logo

Asıl yetimler anadan babadan değil, ilim ve ahlaktan yoksun olanlardır.

BEYİN FIRTINASI / BEYİN HARİTASI

ZEKA VE ÖNSEZİ

MERAK VE BEYİN

MART 2024

Beyin Nasıl Bağımlı Oluyor? Bağımlılığın Nörobiyolojik Temelleri

Genetik, nörobilim ve beyin görüntüleme teknolojilerindeki yeni gelişmeler, bağımlılığın nörobiyolojik temellerini açıklamada ve bağımlılık ile mücadele hedeflerini belirlemede önemli rol oynamakta. Bilim insanları, biyolojik ve sosyokültürel faktörlerin bağımlılığa etkilerini anlayarak etkili çözümler geliştiriyorlar. Peki bağımlılık nasıl tanımlanıyor?

Bağımlılık Nedir?

Bağımlılık, kişinin (madde) tüketimini durduramadığı ve tüketime belirli aralıklarla devam etmediğinde öfke, mutsuzluk, huzursuzluk deneyimlediği ve toplumlar için yıkıcı sonuçları olan kronik bir beyin hastalığıdır. Madde ve alkol kullanım bozuklukları bireylere, ailelere, topluluklara ve topluma büyük sağlıksal ve ekonomik yükler getirmektedir. Beyin gelişimi ve genetik faktörlerin bağımlılıktaki rollerini anlamak bağımlılığın neden ve nasıl oluştuğunu daha iyi anlamamıza yardımcı olur ve bağımlılığı yenmek için daha etkili yöntemler geliştirmeyi teşvik eder.

Bağımlılık, beynimizin nöral devre denilen özel yollarını etkiler. Bu yollar, ödül ve motivasyon, düşünme kontrolü ve duygusal tepkileri düzenleyen yollardır. Bağımlılığın neden bu kadar güçlü olduğunu, bu yolların nasıl bozulduğunu anlayarak kavrayabiliriz.

Bağımlılığın Etkileri

Bağımlılığın nöral temelleri, özellikle uzun vadeli faydaları tercih etme yeteneğinin bozulması ve kısa vadeli ödüllere karşı kontrol eksikliği gibi zorlukları içerir. Bağımlılık nedeniyle insanlar uzun vadeli iyilikleri düşünme ve tercih etme yeteneklerini kaybederler. Bu, kısa vadeli tatminlere yönlendikleri ve bazen ciddi sonuçlara yol açabilecek davranışlara eğilimli olmaları anlamına gelir.

Bağımlılık Mekanizmasında Nörotransmitterler

Birçok nörotransmitter bağımlılığın nörobiyolojik temellerinde önemli rol oynar. Bağımlılık, nörotransmitterlerin dengesini etkileyebilir ve kullanıcıları tüketilen maddeye karşı daha hassas hale getirebilir. Bu nedenle, bağımlılığa doğru yaklaşım bu nörotransmitterlerin etkilerini anlamayı içerir:

  • Dopamin
  • Serotonin
  • Norepinefrin (noradrenalin)
  • Glutamat
  • GABA (Gamma-aminobutyric acid)
  • Endorfinler
  • Endokannabinoid

Dopaminin Bağımlılıktaki Rolü Nedir?

Dopamin, bağımlılıkta oldukça önemli bir rol oynamaktadır. Dopamin, beyindeki ödül ve zevk merkezleri ile yakından ilişkilendirilen bir nörotransmitterdir, yüksek derecede zevk veren etkinliklerde beyin tarafından salınır. Madde kullanımı ve alkol tüketimi de dopamin salınımına yol açabilir, bu da keyifli bir his yaratır. Bu keyifli his, madde kullanımını pekiştirir, tekrarlayan kullanıma ve nihayetinde bağımlılığa yol açabilir.

1. Ödül ve TakviyeKişi yemek yeme veya cinsellik gibi hayatta kalımı teşvik eden aktivitelerde bulunduğunda, beyin bu davranışları pekiştirmek amacıyla dopamin salar. İlaçlar ve alkol de dopamin salımına yol açabilir, bu da keyifli bir his yaratır. Bu keyifli his, maddenin kullanımını pekiştirir, tekrarlayan kullanıma ve nihayetinde bağımlılığa yol açabilir. 2. Arzu ve Motivasyon Bağımlılık ilerledikçe, beyin bağımlılığa yol açan maddenin varlığına adapte olur. Zamanla, kişi aynı keyifli etkiyi elde etmek için daha fazla maddeye ihtiyaç duyabilir. Bu, arzuları ve maddeyi aramak için motivasyonu artırır. 3. Öğrenme ve HafızaDopamin, öğrenme ve hafıza süreçlerinde rol oynar. Beyin, ilaç kullanımıyla ilişkilendirilen keyfi hatırlar ve buna bağlı olarak yarattığı olumsuz sonuçlara rağmen kişinin ilacı tekrar arama olasılığını artırır. 4. Çekilme ve Negatif DuygularMadde etkisini yitirdiğinde veya bir kişi bırakmaya çalıştığında, dopamin seviyeleri düşer, bu da çekilme belirtilerine ve negatif duygulara yol açar. Bu belirtiler çok rahatsız edici olabilir ve kişiler bunlardan kaçınmak için madde kullanmaya devam edebilirler. 5. Duyarlılık Zamanla, ilaçların veya alkolün tekrarlanan maruziyeti, beynin dopamin sisteminde değişikliklere yol açabilir. Bu, maddenin keyifli etkilerine artan duyarlılığa ve yiyecek veya sosyal etkileşim gibi doğal ödüllere azalan duyarlılığa neden olabilir. Bu, maddeyi daha cazip hale getirebilir ve bağımlılığı pekiştirebilir.

Kortikotropin ve Dinorfin Nedir? Bağımlılıktaki Yeri Nedir?

Kortikotropin salgılatıcı faktör (CRF) ve dinorfin, bağımlılığın karanlık yönünde özellikle madde bağımlılığının gelişimi ve sürdürülmesi ile bağımlılığın olumsuz duygusal durumlarıyla ilişkili olarak önemli roller oynayan iki nöropeptittir. Hem CRF hem de dinorfin, negatif duygusal durumları, artmış stres tepkilerini ve sürekli madde arzusunu teşvik eder.

Kortikotropin-Salgılatıcı Faktör (CRF)

CRF, vücudun stres yanıtında rol oynayan bir nöropeptittir. Bağımlılığın bağlamında, birkaç önemli işlevi vardır:Stres TepkisiCRF, stres anlarında salgılanır ve madde kötüye kullanımının kronik maruziyeti stres yanıt sisteminin düzensizleşmesine neden olabilir. Bu, bağımlılıkla ilişkilendirilen olumsuz duyguları ve anksiyeteyi artırabilir.Dürtü ve ÇekilmeYükseltilmiş CRF seviyeleri, madde dürtüsü ve çekilme sırasında deneyimlenen olumsuz duygusal belirtilerle ilişkilendirilir. Bu belirtiler, bireylerin madde kullanımını bırakmak veya azaltmak konusunda zorlanmasına neden olabilir.NöroadaptasyonKronik madde kullanımı, ödül ve stres sistemlerinin beyinde adaptasyonlarını tetikleyebilir, bu da CRF aktivitesinde artışa neden olabilir. Bu adaptasyon, bireylerin çekilme sırasında yaşadıkları olumsuz duygusal durumları hafifletmek amacıyla madde kullanmaya devam etmelerini teşvik edebilir.Tekrar Başlama (Nüks Etme)CRF sistemlerinin düzensizleşmesi, bağımlılıktan kurtulma sürecinde nüks riskinin artmasına neden olan stresle tetiklenen CRF salınımı ile ilişkilidir.

Dinorfin

Dinorfin, beynin ödül sistemini modüle etmede rol oynayan endojen bir opioid peptiddir.Anti-Ödül Sistemi Dinorfin, beynin doğal ödül mekanizmalarının etkilerine karşı çıkan bir anti-ödül peptidi olarak hareket eder, örneğin dopamin salınımı gibi. Kronik madde kullanımı, dinorfin seviyelerinin artmasına yol açabilir, bu da doğal ödüllere karşı baskın olan haz yanıtını zayıflatır ve madde elde etme ve kullanma üzerine daha fazla odaklanmayı teşvik eder. Olumsuz Duygulanım Yükseltilmiş dinorfin seviyeleri, mutsuzluk, anksiyete ve haz alamama gibi durumlarla ilişkilendirilir. Bunlar genellikle bağımlı kişilerin çekilme sırasında deneyimlediği semptomlardır. Bu, bu olumsuz duygusal durumları hafifletmek için madde kullanma ihtiyacını sürekli olarak artırır. Dürtü ve Nüks Etme Dinorfin, madde dürtüsü ve nüksle ilişkilendirilmiştir. Oluşturduğu olumsuz duygusal durumlar, bireylerin bu duyguları hafifletmek amacıyla madde kullanmaya yönlendirmelerine neden olabilir.

Endokannabinoidler ve Bağımlılık

Endokannabinoidler bağımlılıkla ilgili önemli bir rol oynayan endojen bir nörotransmitter sistemi olan endokannabinoid sisteminin bir parçasıdır.

Bu sistem, özellikle ödül ve zevkle ilgilidir ve madde kullanımının ödüllendirilmesine, stres yanıtının düzenlenmesine, çekilme semptomlarının ve toleransın yönetilmesine ve davranışsal kontrolün düzenlenmesine katkıda bulunabilir.

Endokannabinoid sistemi, bağımlılık süreçlerini anlama ve tedavi hedefleri belirleme açısından önemlidir, ancak bu alandaki araştırmalar hala devam etmektedir1.

Bağımlılık ile İlişkili Nöroanatomik Bölgeler

Bağımlılıkla ilişkilendirilen nöroanatomik bölgeler arasında aşağıdakiler öne çıkmaktadır:

  • Nucleus Accumbens
  • Ventral Tegmental Area (VTA)
  • Prefrontal korteks (PF)
  • Hippocampus
  • Striatum

Nucleus Accumbens, ödül ve motivasyonun düzenlenmesinde merkezi bir rol oynarken, VTA dopamin salınımını düzenler ve bağımlılıkta kilit bir rol oynar. PF, bilişsel işlevleri düzenlerken, Hippocampus bağımlılık hafızası ve öğrenmesi ile ilgilidir. Son olarak, Striatum ödül işleme ve hareket kontrolünde etkisiyle bağımlılık davranışlarının oluşumunda katkı sağlayabilir.

Aşırı Tüketim / Sarhoşlukta Etkilenen Beyin Bölgeleri

Bağımlılık döngüsünün aşırı tüketim/sarhoşluk aşaması, bir bireyin tercih ettiği maddeyi tüketmeye başladığı aşamadır. Bu aşama, temel ganglia ve temel iki beyin alt bölgesi olan nucleus accumbens ve dorsal striatum’u yoğun bir şekilde içerir. Bu aşamada maddeler, beyni çeşitli yollarla etkiler3.

Bağımlılık ve Öğrenme Mekanizması İlişkisi

Bağımlılığın öğrenme mekanizması, kişinin bağımlılık yapan maddeyi veya davranışı kullanarak olumlu bir deneyim yaşamasıyla başlar. Bu deneyim, özellikle dopamin sistemi aracılığıyla ödül etkisi yaratır.

Bağımlılık sürecinde tolerans ve çekilme belirtileri de ortaya çıkar. Bu öğrenme mekanizmaları, bağımlılığın gelişimini ve sürdürülmesini açıklar ve bağımlılık ile baş etme yöntemleri için önemlidir4.

Bağımlılıkla Mücadele Süreci

Bağımlılığı yenme süreci bağımlılık türüne ve kişinin ihtiyaçlarına göre değişkenlik gösterir. Temel bileşenleri detoksifikasyon, davranış terapileri, ilaç tedavisi, aile destek, katılım ve izleme, ve psikolojik destek almayı içerir. Bağımlılık ile başa çıkma yöntemleri kişiselleştirilmiş olmalıdır, ayrıca sürekli destek gerektirebilir.

Kapatırken

Bağımlılığın nöral temelleri, dopamin sistemi başta olmak üzere beyindeki nörotransmitterlerin dengesinin bozulması ile ilişkilidir. Bağımlılık, ödül yollarındaki aşırı aktivasyon ve ödüllendirici davranışların teşvik edilmesiyle karakterizedir. Bu nörolojik değişiklikler, kişinin bağımlılığı sürdürme isteğini ve kontrolünü kaybetmesini tetikler. Başarılı bir yaklaşım, bağımlılığı olan kişinin fiziksel ve zihinsel sağlığını iyileştirmeyi, işlevselliği geri kazanmayı ve bağımlılıkla başa çıkma becerilerini geliştirmeyi amaçlar.

