logo

Asıl yetimler anadan babadan değil, ilim ve ahlaktan yoksun olanlardır.

Uzay gemisini Dünya’nın yörüngesinde gezdirirken gezegenimizin ne kadar güzel olduğunu gördüm. İnsanlar, bu güzelliği koruyalım ve arttıralım, yok etmeyelim! Juri Alexejewitsch Gagarin

2*0*2*3

Akıllı olmak sadece matematikte iyi olmak, tüm hayvan türlerini nasıl daha iyi sınıflandıracağını bilmek, oldukça ayrıntılı bir heykel yapmak veya bir iş seçerken iyi bir özgeçmişe sahip olmak değildir. Gerçek hayatta akıllı olmak bundan çok daha fazlasıdır.

Sahip olduğumuz zeka türlerinin veya tiplerinin farkında olmak, bize sınırlarımızı ve kapasitelerimizi tanıma ve kendimizi çok yetenekli bulmadığımız zekalar konusunda eğitme imkanı verir. Sahip olduğumuz zekayı iyileştirmek ve eksiklerimizi gidermek, kendimizi ve evrenle olan bağı geliştirmenin bir yoludur.

Akıllı eylemler olarak gördüğümüz zeka, tarih boyunca değişime uğramıştır. Zeka, bir tanktaki [arabadaki] yağ gibi kafada bulunan bir madde değildir. Birbirini tamamlayan bir potansiyeller koleksiyonudur. Howard Gardner

Doğa bilimciler genellikle bir grubun veya türün üyelerini gözlemleme, tanımlama ve sınıflandırma veya yeni tipolojiler oluşturma konusunda yeteneklidir. Fauna ve florayı tanıma yeteneklerine sahiptirler çünkü bu zekanın özellikleri kendini araştırmaya adamış ve bilimsel yöntemi sistematik olarak uygulayan kişilerin özellikleridir. Bu nedenle bilim ve kültürün herhangi bir alanına da uygulanabilir. İnsanlar olarak bizler bitkiler, hayvanlar, iklim değişiklikleri vb. şeylerle uğraşırken az ya da çok bu tür bir zekayı kullanırız. Bu yetenek bilimsel sınıflandırmaya eklenir. Ancak Gardner (1986) tarafından daha sonra yapılan bir revizyonda doğal zeka, çoklu zekadan çıkarıldı, bu nedenle şu anda tanımlanmış 8 tür zeka vardır.

Doğal zeka, doğayı bilmek, sınıflandırmak ve düzenlemek amacıyla doğayı gözlemleme ve inceleme yeteneğidir. Türleri veya nesne ve insan gruplarını gruplandıran ve aralarında farklılıklar ve benzerlikler kuran biyologlar ve botanikçiler tarafından gösterilen tipik bir şeydir. Gardner, bu zekanın kökeninin, ilkel insanların doğaya uyum sağlama ihtiyacından kaynaklandığına dikkat çekmiştir. Çünkü ilk çağlardaki insanın neyin beslenmesi için faydalı olacağını ve neyin zararlı olduğunu, avlanmak için hangi araçlara ihtiyaçları olduğunu, iklim koşullarına nasıl uyum sağlayacağını, nasıl sığınacağını, tehlikelerden korunacağını bilmesi gerekirdi.
İçsel zeka, kendinizi tanımanıza ve anlamanıza izin veren şeydir. İçsel yönleri incelemeyi, kişinin kimliğinin farkındalığını artırmayı, duygu evrenine erişmeyi, eylemlerde kendi davranışlarını yorumlamayı, kendi inanç sistemiyle bağlantı kurmayı, kısacası iç dünyayla bağlantı kurmayı mümkün kılan şeydir. Frontal loblar, bize kendimiz üzerindeki analitik ve eleştirel kotayı sağlayan ve neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda rehberlik eden ahlaki değerleri bize sağlayan loblardır. İçsel zeka, hedef belirleme, kişinin kendine ders verme yeteneğinin farkında olması, hedeflere göre kendi potansiyelini bilme becerisidir. Çevreye en iyisini vermek için kişinin kendisi üzerinde derinlemesine düşünebilmesi, kendi kendine bilgi üretmesi anlamına gelir. Başka bir deyişle, kendinizi daha iyi anlamanıza ve kendinizle çalışmanıza olanak tanır.

