logo

Anlatacak bireysel bir hikayen var.

Travma sonrası ortaya çıkabilecek belirtiler

Pek çok çocuk bir kaza sonrasında tekrarlayıcı, rahatsız edici düşüncelerle boğuşur. Bu her zaman olabilse de, en çok çocuk sakinken ya da uykuya dalmak üzere iken görülür. Diğer zamanlarda travmayla ilgili anılar çevrenin ilişkili uyarılarıyla hatırlanır. Örneğin; deprem sırasında enkaz altında kalan ve yaralanan yengesinin yanında gördüğü kedinin yüzünü gözünün önünden silemeyen 8 yaşındaki erkek çocuk kedi görmeye tahammül edemiyor, yemek yiye­miyor, kabuslar görüyor ve annesinin yanından ayrılmıyordu. Onu rahatlatan tek şey, kediyi kovalaması, yengesi için yardım çağırması ve yaşamını kurtararak sorunla baş edebilmesiydi. Çocuk ve gençlerde uyku bozukluklarına özellikle ilk haftalarda çok sık rastlandığı, karanlık korkusu, kabuslardan korkma ve gece sık  sık  uyanma   gibi,   belirtilerle   sık karşılaşıldığı belirtilmektedir. Ayrılma kaygısı çocuklarda   olduğu   gibi   gençlerde   de görülebilmektedir. Örneğin, çocuk cerrahisinde yatan, anne ve babası depremde ölen 50 günlük bir bebeğin yanında refakatçi olarak kalması gereken babaannesiyle birlikte hastanede bulunan, 18 yaşındaki genç bir kızda bile ciddi ayrılma kaygısı olduğu, tuvalete bile yalnız gidemediği tarafımızdan değerlendirilmiştir. Bazı çocuklar arkadaşlarıyla ve ailesiyle beraberken daha saldırgan, hırçın ve sinirli olabilmekte ve duyularını  açığa vura­mamaktadır. Ailesi ya da arkadaşları sıklıkla onları daha fazla yaralamamak için soru sormadıkları zaman da bunu reddedilme olarak algılayabilmektedirler.
Çocuklarda dikkati yoğunlaştırmayla ilgili güçlükler ve bellek sorunları da görülebilir. Bu sorunlar yeni bilgiyi öğrenmede ya da eskisini hatırlamada güçlük olarak kendini ortaya koyabilir. Ancak  izleme çalışmalarında bu sorunların iki sene içersinde büyük oranda gerilediği görülmüştür. Çocuk ve gençler, ortamdaki tehlikelere karşı çok daha duyarlı hale gelirler ve diğer olayların haberlerinden bile rahatsız olurlar. Hastahanede izlediğimiz hemen hemen tüm çocuklarda, televizyondaki sadece depremle ilgili olan değil, olumsuz bilgiler içerebilecek tüm haberlere karşı bir kaçınma vardı. Genel olarak yaşayanlar hayatın çok kırılgan olduğunu öğrenmişler ve bu onların yaşama bakışını değiştirmiş, inançlarını, değerlerini ve insanlara olan güvenlerini yeniden sorgulamalarına neden gördüğü kedinin yüzünü gözünün önünden silemeyen 8 yaşındaki erkek çocuk kedi görmeye tahammül edemiyor, yemek yiye­miyor, kabuslar görüyor ve annesinin yanından ayrılmıyordu. Onu rahatlatan tek şey, kediyi kovalaması, yengesi için yardım çağırması ve yaşamım kurtararak sorunla başedebilmesiydi. Çocuk ve gençlerde uyku bozukluklarına özellikle ilk haftalarda çok sık rastlandığı, karanlık korkusu, kabuslardan korkma ve gece sık  sık  uyanma   gibi,   belirtilerle   sık karşılaşıldığı belirtilmektedir. Ayrılma kaygısı çocuklarda   olduğu   gibi   gençlerde   de görülebilmektedir. Örneğin, çocuk cerrahisinde yatan, anne ve babası depremde ölen 50 günlük bir bebeğin yanında refakatçi olarak kalması gereken babaannesiyle birlikte hastanede bulunan, 18 yaşındaki genç bir kızda bile ciddi ayrılma kaygısı olduğu, tuvalete bile yalnız gidemediği tarafımızdan değerlendirilmiştir. Bazı çocuklar arkadaşlarıyla ve ailesiyle beraberken daha saldırgan, hırçın ve sinirli olabilmekte ve duyularını  açığa vura­mamaktadır. Ailesi ya da arkadaşları sıklıkla onları daha fazla yaralamamak için soru sormadıkları zaman da bunu reddedilme olarak algılayabilmektedirler.

Çocuklarda dikkati yoğunlaştırmayla ilgili güçlükler ve bellek sorunları da görülebilir. Bu sorunlar yeni bilgiyi öğrenmede ya da eskisini hatırlamada güçlük olarak kendini ortaya koyabilir. Ancak” izleme çalışmalarında bu sorunların iki sene içersinde büyük oranda gerilediği görülmüştür. Çocuk ve gençler, ortamdaki tehlikelere karşı çok daha duyarlı hale gelirler ve diğer olayların haberlerinden bile rahatsız olurlar. Hastahanede izlediğimiz hemen hemen tüm çocuklarda, televizyondaki sadece depremle ilgili olan değil, olumsuz bilgiler içerebilecek tüm haberlere karşı bir kaçınma vardı. Genel olarak yaşayanlar hayatın çok kırılgan olduğunu öğrenmişler ve bu onların yaşama bakışım değiştirmiş, inançlarım, değerlerini ve insanlara olan güvenlerini yeniden sorgulamalarına neden olmuştur. Gençler, yaşadıkları bazı deneyimlerden sonra  değerlerinin,   inançlarının  sarsıldığını, yıkıldığını,   gelecekle   ilgili   beklentilerinin azaldığını, önceliklerinin değiştiğini ve yoğun isyan   duygusu   içinde   olduklarını   belirt­mektedirler. Bazıları gündelik bir yaşam sürerken, diğerleri günlük olayları basit, önemsiz olaylar olarak görmeye başlamaktadır. Bazı çocuk ve gençlerde  ilişkili  konularla  ilgili  korkular başlarken, diğerlerinde olayla ilgili şeylerden kaçınma görülebilmektedir. Yaşayanın suçluluğu, yani niye kendisinin değil de diğerlerinin öldüğü, niye daha fazla insan kurtaramadığı, niye böyle çaresiz  olmak  durumunda  kaldıkları,  niye insanların  göz göre  göre  ötmek  zorunda bırakılması şeklinde pek çok sorular ortaya çıkabilmektedir. Deprem bölgesinde görevli bir askerimiz araba sürerken ‘sanki cesetler kolumdan geri çekip, bizi de kurtar diye yalvarıyorlar’ düşüncesini   kafamdan   atamıyorum   diyerek güçlüğünü vurgulamıştır. Saplantı ve depresyonun oldukça yüksek oranlarda  görüldüğü  araş­tırmalarla  da  ortaya  konmuştur.   Öz kıyım düşünceleri ve madde kullanımının da görüle­bildiği belirtilmektedir. Ayrıca, çocukların bir kısmında belirgin kaygının geliştiği, ancak panik ataklarının  ortaya  çıkmasını  yıllar  sonra olabildiği vurgulanmaktadır.

Pek çok çocuğun önceden ilgi gösterdiği aktivitelere ilgi göstermez hale gelebildiği, içe kapandığı ve bedensel yakınmalarının olduğu da belirtilmektedir. Okul öncesi çocukların çok daha fazla regresyon, davranım bozukluğu ve saldırgan davranışlar gösterdikleri üzerinde de durul­maktadır. Ortopedi kliniğinde yatan dört yaşındaki bir çocuğumuz, iki yıl kadar önce tuvalet eğitiminin tamamlanmış olmasına rağmen, dep­remden sonra devamlı altına çiş ve kakasını kaçırıyor ve dedesinin yanından ayrılmakta güçlük çekiyordu.


TRAVMAYA PSİKOLOJİK TEPKİLER VE BUNLARA YAKLAŞIM

Deprem ve bunun yarattığı yıkım insanların günlük deneyimlerinin   çok   ötesindedir. Depremin önceden kestirilemez olması ve o anda yaşanan  çaresizlik  hissi,  kişilerin üzerindeki etkisini daha da arttırmaktadır. 17 Ağustos   depreminin   şiddeti,   etkilediği bölgenin büyüklüğü, yarattığı yıkım ve kayıplar, uzun  süre  devam  eden  artçı depremler,  geciken  kurtarma çalışmaları, depremzedelerin karşılaştığı barınma gibi sorunlar  bu  felaketin  etkisini   önceden karşılaşılan benzer felaketlerin etkisinin çok üstüne çıkarmıştır. Depremlerle ve diğer doğal afetlerle beraber insan yapımı afetler de diyebileceğimiz tecavüz, saldırı, savaş, trafik kazası, bir yakının kaybı veya öldürülmesi gibi olaylar da insanlarda benzer tepkilere yol açmaktadır.  Bunlardan  kişinin  işlevlerini bozacak kadar şiddetli olanlar ilk bir ay için Akut Stres Bozukluğu, bir aydan sonraki dönem  için  de  Travma  Sonrası  Stres Bozukluğu  olarak adlandırılır (Amerikan Psikiyatri  Birliği,   1994).   Hasta  olarak nitelendirilmemesi gereken pek çok normal bireyde de, benzer belirtiler özellikle ilk bir ay içerisinde ortaya çıkabilir. Bu stres, normal olmayan bir duruma normal bir cevap olarak tanımlanabilir. Bu yüzden, tanı sistemlerinde yer alan ‘işlevselliğin bozulması’ kavramı çok önemlidir ve tanı koymakta acele edip bu insanların etiketlenmesinden kaçınılmalıdır. Deprem bölgesindeki kişilerle ilişki kurulduğunda yaşadıkları pek çok deneyimin normal bir sürecin parçası olduğu onlara bildirilmeli ve bu kişiler bu açıdan rahatlatılmalıdır. Ruh sağlığı çalışanlarının en önemli görevi bu sorunların uzamasını engellemektir.

Ursano ve arkadaşlarının aktardığına göre (1999), böyle bir travmaya cevap dört dönem içerir. Birinci dönem, felaketin hemen sonrasıdır. Bu dönemde inanmamayı, korku ve konfüzyonu içeren güçlü duygular vardır, insanlar birbirine yardım etmeye çalışır, kurtarma personeli, aile ve komşular en çok kullanılan destek sistemleridir. İkinci dönem, olaydan sonraki ikinci hafta başlar ve birkaç ay sürebilir. Bu dönemde tekrar inşa çalışmaları başlar, felakete uğrayan topluluğa dışarıdan yardımlar gelir. Bu uyum döneminde inkar ile rahatsız edici belirtiler birbirini izler. Uyum döneminin basında rahatsız edici belirtiler, son kısmında ise inkar daha belirgindir. Bu dönemde bulantı, yorgunluk, kızgınlık, ilgisizlik gibi belirtilerle doktorlara başvuru sıklaşır. Üçüncü dönem, bir yıla kadar devam eder, burada verilen sözlerin tutulmamasını izleyen hayal kırıklığı baskındır. Felakete uğrayan topluluğun birlik duygusu azalır ve bireysel sorunlar öne çıkmaya başlar. Son dönem olan yeniden yapılanma ise yıllar sürebilir. Bireyler tekrar yaşamlarım düzene koyarlar. Bu belirtilerden kurtulmak için başlangıçtaki yakınmaların olayın tekrar değerlendirilmesiyle çözülmesi, anlamlandırılması ve yeni bir benlik kavramıyla bütün­leştirilmesi gerekir.

Travmatik olayın doğası: Yeteri kadar tehdit edici olan bir olayla karşılaşan herkeste travma sonrası stres bozukluğu ortaya çıkabilir. Ancak her birey olaya farklı tepkiler gösterebilir. Bu yüzden kişisel farklılıklar göz önüne alınmalıdır. Olayın ne denli yakınında bulunulduğu da önemlidir. Yapılan çalışmalarda travmaya fiziksel olarak daha yakın olanların travmanın psikolojik etkilerinden daha fazla etkilendiği görülmüştür. 1988’deki Ermenistan depreminden sonra Pynoss ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada da depremin merkezinde yaşayan çocukların, çevre şehirlerde yaşayanlara göre çok daha fazla belirti gösterdiği izlenmiştir (1993). Kişinin olay sırasında öleceğini düşünüp düşünmediği, ölü ve yaralı insanları görüp görmediği, yakınlarını kaybedip kaybetmediği, olayın ani olması ve yaşamı tehdit etme derecesinin önemli olduğu belirtilmektedir. Toplum kişinin fiziksel ve duygusal destek sistemini oluşturduğundan toplumun geniş kesimini etkileyen, insanların iş kaynaklarını yok eden felaketler daha fazla etki gösterir.

Risk ve koruyucu/aktörler

Afet anlarında psikolojik bakımın en temel ve ana işlevi fiziksel bakımın sosyal açıdan desteklenmesidir. Fiziksel bakım, psikolojik bakımdır ve tüm organizasyonların temel işlevidir. Koruyucu etmenler açısından bu konu anahtardır.

Yaş: Değişik yaş gruplarında belirtilerin biçiminin değiştiği üzerinde durulmaktadır.

Cinsiyet: Bazı çalışmalarda kadınların, bazılarında da erkeklerin sorunlara çok duyarlı olduğu belirtilmektedir.

Okul:  Psikolojik yardım kabul eden okullarda 5 ay sonraki kaygı ve korku puanları daha düşük çıkmıştır. Bu sonuç, okulun tavrının korunmada önemli olduğunu düşündür­mektedir.

Bireysel özellikler: Bilgi edinmeye çalışma, deneme girişiminde bulunma, olumlu biçimde kendi kendine konuşma, dikkatin başka yöne çevrilmesi, gevşeme ve düşünceleri durdurma gibi yöntemleri kullanan çocukların daha az endişe yaşadığı görülmüştür. Band ve Weisz’e (1988) göre, çocuklarda birincil ve ikincil başa çıkma modelleri vardır. Birincil başa çıkma modelinde, çocuk rahatsızlık veren uyaranı doğrudan değiştirmeye çalışır, örneğin kaçar. İkincil başa çıkma çıkma modelinde ise rahatsızlık veren uyaranın varlığı kabul edilir ve en az rahatsızlık hissedecek davranış bulunmaya çalışılır. Birincil başa çıkma yöntemleri genelde yetersiz kalır ve yaşın ilerlemesine paralel olarak ikincil başa çıkma yöntemlerinin kullanımı artar.

Olaya ailenin, toplumun, bireyin yüklediği anlam  olayın  yaratacağı  sonuçları  etkiler. Bireylerin   kendini   sorumlu   tutması   veya önlenebilir olduğunu düşünüp sorumlu gördüğü kişilere yönlendirdiği öfke gibi konular önemlidir. Her bireyin olaya yüklediği anlam geçmiş yaşantılarının ve mevcut fizyolojik durumunun ve ortamının etkisiyle oluşur. Anlam durağan değil değişkendir, kişinin psikososyal ortamı değiştikçe olaya yüklediği anlam da değişir.

Aile: Travmatik olaydan sonra evini, işini ve gelirini yitirerek ikinci bir travma yaşayan kimi aileler birbirine destek olurken, kimi ailelerde eşler arası tartışma ve şiddet olayları görülebilir ve bu durum çocuklara da yansır. Anne baba kendi duygusal cevaplarını denetlemede zorlanıyorsa çocuklarına daha az yardımcı olacaktır. İlk anda duyularını paylaşmakta güçlük çeken aileler daha sonra bu paylaşımı isteyebilmektedir. Travma sonrası çocukların bir kısmı ailelerini de üzmemek kaygısı ile deneyimlerini onlarla paylaşamamaktadırlar. Afet sonrası yetişkinlerin karşılaştığı ve uzun süreli olabilen ev, iş gibi kayıplar çocukların fiziksel istismar riskini arttırabilir (Adams ve Adams, 1984).

Yüksek risk grupları: Kurtarma çalışmalarında görev yapan her türlü kişiler, izciler, askerler, polisler, enkaz çalışmalarında çalışan işçiler, özellikle aynı zamanda yakınlarım yitirmiş olan kişiler ve onlara destek veren gönüllüler (ruh sağlığı çalışanları dahil), afetin unutulmuş kurban­ları olmamalı ve onlara da destek sağlanmalıdır.

Büyük depremler, insanların başına aniden gelir ve herkesi sarsar. Bu türden bir deprem felaketine maruz kalan bazı kişilerde, fiziksel bir yaralanma olmasa bile, duygusal sorunlar ortaya çıkabilir. Doğal afetlere her insan çeşitli türden tepkiler gösterir. Bu tepkiler tamamen normaldir. Bunların neler olduğunu bilmenizin, olayın psikolojik etkilerinden daha çabuk kurtulmanıza yardımı olacaktır.
Şiddetli depremden hemen sonra, tipik olarak bir şok tepkisi içine girebilirsiniz.
Hatta bazı insanlarda şok o derece ağırdır ki, yüz ifadeleri olaydan hiç etkilenmemiş gibi donuklaşır. Bu durum, aslında yoğun ızdıraba karşı vücudunuzun verdiği normal bir tepkidir. Bir süre için kendinizi uyuşmuş, yaşamdan kopmuş gibi hissedebilirsiniz. Hatta olayın hiç olmadığını düşünebilirsiniz.
İlk şoktan sonra herkes aynı tepkileri göstermez. Aşağıda belirtilenler, böyle bir felaket durumuna karşı insanların gösterdikleri normal tepkilerdir:
Korku, endişe, suçluluk, pişmanlık, öfke, karamsarlık, panik, çaresizlik ve utanç gibi duygular çok derin ve yoğun yaşanır. Bu duygular sık sık değişebilir. Kendinizi eskiye kıyasla daha sinirli hissedebilirsiniz. Bazı duygularda ani iniş-çıkışlar olur. Endişeli, sinirli ya da karamsar olabilirsiniz.
Düşünce ve davranışlarınız olayın etkisi  altındadırOlayla   ilgili anılarınızı  tekrar tekrar  anlatmak ihtiyacı duyarsınız. Yaşadıklarınız gözünüzün önünden gitmez. Her an tekrar deprem olacakmış gibi hisseder, korku duyabilirsiniz. Dikkatinizi yaptığınız işe vermekte ya da karar vermekte zorlana­bilirsiniz. Kafanız kolayca karışabilir. Hafızanızda problemler olabilir. Olan bitenlere inanmakta güçlük çekebilirsiniz. Uykunuz, yeme düzeniniz ve iştahınız bozulabilir. Ancak güçlü kalmak, yakınlarınıza ve çevrenize yardımcı olabilmek için, elinizden geldiğince ve olanaklar elverdiğince iyi beslenmeniz ve dinlenmeye çalışmanız gerektiğini unutmayın.
Aynı felaketi yaşayan kişilerle sürekli olarak konuşma ihtiyacı duyabilirsiniz. Ama zaman zaman da içinize kapanıp hiç konuşmadan sadece düşünmek isteyebilirsiniz. Bunlar normaldir. Başka insanlarla sık sık konuşmanızın, duygularınızı pay-iaşmanızın size yararı olacaktır. Çekin­meyin.
Yoğun stresten ötürü vücudunuzda bazı belirtiler ortaya çıkabilir: Örneğin, baş ağrıları, bulantı ve göğüs ağrısı olabilir.

Daha önce sürekli tedavi gerektiren tıbbi bir rahatsızlığınız varsa, şiddeti artabilir. Bu durumda tıbbi yardıma başvurunuz. Şu noktayı anlamak çok önemlidir: Aynı olaya herkes aynı tepkiyi göstermez. Bazı insanlar hemen tepki gösterir, bazılarının tepkisi ise aylar, hatta yıllar sonra, gecikmeli olarak ortaya çıkabilir. Bazılarının yaşadığı rahatsızlık verici tepkiler uzun zaman sürer, bazı kişiler ise çok çabuk eski hallerine dönerler. Tepkiler zaman içinde de değişir. Bazıları olayın yaşandığı sırada çok enerjiktirler ve sanki bu enerji sayesinde, olayla daha kolay başederler, ama hemen sonra umutsuzluk ve karamsarlık yaşarlar. Merak etmeyin. Şimdi size imkansız gibi görünse de, zamanla bütün bunlar düzene girecektir. Moralinizi olabildiğince yüksek tutmaya çalışın.

Çocuklar için neler yapmalı?

Bu depremden sonra yaşanan korku ve kaygı, özellikle çocuklar için çok zorlayıcıdır. Bazı çocuklar, daha küçük yaşlarda normal olan parmak emme, altını ıslatma gibi davranışlara geri dönebilirler. Kabuslar görebilir, yalnız yatmaktan korkabilirler. Okul başarıları etkilenebilir. Ayrıca daha sık öfke nöbeti gösterebilir ya da içlerine kapanıp, yalnız kalmak isteyebilirler.

Bu çocuklar için yapabileceğiniz bazı şeyler aşağıda sıralanmaktadır:

  • Onlarla daha fazla zaman geçirin. Olaydan hemen sonraki  günlerde çocuğunuz sizden ayrılmak istemeye­bilir. Sık sık elinizi tutmak, kucağınızda oturmak, boynunuza sarılmak isteyebilir. Eteğinize yapışıp ayrılmayabilir. Her fırsatta sizinle konuşmak ister. Yatmak istemez. Bunlara göz yumun, anlayışlı davranın. Onlara dokunun, sarılın. Bu tür fiziksel temas çocukları çok rahatlatır.
  • Gerginliklerini azaltmak için onlara oyun imkanları tanıyın. Resmi kurum­ların açtığı çocuk merkezlerine gönderin. Buradaki oyun ve resim yapma faaliyetlerine katılmalarını teşvik edin. Küçük çocuklar resim yaparak olayla ilgili gerginliklerinden kurtulabilirler. Yaşadık­larını resme dökmeleri onlar için yararlıdır.
  • Daha büyük çocuklarınızın sizinle ayrıntılı konuşmalarına izin verin, duygu ve düşüncelerini ifade etmeleri için onları destekleyin, yüreklendirin.

Bu   sayede   felaketle   ilgili   olarak kafalarındaki sorulara cevaplar bulabilirler ve korkuları azalır. Sordukları soruları onların anlayabileceği biçimde cevaplamaya çalışın. Sık sık onları sevdiğiniz;, korkularını ve kaygılarım anladığınızı gösterin. Yemek yemek, oynamak, uyu­mak gibi faaliyetleri mümkün olduğunca belli saatlerde yapmalarını sağlamaya çalışın. Çocuklarınıza hayatın artık normale dönmekte olduğu duygusunu vermeye çalışın.

Kendinize ve ailenize nasıl yardımcı olabilirsiniz?

Duygusal olarak yeniden eskisi gibi sağlıklı bir duruma gelebilmeniz ve yaşamınızın kontrolünü yeniden ele geçirebilmeniz için yapabileceklerinizden bazıları şunlardır:

  • Bu dönem, kuşkusuz yaşamınızın zor bir dönemidir. Toparlanmak ve kendinize gelmek için zaman tanıyın. Kayıplarınız için yas tutmanız en doğal hakkınızdır. Duygularınızda iniş çıkışlar olması normaldir. Kendinize karşı sabırlı olun.
  • Bu olayı yaşayan   herkes,   sizin hissettiklerinize     benzer     şeyler hissetmektedir.   Onlarla   dayanışma içinde olun, duygularınızı paylaşın.
  • Alkol ve diğer uyuşturucu madde­lerden uzak durun. Bunların yarardan çok zararı olacaktır. Ancak, doktor tarafından verilen ilaçların kullanımı aksatılmamalıdır.
  • Kendinizi yapıcı bazı faaliyetlerle oyalayın. Bu oyalama   çabaları, başkalarına yardımcı olmak, şu anda olabildiğince hayatınızı düzene koymaya çalışmak ya da çocuklarınızla daha yakından ilgilenmek biçiminde olabilir.
  • Duygusal olarak yakın gelecekte de neler yaşayabileceğinizi öğrenmeye çalışın. Bilgi edinin veya sağlık kuruluşlarının deprem için oluşturul­muş özel birimlerine başvurun.
  • Tekrar toparlanmak için sizin açınızdan en önemli olan ihtiyaçların izi ve yapılması gereken işlerinizi sıraya koyun ve tek tek ele alın.

AFETZEDELERİN KARŞILAŞABİLECEKLERİ PSİKOLOJİK SORUNLAR VE BUNLARA KARŞI ALABİLECEKLERİ ÖNLEMLER

Bu yazıda doğal afet geçirmiş kişilerin yaşayabilecekleri psikolojik sorunlar ile bu sorunların ortaya çıkma olasılığım azalta­bilecek bazı önlemler özetlenmiştir:

Doğal Afet Sonrası Yaşayabileceğiniz Psikolojik Sorunlar

Özellikle ilk birkaç gün içinde yaşayabi­lecekleriniz:

4 Duygusal Olarak: Geçici bir şok yaşayabilir, korku, öfke, suçluluk, utanç, çaresizlik ve umutsuzluk duygu­ları hissedebilir ya da hiç birşey hissetmeden “donup kalabilirsiniz”.

4 Zihinsel Olarak: Kafanız karışabilir, örneğin gününüzü, saatinizi, nerede olduğunuzu  bilemeyebilirsiniz veya şaşırabilirsiniz. Ayrıca kararsızlık, en­dişe, dikkati toplayamama, unutkanlık, gibi sorunlar yaşayabilirsiniz.

4 Fiziksel Olarak: Gerginlik, yorgunluk, uyuma güçlüğü, bedensel ağrı ve acılar, kalp atışlarında düzensizlik, bulantı, iştah artması ya da azalması, ani irkilmeler, tedirginlik vb. bedensel sıkıntılar yaşaya­bilirsiniz.

4 Sosyal Olarak: İş hayatında, okulda, arkadaşlık ve evlilik ilişkinizde ya da ana baba olarak sorunlar yaşayabilirsiniz:

Huzursuzluk,   güvensizlik,   insanlardan uzaklaşma, kendini reddedilmiş ya da terk edilmiş gibi hissetme, aşırı yargılayıcı ve suçlayıcı olma, her şeyi kontrol altında tutma isteği ve genel olarak bir ilgi azalması gibi sorunlar da ortaya çıkabilir.

Doğal afet yaşayan birçok insan yukarıda özetlenen bu tür tepkileri gösterebilirler; ancak kısa bir süre sonra bazı kişiler bunlardan büyük ölçüde kurtulurlar, hatta eskisine göre daha da güçlenebilirler. Bazı kişiler ise, travma sonrası stres bozukluğu, kaygı bozuklukları ve depresyon dediğimiz   bir   takım   psikolojik   belirtileri gösterebilirler. Örneğin:

4 Kendinizi    sanki    bir    rüyadaymış, bedeninizin  dışındaymış veya  gerçek değilmişsiniz gibi hissedebilir; başınızdan geçen olayları hiç hatırlayamayabilirsiniz.

Başınızdan geçen olayla ilgili rahatsız edici anılardan kurtulmak için alkol ve benzer maddelere yönelmek isteyebi­lirsiniz.

Kendinizi boşlukta, duygusuz, tepkisiz ve donmuş gibi hissedebilirsiniz.

Ani öfke patlamaları, aşırı huzursuzluk, panik  duyguları  gibi  aşırı  duygusal tepkilerin yanısıra, çaresizlik hissedebilir; ardarda aynı hareketleri yapabilir veya düşünceyi aklınıza takabilirsiniz.

Aşırı depresyon (ruhsal çökkünlük hali); kendini değersiz hissetme, umutsuzluk ve yaşama isteğinizin azalması gibi sorunlar içine girebilirsiniz.

Doğal afet yaşayan insanların bir kısmında bu tür belirtilerin görülmesinin nedenleri şunlardır:

Yaşamınızı tehdit eden ciddi bir tehlike ile karşılaşmış olmanız,

Ölümle burun buruna gelmeniz, yaralanmanız, ölenleri görmeniz,

Evinizi, eşyalarınızı, komşularınızı ve yakınlarınızı kaybetmeniz,

Yakınlarınızla haberleşmenizin kesilmesi ve onların desteklerini kay­betmeniz,

Özellikle biri kurtulduğunda izleyen­lerin alkışları ve bağırışları gibi yoğun tepkilerle karşılaşmış olmanız,

Aşırı yorgunluk, açlık ya da uykusuzluk yaşamış olmanız,

Tehlike, kayıp, duygusal ve fiziksel baskıya uzun süre maruz kalmanız,

Doğal Afet Yaşamış Kişiler, Bu Psikolojik Sorunların Ciddi Boyutlara Dönüşmesini Engellemek İçin Neler Yapabilir?

Afetlerden sonra gözlemler ve araştırmalar yapmış olan ruh sağlığı uzmanları, stres belirtilerim azaltmak ve afet sonrası koşullara yeniden uyumu kolaylaştırmak için aşağıdaki önerilerde bulunmuşlardır:

KORUNUNUZ : Kendinizi koruyunuz. Barınabileceğiniz bir yer bulunuz. Yiyecek içecek sağlayınız. Sağlıklı bir ortam oluşturmaya çalışınız. Zaman zaman kendinizle başbaşa kalabi­leceğiniz, sessizce oturup, kısa süreli de olsa rahatlamaya ve uyumaya çalışa­bileceğiniz bir yer bulmaya çalışınız.

HAREKETE GEÇİNİZ: Kendinize olan saygınızı, amaçlarınızı ve umut hissinizi yeniden kazanmanıza yardımcı olmak için size ve ailenize ait özel eşyalarınızdan     kurtarabildiklerinizi koruma altına alınız.

TEMAS KURUNUZ: Ailenizle, arkadaşlarınızla iletişim sağlamaya çalışınız; sizi dinleyebilecek kimi bulursanız yaşa­dıklarınızı   anlatınız;   ulaşabiliyorsanız uzmanlara başvurup onlara anlatınız

 EN YAKIN YARDIM KURULUŞUNA BAŞVURUNUZ: Temel acil yardımlar, temizlik, sağlık ve konut gereksinmeleriniz için en yakın ulaşabileceğiniz yardım kuruluşuna başvurunuz ve yardım isteyiniz.

Afet sonrasında yaşadığınız her gün için; Kendiniz ve aileniz için o gün yapılacak en önemli şeyin ne olduğunu belirleyiniz. Tüm dikkatinizi kendinizin ve yakınlarınızın basından geçenlere odaklayınız. Durumu gözden geçirip yeniden değerlendiriniz. Böylece neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu daha kesin olarak belirleyebilirsiniz. Yaşadıklarınızın sizin için ne anlama geldiğini anlamaya çalışınız ki, yaşama tekrar sıkıca sarılabilesiniz ve hatta tüm bu olanlardan   kişisel   olarak   daha   da güçlenerek çıkabilesiniz.

UZM. UĞUR KAYA

Deprem ve Çocuk Travmaları

Depremden Çocuklarımızın Ruh Sağlığını Nasıl Koruyalım?
Depremi yaşayan insanların büyük bir çoğunluğu normal yaşamlarına bir ölçüde dönebilir olsalar bile, bir kısmı yaşananları bir süre daha hatırlamaya devam edecek gibi. Hatırlananların büyük çoğunluğu yıkımlarla, kayıplarla ve afetten sonra depremi yaşamış insanlar açısından tamamen değişen hayatlarıyla ve oldukça acı verici anılarla ilgili olabilir. Bu ve benzeri travmatik olaylar karşısında, yetişkinler ve çocuklar duygusal, bilişsel ve davranışsal tepkiler verebilirler. Bu tepkiler deprem, sel, yangın, taciz, trafik kazası, ölüm gibi olaylar ve kayıplardan sonra kişilerde görülen normal ancak çok şiddetli olabilen tepkilerdir.

TRAVMATİK OLAY NEDİR?

Travmatik bir olay “herhangi bir kişi için, aşırı derecede yıpratıcı veya başa çıkılamayacak kadar zor olan, kişi için tehdit edici, varlığını zedeleyen, normal yaşantı haricindeki herhangi bir olay” olarak tanımlanır. Deprem travmatik olayın tipik bir örneğidir ve depremi yaşayan herkes bu olayın ne kadar korkutucu ve yaşamı tehdit edici olduğu konusunda hemfikirdir. Çocuklar açısından travmatik olayın ne olabileceğine bakıldığında, herhangi bir zamanda trafik kazası geçirmek veya herhangi bir kazaya tanık olmak, tacize uğramak, bir yakının ölümünü görmek, ciddi bir şekilde yaralanmak veya yaşamı tehdit eden başka bir olaya maruz kalmak çocuklar için travmatik olaylar olarak nitelendirilebilir.

TRAVMATİK OLAY VE KAYIPLARA VERİLEN TEPKİLER

Doğal afetler, insan eliyle yaşanan olaylar, kaza, ölüm gibi travmatik olayların ardından çocuklarda yaygın olarak görülen iki grup tepki vardır.

  1. Doğrudan doğruya travmaya maruz kalmaktan kaynaklanır ve çocukların kendilerini tehlikede hissetmeleri, oldukça dramatik olaylara tanık olmaları gibi yaşantılar içerir. Bu tip yaşantılar travma tepkileri dediğimiz tepkileri ortaya çıkarırlar. Tamamen normal kabul edilmekle birlikte, bu tepkiler bireyler için çok şiddetli ve korkutucu olabilirler. Yetişkinler gibi çocuklar da travma tepkileri gösterebilirler. Bu tepkiler travma sonrasında koşulların düzelmesine bağlı olarak zamanla azalır, ancak bazı kişiler uzun bir süre bu tepkileri vermeye devam edebilirler.
  2. Travma sırasında ve sonrasında oluşan anne baba, diğer aile üyeleri, arkadaş ve yakınların kaybedilmesiyle ve ev, ailenin malvarlığı gibi diğer kayıplarla bağlantılıdır. Kayıplarla sonuçlanan travmatik yaşantıdan sonra şiddetli üzüntü tepkileri hissetmek normaldir, bazı çocuklarda bu tepkiler epeyce uzun sürebilir ve hatta depresif tipte bazı tepkilere de yol açabilir.

Afetler sonrasında çok şiddetli travma tepkilerinin ortaya çıkması tamamen normal kabul edilmelidir.

Travma sonrası yaşanabilecek stres tepkilerini üç ana başlıkta sıralayabiliriz.

  1. İstenmeden akla gelen düşünce ya da görüntüler
  • Kişinin hatırlamayı isteyip istememesinden bağımsızdır (travma sırasında olup bitenler)
  • Olayların en acı ve sıkıntı verici bölümleri.
  • Her şey yeniden oluyormuş gibi travmatik olayı yeniden yaşanır.
  • Yaşanan her şeyi ‘görüyor’ gibi olduklarını ifade edebilirler.
  • Bir kamera varmış ve filmi geriye sarmış gibi hissedebilirler.
  • Ses ve koku, hatta hareketleri hissettiklerini belirtebilirler (Örneğin, zemin sallanıyor gibi ‘hissederler’).