*Sitemizde bulunan yazılar tıbbi tavsiye içermez ve yalnızca farkındalık yaratmak amaçlıdır. Yazılardan yola çıkarak bir hastalık tanısı konulamaz. Hastalık tanısını yalnızca psikiyatri hekimleri koyabilir.

Beyin Fırtınası KonularıAçıklamaBeyin Fırtınası Teknikleri
Beyin Fırtınasının TanımıBir grubun belirli bir soruna çözüm bulmak için kullandığı bir teknik. Ekip üyelerinin yeni fikirlerini serbest bir şekilde toplayıp kaydedilir.Dijital platformlar, zihin haritası oluşturma araçları.
Beyin Fırtınası İlkeleriOsborne’un dört temel ilkesi: Kaliteden çok miktar, Eleştiri kesin, Hoş geldin çılgın fikirler, Fikirleri birleştirin, arıtın ve geliştirin.Bireysel veya ters beyin fırtınası oturumları.
Beyin Fırtınası TekniğiBeyin fırtınası oturumu sırasında tüm grubun oturuma dahil edilmesi ve fikirlerin sayısını arttırmak için teknikler kullanılır.Rahat bir toplantı ortamı oluşturmak, farklı disiplinlerden insanları bir araya getirmek.
Zihin HaritasıBeyin fırtınası sürecini geliştirmek için kullanılan bir görsel araç. Fikirler arasındaki ilişkilerin bir resmi çizilir.Zihin haritalama yazılımları, büyük bir kağıt parçası.
Ters Beyin FırtınasıKatılımcılara büyük bir parça sunar ve sorunun nedenini sorar.Sorunla başlanır ve bu sorunun nasıl oluşturulabildiğini tartışılır.
Beyin Fırtınasının GeçmişiBeyin fırtınası terimi 1939 yılında Alex F. Osborne adlı bir reklam yöneticisi tarafından ortaya atıldı.
Probem Çözme SüreciFikirlerin geliştirilmesi ve problem çözme sürecini ilerletmek için farklı öneriler arasında bağlantılar kurulur.Fikirlerin tasnif edilip sorunu çözme olasılığı en yüksek olanlara odaklanılır.
Fikir ÜretmeHedef, çok sayıda yeni öneri toplamaktır.Fikir çeşitliliğinin teşvik edilmesi.
Yaratıcılığı ArtırmakBeyin fırtınası, yaratıcı yeni fikirlerin toplanması için kullanılır.Çılgın fikirlere açıklık.
Ekip ÇalışmasıBeyin fırtınası oturumları genellikle bir yönetici tarafından yönetilir ve ekip üyelerine açıktır.Ekip dinamiğini artırma, herkesin katılımını teşvik etme.

Beyin fırtınası genellikle işletmelerdeki profesyonellerin yeni ve benzersiz fikirler üretmek için kullanabileceği harika bir teknik olarak lanse edilir. Bu teknik genellikle diğer problem çözme ve fikir üretme teknikleri ile birbirinin yerine kullanılır. Beyin fırtınası günlük iş dünyası sözlüğünün bir parçası haline gelmiştir ve bunun iyi bir nedeni vardır. Peki beyin fırtınası ne demektir ve neden işletmelerde bulunan profesyoneller için önemli bir tekniktir?

Beyin Fırtınası Ne Demek?

Yaratıcı düşünme teknikleri arasında yerini alan beyin fırtınası genellikle bir grubun belirli bir soruna çözüm bulmak için kullandığı bir tekniktir. Beyin fırtınası ekip üyelerinin yeni fikirlerini serbest bir şekilde toplayıp kaydederek gerçekleştirilir. Beyin fırtınası oturumları genellikle bir avuç çekirdek ekip üyesinden oluşur ve genellikle bir yönetici tarafından yönetilir.

Beyin fırtınasının geçmişi 1939 yılına kadar uzanıyor. Beyin fırtınası terimi Alex F. Osborne adlı bir reklam yöneticisi tarafından ortaya atıldı. Çalışanlarının yaratıcı yeni fikirler üretememesi nedeniyle sinirli olan Osborne, ekip tabanlı bir çalışmaya odaklanan problem çözme için yeni yöntemler geliştirmeyi amaçladı. Yaratıcı düşünme oturumlarına ev sahipliği yapmaya başladı ve bu yaklaşımın yeni fikirlerin niteliği ve niceliğinde önemli bir artışa yol açtığını keşfetti. Osborne bu grup toplantılarına yani beyin fırtınası oturumlarına katıldı ve daha sonraki yayınlarında deneyimlerini bir teknik olarak aktardı.

Bu beyin fırtınası oturumları sırasında, takım için mevcut olan herhangi bir araç kullanılarak fikirler toplanır ve kaydedilir. Modern işletmeler tarafından, süreci hızlandırmak ve inceleme aşamalarını daha hızlı ve daha verimli hale getirmek için, dijital platformlar veya zihin haritası oluşturma araçları kullanılır. Mümkün olduğunca çok sayıda yeni öneri üretmek ilk etapta fikrin kalitesinden daha önemlidir. Bu sayede sayısız fikir ortaya koyulabilir. Tüm fikirler toplandıktan sonra ekip her birini değerlendirir ve sorunu çözme olasılığı en yüksek olanlara odaklanır.

Beyin Fırtınası İlkeleri

Beyin fırtınası tekniği yıllar içinde gelişirken, Osborne’un dört temel ilkesi kendi oturumlarınızı yürütürken harika bir kılavuzdur. Bu ilkeler şunları içerir:

  • Kaliteden çok miktar: Fikirler geliştirilirken, birleştirilirken ve ileride daha da geliştirilirken en sonunda kaliteyi üretecektir. Bu nedenle fikirlerin miktarı daha önemlidir.
  • Eleştiriyi kesin: Ekip üyeleri, akıllarına gelen tüm fikirleri tanıtmakta serbest olmalıdır. Engelleme oluşmaması için fikir toplama aşamasından sonraki aşamaya kadar fikirler eleştirilmemelidir.
  • Hoş geldin çılgın fikirler: Beyin fırtınası süresince her zaman çılgın fikirler olmalıdır. Takım üyelerinden gökyüzündeki pasta dilimlerini tanıtmalarını istemek başarı için biletiniz olabilecek yeni ve yenilikçi tekniklere kapı açar.
  • Fikirleri birleştirin, arıtın ve geliştirin: Fikirleri geliştirin ve problem çözme sürecini ilerletmek için farklı öneriler arasında bağlantılar kurun.

Beyin fırtınası tekniği ekibinizin yenilikler getirmesine ve birlikte çalışmasına yardımcı olan bir teknik veya süreç olarak düşünülmelidir. Beyin fırtınası oturumu düzenlemenin tek bir doğru yolu yoktur. Aslında, bireysel veya ters beyin fırtınası oturumları düzenlemek yeni fikirler üretmek için yararlı faaliyetler olabilir. Amacınız her zaman sizin ve ekibiniz için en uygun süreci kullanmak olmalıdır.

Beyin Fırtınası Tekniği

Beyin fırtınası oturumu sırasında tüm grubu oturuma dahil etmek ve fikirlerin sayısını arttırmak için bazı tekniklere ihtiyaç duyulur. İlk olarak rahat bir toplantı ortamı oluşturmak önemlidir. Toplantıya katılanların benzer düşüncelere sahip olmaması, bu nedenle de farklı disiplinlerden insanlar olması çeşitli farklı yaratıcı düşünme tarzlarının bir araya gelmesini sağlayacaktır.

Beyin fırtınası oturumuna başlamadan önce çözmek istenilen sorunun açık bir şekilde tanımlanması ve bu sorunu çözerken yerine getirilmesi gereken kriterler açıkça belirtilmelidir. Herkes fikirlerini paylaştıktan sonra fikirlerin gelişmesi için bir tartışma başlatılmalı ve bu tartışmaya en sessiz insanların da katılımı sağlanmalıdır.

Yeterince kaliteli fikirler ortaya çıkmıyorsa fikir sayısını arttırmak için aşağıdaki bazı teknikler kullanılabilir:

  • Zihin haritası oluşturma tekniği; beyin fırtınası sürecini geliştirmek için görsel bir araçtır. Özünde, fikirler arasındaki ilişkilerin bir resmi çizilir. Sorun veya hedef yazılarak başlanılır ve katılımcılardan ilgili konuları düşünmeleri istenir. Katman katman içerik eklenir. Böylece daha önce ilgili olduğunu düşünmediğiniz bağlantılar gün yüzüne çıkabilir. Çok popüler hale geldiğinden, zihin haritalama yazılımını online bulmak kolaydır. Gerçek şu ki, büyük bir kağıt parçası da iş görebilir.
  • Ters beyin fırtınası tekniği; katılımcılara büyük bir parça sunar ve sorunun nedenini sorar. Sorunla başlanır. Bu sorunun nasıl oluşturulabileceği hakkında fikirler paylaşılır. Sorun yaratmanın harika yollarının bir listesi oluştuğunda bunları çözmek için süreç başlar.
  • Boşluk doldurma tekniği; hedeflere ulaşmak için aradaki boşlukları nasıl dolduracağınız hakkında kafa yormanıza yardımcı olur. Bulunulan yer ve hedef belirlenir. Katılımcılar boşlukları doldurmak için fikirlerini söyler ve elde edilen fikirler değerlendirilir.
  • SWOT analizi; organizasyonun güçlü ve zayıf yönlerini, fırsatları ve tehditleri belirler. Genellikle potansiyel bir projenin veya girişimin üstlenmeye değer olup olmadığına karar vermek için kullanılır.
  • Beş neden tekniği; düşünce süreçlerinin ilerlemesini sağlamakta etkilidir. Basitçe ele alınan bir sorunla ilgili Bu neden oluyor sorusu? sorulur. Cevaplar geldiğinde soru tekrarlanır ve bu beş kere yapılır. Her seferinde daha derine, sorunun köküne inmek önemlidir.
  • Yazma tekniği; tüm bireyleri fikir üretmeye ve geliştirmeye teşvik etmek için kullanabileceğiniz yazılı bir yaklaşımdır. Yazma tekniği ile herkes düşüncelerini kağıda dökecek süreye sahip olur ve bunları paylaşma konusunda daha istekli hale gelir.
  • Rol tekniği; katılımcıların hedef yerine geçerek farklı bakış açısı ile soruna bakmalarına dayanan bir tekniktir. Burada hedef müşteri, servis sağlayıcı ya da üst yönetim olabilir.
  • Figür tekniği; tarihte önemli başarılara imza atmış ünlü isimlerin benzer bir durumda nasıl davranacağını düşünmeyi baz alır. Bu kişinin içinde bulunulan zor durumda nasıl davranacağı veya fırsatı yönetmek için neler yapacağı, duruma yaklaşımın nasıl olacağı üzerine tartışma yaratılabilir.

Beyin Fırtınası Neden Önemlidir?

Daha önce beyin fırtınası tekniği kullanılan bir ortamda bulunduysanız muhtemelen yeni fikirler üretmek ve bir soruna çözüm bulmak için ne kadar etkili olduğunu biliyorsunuzdur. Bu, büyük ölçüde ekiplerin ortak bir hedefe doğru, daha işbirliği içinde çalışmasına yardımcı olan beyin fırtınasının birçok avantajından kaynaklanmaktadır. Beyin fırtınasının işletme ve bireyler açısından verimlilik avantajlarından bazıları şunlardır:

  • Beyin fırtınası insanların yargılama korkusu olmadan daha özgür düşünmelerini sağlar.
  • Beyin fırtınası sorunları çözmek ve yenilikçi fikirler üretmek için açık ve sürekli işbirliğini teşvik eder.
  • Beyin fırtınası ekiplerin hızlı bir şekilde çok sayıda fikir üretmelerine yardımcı olur, bu da ideal çözümü oluşturmak için iyileştirilebilir ve birleştirilebilir.
  • Beyin fırtınası takımların fikir birliği ile sonuçlara ulaşmasını sağlayarak ileriye yönelik daha iyi ve daha bilgili bir yol açar.
  • Beyin fırtınası ekip üyelerinin önceden planlanmış bir konu dışında bile yaratıcı olduklarını ve birbirlerinden daha iyi fikirler sunduklarını hissetmelerine yardımcı olur.
  • Beyin fırtınası farklı bakış açıları sunar ve kullanıma hazır yeniliklere kapı açar.
  • Beyin fırtınası ekip üyelerinin fikirlerini global ölçekte genişletmelerine yardımcı olur. Bu sayede fikirler rafine edilebilir ve eyleme geçirilebilirler.
  • Beyin fırtınası ekip oluşturmak için mükemmeldir. Hiç kimsenin sonuçlar üzerinde mülkiyeti yoktur, bu da mutlak bir ekip çalışması sağlar.