Kaba motor becerilerin ötesinde, belirli vücut hareketlerinin (ince motor becerileri) evrimi, insan türünün gelişimi için, makro beceriler yeteneğinden aletleri kullanma becerisini içeren problemleri çözmeye kadar büyük önem taşır. Bir problemi çözmek için kinetik olarak davranmakla bedeni sporda hareket ettirmek veya antrenman yapmak veya dansta duyguları ifade etmek veya heykel yapmak için kullanmak arasında bir ayrım olduğu açıktır. Çünkü ilkinde mantıksal zeka matematiği ile birleştirilirken, geri kalanında sezgisel açılım etkileşime girer.

Bedensel kinestetik zeka, vücut aracılığıyla kendini ifade etme ve güç, koordinasyon ve denge, hız, esneklik, onarım yapma veya eller aracılığıyla yaratma gibi eylemleri gerçekleştirme yeteneğidir. Zanaatkarlarda, sporcularda, cerrahlarda, heykeltıraşlarda, aktörlerde, modellerde, dansçılarda vb.meslek gruplarında bulunan zekadır. Hareketin kontrolü ve bedenin kendisinin kontrolü, beyinde tam olarak motor kortekste yer alır: her yarım küre, karşı tarafa karşılık gelen vücut hareketlerine hükmeder veya kontrol eder.
Müzik zekası, müzisyenlerin, şarkıcıların ve dansçıların, bestecilerin, müzik eleştirmenlerinin vb. kişilerin kendilerini yeterince ifade etmelerini sağlayan şeydir. Müzik yapma, beste yazma, analiz etme, şarkı söyleme, dans etme, dinleme, enstrüman çalma yeteneğidir. Beynin sağ yarım küresinde, algı ve müzik üretimi ile ilgili, tamamen lokalize olmayan bazı alanlar vardır. Çocukluk döneminin erken dönemlerinde doğal bir yetenek olarak ve doğuştan gelen bir işitsel algı (kulak ve beyin) vardır. Bu, sesleri, tonları, ses enstrümanlarını öğrenme yeteneğidir.

Mekansal zeka, dünyanın zihinsel modelini üç boyutta oluşturmaktan ibarettir. Diğer yetenekli kişilerin sahip olduğu zekanın yanı sıra, sanatçıların, özellikle heykeltıraşların, mimarların, denizcilerin, mühendislerin, cerrahların, dekoratörlerin, fotoğrafçıların, tasarımcıların ve reklamcıların sahip olduğu zekadır. Sağ yarım küre, beynin mekansal hesaplamasından sorumlu kısmıdır. Beynin sağ yarı küresinin arkasında bir lezyon bulunduğunda, kişi yönünü şaşırır, yüzleri veya mekanları tanıyamaz. Mekansal problemlerin çözümü, navigasyon yardımıyla bilinmeyen bir yere varmak için araba sürmekten, harita kullanımından, satranç oynamaya, ve tabii ki, grafik ve görsel sanatlara, üç boyutluların kullanımına kadar varan bir yeteneği kapsar. Zihinsel imgeler oluşturmaya, fikirleri temsil etmeye ve bu nedenle düşünsel temsili gösteren çizmeye izin verir. Algıda seçicilik, görsel detaylarda saklanır.

Mantıksal-matematiksel zeka, tarih boyunca “tek zeka” olarak kabul edilmiştir. Matematik ve mantık problemlerini çözme becerisi gösterir. Sol yarımküre açık bir baskınlığına sahiptir. Hipotezlerin inşasında ve değerlendirilmesinde aynı anda çıkarım, sistematikleştirme, bilginin işlenmesi gibi çok sayıda değişkenin mantık yoluyla düşünülmesine izin verdiği için bilim adamlarının, mühendislerin, ekonomistlerin vb. zekası olarak anılır. Zeka testlerinde, özellikle Entelektüel zekayı (IQ) keşfedenler, mantıksal-matematiksel zekayı dilbilimle ilişkili olarak değerlendirirler, çünkü zeka sözlü değildir ve daha çok fikir üzerinde gelişir.

