Hem modeli hem de öğreniciyi içeren faktörler, sosyal öğrenmenin başarılı olup olmadığında rol oynayabilir. Belirli gereksinimler ve adımlar da takip edilmelidir.

     Gözlemsel öğrenme ve modelleme sürecinde aşağıdaki adımlar yer alır: 

Dikkat: Öğrenmek için dikkat etmeniz gerekir. Dikkatinizi dağıtan her şeyin gözlemsel öğrenme üzerinde olumsuz bir etkisi olacaktır. Model ilginçse veya durumun yeni bir yönü varsa, tüm dikkatinizi öğrenmeye adamanız çok daha olasıdır. 

Akılda Tutma: Bilgi depolama yeteneği de öğrenme sürecinin önemli bir parçasıdır. Akılda tutma bir dizi faktörden etkilenebilir ancak bilgiyi daha sonra çekme ve buna göre hareket etme yeteneği gözlemsel öğrenme için hayati önem taşır. 

Taklit Etme: Modele dikkat ettiğinizde ve bilgileri koruduğunuzda, gözlemlediğiniz davranışı gerçekleştirme zamanı gelmiştir. Öğrenilen davranışın daha fazla uygulanması iyileştirmeye ve beceri geliştirmeye yol açar.

Motivasyon: Son olarak, gözlemsel öğrenmenin başarılı olabilmesi için, modellenen davranışı taklit etmek için motive olmanız gerekir. Pekiştirme ve ceza motivasyonda önemli bir rol oynar. Örneğin, zamanında derse girdiği için ekstra puan ile ödüllendirilen başka bir öğrenci görürseniz, sonraki günlerde siz de birkaç dakika erken gelmeye başlayabilirsiniz.

   Sosyal öğrenme teorisinin gerçek dünyada bir dizi uygulaması olabilir. Mesela, araştırmacıların saldırganlık ve şiddet davranışlarının gözlemsel öğrenme yoluyla nasıl aktarılabileceğini anlamalarına yardımcı olmak için kullanılabilir. Medya şiddetini inceleyen araştırmacılar, çocukların televizyonda ve filmlerde tasvir ettikleri agresif eylemleri gerçekleştirmelerine neden olabilecek faktörleri daha iyi anlayabilirler. Ancak sosyal öğrenme, insanlara olumlu davranışları öğretmek için de kullanılabilir. Araştırmacılar sosyal öğrenme teorisini, istenilen davranışları teşvik etmek ve sosyal değişimi kolaylaştırmak için olumlu rol modellerinin nasıl kullanılabileceğini anlamak için kullanabilirler. 

Diğer psikologları etkilemeye ek olarak, Bandura’nın sosyal öğrenme teorisinin eğitim alanında önemli etkileri olmuştur. Bugün, hem öğretmenler hem de ebeveynler uygun davranışları modellemenin ne kadar önemli olduğunun farkındalar. Çocukları cesaretlendirmek ve öz-yeterlik oluşturmak gibi diğer sınıf stratejileri de sosyal öğrenme teorisine dayanır. Bandura’nın gözlemlediği gibi, bildiğiniz her şeyi kişisel deneyimlerinizden öğrenmek zorunda olsaydınız hayat inanılmaz derecede zor ve hatta tehlikeli olurdu. Yaşamınızın büyük bir kısmı sosyal deneyimlerinizden oluşur. Bu nedenle başkalarını gözlemlemenin yeni bilgi ve becerileri nasıl kazandırdığı konusunda hayati bir rol oynaması şaşırtıcı değildir. Sosyal öğrenme teorisinin nasıl işlediğini daha iyi anlayarak, gözlemin bildiğimiz ve yaptığımız şeyleri şekillendirmede oynayabileceği güçlü rol için daha büyük bir takdir kazanabilirsiniz.