Özetle, beyin fırtınasının temel avantajı diğer insanlar ile işbirliği yaparak yaratıcı düşünme kilidini açmaktır. Bir ekip olarak bir araya gelmek için kullanılacak mükemmel bir tekniktir ve işinizi yeni bir seviyeye taşıyabilecek heyecan verici yeni fikirler üretmeye yardımcı olabilir.

Beynin En Ayrıntılı Haritası Yayında

Yeni haritada serebral yarım kürelerin her biri 180 bölgeye ayrılıyor. Araştırmacılar bu bölgeleri fiziksel (örneğin korteksin kalınlığıyla ilgili) ve işlevsel (örneğin dilsel uyaranlara hangi bölgelerin yanıt verdiğiyle ilgili) farklılıklar ile bölgelerin birbirleriyle bağlantılarındaki farklılıklara dayanarak belirledi.

Araştırmacılar birkaç milyon dolar bütçeli beş yıllık bir proje olan İnsan Konektom Projesi’nde elde edilen verilerden ve yöntemlerden yararlandı. Yeni araştırmada da yer alan David Van Essen tarafından yürütülen bu projede, özel olarak üretilen gelişmiş bir MRI cihazı kullanılarak 1200 genç yetişkinin beyni haritalandı. Yeni araştırma beynin bölgelerini daha hassas belirleyip aralarındaki bağlantıların daha isabetli şekilde haritalanmasını sağlayarak İnsan Konektom Projesi’ni tamamlıyor.

20 Temmuz’da Nature’da yayımlanan araştırmada beynin geri kalan kısmını sarmalayan sinirsel doku tabakası olan korteks haritalanıyor. Korteks duyumsama, dikkat, hafıza, algı, düşünme, dil ve bilinç gibi işlevler açısından önem taşıyor. Korteks ilk olarak 20. yüzyılın başında Alman nöroanatomi uzmanı Korbinian Brodmann tarafından haritalanmış. Brodmann, bazıları daha sonra  görme, dil ve duyusal işleme ile ilişkilendirilen 50 bölge belirlemiş. Nature’da yayımlanan yeni makalenin başyazarı olan Matthew Glasser, Brodmann’dan yaklaşık yüz yıl sonra beynin dil bölgeleri arasındaki bağlantıları araştırırken Brodmann’ın belirlediği bölgelerin yetersiz kaldığını ve daha iyi bir haritalamaya ihtiyaç olduğunu düşünmüş.

Glasser ve Van Essen yeni bir harita oluşturabilmek için 210 sağlıklı genç yetişkinden veriler topladı. Araştırmacılar korteksin kalınlık verilerini, sinirsel iletim liflerinin etrafındaki yalıtım düzeyi verilerini ve insanlar dinlenme halindeyken ve hikâye dinleme gibi basit işler yaparken alınan beyin MRI görüntülerini bir araya getirdi. Araştırmacılar her yarım kürede 180 bölge belirledi  ancak bunun nihai sayı olmadığı görüşündeler. Glasser bazı durumlarda alt bölgelere ayrılabilecek korteks bölgeleri belirlediklerini, ancak mevcut veriler ve yöntemlerle güvenilir şekilde sınır çizemeyecekleri için bunları tek parça olarak bıraktıklarını belirtiyor. Glasser gelecekte daha etkili yöntemlerle bu bölgelerin de bölümlenebileceğini, ancak şu anda zamanla geçerliliğini  yitirmeyeceğinden emin oldukları bölümlemelere odaklandıklarını söylüyor.

Brodmann’ınkinden bu yana korteksin başka haritaları da oluşturulmuş. Araştırmacılar yeni haritayı oluştururken bu haritalardaki bölgelemeleri geliştirdi. Bunun için mümkün olan en yüksek kalitedeki MRI verilerini kullandılar. Araştırmacılar analizden önce beyin görüntülerini Oxford Üniversitesi’nden araştırmacıların geliştirdiği bir  algoritma yardımıyla ortak bir koordinat sisteminde  hassas olarak çakıştırdı. Ayrıca yöntemi 210 kişilik farklı bir sağlıklı yetişkin grubu üzerinde uygulayarak yöntemin sağlamasını yaptılar.

Araştırma sonucunda beynin şimdiye kadar görülmemiş ölçüde net sınırlarla bölgelere ayrılmış bir haritası ve farklı bireylerin beyinlerinde ilgili bölgelerin tespit edilmesini, bir başka deyişle bireysel korteks haritalarının oluşturulmasını sağlayan bir algoritma elde edildi. İnsan beyni korteksteki kıvrımların örüntüleri ile korteks haritasındaki bölgelerin büyüklüğü ve şekli açısından farklılık  gösterebildiği için bu algoritma önem taşıyor. Glasser’a göre yeni harita ve algoritma çeşitli çalışmaların sonuçlarının daha sağlıklı biçimde karşılaştırılmasını sağlayacak. Bireysel beyin haritalarının beyin ameliyatlarının planlanmasında ve hastalıklardan etkilenen  bölgelerin tespit edilerek tedavilerin kişiselleştirilmesinde de kullanılabileceği düşünülüyor.

İlay Çelik Sezer / Bilim ve Teknik

Ölmeden Önce Beyninize Ne Olur? 2018’de bilim adamları, öldüğümüzde beynimize ne olduğunu anlamaya başladılar. 

İnsanlığın en büyük gizemlerinden biri, ölmeden önce insan beynine ne olduğudu konusudur. Dünyadaki bilim adamları yıllardır bu sorunun cevabını arıyorlar, ancak henüz kimse net bir cevap bulamadı.

2018 yılında, Almanya’daki bir akademik hastane olan Charite Berlin’deki ve Amerika Birleşik Devletleri, Ohio’daki Cincinnati Üniversitesindeki bilim adamları, bu asırlık soruyu cevaplamaya çalıştılar. Amaçları, enerjisi tükendiğinde ve kan almayı bıraktığında insan beyni üzerinde ne gibi etkiler olduğunu bulmaktı. Bunu yapmak için, inme gibi yıkıcı bir beyin hasarı geçiren hastaların beyin aktivitesini çözümleyecek elektrotlar kullandılar. Bu bilgiler, felçlerin sonuçlarına ışık tutmaya yardımcı oldu ve ölümün nörobiyolojisi hakkında önemli bilgiler verdi.

Ölüm nörobiyolojisi

Beyin, vücutta hipoksi ve iskemiye karşı en savunmasız olan organdır. Hipoksi, bir organın kanda yeterince oksijen almamasına denir. İskemi ise kan dolaşımının belirli bir bölgeye doğru artması veya o bölgede azalmasıdır. Oksijen eksikliği hücresel hasara neden olur.
Hipoksi ve iskemiye en savunmasız olan hücreler şunlardır:

  • II, IV ve V katmanlarındaki neokortikal piramidal nöronlar.
  • Hipokampüsün CA1 piramidal nöronları.
  • Striatum nöronları.
  • Purkinje hücreleri.

Beyne kan dolaşımının kesilmesi, bu nöronlar üzerinde on dakikadan daha kısa sürede, geri dönüşü olmayan beyin hasarına neden olur. Bu, örneğin bir kalp-solunum sistemlerinin durması sonrasında olabilir.

Ölmeden önce beyne ne olur?

Jens Dreier tarafından yapılan araştırmaya kadar, bilim adamları hipotezlerini sadece EEG’lerden (elektroensefalogramlar) gelen bilgilere dayandırıyorlardı:

  • Serebral ölüm, EEG sessizleştiğinde olur.
  • Serebral korteksteki nöronlar “elektrik sessizliği” sırasında birkaç dakika polarize kalabilirler.

Deney

Bu çalışma sırasında araştırmacılar, hastaların yaşam desteğini kestiklerinde ortaya çıkan ani hipoksi/iskemi sırasında hastaların fizyopatolojisine ne olduğunu analiz ettiler. Yoğun bakım ünitesindeyken, çalışmaya katılan hastalar intrakraniyal elektrotlarla nöromonitör üzerinde izlendi. Aşağıdaki rahatsızlıklardan birine ya da ikisine de sahiplerdi:

  • Subaraknoid kanama (SAH),
  • birMalign hemisferik enfarktüs veya
  • Travmatik beyin hasarı.

Bilim adamları, hastaların ölümü sırasında nöromonitörde izleme gerçekleştirdiler. Çalışmaya katılan tüm hastaların, gerektiğinde uygulanmak üzere Resüsitasyon (DNR) sırası vardı.

Sonuçlar

Uzun süreli depolarizasyon, nöronal ve glial hücrelerin vazokonstriksiyon ve vasküler dilatasyon ile birlikte ve neredeyse tamamen depolarizasyonudur.

Uzun süreli depolarizasyon şu durumlarda ortaya çıkabilir:

  • Oküler migren.
  • Subaraknoid hemoraji.
  • İntraserebral kanama.
  • Kraneosefali travması.
  • İskemik inme.

Bu, uzun süreli depolarizasyonun dokuya yayılabileceği bir istila modelini tetikler. Bu depolarizasyonun sadece nörogörüntüleme sağlayan nöromonitor aracılığı ile izlenebileceği görülmektedir.
Araştırmacılar, insan beyninin şiddetli beyin iskemisine somut bir patolojik desenle yanıt verdiği sonucuna vardılar. Bazı nöron tipleri elektriksel bir dengesizlik yaratarak beynin ölmesini engellemeye çalışır.

Beyin oksijenli kanı almayı bıraktığında, nöronlar kalan tüm kaynakları toplamaya çalışır. Dağılmayan bir depresyon meydana gelir, bunu da “beyin tsunamisi” olarak da bilinen yayılma depolarizasyonu izler.

Peki, ölmeden önce beynine ne olur? Özetle, depolarizasyonun yayılması, hücrelerde ölüme yol açan toksik değişikliklerin başlangıcına işaret eder. Bununla birlikte, depolarizasyon tek başına bir ölüm işareti değildir, çünkü tersine çevrilebilir. Bu konuda hala araştırılacak çok konu var, bu yüzden daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.

Psikolog Paula Villasante

Vücudun çalışması durduktan sonra beynin kendi hayatı olabilir mi?

Son çalışmalar, “bir izole beyin vücut öldükten sonra kendi başına bir hayata sahip olur mu?” sorusunu sorguladı. Kendi başına canlı olabilir mi? Hadi görelim. Beynimiz vücudumuzun “operasyon merkezidir”, gerçekleştirdiğimiz bilinçli ve bilinçsiz işlevlerin çoğunu yönetir. Günümüzde henüz bir beyin nakli yapılamamaktadır.

Nöronlar öldükten sonra hayatta kalır

Berlin’deki laboratuvarlar tarafından Amerika Birleşik Devletlerindeki diğer araştırma merkezleri ile birlikte yürütülen bir araştırma, yaşam desteğinden yeni alınmış geri dönüşü olmayan beyin hasarı olan kişilerde nöronların aktivitesini inceledi. Başka bir deyişle, klinik olarak ölmüşlerdi.

Bilim adamları, beklendiği gibi, nöronların oksijen eksikliğinden işlevlerini durdurduklarını gözlemlediler. Bununla birlikte, şaşırtıcı olan şey, oksijen olmadan bile, nöronların, oksijen olmamasına rağmen, geri dönüşü olmayan hasara neden olmadan bir süre devam eden belirli bir aktiviteye (dispersal depolarizasyon denir) devam etmesiydi. Daha sonra, kritik bir durum ortaya çıktı ve hasar geri döndürülemez noktaya geldi. Bu bulgu, elektroensefalogram kayıtlarının beyin aktivitesi belirtileri göstermediği ve kalbin sonsuza dek atmayı bıraktığı gerçeğine rağmen, nöronların oldukça uzun bir süre oksijen olmadan bile hayatta kaldıklarını gösterdi. Size ölümün ötesinde yaşamın sınırları hakkında düşünmenize neden olabilecek bazı bilgiler vermek istiyoruz.

“Düşündüğün her şeye inanma; düşünceler sadece düşüncelerdir.”

– Alan Lokos

Bedenden ayrılmış beyinler hayatta kalabilir

Nature dergisinde yayınlanan yeni bir çalışma, bedenden ayrılmış domuz beyinlerini canlı tuttu. Araştırmacılar, kesilmiş domuzlardan bazı beyinleri çıkardılar ve onları dört saat boyunca beyindeki kan damarlarından besin ve oksijenin korunmasına izin veren bir sisteme yerleştirdiler. Altı saat sonra, nöronların metabolik fonksiyonlarını nasıl yeniden ele geçirdiğini, şeker tükettiklerini ve bağışıklık sisteminin tekrar çalışmaya başladığını gözlemlediler. Daha sonra, nöronları elektriksel olarak bilr uyarabildiler ve bunlar birbirleriyle iletişim kurma yeteneklerini geri kazandılar.