Yukarıda sözü edilen bu travma tepkileri çok korkutucu olabilirler, ancak travmatik olaylardan sonra bunları hissetmek tamamen normaldir.

  1. Kaçınma tepkileri

Kaçınma tepkisi kişinin yaşadığı travmatik olayla ilgili olan düşünceler, duygular, etkinlikler ve mekanlardan kaçınmasına işaret etmektedir. Kişi açısından olup bitenler o kadar acı vericidir ki; kişi kendisine travmayı hatırlatabilecek her şeyden uzak durarak adeta olup biteni tümüyle unutmaya çalışmaktadır. Travmatik olaylara maruz kalan pek çok kişide istenmeden akla gelen anılar ortaya çıkar. Bunlar çok acı verici olduğu için kişi bu anılardan ve bunların aklına gelmesine yol açan her şeyden kaçınmaya çalışır. Olayın yaşandığı yere gitmek istenmez, o olaya dair düşünceler akla geldiğinde düşünülmek istenmez ve bunun için yoğun çaba sarf edilir.

  1. Aşırı uyarılma tepkileri

Anılar (görüntüler, sesler, kokular), kaçınma tepkileri gibi travmatik bir olaydan sonra ortaya çıkan belirtilerin çok güçlü bir fizyolojik temeli vardır.

Travmatik olaylar insan bedeni ve zihni açısından korkunç bir şoktur ve aşırı bir fizyolojik uyarılmaya yol açabilir. Bu aşırı uyarılma hızlı kalp atışı, avuç içlerinin terlemesi, konsantrasyon sorunları ve uyku güçlükleri gibi belirtiler ortaya çıkarır.

Travma sonrasında olay anını hatırlatan herhangi bir uyarıcı ile karşılaşıldığında kişiler yeniden travmatik olay oluyormuş gibi hissebilir ya da belli bir yer onlara yaşadıkları travmayı hatırlatabilir ve beden otomatik olarak tekrar aşırı bir fizyolojik uyarılma durumuna geçer. Bu fizyolojik tepkiler, kas ağrıları, sırt ağrısı veya karın ağrısı gibi belirtilere de neden olabilirler.

Hatırlatıcılar

Travmaya ilişkin anıları tetikleyen ipuçlarıdır.

Örneğin,

  • deprem sırasında bulunulan binanın görüntüsü
  • yaşanmış bir trafik kazasını hatırlatan bir ses
  • Koku
  • tacizi hatırlatan herhangi bir düşünce veya duygu hatırlatıcı olabilir.

Hatırlatıcıların etkilerinin bilinmesi, hem çocuklar hem de yetişkinler açısından önem taşır ve onların travma tepkileriyle daha kolay başa çıkmalarına yardımcı olur.

Yukarıda sözü edilen tüm bu tepkiler büyük afetlere ve travmatik olaylara karşı verilen normal tepkilerdir. Afetlerden sonra çocuk ve yetişkinlerin büyük bir kısmının birkaç ay boyunca bu tip tepkiler sergilemesi normal kabul edilmelidir. Eğer bu tepkiler daha uzun sürerse ve günlük yaşamda, uyku bozuklukları, aile ve okul yaşamında güçlükler gibi sorunlara yol açarsa profesyonel yardım alınması gerekir.

Kaygı tepkileri

Travma sonrası stres tepkisi temelde bir kaygı tepkisidir. Bu tepki sırasında bireyin bedeni ve zihni sanki bir tehlikeye maruz kalmış gibi tepki verir. Çocuklar travmatik bir olaydan sonra, aşağıda belirtilenler gibi, belirgin olmayan kaygılar geliştirebilirler:

  • Okul, sosyal yaşam ve gelecek gibi alanlarda ortaya çıkan sürekli bir kaygı hali
  • Avuçların terlemesi, titreme, mide sorunları, baş ağrıları, kas gerginliği gibi fiziksel uyarılmışlık belirtileri
  • Karanlıktan, belirli hayvanlardan ve başkalarının önünde konuşmadan aşırı korkma (Bu korkuların bir kısmı, 7-10 yaş arasındaki çocuklarda yaşa bağlı olarak ortaya çıkan normal gelişimsel korkulardır ve hiçbir müdahalede bulunulmasa bile kendiliklerinden ortadan kalkarlar. Travma sonrası kaygı tepkisi olarak nitelendirilmeleri için bu korkuların aşırı boyutlarda olması gerekir)
  • Sevilen birisinden ayrılma korkusu – özellikle küçük çocuklar ayrılık kaygısı belirtileri gösterebilirler.

Şiddetli üzüntü ve depresyon

Hepimiz zaman zaman kendimizi kederli ve üzgün hisseder, hatta bazen ağlarız. Kayıplardan sonra şiddetli üzüntü tepkileri vermek ve kaybedileni özlemek normaldir. Bunlar, kişiye rahatlama duygusu verir.

  • Travmatik yaşantı sonrasında normal kabul edilen bazı depresif tepkiler şunlardır:
  • Depresif ya da sinirli bir ruh hali.
  • Tüm etkinliklere duyulan ilginin azalması ve bunlardan haz alamama
  • Diyet yapılmadığı halde bariz şekilde kilo kaybı veya artışı
  • Kaybedilen kişiyi özleme.
  • Sevilen birinin kaybını ‘kabullenmeme’.
  • Uykusuzluk ya da aşırı uyuma.
  • Aşırı huzursuzluk.
  • Aşırı yavaşlık.
  • Enerji kaybı/azalması ve derin bir yorgunluk hissi.
  • Değersizlik duygusu.
  • Aşırı ya da duruma uymayan suçluluk duyguları.
  • Konsantre olmada ya da karar vermede zorluk.
  • Tekrarlayan ölüm düşünceleri.
  • Hayatın yaşamaya değmediğine dair tekrarlayan düşünceler

TRAVMATİK OLAYDAN ETKİLENMEYİ BELİRLEYEN ETMENLER

Hem çocuklar hem de yetişkinler için travmatik bir olaydan etkilenmeyi belirleyen bazı etmenler vardır. Bu etmenlerin kişiden kişiye değişiyor olması nedeniyle bütün çocuklar ya da yetişkinler yaşanan travmatik olaydan farklı düzeyde etkilenirler.

  1. Aşırı durumlara tanık olma: Kişiler travmatik olayı bizzat yaşıyorlarsa ya da olayın meydana geldiği yere ne kadar yakınlarsa etkilenme düzeyleri o denli yüksek olmaktadır.
  2. Stres yaratan durumlara maruz kalma süresi: Kişiler travmatik olayalara ne kadar uzun süre maruz kalırlarsa o denli çok etkilenmektedirler.
  3. Yaşamın tehlikede olduğunu düşünme: Kişiler travmatik olay sırasında öleceklerini düşündüklerinde etkilenme fazla olmaktadır.
  4. Stresle başa çıkma gücü: Kişilerde travma öncesi varolan başa çıkma gücü etkilenme düzeyini azaltmaktadır.
  5. Sosyal desteğin doğası ve derecesi: Kişilerin travmatik olay sırasında ve sonrasında yeterli derecede sosyal desteğe sahip olması ve bu desteği alabilecek durumda olması travmatik olaydan etkilenme düzeyini azaltacaktır.
  6. Anne-babanın etkilenme düzeyi: Anne-babaları güçlü olumsuz tepkiler gösteren çocuklar travmatik olaylardan daha fazla etkileneceklerdir.

TRAVMATİK BİR OLAYDAN SONRA ÇOCUKLAR VE İLETİŞİM

Çocuklar genellikle acı veren yaşantılarıyla ilgili olarak kendilerini ifade edemeyebilir veya etmek istemeyebilirler. Ancak karşılarındaki kişinin kendileriyle ilgilendiğini ve onu dinleyip anlayabileceğini açık bir biçimde hissederlerse yaşantılarını paylaşmaya daha çok gönüllü olurlar.

Yetişkinler çoğunlukla, çocukları, başlarından geçen travmatik yaşantıları hakkında konuşmaya teşvik etmenin uygun olmadığını düşünmekte ve onları kendi hallerine bırakmaktadırlar. Yetişkinlerin bu varsayımı her zaman doğru olmayabilir hatta bazen bu durum, çocukların, yaşamış oldukları acı ve kayıplardan kendilerini koruma ihtiyaçlarına dayanıyor olabilir. Bazı yetişkinler de çocukların olan biteni anlama kapasitelerini yetersiz buluyor olabilirler.

ÇOCUKLAR NEDEN KONUŞMAK İSTEMEZLER?

  • Çocuklar kendileri ve özel yaşantıları hakkında konuşmaya pek alışık olmayabilirler.
  • Daha önce, bu gibi konularda kendilerini ifade etmek için hiç cesaretlendirilmemiş olabilirler.
  • Duygularını tanımlamakta zorlanıyor olabilirler.
  • Travmatik olaydan bahsetmek onlara acı veriyor olabilir.
  • Yetişkinlerden korkuyor veya onlara güvenmiyor olabilirler.
  • Yetişkinlerin kendilerini anlamayacaklarını düşünüyor olabilirler.
  • Yetişkinleri üzmek ya da endişelendirmek istemiyor olabilirler.

TRAVMANIN AİLELER ÜZERİNDEKİ SOSYAL ETKİLERİ

  • Travmaya maruz kalmak aile yapısının ve rollerinin değişmesine neden olabilir.
  • Akraba, arkadaş ve komşuların desteğinden uzak kalmaya yol açabilir.
  • Aile üyeleri kendilerini birbirlerinden uzaklaşmış hissedebilir.
  • Aile kendisini toplumdaki diğer ailelerden uzaklaşmış hissedebilir.
  • Aile bireylerinde travmatik olay hakkında güçlük ve başkalarını üzmemek için konuşmaktan kaçınma görülebilir.
  • Aile içinde tartışmalar ve aile bireyleri arasında çatışmalar ortaya çıkabilir.
  • Çocukların güven gereksinimleri artabilir, daha çok ilgi görmek isteyebilirler.
  • Ailenin birlikte olması ve hoş vakit geçirmesi için koşullar uygun olmayabilir. Aile bireyleri arasında kayıplarla ilgili yas tutma tutum ve tarzlarındaki farklılıklar ve bunlara bağlı çatışmalar ortaya çıkabilir.
  • Maddi ve manevi kaynakların azalması sorun olabilir.

TRAVMATİK OLAYLARLA BAŞETME: AİLELERE ÖNERİLER

(1) Stres yaratan durumu kabul etme

Stresle başarılı bir şekilde başa bilmek için ilk önce olayı kabul etmek gerekir. Kabul edilmeyen durumlarla başa çıkmak mümkün olmayacaktır. Sorunlarla başa çıkmak için onları göz ardı etmektense aktif bir şekilde çözüm yolu bulmaya çalışmak daha etkili olacaktır.

(2) Sorunları hep birlikte uğraşarak çözme

Yaşanan olay bireysel bir konu olsa bile aile olarak birlikte çözülmesi ve kişinin tek başına çözüm yolu bulmaya çalışmaması gerekir. Aile üyelerinin hepsinin aktif bir rol aldığı durumlarda herkes kendini daha verimli hisseder ve biz biliyoruz ki yardım etmek travma sonrasında insanlara en iyi gelen şeylerden biridir.

(3) Yaşamla ilgili yeni ve olumlu bir bakış açısı geliştirme

Aile üyeleri sonraki travmatik yaşantılara karşı daha iyimser bir bakış açısı geliştirmek için birbirine yardımcı olabilir. Travmatize olan kişiler olayla (örneğin trafik kazası ile) ilgili olarak suçluluk duyabilir ancak kişilerin o anda aldıkları kararlar en iyisi olmasa bile o anda alınabilecek en iyi karar olabilir. Birbirlerine destek olmak, çocukların kendilerini suçlamasını engellemek ruhsal sağlığımız açısından daha yararlı olacaktır.

(4) Aile içinde birlik ve şefkat olması

Travmatik bir olaydan sonra ortaya çıkan tüm zorluklara rağmen, eğer aile üyeleri birbirlerini destekler ve teşvik ederlerse stres yaratıcı olayların üstesinden daha kolay gelebilirler. Stresle daha iyi başa çıkan ailelerin birbirlerine sevgi ve şefkatle davrandıkları bilinmektedir. Bazı aileler sevgilerini sözle, bazıları birbirlerine sarılarak, öperek, bazıları ise birbirlerine yardımcı olarak ve diğerlerini memnun edecek işler yaparak gösterebilirler. Genelde birbirlerine sevgi ve destek verebilen aileler, “bana dokunma, yaklaşma, beni yalnız bırak” gibi mesajlar veren ailelere kıyasla, stresle daha kolay başa çıkabilmektedirler. Bazen anne-babalar çocuklarının iyiliğini düşünerek travmatik bir olaydan sonra çocuklarını bir akraba veya tanıdığın yanına başka bir yere göndermek isteyebilirler. Önemli olan aile bireylerinin mümkün olduğunca birlikte kalması, özellikle küçük çocukların aileyle kalmasıdır.

(5) Aile içinde açık ve etkili iletişim

Stresle olumlu bir şekilde başa çıkabilen aileler genellikle birbirleriyle açık ve etkili bir şekilde iletişim kurabilen ailelerdir. Bu, zor duyguları aile üyeleriyle paylaşabilmeyi ve gerektiğinde onlardan yardım ya da destek isteyebilmeyi de içermektedir. Açık iletişim aynı zamanda aile üyelerinin birbirini dinlemesini ve birbirlerini anladıklarını göstermelerini de gerektirir.

(6) Ailede içi rol ve beklentilerde esneklik olması

Katı kuralları olan aileler, travma sonrasında eskiden uyguladıkları kuralları mevcut şartlarda uygulayamayacakları için, travmatik olayın yarattığı strese karşı özellikle korunmasız kalabilirler. Buna karşın, yardım aramaya, yeni şeyler denemeye, rollerini ve alışkanlıklarını geçici olarak da olsa bir kenara bırakabilmeye, önceliklerini değiştirmeye ve daha düşük beklentiler oluşturmaya gönüllü olan aileler zorluklar ve güçlüklerin üstesinden daha kolay gelebilirler. Travmatik olayla olumlu bir şekilde başetmek için geçmişte yaşananlardan dersler çıkarmak, bunları paylaşmak, ailede herhangi bir krizin ortaya çıkmasını engelleyecek planlar yapmak ve açık iletişim kurmak gerekir. Aile içi rol ve beklentiler açısından esnek olan aileler, hem aile içinde hem dışında ulaşabilecekleri tüm olanakları en iyi biçimde kullanabilen ailelerdir.

(7) Aile ortamının güven verici olması

Geçirilen yaşantılar ne kadar örseleyici olursa olsun, aile üyeleri birbirlerine ya da kendilerine zarar verici davranışlarda bulunmamalıdır. Aile içinde hiçbir biçimde şiddet ya da saldırganlığa izin verilmemelidir. Aile üyeleri aynı zamanda madde, ilaç ya da alkol kullanımından kaçınmalıdırlar. Sağlıklı bir ailede, sıcak ve kabul edici ana-baba-çocuk ilişkilerinin yanı sıra, aile içindeki yetişkinler arasında da sağlıklı ilişkiler olması gerekmektedir. Anne-babalar ailede olan geçmişteki tatsızlıkları önleyemediklerini, bunları silip atmalarının da mümkün olmadığını, ancak bundan sonra çocuklarını güven içinde tutmaya çalıştıklarını çocuklarına açıkça ve mümkün olduğunca somut bir şekilde anlatmalıdırlar. Özellikle travmatik bir olay sırasında çocuklar, gelişim özelliklerine daha uygun olduğu için, kendilerine yapılan bu somut açıklamalardan yarar görürler. Anne-babaların bu davranışları aile üyelerinin birbirlerine karşı hoşgörülü olmasını, zorluklarla başa çıkmada birbirlerine yardımcı olmalarını kolaylaştıracaktır. Böylece aile bireyleri geçirmiş oldukları olumsuz yaşantısıyı ilerde hatırlayacakları, dersler çıkaracakları ve zorlukların üstesinden gelebildiklerini gördükleri önemli bir yaşantı olarak görebilirler. Anne-babalar açısından çocuklarının sorunlarını dinlemek, olan bitenleri inkar etmeden ve çocuğun kaldırabileceğinden daha fazla ayrıntı vermeden onlara bilgi vermek özellikle önem taşır.

Lütfen Unutmayın!

En sevgi dolu ailelerde bile aile üyeleri travmatik yaşantılar yüzünden zaman zaman kendilerini tükenmiş ya da duygusal olarak bitmiş hissedebilirler ve birbirlerini desteklemede yetersiz kalabilirler. Böyle zamanlarda sabırlı olmak ve olumlu yaşantıları vurgulamak iyi olabilir. Bazen aileler kısa vadede işe yarayan ama uzun vadede olumsuz sonuçları olan ve daha fazla soruna yol açabilen çözümler (örneğin alkol alma, ilaç kullanma gibi) üretebilirler. Bazı aileler travmatize olmuş aile bireylerine ihtiyaçları olan desteği sağlayacak iç ve dış kaynaklardan yoksun olabilirler Bu gibi durumlarda bir psikolog veya psikiyatristin desteği gerekebilir. Toplumda yardımcı olabilecek kişi ve kuruluşlara ulaşmakta gecikmemelidir.

Anne ve babaların çocuklarıyla yeterince ilgilenebilmeleri için önce kendi duygusal ihtiyaçlarını göz önüne almaları ve güçlenmeleri gerekir. Aşağıda anne-babaların izleyebilecekleri bazı yöntemler önerilmektedir.

  • Yaşanan travmatik olayı düşünmeye ara vermek
  • Varsa yaşanan belirsizliği/karmaşayı kabullenmek
  • Yeniden yapılandırma ve düzeltme etkinliklerine katılmak
  • Başkalarına yardım etmek
  • Gelecek hakkında düşünüp, plan yapmak
  • Aktif olmak, aile ve arkadaşlarla yapılacak şeyleri planlamak
  • Rahatlama yöntemleri bulmak ve uygulamak
  • Sosyal destek almak, arkadaşlarla görüşmek
  • Espri ve şaka yapmak, eğlenmek

TRAVMATİK OLAYLARA KARŞI DAHA DAYANIKLI ÇOCUKLAR YETİŞTİRMEK İÇİN NELER YAPILABİLİR?

  1. Çocuğa ait olma, sevilme ve güven duygusunu aşılayın:

Yetişkinlerin yapabileceklerinin en başında, küçük yaştan başlayarak çocukta ait olma duygusunu geliştirmek ve ona kendisini koşulsuz seven, onun ihtiyaçlarını karşılamaya hazır, her zaman güvenebileceği bir ailesi ve çevresi olduğu duygusunu aşılamak gelmektedir.

  1. Kendine güven ve öz kontrol duygusunu geliştirin:
  • Çocuğun kendine güven duygusunun gelişebilmesi yetişkinlerin ona gösterdikleri güvene bağlıdır. Çocuğun kendi işini yapabilme çabalarını küçük yaştan itibaren destekleyin ve ödüllendirin.
  • Kendi kararlarını verebilmesi için ona fırsat tanıyın. Onun yerine karar vermeyin.
  • Gerek ailede gerekse sınıf içinde verilen kararlara onları da dahil edin ve fikirlerini sorun. Bu onların kendilerini önemli hissetmelerini sağlayacaktır.
  • Onları başka çocuklarla kıyaslamayın. Unutmayın, her çocuk kendine özgü özellikleri olan bir bireydir.
  1. Tutarlı disiplin uygulayın:
  • Kendine güvenli çocuk yetiştirmede belli ölçüde disiplin ve çocuğun yaşına uygun, gerçekçi ve kabul edilebilir sınırlar koymanın gerekliliği bugün artık tartışmasız kabul edilmektedir.
  • Disiplin uygularken yetişkinler kendi aralarında tutarlı davranmalıdır.
  • Bu tutarlılık hem ailede ana-baba arasında, hem de okul-aile arasında bulunmalıdır.
  1. Problem çözme ve sosyal becerilerini geliştirin:

Örneğin, iki kardeş kavga ediyorlarsa, önce birbirlerinin duygularını dinleyip anlamaları için onları teşvik edin. Daha sonra aralarındaki problemi çözmek için neler yapabileceklerini düşünmelerini söyleyin ve problemi çözmek için buldukları olumlu yolları destekleyin.

Uyarı : Travmatik bir olaya karşı dayanıklı olma konusunda bir takım kültürel farklılıklar olabilir ve yukarıda sayılan özelliklerin bazıları Türk kültürü açısından pek istendik davranışlar da olmayabilir. Örneğin, bağımsızlık bizim kültürümüzde pek de teşvik edilen bir özellik değildir. Bu durumda bağımsızlığı, içinde yaşanılan kültürün hatta alt kültürlerin özelliklerine ve ailelerin kendi değerlerine uygun biçimde yeniden tanımlamak gerekecektir. Bunun yanı sıra bağımsızlığın, kendi kararlarını verebilmek olduğunu, bunun aileden tamamen kopma anlamına gelmeyeceğini çocuklara öğretmek ve bağımsızlığı, içinde yaşadığımız kültür özelliklerine uygun bir biçimde yeniden tanımlamak çocukların kendi kültürlerine yabancılaşmaksızın daha özerk bireyler olarak yetişmelerine katkıda bulunacaktır.

Psikolog Burcu Başoğlu

Travmaların ortaya çıkmasında, en başta görülen sebep yaşanılan doğal afetlerdir. Toplum ve dolayısıyla birey yaşanan doğal afet sonucunda travmatize olabilir. Doğal afetler beklenmedik bir anda meydana gelir ve oldukça olumsuz etkileri görülebilir. Bir felaket karşısındaki ilk ve en tipik tepkimiz şoka girmektir. Kişi şoka girdiğinde; duygusuzmuş gibi görünür veya olayı hiç olmamış gibi reddeder. En sonunda şok hali kişiyi içinde sıklıkla anksiyete, depresyon veya suçluluk gibi aşırı duygusal duruma getirir. Bir felakete doğrudan maruz kalmak da, dolaylı yoldan maruz kalmak (televizyonda izlemek, birinden duymak, vs.) da kişide travma yaratabilir ve travma tepkileri (uyku ve yeme bozuklukları, gece kabusları, aşırı derecede kıpır kıpır olma veya tam tersi şekilde aşırı donuk olma hali, çok sık ağlama, yaşının gerisinde davranışlar gösterme, tanıdığı nesnelere aşırı bağlanma, olayın tekrarlanacağı endişesi, akademik başarıda düşüş, dikkat bozuklukları) göstermesine sebep olabilir.

İnsanlar yakınlarını veya evlerini kaybedebilirler. Bunun sonucunda, kendilerini aciz hissedebilirler. Çocuklar ise bir felaket durumu karşısında, farklı yaş gruplarına göre farklı tepkiler verebilirler. Çok küçük çocukların (0-6 yaş) en tipik tepkisi ve duygusu, çaresiz ve korkmuş hissetmek ve ebeveynlerini normalden çok daha fazla yanında isteme halidir. Bebekler olması gerekenden daha fazla ağlayabilir ve çok daha çabuk mutsuz olabilirler. Okul öncesindeki çocuklar endişeli ve korkmuş görünebilir, çünkü artık kendilerini güvende hissetmezler. Bu yaş grubundaki çocuklar anne-babalarına daha yapışık olmaya başlayabilirler. Terk edilme/bırakılma korkusu, çocukluk döneminin en yaygın endişesi, çok daha fazla dile getirilmeye başlanabilir. Yani, “sen de ölecek misin?” gibi sorular gelebilir. Okul öncesi dönemdeki bu çocuklar, daha küçük yaş grubundaki çocukların göstermiş olduğu davranışları göstermeye başlayabilir (parmak emme, tuvaletini altına kaçırma, yatak ıslatma, vs.) ve uyku bozuklukları baş gösterebilir.

İlkokul dönemindeki çocuklar (7-10 yaş) da kendilerinden daha küçük yaş grubu çocukların göstermiş olduğu tepki ve davranışları göstermeye başlayabilirler. Bunlara ek olarak, özellikle okulda, dikkat ve konsantrasyon problemleri gösterebilirler. Okul öncesi dönemindeki çocuklardan farklı olarak, ilkokul dönemindeki çocuklar yaşanan felaketin sonucunda yaşanan kaybın kalıcı etkilerini anlamlandırabilirler. Bu nedenle, bu yaş grubundaki çocukların kafası felaket durumuyla oldukça meşguldür ve hep bu konu hakkında konuşmak isterler. Çok fazla düşünmenin çocuklar için bazı duygusal çıktıları olmaktadır; suçluluk, öfke, fiziksel semptomlar, vs.

Daha büyük yaş grubu çocuklar (ergenler), özellikle akranlarının yanında, oldukça bilgi sahibi gözükmektedirler. Büyük yaş grubu çocuklarda çok farklı tepkiler görülebilir. Bir yetişkin gibi davranabilir veya yaşına uygun olmayan küçük yaş grubu çocukların gösterdiği davranışları da gösterebilir. Bu yaş grubundaki çocuklar aileleriyle daha fazla vakit geçirmek isteyebilir, fakat aynı zamanda tam tersi şekilde ailelerinden uzaklaşmak da isteyebilir. Pek çok duygu hissedebilirler; suçluluktan korkuya ve hatta ölümsüzmüş gibi hissetmeye kadar, çünkü bir felaketten sağ çıkmayı başardılar. Diğer yandan, duygularını aileleriyle paylaşamayacakmış gibi de hissedebilirler.

Aileler çocuklarına nasıl yardım edebilir?

Çocuğunuzu felaket haberleri yapan yayınlardan bir süre uzak tutun. Televizyon veya habere maruz kaldığında çocuk yeniden travmatize olabilir ve daha çok stres ve korku yaşamasına sebep olabilir.

Mümkün olduğunca, eski rutinlerine (örneğin; yemek ve uyku saati) geri dönülmeli. Çocuklar bir felaketten sonra istikrar isterler.

Çocukların bu süreçte duygularını işlemlemesi gerekmektedir. Bu nedenle, çocuğunuza her zaman onun yanında olduğunuzu ve ona bakım vermeye devam edeceğinizi ve yaşanan felaket konusunda soruları varsa ne zaman isterse sorularını cevaplayabileceğinizi iletin.

Çocuğunuz bu süreçte size daha yapışık, yakın olmak isteyebilir. Sizlerin yapabileceği şey ise, bu süreç geçene kadar çocuğunuzun size daha yakın olma isteğini geri çevirmemek, buna mümkün olduğunca izin vermek ve daha çok temas (göz ve ten teması) etmektir. Buna izin vermek ve çocuğunuzla olan temasınızı arttırmak çocuğun kendi güvenliği ile alakalı korku ve kaygılarını azaltabilir.

Eğer çocuğunuz uzun bir süre geçmesine rağmen, hala anormal tepkiler gösteriyor ve zorlanıyorsa, bir uzmandan yardım alın.

Klinik Psikolog Işık Dilayla Elgin

Babell, S. (2010). The Trauma That Arises from Natural Disasters. Psychology Today.
– Call, J. A. (2008). Children and Disasters. Psychology Today.
– Karabulut, D. & Bekler, T. (2019). Doğal Afetlerin Çocuklar ve Ergenler Üzerindeki Etkileri. Doğal Afetler ve Çevre Dergisi, 5(2), 368-376.

Doğal afetler her kadar yıkıcı olabilseler de yaşamlarımızın birer parçalarıdır. Dinozorların neslinin tükenmesine neden olmuş derecede büyük doğal afetlerden tutun daha küçük ölçekli deprem, fırtına, tsunami gibi afetler de toplumsal ve bireysel psikolojilerin etkilenmesine neden olmaktadır. Ülkemiz büyük ölçekli doğal afet ile ilk kez 1999 Marmara depremi sayesinde tanıştı. Ülkemizde doğal afetlerin psikolojik etkileri böylece toplumsal olarak fark edilmeye başlandı. O dönemler sadece maddi ve fiziki yaralar sarılmaya çalışılmakla kalmadı. Hala günümüzde dahi etkileri süren psikolojik yaraların sarılması için de bir seferberlik başlatılmıştı.

Doğal afetlerin psikolojik etkileri sadece o felaketten etkilenen kişiler için geçerli değildir. Bir şekilde yakınları etkilenen insanlar, ekranları başında veya medya kanalları aracılığı ile takip edenler, hatta ve hatta felaket hikayeleri ile büyüyen nesiller dahi bu etkinin altında kalabilmektedir. Bu nedenle bir doğal afetin psikolojik etkileri nesiller boyu sürebilmektedir. Örneğin; Deprem öyküleri ile büyüyen bir nesilde sıklıkla deprem korkusu görülebilmektedir.

Hatırlayanlar bilirler, Marmara depremi sonrası uzunca bir süre birçok insan depremi yaşamamış olsa dahi deprem korkusu nedeni ile kendilerince en üst düzeyde önlem almaya çalışmışlardır. Zamanın etkisi ile her ne kadar bu durumda azalma görülse de artçı bir deprem dahi bu korkuyu her zamankinden fazla tetikleyebilmektedir. Özetle söylemek gerekirse doğal afet sonrası dolaylı yoldan bile maruz kalmak her an tetikte olma hali doğurabilmektedir. Evet, doğal afet sonrası oluşan bir psikolojinin belki de en rahatsız edici sonuçlarından biri de sürekli tetikte olma halidir. Yaşamınızı sürekli bir deprem beklentisi içinde yaşadığınızı bir düşünün. Ne kadar rahatsız edici bir durum değil mi?

Geçenlerde Yunanistan’ dan gelen kasırga haberleri sonucunda ülkemizde de insanlar bir düzeyde kaygı yaşadılar. Kendimizce kasırga için önlemler almaya başladık. Belki de birçoğumuzda tedirginlik yarattı. Bu tedirginlik sonucunda günlük düşüncelerimizin önemli bir kısmını kasırga haberlerine ayırmış olabiliriz. Yapılan rahatlatıcı açıklamalar dahi bu tedirginliğimizde azalma yaratmaya yetmedi. İşte doğal afetlerin yaşamımızda daha önce yaşamamış olsak dahi tedirgin edici etkisi bulunmaktadır. Bu etkiler kişiden kişiye göre değişmektedir. Daha önce maruz kalmış kişiler daha fazla etkilenmekte, maruz kalmış kişilerin anlattığı öykülerle büyüyen bir nesil de hiç azımsanmayacak derecede bu durumdan etkilenmektedir.

Günümüz dünyasında doğal afetleri engellemeye yönelik bir teknolojiye henüz sahip değiliz. Bazı teknolojiler sayesinde olası bazı afetleri önceden haber alıp ona göre önlemler alabiliyoruz fakat hiç zarar görmeden atlatabileceğimiz bir önlem teknolojisi maalesef henüz mevcut değil. Bu nedenle afetlerin yaşamımızın bir parçası olduğunu kabul etmeli ve doğal afetlerle birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz. Elbette gerekli tüm tedbirleri aldıktan sonra… Araba kullanırken her zaman kaza riskimiz mevcuttur fakat bu durum araç kullanmamıza engel olmaz. Gerekli tüm emniyet tedbirlerini alarak, riski en az düzeye indirerek ve tüm trafik kurallarına uyarak aracımızı kullanabiliriz. Bu noktadan sonra başımıza gelecek olumsuz bir olaydan sonra ancak duruma kader diyebiliriz.

Doğal afetler yalnızca fiziki ve maddi hasarlar bırakmazlar. Toplumsal ve bireysel olarak ruhsal hasarlar da bırakırlar.

Doğal afetler toplumsal ve bireysel travmalar yaratabilirler. Bu travmanın büyüklüğü afetin büyüklüğünden ziyade kişiye yaşattığı psikolojik etkinin büyüklüğü ile ilgilidir. Büyük afetler büyük travmalar yaratır demek yerine afetler büyük travmalar yaratabilir demek daha doğru olacaktır. Bu travmayla yaşamak kişi için her gün afet yaşamakla aynı anlama gelebilir. Bir doğal afet yıllar boyu bir kez olur, bir travma ise her gün yaşanır.

Doğal afetlerden sonra toplumsal ve bireysel olarak psikolojik destek şart olmaktadır. Psikolojik destek için illa bir afet tablosunun oluşmasına gerek olmamalıdır. Doğal afetlere hazırlık konusunda toplumsal ve bireysel olarak psikolojik destek sağlanmalıdır. Bu destek kişilerin korkularına yönelik olabilir veya afet eğitimleri ile toplumsal olarak sağlanabilir. Bir doğal afetle karşılaşma öncesi nasıl tatbikat eğitimi yapılıyorsa afet sonrası oluşabilecek psikolojik etkiler için de buna benzer tatbikat eğitimleri yapılmalıdır. Afetler sonrası kişilerde oluşan travmaların tedavisi mümkündür ve yaşamı her gün etkilememesi için tedavi edilmesi gereklidir. Günümüzde bu tür travmaların psikolojik etkilerinin tedavilerinde başarılı sonuçları alınabilen birçok yöntem bulunmaktadır. Bilişsel davranışçı terapiler ve EMDR terapileri bu etkili tedavi yöntemlerinin başında gelmektedir. Afetler ile yaşamak zorundayız fakat hiçbirimiz travma ile yaşamak mecburiyetinde değiliz. Afetler gelir, travmalar gider…

Psikiyatri Uzmanı Yrd Doc Dr Onur Okan Demirci

Afetler psikolojik travmalar yaratıyor

Belli bir düzeyde hissedilen kaygının insan sağlığı açısından olumlu bir etkisi vardır. Belli bir düzeyde ki kaygı kişiyi yaşamındaki tehlikelere karşı koruyarak, hayatta kalmasını sağlar. Aslında mesele kaygılanıp kaygılanmamaktan ziyade, hissedilen bu duygunun yoğunluğu, kişinin işlevselliğini ne derecede etkilediği ve nasıl yönetildiği olduğu söylenebilir.