TERAPIYA

Çağın en büyük gereksinimlerinden biri de sosyal ağlar… Nasıl etkileniyoruz? Gereksinim ya da ihtiyaçların bağımlılığa dönme riski taşıdığı bir çağdayız. Bu noktada ihtiyaçları yeniden gözden geçirmekte fayda var. 2019 istatistikleri ülkemiz nüfusunun yüzde 63’ünü oluşturan 52 milyon kişinin aktif olarak sosyal medyayı kullandığını söylüyor. 18-44 yaş aralığı da en sık kullanıcı yaş aralığı… Youtube ve Instagram ülkemizde kullanımı en yüksek iki mecra. Haliyle sosyal medyanın bu denli yoğun kullanıldığı bir ortamda mutlaka bireysel sağlık, toplum sağlığı ve ilişkilerimiz bu alanlardan nasibini alıyor.

İlişkiler, belki de sosyal medyadan en çok nasibini alan mecralardan biri. İnsan hayatı ilişkiler üzerine kurulu. Tek başınalık bile kendi ile ilişki içinde olmak demek, yani insan ilişki kavramından bağımsız düşünülemez. Hal böyle olunca ilişki içinde olma, ilişkilenme ihtiyacı bir biçimde karşılanmak zorunda ve günümüz koşullarında sosyal medya bunun için derya deniz. Hem kendimizle hem başkaları ile ilişkilenme için çok boyutlu ve bazen de tehlikeli bir hazine sunuyor. Bu biraz bizim onu nasıl kullandığımız ile ilgili. Onu beslenmek için mi yoksa yaralarımızı kanatmak için mi kullandığımızı bir an evvel fark etmek gerekiyor. Bazen güzel ilişkilerin bitmesine, bazen de güzel bir deneyim yaşamaya hizmet edebiliyor.

Azı karar çoğu zarar. Sosyal medya hesaplarınızın ilişkinizi etkilemesine izin vermeyin! Ne onunla oluyor ne de onsuz… Sosyal medya çoğumuzun hayatının merkezinde. Instagram, Facebook, Youtube ve Twitter derken her haberi, anlık paylaşımları ya da güncellemeleri anında görebiliyoruz. “Ne var bunda?” diyor olabilirsiniz… Ancak iş partner ilişkisine gelince zaman zaman tehlike çanları çalabiliyor. Çiftlerin sosyal mecraları kullanma biçimi ya da geçirdikleri süre büyük önem taşıyor. Sosyal alanları avantajlı şekilde kullanabilmek, çağa ayak uydurabilmenin en güzel yanlarından ama aşırıya kaçıldığında ya da doğru şekilde kullanılmadığında ilişkiler hüzünle sonuçlanabiliyor.

Son yıllarda aldatma ve boşanma oranlarının artmasında sosyal medyanın etkisi var diyebilir miyiz? Boşanma ve aldatma konusunda yükü sosyal medyaya atmak bir nevi ilişkideki kendi sorumluluğumuzdan kaçmak gibi… Ancak etkisi olmadığını söyleyemeyiz elbette. Çünkü diğer seçenekler sanal mecrada gerçekte olduğundan daha güzel, daha parlak ve mutluluk vadedici görünüyor. Diğer yandan gerçek hayatta temas edebileceğimizden daha fazla seçenek ve kolay ulaşım imkanı sunuyor. Bu nedenle elbette ilişkide farklı arayış veya kafa karışıklığı içinde olanlar için kolay bir uygulama alanı yaratıyor. Boşanma gerekçesi olarak sosyal medyada yapılan eylemler karşımıza artık sıkça çıkabiliyor; aldatma konusunda da kolay ulaşılabilir bir mecra. Sosyal medyanın ilişkimize nasıl yansıyacağını da biz belirliyoruz ve tek etkisi bunlar değil elbette.