Bir beynin kalp durması sonrasında dirilip vücut aktivitesini dolaylı olarak yeniden elde edip edemeyeceğini merak ettiler. Bu, insanların yakın gelecekte beyin nakli yapabileceği anlamına gelebilir mi? Büyüleyici bir yönü de, beyindeki nöronların davranışının aynı anda gerçekleşmediğini gözlemlemekti. Bu, nöronların seçici uyaranlardan bağımsız olarak otonom bir biçimde hareket ettiğini gösterir. Yani belli bir “bilinci” yeniden elde ederler. Araştırmacılar, etik sorunlardan dolayı altı saat sonra domuzun izole beyin aktivitesini sonlandırdı. Bilinci diriltmek niyetinde değillerdi, ancak ilaçların veya diğer tedavilerin beyin aktivitesi üzerindeki etkilerini analiz etmek için karmaşık bir çalışma modeli elde etmek istiyorlardı.

İzole beyin: Tartışma devam ediyor

Ancak araştırmaları, farkındalığın bireyin ölümünün ötesinde nerede başladığı hakkında bir tartışma başlattı. Çoğu ülke, bir kişinin kalbi ve akciğer aktivitesi durduğunda yasal olarak öldüğünü farz eder. Beynin büyük miktarda oksijene, kana ve enerjiye ihtiyacı vardır, bu yüzden dirilmenin uygulanabilir olmadığını düşünürdük. İzole edilmiş bir beyin, kardiyak arrest sonrasında dirilip vücut aktivitesini dolaylı olarak yeniden elde edebilir mi? Gelecekte beyin nakli yapma şansı var mıdır? Bu büyüleyici sorular artık tartışmaya açıktır.

Bir insanı zeki veya akıllı yapan nedir? Tarihe hangi açıdan baktığınıza bağlı olarak, aklınızdaki bu soruya çeşitli cevaplar bulacaksınız. İşte size Antik Yunan’dan başlayıp günümüze kadar zeka ile ilgili bir yolculuk.

Zeka, psikolojide, oldukça yaygın bir biçimde üzerinde çalışılan bir alan. Aslında, bu konuyla ilgili çalışmaların tarihi ve gelişimi, bu konu üzerinde yapılacak araştırmaların metodolojisi açısından önemli bir oranda ilham verici olmuş durumda. Bununla birlikte, belki de zeka konusundaki çalışmalara ilişkin esas baş ağrısı yaratacak sorun, zekanın ölçümünde yatmakta. Başka bir deyişle, bir kişinin zeki olup olmadığını belirlemek, başlangıç için onu tam olarak neyin zeki yaptığını bilmediğinizde imkansız olacaktır.

Zekanın birçok tanımı var. Aslında, internet üzerinde yapacağınız hızlı bir arama size bununla ilgili birçok sonuç verecektir. Bu araştırmayı yaptığınızda, bu sonuçlardan bazılarının oldukça farklı ve biraz da korkutucu olduğunu göreceksiniz. Bazıları için zeki olmak problem çözme sanatı, bazıları için ise onları kurgulama sanatı. Bir yandan da, karar verme sanatının zekayı gösterdiğini savunan kişiler de var. Sonuç olarak, bize sadece birer beceri alanı gibi gelen bu “sanatlar”, bir şekilde üretkenlik olmadan boş zekanın çok az değeri olduğunu ve en azından başkaları için anlam ifade etmediğini hatırlatıyor en azından.

“Fikirleriniz üzerinde hiçbir hakkınız yok. Sadece bilinçli fikirleriniz üzerinde hakkınız olacaktır. Kimsenin cahil olma hakkı bulunamaz.”

– Harlan Ellison

Einstein, Mozart’tan daha mı zekiydi?

Bu soru bir şekilde müzikseverleri fizik severlerle karşı karşıya getiriyor. Neden? Çünkü, bu soru, en azından, işi eğlenceli ya da trajik olan yaratıcı kişiliklerle ilgili de bir şüphe yaratmak konusunda fayda sağlıyor. Bunun nedeni, çoğu insanın deha anlayışında, kural olarak, belirli bir miktarda acı veya çaba olması. Benzer şekilde, çoğu kişi, zeka kavramına sosyal bir perspektiften yaklaşılması gerektiğini savunuyor. Bunun nedeni, ilişki kurma ihtiyacınız ve kendiniz için, yakın çevreniz için veya genel olarak toplum için elde edebileceğiniz avantajlar.

Örneğin, primatlara dikkat ederseniz, karmaşık sosyal çevrelerini fark edebilirsiniz. Genellikle hile yaparlar ve fedakarlık olarak tanımlanabilecek davranışlar da sergilerler. Hatta bir “zihinsel teorik altyapıya” sahip olup olmadıkları konusunda açık bir tartışma ortamı da var. Gruptaki diğerlerinden ayrılacak şekilde benzersiz bir birey olarak benlik hissine sahip olup olmadıkları da tartışılıyor (Gallup, 1982; Hauser, MacNeilage & Ware, 1996).

Zeki bir kişinin entelektüel kapasitesi

Zeka, doğrudan entelektüel kapasiteye de bağlı. Sorunları çözmek ve yeni durumlara uyum sağlamak için yeni bilgileri öğrenebilmek, hatırlamak ve kullanmakla ilgili önemli bir katkı maddesi. Bu anlamda, bu boyutları araştıran yukarıda bahsettiğimiz çalışmanın başında, Charles Spearman veya Francis Galton gibi bazı ünlü isimlerin bulunduğunu da ifade etmekte fayda var. Ancak Binet, yapmış olduğu çalışmaları, eğitim ile ilgili bir bağlamda geliştirdiği için daha çok öne çıkıyor. Ayrıca, Binet’in zeka üzerinde çalışmaya olan ilgisi, aslında eğitim sistemini iyileştirmekle alakalı bir hedef doğrultusundaydı. Bu araştırmacı, öğrenme güçlüğü çeken çocuklara müdahale etmenin bir yolu olup olmadığını öğrenmek istiyordu.

Binet, meslektaşı Theodore Simon ile birlikte çocukların entelektüel yeteneklerini ölçmek için bir test tasarladı. Bunu yapmak için, çocukların, yaşlarına göre cevaplayacakları bir bireysel test ölçeği oluşturdular.

Örneğin:

  • Üç yaşındaki bir çocuk ağzını ve gözlerini gösterebilmeli.
  • Dokuz yaşındaki bir çocuk, sırayla yılın aylarını sayabilmeli.
  • Son olarak, on iki yaşındaki bir çocuk üç dakikada altmış kelimeyi söyleyebilmeli.

Bu değerlendirme, aslında ortaya konulmuş ilk IQ testiydi.

Bir insanı zeki yapan şey tam olarak nedir?

Sokrates tarihe pek çok şey ile ilgili olarak geçmiştir ama ortaya koydukları arasında belki de en önemlisi, bilgi üretmek için bir yöntem tasarlamasıydı: maieutik. Bu tekniği kullananların, soru sorma sanatı üzerinde yetenekli olmaları bekleniyordu. Aynı noktadan hareket edecek olursak, yine söyleyebiliriz ki, bilim, insanlar ilgili yanıtları almadan önce önemli sorular sorabildiklerinde ilerliyor. Bu nedenle, belki de zekanın ana işareti, sorular üretebilmektir.

Aksine, günümüz dünyasında, mantıksal problemleri çözme konusunda yetenekli bir kişi, genellikle zeki olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla, matematik, kültürel değişkenlerin soyutlanması nedeniyle, zekayı test etmek için tercih edilen alan olmuştur. Bu anlamda, modern teoriler arasında belki de en ilham verici ve kapsayıcı olanı Gardner’ınki diyebiliriz.

Gardner’ın teorisi, insanların bilgiyi farklı bağımsız veya kısmen bağımsız “kanallar” aracılığıyla işlediği fikrine dayanmakta. Bu bilim insanı, sekiz yaygın zeka türü belirlemiş durumda. Bunlar, aşağıdaki türleri içeriyor:

  1. Mantıksal matematik.
  2. Görsel uzaysal.
  3. Müzikal.
  4. Sözel-Linguistik.
  5. Bedensel-kinestetik.
  6. Kişilerarası.
  7. İçsel.
  8. Doğal.

Bu fikir, bir tarafıyla, oldukça ilginç. Aslında, bu modeliyle, Gardner, öğrenmeyi geliştirmek için bireysel olarak bilgi sunma şeklini uyarlamaya kararlı bir akımın ortaya çıkmasına yol açmış oldu.

Tam olarak bizi neyin zeki yaptığına ilişkin son noktalar

Son olarak, pozitif psikoloji, duygusal zekanın değerini vurgulayarak, bir kişiyi tam olarak zeki yapan şeyin ne olduğuna dair cevabı bir nebze daha genişletmiş oldu. Bu düşünce akımı, duyguların veya duygusallığın ve ilgili sezgilerin zeka ile kol kola hareket ettiği fikrini güçlendiriyor. Ek olarak, bu akım, zeki bir kişinin duygularını doğru bir şekilde yönetebileceğini, ilgili bir mesajı dinleyebileceğini ve enerjisini kanalize etmenin en iyi yolunu seçebileceğini savunuyor.

Albert Einstein, zeka ve önsezinin el ele giden kavramlar olduğunu söylemiştir. Dahası, Max Planck Enstitüsünün direktörü psikolog Gerf Gigerenzer de önsezi sahibi bir kişinin her zaman içinde bulundukları toplumda bir değişim yaratacağını işaret eder.

İnsanlar, ellerinden gelenin en iyisini zeka ve önsezi birlikte uyum içerisinde çalıştığında yaparlar. Hatta, bu iki özellik birleştiğinde insanlar problemleri daha etkili bir biçimde çözerler. Dahası, insanlar tam olarak bu kombinasyonun etkisi altında daha iyi kararlar alırlar, çünkü uygun bir denge elde etmek için hem akıl yürütme becerilerini hem de duygularını kullanırlar.

Ancak, pek çok insan IQ yani zeka ve önsezi gibi kavramları genellikle zıt boyutlar gibi algılar. Dahası, zekayı rasyonel, mantıklı ve hatta analitik operasyon şekli olarak düşünürken, önseziyi bilimsel olmayan ve neredeyse büyülü bir alt tabaka ile ilişkilendirmek yaygındır. Ancak bu gerçekten ancak bu kadar uzak olabilir. Malcolm Gladwell’in Blink: The Power of Thinking without Thinking kitabı ya da Daniel Kahneman’ın Thinking, Fast and Slow kitabı gibi bazı iyi bilinen kitaplar insanları bu süreçlerin nasıl çalıştığını anlamak konusunda teşvik eder. Daha iyi düşünmeye başlamalısınız. Bunu yapabilmek için kararlarınız üzerinde düşünmek için saatler ve hatta günler adamanıza gerek yok. Bu aslında, iç sesiniz ile biraz daha fazla bağlanmayı öğrenmek ile ilgilidir.

Albert Einstein  sezgisel bir zihnin kutsal bir armağan, rasyonel bir zihnin ise sadık bir hizmetkar olduğunu söylemiştir. Ancak, toplum hizmet eylemlerine daha büyük bir değer verir ve genellikle önsezinin insanlara bir hediye olduğunu unutur. Bundan dolayı, her iki yarım kürenin de sürekli bir şekilde uyum içerisinde çalışması gerektiğini anlamaya başlamanın zamanı gelmiştir. Sadece bu şekilde zekanın dünyasından çıkıp bilgeliğe adım atabilirsiniz.

Zeka ve Önsezi – Parmaklarınızın Ucundaki Özgün Bilgi

Zeka ve önsezi arasındaki bağlantıyı daha iyi anlamak için işte bir örnek. Aniden olağan dışı semptomlar gösteren bir hastaya denk gelen iyi bir profesyoneli, bir doktoru düşünün. Doktor bir anlığına mantığını kullanmak ve kişinin yaşıyor olabileceği rahatsızlığı objektif bir şekilde anlamaya çalışmak üzerine bir karar alıyor.Doktorun önsezisini, deneyimin ona verdiği o hissi; geçmişten getirdiklerini ve klinik gözünü kullanmayı da seçtiğini unutmayın. Doktor bu iç sesi kullanarak daha hızlı tepki verebileceğini bilir, ancak zekanın iki alanını da kullanmak her zaman daha iyidir: Akıl ve önsezi. Ve, önceki deneyimlerine dayanan o iç seslerden de yararlanırlar.