Her bireyin psikolojisi afetlerden aynı düzeyde etkilenmemektedir. Afetlerin şiddeti, kişinin mizacı, önceki deneyimleri, erken çocukluk döneminde ki yaşantıların etkisi, yetişkin bireyin afet sonrasında verdiği psikolojik tepkilerin belirleyicisinde önemli bir rol oynamaktadır. Afet sonrası yetişkinlerde psikolojik travma tepkileri görülebilir. Bu tepkiler, kişilerin ve çevresindeki insanların hayatını olumsuz yönde etkileyebilmekte ve hatta gerekli psikolojik destek sağlanmadığında kişinin ruh sağlığını yaşam boyu etkileyebilecek düzeyde bozabilmektedir. Yaşanılan afetin şiddeti, kişinin olaya doğrudan maruz kalıp kalmaması, bir başkasının yaşadıklarına tanık olması ya da işitmesi yetişkinlerde afet sonrası görülen psikolojik travma tepkilerin de önemli bir rol oynamaktadır. Bu tepkiler yangın gibi yaşanılan afetin hemen ardından görülebileceği gibi ilerleyen zamanlarda da görülebilir.

Afetler dünya artık güvenli değil dedirtiyor

Afetler kişilerde dünyanın güvenilir bir yer olduğuyla ilgili inançları sarsabilir ve psikolojik problemlere yol açabilir. Kişiler travmatik olay karşısında; yorgunluk, bitkinlik, tükenmişlik, uykusuzluk, iştah problemleri, öfke, gerginlik, umutsuzluk, çaresizlik, karar vermede güçlük, suçluluk duygusu ve düşünceleri, kendini değersiz hissetme, sosyal izolasyon, odaklanmada güçlük, ilgi ve istek kaybı gibi depresif belirtiler; karın ağrısı, mide bulantısı ve baş ağrısı gibi psikosomatik belirtiler; kaygı, endişe ve korku gibi anksiyete belirtileri gösterebilirler. Bu süreçte yetişkinler içinde bulundukları duruma karşı direnç gösterebilir, inkar edebilir, bastırabilir ve savunma mekanizmaları kullanarak içinde bulunduğu ruhsal yapıyla işlevsiz bir şekilde baş etmeye çalışabilirler.

Afetlerin hemen ardından gösterilen bu tepkilerin belli bir düzeye kadar beklenen bir durum olduğu söylenebilir. Bu tür tepkilerin çoğu aslında aniden beklenmedik bir şekilde gerçekleşen anormal bir olaya karşı verilen normal tepkilerdir. Bu süreçte düzenli beslenmek, yeterince uyumak, spor yapmak, afet bölgelerine bireysel ya da toplumsal destek vermek, duyguları bastırmak yerine o duyguları yaşamaya belli bir süre izin vermek, hissedilen duyguları ve düşünceleri ifade etmek, aile ya da yakın arkadaşlarla paylaşmak onlarlar vakit geçirmek, günlük rutinleri devam ettirmek ve sosyal medya kullanımına aşırı maruz kalmaktan kaçınmak iyi olma halinin artmasında oldukça önemli olduğu söylenebilir. Ancak bu tepkilerde zamanla bir azalma olmuyorsa ya da şiddeti giderek artıyorsa, kişinin günlük hayatını ve işlevselliğini etkilemeye başladıysa, nefes almada güçlük, ellerde ayaklarda titreme, göğüste baskı, baş dönmesi gibi yoğun kaygı belirtileri yaşıyorsa, bir nedeni olmaksızın sürekli kaygı ve korku yaşıyorsa, baş edemediği ya da baş etmekte zorlandığı düşünce, imaj ve duygular varsa bir ruh sağlığı uzmanıyla görüşerek destek alması kişinin psikolojik iyi olma hali açısından oldukça önemlidir.

Psk. Müge Leblebicioğlu Arslan

Günümüzde birçok anne baba uzun bir ömür sürerek yaşlılığa ulaşıyor. Ama bu durum, sağlıklarının kötüleşmesine neden olarak çocukları olarak bizim ilgi, şefkat, koruma ve dikkatimizi gerektiriyor. İşte bu yüzden anne babalarımız ölüme yaklaştığında bizler anne baba konumuna geçiyoruz. Çünkü onları sarma, besleme ve sözlerimiz ve ilgimizle ruhlarına dokunma sırası bize geçiyor. Şefkatimizle onların bize daima sağladığı sıcaklığı hatırlayarak anne babamızın ruhları için adeta birer baston hâlini alıyoruz.

Yaşlılığı hayatın son aşaması olarak yani negatif bir şekilde görmeniz normaldir. Ne var ki bu dönemi çok güzel bir aşama ve acıyı atlatmak için gerekli dönemlerden biri olarak görmek de mümkün. Anne babamız ya da büyükanne ve büyükbabamızla zaman paylaşmak, bir anlamda bir elvedanın da başlangıcını işaret eden şefkat ihtiyacını paylaşmak demektir. Bizi büyüten ve bize hayat veren insanları, elveda demenin gerektirdiği aynı güçle desteklemek demektir.

Yaşlı bir ebeveynden mesaj: Hafızamı kaybetmeye ya da bir sohbeti takip edememeye başladığımda, hatırlamam için bana zaman ver. Tek başıma yemek yiyemediğimde, kazalar yaptığımda ya da ayağa dahi kalkamadığımda sabırla bana yardım et.

Üzülme çünkü ben senden yaşlıyım, ağrılarım ve acılarım var. Benden utanma. Dışarı çıkmama, temiz hava almama ve güneş ışığının tadını çıkarmama yardım et. Sabrını yitirme yavaş yürüdüğüm için. Bağırırsam, ağlarsam ya da geçmişin savaşlarından söz açarsam kızma bana.

Şimdi yardıma ihtiyacım olan şeyleri yapmayı sana öğretmek için ne kadar çok zaman harcadığımı hatırla. Ailede yeni bir misyonum var artık. Bu yüzden sana verdiğim fırsatı kaçırmamanı istiyorum senden. Yaşlandığımda sev beni çünkü ben hâlâ aynı kişiyim, saçlarım bembeyaz olsa bile.

Anne babaları yaşlandığında çocukların üstlendiği rol üzerine düşünmek için Fabricio Carpinejar karanlık zamanlarda bize biraz ışık olacak muhteşem bir yazı yazdı. Genelde kendinizi iyi hissetmek zordur çünkü size nasıl konuşacağınızı, büyüyeceğinizi, yemek yiyeceğinizi ve yürüyeceğinizi öğreten insana elveda demekle yüzleşmek kolay unutulabilecek bir şey değildir. İşte Carpinejar’ın yazdıkları: Ailenin tarihinde bir çatlak var. Çağlar yığılıp üst üste binmiş ve eşyanın doğal düzeni, anlamsız hâle gelmiş burada: İşte çocuğun anne baba olduğu zamandır bu. Anne babalar yaşlanıp sanki karda yürüyormuş gibi yavaş hareket ettiğinde olur bu. Yavaş yavaş, tereddütle. Siz küçükken elinizi güçle tutmuş anne babanız artık yalnız olmak istemiyordur. Bir zamanlar güçlü ve yenilmez olan anne baba giderek zayıfladığı ve ayağa kalkmadan önce nefes nefese kaldığı zamandır. Bir zamanlar size emirler yağdırmış anne babanız şimdi zar zor nefes alıp hırıldadığı ve şimdi onlara çok uzak gözüken pencere ya da kapıya baktığı zamandır. Bir zamanlar hazır ve çalışkan olan anne baba kendi giysisini bile giyemediği ve ilacını almayı unuttuğu zamandır. Ve biz çocuklar, anne babamızın yaşamından sorumlu olduğumuzu kabul etmekten başka bir şey yapamayız. Bizi yaratmış olan hayat artık huzurla ölmek için bize dayanmaktadır. 

Her çocuk, annesi ya da babası öldüğünde kendisi anne baba olur. Belki yaşlı anne babamızla ilgilenmek, tuhaf bir şekilde hamilelik dönemine benzer. Son derstir. Yıllardır bize sundukları ilgi ve sevgiyi geri vermek için fırsattır. Tıpkı bebeklerimizi korumak için elektrik prizlerini kapatıp oyun bahçesi hazırladığımız gibi şimdi de anne babamızın rahat etmesi için evimizdeki mobilyaları yeniden düzenleriz. Anne babalarımızın ebeveynleri olarak, banyoyu onların kolayca kullanabilmesi için destekli hâle getiririz. Bir an için bile onları yalnız bırakamayız. Evin duvarlarında kıskaçlar olacaktır. Ve kollarımız tıpkı merdiven trabzanı gibi uzanacaktır onlara.

Yaşlanmak, eşyalara tutuna tutuna yürümektir. Yaşlanmak, merdivenler olmadan tırmanmaktır yukarı. Kendi evimizde yabancıya dönüşmektir. Her detayı korkuyla ve belirsizlikle gözlemleyeceğiz, şüphe ve endişeyle. Siniri bozuk mimarlar, tasarımcılar ve mühendisler olacağız. Nasıl oldu da anne babamızın hastalanıp bize ihtiyaç duyacağını düşünemedik. Kanepelere, heykellere ve döner merdivene pişman olacağız. Bütün engellere ve hatta halıya pişman olacağız. Ölmeden evvel anne babasına ebeveyn olmuş çocuğa ne mutlu! Ve yalnızca cenazesine gelip anne babasına her gün yavaş yavaş elveda diyememiş çocuk ne bahtsızdır.

Duygusal uzaklaşma veya kopma bozukluğu olarak tanıdığımız durum, bazı insanlarda çocukluk çağındaki şefkat eksikliğinden kaynaklı bir biçimde sahip olduğu bir dizi özelliği kapsıyor. Çocukluk dönemi, her insanın son derece savunmasız olduğu bir yaşam aşaması. O yıllarda yaşananlar, kişinin hayatı boyunca kendini gösterebilecek kalıcı izler bırakıyor.
Çocuklukta şefkat eksikliği sağlıklı olması gereken duygusal gelişimi engeller. Bebeklerin ve çocukların sevgi ve şefkat, güzel sözler, özen ve duygusal destek yoluyla kabul görmeye ihtiyaçları var. Bir çocuk bunu almadığında, duygusal bir hasar meydana gelir ve bu hasar, psikolojik evrimin doğal seyrini izlemesini engeller

Duygusal kopma bozukluğu, sevilemez olduğunuza dair derin bir inanç sahibi olmanızdan kaynaklanacaktır. Ayrıca kendinizle ilgili önemli bir memnuniyetsizlik sahibi olmanız ve terk edilme korkusuna sahip olmanız da bununla birlikte yer almakta. Bir kişi, bu özelliklere hayatı boyunca sahip olabilir, ancak kopma bozuklukları, her yaşta farklı bir şekilde tezahür edecektir.

Duygusal uzaklaşma durumu olan kişilerde bazı ortak özellikler mevcut olacaktır. Birçok insan sevilmediğini hissetmiş olsa da, bu duyguyu sendromun kendisinden ayıran şey belirtilerin kararlılığı.

Duygusal uzaklaşma bozukluğunun en yaygın belirtileri şunlardır:

Değersizlik duyguları. Bu tür bir durumda, kişi kendini pek de değerli hissetmez. Sürekli olarak yeteneklerinden şüphe eder ve çoğu koşulun güçlerinin veya yeteneklerinin ötesinde olduğuna inanır.

Başarısızlık algısı. Bu bozukluğa sahip kişiler, başarısız olsalar bile, genellikle çok kötü bir şekilde başarısız olduklarını hissederler. Kendilerini de ciddi şekilde eleştirirler.

Kendini sevmeme. Bu insanlar, kendilerine hiç bir şekilde sempati duymazlar. Kendi içlerindeki erdemli yönleri bulmakta zorlanırlar ve bulduklarında onları çok hızlı bir biçimde küçümserler. Esasen, bu insanlar, kendilerini küçümserler.

Sosyal ortamlardan uzaklaşmak. Bu rahatsızlığı olan kişiler için, güçlü bir reddedilme korkusu olduğundan, düşündüklerini veya hissettiklerini başkalarına göstermek zor bir durum olacaktır. Benzer şekilde, reddedilme durumu yaşadıklarında da, bu durumla ilgili önemli sorunlar yaşarlar.

İstikrarsızlık. Kişilerarası ilişkilerinde istikrarsız olma eğilimindedirler. Sonuç olarak, ilişkilerindeki bağlarından, terk ederek uzaklaşabilirler.

Yaşa göre duygusal uzaklaşma bozukluğunun belirtileri

Daha önce de belirttiğimiz gibi, duygusal uzaklaşma bozukluğu yaşa göre farklı şekillerde kendini gösterir. Bununla birlikte, bazı temel özellikler her yaşta mevcut olacaktır, ancak nasıl ifade edildikleri, olgunluk derecesine ve ortama göre değişir.

Yaşı da hesaba katarsak, aşağıda saydıklarımız da, bu bozukluğun nasıl ortaya çıkabileceğinin örnekleri olarak sayılabilir:

Erken çocukluk. Bu bozukluğa sahip bebekler veya çocuklar çok ağlayabilir, nadiren gülümseyebilir ve sık enfeksiyon geçirebilir. Sindirim sorunları yaşamaları yaygın görülen bir durum olacaktır. Ayrıca, bazı durumlarda, bu çocuklar için büyüme bozukluklarından da bahsedilebilir.

Okul öncesi yaş. Bu çocuklar akranlarıyla ilişkiler konusunda endişeli olacaktır ve çoğu zaman dil konusunda güçlük çekerler.

İlkokul çağı. Öğrenme güçlüğü, odaklanma ve konsantre olma güçlüğü ve değersizlik duyguları yaygın olacaktır. Çocuk kendinden şüphe duyabilir ve kendisine karşı olumsuz duygulara sahip olabilir. Bu çocuklar, yaptıkları her şeyle başkalarını kızdırdıklarına da inanabilirler.

Ergenlik öncesi ve ergenlik. Bu bozukluğa sahip gençler dürtüsel, aktif ve görünüşleriyle meşgul olma eğiliminde olacaktır. Çok kolay heyecanlanabilirler ve bağımlılık belirtileri gösterebilirler.

Yetişkinlik. Genellikle yetişkinler yalnızlık, amaç ve hedeflere bağlılık eksikliği ve sık sık başarısızlık duyguları sergiler. Ayrıca, sağlıklı ilişkiler kuramazlar ve kendilerini sürekli olarak işle meşgul durumda tutabilirler.

Ne yapılmalı ?

Aslında sorunun ortaya çıkmaması için alınacak önlemler çocuk doğduğundan sonra başlamalı. İlk çocukluk döneminden itibaren çocuğa karşı tutum ve davranışların gerektiği kadar ılımlı ve hoşgörülü, verilen gerildirimlerin çocuk tarafından algılanmasına çaba harcıyor olmak, yeterince şefkatli olabilmek duygusal kopma bozukluğunun ortaya çıkmasını engelleyecektir.

Gerçekçi olmak gerekirse, duygusal kopma bozukluğunu asla tamamen çözemezsiniz. Ancak bu, bazı sorunları çözmenin imkansız olduğu anlamına da gelmez. Çocukluk sevgisinden yoksun yaşamayı öğrenebilir ve hatta bundan yararlanabilirsiniz de. Ancak en zor kısım bunu yenmek için gereken sürece başlamak. İlk adımı attığınızda, yapmanız gereken işler sizin için daha net hale gelecektir.

Bu durumlarda, uzman yardımı alarak başlamak en iyisi. Çok zor bir rahatsızlık olduğu için bu durumun tek başına üstesinden gelmek hiç kolay değil. Dışarıdan destek olmadan, kişi iç yaralarını gerçekten iyileştirmekten kaçınacaktır. Her durumda, sanat, okuma, meditasyon ve spor çok yardımcı olan faktörler olacaktır.

Hakan Şahintürk

Evinizden ayrılma korkusu, genellikle agorafobi adı verilen bir anksiyete bozukluğunun göstergesidir. Genellikle, ev dışında bir veya daha fazla anksiyete nöbeti geçirdiğinizde gelişir. Ya da dışarıda hoş olmayan başka bir olay yaşamanın sonucu olabilir. Her durumda, tekrar olacağı korkusuyla evde kalarak durumdan kaçınırsınız. Bu bozuklukla ilgili temel sorun, giderek daha da kötüleşmesidir. Dışarı çıktığınızda endişe veya başka bir rahatsız edici olay yaşayabileceğiniz fikriyle başlar, bu nedenle kendinizi yakın ve tanıdığınız yerlere gitmekle sınırlarsınız. Daha sonra, evden çıkmaktan kaçınmanız nedeniyle korkunuz artar ve bu da daha fazla endişe yaratır. Bu nedenle, mantıksız inançlarınızın ve korkunuzun sürekli olarak güçlendirildiği bir kısır döngü başlar

Agorafobi, klostrofobinin zıttı olmadığı gibi kapalı alan korkusu da değildir. Evinizi terk etme, yardım bulmanın veya kaçmanın zor olduğu durumlarda bulunma veya yerlere gitme korkusudur. Derinlerde, agorafobiden muzdarip olduğunuzda, kontrol edemediğiniz durum veya ortamlarda bulunmaktan korkarsınız. Bu nedenle, kendinizi çaresiz hissedersiniz ve panik atağa yol açabilecek kaygı yaşamaya başlarsınız. Evden ayrılma korkusu veya agorafobi, siz dışarıdayken neler olabileceğine dair çeşitli korkularla ilişkilidir. Bunların arasında kalp krizi geçirme, yardım alamama, bayılma, ölme, kendini aptal yerine koyma veya kaçamama korkusu vardır.

Sorun şu ki, bu korkular o kadar yoğun olur ki, dışarı çıktığınızda endişe belirtileri yaşar ve onları tehlikeli bir durum olarak yorumlarsınız. Bu nedenle, evden çıkmaktan tamamen kaçınma eğiliminde olursunuz. Bu da bir dahaki sefere dışarı çıktığınızda sizi daha çok korkutur. Aslında, sizin için daha az özgürlüğe sahip, giderek güçlenen bir endişe çemberi yaratır. Ayrıca, çevrenizle ilgili belirli haberlere veya bilgilere maruz kaldığınızda durum ağırlaşabilir. Örneğin, belirli tehlikeler veya şiddet olayları hakkında haberler duymak veya okumak, evinizden ayrılmanın tehlikeli olduğu fikrinizi güçlendirerek daha da korkmanıza neden olabilir.

Herhangi bir anksiyete bozukluğunda olduğu gibi, agorafobide de bir dizi fiziksel semptom yaşarsınız. En yaygın olanları arasında şunlar bulunur:

  • Göğüs ağrısı.
  • Boğulma hissi.
  • Hiperventilasyon.
  • Baş dönmesi.
  • Bayılma.
  • Mide bulantısı veya diğer sindirim sistemi rahatsızlıkları.
  • Artan kalp atış hızı.
  • Terleme veya titreme.

Ayrıca, aşağıdaki psikolojik belirtilerle karşılaşabilirsiniz.

  • Yalnız kalma korkusu
  • Kaçamama korkusu.
  • Kontrolü kaybetme korkusu.
  • Diğer insanlara bağımlılık.
  • Başkalarından yabancılaşma hissi.
  • Umutsuzluk duyguları
  • Derealizasyon veya ortamın gerçek dışı olduğu hissi.
  • Duyarsızlaşma veya kendi vücudunuzdan ayrılma hissi.
  • Ajitasyon veya sinirlilik.
  • Sosyal durumlardan kaçınma.
  • Uzun süre evde kalmak.

Evden ayrılma korkusu nasıl yenilir
Agorafobiden muzdaripseniz, bunu aşmanın en iyi yolu psikolojik terapiye gitmektir. Orada, korkunuzu çevreleyen inançlar yeterince ele alınacaktır. Üstelik. kontrollü bir şekilde maruz kalma stratejilerini öğreneceksiniz. Öte yandan, korkunuz sadece hafifse ve agorafobi olarak sınıflandırılmak için gerekli kriterleri karşılamıyorsa, üstesinden gelmek için bir dizi egzersiz yapabilirsiniz.

Gevşeme ve nefes egzersizleri
Gevşeme, anksiyete tedavisinde ve herhangi bir durumda aktivasyonu azaltmak için esastır. Bu teknikler, gerginliği serbest bırakmanıza ve zihninizi sakinleştirmenize izin verir. Bu şekilde, daha aydınlatıcı bir bakış açısı alabilir ve daha düşük kaygı düzeyine sahip durumlarla yüzleşebilirsiniz.

Korkuları ifade edin ve onları ortadan kaldırın

Korku, bir dizi müdahaleci, olumsuz ve genellikle mantıksız düşünceden kaynaklanır. Bu nedenle, düşüncelerinizi sözlü olarak ifade etmek ve duygularınızı iletmek önemlidir. Bu, durumu analiz etmenize ve hangi fikirlerinizin özellikle korkunuzu ürettiğini veya güçlendirdiğini bilmenizi sağlar.

Onları tanımladıktan sonra, bu inançları ya kendi başınıza ya da yardım alarak ortadan kaldırmak son derece yararlıdır. Bu, daha rasyonel bir bakış açısı alacağınız ve büyük olasılıkla korkunuzun azalacağı anlamına gelir.

Kendi kendine eğitim tekniğini öğrenin

Bu psikolojik teknik, belirli bir durumda kendinize talimat vermeyi öğrenmekten oluşur. Örneğin, bir anksiyete krizi geçirdiğinizde kendinize söylemeniz için bir dizi yorum oluşturun.

“Başıma ciddi bir şey gelmeyecek”, “Kendi başımın çaresine bakabilirim”, “Endişelerim geçici ve geçecek”, “Rahatlayabilir ve yaptığım şeye devam edebilirim” veya “Bu daha önce başıma geldi ve hala hayattayım, yani endişelenecek bir şey yok” gibi yorumlar işe yarayabilir.

Hayal gücünüzü eğitin

Kendinizi korktuğunuz durumlarla karşı karşıya kalmış bir şekilde hayal etmek, tekrar tekrar yapılırsa son derece yardımcı olabilir. Bunu rahat bir şekilde yapmak için, kendinizi sokakta yürürken veya sizi endişelendiren yerlere giderken görselleştirmeniz gerekir.

Sizi korkutan durumların bir listesini yapabilirsiniz. Ardından, onları daha az yoğundan daha yoğuna doğru sıralayın ve hayal gücünüzde düzenli bir şekilde bunlar üzerinde çalışın.

Durumu hayal ettiğinizde, kendinizi bir anksiyete atağı yaşamak da dahil olmak üzere tüm olasılıklarla yüzleşirken görselleştirmelisiniz. Bu strateji, kendinizi görerek ve onları kontrol edebileceğinizi hissederek inançlarınızı yıkmanızı sağlayacaktır. Ayrıca korkunuz ve korktuğunuz durumlarla başa çıkmak için duygusal ve davranışsal kaynaklar bulmanıza yardımcı olacaktır.

Aşamalı maruz kalma

Alıştırmaları hayal gücünüzle gerçekleştirdikten sonra, gerçek deneyimlere geçebilirsiniz. Bunu kademeli olarak, birkaç dakikadan başlayarak ve her seferinde süreyi biraz daha uzatarak yapmalısınız. Önceki alıştırmada olduğu gibi, yavaş yavaş yüzleşmeniz için bir durum listesi hazırlayabilirsiniz.

Maruz kalmaya en uygun gevşeme durumunda başlamak önemlidir. Ayrıca kaygınız arttığında kaçmamaya çalışmalısınız.

Bunu yapmak için semptomlara odaklanmamaya çalışın ve durumu kontrol edebileceğinizi kendinize tekrarlamayı unutmayın. Rahatlayın ve kötü bir şey olmayacağını unutmayın, sadece nefes almak için bir dakikaya ihtiyacınız var.

Hayatınızı geri alın

Bu belirli adımlara ek olarak, rutininize geri dönüp orada yapılması gereken her şeye odaklanmanız önemlidir. Sakin yerlerde yürüyüş yapmak ve arkadaşlarınızla buluşmak gibi aktiviteler yardımcı olabilir. Ayrıca kafein veya alkol gibi uyarıcılar almaktan kaçının, çünkü bunlar endişenizi artıracak bir uyarı durumuna yol açabilir.

Her şeyden önce sabırlı olun. Evinizi terk etme korkusunun üstesinden gelmek kolay bir iş değildir. Bununla birlikte, küçük çabalarla, hayatınızı geri almak, nasıl hissettiğinizden sorumlu olmak ve zamanınızı düzenlemek gibi müthiş şeyler başarabilirsiniz.

Ancak, bunu kendi başınıza yapabilecek durumda hissetmiyorsanız ve endişeniz artmaya devam ediyorsa, üstesinden gelmek için bir ruh sağlığı uzmanına gidin.

Psikolog Maria Verez

Gündem hepimizi haklar, eşitlik üzerine düşünmeye davet ederken, önyargılarımızı, kalıplarımızı, dilimizi, otomatik davranışlarımızı sorguluyoruz. Fark etmeye, fark ettikçe değişmeye, dönüşmeye çalışıyoruz. Hatta buna mecbur hissedebiliyoruz. Peki, psikiyatrik tanıların insanlara ne kadar sık ve rahatlıkla yapıştırıldığını hiç fark ettiniz mi? “Tam bir ruh hastası”, “Psikopatın teki”, “Hiperaktif midir nedir?”, “Yöneticim tam bir obsesif” gibi söylemler, etkileri pek de düşünülmeden ağızdan çıkabiliyor. Kişiler bazı özellikleri nedeniyle etiketleniyor, damgalanıyor, değişmeye zorlanıyor, doğrudan ya da dolaylı olarak ayrımcılığa maruz kalabiliyor.
Sohbet arasında birbirimize tanı koymak…
Uzmanlar arasında bile tanı koymanın kendisi tartışmalı ve zaman zaman gri bir alanken, günlük bir sohbetin içinde “O tam bir narsist, uzak dur ondan” cümlesini duymak mümkün. Bu kişinin narsist olarak tanımlanmasına neden olan göstergeler neler? Bu tanıyı kim koymuş? Ruh sağlığı alanında uzmanlığı var mıymış? Neden ve nasıl bu kadar kişisel, gizli bir bilgi ulu orta konuşulabilir olmuş? Bu tür soruların cevapları olmadan, bu bilgiyi gerçek kabul edip, davranışlarını bu bilgiye göre şekillendirenlerin sayısı hiç de az değil.

İnsanları tanı ile etiketlemek, “anormal”, “arızalı”, “suçlu” olduklarını düşünmelerine neden olabiliyor. Ayrımcılık literatüründen de çok iyi bilindiği gibi, farklılıklar, bizden olmayan “ötekiler” kötü ve tehlikeli algılanabiliyor. Örneğin, tez canlı, çekingen, bencil ya da ukala olmak bazen ne kadar olağan, “E bizimki de böyle, kabul ettik” diyerek geçilen bir durum. Oysa “ötekiler” için onca özellik arasından özenle çekilen ve tüm varoluşlarını tanımlayan sıfatlara dönüşebilirler. “O biraz titizdir” olur size “Aman o obsesif, onunla çalışmak kâbus gibi”. Bu utanılması, saklanması, ivedilikle değiştirilmesi gereken bir duruma dönüştürülür, kulaktan kulağa fısıldanır. Tarih boyunca tanılarla damgalanan insanlar, kurban edilme, cezalandırılma, suçlanma gibi davranışlara maruz kalmış, çeşitli şekillerde değersiz, yetersiz hissettirilmiş, yalnızlaştırılmışlardır. Birini tanı ile damgalamak, tanının kendinden daha tehlikeli olabilir.

Tanı koymak yetmez, elimiz değmişken düzeltmek…

Tanılar üzerinden etiketlemelere ek olarak, o kişiyi, duygularını, davranışlarını değiştirmeyi, “düzeltmeyi” görev edinmek de başka bir sorundur. “Takılma böyle şeylere”, “Çok düşünme”, “Böyle hissetme” gibi işe yarama ihtimali olmayan söylemler sık sık tekrarlanabilir. Öte yandan, gizliden araştırma işlerine girenler olabilir. Örneğin, “Bir narsiste nasıl davranmalı?”, “Asosyallerle iş yaşamı”, “Kaçıngan bağlananlarla uzun ilişkinin sırları” gibi hap bilgiler internette oldukça yaygındır. Maalesef bu tür önerilerin bazıları düpedüz duygusal şiddet içerir. Örneğin, insanların biraz kendilerini geri çekmeleri, kişiyi görmezden gelmeleri, gizemli davranarak telefonları açmamaları, mümkünse ilişkiyi sonlandırmaları gibi yoksun bırakmaya odaklı, cezalandırıcı tutum ve davranışlar teşvik edilebilir.

Bu hap bilgiler, kulağa hızlı ve çözüm odaklı gelse de önemli bir soruyu gündeme taşıyorlar. Bu bilgileri alıp ne yapacağız? Nasıl kullanacağız? Uyguladığımızda ilişkiye etkisinin ne olmasını bekliyoruz? İlişkinin “daha iyi” olması için neden illa karşımızdakinin değişmesi gerekir? Ona nasıl davranmam gerek bilgisi yerine ben nasıl bir ilişki istiyorum, neye ihtiyacım var, bu ilişkide ben ne yapıyorum soruları daha anlamlıdır. Gerçek şu ki; kimse kendi iradesi dışında, sırf bir başkasına hoşluk olsun diye, baskıcı müdahaleler eşliğinde değişip, dönüşmez. Değişime yakından şahitlik eden terapistler dahi kişinin nasıl biri olması, nerede yaşaması, hangi işte çalışması, kiminle birlikte olması gibi kararları danışanları adına almaz, onları yönlendirmezler. “Bu durumda şöyle değil de böyle hissetmeniz gerekir” gibi söylemlerde bulunmazlar. Aksi, her terapistin kendi “ideal insancıklarını” yaratması anlamına gelir ve en hafifinden insan hakları ihlali olurdu.

Bir tanı, bir uzman tarafından konmuş olsa dahi kişiyi tanımlamaz.

Tanılar, ruh sağlığı alanında uzman kişilerin, belirtileri değerlendirerek, bir öngörü ve plan oluşturmak için kullandıkları tanımlamalardır. Hatta, bir parça abartarak, aramızda daha hızlı ve kolay anlaşmak için yarattığımız kategoriler olduğunu söyleyebiliriz.

Her kategorizasyon doğası gereği geneldir; tıpatıp olmayan pek çok şey iç içe geçer. Başladığı, bittiği noktalar yani sınırları varsayımsaldır, gri alanları boldur. Örneğin, kahverengi göz denildiğinde, nasıl da aynı tonda olmayan gözler, göz biçimleri, kirpik türleri aynı başlığın altına giriverir. Hatta hangi göz kahverengidir de hangisi eladır, bazen kavga konusudur. Sonuçta kategoriler, tüm genellemeler gibi eksiktir. Tanılar karşısında kişinin hikayesi, belirtilerin oluşumu, süreci, etkileri, kişinin bu bağlamda yarattığı anlamlar benzersizdir. Bir tanı kimsenin varoluşunu tanımlayamaz. Nasıl birine “Gastritli” ya da “Kalp krizli” diye hitap etmek tuhaf duyuluyorsa, “Kalp krizi geçirdi ama hayatı bir tek bundan ibaret değil ki” gibi bir cümle aklınızdan geçiyorsa, benzer durum psikiyatrik tanılar için de geçerlidir.

Yaygın toplumsal görüşün aksine, kimse keyiften, bile isteye, güle oynaya psikiyatrik belirtiler geliştirmez. Her birinin altında duyulmayı, anlaşılmayı, dile dökülmeyi bekleyen ihmaller, istismar, acı, ızdırabın olduğunu unutmamak gerekir. Hele ki, birinin varlığını doğru yanlış tanılar üzerinden tanımlamak, değişmeye zorlamak, ilişki kurmasını, gelişmesini, öğrenmesini, çalışmasını engellemek hepimizin üzerinde durup düşünmesi gereken ciddi bir ayrımcılık sorunudur. Vakit, önyargılarımızı fark etme, kullandığımız dili gözden geçirme, ayrımcı tutum ve davranışlarımızı değiştirme, çevremizdeki kişilere de bu yaklaşımı paylaşma vaktidir.

Büyük bir araba kazası, şiddetli bir deprem veya aile içi şiddet gibi korkunç bir olay veya deneyim yaşarsanız, muhtemelen paramparça hissedecek, başa çıkma ve uyum sağlamada zorluk çekeceksiniz. Bununla birlikte, zaman geçtikçe ve kendinizle ilgilendikçe, muhtemelen daha iyi hissedecek ve hayatınıza devam edeceksiniz. Öte yandan, yaşadığınız sorunlar devam ederse Travma Sonrası Stres Bozukluğu yaşama ihtimaliniz artacaktır. Dışarıdan bir müdahaleyle ruhsal sağlığı bozan nadir rahatsızlıklardan biri olan travma, korkunç bir olayı yaşayarak veya tanık olarak deneyimleyebileceğiniz bir durum olacaktır.

Travmatik olarak bahsedilen nedir? Travma, insanı olağanüstü zora sokan kişisel bir yaşantının sonucu olabilir. Kişinin başından geçen böyle bir olay, eğer kendi olanakları bu durumla başa çıkmak için yeterli olamıyorsa, yani taşıyamayacağı bir ağırlığın altına girmişse travmaya yol açabilir. Fiziksel ve zihinsel sağlığımızın herhangi bir beklenmedik ihlali bir travma olarak kabul edilebilir. Travma sonrası stres bozukluğuna yol açabilecek en yaygın travmatik olaylardan bazıları şunlardır:

  • Sevilen birinin ani veya beklenmedik ölümü (bir gencin ya da sağlıklı birinin ölümü)
  • Savaş (Savaşa katılmak ya da savaşın olduğu bir ülkede yaşamak)
  • Tecavüz
  • Adam kaçırma
  • Doğal afetler (örneğin, kasırgalar, depremler, vb.)
  • Terörist saldırıları (Şahit ya da mağdur olmak)
  • Araba veya uçak kazası
  • Saldırı
  • Cinsel veya fiziksel istismar
  • Çocukluk ihmali (duygusal, fiziksel ihmal)

Travmatik bir olay deneyimleyen herkes TSSB yaşamamaktadır. Ciddi bir olay sonrasında kabus görmek, korkmak ve olanları unutmakta zorluk çekmek normaldir. Ancak bu tepkileriniz gün geçtikçe azalmaz, hatta etkisi giderek çoğalmaya başlarsa o zaman TSSB yaşama ihtimaliniz artar. Travmatik bir olaydan etkilenen yaklaşık on kişiden birinde TSSB’nin ortaya çıktığı tespit edilmiştir. Ortalama olarak, erkeklerin % 60’ı ve kadınların % 50’si yaşamları boyunca travmatik bir olay yaşamaktadir. Bunlardan erkeklerin % 4’ünün TSSB geliştirdiği ve kadınların % 10’unun hayatlarının bir noktasında Travma Sonrası Stres Bozukluğu geliştirdiği bulunmuştur. Tecavüze uğrayan bireylerin, herhangi bir travmatik olaydan daha fazla travma sonrası stres bozukluğu geliştirme olasılığı daha yüksektir; bu nedenle, kadınların tecavüze uğrama olasılığı erkeklerden daha yüksek olduğundan (% 9’a karşı % 1 olasılık), bu cinsiyetler arasındaki travma sonrası stres bozukluğu istatistiklerinde dengesizliği açıklamaktadır. Ek araştırmalar, travma sonrası stres bozukluğundan etkilenen bireylerin çoğunun başka bir psikolojik bozukluktan (örneğin, depresyon, anksiyete) muzdarip olduğunu göstermektedir. Bu bireyler ayrıca uyuşturucu ve / veya alkol, madde kötüye kullanımı ile ilgili sorunlara daha yatkındır.