Bazı ilişkiler sosyal medya mecralarında başlayabiliyor. Bu, ilişkinin geleceğini tehdit ediyor mu? Sosyal medya üzerinden kurulan ilişkiler aslında gerçek hayattaki ilişki biçimlerinin de bir yansıması. Ancak olasılıklar daha fazla, kolay ulaşılabilir ve daha manipüle edilebilir bir halde. Burada sorun sosyal medya değil, kişinin kendi ilişki kurma biçimi, ilişkiden beklentileri ve ilişkide ilerlerken güven parametrelerini gözetip gözetmediği… İlişkinin geleceğini belirleyen de nasıl bir ilişki beklentisi içinde olduğumuzu fark etmek, karşı tarafın buna uygun olup olmadığını değerlendirebilmek ve elbette ilişkiyi tek bir mecradan çıkarıp gerçek hayatın içinde gözlemleyebilmek oluyor. Tabii istediğimiz böyle bir ilişki ise… Önemli bir diğer nokta da bir ilişkinin (uzun süreli güven içeren bir ilişki) süreç içinde gelişmesi ihtiyacına rağmen, sanal dünyada her şeyin çok hızlı olup bittiği hissini yaratması oluyor.

Sosyal medya hesaplarında başkalarının yaptığı paylaşımlar kıyas yapmaya, rekabet ve hırsa teşvik ediyor denilebilir mi? Kişisel motivasyonunuz burada önem kazanıyor. Elbette sizin yapmayı arzuladığınız ancak ulaşamadığınız şeyleri başkalarının hayatında kolaylıkla ve keyifle yer aldığı hissine kapılabilirsiniz ve bu sizi yorabilir. Çünkü orada genelde sadece sonuç ve tek anlık en iyi kareler yer alıyor. Diğer yandan gerçek yaşamda eylemde bulunmayıp yalnızca sosyal medyada pasif bir gözlemci olarak yer alıyorsanız bu duygulara kapılma riskiniz daha büyük olabiliyor.

İlişkinin sağlam temellerde ilerleyebilmesi ve etkilenmemesi için sosyal medya kullanımı nasıl olmalı? Kullanmamak, kesin çözüm olabilir mi? Sosyal medyayı kullanıp kullanmamak kişisel bir tercih. Hiç dahil olmamayı ya da bir hesap açıp izleyici olmayı ya da aktif paylaşımlar yapmayı seçebilirsiniz. Bunu başkalarının paylaşımlarını gözlemek, ticaret veya reklam, bilgi paylaşımı ya da duygu paylaşımı için veya başka pek çok amaçla da kullanabilirsiniz. Ancak sosyal medyayı kullanım biçiminiz veya sürenizin ilişkinize olumsuz yansıdığını fark ediyor, partnerinizden serzenişe maruz kalıyorsanız, kendinize dönüp neler oluyor bakmakta bir fayda var. Sorun partnerinizle mi, yoksa sosyal medya ile olan ilişkinizden mi kaynaklanıyor?

Sosyal mecralarda her an herkese ulaşmak çok kolay. Bu ilişkideki güven mekanizmasını nasıl etkiliyor? Güven duygusu, ilişkinin en temel bileşenlerinden biri. Kriterler kişiden kişiye değişse de karşılıklı olarak bunun sınırlarını belirlemek mümkün. İlişki biçimimiz, beklentilerimiz konusunda açık olmak ve karşı taraf ile konuşmak önemli. Diğer yandan partnerimizin davranışları, sosyal medyadaki etkileşim alanı, sosyal medyayı kullanma biçimi çiftler arasında ciddi sorunlara yol açabiliyor. Sadece görsellik üzerinden aktarılan beğeni, sadece görselliğe odaklı etkileşim biçimi karşılaşılan sorunların temelinde yatıyor. Diğer önemli nokta da sosyal medyada geçirilen zaman. Çiftler bir arada oldukları sınırlı zamanda dahi zamanın çoğunu sanal ortamda geçirme eğilimi gösteriyor ve bu durumda karşıda başka bir partner olma riski olmasa da başka yöne kanalize olan bu abartılı ilgi güven duygusunu oldukça zedeliyor.