Herkes, her iki düşünce biçimine de hakim olmalıdır. Rasyonel zihin ve sezgisel zihin birbirine hizmet eder ve sadece onlar uyum içerisinde çalıştığında kazanabilirsiniz. Bunun nedeni, bunlardan sadece birini kullandığınızda gerçek potansiyelinizi sınırlıyor olmanızdır. Ayrıca, sadece sezgilerini takip eden biri de yüzünün üstüne sadece bir değil, pek çok kez düşebilir. Benzer şekilde, insanların “içgüdü” ya da “altıncı his” olarak bildikleri o şeyi susturmayı tercih eden kişiler de zekanın temellerini yıkarlar.

Önsezi Bir Kahin Değil, Bir Rehberdir

İnsanlar genelde önsezi terimini bir kahin olarak görürler. Sanki, içlerinden kehanetlerde bulunan bir ses çıkmıştır ve her zaman ne yapılması ve ne yapılmaması gerektiğini gözler önüne serebilmektedir. Gerçek, bu boyutun bu şekilde çalışmadığıdır. Buna bir örnek olarak, Dr. Jean Preatz tarafından Elizabethtown College’da yürütülen bir çalışma bulunmaktadır, ve oldukça alakalı bir şeye işaret eder.

Hemşirelerin neredeyse %90’ı işleri sırasında bir karar alırken günlük bir bazda önsezilerini kullanırlar. Bunu yapmalarının nedeni bu alanın bir eylem çerçevesine sahip olduğunu bilmeleridir. Bu içgüdü insanlara neyin dikkatlerini hak edip neyin etmediğini, ya da neyin etkili olup neyin olmadığını söyler.

Zeka ve Önsezi Cesaret ve Kendine Güven Eylemleridir

Max Planck İnsani Gelişim Enstitüsünün direktörü Gerd Gigerenzer karar verme alanındaki çalışmalarda en önde gelen psikologlardan biridir. Onun için, zeka ve önsezi sizi avantajlı durumlara sokabilme becerisi olan günlük bir egzersizdir. Bundan dolayı, Gut Feelings: The Intelligence of the Unconscious adlı kitabında açıkladığı üzere, zeki insanlar önsezilerini, duygularını ve sezgilerini dinler. Dahası, eğer kendisinin bir araştırmacı olarak yaşamı boyunca öğrenmiş olduğu bir şey varsa bu da duygularınızın dikkatinizin en azından bir kısmını hak ettiğidir. Onları bir köşeye atmamalı, ortaya çıktıkları anda geçersiz addetmemelisiniz.

Onları dinlemek, bir cesaret ve kendine güven eylemidir. Bunun nedeni, önsezinizin sesi yolunuza çıktığında bunun sizi her zaman bir şekilde zorlamasıdır. Bu ses belli yönlere, rotalara ve yollara doğru ilerlemenizi fısıldar. Bu bilgilerin tamamı mantığın filtresinden geçmelidir. Çünkü sadece o zaman sizin için daha anlamlı ve uygun seçenekleri keşfedebilirsiniz.

Sonuç Olarak

Albert Einstein’ın da belirttiği gibi, modern toplum zekaya her şeyin üstünde değer verir. Bu düzenin içerisinde, mantıksal akıl yürütme, tümdengelim ve analiz de daha dikkat çekici süreçler olarak algılanır. Dahası, insanlar bir kişinin ne kadar yeterli olduğunu bulmak için IQ’yu değerlendirecek standardize edilmiş testler dahi geliştirir. Ancak, insanlar çoğu kişinin aslında her gün kullandığı neredeyse elzem bir boyutu aşağılar: önsezi. Bu özellik insanların hızlıca karar vermelerine yardım eder, onları yönlendirir ve günlük zorluklara tepki göstermelerine olanak sağlar. Eğer bunu nasıl kullanacağınızı öğrenirseniz bunu dinleyebilir ve her zaman zeka ile uyumlu bir yere konumlandırabilirsiniz. Bu daha iyi kararlar vermenize ve etkin bir şekilde tepki göstermenize olanak oluşturacaktır.

Zeka ve önsezinizi kullanma cüretini gösterin ve bilgeliğin dünyasına girin!

Valeria Sabater

Çok yakın zamana kadar, zeka doğuştan gelen ve aktarılamaz bir şey olarak görülüyordu. Bir kişinin zeki olarak doğup doğmayacağına ve öğrenerek bunun değişmesinin imkansız (hatta zor) olduğuna inanılıyordu. Aynı zamanda zeki kişinin hayatının her alanında olağanüstü yetenekleri olduğuna inanılırdı. Howard Gardner bunu sorguladı ve sonunda farklı zeka türleri olduğunu ve çoğunun duygusal zeka yoluyla geliştirilebileceğini gösteren çoklu zeka teorisi (1983) olarak bilinen kavramı ortaya attı.

Zeki olmak, her şeyi mükemmel bir şekilde yapmak anlamına gelmez

Gardner, zekayı sorunları çözme veya bir veya daha fazla kültürde değerli olan ürünler üretme yeteneği olarak tanımlar. Bu, farklı özelliklere sahip tek bir zeka değildir, çoklu, farklı ve bağımsız bir zekalar kümesini temsil eder. Böylelikle zeka olarak kabul edilenlerin alanını genişletir ve bilimsel zekanın parlaklığının hayatının her alanında daha yetenekli olacağı anlamına gelmediğini onaylar.

Finans, iş, spor, araştırma alanlarında başarılı olmak akıllı olmayı gerektirir, ancak her alanda belirli bir zeka türü kullanılır. Belli bir disiplin için zeka teorilerinden birine sahip olmak gerekli olabilir, ancak hiçbiri diğerlerinden daha iyi veya daha az alakalı değildir. Bu nedenle, hayatımızda gelişmeden, ilerlemeden söz ettiğimizde akademik geçmiş oldukça önemlidir.

Stephen Hawking ne Don Juan’dan ne de komşuları ve müşterileri ile güzel bir ilişkisi ve sevecen bir ailesi olan yerel manavdan daha az ve daha çok zeki değildir. Ne Einstein, Messi’ye göre, ne de Bill Gates, Picasso’ya göre daha zekidir. Her biri sadece kendi alanlarına göre yeteneklidir.

Zeka bir kapasite olarak anlaşılırsa, dünyayı inşa etmenin, farklılıklar çizmenin, herkesin kendi yolunda ilerlemesi gerektiği anlamı çıkarılır. Kişide hakim olan zeka türüne göre gözlemlenen olgunun belirli yönlerine dikkat çekmeyi gerektirir.

“Tek bir zekamız yok. Her insanın kendine özgü bir akıl kombinasyonu vardır.”

– Howard Gardner

Zekanın sekiz türü

Gardner tarafından tanımlanan sekiz zeka türü olduğundan, tüm insanlar dünyayı sekiz farklı yoldan bilme yeteneğine sahiptir. İnsanlar bilmeyi farklı şekillerde öğrenir ve uygular. Aslında Gardner, tüm insanların kapsamlı zeka gelişimine sahip olduğuna inanır. Bu farklılıklar, bir bilgi alanına göre tercih gösterir ve tüm insanların aynı konuları aynı şekilde öğrenebileceği inancıyla müfredatını evrensel bir şekilde yapılandıran eğitim sistemine meydan okumayı oluşturur. Şimdi farklı zeka türlerinin neler olduğunu görelim.

Dilsel zeka

Dilbilimsel zeka, siyasi liderlerin, yazarların, şairlerin, yetenekli editörlerin sahip olduğu şeydir. Beynin iki yarımküresini de kullanır ve her ikisinin de dil işleme ve anlama yeteneğine katkıda bulunduğu görülmektedir:

  • Sol yarım küre, ölçü bilimin dilsel anlamını işler. Aruz, konuşma, ritim, tonlar ve vurgunun ses uyumudur.
  • Sağ yarım küre ise ölçü bilim tarafından iletilen duyguları işler. Okuma, yazma ve ayrıca konuşma ve dinlemede kelimelerin sırasını ve anlamını anlama yeteneğini ifade eder.

Beyinde, Broca‘nın alanı dilbilgisi, yani gramer cümlelerinin üretimi ve Wernicke’nin konuşmayı anlama alanıyla ilgilidir.

Mantıksal-matematiksel zeka

Mantıksal-matematiksel zeka, tarih boyunca “tek zeka” olarak kabul edilmiştir. Matematik ve mantık problemlerini çözme becerisi gösterir. Sol yarımküre açık bir baskınlığına sahiptir. Hipotezlerin inşasında ve değerlendirilmesinde aynı anda çıkarım, sistematikleştirme, bilginin işlenmesi gibi çok sayıda değişkenin mantık yoluyla düşünülmesine izin verdiği için bilim adamlarının, mühendislerin, ekonomistlerin vb. zekası olarak anılır. Zeka testlerinde, özellikle Entelektüel zekayı (IQ) keşfedenler, mantıksal-matematiksel zekayı dilbilimle ilişkili olarak değerlendirirler, çünkü zeka sözlü değildir ve daha çok fikir üzerinde gelişir.

Mekansal Zeka

Mekansal zeka, dünyanın zihinsel modelini üç boyutta oluşturmaktan ibarettir. Diğer yetenekli kişilerin sahip olduğu zekanın yanı sıra, sanatçıların, özellikle heykeltıraşların, mimarların, denizcilerin, mühendislerin, cerrahların, dekoratörlerin, fotoğrafçıların, tasarımcıların ve reklamcıların sahip olduğu zekadır. Sağ yarım küre, beynin mekansal hesaplamasından sorumlu kısmıdır. Beynin sağ yarı küresinin arkasında bir lezyon bulunduğunda, kişi yönünü şaşırır, yüzleri veya mekanları tanıyamaz.

Mekansal problemlerin çözümü, navigasyon yardımıyla bilinmeyen bir yere varmak için araba sürmekten, harita kullanımından, satranç oynamaya, ve tabii ki, grafik ve görsel sanatlara, üç boyutluların kullanımına kadar varan bir yeteneği kapsar. Zihinsel imgeler oluşturmaya, fikirleri temsil etmeye ve bu nedenle düşünsel temsili gösteren çizmeye izin verir. Algıda seçicilik, görsel detaylarda saklanır.

Müzikal zeka

Müzik zekası, müzisyenlerin, şarkıcıların ve dansçıların, bestecilerin, müzik eleştirmenlerinin vb. kişilerin kendilerini yeterince ifade etmelerini sağlayan şeydir. Müzik yapma, beste yazma, analiz etme, şarkı söyleme, dans etme, dinleme, enstrüman çalma yeteneğidir. Beynin sağ yarım küresinde, algı ve müzik üretimi ile ilgili, tamamen lokalize olmayan bazı alanlar vardır. Çocukluk döneminin erken dönemlerinde doğal bir yetenek olarak ve doğuştan gelen bir işitsel algı (kulak ve beyin) vardır. Bu, sesleri, tonları, ses enstrümanlarını öğrenme yeteneğidir.

Bedensel kinestetik zeka

Bedensel kinestetik zeka, vücut aracılığıyla kendini ifade etme ve güç, koordinasyon ve denge, hız, esneklik, onarım yapma veya eller aracılığıyla yaratma gibi eylemleri gerçekleştirme yeteneğidir. Zanaatkarlarda, sporcularda, cerrahlarda, heykeltıraşlarda, aktörlerde, modellerde, dansçılarda vb. meslek gruplarında bulunan zekadır. Hareketin kontrolü ve bedenin kendisinin kontrolü, beyinde tam olarak motor kortekste yer alır: her yarım küre, karşı tarafa karşılık gelen vücut hareketlerine hükmeder veya kontrol eder.

Kaba motor becerilerin ötesinde, belirli vücut hareketlerinin (ince motor becerileri) evrimi, insan türünün gelişimi için, makro beceriler yeteneğinden aletleri kullanma becerisini içeren problemleri çözmeye kadar büyük önem taşır. Bir problemi çözmek için kinetik olarak davranmakla bedeni sporda hareket ettirmek veya antrenman yapmak veya dansta duyguları ifade etmek veya heykel yapmak için kullanmak arasında bir ayrım olduğu açıktır. Çünkü ilkinde mantıksal zeka matematiği ile birleştirilirken, geri kalanında sezgisel açılım etkileşime girer.