Bir kişi birçok farklı durumun sonucu olarak travma yaşayabilir. Travma, bir bireyin birçok korkutucu düşünce ve duyguya boğulmasına neden olabilir. Travmatik bir deneyim kısa bir süre devam edebilirken, bazı kişiler etkilerini yıllarca hissedebilir. Bu uzun süren travma ele alınmazsa kişi daha da fazla acı çekebilir. Bu nedenle, travma yaşamış kişilerin sadece travmatik deneyimi ele alması değil, aynı zamanda onu nasıl kabul edeceğini de öğrenmesi gerekir. Travma yaşamak, bir kişinin çeşitli şekillerde tepki vermesine neden olabilir. Travmatik bir olaydan geçmenin yaygın bir sonucu, Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) geliştirmektir. Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü (NIMH), bir kişi aşağıdakilerden herhangi birini deneyimlediğinde TSSB’nin gelişebileceğini belirtir:

  • Aşırı korku, korku veya çaresizlik hissetmek
  • Travmatik bir olaydan sonra sosyal destek bulamamak
  • İncinmek
  • Akıl hastalığı geçmişine sahip olmak
  • İnsanların incindiğini veya öldürüldüğünü görmek
  • Travmatik bir olaydan sonra ek stresle mücadele etmek
  • Tehlikeli veya travmatik bir olaydan kurtulmak

Bir kişi TSSB’ye sahip olduğunda, birkaç spesifik semptom gösterecektir. Bu semptomları dört gruba ayırabiliriz:

  1. Uyarılma: kişi asabi, sinirli veya saldırgan hale gelebilir; tetikte olabilir ve kendisini kolayca korkmuş ve ürkek bulabilir; ya da uyumakta ya da günlük işlere konsantre olmakta güçlük çekebilir.
  2. Kaçınma: Bu, kişi olay hakkında konuşmamaya veya düşünmemeye çalıştığında veya ona travmayı hatırlatan etkinliklerden, kişilerden veya yerlerden kaçındığında ortaya çıkabilir.
  3. Flashbacks (Müdahaleci anılar): Kişi, travmayı hayalinde yeniden yaşayabilir, bununla ilgili rahatsız edici rüyalar görebilir veya kendisine olayı hatırlatan bir şey yaşadığında ciddi duygusal sıkıntı yaşayabilir.
  4. Ruh hali ve düşüncelerdeki olumsuz değişiklikler: uyuşma veya umutsuzluk duyguları genellikle TSSB’nin önemli bir parçasıdır; kişi aynı zamanda kendisi veya diğer insanlar hakkında kötü hissedebilir, olumlu duygular hissedemeyebilir veya eskiden zevk aldığı şeylere ilgisini kaybedebilir.

Krizin ortasında kendi eylemlerini kabul etmek ve teselli bulmak.
Olayı ve etkilerini atlatmak için bir başa çıkma stratejisi oluşturmak.
Arkadaşlardan, aileden veya bir destek grubundan sosyal destek bulmak.
Korkmasına rağmen kriz anında hareket ettiğini fark etmek

Travmatik bir olay yaşamış bir kişi, yukarıda listelenen yollarla kendilerinin daha iyi hissetmesine yardımcı olabilirler. Travma sonrası hayat son derece zorlu ve korkutucu olabilir. TSSB veya benzeri travma sonrası etkilerle mücadele eden herkesin travmatik olaylarla yüzleşmenin, kabul etmenin ve bunlardan uzaklaşmanın tamamen mümkün olduğunu bilmesi önemlidir.

Psk. Burcu Başoğlu Kundak

Geleneksel ataerkil düzende, erkeklerin “evin direği” olması, eve ekmek getirmesi, “dışişleri”nden sorumlu olması beklenirken, kadınların tüm “içişleri”ni çekip çevirmesi beklenir. Peki, evde çokça vakit geçirdiğimiz, mevcut koşullardan dolayı zorunlu olmadıkça dışarı çıkamadığımız, ev işleri ile ilgili dışarıdan gelen desteklerin de çoğunlukla kesildiği bu salgın döneminde ev içinde kime, hangi roller düşüyor? Kimden, neler, hangi sorumluluklar bekleniyor?

İş hayatının evlere gelmesiyle birlikte “dışişleri” ve “içişleri” belki de hiç olmadığı kadar birbirine karışmış durumda. Evden çalışmak, ücretli izinde olmak, işten çıkarılmak gibi günlük düzeni temelden değiştiren durumlar karşısında, evdeki sorumluluklarımızı gözden geçirmek durumunda kaldık. Bu gözden geçirme anı, evde daha eşitlikçi bir iş bölümü yapmak açısından bir fırsat sunuyor. Bin bir şekilde ezberlediğimiz toplumsal cinsiyet rollerinin ötesine geçmek elbette kolay olmuyor. Bu roller, kimi zaman “çocuğun altını babası değiştiremez” kimi zaman “kadın kocasından çok kazanırsa evde sorun olur” şeklindeki cümlelerde vücut buluyor.

“Erkekliğin Türkiye Halleri” kitabında şöyle diyor: “Ataerkil sistemin kadınları olduğu kadar erkekleri de ezdiğinin farkına varılması ve bu farkındalığın hem kadınlar hem de erkeklerce kazandırılması da çok önemli. (…) erkeklerin de birer birey olarak kendilerini gerçekleştirmelerini sağlayacak farkındalığın kazandırılması önemli. Yaşamakta olduğumuz ezber bozan bu günlerde, toplumsal cinsiyet rollerinin bireyler ve ilişkiler için ne kadar yıkıcı olduğunu, eşitliğe ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu belki daha çok fark ediyoruz.

Tam bu anlarda, evde eşitlikçi bir iş bölümü yapabilmek için atılabilecek adımlar var:

  • Fikir birliğine varmak: Evdeki işlerini yapabilmek herşeyden önce önemli bir beceridir.Örneğin, ebeveynlere “Çocuğunuz ilerde nasıl bir yetişkin olun istersiniz?” diye sorduğumuzda,sıkla “Kendi kendine yetebilsin, kimseye muhtaç olmasın” gibi cevaplar verirler. Tam da bu noktadan hareketle, bulaşık makinesini çalıştırmak, çamaşırları asmak, yemek yapmak, evi süpürmek, çöpü atmak, evdeki çocuk ve yaşlılarla ilgilenmek gibi işlerin nasıl yapıldığının öğrenilmesi herkes için bir kazanımdır. Bu ufak tefek gibi görünen işlerinbelirli bir kişide toplanması ise, yorucu ve öfke uyandırıcı olabildiği gibi, ev içinde gücün yönünü de belirler. Bazıları kendi kendine yetebilme, kendine ve başkalarına bakabilme gibi becerilerini gelişirken, bazıları az-çok bağımlı bir yaşam sürmek zorunda kalabilir, zamanla kendilerine bakmakta, yalnız kalmakta zorlanabilirler. Tüm ev halkının ortak yaşam içinde sorumluluk alma konusunda fikir birliğine varması ve bu doğrultuda irade göstermesi önemlidir.
  • Ev işlerinin listesini yapmak: Yapılacak işleri birlikte gözden geçirerek toplam iş yükünü ortaya açıkça koymak iyi bir başlangıç olabilir. Bu liste üzerinden kimlerin, neler yapabileceği, kimin ne kadar vakti olduğu, kimin neleri yapmaktan hoşlandığı gibi konular konuşabilir. Bu noktada önemli olan, ev işlerinde herkesin –yaşına ve gelişimine göre çocuklar dahil- belirli sorumluluklar alması ve bunları sürdürebilmesidir. Bu sorumluluk listesi, her eve göre değişebilir, haftalık, aylık güncellenebilir
  • Birbirinden öğrenmek:Ev işleri, hayatımız boyunca hiç yapmadığımız, belki bize öğretilmemiş işler olabilir. Yazı yazmayı nasıl öğrendiğimizi düşünelim. Öncelikle yazı yazmayı bilen biri bize gösterdi, etrafımızda yazı yazanları, ebeveynlerimizi, ablamızı, abimizi, arkadaşlarımızı gözlemledik, bir sürü deneme yaptık, bazen istediğimiz gibi olmadı, bazen bu denemeleri başkaları beğenmedi, tekrar tekrar denedik ve sonunda başardık. Tıpkı yazı yazmayı öğrenmek gibi, evdeki işlerini de zamanla, sabırla, yapa yapa, deneye yanıla öğrenebiliriz.
  • Ezber bozmanın zorluklarında birbirine destek olmak: Evdeki yeni düzeni oluştururken kızgınlık, utanç, üzüntü, korku, mahcubiyet gibi duygulara kapılmak mümkün olabilir. Bu süreçte, bu duyguları fark etmek, kabul edebilmek, birbirini dinleyebilmek önemlidir. Alınan yeni sorumluluklarla ilgili birbirini takdir etmek, öğrenme süreci boyunca beklentileri somut, açık, net bir şekilde ifade etmek ve hemen vazgeçmeden sabırlı davranmak, değişimleri daha mümkün kılacaktır.

Doğal afetlerde, salgınlarda, savaşlarda ve diğer felaketlerde hep dayanışma vurgusu yapılır. Toplumlar ve ülkeler birbirlerine yardım ederken herkes becerilerini, bilgilerini, kaynaklarını paylaşır. Bunun en küçük ölçekteki yansıması ilişkilerdir. Ev içinde, hayat içinde sorumlulukları paylaşmanın bireylere, ev halkına ve ilişkilerine iyi geleceğini düşünüyoruz.

ELİF GÖKÇE, Klinik Psikolog

Biten bir ilişki ardından ayrılık süreci kimi durumda çok zor geçebilir. İlişkinin süresi, ayrılık şekli, ilişki için yapılan fedakarlıklar, partnerlerinin ayrılmadan önce hayatlarındaki yeri, ayrılık sonrası hayatla ilgili öngörüler, sosyal destek gibi bir çok etken bu süreçte önemli rol oynar. Ayrılık sonrası yas bazen çok zorlayıcı olabilir.

Kişi birbirine zıt duyguları sıklıkla yoğun ve aynı anda yaşayabilir. Kayıp için bir yandan üzülürken bir yandan öfkelenebilir, bir yandan özlerken bir yandan nefret hissedebilir. Yaşaması yorucu olabilir. Ayrıca bu durumla başa çıkamadağı için, başka bir şeyi düşünemediği veya yönelemediği için kendine de öfke duyabilir, suçluluk veya yetersizlik hissedebilir.

Tüm bu etkenler, ayrılık sonrası yas döneminde, çoğunlukla kişiyi içinden çıkamadığı tekrarlayıcı düşüncelere götürür. Bu düşünceler eski sevgili ile yeniden iletişim kurma, barışma, ikna gibi çabaları da doğurabilir. Bu tepkiler aslında zihnimizin anormal bir duruma verdiği normal tepkilerdir. Eğer kişi flört süresince kendini arkadaşlarından, ailesinden ve bireysel aktivtilerden uzaktaştırmış ise bu süreç daha zor olabilir. Bu durum klinik tablolara sebebiyet verdiği sıklıkla gözlemlenir.

Ayrılık sonrasında, ilişki ne kadar sürmüş olursa olsun, ne şekilde bitmiş olursa olsun bu kaybın yasını tutmak gerekir. Yas tutmak ilişkinin bittiğini kabullenmeyi, önemli bir şeyi kaybetmenin getirdiği üzüntüyü yaşamayı, güzel günlere veda etmiş olmaya üzülmeyi ve hayat rutinimizi yeniden inşa etmeyi ifade eder.

Ayrılık sonrası yas kelime olarak basit ve kısa olsa da pratikte zor ve karmaşık olabilir. Negatif duyguları yaşayabilmek, ayrılığı kabullenmek, suçluluk düşüncelerinin ortadan kaldırılması bu sürecin önemli kavramlarıdır. Kişinin yas evrelerinde ilerlemelerini zorlaştırabilirler bu yüzden süreç tasarlanılandan daha uzun sürer. İlişki bittikten ve olayın şokunu atlattıktan sonra eğer hala ‘Neden böyle oldu’ ‘neden yürütemedik’ ‘bunları hak edecek ne yaptım’ ‘Keşke ……… yapmasaydım’ gibi cümleler sıklıkla zihninizde dönüyorsa, eski sevgiliniz her gün tercih etmeyeceğiniz kadar aklınızı meşgul ediyorsa ve yakın arkadaşlarınız onunla ilgili şeyleri dinlediklerinde artık kısa cevaplar veriyorlarsa yas sürecinde bir şeyler yolunda gitmiyor ve uzman desteği almanın zamanı gelmiş olabilir.

Evlilik doğru kişi ile yollarınızı birleştirdiğiniz sürece hayatınızı güzelleştirip yaşam kalitenizi yükseltir. Bekarlar ile mutlu evliliğe sahip olan kişileri karşılaştırdığımızda; evli kişilerin çok daha dingin, düzenli, huzurlu ve mutlu bir yaşam sürdüklerini görmekteyiz.

Mutlu ve ömür boyu beraberlik adına kurulan evliliğinizde, ya işler hesapladığınız gibi gitmezse; Evlilik iyi güzel de, ya mutluluğu yakalayamazsanız? Ya eşinizle geçinemezseniz? Soluğu mahkeme kapısında mı almalısınız? Evliliğinizde yaşanan sorunlar kangren haline geldiyse elbette boşanmak çözüm olabilir. Fakat her evlilik kurtarılmak için yeni bir şansı hak eder. Ruhen sağlıklı çiftlerin evlilikleri, biraz sabır, biraz çaba, biraz gayret ve fedakârlıkla yıkmak yerine yeniden yapılandırılabilir.
Yaratılış olarak her birimiz bizi iyi hissettiren ve değerli olduğumuzu her fırsatta bize gösteren kişilerin yanında mutlu oluruz. Eğer niyetiniz evliliğinizi tekrardan yapılandırmaksa en iyi yaklaşım, eşinize değerli olduğunu hissettirerek başlamaktır.
Kadınlar değerli oldunu görmek ve hissetmek ister. Oysaki sadece kadınlar değil erkeklerde kadınlar kadar değerli olduklarını hissetmek isterler. Eşinizin değerli olduğunu hissettirin. Eşinize kendisi için özel ve önemli olduğunu hissettirin.

Eşinize Değerli Olduğunu Nasıl Hissettirirsiniz?

Saygıyı Her Zaman Muhafaza Edin; Günümüz evliliklerinde en sık rastlanan davranış hatalarından biride samimiyetin saygıyı yok etmesidir. Yoksa ki mutlu bir evliliğe baktığımızda aradan geçen yıllara rağmen çiftlerin birbirlerine saygıyı muhafaza ettiklerini görüyoruz. Saygı sınırını aşmayın. Saygısız tavırlar, temelleri güzellikler ile atılan bir evliliğe inen balyoz gibidir. Güzel söz ve davranışlar ise dışardan harabe gibi görünen bir binayı sıvayıp, boyayıp eski sağlam günlerine geri getirmek gibidir.

İlişkiniz İçin Fedakarlık Yapın; Her güzel şey gibi evlilikte emek ister. Fedakarlıkta bulunmakta bu emeğin bir parçasıdır. Fedakarlık, eşler arasındaki muhabbeti çoğaltır. ‘Neden fedakarlıkta bulu-nacakmışım bana ne’ kelimesi ise sevgiyi muhabbeti azaltır. Burada unutmamanız gereken beklen-tileri bir kenara bırakıp karşılıksız ilişkiniz adına birşeyler yapmaktır. Aslında yaptığınız fedakarlıkları sadece karşı taraf adına değil kendi mutluluğunuz adına da yaptığınızı her zaman aklınızda bulun-durmalısınız. Evlilikte hiç bir zaman ne tek kişi mutlu nede tek kişi mutsuz olur.

Sorumlulukları Paylaşın; Karşınızdaki kişi sizin hayat ve yol arkadaşınız. Bir yola beraber çıkıldı ise sevinçler kadar kederleri, rahatlar kadar sıkıntılarıda paylaşmak gerekir. Bütün sorumluluğu eşi-nizin omzuna yıkıp, ‘yapmak zorunda’, ‘bakmak zorunda’ gibi tavırlara girmek, ilişkinizi gerginleştirip, birbirini düşünen, anlayan bir çift olmak yerine sizi birbirinize uzaklaştırır. Evliliğinizde hayatı paylaş-tığınız gibi sorumlulukları da paylaşmalısınız. Unutmayın ikinizde aynı gemidesiniz. Gün gelip eşiniz yorulduğunda gemi su almaya başlarsa bundan iki tarafda zararlı çıkacaktır. Her iki eşin de sorum-luluğunu bilmesi hayat yükünü hafifletir.

Ani çıkışlar Yapmayın; Bazı tavırlar vardır, kişileri haklı olsa bile haksız duruma düşürebilecek. Bunlardan biride alev gibi parlamaktır. Olaylar karşısında alev gibi parlayıp eşinizin gönül sarayını yakmayın. Hem kendinizi hem eşinizi mahveden öfke küpüne binmek yerine sabır ağacının dallarına tutunun. Böyle öfkeli tavırlar konuşmak için hiç uygun zamanlar değildir. Kendinize öfkenizi sağlıklı bir şekilde dışarı akıtacak ve sakinleşmenizi sağlayacak yöntemler geliştirin. Böylece hem eşinizi yıkmamış, hemde daha sonradan pişman olucağınız sözleri sarfetmemiş olursunuz.

Asla Keşke Demeyin; Her zaman ifade ettiğim gibi hayatınızda olumlu olaylara odaklanmak ha-yatınıza olumlu olaylar getirirken olumsuz yönlere odaklanmak ise, hayatınıza olumsuzlukları taşı-yacaktır. ‘Keşke seninle evlenmeseydim’ yerine ‘iyi ki, seninle evlenmişim’ sözüde aynı tren rayları-nın yönünü değiştirmek gibi eşinizin iyi yöne doğru yönelmesine zemin hazırlayacaktır. Aksi ise size olumsuz ve gergin bir ilişki olarak geri dönüp, eşinizin daha çok zıtlaşmasına sebep olacaktır.

Pozitif Olun; Yaşadığımız yada karşılaştığımız hiçir şeyi tesadüfen değildir. Durum ne kadar karı-şık ve sıkıcıda görünse muhakkak almamız gereken pozitif bir ders vardır. Her zaman pozitif olmak size de ilişkinize de iyi gelecektir. En basit şeyde ‘Zaten sen hep böyle saçma sapan işler yaparsın.’ gibi cümlelerle karşı tarafı suçlamak yerine ‘Olur, böyle şeyler hallederiz’ yada ‘Olan oldu bundan sonra ne yapabiliriz’ gibi pozitif düşünceler ilişkinizi yapıcı yönde geliştirecektir.

Eşinizi Şefkatle Sevin; Aşkla seven kişi, ister ki oda beni sevsin, benim sevgimin karşılığını ver-sin. Fakat şefkatle sevmek aynı bir annenin çocuğununa gösterdiği gibi, karşılıksız çocuğu ne ya-parsa yine de evladım deyip bağrına basmak gibidir. Eşinizi de tıpkı çocuklarınızı sevdiğiniz gibi beklentisiz sevgi, şefkat ve merhamet ile sevin. Onun sizde hayat bulması için havası, suyu, yağmuru, güneşi olun. Kainatın sevgi üzerine var olduğu gibi, evliliğinizde sevgi üzerine tekrar inşa edin.

Aşırı Beklentilere Girmeyin; Hayat peri masallarında ki gibi yada romantik komedi kıvamında gitmiyor. Evlilik böyle kurgulanmış bir film senaryosu değildir. Evlilikten olağanüstü beklenti içinde olmak insana hayal kırıklığı yaşatır. Mükemmel evlilik yoktur. Fakat iyi evlilik vardır. Mükemmelin peşinde koşmak sizide ilişkinizide yoracaktır. Bunun yerine iyi bir evlilik için ‘neler yapabilirim?’ deyip ilişkinize sahip çıkın.

Zor İnsan Olmayın; Karamsar bile olsanız bu huyunuzun yönünü değiştirmeye çalışın. ‘Ne yapayım ben zor bir insanım, beni böyle kabul et’ demek sorunlarınıza çözüm getirmediği gibi çözüm yolları-nıda kapatır. İşleri zorlaştırmak ilişkileri gerer ve bir gün sizi bağlayan o gergin bağları da koparır.

Sevinç Karakaya

Ruh eşim olduğuna emindim“, “Oysa doğru kişi olduğuna çok emindim“, “Ruh eşim evli biri olabilir mi?”, “Çok seviyordu birden bire gitti” son zamanlarda bu ve benzeri cümleleri o kadar çok duyuyorum ki…

Doğru kişi kimdir ya da nasıl anlayacağız doğru kişiyi? Öncelikle doğru kişi sizinle ilişkiye girmek için istekli ve müsait olmalıdır. Eğer müsait değilse, sizin için doğru kişi değildir. Müsait kişi kimdir? Doğru kişi sizin duygularınızı, duyarlılıklarınızı öğrenmek, nelerden korktuğunuzu, neleri sevdiğinizi, aile ve arkadaşlarınızı bilmek ister. Başka bir ilişkisi yoktur ve bağlanmaya açıktır. Saklanacak şeyler hayatında başka başka bölümler ve kaçamaklar yoktur. Sözlerinin gerçek anlamını bulmak için emek harcamazsınız. Karışık mesajlar ve sonu gelmeyen beklentilerle sizi kendisine bağlamaya çalışmaz. Sizinle birlikte programlar yapar sürekli iptal eden kedi-fare oyunlarına girmez. Bunun dışındaki tüm ilişkiler başlamadan bir kere daha düşünün derim.

Müsait ya da yanlış kişilerin anlaşılmaz yönlerinden biri de, duygusal ve cinsel çekiciliğin çok kuvvetli hissedilmesidir. Arkadaşlarınızda asla kabul etmeyeceğiniz davranışları bu kişide kabul edersiniz peki niçin? Elektrik o kadar yoğun ve güçlüdür ki yakınlaşma sanabilirsiniz. İlişkiye devam etmek için genellikle hiç yapmayacağınız şeyleri kabul edersiniz. Bir bağ olsa da olmasa da o kişinin müsait kişi olup olmadığına bakmalısınız, ne kadar çekici olursa olsun bu kişi sizin için doğru kişi olmayabilir. Gerçekler size adaletsiz ya da çelişkili gelebilir ama insan kendisi için tümüyle yanlış birine aşık olabilir.

Peki Neden Yanlış Kişilere Aşık Oluruz?

1- Düşük Öz Değer ve Aşkı Hak Etmeme Duygusu:Beni kabul edecek birini bulursam, onu hayatına girerim” bu cümle size ne hissettiriyor. Ben aşka layık değilim, beni kabul eden biri olursa ben her zaman hazırım mesajını alıyorsunuz değil mi? bu düşünce doğru şekilde sevgi paylaşımını yapacağınız kişiyi hayatınıza çekmeyi engeller. Sevgi yeteneği olan birisi karşınıza çıktığında ya onu kendinizden uzaklaşırsınız veya ona hiç çekim hissetmezsiniz.

2- Müsait Olmayan Anne Baba Etkisi: Anne babamızda yaşadığımız sağlıksız ilişkileri çeken sanki içsel bir radarımız vardır. Bu ilişkilerinde eksik olan parçaları tamamlaya bilmek için yakın ilişkilerinizde de aynılarını oluşturur ya da benzer ilişkileri kendinize çekersiniz. Mesela babanız duygusal olarak müsait olmayan biri ise; yani size yeterince duygusal yakınlık göstermediyse, nihayet onun sevgisini kazanırım ümidiyle, sizde aynı tip erkeklere çekim duyarsınız. Ama seçtiğiniz erkekler hakiki sevgi yeteneğinden yoksun olduğundan, bu isteğiniz hiç bir zaman gerçekleşmeyecektir.

3- Eş Bağımlılık Hissi: Müsait olmayan kişileri aşkınızla değiştirmek veya kurtarmak gibi vazifeleri üstlenirsiniz. Maalesef sonu her zaman başarısızlıkla son bulur. Siz kimsenin terapisti değilsiniz ve kimse siz istediğiniz için değişmez. İçinizdeki düzeltirsem daha çok sevilirim hissini değiştirmelisiniz.

4- Kovalamanın Heyecanı: Yasak elmaya, avlanmanın biyolojik coşkusuna, elde edilemeyeni kazanmanın zorluklarına bağımlı birisiniz demektir. İlginçtir ki araştırmalar sadece başkalarına bağlı olmanın o kişileri daha çekici yaptığını bulmuştur. Kendi elinizle yetinmek yerine başkalarına ait olana mailiniz varsa muhakkak geçmişinizde yargı enerjileri ve kısır döngüler vardır. Ve bir uzmanla çalışmak bu durumu atlatmanız için çok önemlidir.

5- Bağlanmak ve Kaybetmekten Korkmak: Özellikle büyük bir kayıp ve ihanet acısı yaşamışsanız, karşınızdakine mesafeli davranmak size daha güvenli gelir. Eğer sınırlarınızı ihlal eden aşırı üstünüze düşen, tacizci, tenkitçi veya kontrolcü bir aileniz olmuşsa, herhangi birine bağlanmaya bu yüzden karşı koyuyor olabilirsiniz. Veya sizi umursamayacak buna rağmen sizden çok fazla ilgi isteyecek olduğunu varsaydınız bir ilişkinin içinde kaybolmaktan korkarsınız. Bundan dolayı da sizi savunmasız bırakan ve ruhunuzu genişletirken yoran duygusal bir yakınlaşmanın yerine farkında olmadan karşılıksız bir aşkı tercih ediyor olabilirsiniz. ,

6- Şartları Kabul Etmeye Hazırsanız: Belki bir süredir hayatınıza size yakınlık duyacak, biri girmedi. Ve birden ilgi yağdıracak, karizmatik ve çekici biri karşınıza çıktı. Yanlış olduğunu biliyorsunuz ama size çok iyi geliyor. Böylece yalnızlık ve yokluk yerine, sevgi ve ilgi kırıntılarına razı olursunuz.

7- Beyaz Atlı Prens Sendromu: Duygusal finansal veya ruhsal olarak kurtarılmak istiyorsunuz ve birisi sizi kurtarıyor. Kendi gücünüze sahip çıkacağınıza başkasına teslim oluyorsunuz. Beyaz atlı prensler genellikle güç peşindedir veya sonunda aldıkları sorumluluğun ağırlığından pişman olurlar. Çoğu da sevgi dolu eşit ilişki için müsait değildir.

8- Cazip Bir Dış Görünüşe Vurulmuşsunuzdur: Bazı insanlar gerçekten iyi görünmelerine, hep doğru şeyleri söylemelerine ve ruhsal olduklarını iddia etmelerine rağmen, sadece birer yeni çağ narsisti veya insan kullanıcılarıdır. Onların gerçek bir bağlanmaya hiç niyetleri yoktur. Eğer içinize veya ön sezinize danışmadan hareket ederseniz, dış görünüşlerine aldanabilirsiniz.

Eğer doğru bir eş arayıp sürekli olarak yanlış kişileri hayatınıza çekiyorsanız. Yardım almadan önce yukarıdakilerden hangilerinin sizin için doğru olduğunu tespit etmenizi tavsiye ederim. Sonu gelmeyen ilişkilerin sebeplerini ve çözümlerini bir yere kaydetmeniz ve artık dürtülerinize hareket etmeye bir son vermeniz faydalı olacaktır.

Sevinç Karakaya

Yıllardır biliyoruz ki, aşık olmak, beyinde kokain etkisi yaratmakta. Sevdiğiniz birinden ayrılmak, ya da severken terk edilmek de, beyinde kokain yoksunluğuyla birebir aynı etkileri ortaya çıkarmakta fiziksel acı da dahil… Tüm bu etkiler sadece duyguları ilgilendiren alanlarda gerçekleşmemekte; aşk denen muammadan, beyniniz, beyinlerimiz hem fiziksel hem de entelektüel olarak etkilenmekte. Saniyenin beşte biri kadar sürede gerçekleşen bu muamma, bizleri de bir hayli aptallaştırmakta. Aşık olmak dopamin, adrenalin ve norepinefrin gibi kimyasalların düzeyini arttırırken, beyindeki serotonin düzeyini de düşürüyor. En basit tanımlarıyla, dopamin mutluluk sağlarken, adrenalin ve norepinefrin de kesintisiz enerji, hız (bohçacının bahsettiği acele) ve kalbin durmaksızın atmasını sağlıyor. Aşkın tüm güzellikleri… Beynin ödül ve zevkten sorumlu alanları çok mutlu. Aşık olduğumuzda bu alanlardaki kan akışı inanılmaz. Aynı alanlar, obsesif kompulsif davranışlardan da sorumlu. Tamam, bu da takıntılı biçimde aşık olduğumuz kişiye odaklanmamızı sağlıyor. Burada kadar her şey yolunda, her şey beklendiği gibi… Peki ya başka neler oluyor?

Ne Kadar Aşıksanız, Odaklanma Düzeyiniz O Kadar Düşük

Basit bir testte katılımcılardan bir dizi dikkat gerektiren beceri göstermeleri isteniyor ve anlaşılıyor ki, kadın-erkek fark etmeksizin, duyulan aşkın şiddeti yükseldikçe test başarısı düşüyor. Kişi ne kadar aşıksa, odaklanabilme becerisi de o kadar düşük oluyor. Aslında bu olağan bir sonuç; çünkü beynin kognitif kapasitesinin büyük bölümü aşık olunan kişiyi düşünmekle meşgul. Dolayısıyla, bilişsel kontrol oldukça düşük.

Aşık Olduğunuz Kişiyi Düşünmek

İlk aşık olunan zamanlarda, başka şeylere odaklanabilmek tabi ki son derece zordur, çünkü bilişsel kapasiteniz, neredeyse bütünüyle sevdiğiniz kişiyi düşünmeye kendini adamış durumdadır. Ancak uzun süreli ilişkilerde, bilişsel kontrole sahip olmak son derece önemlidir. İlişkide başarıyı aslında bu kontrol getirir.

Aşk ve Bilişsel Kontrol

Aşkla bilişsel kontrol arasındaki bağlantı araştırmaların halen cevap aradığı bir soru olma özelliği taşıyor. Neden aşık insanlar dikkat gerektiren işleri, günlük rutinlerini, temel problem çözme becerilerini etkili bir biçimde sürdüremiyorlar? Tam olarak bilmiyoruz. “Sevdiğim kişiyi düşünmek varken, neden sıkıcı bir işle ilgileneyim?” mantıklı bir açıklama olarak görünse de, bilimsel bir veri olma özelliği taşımamakta. Belki de tersinden bakarsak: “bilişsel kapasitemiz düştüğü noktada, hissettiğimiz romantik duyguların şiddeti artıyor olabilir mi? Tam da entelektüel kontrolümüz azaldığında aşık oluyor olabilir miyiz?” Neden olmasın! Gelecek dönemdeki araştırmalar, bu soruların yanıtlarını aydınlatıyor olacak…

Hayatımızda bize anlam veren ve bizi mutlu eden nedir? Bazı insanlar bu konuyu ün ve şöhret olarak cevaplayabilir. Ancak yapılan çalışmalar arkadaşların ve ailenin gerçek bir ganimet olduğunu gösteriyor. Bağlanma ihtiyacımız doğuştan olsa da bazılarımız yalnızız. Diğer taraftan, bazılarımız gün boyunca başkaları tarafından kuşatılmış, hatta yıllardır evli olsa da derin ve yaygın yalnızlık hissetmektedir. Yalnızlık ve tecrit hissi her yaş insanı etkiler ancak gençler ve yaşlılar gibi bazıları diğerlerinden daha fazla etkilenir. Bir gencin 500 instagram bağlantısı olması, bu geniş ağın, duygusal yalnızlığını ve duyduğu kederi iyileştiremediği söylenebilir. Daha az sayıda ancak daha yakın ilişkiler daha önemlidir. Yaşlılarda da yalnızlık ve izolasyon riski yüksektir. Araştırmalar 60 yaş üstü kişilerin yüzde 20’sinden fazlasının kendilerini çok  yalnız hissettiğini gösteriyor.

Yalnızlıktan mustarip olmak fiziksel acı çekmeye benzer. Bir deneyde, ağrı kesici kullanımı yalnızlık ağrılarını azaltmıştır. Bir doz parasetamol alan yalnız bireylerin taramalarında, beynin ağrı işleyen alanlarında azalmış aktivite gözlemlenmiştir. Ayrıca yalnızlık, zarar ve tehlikeyle karşılaşan bir kişide savaş ya da kaç tepkisini arttırmaktadır. Bu yüksek tepki kişiyi aşırı hassas yapabilir hatta sinirlendirebilir. Başkalarıyla bağlantı kurmak yerine yalnız kişi diğerlerine saldırır. Sürekli tehdit altında olmak kişide zararlı bir tecrit ve kopukluk döngüsünü de besler.

İsvicre’nin Davos kentinde  her sene düzenlenen Dünya Ekonomik Forumunda  2019 yılında dünyada karşılaşabileceğimiz en büyük 3 sorun olarak “Yalnızlık,” “Olumsuz Hava Koşulları,” ve “Küresel Ekonomik Güvenlik Açığı” gösterildi.  Yalnızlık konusunda bu  sene bazı uzmanlar, “Yalnızlık Salgın mı?” başlığı altında  toplulukların yalnızlıklarının sebeplerini ve etkilerini ele almak için neler yapılabileceğini ve ayrıca şirketlerin ve hükümetlerin bu konuyu ciddiye almaları gerektiğini tartıştılar.

Forumda kronik yalnızlığın, 25 yaşın altındaki kişilerin % 40’ının yalnız hissettiklerini bildiren nesiller boyu olan bir  sağlık sorunu olduğu ve yalnızlığın  sadece bir kişinin sağlığı üzerinde bir etkiye sahip olmadığı, ekonomiye de  büyük etkileri olduğu konuşuldu.