İlişkiyi sürekli paylaşmak ne derece doğru? Çevreden, takipçilerden onaylanma ihtiyacından bahsedilebilir mi? Paylaşım yapma motivasyonu daha çok olumlu duygu ve olumlu anlar üzerine. Ancak dikkatli bakarsanız kimilerinin de sürekli sorun iletme ve yardım arayışı ile de orada olduklarını görürsünüz. Bu da kişiden kişiye değişen bir tarz. Neyin daha çok talep gördüğü ile ilgili. Sosyal medya kullanımının en temel motivasyonunun ise onay ve beğeni alma üzerine kurulu olduğunu düşünürsek, evet bir onay mekanizmasından bahsedilebilir. Ancak kişiler birbirlerine zarar vermedikleri sürece istedikleri motivasyon ile paylaşım yapma özgürlüğüne sahip. Burada tüketici olarak bizim neyi nasıl aldığımız konusunda bilinçli ve sorumlu olmamız gerekiyor. Hem ilişkimiz hem de kendimiz için farkındalık önemli.

 Uzm. Klnk. Psk. Handan Ergün Hoşrik

Yeni koronavirüs nedeniyle alınan sosyal izolasyon önlemleri doğrultusunda, toplumun büyük bir çoğunluğu evden çıkmıyor. Bu süreçte günlük yaşam alışkanlıklarının değişmesi, hastalığa yakalanma endişesi; bir yandan iş, eğitim hayatı ya da diğer bireysel sorumlulukların devam etmesi ve tüm bunlar olurken çiftlerin birlikte çok fazla zaman geçirmesi, ikili ilişkileri de olumsuz etkileyebiliyor.

Sınırlı bir alanda normalden daha stresli ve belirsiz koşullarda uzun süre bir arada kalmak,  ilişkilerde hem pozitif hem de negatif dinamiklerin harekete geçirmesine neden olmaktadır. Normalde son derece uyumlu olan çiftler bile bu zorlu dönemde karşılıklı olarak tutum ve davranışlarını rahatsız edici bulabilir, birbirlerine tahammülleri azalabilir. İletişim becerileri zayıf, aşırı eleştirel, birbirlerini takdir etme ve anlama eğilimleri zayıf olan çiftler için ise bu süreç yıkıcı sonuçları hatta boşanmaları da beraberinde getirebilmektedir. Ancak tüm olumsuzluklarına rağmen bu dönemi ilişki için bir fırsata dönüştürmek de mümkündür. 

Değişen rutinler ve kısıtlamalar gün içinde duygu durumumuzda gelgitlere sebep olabilir. Bu da çiftler arası çatışma ortamını tetikleyebilmektedir. Tartışma sonrası partnerinizin sizin peşinizden gelmesi, mola vermeyi zorlaştırabilir ve tartışmayı alevlendirebilir. Partnerinize doğrudan “Şu an çok sinirliyim, kendime vakit ayırmak istiyorum ve öfkemi dindirmek istiyorum” gibi cümleler kurmak birbirinizi anlamanıza yardımcı olabilir. Dış ve iç gerçekliği dengelemek için, kişinin kendisine ve çevresine iyi bakması gereken bu süreçte; çiftlerin duygusal ve insani temaslarını artırmaları, birbirlerinin gözüne daha çok bakarak konuşmaları, ev içindeki işbölümünde sorumlulukları paylaşmaları, çift olarak adaptasyon ve uyumlanma hızını artırabilir.

Romantik ilişkilerdeki çeşitli zorluklar, aynı zamanda gelişme olanakları da sağlayabilmektedir. Pandemi sürecinin psikolojik, sosyolojik ve de ekonomik etkilerine herkesin uyumlanma süreci değişkenlik gösterir. Gün içinde aynı evde olsanız bile kendinize özel fiziksel bir alan yaratmanız, kendi duygusal ihtiyaçlarınızı da karşılayabilmek için size ruhsal anlamda faydalı olacaktır. Yaşanılan olayların sizi nasıl etkilediğini keşfetmek, ilişkinizdeki çatışmaların da çözümüne katkı sağlayacaktır. Engellenme eşiğinin ve stres toleransının düştüğü bu dönemde, çiftlerin birbirlerine sevgilerini ve takdirlerini daha çok ifade etmeleri, empati göstermek için fırsatlar bulmaları, ilişkiye değer katacaktır.