İçsel zeka

İçsel zeka, kendinizi tanımanıza ve anlamanıza izin veren şeydir. İçsel yönleri incelemeyi, kişinin kimliğinin farkındalığını artırmayı, duygu evrenine erişmeyi, eylemlerde kendi davranışlarını yorumlamayı, kendi inanç sistemiyle bağlantı kurmayı, kısacası iç dünyayla bağlantı kurmayı mümkün kılan şeydir. Frontal loblar, bize kendimiz üzerindeki analitik ve eleştirel kotayı sağlayan ve neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda rehberlik eden ahlaki değerleri bize sağlayan loblardır.

İçsel zeka, hedef belirleme, kişinin kendine ders verme yeteneğinin farkında olması, hedeflere göre kendi potansiyelini bilme becerisidir. Çevreye en iyisini vermek için kişinin kendisi üzerinde derinlemesine düşünebilmesi, kendi kendine bilgi üretmesi anlamına gelir. Başka bir deyişle, kendinizi daha iyi anlamanıza ve kendinizle çalışmanıza olanak tanır.

Doğal zeka

Doğal zeka, doğayı bilmek, sınıflandırmak ve düzenlemek amacıyla doğayı gözlemleme ve inceleme yeteneğidir. Türleri veya nesne ve insan gruplarını gruplandıran ve aralarında farklılıklar ve benzerlikler kuran biyologlar ve botanikçiler tarafından gösterilen tipik bir şeydir.

Gardner, bu zekanın kökeninin, ilkel insanların doğaya uyum sağlama ihtiyacından kaynaklandığına dikkat çekmiştir. Çünkü ilk çağlardaki insanın neyin beslenmesi için faydalı olacağını ve neyin zararlı olduğunu, avlanmak için hangi araçlara ihtiyaçları olduğunu, iklim koşullarına nasıl uyum sağlayacağını, nasıl sığınacağını, tehlikelerden korunacağını bilmesi gerekirdi.

Doğa bilimciler genellikle bir grubun veya türün üyelerini gözlemleme, tanımlama ve sınıflandırma veya yeni tipolojiler oluşturma konusunda yeteneklidir. Fauna ve florayı tanıma yeteneklerine sahiptirler çünkü bu zekanın özellikleri kendini araştırmaya adamış ve bilimsel yöntemi sistematik olarak uygulayan kişilerin özellikleridir. Bu nedenle bilim ve kültürün herhangi bir alanına da uygulanabilir.

İnsanlar olarak bizler bitkiler, hayvanlar, iklim değişiklikleri vb. şeylerle uğraşırken az ya da çok bu tür bir zekayı kullanırız. Bu yetenek bilimsel sınıflandırmaya eklenir. Ancak Gardner (1986) tarafından daha sonra yapılan bir revizyonda doğal zeka, çoklu zekadan çıkarıldı, bu nedenle şu anda tanımlanmış 8 tür zeka vardır.

Akıllı olmak, kim olduğumuzun farkında olmaktır

“Akıllı eylemler olarak gördüğümüz zeka, tarih boyunca değişime uğramıştır. Zeka, bir tanktaki [arabadaki] yağ gibi kafada bulunan bir madde değildir. Birbirini tamamlayan bir potansiyeller koleksiyonudur.”

– Howard Gardner

Akıl çeşitlerinin her birini ve açıklamalarını okuduğunuzda, bir veya birkaçıyla kendinizin daha fazla özdeşleştiğini hissedersiniz. Bu oldukça normal ve aynı zamanda çok faydalıdır. Sahip olduğumuz zeka türlerinin veya tiplerinin farkında olmak, bize sınırlarımızı ve kapasitelerimizi tanıma ve kendimizi çok yetenekli bulmadığımız zekalar konusunda eğitme imkanı verir.

Sahip olduğumuz zekayı iyileştirmek ve eksiklerimizi gidermek, kendimizi ve evrenle olan bağı geliştirmenin bir yoludur.

Akıllı olmak sadece matematikte iyi olmak, tüm hayvan türlerini nasıl daha iyi sınıflandıracağını bilmek, oldukça ayrıntılı bir heykel yapmak veya bir iş seçerken iyi bir özgeçmişe sahip olmak değildir. Gerçek hayatta akıllı olmak bundan çok daha fazlasıdır.

İnsan Asıl Merakını Kaybettiğinde Yaşlanır

İnsan asıl umutsuzluğun gölgesinde kaldığında ve geçip giden zamanı takıntı yaptığında yaşlanır. Belki de bu yaşlanmanın kaçınılmaz olduğunu anladığımız zaman olabilir ama kalbin yaşlanması tamamen size bağlı. Zamanın geçip gitmesini kafaya takmamayı öğrensek bile, yaşlanmanın fiziksel sonuçlarından hiçbirimiz hoşnut olmayız. Yılların yükü kimi zaman kemiklerinizde, kimi zaman eklemlerinizde hatta kimi zaman da sevdiğiniz birini kaybetmenin acısıyla ruhunuzda hissettirir kendini. Hayatınızın bu sonbahar evresinde, yavaş yavaş kendinizi alıştırmanız gereken başka dönemler için güç toplamanız gerekir.

“Nasıl yaşlanacağını bilmek bilgeliğin en üst noktası ve yaşama sanatının en zor bölümüdür.”

– Herman Melville

Michigan Üniversitesi’nde sosyal psikolog olan ve aynı zamanda sağlıklı yaşlanma uzmanı olan Helen Kivnick’e göre, yaşlanmak artık eskisi gibi değil. Artık yaşlı nüfusun giderek arttığı bir toplumda yaşıyoruz. Üstelik bu “delikanlı yaşlılar” çok aktif, topluluk içinde etkin rollere sahip ve hayatın bu evresinden olabildiğince çok keyif alıyorlar. İnsanlar yaşlanmanın hayattaki en üst nokta olduğunu söylüyor. Bazıları bu evreyi en güzel şekilde geçirip ilham verse de halen zamanın akıp gitmesini kabullenmeyi reddeden insanlar var. Belki çoğunuz bilmiyor ancak, hiçbir şey insanı takıntılı biçimde zamanı düşünmekten daha çok yaşlandırmıyor.

Zamanın Gölgesi

Susan Sontag çok uzun süre Amerika’nın vicdanının sesi oldu. Yazar, yönetmen ve senarist olan Sontag bir ülkenin karanlıkta kalmış bölgelerindeki olayları aydınlatarak bir süre popülerliği yakaladı. 2004’teki ölümünden sonra oğlu ve onun fotoğrafçı eşi Annie Leibovitz Sontag’ın hayat dolu fotoğraflarından oluşan bir albüm yayınladılar.

Birçok kitabında da belirttiği gibi yaşlanma korkusu, gerçekten yaşamak istediğiniz hayatı yaşamadığınızı fark ettiğiniz zaman ortaya çıkıyor. Yaşlanma korkusunun gölgesi, bu günü bilgece yaşamadığınızı anladığınızda beliriveriyor. Uzmanlar her neslin ekonomik ve sosyal durumlarına bağlı olarak yaşlanmayla farklı şekilde yüzleştiğini ancak yaşlanmanın istenmeyen sonuçlarının hep aynı olduğunu belirtiyor.

Psikososyal Sağlığın Önemi

Yaşam döngüsü terapilerinde, daha huzurlu ve mutlu bir yaşlanma süreci geçirebilmek için bireylerin psikososyal sağlığına dikkat etmeleri önerilir. Böylece Sontag’ın bahsettiği, gençliği harcamak veya bugünü endişeyle geçirmek gibi olumsuz sonuçları engelleyebilirsiniz. Böyle durumlar sizi izole olmaya veya depresyona itebilir. Psikososyal sağlık problemleri, öfke ve dürtü kontrolü, daha iyi adaptasyon ve sosyal döngüye katılım ile duygusal kontrol stratejileri gibi çeşitli yaklaşımlarla ortadan kaldırabilir.

“Güzellikleri görme yeteneğini kaybetmeyen kişi, hiç yaşlanmaz.”

– Franz Kafka

Bu yöntemler yalnızca yaşlanırken duygusal hassasiyet gösteren ve izole olanlar için değil; her gün uygulandığı taktirde her yaştan insan için uygulanabilir nitelikte. Çünkü her şeyden sonra yaş almanın bir dağa tırmanmaya benzediğini göreceksiniz. Er ya da geç gücünüz tükenecek. Ancak, berrak bir zihin ve bilge bir kalple zirveye tırmanmayı başaranlar, bulundukları yerden hayatın içinde gizlenmiş olan geniş, sınırsız, özgür ve huzurlu yanları görecekler.

Kalbinizi Genç Tutmanın Sırları

Dünya Sağlık Örgütü, dünya nüfusun ne kadarının gerçekte yaşlanmakta olduğunu ortaya çıkarıyor. 2050 yılında 2 milyar yetişkin olacağı öngörülüyor. İnsan ömrü gittikçe uzuyor ve bu nedenle sağlıklı, huzurlu, kültürel aktivitelere ağırlık vererek refah içinde yaşamak yaşlanma sürecinin garantisi olarak görülüyor.

Sosyal hizmetlerden ayrı olarak, geçen zamanla mücadele etmek daha kişisel bir konu. Hayatımızın bu dönemini doğru duygusal ve psikolojik yöntemlerle geçirmeliyiz.

Bu yöntemlerin bazıları şöyle:

  • Öğrenmeyi bıraktığınız ve merakınızı yitirdiğiniz; hayallerden çok hatıralar içinde yaşadığınız zamanda yaşlanmanın gölgesinde kaldığınızı unutmayın.
  • Her sabah gözlerinizi yeni bir projeye, tamamlanacak bir işe veya zamanı güzel geçirmenizi sağlayacak bir aktiviteye açmayı ihmal etmeyin.
  • Bütün gün evde almayın. Arkadaşlarınıza, sosyal aktivitelere, dansa, müziğe ve yürüyüşlere bol bol zaman ayırın.

Anın tadını çıkarın-böylece değişen vücudunuzu unutacaksınız- bu arada vücudunuza dikkat edin, onu şımartın ve dinlendirin.

Meraklı insanlar, mevcut durumlarına meydan okumaya cesaret eder çünkü devamlı olarak gözlem yapar, soru sorar ve öğrenir. Keşfetmek, değişmek, yaratmak ve bilinmeze doğru adım atmak becerisine sahiptir.

Meraklı insanlar güçlü insanlardır. Albert Einstein’ın deyişiyle: Ön plana çıkmak için yetenekten ziyade tutku ve merak sahibi olmalısınız. Güçlü insanlara, nezaket ve iç güç bahşedilmiştir. Bu insanları, geri kalanından ayıran, her zaman detaylarla ilgilenmeleri ve büyük zorluklara odaklı olmalarıdır.

Stephen Hawking merakı, “asla vazgeçmeme isteği” olarak tanımlar. Ayaklarınıza değil yıldızlara bakmak ile ilgilidir. Gördüğünüz şeyi anlamlandırmaya çalışmak ve evreni mevcut kılanın ne olduğunu merak etmektir. Benzer şekilde, Thomas Hobbes bu ilgiyi, “zihinsel tutku” olarak ve Victor Hugo da “bir tür cesaret” olarak tanımlar

Merakın ne olduğuna dair çok sayıda açıklama bulunmaktadır. Fakat sadece bir tanesi merakın özünü içerir ve size merakın, öğrenmenin ve insan gelişiminin temeli olduğunu hatırlatır. Etkisi ve çocuklardaki birincil dürtüsü, çocukların psikolojik gelişimleri ve günlük harekete geçişlerini uyarmak için olmazsa olmazdır. Merak, bilgi için lazım olan hevesi ayakta tutmaya yarayan motordur.

“Sıkılmanın çaresi meraktır. Merakın ise çaresi yoktur.”

– Dorothy Parker

Meraklı insanlar farklıdır

Meraklı insanlarla ilgili bu kadar özel olan nedir? Açıkçası, ilk olarak, onlarda en çok öne çıkan özellik, kimsenin sormadığı soruları sorabilmektir. Örneğin, Isaac Newton bir fizikçi, astronom, filozof, matematikçi, kaşif ve hatta simyacıydı. Bilgiye olan tutkusunun ve merakının bir sınırı yoktu. Bu yüzden bir eureka anı ile — kafasına bir ağaçtan elma düşmesi sonucu hareket yasaları ve yer çekimi kavramını buldu.

Charles Darwin bir başka sınırsız merakı ile çok bilinen örnektir. En ünlü alışkanlıklarından biri dünyanın her yerindeki bilginlere mektup yazmaktı. Mektuplarda; bitkiler, kuşlar, böcekler, insan davranışları, ifade ve duygularla ilgili sonu gelmez sorular vardı. Neden bu mektupları gönderdi? Çünkü bilmeliydi!

Bu iki örnek, bilim insanlarının “bilgiye açlık” olarak tanımladığı şeydir. Bu bazı insanlarda çok gelişmiş bir motivasyon tipidir ve aşağıdaki süreçlerden oluşur.