Yalnızlık artık dünyadaki hükümetlerin ele almaya başladığı bir alan olarak ortaya çıkmaya başlıyor. Örneğin 2018 yılında İngiltere’de yalnızlıktan sorumlu bir bakanlık kuruldu. İngiltere’nin Ulusal İstatistik Ofisi aynı yıl 16 ile 24 yaşları arasındaki kişilerin 65 yaşından büyük olanlardan daha yalnız hissettiklerini bildiren istatistikleri yayınladı. Ayrıca yalnızlığın kötü yaşam beklentisi ile ilişkili olduğu konusunda uyardı.

2017 yılında  yayınlanan İngiltere hükümetinin raporu, yalnızlığın fiziksel ve zihinsel sağlık üzerindeki etkisini göstererek, günde 15 sigara içmek kadar zararlı etkileri olduğunu ortaya koydu. Bir bilimsel çalışma, yalnızlığın bir halk sağlığı sorunu olduğunu savundu. Dünya Ekonomik Forumundaki konuşmacılardan Yale Üniversitesi Psikoloji Profesörü Laurie Santos’a göre sosyal bağlantı alanında, daha iyi hissetmek için  peşinden gittiğimiz veya yaptığımız birçok şey hakkında zihnimiz bize yalan söylemektedir.  Sosyal ağlarda yanlış şeyler ararız. İnsanlar işten eve gidiş yolunda tanımadığı kimselerle sohbet etme yerine telefon, sosyal medya gibi kanalları tercih etmektedirler.

Santos, aileyi görmek veya bir  yabancı ile banka veya trende konuşma gibi basit şeylerin  insanlarda daha iyi hissetmeyi sağlayacağını gösteren,“Mistakenly Seeking Solitude” adlı ünlü bir çalışmayı örnek gösterdi.  Bu tip sosyal davranışların bizi daha iyi hissetmemizi sağlayacağını düşünmeyeceğimiz için, bu bağlantıları kurmaya eğilimli olmadığımıza  ve bu yüzden  kendimizi daha fazla tecrit ettiğimize ve  yalnızlığa yol açmaya daha yatkın olduğumuz üzerine konuştu. Santos “Bizler sosyal hayvanlarız, ancak bazen insanlarla konuşmak ve daha fazla bağlantı kurmak için harekete geçmemiz gerektiğini unutuyoruz. Bu yüzden yalnız hissettiğimizde bir sonraki  doğru adımın bu bağlantılara ulaşmak ve bu bağlantıları kurmak olduğunu fark etmiyoruz” dedi.

Birgül Geyimci

İKİNCİ EVLİLİK ŞANS MI?

İlk evliliğinize başlarken onun sonsuza dek süreceğini düşünürsünüz. Ancak o bitip de ikinci evliliğinize aynı duygu ile başlamanız neredeyse olanaksızdır. Ayrılık aklınızın bir köşesinde mutlaka durur. Gerçekten de böyle mi? Bilimsel çalışmalar bu konuda ne diyor? Bu yazımızda ikinci evlilikleri masaya yatırıyoruz..

Amerika’da Furstenberg ve Cherlin tarafından yapılan bir araştırma ikinci evliliklerin ilk 5 senede sona erme oranının ilk evliliklere göre çok daha fazla olduğunu gösteriyor. Bu araştırma yazının başında söylediğimizi destekliyor gibi. Ancak ilk evliliklerde ilk 5 sene çok kritik bir zaman. İlk 5 seneden sonra ikinci evliliklerde de daha az boşanma oranı olduğu görülüyor.

2007 yılında Falke tarafından yapılan başka bir araştırmada ise iyi giden ikinci evliliklerde;

  • Çiftlerin onlar için önemli olan konularda fikir birliğine varabildiklerini
  • Arkadaşlarından ve ailelerinden sosyal destek aldıklarını
  • Finansal bir belirlilik hali olduğunu gösteriyor.
  • Kötü giden ikinci evliklerde ise en çok sıkıntı şu alanlarda yaşanıyor;
  • Üvey anne baba olmakla ilgili sıkıntı yaşamaları
  • Eski eşle duygusal bağlantılar ya da çatışmalar yaşamaları
  • Ve ekonomik sıkıntılar.

Bu istatistiklerin yanı sıra, ilk evliliği boşanma ile sonuçlananlar boşanmayı bir başarısızlık olarak değerlendirirse ikincisinde “ ya başaramazsam” diye bir endişe yaşıyor. İkinci evliliğin şansa bağlı olduğunu düşünenler de var. Bu sefer işler yolunda giderse mutlu bir evlilik yaşanacak! Ya da bu kez doğru insanı buldum diyenler. İşte bu sefer ruh ikizimi buldum! Bütün bunları sıklıkla duymakla beraber işinizi şansa bırakmamanızı öneriyoruz.

BİRİNCİ EVLİLİĞİNİZİN NEDEN BİTTİĞİNİ İYİ ANALİZ EDİN!

Yaptığımız araştırmalar belli bazı davranışların ilişkiyi mutlaka o hazin sona sürükleyeceğini gösteriyor. Nedir mi bu davranışlar? John Gottman’ın 40 yıl boyunca çiftlerle yürüttüğü çalışmalarda ortaya çıkan Eleştiri, Aşağılama, Savunma ve Duvar Örme davranışları. Bu davranışlara sahipseniz bunları nasıl değiştireceğiniz ve yeni ilişkinizde kendinizi nasıl ifade edeceğinizi öğrenmeniz gerekiyor. Aynı zamanda eşinizi ne kadar tanıdığınız, ona ne kadar ilgi gösterdiğiniz, onu dinleyip dinlemediğiniz, ondan gelen her türlü farklı fikre veya görüşe karşı açık mı yoksa tamamen kapalı mı olduğunuzun farkına varmanız da gerekiyor. Bunun yanı sıra ikinci ilişkiye başlamadan önce ikinci eşinizle yaşayacağınız problemlerin neredeyse % 69’unun çözümsüz olacağını ve bazı çatışmaları çözmek yerine yönetmeye ihtiyacınız olacağını bilmeniz gerekiyor. Yine önceki evliğinizin sonlanmasından tamamen karşı tarafı sorumlu tutuyor iseniz bunu bir kenara bırakıp sizin neleri hatalı yapmış olabileceğinizi de düşünün. Liste biraz uzun gibi görünse de hem kendinizi tanımak hem de ilişki becerilerini öğrenerek ikinci evlilikte mutluluğu yakalama olasılığınızı arttırıyor, kısacası işinizi şansa bırakmıyorsunuz. Evliliklerin iyi gitmesi sadece karşınıza iyi bir insanın çıkmasından ibaret değildir. Evliliğe her zaman ilgi göstermeniz gerekir.

İKİNCİ EVLİLİĞİ ACELEYE GETİRMEYİN

Yapılan araştırmalar ikinci evliliklerde tanışıklıkları bir seneden daha kısa süren çiftlerin boşanma olasılıklarının daha fazla olduğunu gösteriyor. Evliliğin sağladığı alışılmış olan konfora belki de düzen olarak tanımladığınız şeye bir an önce kavuşmak için erkenden bu adımı atabilirsiniz. Ancak ikinci kez evlilik kararı alan biri olarak birbirinizi daha iyi tanımanız gerektiğini, ilişkiye dair kaygı duyduğunuz alanları eş adayınızla paylaşmayı önemsemenizde fayda var. Bunun yanı sıra ikinci evlilik sizin dışınızda başka kişileri de etkileyecek olabilir. Örneğin eşinizin ve sizin önceki eşlerinizden çocuklarınız olabilir. Çocuklarla ilişkiler nasıl olacak? Önceki eşlerle nasıl sağlıklı bir iletişim sürecek? Vb. gibi başka kişileri de etkileyeceğini düşündüğünüz konulara mutlaka bir açıklık getirin. İkinci evlilikler, önceki evliliğinizden çocuklarınız varsa ya da eski eşle bu evliliği etkileyen bir çatışma yaşanıyorsa profesyonel destek de almanız gereken uzun bir süreç olabilir.

GERÇEK BOŞANMA NEDENLERİ

Araştırmalar boşanmanın en geçerli sebebini çiftler arası iletişimde, çatışma çözümlemede, cinsellik ve yakınlıktaki bozulmalar olarak gösteriyor. Araştırmalara rağmen herkesin boşanma ile ilgili bir fikri var. Bu yaygın görüşlerin bir kısmı hiçbir gerçeklik taşımazken bir kısmı da gerçeklik içeriyor.
Erkekler Marstan Kadınlar Venüs’ten…Bu gerçekçi olmayan görüşlerden biri.. Eğer böyle olsaydı çiftlerin boşanma oranı % 100 olurdu

Eşitlik İlkesi bozulur. Kısaca evlilikte eşitlik ilkesi: Sen bunu benim için yap ben de senin için bunu Yapacağımdır. Yani davranış alışverişi.. Eğer eşiniz sizin için yeterli miktarda iyi şey yaptıysa, onun için aynı sayıda iyi şey yapabilirsiniz. Evet mutlu olmayan çiftler böyle bir alışverişle uğraşmazlar ama çok net olan şu ki mutlu çiftlerde asla böyle bir hesapla uğraşmazlar.

Düşük ya da Yüksek Beklentiler; Araştırmalar, mutlu çiftlerin ilişkilerinde beklentilerini yüksek tuttuklarını, mutsuz çiftlerin ise düşük tuttuklarını gösteriyor.

Kilit Problemleri Çözerken Başarısız Olmak; Boşanmak için güzel bir neden.. Ancak araştırmalar mutlu çiftlerin % 69’unun önemli olarak gördükleri sorunlarına bir çözüm bulamadıklarını ve bu problemlerle karşılaştıklarında uzlaşmaya ve uyumlu kalmaya çalıştıklarını gösteriyor

Erkekler Aldatıyor.. Evet, bu gerçekten önemli bir boşanma sebebi. Ama aldatmanın kendisinden çok sonucunda oluşan ve evliliğin temel taşlarını yerinden oynatan güven, yakınlık azalması ve çatışmanın artması gibi nedenler boşanmaya sebep oluyor.

  • Evli erkeklerin % 20-25’i en az bir defa eşini aldattığını söylüyor.
  • Çift terapistlerinin raporuna göre mahkemeye taşınan çift problemlerinin % 50 sini aldatma oluşturuyor.
  • İlk sefer boşanmaların % 90’ı aldatma nedeniyle oluyor, bu aldatma genellikle evliliğin son yılında yaşanmış olup ve boşanma sürecinde genellikle gizleniyor.
  • Uzlaştırma uzmanları aldatmanın % 20-25 oranında bir boşanma nedeni olduğunu ama % 80 oranla yakınlığı bozduğunu ve bu nedenle boşanma olduğunu söylüyor.
  • 1970 lerde erkelerin % 70’i kadınların ise % 40’ı aldatırken, son dönem çalışmaları bu oranın erkekler ve kadınlar için % 45 ile eşitlendiğini gösteriyor. Boston’da bir hastanede yapılan bir çalışmaya göre yeni doğan bebeklerin % 30 u biyolojik olmayan babalarına merhaba diyor.
  • Çiftlerin % 25’i cinsel ilişkinin olmadığı “duygusal aldatma” yaşıyorlar (örn; internet ilişkileri) Bu çiftin duygusal yakınlığını bozuyor.

Boşanma aileden aileye geçiyor. Bazı araştırmalara göre boşanma bir miras gibi ailelerden çocuklara aktarılıyor.

  • Ebeveynleri boşanmış olan çiftlerden % 40’ı of eninde sonunda boşanıyor (diğer bir deyişle Ebeveynleri boşanan çocukların yalnızca % 36 sı mutlu bir evlilik sürdürüyor)
  • Ebeveynleri boşanmamış olan çiftlerin % 80’i evli kalırken sadece % 9 luk bir kısmı boşanıyor. (Diğer bir deyişle Evliliği süren ailelerin çocuklarının % 73 ünün evliliği devam ediyor)
  • ABD’de ebeveynleri boşanmış kadınların evlenmeme oranı % 40 iken Ebeveynleri evliliğini sürdürmüş olan kadınların evlenmeme oranı % 15.

Boşanma Araştırmaları….

  • 0-4 yıl arası evliliklerde, eğer eşlerden kadın olanın ailesinde boşanma varsa çiftin boşanma ihtimali % 87, eğer eşlerden ikisinin de ailesinde boşanma varsa bu ihtimal % 620 oluyor.
  • 5-10 yıllık evliliklerde, eğer eşlerden kadın olanının ailesinde boşanma varsa çiftin boşanma ihtimali % 41, eğer eşlerden ikisinin de ailesinde boşanma varsa bu ihtimal % 160 oluyor.
  • 11 yıl ve üstü evliliklerde, çiftlerin ailelerinin boşanma geçmişi olması çiftin boşanmasını etkiliyor görünmüyor.
  • Ebeveynleri boşanmış olan çiftlerin kişisel problemlere sahip olması (kolayca öfkelenmek, kıskanç olmak; para yönetimi becerilerinin düşük olması, aldatmak) ebeveynleri boşanmayanlara göre çiftin boşanma ile karşılaşma ihtimalini iki kat daha fazla arttırıyor.
Aldatma pek çok insanın düşündüğü gibi az rastlanan ya da sadece erkeklere özgü bir olgu değildir. Evliliklerin üçte birinin aldatma ile karşılaştığı bir dünyada yaşıyoruz. İstatistikler kadınların erkeklere aldatma konusunda ne kadar yakınlaştıklarını gösteriyor. Son zamanlarda internet üzerinden aldatma da oldukça yaygınlaştı ve evlilikler için büyük bir tehdit oluşturmaya başladı. Şunu bilmek lazım ki pek çok toplumda evlilik dışı ilişki sanıldığından daha yaygın ve evlilik bununla yaşamayı öğrenmeye başlıyor gibi…

Sizin Aldatma Eğiliminiz Hangisi?

Yapılan araştırmalar her aldatmanın birbirine benzemediğini ve aldatan insanların farklı eğilimleri olduğunu göstermektedir. Araştırmaların şimdiye kadar saptadığı bazı aldatma eğilimleri şunlardır.

Çatışma Engelleyen Aldatma; Evliliğinde yoğun olarak çatışma yaşayan bireylerin buna engel olmak için aldatma yolunu seçtikleri aldatma eğilimi.

Yakınlık Aldatması; Eşi ile duygusal yakınlığı azalan bireylerin başka biri ile yakınlık kurmaları ve eşlerini aldatmaları.

Bireysel (Varoluşsal ya da Gelişimsel) Aldatma; Orta yaş bunalımı, yaşlanma korkusu, boşluk, depresyon gibi nedenlerle aldatmanın gerçekleşmesi.

Seks bağımlılığı; Seks bağımlılığı dürtü kontrolünün azalmasına bazen yok olmasına sebep oluyor. Bunu tatmin etmek için sürekli olarak seks yapma arayışı içinde olmak ve eğer bir ilişki içindeyseler eşlerini aldatmaları.

Kısa Süreli Aldatma; Bu daha çok bir gecelik ilişkiye giren aldatma türü. Anında oluyor. İnsan doğru zamanda doğru (yanlış) yerde olduğunda oluyor. Genellikle, sarhoş olma hali, bir dürtü veya merak sonucu oluyor.

Güvenli Yer Peşinde Koşan; Bazı bireyler kendilerini güvensiz hisseder, bunu yenmek ve kendileri ile ilgili bir onay alabilmek için ilişkiye girerler. Daha çok narsistik ve dürtü kontrolü olmayan bu bireyler aldatmaya yakın durabilir.

İntikam Amacıyla; Bazen eşlerden biri aldattığında diğeri de intikam almak, cezalandırmak amacıyla aldatabilir.

Tatmin Etmeyen Evlilik; Bu tarz aldatma kötü bir iletişim, yakınlığın bulunmaması, desteğin ve cinselliğin olmadığı ilişkinin sonucunda var olabilir.

Aldatma Çıkışı; Aldatma çıkışı yapan kişiler genellikle ilişkilerini sonlandırmakta zorlanan kişilerdir ve ilişkiyi bitirmek amacıyla için aldatmayı deneyebilirler.

Paralel Yaşamlar; Bu aldatma eğiliminde ilişki çok uzun sürelidir. Hem evlilik hem de ilişki uzun süre devam eder. Bu evlilik dışı ilişki bir şekilde evliliği bitirmez hatta evlilik için de iyi bir ortam yarattığı bile olur. Bazı durumlarda eşin aldatıldığını bildiği, tolerans gösterdiği bile olur.

Online Aldatma; Online aldatma internetin, akabinde online flört ve pornografinin yayılması ile hızla yaygınlaştı. Bazı görüşler ulaşılabilirlik, gerçek bilgilerini gizleme şansı ve bağımlılık ile beraber online aldatmanın ilişkiler için büyük tehdit oluşturduğunu düşünüyor.

Rızaya Dayalı Evlilik Dışı Cinsel ilişki: Bazı evlilik dışı ilişkiler evliliğin içinde var oluyor ve eşler buna rıza gösterebiliyor. Bu evlilikler aynı zamanda açık evlilik olarak da tanımlanmaktadır.

Psikoloji İstanbul

Korku hem yetişkinler hem de çocuklar dahil olmak üzere herkes için doğal bir deneyimdir. Bununla birlikte, bazı insanlar korkularıyla karşı karşıya kaldıklarında aşırı tepki gösterebilir. Korku, yakın bir tehdide yanıt verilmesini sağlayan hızlı bir yanıttır. Begley’e (2007) göre, korkunun ilkel doğası, korkunun yalnızca kelimelerle değil, beynin duygusal bölgelerini kestiren görüntülerle de tetiklenebileceği anlamına gelir. Dolayısıyla korku, tüm gelişim aşamalarında yaşanabilen temel bir duygudur (Berk, 2011). Korkular, erken çocukluk döneminde gök gürültüsü, şimşek korkuları ve doğaüstü varlıklar olurken (Berk, 2011), gelişimin sonraki aşamalarında ölüm korkusu (Florian ve Mikulincer, 1997) şeklinde değişebilir. Yaşamın erken dönemlerinde gelişen korkular yaşlandıkça bireylerin yaşamlarını etkileyebilir. Böyle aşırı korkular fobinin özelliklerindendir.

Fobi genel manada, bir şeye, bir kişiye veya başkaları tarafından zararsız kabul edilen bir duruma karşı çok büyük bir korku veya panik duyma halidir (Kring ve ark., 2015). Spesifik bir fobi, kaygı belirtileri, sıkıntı ve gönüllü olarak kaçınma ile sonuçlanan belirli bir tanımlanmış uyarana karşı aşırı irrasyonel bir korkudur (Flatt ve King, 2010). Özgül fobiler, tüm zihinsel bozuklukların en yaygın üçüncüsüdür. Bireylerin %10 ila %12’sinin hayatları boyunca en az bir fobi yaşamış ya da yaşamaları beklenmektedir (Adler ve Nobles, 2011). Danışmanlık için en çok tartışılan, gündemde olan fobilerden biri niktofobi veya karanlık korkusudur (Orgil´es ve ark., 2008).

Birçok çalışma insanların karanlıktan korktuğunu göstermiştir (Nasar ve Jones, 1997).  Her türlü görsel uyaranın olmaması insanlarda kaygı, belirsizlik ve gerginliği arttırır. Çocuklar bu korku için daha büyük risk altındadır (Grillon ve ark., 1997). Karanlık korkusu çocuklarda sık görülür ve gelişim döneminde normal bir yanıt olarak kabul edilir (Meltzer ve ark., 2008). Karanlık, beyinde kaygıyı artıran bir irkilme tepkisini kolaylaştırır (Grillon ve ark., 1997). Beyin “önce titremeye ve sonra soru sormaya” bağlanmıştır (Begley, 2007). Çoğu zaman, bu korku kısa ömürlüdür, ancak bazı durumlarda korku çok sorunlu olabilir. Gelişim boyunca devam edebilir ve büyüklük bakımından güçlenebilir (King ve ark., 2005).

Karanlık korkusu (Niktofobi), gece veya karanlıkta aşırı kaygı sağlayabilen karanlığa karşı özel bir fobi şeklidir. Karanlık korkusu genellikle kadınlar, çocuklar veya gece boyunca kötü bir deneyim yaşayan biri tarafından yaşanır (Van, 2010). Belki de çocuklarda görülen gerçekçi olmayan karanlık korkusu yetişkinlerde daha gerçekçi bir karanlık korkusuna dönüşmüş olabilir. Yetişkinler, onları daha yüksek bir mağduriyet riskine sokabileceği gerekçesiyle karanlıktan korkabilirler. Bu mağduriyet korkusu, insanların karanlık olduğunda akşamları gerçekleşen etkinliklere katılma olasılıklarının daha düşük olmasına neden olabilir (Caiazza, 2005). Geceleri neler olabileceği fikri bireylerde daha yüksek düzeyde korku uyandırmaktadır (Nasar ve Jones, 1997). Böyle kötü bir deneyim, doğrudan veya dolaylı öğrenmeden elde edilebilir. Doğrudan öğrenme, kişinin karanlıktayken kötü bir olaya maruz kalması, dolaylı öğrenme ise karanlıkta bir başkasından kötü bir olay duyması anlamına gelir. 

Niktofobi (karanlık korkusu), DSM-5’te kaygı bozuklukları başlığı altındaki özgül fobiler kategorisinde geçmektedir. Özgül fobi için DSM-5 belirtileri şunlardır (APA, 2013):

1. Spesifik bir nesne veya durum hakkında (örneğin; uçmak, yükseklik, hayvanlar, enjeksiyon ve kan görme) beliren korku veya endişe durumudur.

Not: Çocuklarda korku ve endişe; ağlama, öfke nöbetleri ve donma olarak ifade edilebilir.

2. Fobik nesne veya durum hemen hemen her zaman acil korku veya endişe uyandırır.

3. Fobik nesne veya durumdan aktif bir şekilde kaçınılır veya yoğun korku veya endişe ile tahammül edilir.

4. Korku veya kaygı, belirli bir nesnenin veya durumun yarattığı tehlikeyle orantılı değildir.

5. Korku, kaygı ya da kaçınma, tipik olarak 6 ay ya da daha uzun süre kalıcıdır.

6. Korku, kaygı veya kaçınma; sosyal, mesleki veya diğer önemli işleyiş alanlarında klinik olarak ciddi sıkıntı veya bozulmaya neden olur.

7. Bu bozukluk, panik benzeri belirtilere ya da yetersizleştiren belirtilere (agorafobide olduğu gibi) eşlik eden korku, kaygı ya da kaçınma gibi; takıntılarla ilişkili nesneler ya da durumlar gibi (obsesif bozuklukta olduğu gibi); örseleyici olayların anımsatıcıları gibi (örselenme sonrası gerginlik bozukluğunda olduğu gibi); evden ya da bağlandığı kişilerden ayrılma gibi (ayrılma kaygısı bozukluğunda olduğu gibi) ya da toplumsal durumlar gibi (toplumsal kaygı bozukluğunda olduğu gibi) başka bir ruhsal bozukluğun belirtileriyle daha iyi açıklanamaz. Hissedilen korku ya da kaygı, özgül durumun ya da nesnenin yarattığı gerçek tehlike ile orantısızdır. Yani duyulan aşırı korku toplumun çoğunluğu tarafından normal karşılanıyor olabilir. DSM kriterlerine göre de fobi kaynağı nesne ya da durum karşısında, kişide kaçınma davranışı görülebilir. Bu durum veya nesne kişinin günlük yaşam işlevselliğini de düşürebilir. Korkulan durumla veya nesne ile karşı karşıya kalınması durumunda kalp atışlarında hızlanma, çarpıntı, terleme, yüzde kızarıklık, titreme, huzursuzluk, baş ağrısı, nefes darlığı, terleme, aşırı uyanıklık, konsantre olmada güçlük çekme, vb. psikolojik ve fizyolojik belirtiler ve/veya somatik yakınmalar olabilir.

Psikolojide bilişsel davranışçı terapi, korkularıyla yüzleşmeye alışmış bir kişiyi, korkuları hakkında olumlu önerilerde bulunarak, ardından artık endişeli hissetmeyene kadar korkularla yüzleşerek tedavi etmek için yaygın olarak kullanılır. Bilişsel davranışçı terapi  sadece kişinin alışkanlıklarını değil,  kendi korkularına bakış açısını ve inancını da değiştiren bir terapi tekniğidir (Nevid ve ark., 2018). Bu yöntem, karanlık durumla ilgili zihniyetlerini değiştirerek ve kişiyi korkusuna neden olan nesne veya durumla yüzleşmeye davet ederek çalışır. Bilişsel davranışçı terapi süreci korkulan fobiye rahatlama sağlamaktır. Ayrıca, kişilere en hafif aşamadan en korkutucu aşamaya kadar kademeli olarak korkularla yüzleşmeleri için eğitim sağlar. Niktofobi durumunda, acı çeken kişi karanlık korkusuyla savaşmak zorunda kalacaktır. Kişiler karanlıkta korkuyu tetikleyebilecek bir ortamda olacak şekilde şartlandırılacak ve daha sonra karanlık ortama bir miktar aydınlatma kullanımıyla kademeli olarak yardımcı olacaklardır (Paulus ve ark., 2018).

DUAL EĞİTİM VE DANIŞMANLIK

Strese Dayanıklılık Yapısal Mı Yoksa Öğrenilen Bir Durum Mudur?

Dayanıklılık zorlukların üstesinden çabuk gelme ve kişinin bükülüp eğildiği yerden doğrulup yoluna devam edebilme halidir. Dayanıklı insanlar stresli hayat olayları ve değişimlerine çabuk adapte olanlardır. Daha doğrusu negatif duyguları yaşayıp bununla baş ederken doğru kararı verme ve seçebilme kabiliyetini hızlıca gösterebilenlerdir.

Tabii ki dayanıklılık kişisel özelliklerle şekillenir ve her insan için sorunlarla başetme şekli biriciktir denilebilir. Ancak bilindiği gibi doğuştan getirdiğimiz özelliklerin farkına varıp belli egzersizlerle güçlendirilebildiğimiz de bir yanımızdır. Pozitif Aile Terapisi ve Pozitif Psikoloji Teorileri pozitif duyguların yapılandırılıp, genişletilmesi esasına dayanır. Tahmin edileceği üzere pozitif düşünme ve duyguların öne geçirildiği, keyifli ve farklı ilgi alanlarının çoğaltıldığı bir bünyede negatif duyguların barınması daha kısa sürelidir.

Dayanıklılığınızı artırmaya yönelik kendinizi canlandıracağınız alanlar şunlar olabilir:

  • Sosyal İlişkiler: Seni dinleyen ve problemlerine yol göstereci, destekleyici kişilerle arkadaşlıklar oluştur, veya aktif görev aldığın gönüllü grup çalışmalarına katıl.
  • Günlük Rutin İşlerde: Gerçekçi hedefler oluştur ve gün içinde yaptığın aktiviteler ile hedefe ulaşmaya çalış,
  • Kendini Keşfet:Zor durumların sana öğrettiklerini süzgeçten geçir ve yaşadığın trajik olayların sana neler kattığını görmeye çalış. Bazen zor durumlar sana sahip olduğun ilişkiler veya kendinin değerini hissettirecektir.
  • Vizyonunu Geniş Tut: Tek ağaç değil, ormanı gör ve sadece o problemin hayatını ele geçirmesine izin verme.
  • Hayatın İyi Şeyler de Getireceğini Umut Et: Korkuların ve endişelerin yerine neler istediğine odaklan ve optimistik ol.
  • Kendine İyi Bak: Hem beden hem de zihininin ihtiyaçlarını sapta ve onlar için çaba göster. Seni neşelendirecek ve gevşetecek uğraşlar edin. Spor egzersizlerini ihmal etme.
  • Başına Gelen Kötü Olaya “Dünyanın Sonu Değil” Diye Yaklaş ve Unutma Yaşam Devam Ediyor: Yürüdüğün yolda geleceği güzel düşün ve olumsuz düşüncelerden bir an önce kurtul.
  • Kişiliğinin Pozitif Yönlerini Besle: Kabiliyetlerinin farkına var ve sorun haletme becerilerine güven.
  • Değişimler Kaçınılmaz ise Kabul Etmeye Çalış.
  • Yeni Planlar Oluştur ve Motivasyonunu Canlı Tut.

Biliyoruz ki çocukların dayanıklılığını artıran en büyük besin kaynağıduygularının anlaşıldığı, sevildiği ve değer verildiği ortamın yaratılarak yaşamın rutini içindeki alışkanlıkları kazandırma ve yaşamdan beklentilerine ulaşırken onlara öncülük etmenin sağlanmasıdır.

Dr. Nuşin Bilgin

Heyecan her türlü durumdan kaynaklanabilir. Bazen aşır sevinçler söz konusu iken aniden gelişen üzücü haberlerde de heyecan oranı artabilir. Sakin ve endişe içinde olmadan tepki vermek zordur. Bu kontrol dışında gelişen bir olgudur. En çok gelişen durumlar, sosyal fobi, panik atak durumlar, endişe ve kaygılar, başaramama duygusu,ya da başarı duygusunun fazla sevinci, istediğini başarma, hediye alma, şaka yapma, ve aniden gelişen korkular, kalabalığa çıkma fobisi, çok fazla insan içinde konuşma yapma, cesaretsizlik,sınav kaygısı ve ya sınav sonucunda aldığı nota aşırı tepki verme, evlenme teklifi, ilanı aşk ve buna benzer her durumda heyecanlanırız.

Heyecanlanmak,aşırı sevinçler ve başarılar sonrası meydana gelir. Bu duygu yoğunluğu aslında sağlığı olumsuz bir şekilde etkilemektedir. Her ne kadar heyecan duygusu normal olarak bilinse de bu aşırı ani tepkiler için önceden önlemler almamız gerekir. Ani bir duygu patlaması sonrası,el ve ayaklarda titreme gelişir. Kalp ritmi değişir. Hızlı atan kalp değişime uğrar. Yüzün renginde kızarmalar oluşur. Bu yoğun hissiyat bütün hücrelere kadar yansır. Heyecan duygusu hem güzel hem de ani çıkışlarda sağlıksız bir durum olarak kabul edilmektedir. Heyecanlı kişilerin daha fazla hata yaptıkları söylenir. Sakin insanlar,olayları daha iyi teraziye koyarak işin ehlinin olması gerektiği gibi yol almasına öncü olur. Bu nedenle bir şeye her ne kadar fazla sevinsek bile bunun dozunu ayarlamalı yüksek duygu yoğunluğu ile gerçekleşen heyecanın oluşmasını engellemeliyiz. Bu risk içerebilir. Hatta fazla heyecan kalp krizlerine bile yol açar. Bunun sonucunda hayati risk fazlası ile mevcuttur.

Heyecan insanın hiç beklemediği zamanlarda gelişir. Bu nedenle onu kontrol altına almak çok zordur. Sadece bu olaylara tepki verirken ,olayın farkında olmayı bildiğiniz anda,olaya yaklaşım şeklinizi değiştirmeniz gerekir. Heyecanlanırken vücut sağlığında bir takım değişikliklere rastlanır. Nefes alırken zorlanma ve ya hızlı solunum gerçekleşebilir. Kalbinin yerinden çıkacakmış gibi hızlı atması gerçekleşir. El ve ayaklarda ,dizlerde titremeler meydana gelir. Bu durumlarda öncelik sakinleşmeyi beklemek ve bunun üstesinden gelmektir.

Yapmanız gerekenler, olayın içinde iseniz ve heyecanınızı atlatamıyorsanız, bir yere oturun ve sakinleşmeyi bekleyin. Bir bardak suyu yavaş yudumlarla içiniz. Derin nefes alıp verin. Heyecanın size zarar vereceğini o an için düşünün. Sağlığınızı riske atacak ani çıkışlarda, duygu patlaması yaşamayın. Kontrol her ne kadar bu durumlarda zor olsa da, beyin mekanizması bunu empoze edebilir, olayları bastırabilirsiniz. Sağlığınız için size zara verecek aşırı sevinçten, aşırı üzüntüden ve korkulardan uzak durun.  Heyecan duygusu güzel yaşansa da sağlığınıza ciddi anlamda zararlar verebilir. Heyecan duygusu herkeste aniden gelişebilir, bunun önüne geçmenizi mümkün değil, ama azaltmak sizin kontrolünüz ile sağlanır. Sağlıklı, mutlu günleriniz daim olsun.

Hayranlığın” İyileştirici Gücünü Keşfedin!

Zihnen ve bedenen iyi olmak için yaptığımız aktiviteleri düşününce aklımıza ilk olarak, brokoli gibi süper besinleri tüketmek, meditasyon ya da düzenli egzersiz yapmak geliyor, değil mi? Fakat yapılan son araştırmalar, güçlü duygular hissedebilmemize yani direk olarak duygularımızla bağlantı kurabilmemize olanak sağlayan aktivitelerin, genel sağlık durumumuza daha önemli etkiler sağladığını ortaya çıkardı. Birçok açıdan daha iyi hissetmemizi sağlayan bu güçlü duygulardan biri de; hayranlık duygusu!

Bu duyguyu somutlaştırmak isterseniz, uçsuz bucaksız ağaçlarla çevrili bir ormanı görmek, gece parlak yıldızlarla dolu gökyüzüne bakmak, Michelangelo’nun kusursuz heykellerin olduğu bir galeride gezinmek ya da olimpiyatlarda yeni bir dünya rekoruna tanıklık etmek!

Albert Einstein, bilimin ve sanatın kaynağının “hayranlık” olduğunu söylemiştir. Ona göre doğadan ya da herhangi bir olgudan ilham almak için ona hayranlık duymak gerekir. Hayranlık bazen bilinmezlik, saygı, merak bazen de korku duygularıyla karışık olarak varlığını gösteriyor. Gördüğümüz bir güzellik, bir başyapıt, yeni bir buluş ya da bir güç karşısında duyduğumuz hayranlık, ilham kaynağına dönüşüp bazen de “neden olmasın” sorusunun ortaya çıkmasına neden olabiliyor. Bu da bizi daha iyi işler yapmamız için motive ediyor.

Keltner ve Haidt’e göre korkuyla karışık hayranlık iki özelliğe sahip: Genişliği algılama ve bilişsel konumlandırma! Uyarıcı kendimizden daha büyük olduğu için onun genişliğini, yayıldığı ya da etki ettiği alanı anlamaya çalışırız. Diğer taraftan aklımız uyarıcıyı kolayca özümseyemediğinden içgüdüsel olarak onun hakkında daha fazla bilgi toplayarak zihnimizde onu doğru yere konumlandırmaya çalışırız.