Partnerinizin zihnini okumak yerine, onunla açık ve şeffaf diyaloglar kurun.
Kesintisiz beraber olma fırsatı ve zaman zenginliğini; anılarınızı gözden geçirerek, ortak arkadaşlarınızla iletişim kurarak değerlendirin. Bir rutin belirleyerek (kahvaltı saati, kahve saati, uyku saati gibi) günlük program dahilinde ortak hareket edin. Birbirinizin özel alanlarına saygı duyun (müzik dinlemek, kitap okumak, yakın çevre ve arkadaşlarla iletişim ) ve bireysel aktivitelere gün içinde zaman ayırın. Çift olarak size keyif veren (evde birlikte egzersiz yapmak, yemek yapmak, dizi izlemek gibi) aktiviteleri artırın. Stresle farklı şekilde baş eden, farklı insanlar olduğunuzu unutmayın.

Karantina günleri ilişkiler açısından önemli fırsatlar da içermektedir. Daha önce trafikte ve mesaide harcanan zaman, ilişkileri olumsuz etkilerken; sosyal izolasyon, evde partnerinizle kaliteli ve derin bağ kurmak için alan yaratmaktadır. Ortak hedeflerin belirlenmesi ve aynı ev içinde hoşunuza giden ilgi alanlarında hareket etmek, bu bağı güçlendirebilir.

Kendinizin ve eşinizin duygusal ihtiyaçlarının farkında olun

Sevileni ve sevgiyi korumanın önemli yollarından biri de, kendini iyi ifade edebilmektir. Uyumlu çiftlerin, kendi uyumsuzluklarının ve duygusal ihtiyaçlarının temelindeki nedenlerin farkında olan, aynı şekilde karşı tarafın da doyurulması gereken istek ve ihtiyaçlarına duyarlı olan kişilerden oluştuğu görülmektedir. Çiftlerin karşılıklı olarak birbirlerine değer verdiklerini hissettirmeleri önemlidir.  

Uzm. Psk. Gizem Mine

Hiçbir neden yokken aşırı enerjik, sağlıklı ve mutlu ya da hiç olmadığı kadar mutsuz ve depresif hissetmek gibi belirli bir süreci kapsayan iniş ve çıkışlar duygudurum bozukluğu belirtilerindendir. Adından da anlaşılacağı gibi duygudurum bozukluğunun özellikle duygusal alanı ilgilendiren bir hastalıktır. Duygudurum bozukluğunun toplum içinde görülme oranı anksiyete bozukluklarıyla karşılaştırıldığında sosyoekonomik koşullara çok daha az bağımlı. Bu nedenle anksiyeteyle bağlantılı bozukluklara oranla daha az göze çarpan, biraz daha arka planda kalmış bir hastalıktır. Fakat psikiyatri ve psikolojiye olan ilginin giderek artması ve duygudurum bozukluklarının kendine özgü özelliklerinin edebiyat ve görsel sanatlar alanında da daha çok ele alınması, soruna karşı merak ve öğrenme isteğini artırmış durumda.

Duyguların dalgalanmasının normal olduğunun ve içinde bulunulan şartların sürekli değişkenlik gösterebilir. Buna bağlı olarak duygularımız da sürekli iniş çıkış halindedir. Gün içinde ve aylık ya da mevsimsel gibi daha uzun süreli periyodları düşündüğümüzde bu değişkenliği kolayca fark edebiliriz. Duygularımızın şartlara ve bizim iç halimize göre değişkenlik göstermesi sağlıklı bir durumdur. Kötü şeyler yaşanırken kötü hissetmek depresyon olmadığı gibi, iyi şeyler yaşanırken mutlu ve heyecanlı hissetmek de mani değildir.