Meraklı insanlar bilgi ve keşifte başarılıdır

Merak, öğrenme psikolojisinde anlaşıldığı gibi, ödül temelli bir motivasyon tipidir. Beklenmedik bir şey keşfetmek, bir sorunun yanıtını bulmak ve bir bulmacayı çözme tecrübesi hissidir. Bu yüzden meraklı insanlar için hareket geçmeyi sağlayan şey, zorluk ya da uzun zamandır süre gelen şüphedir.

Kaliforniya Üniversitesinde yürütülen ve Cell gazetesinde yayımlanan bir çalışma da aynı sonucu bulmuştur. Dr. Matthias Gruber ve çalışma arkadaşları göstermiştir ki çok meraklı insanların beyni farklı çalışmaktadır. Dopaminerjik sistemleri daha kuvvetli ve bağlantılıdır. Bu da, herhangi yaştan meraklı bir insanın beyninin, yalnızca öğrenme süreci ile tatmin yaşayabileceğini gösterir. Çünkü problemlerin çıktığı ama aşıldığı heyecan verici arama sürecinde başarılı olur. Ödül merkezleri ve hipokampüs, bu insanlardaki en etkin iki bölgedir.

Merak olmazsa insanlar hayati dürtülerini kaybeder

Donald W. Winnicott, 50 ve 60’lı yıllarda bu konuda bazı şeyler söylemiştir. Bu adam sonradan önemli bir psikanalist olan ünlü bir çocuk doktoruydu. Ona göre, bir insan merakını yitirirse, yaratıcılık, doğaçlama ve mutluluk gibi hayati dürtülerini de kaybeder. Peki bu neden olur? Açıkçası, Winnicott’ın tecrübesine göre, bazı insanlar sahte bir kimlik yaratır. Tabii ki rutinlerinde, çözülmemiş problemlerinde ve henüz atlatılmamış travmalarında sıkışmış hayal kırıklığına uğramış insanlara dönüşürler. Özünde, onları sakladıkları ışık saçan ve özgün kendilerinden ayıran şey ilgisizlikleridir.

Tatmin etmeyen bir hayat, herkesin potansiyelini azaltır ve insanların motivasyonları, ruh halleri ve merakları ile birlikte yavaş yavaş yok olur.

Merakınızla tekrar bağlantı kurun

Herkes, kendi içinde yaratıcıdır ve müthiş olası keşifler barındırır. Öte yandan günlük rutininiz genelde içinde yaşadığınız kültürün tasarımına göre ruhunuzu zayıflatır. Bunun nedeni mevcut düzeni, geleneksel olanı ve doğru bilineni zorlayan insanların oldukça tehlikeli olarak görülmesidir. Öte yandan hislerinizi açıp her şeyi tecrübe etmeye başladığınızda her şeyin daha iyi olduğunu görürsünüz. Sevdiğiniz şeyin ne olduğunu anlayıp peşinden gitmelisiniz. Tutkunuzu ve ilginizi neler uyandırır? Dünyayı içinizdeki çocuğun gözünden görmek ve keşfettikleriniz karşısında tekrar heyecanlanmak harika olmaz mıydı?

Örneğin, sahip olduğunuz soruların yanıtını ya da şüphe ettiğiniz şeyleri şu an arama motorlarına yazabilirsiniz. Fakat kendi keşfinizle bulduğunuz yanıtlar çok daha değerli olacaktır. Araştırma, seyahat, yeni insanlarla tanışmak ve eleştirel ve ıraksak düşünme ile merakınızı beslemelisiniz. Son olarak motivasyonunuzu uyandırmalı ve iyileştirmelisiniz

Yani, Hawking’in tavsiyesine uyun ve yıldızlara bakın. Yazar Dorothy Parker’ın dediği gibi sıkıntınızı merakla iyileştirin.

Bir şey ilginizi çektiğinde beyninizde ne olur? Cell Press ailesinin üyesi olan bilimsel dergi Neuron’da yayınlanan bir araştırma, meraklı olmanın sadece kişisel açıdan tatmin edici olmakla kalmadığını, aynı zamanda iyi bir hafıza ve öğrenme kapasitesiyle de ilişkili olduğunu ortaya koyuyor.

Ancak zeka ve meraklı olma arasında bir fark var. Birincisi sözde IQ (zeka katsayısı) ile “ölçülebilirken” ikincisi kişisel bir özellik. Peki, bu iki konsepti nasıl birbirine bağlayabiliriz?

Zekanın net bir tanımı yoktur

Zeka dediğimiz şey tam olarak nedir? Meraklı olmanın zekayı nasıl etkilediğini anlamak için kendinize sormanız gereken ilk soru bu. Ancak bu sorunun cevabı basit değil. Tam tersi. “Zeka” pek çok farklı anlamı, fonksiyonu ve alanı kapsadığı için tanımlamanın zor olduğu bir konsept.

Bu alanda uzman pek çok kişi zekanın farklı yetileri barındıran zihinsel bir kapasite olduğu konusunda hemfikir. Bu yetilerin arasında mantık ilişkisi kurmak, gerçeğe mana vermek ve planlar yapmak var. Ayrıca problem çözme kapasitesi, ezberleme, soyut düşünme, geçmişteki bilgileri anlama veya onları kullanarak yeni veriler üretme de bu yetilerden bazıları. Bu durumda akıllara başka bir soru geliyor. Eğer yukarıda bahsedilen yeteneklerden bazılarını güçlendirirsek, zekamızı artırmamız mümkün olur mu? Yukarıda bahsettiğimiz çalışmanın üzerinde durduğu konulardan biri de bu. Aşağıda ayrıntılarından bahsedeceğiz.

Meraklı olmak hafızanızı geliştirir

Meraklı insanlar bilgileri daha iyi aklında tutar (Gruber, 2014). Bu, ilgi duyduğunuz konularla ilgili bilgileri, ilgi duymadığınız konularla ilgili bilgilere göre çok daha kolay aklınızda tutacağınız anlamına gelir.

Neden böyle olur? Çünkü merak, motivasyonla yakından ilişkilidir. Bilgileri aklınızda tutma yeteneğiniz, motivasyonunuz yüksek olduğunda artar. Daha iyi kavramak için bir örnek verelim. Hayvanları seven biri için türediğimiz primat türlerin isimlerini eksiksiz olarak hatırlamak, hayvanları sevmeyen birine göre çok daha kolay olacaktır. Gruber, “Merak, beynin, her tür bilgiyi öğrendiği ve aklında tuttuğu bir duruma gelmesini sağlayabilir. Bu durumda beyin öğrenmeye motive olduğu şeyi ve ayrıca onun etrafındaki her şeyi içine çeken bir girdap gibidir.” der.

Merak ve içsel motivasyon

Örneğe devam edecek olursak, hayvan sever birinin hayvanların dünyasıyla ilgili yeni şeyler öğrenme motivasyonunun çok güçlü olduğunu görebilirsiniz. Belli bir konu hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak ister çünkü bu konuya karşı tutku duyar. Bu motivasyon içseldir ve merakı açıklayan faktörlerden biridir.

İçsel motivasyon içinizden gelir ve sizin bazı şeyleri sırf onları yapıyor olmak için yaptığınız anlamına gelir. Kendinizi başarılı hissetmenizi ve olgunlaşmanızı sağlar. Dışsal motivasyonun aksine, harici bir teşviğe (örneğin, para gibi) gerek yoktur. Ayrıca belli bir başarı kazanmak (birinci sırada gelmek gibi) ile de bağlantılı değildir.

Meraklı insanlar, öğrenmenin hazzını yaşamak için öğrenirler.

Hobilerimiz muhtemelen bu tür içsel motivasyonun en açık örneğidir. Bisiklete binersiniz çünkü kendinizi iyi hissetmenizi sağlar. Dışarıda vakit geçirmeyi seviyorsunuzdur. Merak için de benzer şey geçerlidir. Yeni şeylerle ilgili bilgi edinirsiniz çünkü bu, size, ilginizi çeken şey hakkında yeni bir şey öğrenmenin hazzını yaşatır. Gördüğünüz gibi, hem merak hem de motivasyon öğrenme sürecinin gerçekleşmesi için çok önemlidir. Bu yüzden hiç sevmediğiniz bir konuya çalışırken, o konuyu öğrenmek izin için daha zordur. Çalıştıktan birkaç saat sonra öğrendiklerinizi unutma ihtimaliniz de daha yüksektir. Hafızanızda en ufak bir iz kalmayacaktır

“Zeka değişime ayak uydurabilme becerisidir.”

– Stephen Hawking

Meraklı insanların beyninde neler olur?

Neuron dergisinden araştırmacılar, merakı uyarmanın ve onun gerektirdiği güçlü iç motivasyonu uyandırmanın, ödül sistemine bağlı olan serebral devreyi aktif hale getirdiğini keşfettiler.

Özellikle serabral korteksin üç anahtar bölgesinde beyin aktivitesini artırıyor. Bu bölgeler öğrenme, hafıza ve zevk veren davranışların tekrarlanması süreçleriyle yakından ilişkili.

  • Sol kuyruklu nükleus: Bu bölge pozitif duygular ve yeni bilgilerin öğrenilmesi ile ilgili olduğu kadar hafıza ve öğrenmeyle de yakından ilişkili.
  • Nükleus accumbens: Araştırmacılar özellikle yemek, seks ve video oyunlar gibi doğal pekiştiriciler söz konusu olduğunda merakın bağımlılık ve ödül devresiyle ilişkisini incelediler.
  • Hipokamp: Bu bölüm yeni anıların oluşumu için çok önemli.

“Merak, ödül sistemini çalıştırıyor, ödül sistemi ve hipokamp arasındaki etkileşimler beyni, öğrenmeye ve bilgileri aklında tutmaya daha yatkın hale getiriyor.”

– Ranganath

Daha iyi bir gelecek

Bu sonuçlar, öğrenme süreçlerini geliştirebilecek olası yöntemler konusunda araştırmalar yapılması için yeni kapılar açtı. Üstelik, bu araştırmalar sadece tam anlamıyla sağlıklı olan meraklı insanlarla ilgili olmayacak. Bir tür nörolojik bozukluğu olan insanları da kapsayacak. Kısaca söylemek gerekirse, öğretmenlerin  öğrencilerinin merakını uyandırmasının önemini de ortaya koyuyor. Öğrenciler anlatılan konuya hiç ilgi duymadığında, onlara bu konuyu öğretmeye çalışarak saatler harcamak yararsız. Gelecek bu yeni eğitimsel, stratejileri geliştirmekte yatıyor. Öğretmenler öğrencilerinin merakını uyandırmayı başarırlarsa öğrenme süreci çok daha iyi olabilir. Aynı şey iş yerleri için de geçerlidir. İşin sırrı meraktır!

Psikolog ve gazeteci Sara Clemente

Çocuklar dünyayı yetişkinlerden daha geniş ve zengin bir şekilde görürler. Gerçekten de, sürekli acelemiz, seçici dikkatimiz ve asgari merakımız bizi dezavantajlı duruma sokuyor. Çocuklar yetişkinlerin görmediği uyaranları algılar. Bunlar, acelemiz veya seçici dikkatimiz nedeniyle yetişkinler olarak fark etmediğimiz yönler, nüanslar ve tekilliklerdir.

Bilim bu konuda iki şey keşfetti. İlk olarak, küçüklerin çoğumuzun yaşla birlikte kaybettiği erdemleri vardır. İkincisi, bir çocuğun gözünden görülen dünya daha zengin ve çok daha etkileyicidir.

Genellikle çocuklarımızın, öğrencilerimizin veya genel olarak çocukların algısını küçümseriz. Onları büyük potansiyele sahip gençler olarak gördüğümüz doğrudur. Bununla birlikte, bazen dünyayı hala olgunlaşmamış ve hatta sınırlı bir şekilde işlediklerini kabul ederek onları gerçekten sınırlandırıyoruz.

Ancak, durum böyle değil. Bilişsel süreçler söz konusu olduğunda, hala öğrenecekleri ve geliştirecekleri çok şey olması muhtemel olsa da, algı söz konusu olduğunda, dört ila beş yaşındakiler olağanüstü olma eğilimindedir…

“Çocuklara ne düşünecekleri değil, nasıl düşünecekleri öğretilmelidir.”

– Margaret Mead

Neden çocuklar ve yetişkinler aynı şeyi görmüyor?

Çocukların yaşları ve masumiyetleri nedeniyle onları eşsiz kılan erdemleri olduğunu hepimiz biliyoruz. Gerçekten de, dünyayı aynı anda hem son derece yenilikçi hem de zorlu bir şekilde görebiliyorlar. Her şey onların dikkatini çeker ve her şey onlara soru sormasını sağlar. Aslında onlar için gerçeklik, sonsuz bir deney ve etraflarındaki dünyayı anlamaya çalışmanın senaryosudur.