Arizona Devlet Üniversitesi Sosyal Psikoloji Profesörü Michelle Shiota, yöneticisi olduğu SPLAT (Shiota Psychophysiology Laboratory) adlı laboratuvarda insanın pozitif duygularını, doğasını ve bunun yaşama olan etkilerini incelemek üzere uzun yıllardır araştırmalar yapmaktadır. Burada uygulanan bütünleşik fizyolojik, davranışsal, bilişsel ve evrimsel yaklaşımlar sayesinde Shiota ve ekibi, hayranlık ve benzeri duygulara yönelik önemli bulgulara ulaştılar.

Yapılan bu araştırmaların sonucuna göre hayranlık duygusunun 10 yararı bulunmakta, işte yararları!

  1. Çoğu zaman dünyayı mevcut bilgilerimizle algılarız. Hayranlık duygusu sayesinde, kısa yol olarak kullandığımız bu bilgiler yerine bilişsel becerilerimizde değişiklikler meydana gelir ve mevcut bilgiye ve varsayıma olan bağlılığımız azalır. Örneğin, sevgilinizin romantik bir akşam yemeği sürprizi hazırlaması sizin için mutluluk ve hayranlık duyguları uyandırarak çevreye ilişkin yeni bilgileri kodlamanıza yardımcı olur.
  2. Bedeni ve zihni yatıştıran ve rahatlatan fizyolojik değişiklikleri kolaylaştırır.
  3. Merak duygusu uyandırır. Neden, nasıl sorularını daha sık sormaya başlar hale geliriz. Böylece, bilgi alma kabiliyetimizi ve keşfetme arzumuz da artırır.
  4. İnsanları bir araya getirerek bir deneyimin daha da büyümesini sağlar ve daha büyük bir resmin parçası olduğumuzu hatırlatır.
  5. Farkındalığımızı artırır. Meditasyonda olduğu gibi, bu akıl durumu bizi yeni bilgilere daha açık hale getirir ve daha olumlu duygulara sahip olmamıza imkan tanır.
  6. Daha iyi bir ben olmamızı sağlar. Korku ve hayranlık duyguları karşısında benlik çözülür. Korkunun ve heyecanın uyandırdığı hisler adaletli karar alma, cömertlik ve prososyal yardım davranışı gibi unsurları tetikler.
  7. Fiziksel sağlığa olumlu etki eder. İnterlökin, vücutta stres, kalp hastalıkları ve depresyonun bulunduğuna dair bir belirtidir. Toronto Üniversitesi’nde Profesör Jennifer Stellar’ın yaptığı bir araştırmada, hayranlık gibi olumlu duygular besleyen kişilerde interlökin maddesinin daha düşük değerlerde seyrettiği ortaya koyuldu.
  8. Yaratıcılığı artırır. Hayranlık sayesinde hem esnekliği hem de farklı perspektifleri keşfedebiliriz. Bu kabiliyetler ise yaratıcılıkta doğrudan ilişkilidir.
  9. Hayranlık duyulan şeylere her zaman erişemeyiz. Doğal olaylar ise her zaman korkuyla karışık bir hayranlık ve merak duygusu uyandırır. Tüm bunlar yeni şeyler yaratmak ve keşfetmek için ilhamımızı güçlendirir.
  10. Mutluluk sağlar. Fiziksel, psikolojik ve manevi açıdan kendimizi daha iyi hissederiz.

Kısaca ifade etmek gerekirse herhangi bir şeye hayranlık duymak, merak, yaratıcılık, esneklik, umut, dikkat gibi unsurların çoğalmasına yardımcı olur. Yararları, meditasyonun ve Uzak Doğu öğretilerinin sağladığı yararlara çok benzer. Dünya toplumu, cihazlara, elektronik aygıtlara giderek daha fazla bağlanıyor ve doğadan giderek uzaklaşıyor. Oysa uygar toplumlar olma özelliğimizi koruyarak yeryüzünde var olan etkileyici birçok unsuru keşfedebiliriz. Dünyayı daha farklı ve güzel bir yer olarak görebilmek için daha sık şaşırmak ve hayranlık duymak gerek.

Psychology Today

Yolda yürürken aniden arkanıza dönerek takip edildiğinizi mi hissediyorsunuz? Kalabalık bir yerde gözlerin sizi izlediğini mi düşünüyorsunuz? Birinin sizi gözetlediğini mi düşünüyorsunuz? Bu his normal duyulardan farklı bir istem dışı olarak gelmekte ve kesinlikle Nöroloji Uzmanı tarafından incelenmesi gereken bir sorundur. Peki bu hatanın oluşması için beyinde neler oluyor?

Biri beni izliyor hissi neden oluşur? Psikolojik bir sorun mu?

Görme duyusu, göz organının varlıkların şeklini ve rengini ayırmaya sağlayan doğal bir işleyiştir. Aslında etraftaki nesnelerden yansıyan ışıklar gözün dış kısmındaki kornea ile iç kısımdaki lensten geçerek bir kırılım sağlar. meydana gelen görüntü tam tersinedir. Bu görüntü optik sinirler ile beynin görme merkezine iletilir. Görüntü düzleştirilir ve nesneyi görürsünüz.  Tüm ışıkları kapattığınızda karanlık bir ortamda görememenin nedeni de budur. Çünkü herhangi bir nesneden yansıma gelmez.

Beyin hala sırrı çözülemeyen, çok karmaşık merkezi bir organdır. Bazen işleyiş olarak, genetiksel, insanın yaşadığı ortam, edindiği kötü tecrübeler ve psikolojik travmalar bozukluklara neden olabilir. Bazen bir park yürüyüşünde bile arkanıza dönme hissini oluşturup, bir karartı hissetmek yada durakta beklerken geçen otobüsteki insanların sizi izliyor hissi, duyularımızdan gözün nasıl bizi ters köşeye yatırdığına bakalım.

Görsel korteks ne gelirse beyne iletir. Bunun yanında görsel korteks verileri diğer korteksler ile yazılımdaki gibi dizi mantığı yapar. Yani elma görüntüsü gelir diğer duyusal alanlar ile ilişkilendirilip tat duyusuda eklenir. İnsanlarda eğer yaşadıkları kaza sonrası yada benzeri bir problemde görsel korteksi hasar görürse, görme duyusu da etkilenmeye başlar. Yani bir görüntü gelir ve beyne düzgün bir şekilde işlenemez.

Görme Korteksi tamamen yitirildiğinde bilinçli görme artık sonlanır. İşte bu duruma Sinir hastalıkları uzmanları “Kortikal Körlük” diyor. Görsel korteksini kaybeden beyin, gözden gelecek şekilleri görüntüleyemez ama, diğer beynin bölgeleri tarafından işlenebilir. Bir başka yazımızda anlattığımız “Kör Görüşü” olmanın nedeni de budur.

Görsel Korteks hasarları bizi yanıltıyor olabilir!

Görsel Korteks hasarlarında beyne gelen şekiller yada nesnel özellikler yanıltıcı olabilir. Kişileri görmek, kitap okumak, TV izlemek için gerekli bir bölgeydi. Cenevre Üniversite Nörologlarından Alan J Pegna ve ekibi Görsel Korteksini kaybeden bir hastayı incelemeye aldılar.

Hastaya direk bakan birde yan bakan fotoğraflar tutuldu. Bu arada beyin FMRI (fonksiyonel manyetik rezonanslı tarama) cihazı ile takip ediliyor. Yan bakan fotoğraflarda tepki yokken, kendisine bakan fotoğraf için tepki verdi. Ölçümlerde ise beynin bir başka bölgesi olan, beynin amigdal bölgesi çalışıyordu. Kendine bakan bir fotoğraf olduğunu algıladı. Hatta kendisine canlı bakan birini anladığında bu bölge çalışıyordu. Demek ki göz bilinçli olmasa da bazı şeyleri hisle görebiliyordu. İşte biri sizi izliyor algısı aslında beynin bir nevi temel bir işlev olarak sanki etrafı izleyip, bir radar gibi çalışıyordu. Aslında bu bir korunma biçimiydi. Görme yetisini kaybedip, algı görmesi yapıp, yaşanabilecek tehlikelere ön bir koruma denilebilir.

Takip edilme hissi Psikolojik Hastalığa çevrilir mi?

Görsel Korteks rahatsızlığı olmayan kişiler, Nörolog kontrolü ile sağlama yaptıktan sonra, kendisinin birileri tarafından izlenme yada gözlemlenmesi hissi kesinlikle psikolojik bir rahatsızlık olarak görülüyor. Uzmanlar Bipolar Bozukluk sınıfına girebileceği, psikolojik destekle düzeltilebileceğini söylüyor.

Devamlı takip ediliyorum hissi zamanla toplumdan soyutlaşma ve sosyalleşme sorunlarını beraberinde getirir. Çünkü “sen nereye bakıyorsun? Ne bakıyorsun?” gibi aslında var olmayan suçlamalarla delirmiş olabileceğiniz bile düşünülebilir. Bu tip psikolojik rahatsızlıklar genelde sonradan edinim değil de aileden geldiği genetik bir tarafı olduğu düşünülmektedir. Çok çalışkan, neşeli, sosyal bir kişilikten bir anda çekilmez, suçlayıcı, içine kapanık bir hale dönüşebilir. Uzmanlar bu dönemin ne kadar süreceği ile ilgili süreyi kestirememektedir

Takip edilme ve gözetlenme hissine bir benzer rahatsızlık çok az da olsa Anatidaefobi hastalığıdır. Latince köklerden oluşan bu hastalık anatidae (ördek) ve phobia (korku) kelimelerinden türetilmiştir. Hastalık küçük yaşta, suya düşüp, ördekler tarafından gagalanmış çocuklarda görülmektedir. Diğer insanlara göre mümkün olamayan bu tip rahatsızlıklarda, hasta devamlı travma halindedir. Kendisinin devamlı bir ördek tarafından izlendiğini ve takip edildiğini zannetmektedir.

Bu tip rahatsızlıklar sosyal ve aile yaşantılarını zor duruma sokar. Beyin bazen böyle hatalar verebilir, bu yüzden eğer takip edilme yada biri beni gözetliyor diyorsanız önce bir hastanenin nöroloji servisine gidin ve tüm gerçekliği ile sorulan sorulara cevap verin. Bu tip sorunlar psikoterapilerle normal bir yaşam statüsüne gerileyebilir. Çözüm için başka herhangi bir yola başvurmanıza hiç gerek yok.

Güven, açıklık ve dürüstlük, bir çalışma ortamında işbirliğinin ne ölçüde gerçekleşeceğini belirler. Güven duygusu, sağlıklı bir ekip çalışmasının temelini oluşturur. Bugüne kadar yaptığımız “Ekip Oluşturma ve Geliştirme Semineri”lerinde insanların temel değerleri ve benlik algıları ile ilgili olduğu için geliştirilmesine en çok çaba harcadığımız konu bu olmuştur.

Birisine inanmanın ne anlama geldiğini herkes kalbinin derinliklerinde hisseder. Güvenilen birinin ihanetinin nasıl bir hayal kırıklığı yaratacağını hepimiz biliriz. Ancak “güven”in tanımını yapmak çok kolay değildir. Güven kavramını tanımlamak istersek kavramın karmaşıklığı ortaya çıkmaya başlar. Güven duygusu kelimelere dökülmesi zor, elle tutulmaz, gözle görülmez soyut bir kavramdır. Ancak bu duygunun yokluğu ve varlığı kendisini hayatın her anında hissettirir.

Neden birine güveniriz de, bir başkasına güvenmeyiz? Güvendiğimiz bir insana karşı davranışımızla, güvenmediğimiz bir insana olan davranışımız neden farklılık gösterir. Güven duygusunun yokluğu çalışma ortamında ilişkileri, verimliliği ve herkesin sağlığını bir kanser tümörü gibi kemirir.
Stephen Covey’e göre: “Güven, insan motivasyonunun en yüksek biçimidir. İnsanların doğasında var olan “iyi” ve “güzel”i ortaya koymalarına imkan verir.” Güven duygusu, iş motivasyonu üzerinde bu kadar önemli olduğuna göre iş ortamında bu duygunun yaşanmasını sağlamak nasıl mümkün olabilir?
Güven ortamını oluşturacak insanları bir “tohum” gibi, güven ortamının oluşacağı kurum kültürünü de bir “toprak” gibi düşünmek gerekir. Güven duygusunun yaşanabilmesi hem bireysel özelliklere, hem de şirketteki ilişkilerin kalitesine bağlıdır.
Güven duygusunu yeterince açıklıkta tanımlayamasak da insan ilişkilerinin temelini bu duygu oluşturur. Güven duygusunun olmadığı hiç bir ilişki yürümez. Güven duygusu olmaksızın ne sipariş verilebilir, ne hizmet anlaşması yapılabilir, ne dostluk kurulabilir, ne de kadın erkek beraberliği sürdürülebilir.

Güven duygusunun varlığı ile dostlukları, evlilik ilişkilerini, ortaklıkları ve iş anlaşmalarını başlatmak mümkün olur. Kısacası güven duygusu iş hayatında, sosyal hayatta ve özel hayattaki her türlü ilişkinin temelindeki harçtır.

Başka insanlara duyulacak olan güven duygusunun temelinde kendine güven yatar. Kendine güvenmeyen insan başkalarına güvenemez. Kendi güvenilir olmayan insan da başkalarına güvenemez. Halk arasında yaygın bir deyiş vardır “Babana bile güvenme.” Biz eğitim programlarımızda ” ‘Babana bile güvenme’ diyen insana güvenme” diyoruz.

Güven üç temele dayanır.

  • Kendine güven duymak,
  • Güvenilir olmak,
  • Başkalarına güven duymak.

Kendine Güven Duymak

İnsanın kendisine güven duyması, kendini ve sınırlarını kabul etmesi ile başlar ve kendi iç sesine kulak vermesiyle şekillenir. İnsanın temel ahlaki değerlerini ve bu konudaki kararlılığını içine alır. örneğin, kişi yanlış olduğuna inandığı bir şeyi “başkaları yapıyor” diye yapmaz.

Kişi kendi niyetini ve gayretini, doğru olduğuna inandığı değerler üzerine oturtursa, çıkarının zarar gördüğü veya korktuğu durumlarda bu değerlerden kolayca ödün vermezse, kendi gözünde değer kazanır.

Kendine güven, güvenilir olmak ve başkalarına güvenmenin temelini oluşturur. Türk kültüründeki “Kişiyi nasıl bilirsin? Kendim gibi” sözü bunun en güzel örneğidir.

Güvenilir Olmak

Güven duygusu söz konusu olduğu zaman ilk aklımıza gelen başkalarına güvenmektir. Seminerlerimizde çok defa “Karşımdakine güvenmek istiyorum ama bakalım o bu güvene layık mı? Bunu bilmeden nasıl güvenebilirim?” sözünü duyarız. Bu yaklaşım ilişkileri çıkmaza sürükleyen bir yaklaşımdır. Karşıdaki kişinin de aynı düşüncelere sahip olması ilişkiyi kitler.

Bir ilişkide kendinizi karşınızdakinin yerine koyun ve onun sizi güvenilir bulup bulmayacağını düşünün. Bu soruya cevap verebilmek için, güvenilir bulduğunuz başka insanların özelliklerini hatırınıza getirin. Bir insanı güvenilir bulmak için çoğunlukla şunlara ihtiyaç vardır.

  • Sözünü tutmak,
  • Bütünlük sergilemek (özü sözü bir olmak),
  • Bir görevi yapacak yetkinlik ve beceriye sahip olmak,
  • Dürüst olmak,
  • Sorumluluk sahibi olmak.


Bunların dışında bir insana güvenebilmek için o insanın sizin beklentilerinizi karşılamış olması gerekir. Bunun için de beklentilerin açıkça ortaya konması büyük önem taşır. Açıklığın temelinde bu vardır.

Başkalarına güvenmek, geçmiş yaşantılarımız ve “durumun” karşılıklı etkileşiminin sonucudur. Başkalarına güven, şu faktörlere bağlıdır.

a. Beklentiler: Güven genel olarak beklentilerin karşılanması olarak tanımlandığına göre, insanlar kendi beklentilerini karşılayacaklarını inandıkları kişilere güvenirler.

b. Kişisel özellikler: Güvenimizi hakeden insanların belirli özelliklere sahip olmasını isteriz. Bu özellikler bazen sadece bizim bildiğimiz özellikler olabilir. Kadın erkek ilişkisindeki güven çoğunlukla bu temele dayanır.

c. Dünya görüşü: İnsanların başka insanlara güven derecesi büyük çoğunlukla dünyayı barışa dönük veya savaşa dönük bir ortam olarak algılamalarına bağlıdır. Bu algı büyük çoğunlukla hayatın ilk yıllarında şekillenir. Birbirini destekleyici aile ilişkilerine sahip olan insanlar büyük çoğunlukla dünyayı dostluk ilişkilerinin kurulabileceği barışçıl bir ortam olarak görürler. Aksi takdirde ise dünya, güvensiz ve çevrelerindeki aldatmaya hazır insanların bulunduğu bir ortam olarak algılanır.

d. Risk: Güven ve risk birbirine bağlı iki kavramdır. Sonuç insanlara ne kadar zarar verecek ise “güven duymak” o kadar zorlaşır. Sonuç hiç bir risk içermiyorsa “güven duymak konu olmaz.” İnsanlar risk sonucu uğrayacağı zararı azaltmak için çok kere daha az güven duygusu gösterirler.

e. çıkarlar: çıkarlar ortak oldukça güven kolaylaşır. çıkarlar farklılaştıkça güvensizlik artar.
“Trust In The Balance” kitabında R. B. Shaw, şirketlerdeki güven duygusunun temel taşları olarak şunları belirtmiştir.

  • Sonuçlar: Sözlerini tutan ve beklentilerimizi karşılayan insanlar bizim gözümüzde güvenilir olur.
  • Bütünlük: Davranışlarını önceden kestirebileceğimiz, dürüst, ahlaki değerlerle yaşadığını bildiğimiz insanlara daha çok güveniriz. Bütünlük, durumlardan ve zamandan bağımsız bir tutarlılıktır.
  • İlgi: Başka birinin bizim duygularımızı, ihtiyaçlarımızı hesaba kattığını ve ilgilendiğini fark edersek güven duyarız. İlgisizlik ve aldırmazlığın fark edilmesi güvensizlik duygusunu doğurur.

Ekip oluşturma ve geliştirme seminerlerimizde katılımcılara “Ekibinizden veya kurumunuzdan kaç kişinin ipiyle kuyuya inersiniz?” sorusunu yöneltiyoruz. Bugüne kadar “tüm ekibimle veya tüm çalışma arkadaşlarımın ipiyle kuyuya inerim” diyen kimseye rastlamadık. Şunu açıkça gözlemliyoruz kurumlar içinde herkes herkese tam olarak güvenmiyor. Bu durumda her birimizin üstüne önemli bir görev düşüyor. önce kendimizden yola çıkarak güven ilişkisi oluşturan yaklaşımları değerlendirmek ve öncelikle ekibimiz içerisinde güveni yaratmanın yöntemlerini hayata geçirmek. Herkes birbirinden bekleyip kendini değerlendirmediği sürece güven duygusunun oluşmasını da bekleriz.

Prof. Dr. Acar Baltaş

Çocuk psikodraması çocukların günlük yaşamlarında yaşadıkları zorlukları, geçmişlerinde kalan önemli olayları ve bunlara ilişkin duygularını, yetersizliklerini, başarılarını ve bunlara bağlı olarak gelişen önyargılarını ve inançlarını sahneleyerek ortaya koydukları ve bu yolla değişimin sağlandığı bir terapötik süreçtir. Bu ortam dürüstlük ve samimiyet içerisinde, öğütler almadan ve eleştirilmeden kendini gerçekleştirebileceği bir ortamdır. Çocuklar birbirlerinden güç alarak iç dünyalarını karşılaştırabilir, birbirlerini zenginleştirerek olumsuz duyguların yerine olumluları koyabilme fırsatı yakalarlar.

Çocuk Psikodraması Neleri Sağlar

  • Çocuğun iletişim becerilerini güçlendirir. Kendisini daha iyi ifade etmesini sağlar.
  • Çocuğun kendisini ve güçlü yönlerini tanımasını sağlar ve özgüvenini destekler.
  • Oyun ve dramalar aracılığıyla farklı sosyal rolleri deneyimleyerek sosyal ilişkilerde empati duygusu gelişir.
  • Korku, kaygı, üzüntü ve öfke gibi duygularını ifade etmeyi ve bu duygularla nasıl baş edeceklerini öğrenirler. Böylelikle rol repertuvarlarını geliştirmiş olurlar.
  • Sözel olduğu kadar bedensel olarak da kendini ifade etmeyi öğrenir.
  • Spontanitesini destekler, sorunlara anlık ve yaratıcı çözümler üretebilmesini sağlar.
  • Alayla baş etme becerilerini destekler
  • Benim dışımda da sıkıntı yaşayan çocuklar varmış bir tek ben değilmişim duygusunu görerek suçluluk duygusunu azaltmaya yarar sağlar.
  • Birey olarak yaşantısına sahip çıkma ve kendisi için doğru kararlar alabilme becerisini destekler.
  • Kendileri ile ilgili farkındalıklarının artışı

Uzm. Kl. Psk. Murat Aldan

Evliliğini bitiren yetişkinlerin çoğu, bir ile üç yıl içinde, yeni hayatlarına alışırlar ve duygusal dengelerini düzeltmiş olurlar. Boşanmış kadınların üçte ikisi, erkeklerin de dörtte üçü, tekrar evlenirler. Görüldüğü gibi boşanma, yetişkinlerin evlilik kurumuna verdiği değeri değiştirmediği gibi ikinci evliliklerin başarısı da çoğu zaman üvey anne, üvey baba ve çocuk ilişkisinin başarısına bağlıdır.

Üvey anne olmak

Masallarda, romanlarda, dizilerde, “üvey anne” denince insanların aklına sinirli, kıskanç, çocukla rekabet içinde, kötü, ondan kurtulmaya çalışan, merhametsiz, üvey çocuğa eziyet eden bir kişi gibi olumsuz, yanlış bir imaj çizilmiştir. Bu imaj, hem çocuk hem de üvey anne için önyargılar oluşturur. Temel anlamda, üvey anne olmak demek, babanın bundan sonraki yaşamını paylaşmak istediği kişinin, çocuklara göre oluşan konumudur. Bu konumda, kendine ait olmayan çocuklara iyi davranan, olumlu ilişkiler içinde olan üvey anne modelleri de az değildir.

Üvey baba olmak

Bu gün pek çok aklı başında, eğitimli, kültürlü dediğimiz öz babalar, ayrıldıkları eşlerinin evlilikleri söz konusu olduğunda, çocuklarının, üvey baba ile aynı ortamda bulunmasını onaylamadıklarını söylüyor. Bunu, velayetlerini anneden alma tehdidi olarak kullananlar bile var. Üvey baba ortamı, sanki güvensiz, tehditkar, tacizkar olarak algılanıyor onlar tarafından. Evlilikler, boşanma ile sonuçlansa bile, eşlerin birbirlerine verdikleri bir zaman ve emek vardır. Tartışan, kavga eden çiftler bile bir iletişim içindedir aslında. Boşanma, bunları kaybetmek gibi bir hayal kırıklığı yaratır. Birbirine verilen, verilmesi gereken, verildiği zannedilen değerin yitirilmesidir. Sonraki evlilikler, bu durumu tetiklediğinden baba, eski eşinin evliliğine çocuk kanalıyla engel koyabilir, çocuğu karşısında kendi durumunu riske atmak istemez, çünkü üvey baba, onu kendisinden daha çok görecektir, “Ya üvey baba onunla çok iyi anlaşırsa.” gibi düşüncelere girebilir. Üvey baba, bu baskı ve yaklaşımın muhatabı olarak, eşini çocuğuyla birlikte kabul edecek, aile sorumluluğunu üstlenmeyi isteyecek kişidir.

Üvey anne psikolojisi

Üvey anneye yüklenen imaj, üvey annenin psikolojisini de etkiler. Bu imajı değiştirme çabası içinde; sınırlarını koyma, duygularını bastırma, disiplinli davranma konularında kararsızlıklar yaşayabilir. Her biyolojik anne, çocuğuna zaman zaman çeşitli olumlu, olumsuz tepkiler verir. Üvey annenin olumsuz tepkisi daha olumsuz, olumlu tepkisi de küçümseyici, sahte olarak görülebilir. Üvey anne, çocuğun onaylamadığı bir davranışı görmezden gelmek, kendine yapılan saygısızlığı koşulsuz kabullenmek, babayla olan keyfi ya da keyifsizliği gizlemeyi istemek, çocuğa onu kabul etmesi için maddi hediyeler almak, aşırı özverili davranmak gibi davranışlara girebilir. Bu psikoloji; kendini anne rolü oynamaya mecbur hissetme, eşiyle çocuk arasında dengeler kurma çabası, hata yapmama isteği, iyi olanı koruma adına daha çok çaba sarf etme ve sorumluluk almaktır.

Üvey baba psikolojisi

Üvey anne psikolojisine benzer duygu ve davranışlar üvey baba psikolojisi için de geçerlidir. Babanın kendi çocuğu varsa ve velayeti annedeyse, kendi çocuğuna karşı bir eksiklik hissedebilir; onu yeterince göremediği ve onunla ilgilenemediği için, vicdan azabı gibi duygular yaşayabilir. Bazen bu duygular o kadar yoğundur ki, çocuğu yokmuş gibi davranarak, onunla hiç ilgilenmeme, maddi manevi sorumluluk almama gibi bir durumla da karşılaşabilir, bu boşluğu, üvey çocuğunda telafi etme yoluna gidebilirler. Eğer kendi çocuğu yoksa ve eşinin çocuğuna üvey baba olduysa, tanımadığı, hiç yaşamadığı bir duygu ve sorumluluğun içinde hissedebilir kendini. Böyle bir durumda, kafasında oluşturduğu ya da gözlemlediği bir baba modelini uygulayabilir.

Babalık duygusu, annelik gibi içgüdüsel değildir. Anneler, biyolojik yapılarıyla, beyin ve üreme organlarıyla anneliğe hazır olurlar. Annelerin koruyuculuğu, hassasiyeti, kolaycılığı buradan gelir. Babaların ise, çocuklarına sevgi ve bakım verdikçe beyinlerindeki yapısal endişe noktaları harekete geçer. Üvey babaların işi biraz daha zordur. Genellikle çocuklarıyla birlikte yaşayan bir kadınla evlendikleri için, sürekli çocuklarla yaşamak durumundadırlar. Üvey baba, çocukları seveceği ve onlara ebeveynlik yapmaya istek duyabileceği gibi, onlardan sorumlu olmadığını da düşünebilir.

Üvey anne ile çocuk arasında yaşanabilecek problemler

• Çocuk ilk başta, size karşı önyargılı olabilir.

• Ani, istenmeyen tepkiler gösterebilir.

• Yatma saatinin değişikliği konusunda ısrar edebilir.

• Yaptığınız yemeği beğenmeyebilir.

• Babasına sizi şikayet etmek isteyebilir.

• Daha çok ergenlik döneminde, sizinle rekabete girebilir.

• Çocuğu anlamanız ve anladığınızı da ona göstermeniz, problemlerin çoğunu hafifletecektir.

Üvey baba ile çocuk arasında yaşanabilecek problemler

Çoğu çocuk için üvey ebeveyni kabul etmek, öz ebeveyne sırt çevirmek demektir. Bu ebeveyni değil sevmek, kabul etmenin bile diğer ebeveyni üzeceğini düşünürler. Çocuklar, onun hayatında nasıl bir yeri olacağından, ona nasıl hitap edeceklerinden emin değillerdir. Babalarının evliliğe tepkisi, onları endişelendirir. Bu kişiyi, kendilerini düş kırıklığına uğratacak potansiyel bir insan olarak algılayabilirler.

Siz, hayatınızda kalıcı olacağını umduğunuz, tekrar bir aile olmanızı sağlayacak, ekonomik olarak sizi güçlendirecek bu yeni kişiye, çocuğunuzun da olumlu bakmasını beklersiniz. Çocuğunuzun aynı istek ve yaklaşımda olmamasına üzülerek, eşinize daha da yakınlaşırsınız. Bu da, yeni ailenin sorunlarının artmasına neden olur. Disiplin konusunda, yetkiyi üvey babanın üstlenmesini bekleyebilirsiniz ancak üvey babanın otoritesinin kabul edilmesi için, önce çocuğunuzun ona saygı duyması ve güvenmesi gerekir.

Üvey anne – baba olmanın sosyal zorlukları

Sosyal ortamlarda, bir arkadaşınıza, üvey kızınızı ya da oğlunuzu tanıştırırken kullanacağınız hitap şeklinde sıkıntı yaşayabilirsiniz. “Eşimin kızı” ya da “oğlu” demek; sanki “Benim değil, eşimin” anlamını vurgular. Bu durumda, onları ismiyle tanıtmak, çocukların kabul sınırları içinde “Kızım, oğlum” demek, daha sıcak, samimi ve iyi hissettirebilir

Psikolog Şeyda Özdalga

Çocukluk döneminde yaşanan ihmal ve istismar gibi travmatik olaylar çocuklarımızın gelecek yaşantısında önemli rol oynar.

Çocuğa anne ve babasının mutlaka sevgi göstermesi gerekir. Onu güler yüz, tatlı bakış ve tebessümden mahrum bırakmamalı. Bu mahrumiyet bir çocuk hakkı ihlalidir. Çocuğa sevginin belli edilmediği durumlarda çocuk kendisini değersiz hisseder ve özgüveni düşük bir çocuk olarak yetişir. Öyle olunca çocuk, ileri yaşta ruhsal hastalıklara aday bir birey haline gelir.

Bu konuya dikkat çekmek istememin nedeni duygusal ihmalin de bir çocuk hakkı ihlali olduğuna dikkat çekmek istemem… 1989 yılında Birleşmiş Milletler kararıyla her 20 Kasım Çocuk Hakları Günü olarak kutlanır. Bugün önemli çünkü küreselleşmenin getirdiği sorunlardan bir tanesi de çocuklara farkında olmadan yapılan zulüm ve haksızlıklar. Öyle ki kimi anne ve babaların çocuklarını çocuk gibi değil de bir eşya gibi görmesi durumlarına şahit olabiliyoruz. Üstelik kimi anne babalar eziyet etmeyi, haksızlık yapmayı kendileri için bir hak gibi algılıyor. O nedenle bu ve benzeri konuları farkındalık oluşturabilmek, sağlıklı bireyler yetiştirebilmek adına bu konuyu çok daha fazla konuşmamız gerekiyor…

Çocuğu aç bırakmak da sevmemek de ihmal…

Çocukluk döneminde yaşanan travmaların ileride özgüven eksikliği gibi önemli sonuçları beraberinde getirdiğini klinik tecrübelerimizde görüyoruz. Bize başvuran danışanlara uyguladığımız çocukluk çağı travma ölçeği sonucu bunu fazlasıyla doğruluyor. Sonuç; hastaların %80-90’ında çocukluk çağı travması…

Derine indiğimizde sopayla, kemerle dövülen, fiziksel istismara uğramış, aç bırakılmış çocuk tabloları ortaya çıkıyor… Çocuğun bakımına özen göstermemek bir fiziksel ihmaldir. İleri yaşta bir kimse ‘Çocukluğumda kimse beni sevmedi, sevilmeden büyüdüm’ diyorsa orada durmak gerekir. Çünkü duygusal ihmale maruz kalmıştır o kişi. Yemeye, içmeye, proteine ihtiyacımız olduğu gibi aynı şekilde sevgiye, saygıya da ihtiyacımız olduğu unutulmamalı. O nedenle sevmek, değer vermek ve paylaşmak ebeveynlerin en büyük görevlerinden biri olmalı. Aksi halde çocuğa sevgini belli etmiyorsan, ona değer vermiyorsan, onunla paylaşım yapmıyorsan çocuk kendisini değersiz hissedecek, sonuç; özgüveni düşük bir çocuk, ruhsal hastalıklara aday bir birey…

Çocuğa sevgi gösterilmeli ve hissettirilmeli

Çocuğa olan sevgi mutlaka söylenmeli ve gösterilmeli. Kimi zaman bazılarından ‘Ben babamın beni hiç kucağına aldığını hatırlamıyorum, beni hiç dizine oturtmadı’ şeklinde cümleler duyarız. Bir insan böyle düşünüyorsa burada da duygusal ihmal vardır. Aslında bizim inanç sistemimize uymayan bu yaklaşımı tam aksi gösterme eğilimleri sergileyenlere de şahit oluruz. Oysa Hz. Muhammed’in hayatına baktığımız zaman Peygamber Efendimizin duygularını açıkça ifade ettiğini görürüz. Mesela literatür, sevdiğiniz kişiye sevdiğinizi söyleyin diyor. Sevgiyi saklamak beceri değil. Bu bizim geleneklerin oluşturduğu yanlış bir zemin. İslam’dan geliyor zannı hatalı. Şiddet uygulamak, çocuğu dövebilmek veya herhangi bir olayda şiddet uygulamak İslam geleneğinde yoktur.

Çocuk korunmaya muhtaçtır

Şiddeti onaylayan kültürlerde çocuk ihmal ve istismarları oldukça fazladır. Çocuk, yetişkin olana kadar korunmaya muhtaçtır. Anne ve baba onun haklarını korumakla mükelleftir. Anne ve babanın çocuğu yetiştirirken ona örnek olacak şekilde davranmalı. Bu çok önemli. Çocuğa değer vermek, çocuğun kendini doğru tanımasını sağlıyor. Özgüven oluşuyor.

Pozitif bir şekilde bir şeyler yapmaya çalışmak özgüven gerektirir. Bunu çocuklar anneden, babadan ve çevreden öğreniyorlar. Bunu öğrenebilmeleri için çocuğa iyi örnek olmamız gerekiyor. Bu nedenle çocuğumuza nasihat vermekten daha önemli olan şey ona doğru bir şekilde örnek olmaktır. Anne babanın çocuğuna rol model olmasıdır. Çocuk haklarını ihmal eden, çocuklarına eziyet eden, hayvanlara eziyet eden bir çocuk yetiştiriyorsak burada kusur anne ve babanındır.

Çocuk yetiştirmede dengeli tutum önemli

Çocuk yetiştirmede dengeli tutumlar da oldukça önem arz etmektedir. Bazen bazı şeyleri farkında olmadan yapıyoruz. Mesela çocuğa bir şeyleri verirken yalvartarak verme de çocuğu ihmal etmek anlamına geliyor ya da çocuğa baskı yapmak korkutmak da bir çeşit ihmal oluyor.  Elbette çocuğun her istediğini yapmak, her dediğine evet demek de yanlış. O zaman da çocuk erkil aile oluyor. Çocuk evin küçük hükümdarı gibi yetiştiriliyor. Bu da çocuk haklarında öbür uca kaymaktır. Yani dengede hassa olmalı.