Duyguların çevreyle insan arasındaki ilişkinin ne kadar uygun ve olumlu olduğunu gösteren bir ölçüm aracı gibi kabul edilebilir. Ortam genel anlamda bizim için ne kadar olumluysa biz de o kadar rahat, ortama açılmaya istekli ve kendimizi canlı hissederiz. Bir tehlikenin olmadığı, sevdiğimiz insanlarla birlikte olduğumuz bir ortam doğal olarak bizi daha enerjik, güçlü ve çevreye açılmaya istekli hissettirir. Tam tersi bir durumda ise savunmacı, içe kapanık, tedirgin ve mutsuz hissetmemiz beklenir ki nitekim bu normaldir. Sürekli karamsar, mutsuz, çaresiz hissediyorsunuz fakat devam eden hayatınızda bunun gerçek bir nedeni yoksa bu duruma depresyon demek daha doğru olur. Aynı aksaklığın tersini de mani olarak tarif edebiliriz. Yani sürekli anlamsız biçimde iyi, güçlü, sağlıklı ve mutlu hissediyorsunuz ama bunun hayatınızda gerçek bir nedeni yok. Ancak bir duruma mani ya da depresyon demek için bir sürecin olması gerektiği unutulmamalı. Günlük duygusal dalgalanmalar, değişen faktörlere bağlı olarak gün içinde değişiklik gösteren duygusal değişimler mani veya depresyon olarak ifade edilmez.

Depresif atakların belirtilerinin çok benzer olan başka bozukluklarla çok kolay karıştırılabilir. Özellikle ağır yaşam olaylarına tepki olarak doğan depresif mizaçlı uyum bozuklukları ve karışık tip anksiyete ve depresyon bozukluğu duygu durum bozuklukları içinde yer alan depresyon ile çok karıştırılan, dikkatle ayırıcı tanısı yapılması gereken bozukluklardır. Bu her iki bozukluk da anksiyete bozuklukları içinde yer alır. Günlük yaşama dair olaylarla bağlantısı ve psikososyal stres faktörleriyle tetiklenebilme özellikleri ön plandadır.

Bipolar bozukluk, ağır depresyon atağı (major depresyon): Depresyon ataklarının ve mani ataklarının farklı zamanlarda ortaya çıktığı durumdur. Bipolar duygudurum bozukluğu yaşam sürecinde bazen birbiri ardına eklenen bazen ise yıllar sürebilen aralıklarla tekrarlayan mani ve depresyon ataklarını tarif eder. Her yaşta ortaya çıkabilir. Genel kabul olarak sadece tekrarlayan mani ataklarıyla seyreden bir bozukluk olmadığı, şiddeti düşük olsa da aralarda depresyon ataklarının bulunması gerektiği düşünülür.

Tekrarlayıcı depresif bozukluk: Tekrarlayan depresyon ataklarının görüldüğü durumdur. Bu bozukluklarda atakların belli bir süreyi kapsaması gerekir; ataklar günlük ya da haftalık hızlı duygusal değişiklikleri tarif etmek için kullanılmaz. Kısa süreli, ani duygusal değişiklikler daha çok anksiyete bozukluklarının bir belirtisi olarak düşünülmelidir. Depresyon ve tekrarlayıcı depresif bozukluk, adından da anlaşılacağı gibi mani dönemi içermeyen, depresyon ataklarıyla devam eden bir süreçtir.

Sık döngülü duygu durum bozukluğu ve distimi: Günlük hayata yayılmış, uzun süren ve neredeyse sürekli etkisi altında olunan bozukluklar olarak düşünülebilir. İnatçı duygu durum bozuklukları olarak kabul edilen distimi, klinik belirtileri silik ancak varlığını hep hissettiren hafif bir depresyon halinin çok uzun süre boyunca devam ettiği bir bozukluktur. Sık döngülü duygu durum bozukluğu ise haftalık ya da birkaç haftalık duygu durum değişikliği periyotlarının sürekli devam ettiği bir durum olarak düşünülebilir. Burada da duygu durum değişiklikleri varlığını hissettirmekle birlikte klinik belirtiler silik ve düşük şiddette seyreder.

Psikiyatri Uzmanı Dr. Cem Hızlan

Comments are closed.