Vladimir Nabokov, merakın en saf haliyle temelde itaatsizlik olduğunu söylerdi. Çocuklar, yetişkin sınırları belirleyene ve onlara nasıl düşüneceklerini, bir şeyleri nasıl anlayacaklarını ve onlara nasıl tepki vereceklerini söyleyene kadar “itaatsizliklerinden” zevk alırlar. Çünkü, bir şekilde, büyüdükçe, bize dayatılan bu düşünce kurallarında kendimizi eritiriz. Aslında, doyumsuz merakımız söner ve biraz daha öngörülebilir ve metodik hale geliriz. Çocukların yetişkinlerin göremediği uyaranları algıladıkları iddiası, belki de olağanüstü güçlere sahip olduklarını düşündürebilir. Dahası, belki de bizden kaçan varlıkları ve tekillikleri görüyorlar. Ancak, durum böyle değil. Aslında dünyaya başka bir şekilde bakabilseydik, gerçekte onların algıladıklarını biz de görürdük.

Çocukların dünyası ve genişletilmiş algısı

2017 yılında Ohio Eyalet Üniversitesi, Psikolojik Bilimler Derneği dergisinde yayınlanan bir araştırma yaptı. Araştırmacılar, bir yetişkinin dikkatinin bir çocuğunkinden nasıl farklı olduğunu anlamaya çalıştılar. Dört ila beş yaş arasındaki çocukların, alakasız bilgileri hatırlamada yetişkinlerden daha iyi performans gösterdiğini keşfettiler.

Aslında, iki gruptan bir dizi belirli ögeyi hatırlamaları istendiğinde, yetişkinler belirli uyaranları uyandırma konusunda daha ustaydılar. Başka bir deyişle, yetişkinlerin seçici algısı çocuklarınkinden daha üstündür. Bununla birlikte, küçükler, yaşlıların bile fark etmediği yönleri ve detayları hatırlayabildiler.

Çocukların meraklı bakışları

Çocukların yetişkinlerin görmediği uyaranları algıladığı açıktır. Bu onların doğuştan gelen merakları ile açıklanmaktadır. Daha az spesifik ve daha kapsamlı bir dikkatle tanımlanan bu bilgi hevesinin oldukça kesin bir şeyle açıklanabileceğini öğrenmek ilginç. Bu, merakın hayatta kalma ile bağlantılı olduğu gerçeğidir.

Çoğu zaman, kediyi merak öldürür deriz. Aslında gerçek şu ki, muhtemelen kediyi daha akıllı yaptı. Rochester Üniversitesi (ABD) Beyin ve Bilişsel Bilimler Bölümü bu konuda bazı ilginç araştırmalar yaptı. Merakın bilişin temel bir unsuru olduğunu buldular. Gerçekten de merak sayesinde toplumun ilerlemesi her alanda desteklenir. Tıbbi, sosyal, teknolojik ve benzeri alanlar buna örnektir. Ayrıca, beş yaşındaki çocuk yetişkinlerden daha fazla şey algılıyorsa, bunun nedeni merakın gelişiminin doğal bir parçasını oluşturmasıdır.

Yavaş yavaş, neyin önemli olduğuna odaklanmak ve böylece daha verimli olmak için dikkat dağıtıcı şeyleri görmezden gelebileceklerdir. Ancak, bu potansiyeli kaybetmemeleri ve çevreyle ilgili belirli ayrıntıları takdir etmeye devam etmeleri çok daha iyidir. Gerçekten de meraklı bakış, çocukluktaki ivmesini asla kaybetmemelidir.

Çocukları çevrelerine bağlamak için dijital bağlantıyı kesme

Yeni teknolojiler çocuklar için istisnai bir kaynak olabilir. Ancak bunlardan iyi yararlanmak gerekir. Örneğin, tüm boş zamanlarını ekranlara ayırmaları asla iyi bir fikir değildir. Onları bu cihazlara erken yaşta maruz bırakmak da tavsiye edilmez.

Çocuğun çevresiyle ve yaşıtlarıyla etkileşimini mümkün olduğunca teşvik etmeliyiz. Sadece görme yoluyla veya mobil cihazlara ve tabletlere parmaklarının uçlarıyla dokunarak değil, beş duyularıyla birden dünyayı incelemelerini, ilişki kurmalarını ve keşfetmelerini sağlamalıyız. Koşmalarına, kirlenmelerine ve karton uzay gemileri gibi kendileri için bir şeyler icat etmelerine izin vermeliyiz.

Çocukların yetişkinlerin görmediği uyaranları algıladığı doğrudur. Ancak öyle bir zaman gelecek ki, sürekli ekranlara maruz kalırlarsa dikkat düzeyleri yetersiz kalacak ve merak duygusu minimum düzeyde olacaktır. Bunun olmamasını sağlamak için çalışalım. Meraklı zihin hayatta kalmak için her türden uyarana ihtiyaç duyar, bu yüzden onu sınırlamayalım.

Merak, yani bilgi, öğrenme ve keşfetme arzusu, yemek açlığına çok benziyor. Öyle ki, bu iki duygu, aynı beyin bölgelerini ve süreçlerini paylaşıyorlar. Merak ve açlık, aynı beyin bölgelerini paylaşırlar. Bu büyüleyici bir gerçek, çünkü bu iki temel insan ihtiyacı, yani her ikisi de, hayatta kalmamızı sağlayan fonksiyonlar. Biri yiyecek bulma dürtüsü olarak bu işlevi sağlarken, diğeri ise zorluklarla baş etmeye ve ilerlemelere daha iyi uyum sağlayacak bilgi edinme ile ilgili.

Albert Einstein, merakın kendine özgü bir nedeni olduğunu söylemiştir. Hayatta, ortamımızda bulunan şeyleri sorgulamaktan daha önemli olabilecek belki de yalnızca birkaç şey var. Görünenin ötesine geçmek, sorular sormak, keşfetmek ve dünyaya bir çocuğun tutkusu, ilgisi ve masumiyetiyle bakmak olağanüstü bir şey. Gördüğünüz gibi, hem insanların hem de hayvanların merak içeren bir eğilime sahip olması aslında tesadüf değil. Bir şeyleri keşfetme dürtüsü, açlığın hissedilmesi kadar belirleyici bir durum. Aslında, her ikisi de, davranışları yönlendiren, varoluşu sürdürmeye yarayan ve giderek karmaşıklaşan ortamlarda gelişmeye devam etmemize yardımcı olan dürtüler olarak hareket ederler.

İnsanlar için yiyecek bir şeyler bulma gibi fizyolojik bir ihtiyaç durumu olmasaydı ne olurdu? Kesin bir biçimde, insan hayatı sürdürülemez duruma gelirdi. Aynı şekilde, belki de, anahtar deliğinden bakma dürtüsü olmadan da gelişme olmazdı. Örneğin, hastalıkların tedavilerini nasıl araştıracağımızı merak etmemize neden olan şey de aynı dürtüler.

“Toplum, bilmeye değer olanı değil de, onun dışındaki her şeyi bilmek için doyurulamaz bir merak yapısına sahip.”

– Oscar Wilde

Merak ve açlık neden aynı beyin bölgelerini kullanıyor?

Bu aslında oldukça yeni bir bulgu. Birleşik Krallık’ta bulunan Reading Üniversitesi’nde araştırmalarını sürdüren bir nörobilimci ekibi, son dönemde yaptıkları bir çalışma ile merak ve açlığın gerçekten de beyin bölgelerini paylaştığını ortaya çıkardı. Araştırmacılar, çalışmaya başlarken, her iki boyutun da motivasyonun iki ana itici gücü olduğundan şüpheleniyorlardı. Bu nedenle, sık sık üzerinde durdukları ve söyledikleri bir şey, açlığın insanları tatmin etmek için aşırı durumlara yönlendirebileceği gerçeğidir. Şaşırtıcı görünebilir, ancak merak, aynı zamanda insanları bilgi biriktirmek, diğer muhtemel senaryoları keşfetmek ve kendimizi bu gezegendeki en gelişmiş varlık olarak görmek için her şeyi yoluna koymakta.

Bu sadece bir tesadüf mü? Pek de öyle görünmüyor. Açlık ve merakın ortak mekanizmalardan başlaması olasılığı oldukça yüksek, çünkü bunlar aynı sonuca, yani hayatın sürdürülmesi durumuna yönelen mekanizmalar. Merak, her şeyden önce, hareketi ve diğer tarafta ne olduğunu bilebilmek için konfor bölgesinin ötesine geçmeyi sağlıyor.

Bu yapı, insanların kaşif olmalarına, hayatta kalmak ve gelişmek için ve daha iyi kaynaklar keşfetmek için yeni bölgelere doğru harekete geçebilecek varlıklar olmasına yardım ediyor. Örneğin tarih öncesi insan göçlerini ve bunların insanlık için ne anlama geldiğini düşündüğümüzde de bu sonuca ulaşabiliriz. Bilişsel sinirbilimci Johnny King Lau ve ekibi tarafından yapılan bu keşif, bu anlamda, birçok insanın şüphelendiği bu gerçeği doğrulamış oldu.

Limbik sistem

Merak ve açlık olguları beynin aynı bölgelerini paylaşmalarına rağmen, ikinci boyutun biraz daha karmaşık olduğu açık. Açlık hissi, beyin kandaki hormonlarda ve besin seviyelerinde bir dizi değişiklik algıladığında harekete geçen güçlü bir içgüdü.

Bununla birlikte, bu çalışmayı yürütmekte olan Reading Üniversitesi’nin bilim insanları, MRI ile yaptıkları gözlemlerin sonucunda ilginç bir olguyu da tespit ettiler. Aynı beyin bölgesi, merak durumu söz konusu olduğunda ve boş mide beyine insanın aç olduğunu bildirdiğinde harekete geçiyor. Bu bölge, beynin ödül merkezi olarak da tanımlanan limbik sistem. Benzer şekilde, bu sinyaller alındığında, bilateral nucleus caudatus ve ventral tegmental alan gibi diğer alanlar da aktivitelerini arttırıyorlar.

Peki beynin bu alanları tam olarak ne yapıyor? Aslında, bu alanlar, ödüllerin işlenmesine yönelik davranış türlerini yönetiyorlar. Başka bir deyişle, bir insanı, kendisini ödüllendirecek bir şey almasına izin veren eylemler yapmaya yönlendirirler.

Açlık durumunda, eyleminizin karşılığında aldığınız şey besindir. Ayrıca güzel bir yemeğin tadını çıkarmanın keyfi de bu ödüle dahil oluyor. Böylece, merak söz konusu olduğunda, bilgi edinir, yeni keşifler yapar ve mutluluk duygunuzu birçok farklı yoldan tatmin etmek için yeni yollar bulursunuz.

Merak ve açlık, sizi motive etmek için beyin bölgelerini paylaşır

Merak ve bilgiye sahip olma arzusu, psikoloji tarihindeki William James, Ivan Pavlov ve Frederic Skinner gibi en önemli isimlerden bazılarının ilgisini çeken psikolojik bir fenomen. Bu nedenle de, merak ve açlık duyguları, motivasyonla ilgili olduğu için beyindeki ilgili bölgeleri paylaşıyorlar. Bu durum, ilk başta, bize, merak güdüsünün zeka ve rasyonalite ile ilgili olduğu gibi görünebilir. Diğeri, yani açlık, ise birincil bir içgüdü olarak algılanabilir. Ancak, her ikisi de bir kişinin hayatta kalması için gerekli unsurlar.

Aslında merak duygusunun kaybı, genellikle depresyon ve hastalıkla birlikte ortaya çıkarak, açlık eksikliği ile de ilişkili oluyor. İnsanlar, ikisi de olmadığında, bir anlamda, bir hiç halini alabiliyor. William James’in haklı olarak söylediği gibi, “Bilmediğimizi anlama arzusu bizi hayatta tutuyor çünkü merak da beslenmenin başka bir vazgeçilmez şekli“.

Bu nedenle, bu dürtüyü sürdürmeye çalışmakta büyük fayda var. Başka bir deyişle, beden ve zihin için de geçerli olacak şekilde, hayatta kalmak için onu her gün beslemenin yollarını bulun. Sağlık ve umut içerisinde, herhangi bir sınır ve zorluğun ötesine geçmek için araştırmaya devam edin. Çoğu canlı için, bizler için de olduğu gibi, merak ve açlık, iki temel içgüdü.

Psikolog Valeria Sabater

Comments are closed.