Hakları olduğu gibi sorumlulukları da var

Çocuğun hakları olduğu gibi sorumlulukları da vardır. Bunu çocuğa anlatmamız gerekiyor. Evet, senin hakkın var ama bu evde senin de sorumlulukların da varı hatırlatmalı, anlatmalı. Hak ve sorumluluk, özgürlük ve sorumluluk dengesini de öğrenmesi gerekir. Bu da bir haktır. Yani ‘senin bu evde bir işin ucundan tutman gerekir. Mesela şu kadar saat ders çalışman lazım. Anne ve babana yaz tatillerinde yardım etmen lazım’ şeklinde ona görev ve sorumluluklar verilmeli. Ama bunu çocuğa buyurgan tarzda, emir vererek değil seçenekler sunarak yapmalı.

Her evin kuralları olmalı

Her evde kurallar olmalı ve o kurallara uyulmalı. Evi kurallı ortam yapmamız lazım. Her şeye izin veren ebeveyn tarzı, o çocuğu ilerde bencil yapıyor. Hiç vermeyen hep alan bir kimlik yetiştiriyor. Bu kişi de ilerde yalnız kalıyor.  Bencilliğin en kötü yanı kişiyi yalnızlaştırmasıdır.

Yaşanan olumsuz hayat olaylarından ders çıkarılması da gerekir. Yaşanan hayat olaylarının her biri bir eğitmendir. Bir derstir ve bu dersi çıkarabilmek önemlidir. Onun için ansızın karşımıza çıkan hayat olaylarını düşman gibi görmeyelim. Deprem gibi olaylara karşı elbette önlem almamız gerekir ama kimi zaman önlem de alsak bazı şeylerden kaçamayız. Hayat olaylarına karşı da böyle olursak çocukluk travmaları bizde kalmaz. Bunları kazanıma dönüştürürüz. Böyle bir şeyi yaşamışım ama bunu yaşamam gerekiyormuş diye düşünmek gerekir.

Çocuğun davranış ve çabaları sevilmeli

Çocuğu severken çocuğun kişiliğini değil, davranış ve çabalarını sevmeliyiz. Mesela çocuk odasını topladı, annesine yardım etti. Bunlar çocuğa sevgi göstermek için bir fırsat. Sevgi dilleri kullanabilmek için bir fırsat. Bu fırsatları iyi kullandığın zaman sevgi ödül haline geliyor. Sevgi, davranış geliştiren bir sevgi oluyor. Tabii çocuğumuz olduğu için de seveceğiz ama sadece bununla yetiniyorsak çocuk davranış geliştirmeyi öğrenemiyor. ‘Nasıl olsa iyi de yapsam kötü de yapsam annem beni seviyor’ diye düşünüyor. ‘Seni seviyorum ama senin de sorumlulukların var’ dememiz gerekiyor. ‘Bana yardım edersen daha çok severim, daha çok mutlu olurum’ dediğin zaman çocuk sevgiyi yönetmeyi de öğrenir. Özellikle çocuğu ödüllendirirken davranış ve çabalarını ödüllendirmek gerekir. Her dediğine evet demek bir çocuğa yapılacak en büyük kötülüktür.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan

Eşinden ayrılmış ve yalnız çocuk yetiştiren annelerin sayısı git gide artmakta. Kendilerine sıklıkla şu soruyu soruyorlar ‘ Bir çocuğun babaya ne kadar ihtiyacı vardır?’. Ama aynı zamanda, çocuklarından ayrı yaşayan babalar da kendilerine şu soruyu yöneltiyorlar, ‘Çocuğum için ne kadar önemliyim?’. Birbirleriyle kavgalı ebeveynler genellikle şu soruların cevaplarını bilemezler: çocuk gelişimi için müdahale etmem mi gerekir, yoksa karışmamak ve diğer veliye bırakmak çocuk için daha mı kolay olur? Altta ki hayali röportaj, ebeveynlere bu gibi durumlarda, çocuklarına karşı nasıl daha verimli olabilmelerine dair, bilgi ve ipucu vermeye uygundur. Cevaplar, şahsımın ailelerin ayrılması ve boşanması konusundaki uzun yıllara dayanan danışmanlık tecrübelerimi ve yeni bilim tanılarını kapsar:

1. Babalar, çocukları için ne kadar önemlidir?

Bilimsel tanı, babasız yetişen çocukların, kişilik ve özgüven gelişimlerinde, bağlılık ve ilişki kapasitelerinde ve de verimliliklerinde kısıtlanmalar yaşadıklarını gösterir. Çocukların sağlıklı kişilik gelişimleri her iki ebeveyne bağımlıdır. Bugün kesin tanı olarak belirlenen şey, daha önemli/önemsiz bir ebeveyn olmadığıdır. Çocuk gelişimi için, her iki ebeveyn de aynı önemi taşır. İkinci ebeveyn yoksa eğer, çocuk bazı gelişim adımlarını uygulayamaz, ya da sınırlı şekilde uygular. Böylece, örneğin anne ve çocuk en baştan beri, birbirlerinden kopmak gibi bir gelişim görevi üstlenirler. Bu esnada babanın rolü mühimdir. Çocuk için anneden ayrı olup, aynı zamanda anneye bağlı kalabilmenin bir modelidir. Ve babayla olan ilişki, çocuğun gerekli olan kopma adımlarını atabilmesini sağlar. Çünkü güvence veren ikinci bir ilişkinin varlığı, çocuğa anneden kopma ile bağlantılı olan ihtilafları daha rahat kabul edebilir. Bu ikinci ebeveyn ilişkisinin yokluğu, genellikle diğer ebeveyne fazlasıyla bağlanmaya yol açar. Bunun sonucunda ya gitmeyen çocuklar, ya da ayrılmayı çok ani, yani tamamen uygulayan çocuklar oluşur.

Eğer baba, ikinci bağlılık objesi olarak eksik ise, kendilerinin de bir ilişki içerisinde bulunduğu, iki kişi ile aynı anda bir bağlı olma tecrübesinden mahrum kalır. Yani üçlü bir ilişki ile yaşamayı öğrenemez. Asli tecrübesi ikili bir ilişki ile kısıtlı kalır. Bu da kendisinin ilişki biçimlendirmesini etkiler. Sürekli, bir ilişkiye müstesnayı durumlar katılmaya çalışılıyor, bu da genellikle sosyal izolasyona yol açıyor. Yetişkin olduğunda ve ikili bir ilişki, üçlü bir ilişkiye dönüştüğünde, yani bir bebek geldiğinde, sorunlar çıkabiliyor. Bu durumda, genellikle bebek-ebeveyn ilişkisine müstesnayı durumlar katılmaya çalışılıyor ve ebeveynler çocuk için savaşan birer rakibe dönüşüyor. Ya da ebeveyn ilişkisini ve eş ilişkisini paralel şekilde yaşamak başarılamıyor ve bir ebeveyn, ya ebeveyn rolünden, ya da eş rolünden kendisini çekiyor.

Babanın eksik olduğu ailelerde çocuklar için cinsiyet rolünü üstlenen bir modelin eksikliği yaşanıyor. Erkek çocuklar, bu durumda bir erkek olarak nasıl davranmaları gerektiğini bilmiyor, başka erkek çocuklarla ilişkileri emin olmuyor ve bir erkek çocuk olarak, kızlara nasıl davranacağını da bilmiyor. Kız çocuklar ise, bir erkeğe davranış hallerini bilmiyor. Bu genellikle, kendilerini karşı cins ile ilişkilerinde güvensiz veya rahatsız hissetmelerine yol açıyor. Bu durumda ileriki hayatlarındaki eş seçimini ve ilişkinin dayanıklılığını etkiliyor. Kız evlatların, kendilerine kadın olarak bakış açılarını, büyük bir ölçüde babaları üzerinden uyguladıkları biliniyor. Onlara, ilgi göstererek, önemli olduklarını veya onlarla ilgilenmeyerek, önemsiz olduklarını hissettiren ilk erkektir. Bu da, daha sonraki eş ilişkilerinde kendisine biçtiği değeri belirler.

Bir Efsane olan, annelerin babalardan daha önemli olduğu düşüncesinin boşluğu bilimsel olarak çoktan kanıtlanmış durumda. Ama bu efsane, inatla ebeveynlerin ve uzmanların kafalarına yerleşmiş durumda. Babalar bugün halen, çocukları için önemsiz olduklarını ve anneler, kendilerinin çocuklar nazarında eşlerinden daha önemli olduklarını düşünürler. Ama kavgalı velayet davalarında bugün hala, hangi ebeveynin her iki ebeveyn rollerini üstlenebileceğini araştırmak yerine, hangisinin çocuğun nazarında, daha çok benimsenen kişi olduğu tespit edilmeye çalışılıyor. Oysa ki çocuğun gelişim zedelenmesini engelleyen şey, her iki ebeveynin varlığıdır.

2. Babalar, ne zamandan itibaren çocukları için önemlidir ve çocukları ile ne kadar zaman geçirmelidirler?

Baba en baştan itibaren önemlidir. Bugün, babanın benimsenen kişi olarak var olduğu sürece, çocukların anneye paralel olarak babaya da bir ilişki geliştirdikleri bilinmekte. Bunun için baba, çocuğun bakımı ile ilgili, anne ile aynı oranda katılım göstermek zorunda değil. Edinmiş olan tecrübeler, geleneksel rol bölümünde dahi (baba ailenin ekonomik açıdan bakımını sağlar, anne çocukların bakımından sorumludur), her iki ebeveynle de yoğun ilişkiler kurulduğunu göstermektedir. Önemli olan, babanın, çocuğun ihtiyaçlarını ne kadar iyi tespit edip karşılayabildiğidir. Bunu öğrenebilmek için de tıpkı anne gibi zamana ve çocuğu ile kurduğu münasebet tecrübesine ihtiyacı vardır.
Zamansal kapsam ile ilgili olarak da şu genel kural geçerlidir; çocuk ne kadar küçük ise, o kadar fazla ilişki kurmak gereklidir. Çünkü küçük çocuklar ebeveynin gösterdiği gerçek ilgiyi sevgi olarak algılar; yani onlar için benimle ilgilenen beni seviyor demektir ki benzer şekilde burada olmayan da beni sevmiyor demektir. Bu nedenle namevcutluk sevgiden mahrum etmek anlamına gelir. Zamansal aralar açıldığında çocuk sıklıkla burada olmayan beni daimi olarak terk etti düşüncesine kapılır ki buda güvenilir bir ilişki kurulmasını engeller.

Çocuklarından ayrı yaşayan babalar onlarla mümkün olduğunca sık kontak kurmalıdır. Sıklıkla yapılan kısa ziyaretler, uzun zaman aralıklarıyla yapılan uzun ziyaretlerden daha uygundur. Amerikan bilim adamları, 2,5 yaş altı çocuklar için günlük iletişimi öneriyor. Ebeveynlerin aralarındaki mesafe uzak ise ve günlük ziyaretler mümkün değilse ebeveynler baba ile çocuğun her 2-3 gün aralığında irtibat kurmasını sağlamalıdır.

Ancak çoğu zaman bunun tam tersi yaşanıyor. Ebeveynler ve uzmanlar, sık yapılan görüşmelerin çocuğu yorduğu görüşünde birleşiyor. Bu veriler 20 yıldır var olmasına rağmen günlük hayatta pek nadiren uygulanır. Ebeveynler, babanın çocuk gelişimindeki öneminin çoğu zaman bilincinde olmuyor, aynı zamanda yargı sisteminde de bugüne dek bir önem kazanabilmiş değiller. Bugüne kadar, çocuklarından ayrı yaşayan babaların (çocuğun yaşından bağımsız olarak), 14 günde bir, bir hafta sonu için görüşmeleri ve de okul tatillerinin yarısını onlarla geçirmeleri yeterli bulunmuştur. Küçük çocukların ihtiyaçlarına uygun bir şekilde verilmiş mahkeme kararı yoktur, ya da tarafımca bilinmiyor. Genellikle şu tavır alınır; baba çocuğun büyümesini ve annesinden ayrılığı kaldırabilir duruma gelmesini beklemelidir. Bu esnada şu nokta gözden kaçar; Çocuk en baştan itibaren, babasıyla bir ilişki kurma olanağına sahipse, babası ile irtibata geçmesi, dolayısıyla annesinden ayrılması, nihayetinde aslında hiç bir sorun teşkil etmez.

3. Erkek akrabalar veya yeni eşler, öz babanın yerini alabilir mi?

Çocuklar bu tür ilişkilerden faydalanabilir. Erkek eşler cinsiyet modeli için örnek temsil edebilir. Ancak, öz babayı sadece kısmen ikame edebilir, tamamen değil. Çocuğun kurabileceği başka iyi ilişkilere paralel olarak, babayla olan ilişki, her zaman önemlidir. Bu, ilişkinin eşi benzeri olmamasına bağlıdır. Her çocuğun sadece bir tane babası vardır. İlişki yaşanmasa bile, var olmaya devam eder. Eğer baba ilgisiz ise, bu durum çocuk ruhu için ağır bir incinme anlamına gelir, çünkü bu durum çocukta değersiz olduğu ve babası için yeterince önemli olmadığı hissini uyandırır.

Evlatlık alınan çocuklarda edinilen tecrübeler, bakıcı aile ile her ne kadar iyi ilişkiler kurulmuş olsa bile, öz ebeveynlere olan ilişkinin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Bu yüzden, kimliğini gizleyerek yapılan evlat edinmelerden, açık evlat edinmelere geçiş düşüncesi var olmuştur.
Üvey ebeveyn araştırmaları, bu tür ailevi durumların olumlu sonuçlanması için çocuğun öz ebeveyni ile ilişki kurmasından feragat etmek zorunda bırakılmaması gerektiğini ortaya koymaktadır. İşlevsel bir aile birimi ancak öz ebeveynlerin de kucaklanması durumunda sağlanabilir.
Bilimsel araştırmalar, çocuğun kendisini en kötü hissettiği anın yeni ilişki uğruna babayla olan ilişkisinden vazgeçmek zorunda bırakıldığı an olduğunu göstermektedir. Çocuğun üvey aile ile en iyi şekilde anlaşması, her iki ilişkiyi yaşayabilmesi halinde olur.

4. Babası ölmüş olan çocukların durumu nedir?

Bir ebeveynin ölümü her açıdan matemin ayrı bir biçiminin yaşanmasını sağlar. Bu gibi durumlarda baba, anne tarafınca unutturulmaz. Babanın hatırlanmasını anne sağlar. Bu sayede, çocuğun babasına olan içten bağlılığın baki kalmasına yardımcı olunur. Baba kaybının üstesinden gelmek için, babanın çocuğuna karşı ilgisizliğinden doğan bir suçunun olmaması etkilidir. O çocuğunu isteyerek terk etmemiştir. Terk edilen çocuklar sıklıkla kendilerini babalarının öldüğü kurgusu ile avuturlar. Bu hayal, babasının kendisi ile ilgilenmediği düşüncesinden daha katlanabilirdir.

5. Ayrılmış olan ebeveynlere tavsiye ne olmalı?

Ebeveynler mümkün olduğunca birbirlerine yakın mesafede ikamet etmelidirler. Çocuğu ile yaşayan ebeveyn, çocuğun diğer ebeveyn ile aktiviteler düzenleyebileceği alanlar yaratmalıdır. Çocuğundan ayrı yaşayan ebeveyn, bilinçli olarak çocuğun günlük gelişiminin bir parçası olmalıdır. Çocuğun her bir ebeveyn ile günlük hayatını paylaşabilmesi önemlidir. Ebeveyn-çocuk ilişkileri, ziyaret ilişkileri değildir ve bu yönde şekillendirilmemelidirler.
Çok küçük çocukların ilişki kurabilmelerini mümkün kılmak için, ikinci ebeveynin günlük rutin hayata dâhil olması önemlidir.

6. Ebeveynler arasındaki ilişkinin, çocuğun ayrı yaşayan ebeveyne olan ilişkisindeki etkisi nedir?

Eğer ebeveynler birbirilerine saygılı ve iyilikle yaklaşırsa çocukların % 63 ü ayrı yaşayan ebeveyn ile aralarında samimi ve sevgi dolu bir ilişki olduğunu hissederler. Eğer birbirleriyle yollarını kesiştirmezlerse ve sadece çocuklar aracılığı ile irtibata geçerler ise, bu durumda çocukların sadece % 38i ayrı yaşayan ebeveyn ile olan ilişkilerini samimi ve sevgi dolu olarak tarif ederler. Eğer ebeveynler ilişkilerini tamamen keserse bu durumda çocukların sadece % 5 i ayrı yaşayan ebeveynle olan ilişkilerinin kendileri için yeterli ve tatmin edici olarak tarif etmektedir. Ve ebeveyn ilişkisinin, çocuğun dışarıda olan ebeveynle arasındaki ilişki kalitesine olan etkisini belgeleyen bir diğer önemli araştırma sonucu daha mevcuttur:

Ayrı yaşayan ebeveynin, ailenin bir parçası olarak değerlendirilen, ebeveynlerin çocukla ilgili bilgileri paylaşıldığı ve belli aralıklarla (örneğin okul eğlenceleri, veli toplantıları, çocuğun hobileri) görüşüldüğü ve ikinci ebeveynin verilen kararlarda söz hakkının olduğu durumlarda, çocuğun ikinci ebeveyne olan ilişkisinin devamı gözlenmiştir.
İkinci ebeveynin bu gibi aktivitelerden dışlandığında, ailelerin yarısından fazlasında, çocuk ile ayrı yaşayan ebeveyn arasındaki ilişkiler kopmuştur.

Ebeveynlerin birbirleriyle irtibat halinde kalmaya razı olmaları, diğer ebeveyni bu tür aktivitelere dâhil etmesi bu sebeple çocuk açısından vazgeçilmezdir. Ancak bu durum çoğu kez ebeveynler (veya anneler) tarafından beklenebilir bir durum değildir. Bu ince hat tam olarak gelecekte öncelik kazanacak olan şeyi belirler: ebeveynlerin çıkarları mı gerçekleşmelidir, yoksa çocukların çıkarları mı?

7. Ebeveynler çocuklar hakkındaki mevzularda anlaşamazlar ise ne yapılmalı? Böyle bir durumda da, çocuğun çıkarları adına irtibatı koparmamak önemli midir?

Çoğu zaman, ilişkinin sürecinde, eşlere olan bakış açısı değişir. Bilhassa ayrılıkların yaşandığı zamanlarda, o insan için zamanında hissedilenlerden duygular yok olur ya da azalır. Ve zamanında o insana biçilen değerler unutulur. Kriz durumunda, kendi çıkarları ön sıraya konulur ve başkalarının çıkarları ve ihtiyaçları unutulur. Bu sebeple, ayrılık veya boşanma esnasında, çocuğun ve diğer ebeveynin durumu çoğunlukla göz ardı edilir. Çoğunlukla sadece eşin durumu değil, çocuk yetiştirmeye yeterli olup olmadığı da sorgulanır ve ebeveynler eşlere duyulan sevginin bittiğini hissederken, çocuğun diğer ebeveyne hissettiği sevginin halen aynı şekilde kaldığını göz ardı ederler.

Ebeveynlerin birbirlerini insan olarak nasıl değerlendirdiklerinden bağımsız olarak, çocuğun her iki ebeveyn ile olan irtibatının sağlanması ve anne babaya olan içten bağlılığın korunması önemlidir. Bu yüzden, ebeveynler sorunlarını bir kenara bırakmalı ve eşleriyle ilgi olan sorunların ebeveyn bazına sıçramamasına, dolayısıyla çocuk hakkında kavgaya dönüşmemesine özen göstermelidirler.

Eğer doğru çocuk eğitimi hakkında, gerçekten farklı anlayışlar mevcut ise, ebeveynlerin bu farklılıkları kabul etmeyi öğrenmeleri önemlidir. Çocuklar, olayları farklı açılardan gözlemleme tecrübesinden yararlanabilir. Ebeveynler birlikte yaşadıklarında da bir ebeveyn esnektir ve bir tanesi diğerine oranla daha serttir. Ebeveynler örneğin masa düzeni, temizlik eğitimi, kuralları uygulama, sağlıklı beslenme veya televizyon saatleri gibi konular hakkında farklı öncelikler belirleyebilir. Bu yüzden ayrı yaşayan ebeveynler, diğer ebeveynin çocuk eğitimine veya diğer evdeki kurallara karışmak ve sürekli, çocuk ile birlikte neler yaptığını kontrol etmek yerine, anlaşmalar sağlamak durumundadırlar. Çocuklar, diğer evde başka kurallar ile yaşandığını genellikle çok iyi algılayabilirler. Bu düşünceyi, çocukların iki ayrı evde yaşadığı başka konularda edinen tecrübeler destekliyor. Bunlara örnekler: Çocukların büyük anne-babalarda, bakıcı ailelerde yuvalarda veya yatılı okullarda kalması.

8. Ancak çoğu zaman, diğer ebeveyn ile irtibatını kabul etmeyen çocuk oluyor. Bu durumda ne yapmalı? Ebeveynler, çocuklarını anne veya baba ile görüşmeye zorlamalı mıdır?

Çocuğun bir ebeveynden diğerine geçmesi sismografik olarak değerlendirilebilir. Burada mevcut sorunların çapı görülür. Genellikle çocuklar, bu sorunları, diğer ebeveyn ile irtibatı reddetmekle eylemlendirir. Ama bu durum, her durumda diğer ebeveyni artık sevmediği veya gerçekten irtibat halinde olmak istemediği anlamına gelmez.

Bilhassa küçük çocukların, babayı görmek için anneyi terk etme veya tersi bir duruma alışmaları gerekir. Çoğu kez teslim etme ve teslim alma durumunu çocuklara göre ayarlamak yeterlidir. Bu durum, çocuğu bir paket gibi kapı önünde teslim etmektense babayı içeriye davet etmek şeklinde gerçekleştirilebilir. Çocuğa, babaya ısınma fırsatı verilirse ve anne yavaş yavaş çekilirse çocuğun babayla gitmesi genellikle sorunsuz olur.

Yahut zaman aralıkları çok uzun olabilir. Böylece çocuk, her seferinde, diğer ebeveynin onu tamamen terk ettiğini hissine kapılır ve bu da güvenilir bir ilişki kurulmasını engeller. Bu durumda atılması gereken doğru adımlar, zaman aralıklarını kısaltmak, diğer ebeveynin daha fazla ebeveyn görevlerine entegre olmasıyla yakınlığın sağlanmasıdır. Ama bazı durumlarda, çocuk iki cephe arasında kalır ve bu yüzden diğer ebeveyn ile irtibatını koparır. Ebeveynlerin ilişkisinin parçalanması durumunda birçok çocuk sadakat çelişkisi yaşar. Bu durumda her iki ebeveyni sevip sevemeyeceklerini bilmezler ve her iki ebeveynin yardımına ihtiyaç duyarlar. Her bir ebeveyn, çocuğun diğer ebeveyni sevmesine ve bu sevgiyi açıkça göstermesine izin vermelidir. Çocuğa diğer ebeveyne kendilerinden daha farklı hislerle bağlı olmalarının doğal olduğunu aktarmaları gerekir.

Bazen ebeveynlerin bu yardımı eksik kalır ya da bir ebeveyn (genellikle çocukla birlikte yaşayan ebeveyn), , bilerek ya da bilmeyerek, çocuğun bu sadakat çelişkisini diğer ebeveyni çocuğun hayatından dışlamak için kullanır. Bu durumda çocukta bir PA-sendromu gelişir. Ebeveynlerin, birinin sevilen (iyi), ve diğerinin ise, sözde nefret edilen(kötü) olarak ikiye ayrılması durumu.

Genellikle tercihen edilen annedir ve çocuk, babasıyla ilgili bir şey duymak istemediğini söyler. Aslında çocuk babasını sevmeye devam eder. Manipüle eden ebeveyne karşı sadık görünmek adına, ona olan eğilimini inkâr eder. Çocuğun kabul etmeyen davranış biçiminin sebebi, kabul edilmeyen ebeveynde değil, tercih edilen ebeveynle olan ilişkisinde saklıdır.

9. Bu durum nasıl işler, gözümüzde bunu nasıl canlandırmalıyız?

PA- Sendromu (Parental Alienation Syndrome- Ebeveyn çocuk yabancılaşması) gelişiminde, korku büyük bir rol oynar. Kimi zamansa nefret veya intikam duygusu, ebeveynlerin böyle davranmasını sağlar. Kendi korkusunu azaltmak için, ya da intikam duygularını tatmin etmek için veya nefret duygularını yaşayabilmesi için çocukla diğer ebeveyn arasındaki ilişki koparılmalıdır diye düşünür. Bunun için çocuk kullanılır. Çocuğun manipüle eden ebeveyn gibi düşünmesi ve davranması beklenilir. Çocuğun diğer ebeveyne olan içten bağlılığa ihtiyacı olduğu algılanmaz.

Bunun için başvurulan yöntemler babayla çocuğun arasındaki ilişkiyi bölmek ve babanın insan olarak değerini düşürmektir: O bir yalancı, başarısız, dolandırıcı, vs. ve eğitici olarak: Sana iyi bakamıyor, seni anlamıyor, seninle gereğince ilgilenmiyor. Çocuk, babaya olan eğiliminin yanlış olduğu mesajını alıyor. O sevimli bir şahıs değil. Eksik olan, baba çocuk ilişkisi, çocuğun kendisinin (başka) tecrübeler edinmesini engelliyor. Bu yüzden çocuk zamanla kendi duygularına ve hislerine güvenmeyi bırakır ve manipüle eden ebeveynin hislerini yaşamaya başlar. Bu durum, çocuğun bağımsız olarak yetişmesini ve baba-çocuk ilişkisini etkiler.

10. Reddetmenin manipüle edildiği nasıl anlaşılır?

Manipüle eden ebeveyn uzaklaştıkça azalan reddetme, yanıltmayan bir işarettir. Yani ebeveynlerin aynı odada bulunması halinde ya da manipüle eden ebeveyn kapının dışında oturduğu sürece, çocuk diğer ebeveyne olan ilişkisini reddetmeyi sürdürebilir. Ama manipüle eden uzaklaştığında, sorunsuz olarak diğer ebeveynle irtibat kurabilir.

Başka bir belirtiyse mimik/el kol hareketlerinin söylenenler ile bağdaşmamasıdır. Örneğin, çocuğun babasını ziyaret etmekten üzüntü duyduğunu söylerken gülümsemesi gibi.

Veya reddetmenin sebepleri bizzat yaşananlardan değil de duyumlardan kaynaklanır. ‘Annem dedi ki’ gibi…

Veya bu sebepler etkilidir ve normal şartlarda, reddetmeyi kesinlikle tetiklemez. Örneğin, ‘Orada hep masayı toplamam gerekiyor, orada kendime ait bir odam yok, vs.

11. İrtibatı koparmak için hangi manevralar kullanılır?

Genellikle manipüle eden ebeveyn, diğer ebeveyne çocuğun nerede olduğunu bildirmeden evden taşınır. Veya irtibatın (henüz) kurulmaması için sürekli yeni sebepler uydurulur. Genellikle yapılan argüman, çocuğun yeni duruma alışması için sakinliğe/zamana ihtiyacı olduğudur. Babaya yapılan ziyaret, çocuğun psikolojik olarak bunu kaldırabileceği zamanlarda yapılmalıdır. Çocuğun yaşanan ayrılıktan dolayı gösterdiği semptomlar, diğer ebeveyn tarafından meydana getirilmiş olarak gösterilir: “ Can babasını ziyaret etmeden önce hep çok gergin oluyor. Ve döndüğünde onu tekrar sakinleştirmem bazen günler alıyor. Babası, ona nasıl ulaşılacağını bir türlü anlamıyor. Onunla, çocuğu yoran ve heyecanlandıran şeyler yapıyor. Bu yüzden çocuk için en iyi şeyin, babasıyla daha az görüşmesi veya ikisinin şimdilik görüşmemeleri olduğu kanısındayım”.

Amaç, diğer ebeveyn ile olan ilişkiyi zedeleyerek, çocuğun kendisi ile olan ilişkisini kuvvetlendirmektir. Bunun için gereken zamanı kazanmaktır istenen. Bu yüzden, verilmiş olan mahkeme kararları ya diğer ebeveynin aleyhinedir ya da görmemezlikten gelinir. Mahkeme kararının uygulanamaması ile ilgili sürekli yeni sebepler uydurulur. Diğer tüm olaylar (örneğin anaokulu ziyaretleri, arkadaşlara misafir olmak, uzak akrabaların veya tanıdıkların doğum günü kutlamaları, hatta belirli televizyon programları), baba ile olan ilişkiyi korumaktan daha önemlidir.

Bazen çocuğun isteğinin gerçekleşmesine çok değer verilir. Manipüle eden ebeveyn ve çocuk, diğer ebeveyni ziyaret etmemesinin, çocuğun bağımsız ve tesir edilmemiş kararı olduğunu vurgularlar. Ve örneğin şu tür ifadelere başvurulur:’ Çocuk babası hakkında ne düşüneceğini kendisi biliyor. Onu ziyaret etmek istememesini anlayabiliyorum’. Diğer ebeveyn ile ilişki kurmasında sorumluluk almak yerine, manipüle eden ebeveyn, çocuğa isteğinin gerçekleşmesini desteklediğinin garantisini verir. ‘Eğer babanı gerçekten ziyaret etmek istemiyorsan, benim desteğimi hesaba koyabilirsin. İsteğinin gerçekleşmesi için her şeyi yaparım’.

12. Çocuğun kafasındaki fikri değiştirmek için hangi manevralar kullanılır?

Çocuk üzerinde, double-bind denilen durumu uygulamak çok etkili bir yöntemdir. Yani çocuk sözlü olarak şu mesajı alır: ‘Eğer istiyorsan babanı ziyaret edebilirsin. El kol hareketleri ve mimik ile şu ifade edilir: ‘Eğer beni seviyorsan, kalırsın’. El kol hareketleri ve mimik daha etkilidir. Bu yüzden çocuklar bu iletiye göre tepki gösterir.

Çocuk, diğer ebeveyn ile yaşadıklarını anlattıklarında, manipüle eden ebeveyn bu yaşanmışlıkları, basit, önemsiz ve tehlikeli olarak adlandırarak, küçümser.
Reddedilen ebeveynin çocuğu ile irtibat halinde kalma çabalarıysa eziyet olarak nitelendirilir. Oyunbozan ve tahrikçi olarak damgalanır. Çocuk ne kadar küçükse bu değerlendirmeleri benimsemesi de o denli yüksektir, çünkü henüz kendisi bu durumları bağımsız olarak değerlendiremez.
Veya babanın asıl irtibat kurma amacının çocuğu görmek değil, güç gösterisi yapmak istediği iddia edilir. Diğer ebeveynin çocuğa olan sevgisi yansıtılmaz.

Gerçek bir temele dayandırılmayan korku senaryoları tertiplenir. Örneğin çocukların, diğer ebeveyn ile karşılaştıklarında yollarını değiştirmeleri, ondan kaçmaları veya saklanmaları, ya da ona kapıyı açmama talimatları verilir. Böylelikle çocuğa şu anlatılır: ‘Senin baban korkulması gereken bir insan’. Diğer ebeveynin, çocukla ilgili önemli toplantılara katılmasına müsaade edilmez. Böylece sadece baba-çocuk ilişkisi zedelenmez, aynı zamanda çocuğa: ‘Senin baban istenmeyen bir insan’ izlenimi verilir. Çocuğun çevresindeki, babayı hatırlatabilecek her şey uzaklaştırılır. Onun resimleri yoktur ve hakkında konuşulursa bile, sadece olumsuzluklar konuşulur. Ondan gelen hediyeler alınmaz, hatta iade edilir.

13. Dışlanmış babalara önerilerim nelerdir?

Sizi, çocukla olan ilişkinizi ayakta tutmanız için teşvik etmek isterim. Çocuklar için her durumda, onlar için mücadele eden bir babanın varlığının bilinci, onlarla ilgilenmeyen ve umursamaz bir babadan daha iyidir.

Maalesef, dışlanmış olan babalara, arka planda durmaları önerilir. Anne ve çocuğa zaman tanınması, çocuğun kendi irtibat kurmak için kendisinin istek belirtmesinin beklenmesi. Ancak bu yanlış bir tavsiyedir. PA-Sendromunun (Ebeveyn çocuk yabancılaşması) gelişmesi, aşamalı bir oluşumdur. Çocuk manipüle edilmiş davranışlarla ne kadar uzun zaman muhatap olursa, sendromu durdurmak bir o kadar zorlaşır.

Babaların çocukları ile irtibat kurma ısrarlarının çatışmayı ağırlaştırma suçlaması haksızdır. Bu davranış daha ziyade, çocuğun çıkarları ile uyumludur ve dışlamak fiili ile eşdeğer ve gerekli bir cevap sergiler.

En fazla başarı vadeden yol, aile psikoloğundan yardım almaktır. Bunun için, aile bireylerinin, bunun çocuğun çıkarları doğrultusunda zorunlu olduğunu anlamaları lazım. Ancak manipüle edene ebeveyn, bunu genellikle kabul etmez. Böylece dışlanan ebeveyn, mahkemenin yardımına muhtaçtır. Burada önemli olan, mahkemelerin dışlanmış ebeveyn ve çocuğun irtibatının koparılmasına kesinlikle izin vermemeleri. Çocuğa ilişkin korunması kararını verebilmesi için gereken serbestlik alanını, irtibatın sağlanmasını emreden mahkeme hükümleri sağlar. Böylece çocuk davranışının hesabını, manipüle eden ebeveyne vermek zorunda kalmaz. Gerekirse manipüle eden ebeveynin karşı koymasına rağmen, uygulanan bir mahkeme yönetmeliği, yalnıza çocuğa yardımcı olmaz. Aynı zamanda, manipüle eden ebeveynin kaybolmuş olan haksızlık bilincine yönelik bir çağrı görevi üstlenir. Çünkü o genellikle, çocuğunu ve diğer ebeveyni nelerden mahrum ettiğinin farkında değildir.

Uzman Psikolog Sinem Malkoç

 Öğrenme, çok çeşitli faktörlerden etkilenen oldukça karmaşık bir süreçtir. Muhtemelen ebeveynlerin çoğunun farkında olduğu gibi, gözlem çocukların nasıl ve ne öğrendiklerini belirlemede kritik bir rol oynayabilir. Söylediğimiz gibi, çocuklar süngerlere çok benzerler, her gün yaşadıkları deneyimleri emerler. Öğrenme çok karmaşık olduğu için insanların nasıl ve neden öğrendiklerini açıklamaya çalışan birçok farklı psikolojik yaklaşım vardır. Albert Bandura adlı bir psikolog, gözlem ve modellemenin bu süreçte birincil rol oynadığını öne süren bir sosyal öğrenme teorisi önermiştir.

SOSYAL ÖĞRENME TEORİSİ NASIL ÇALIŞIR?
     20. yüzyılın ilk yarısında, davranışçı ekoller psikolojide baskın bir güç haline geldi. Davranışçılar, tüm öğrenme davranışlarının, bağlantı kurma ve pekiştirme süreçleri aracılığıyla çevre ile doğrudan deneyimin bir sonucu olduğunu ileri sürdüler. Bandura’nın teorisi geleneksel öğrenme teorisinin temel kavramlarının birçoğuna dayandırılırken Bandura, doğrudan pekiştirmenin her türlü öğrenmeyi açıklayamayacağına inanıyordu. Örneğin, çocuklar ve yetişkinler sıklıkla doğrudan deneyimleri olmasa bile öğrenme sergilerler. Hayatınızda hiç beyzbol oynamamış olsanız bile, muhtemelen biri size bir beyzbol sopası uzattığında ve bir topa vurmayı denemenizi söylediğinde ne yapacağınızı bilirsiniz. Bunun nedeni, bizzat başkalarının bu eylemi gerçekleştirdiğini veya televizyonda gözlemlemenizdir. Davranışçı öğrenme kuramları, tüm öğrenmenin koşullandırma, pekiştirme ve cezalandırma ile ortaya çıkan etkileşimin sonucu olduğunu öne sürerken; Bandura’nın sosyal öğrenme kuramı, öğrenmenin sadece başkalarının eylemlerini gözlemleyerek de gerçekleşebileceğini öne sürmüştür. Teorisi, insanların diğer insanları izleyerek yeni bilgi ve davranışlar öğrenebileceklerini savunuyordu. Model alarak öğrenme olarak bilinen bu tür öğrenme, genellikle diğer öğrenme teorileri tarafından açıklanamayanlar da dahil olmak üzere çok çeşitli davranışları açıklamak için kullanılabilmektedir. 

SOSYAL ÖĞRENME TEORİSİ HAKKINDA BİLMENİZ GEREKENLER

      Sosyal öğrenme teorisinin merkezinde üç temel kavram vardır. Birincisi, insanların gözlem yoluyla öğrenebileceği fikridir. İkincisi, içsel zihinsel durumların bu sürecin önemli bir parçası olduğu fikridir. Sonuncusu ise, bu teorinin, bir şeyin öğrenilmiş olması nedeniyle davranışta bir değişikliğe yol açacağı anlamına gelmediğini kabul etmesidir. Bandura, 1977 tarihinde Sosyal Öğrenme Teorisi adlı kitabında, “Eğer insanlar ne yapacaklarını bilmek için sadece kendi eylemlerinin etkilerine güvenmek zorunda kalsaydı, öğrenme tehlikeli olmaktan ziyade aşırı derecede zahmetli olurdu,” dedi.  “Neyse ki, çoğu insan davranışı modelleme yoluyla gözlemsel olarak öğrenilir. Bir insan başkalarını gözlemlerken yeni davranışların nasıl gerçekleştirildiği hakkında bir fikir oluşturur ve daha sonraki durumlarda bu kodlanmış bilgi, eylem için bir rehber görevi görür.”

Öğrenme, çok çeşitli faktörlerden etkilenen oldukça karmaşık bir süreçtir. Muhtemelen ebeveynlerin çoğunun farkında olduğu gibi, gözlem çocukların nasıl ve ne öğrendiklerini belirlemede kritik bir rol oynayabilir. Söylediğimiz gibi, çocuklar süngerlere çok benzerler, her gün yaşadıkları deneyimleri emerler. Öğrenme çok karmaşık olduğu için insanların nasıl ve neden öğrendiklerini açıklamaya çalışan birçok farklı psikolojik yaklaşım vardır. Albert Bandura adlı bir psikolog, gözlem ve modellemenin bu süreçte birincil rol oynadığını öne süren bir sosyal öğrenme teorisi önermiştir.

 Bandura’nın teorisi, dikkat ve hafıza gibi psikolojik etkileri dikkate alarak tüm davranışların koşullandırma ve bilişsel teoriler yoluyla öğrenildiğini söyler ki bu sebeple Bandura’nın teorisi davranışsal teorilerin ötesindedir.

SOSYAL ÖĞRENME TEORİSİ NASIL ÇALIŞIR?

     20. yüzyılın ilk yarısında, davranışçı ekoller psikolojide baskın bir güç haline geldi. Davranışçılar, tüm öğrenme davranışlarının, bağlantı kurma ve pekiştirme süreçleri aracılığıyla çevre ile doğrudan deneyimin bir sonucu olduğunu ileri sürdüler. Bandura’nın teorisi geleneksel öğrenme teorisinin temel kavramlarının birçoğuna dayandırılırken Bandura, doğrudan pekiştirmenin her türlü öğrenmeyi açıklayamayacağına inanıyordu. Örneğin, çocuklar ve yetişkinler sıklıkla doğrudan deneyimleri olmasa bile öğrenme sergilerler. Hayatınızda hiç beyzbol oynamamış olsanız bile, muhtemelen biri size bir beyzbol sopası uzattığında ve bir topa vurmayı denemenizi söylediğinde ne yapacağınızı bilirsiniz. Bunun nedeni, bizzat başkalarının bu eylemi gerçekleştirdiğini veya televizyonda gözlemlemenizdir. Davranışçı öğrenme kuramları, tüm öğrenmenin koşullandırma, pekiştirme ve cezalandırma ile ortaya çıkan etkileşimin sonucu olduğunu öne sürerken; Bandura’nın sosyal öğrenme kuramı, öğrenmenin sadece başkalarının eylemlerini gözlemleyerek de gerçekleşebileceğini öne sürmüştür.

Teorisi, insanların diğer insanları izleyerek yeni bilgi ve davranışlar öğrenebileceklerini savunuyordu. Model alarak öğrenme olarak bilinen bu tür öğrenme, genellikle diğer öğrenme teorileri tarafından açıklanamayanlar da dahil olmak üzere çok çeşitli davranışları açıklamak için kullanılabilmektedir. 

SOSYAL ÖĞRENME TEORİSİ HAKKINDA BİLMENİZ GEREKENLER

      Sosyal öğrenme teorisinin merkezinde üç temel kavram vardır. Birincisi, insanların gözlem yoluyla öğrenebileceği fikridir. İkincisi, içsel zihinsel durumların bu sürecin önemli bir parçası olduğu fikridir. Sonuncusu ise, bu teorinin, bir şeyin öğrenilmiş olması nedeniyle davranışta bir değişikliğe yol açacağı anlamına gelmediğini kabul etmesidir.

     Bandura, 1977 tarihinde Sosyal Öğrenme Teorisi adlı kitabında, “Eğer insanlar ne yapacaklarını bilmek için sadece kendi eylemlerinin etkilerine güvenmek zorunda kalsaydı, öğrenme tehlikeli olmaktan ziyade aşırı derecede zahmetli olurdu,” dedi.  “Neyse ki, çoğu insan davranışı modelleme yoluyla gözlemsel olarak öğrenilir. Bir insan başkalarını gözlemlerken yeni davranışların nasıl gerçekleştirildiği hakkında bir fikir oluşturur ve daha sonraki durumlarda bu kodlanmış bilgi, eylem için bir rehber görevi görür.”

1.İnsanlar Gözlem Yoluyla Öğrenebilir

     Psikoloji tarihindeki en iyi bilinen deneylerden birinde Bandura, çocukların diğer insanlarda gözlemledikleri davranışları öğrendiklerini ve taklit ettiklerini göstermiştir. Bandura’nın çalışmalarındaki çocuklar, bir yetişkinin Bobo bebeğine şiddetli bir şekilde vurduğunu gözlemledi. Daha sonra çocukların Bobo bebeği olan bir odada oynamalarına izin verildiğinde, daha önce gözlemledikleri agresif eylemleri taklit etmeye başladıkları görülmüştür. 

Bandura, gözlemsel öğrenmenin üç temel modelini tanımlamıştır:

a.Bir davranışı gösteren ya da davranan gerçek bir bireyi içeren canlı bir model.

b. Bir davranışın tanımlarını ve açıklamalarını içeren sözlü bir öğretim modeli.

c.Kitaplarda, filmlerde, televizyon programlarında veya sosyal medyada davranış sergileyen gerçek veya kurgusal karakterleri içeren sembolik bir model.

Gördüğünüz gibi, gözlemsel öğrenme modelinde birey, başka bir kişinin bir faaliyette bulunmasını izlemek zorunda bile değildir. Podcast dinleme gibi sözlü talimatları dinlemek de öğrenmeye yol açabilir. Kitaplardaki ve filmlerdeki karakterlerin hareketlerini okuyarak, duyarak veya izleyerek de öğrenebiliriz. Tahmin edebileceğiniz gibi, ebeveynler ve psikologlar popüler kültür medyasının çocuklar üzerindeki etkisini tartışırken, tartışmanın merkezindeki bahsedilen konu bu gözlemsel öğrenmedir. Ebeveynlerin birçoğu, çocukların şiddet içeren video oyunlardan, filmlerden, televizyon programlarından ve çevrimiçi videolardan saldırganlık gibi kötü davranışları öğrenebileceğinden endişe ediyor.

2.Zihinsel Durumlar Öğrenmede Önemlidir

     Bir başkasının eylemlerini gözlemlemek, öğrenmeye yol açmak için her zaman yeterli değildir. Kendi zihinsel durumunuz ve motivasyonunuz, bir davranışın öğrenilip öğrenilmeyeceğinin belirlenmesinde önemli bir rol oynar. Davranışçı öğrenme kuramları, öğrenmeyi yaratan dışsal pekiştireçler olduğunu öne sürerken Bandura, pekiştireçlerin her zaman dış kaynaklardan gelmediğini fark etmiştir. Bandura, dış ve çevresel pekiştireçlerin öğrenme ve davranışı etkileyen tek faktör olmadığını belirtmiştir. İçsel pekiştireçleri gurur, memnuniyet ve başarı duygusu gibi bir iç ödül biçimi olarak tanımladı. İç düşünce ve bilişlere yapılan bu vurgu, öğrenme kuramlarını bilişsel gelişim kuramlarıyla ilişkilendirmeye yardımcı olur. Birçok ders kitabı sosyal öğrenme teorisini davranışsal teoriler başlığı altına yerleştirirken, Bandura yaklaşımını ‘sosyal bilişsel teori’ olarak tanımlamaktadır. 

3.Öğrenme Her Zaman Davranışta Bir Değişikliğe Neden Olmaz

     Öyleyse bir şeyin ne zaman öğrenildiğini nasıl belirleriz? Çoğu durumda öğrenme, yeni davranış gözlemlendiğinde hemen görülebilir.  Bir çocuğa bisiklet sürmeyi öğrettiğinizde, çocuğun bisikletini yardım almadan sürmesini sağlayarak öğrenmenin gerçekleşip gerçekleşmediğini hızlı bir şekilde belirleyebilirsiniz. Ancak bazen, bu öğrenme hemen belli olmasa da bir şeyler öğrenilmediği anlamına gelmez. Davranışçılar öğrenmenin davranışta kalıcı bir değişikliğe yol açtığına inanırken, gözlemsel öğrenme insanların yeni davranışlar göstermeden de yeni bilgiler öğrenebileceklerini gösterir.

GÖZLEMSEL ÖĞRENME NASIL OLUR?

     Gözlemlenen tüm davranışların etkili bir şekilde öğrenilmediğine dikkat etmek de gerekir. Hem modeli hem de öğreniciyi içeren faktörler, sosyal öğrenmenin başarılı olup olmadığında rol oynayabilir. Belirli gereksinimler ve adımlar da takip edilmelidir.

     Gözlemsel öğrenme ve modelleme sürecinde aşağıdaki adımlar yer alır: 

Dikkat: Öğrenmek için dikkat etmeniz gerekir. Dikkatinizi dağıtan her şeyin gözlemsel öğrenme üzerinde olumsuz bir etkisi olacaktır. Model ilginçse veya durumun yeni bir yönü varsa, tüm dikkatinizi öğrenmeye adamanız çok daha olasıdır. 

Akılda Tutma: Bilgi depolama yeteneği de öğrenme sürecinin önemli bir parçasıdır. Akılda tutma bir dizi faktörden etkilenebilir ancak bilgiyi daha sonra çekme ve buna göre hareket etme yeteneği gözlemsel öğrenme için hayati önem taşır. 

Taklit Etme: Modele dikkat ettiğinizde ve bilgileri koruduğunuzda, gözlemlediğiniz davranışı gerçekleştirme zamanı gelmiştir. Öğrenilen davranışın daha fazla uygulanması iyileştirmeye ve beceri geliştirmeye yol açar.

Motivasyon: Son olarak, gözlemsel öğrenmenin başarılı olabilmesi için, modellenen davranışı taklit etmek için motive olmanız gerekir. Pekiştirme ve ceza motivasyonda önemli bir rol oynar. Örneğin, zamanında derse girdiği için ekstra puan ile ödüllendirilen başka bir öğrenci görürseniz, sonraki günlerde siz de birkaç dakika erken gelmeye başlayabilirsiniz.

   Sosyal öğrenme teorisinin gerçek dünyada bir dizi uygulaması olabilir. Mesela, araştırmacıların saldırganlık ve şiddet davranışlarının gözlemsel öğrenme yoluyla nasıl aktarılabileceğini anlamalarına yardımcı olmak için kullanılabilir. Medya şiddetini inceleyen araştırmacılar, çocukların televizyonda ve filmlerde tasvir ettikleri agresif eylemleri gerçekleştirmelerine neden olabilecek faktörleri daha iyi anlayabilirler. Ancak sosyal öğrenme, insanlara olumlu davranışları öğretmek için de kullanılabilir. Araştırmacılar sosyal öğrenme teorisini, istenilen davranışları teşvik etmek ve sosyal değişimi kolaylaştırmak için olumlu rol modellerinin nasıl kullanılabileceğini anlamak için kullanabilirler. 

Diğer psikologları etkilemeye ek olarak, Bandura’nın sosyal öğrenme teorisinin eğitim alanında önemli etkileri olmuştur. Bugün, hem öğretmenler hem de ebeveynler uygun davranışları modellemenin ne kadar önemli olduğunun farkındalar. Çocukları cesaretlendirmek ve öz-yeterlik oluşturmak gibi diğer sınıf stratejileri de sosyal öğrenme teorisine dayanır. Bandura’nın gözlemlediği gibi, bildiğiniz her şeyi kişisel deneyimlerinizden öğrenmek zorunda olsaydınız hayat inanılmaz derecede zor ve hatta tehlikeli olurdu. Yaşamınızın büyük bir kısmı sosyal deneyimlerinizden oluşur. Bu nedenle başkalarını gözlemlemenin yeni bilgi ve becerileri nasıl kazandırdığı konusunda hayati bir rol oynaması şaşırtıcı değildir. Sosyal öğrenme teorisinin nasıl işlediğini daha iyi anlayarak, gözlemin bildiğimiz ve yaptığımız şeyleri şekillendirmede oynayabileceği güçlü rol için daha büyük bir takdir kazanabilirsiniz.

TERAPIYA

Çağın en büyük gereksinimlerinden biri de sosyal ağlar… Nasıl etkileniyoruz? Gereksinim ya da ihtiyaçların bağımlılığa dönme riski taşıdığı bir çağdayız. Bu noktada ihtiyaçları yeniden gözden geçirmekte fayda var. 2019 istatistikleri ülkemiz nüfusunun yüzde 63’ünü oluşturan 52 milyon kişinin aktif olarak sosyal medyayı kullandığını söylüyor. 18-44 yaş aralığı da en sık kullanıcı yaş aralığı… Youtube ve Instagram ülkemizde kullanımı en yüksek iki mecra. Haliyle sosyal medyanın bu denli yoğun kullanıldığı bir ortamda mutlaka bireysel sağlık, toplum sağlığı ve ilişkilerimiz bu alanlardan nasibini alıyor.

İlişkiler, belki de sosyal medyadan en çok nasibini alan mecralardan biri. İnsan hayatı ilişkiler üzerine kurulu. Tek başınalık bile kendi ile ilişki içinde olmak demek, yani insan ilişki kavramından bağımsız düşünülemez. Hal böyle olunca ilişki içinde olma, ilişkilenme ihtiyacı bir biçimde karşılanmak zorunda ve günümüz koşullarında sosyal medya bunun için derya deniz. Hem kendimizle hem başkaları ile ilişkilenme için çok boyutlu ve bazen de tehlikeli bir hazine sunuyor. Bu biraz bizim onu nasıl kullandığımız ile ilgili. Onu beslenmek için mi yoksa yaralarımızı kanatmak için mi kullandığımızı bir an evvel fark etmek gerekiyor. Bazen güzel ilişkilerin bitmesine, bazen de güzel bir deneyim yaşamaya hizmet edebiliyor.

Azı karar çoğu zarar. Sosyal medya hesaplarınızın ilişkinizi etkilemesine izin vermeyin! Ne onunla oluyor ne de onsuz… Sosyal medya çoğumuzun hayatının merkezinde. Instagram, Facebook, Youtube ve Twitter derken her haberi, anlık paylaşımları ya da güncellemeleri anında görebiliyoruz. “Ne var bunda?” diyor olabilirsiniz… Ancak iş partner ilişkisine gelince zaman zaman tehlike çanları çalabiliyor. Çiftlerin sosyal mecraları kullanma biçimi ya da geçirdikleri süre büyük önem taşıyor. Sosyal alanları avantajlı şekilde kullanabilmek, çağa ayak uydurabilmenin en güzel yanlarından ama aşırıya kaçıldığında ya da doğru şekilde kullanılmadığında ilişkiler hüzünle sonuçlanabiliyor.

Son yıllarda aldatma ve boşanma oranlarının artmasında sosyal medyanın etkisi var diyebilir miyiz? Boşanma ve aldatma konusunda yükü sosyal medyaya atmak bir nevi ilişkideki kendi sorumluluğumuzdan kaçmak gibi… Ancak etkisi olmadığını söyleyemeyiz elbette. Çünkü diğer seçenekler sanal mecrada gerçekte olduğundan daha güzel, daha parlak ve mutluluk vadedici görünüyor. Diğer yandan gerçek hayatta temas edebileceğimizden daha fazla seçenek ve kolay ulaşım imkanı sunuyor. Bu nedenle elbette ilişkide farklı arayış veya kafa karışıklığı içinde olanlar için kolay bir uygulama alanı yaratıyor. Boşanma gerekçesi olarak sosyal medyada yapılan eylemler karşımıza artık sıkça çıkabiliyor; aldatma konusunda da kolay ulaşılabilir bir mecra. Sosyal medyanın ilişkimize nasıl yansıyacağını da biz belirliyoruz ve tek etkisi bunlar değil elbette.

Bazı ilişkiler sosyal medya mecralarında başlayabiliyor. Bu, ilişkinin geleceğini tehdit ediyor mu? Sosyal medya üzerinden kurulan ilişkiler aslında gerçek hayattaki ilişki biçimlerinin de bir yansıması. Ancak olasılıklar daha fazla, kolay ulaşılabilir ve daha manipüle edilebilir bir halde. Burada sorun sosyal medya değil, kişinin kendi ilişki kurma biçimi, ilişkiden beklentileri ve ilişkide ilerlerken güven parametrelerini gözetip gözetmediği… İlişkinin geleceğini belirleyen de nasıl bir ilişki beklentisi içinde olduğumuzu fark etmek, karşı tarafın buna uygun olup olmadığını değerlendirebilmek ve elbette ilişkiyi tek bir mecradan çıkarıp gerçek hayatın içinde gözlemleyebilmek oluyor. Tabii istediğimiz böyle bir ilişki ise… Önemli bir diğer nokta da bir ilişkinin (uzun süreli güven içeren bir ilişki) süreç içinde gelişmesi ihtiyacına rağmen, sanal dünyada her şeyin çok hızlı olup bittiği hissini yaratması oluyor.

Sosyal medya hesaplarında başkalarının yaptığı paylaşımlar kıyas yapmaya, rekabet ve hırsa teşvik ediyor denilebilir mi? Kişisel motivasyonunuz burada önem kazanıyor. Elbette sizin yapmayı arzuladığınız ancak ulaşamadığınız şeyleri başkalarının hayatında kolaylıkla ve keyifle yer aldığı hissine kapılabilirsiniz ve bu sizi yorabilir. Çünkü orada genelde sadece sonuç ve tek anlık en iyi kareler yer alıyor. Diğer yandan gerçek yaşamda eylemde bulunmayıp yalnızca sosyal medyada pasif bir gözlemci olarak yer alıyorsanız bu duygulara kapılma riskiniz daha büyük olabiliyor.

İlişkinin sağlam temellerde ilerleyebilmesi ve etkilenmemesi için sosyal medya kullanımı nasıl olmalı? Kullanmamak, kesin çözüm olabilir mi? Sosyal medyayı kullanıp kullanmamak kişisel bir tercih. Hiç dahil olmamayı ya da bir hesap açıp izleyici olmayı ya da aktif paylaşımlar yapmayı seçebilirsiniz. Bunu başkalarının paylaşımlarını gözlemek, ticaret veya reklam, bilgi paylaşımı ya da duygu paylaşımı için veya başka pek çok amaçla da kullanabilirsiniz. Ancak sosyal medyayı kullanım biçiminiz veya sürenizin ilişkinize olumsuz yansıdığını fark ediyor, partnerinizden serzenişe maruz kalıyorsanız, kendinize dönüp neler oluyor bakmakta bir fayda var. Sorun partnerinizle mi, yoksa sosyal medya ile olan ilişkinizden mi kaynaklanıyor?

Sosyal mecralarda her an herkese ulaşmak çok kolay. Bu ilişkideki güven mekanizmasını nasıl etkiliyor? Güven duygusu, ilişkinin en temel bileşenlerinden biri. Kriterler kişiden kişiye değişse de karşılıklı olarak bunun sınırlarını belirlemek mümkün. İlişki biçimimiz, beklentilerimiz konusunda açık olmak ve karşı taraf ile konuşmak önemli. Diğer yandan partnerimizin davranışları, sosyal medyadaki etkileşim alanı, sosyal medyayı kullanma biçimi çiftler arasında ciddi sorunlara yol açabiliyor. Sadece görsellik üzerinden aktarılan beğeni, sadece görselliğe odaklı etkileşim biçimi karşılaşılan sorunların temelinde yatıyor. Diğer önemli nokta da sosyal medyada geçirilen zaman. Çiftler bir arada oldukları sınırlı zamanda dahi zamanın çoğunu sanal ortamda geçirme eğilimi gösteriyor ve bu durumda karşıda başka bir partner olma riski olmasa da başka yöne kanalize olan bu abartılı ilgi güven duygusunu oldukça zedeliyor.

İlişkiyi sürekli paylaşmak ne derece doğru? Çevreden, takipçilerden onaylanma ihtiyacından bahsedilebilir mi? Paylaşım yapma motivasyonu daha çok olumlu duygu ve olumlu anlar üzerine. Ancak dikkatli bakarsanız kimilerinin de sürekli sorun iletme ve yardım arayışı ile de orada olduklarını görürsünüz. Bu da kişiden kişiye değişen bir tarz. Neyin daha çok talep gördüğü ile ilgili. Sosyal medya kullanımının en temel motivasyonunun ise onay ve beğeni alma üzerine kurulu olduğunu düşünürsek, evet bir onay mekanizmasından bahsedilebilir. Ancak kişiler birbirlerine zarar vermedikleri sürece istedikleri motivasyon ile paylaşım yapma özgürlüğüne sahip. Burada tüketici olarak bizim neyi nasıl aldığımız konusunda bilinçli ve sorumlu olmamız gerekiyor. Hem ilişkimiz hem de kendimiz için farkındalık önemli.

 Uzm. Klnk. Psk. Handan Ergün Hoşrik

Yeni koronavirüs nedeniyle alınan sosyal izolasyon önlemleri doğrultusunda, toplumun büyük bir çoğunluğu evden çıkmıyor. Bu süreçte günlük yaşam alışkanlıklarının değişmesi, hastalığa yakalanma endişesi; bir yandan iş, eğitim hayatı ya da diğer bireysel sorumlulukların devam etmesi ve tüm bunlar olurken çiftlerin birlikte çok fazla zaman geçirmesi, ikili ilişkileri de olumsuz etkileyebiliyor.

Sınırlı bir alanda normalden daha stresli ve belirsiz koşullarda uzun süre bir arada kalmak,  ilişkilerde hem pozitif hem de negatif dinamiklerin harekete geçirmesine neden olmaktadır. Normalde son derece uyumlu olan çiftler bile bu zorlu dönemde karşılıklı olarak tutum ve davranışlarını rahatsız edici bulabilir, birbirlerine tahammülleri azalabilir. İletişim becerileri zayıf, aşırı eleştirel, birbirlerini takdir etme ve anlama eğilimleri zayıf olan çiftler için ise bu süreç yıkıcı sonuçları hatta boşanmaları da beraberinde getirebilmektedir. Ancak tüm olumsuzluklarına rağmen bu dönemi ilişki için bir fırsata dönüştürmek de mümkündür. 

Değişen rutinler ve kısıtlamalar gün içinde duygu durumumuzda gelgitlere sebep olabilir. Bu da çiftler arası çatışma ortamını tetikleyebilmektedir. Tartışma sonrası partnerinizin sizin peşinizden gelmesi, mola vermeyi zorlaştırabilir ve tartışmayı alevlendirebilir. Partnerinize doğrudan “Şu an çok sinirliyim, kendime vakit ayırmak istiyorum ve öfkemi dindirmek istiyorum” gibi cümleler kurmak birbirinizi anlamanıza yardımcı olabilir. Dış ve iç gerçekliği dengelemek için, kişinin kendisine ve çevresine iyi bakması gereken bu süreçte; çiftlerin duygusal ve insani temaslarını artırmaları, birbirlerinin gözüne daha çok bakarak konuşmaları, ev içindeki işbölümünde sorumlulukları paylaşmaları, çift olarak adaptasyon ve uyumlanma hızını artırabilir.

Romantik ilişkilerdeki çeşitli zorluklar, aynı zamanda gelişme olanakları da sağlayabilmektedir. Pandemi sürecinin psikolojik, sosyolojik ve de ekonomik etkilerine herkesin uyumlanma süreci değişkenlik gösterir. Gün içinde aynı evde olsanız bile kendinize özel fiziksel bir alan yaratmanız, kendi duygusal ihtiyaçlarınızı da karşılayabilmek için size ruhsal anlamda faydalı olacaktır. Yaşanılan olayların sizi nasıl etkilediğini keşfetmek, ilişkinizdeki çatışmaların da çözümüne katkı sağlayacaktır. Engellenme eşiğinin ve stres toleransının düştüğü bu dönemde, çiftlerin birbirlerine sevgilerini ve takdirlerini daha çok ifade etmeleri, empati göstermek için fırsatlar bulmaları, ilişkiye değer katacaktır.

Partnerinizin zihnini okumak yerine, onunla açık ve şeffaf diyaloglar kurun.
Kesintisiz beraber olma fırsatı ve zaman zenginliğini; anılarınızı gözden geçirerek, ortak arkadaşlarınızla iletişim kurarak değerlendirin. Bir rutin belirleyerek (kahvaltı saati, kahve saati, uyku saati gibi) günlük program dahilinde ortak hareket edin. Birbirinizin özel alanlarına saygı duyun (müzik dinlemek, kitap okumak, yakın çevre ve arkadaşlarla iletişim ) ve bireysel aktivitelere gün içinde zaman ayırın. Çift olarak size keyif veren (evde birlikte egzersiz yapmak, yemek yapmak, dizi izlemek gibi) aktiviteleri artırın. Stresle farklı şekilde baş eden, farklı insanlar olduğunuzu unutmayın.

Karantina günleri ilişkiler açısından önemli fırsatlar da içermektedir. Daha önce trafikte ve mesaide harcanan zaman, ilişkileri olumsuz etkilerken; sosyal izolasyon, evde partnerinizle kaliteli ve derin bağ kurmak için alan yaratmaktadır. Ortak hedeflerin belirlenmesi ve aynı ev içinde hoşunuza giden ilgi alanlarında hareket etmek, bu bağı güçlendirebilir.

Kendinizin ve eşinizin duygusal ihtiyaçlarının farkında olun

Sevileni ve sevgiyi korumanın önemli yollarından biri de, kendini iyi ifade edebilmektir. Uyumlu çiftlerin, kendi uyumsuzluklarının ve duygusal ihtiyaçlarının temelindeki nedenlerin farkında olan, aynı şekilde karşı tarafın da doyurulması gereken istek ve ihtiyaçlarına duyarlı olan kişilerden oluştuğu görülmektedir. Çiftlerin karşılıklı olarak birbirlerine değer verdiklerini hissettirmeleri önemlidir.  

Uzm. Psk. Gizem Mine

Hiçbir neden yokken aşırı enerjik, sağlıklı ve mutlu ya da hiç olmadığı kadar mutsuz ve depresif hissetmek gibi belirli bir süreci kapsayan iniş ve çıkışlar duygudurum bozukluğu belirtilerindendir. Adından da anlaşılacağı gibi duygudurum bozukluğunun özellikle duygusal alanı ilgilendiren bir hastalıktır. Duygudurum bozukluğunun toplum içinde görülme oranı anksiyete bozukluklarıyla karşılaştırıldığında sosyoekonomik koşullara çok daha az bağımlı. Bu nedenle anksiyeteyle bağlantılı bozukluklara oranla daha az göze çarpan, biraz daha arka planda kalmış bir hastalıktır. Fakat psikiyatri ve psikolojiye olan ilginin giderek artması ve duygudurum bozukluklarının kendine özgü özelliklerinin edebiyat ve görsel sanatlar alanında da daha çok ele alınması, soruna karşı merak ve öğrenme isteğini artırmış durumda.

Duyguların dalgalanmasının normal olduğunun ve içinde bulunulan şartların sürekli değişkenlik gösterebilir. Buna bağlı olarak duygularımız da sürekli iniş çıkış halindedir. Gün içinde ve aylık ya da mevsimsel gibi daha uzun süreli periyodları düşündüğümüzde bu değişkenliği kolayca fark edebiliriz. Duygularımızın şartlara ve bizim iç halimize göre değişkenlik göstermesi sağlıklı bir durumdur. Kötü şeyler yaşanırken kötü hissetmek depresyon olmadığı gibi, iyi şeyler yaşanırken mutlu ve heyecanlı hissetmek de mani değildir.

Duyguların çevreyle insan arasındaki ilişkinin ne kadar uygun ve olumlu olduğunu gösteren bir ölçüm aracı gibi kabul edilebilir. Ortam genel anlamda bizim için ne kadar olumluysa biz de o kadar rahat, ortama açılmaya istekli ve kendimizi canlı hissederiz. Bir tehlikenin olmadığı, sevdiğimiz insanlarla birlikte olduğumuz bir ortam doğal olarak bizi daha enerjik, güçlü ve çevreye açılmaya istekli hissettirir. Tam tersi bir durumda ise savunmacı, içe kapanık, tedirgin ve mutsuz hissetmemiz beklenir ki nitekim bu normaldir. Sürekli karamsar, mutsuz, çaresiz hissediyorsunuz fakat devam eden hayatınızda bunun gerçek bir nedeni yoksa bu duruma depresyon demek daha doğru olur. Aynı aksaklığın tersini de mani olarak tarif edebiliriz. Yani sürekli anlamsız biçimde iyi, güçlü, sağlıklı ve mutlu hissediyorsunuz ama bunun hayatınızda gerçek bir nedeni yok. Ancak bir duruma mani ya da depresyon demek için bir sürecin olması gerektiği unutulmamalı. Günlük duygusal dalgalanmalar, değişen faktörlere bağlı olarak gün içinde değişiklik gösteren duygusal değişimler mani veya depresyon olarak ifade edilmez.

Depresif atakların belirtilerinin çok benzer olan başka bozukluklarla çok kolay karıştırılabilir. Özellikle ağır yaşam olaylarına tepki olarak doğan depresif mizaçlı uyum bozuklukları ve karışık tip anksiyete ve depresyon bozukluğu duygu durum bozuklukları içinde yer alan depresyon ile çok karıştırılan, dikkatle ayırıcı tanısı yapılması gereken bozukluklardır. Bu her iki bozukluk da anksiyete bozuklukları içinde yer alır. Günlük yaşama dair olaylarla bağlantısı ve psikososyal stres faktörleriyle tetiklenebilme özellikleri ön plandadır.

Bipolar bozukluk, ağır depresyon atağı (major depresyon): Depresyon ataklarının ve mani ataklarının farklı zamanlarda ortaya çıktığı durumdur. Bipolar duygudurum bozukluğu yaşam sürecinde bazen birbiri ardına eklenen bazen ise yıllar sürebilen aralıklarla tekrarlayan mani ve depresyon ataklarını tarif eder. Her yaşta ortaya çıkabilir. Genel kabul olarak sadece tekrarlayan mani ataklarıyla seyreden bir bozukluk olmadığı, şiddeti düşük olsa da aralarda depresyon ataklarının bulunması gerektiği düşünülür.

Tekrarlayıcı depresif bozukluk: Tekrarlayan depresyon ataklarının görüldüğü durumdur. Bu bozukluklarda atakların belli bir süreyi kapsaması gerekir; ataklar günlük ya da haftalık hızlı duygusal değişiklikleri tarif etmek için kullanılmaz. Kısa süreli, ani duygusal değişiklikler daha çok anksiyete bozukluklarının bir belirtisi olarak düşünülmelidir. Depresyon ve tekrarlayıcı depresif bozukluk, adından da anlaşılacağı gibi mani dönemi içermeyen, depresyon ataklarıyla devam eden bir süreçtir.

Sık döngülü duygu durum bozukluğu ve distimi: Günlük hayata yayılmış, uzun süren ve neredeyse sürekli etkisi altında olunan bozukluklar olarak düşünülebilir. İnatçı duygu durum bozuklukları olarak kabul edilen distimi, klinik belirtileri silik ancak varlığını hep hissettiren hafif bir depresyon halinin çok uzun süre boyunca devam ettiği bir bozukluktur. Sık döngülü duygu durum bozukluğu ise haftalık ya da birkaç haftalık duygu durum değişikliği periyotlarının sürekli devam ettiği bir durum olarak düşünülebilir. Burada da duygu durum değişiklikleri varlığını hissettirmekle birlikte klinik belirtiler silik ve düşük şiddette seyreder.

Psikiyatri Uzmanı Dr. Cem Hızlan

Comments are closed.