Dilbilimsel zeka, siyasi liderlerin, yazarların, şairlerin, yetenekli editörlerin sahip olduğu şeydir. Beynin iki yarımküresini de kullanır ve her ikisinin de dil işleme ve anlama yeteneğine katkıda bulunduğu görülmektedir: Sol yarım küre, ölçü bilimin dilsel anlamını işler. Aruz, konuşma, ritim, tonlar ve vurgunun ses uyumudur. Sağ yarım küre ise ölçü bilim tarafından iletilen duyguları işler. Okuma, yazma ve ayrıca konuşma ve dinlemede kelimelerin sırasını ve anlamını anlama yeteneğini ifade eder.

Gardner tarafından tanımlanan sekiz zeka türü olduğundan, tüm insanlar dünyayı sekiz farklı yoldan bilme yeteneğine sahiptir. İnsanlar bilmeyi farklı şekillerde öğrenir ve uygular. Aslında Gardner, tüm insanların kapsamlı zeka gelişimine sahip olduğuna inanır. Bu farklılıklar, bir bilgi alanına göre tercih gösterir ve tüm insanların aynı konuları aynı şekilde öğrenebileceği inancıyla müfredatını evrensel bir şekilde yapılandıran eğitim sistemine meydan okumayı oluşturur. 

Tek bir zekamız yok. Her insanın kendine özgü bir akıl kombinasyonu vardır. Howard Gardner

Stephen Hawking ne Don Juan’dan ne de komşuları ve müşterileri ile güzel bir ilişkisi ve sevecen bir ailesi olan yerel manavdan daha az ve daha çok zeki değildir. Ne Einstein, Messi’ye göre, ne de Bill Gates, Picasso’ya göre daha zekidir. Her biri sadece kendi alanlarına göre yeteneklidir. Zeka bir kapasite olarak anlaşılırsa, dünyayı inşa etmenin, farklılıklar çizmenin, herkesin kendi yolunda ilerlemesi gerektiği anlamı çıkarılır. Kişide hakim olan zeka türüne göre gözlemlenen olgunun belirli yönlerine dikkat çekmeyi gerektirir.

Zeki olmak, her şeyi mükemmel bir şekilde yapmak anlamına gelmez. Gardner, zekayı sorunları çözme veya bir veya daha fazla kültürde değerli olan ürünler üretme yeteneği olarak tanımlar. Bu, farklı özelliklere sahip tek bir zeka değildir, çoklu, farklı ve bağımsız bir zekalar kümesini temsil eder. Böylelikle zeka olarak kabul edilenlerin alanını genişletir ve bilimsel zekanın parlaklığının hayatının her alanında daha yetenekli olacağı anlamına gelmediğini onaylar. Finans, iş, spor, araştırma alanlarında başarılı olmak akıllı olmayı gerektirir, ancak her alanda belirli bir zeka türü kullanılır. Belli bir disiplin için zeka teorilerinden birine sahip olmak gerekli olabilir, ancak hiçbiri diğerlerinden daha iyi veya daha az alakalı değildir. Bu nedenle, hayatımızda gelişmeden, ilerlemeden söz ettiğimizde akademik geçmiş oldukça önemlidir.

Çok yakın zamana kadar, zeka doğuştan gelen ve aktarılamaz bir şey olarak görülüyordu. Bir kişinin zeki olarak doğup doğmayacağına ve öğrenerek bunun değişmesinin imkansız (hatta zor) olduğuna inanılıyordu. Aynı zamanda zeki kişinin hayatının her alanında olağanüstü yetenekleri olduğuna inanılırdı. Howard Gardner bunu sorguladı ve sonunda farklı zeka türleri olduğunu ve çoğunun duygusal zeka yoluyla geliştirilebileceğini gösteren çoklu zeka teorisi (1983) olarak bilinen kavramı ortaya attı.
Çocukların yetişkinlerin görmediği uyaranları algıladığı doğrudur. Ancak öyle bir zaman gelecek ki, sürekli ekranlara maruz kalırlarsa dikkat düzeyleri yetersiz kalacak ve merak duygusu minimum düzeyde olacaktır. Bunun olmamasını sağlamak için çalışalım. Meraklı zihin hayatta kalmak için her türden uyarana ihtiyaç duyar, bu yüzden onu sınırlamayalım.

Çocuğun çevresiyle ve yaşıtlarıyla etkileşimini mümkün olduğunca teşvik etmeliyiz. Sadece görme yoluyla veya mobil cihazlara ve tabletlere parmaklarının uçlarıyla dokunarak değil, beş duyularıyla birden dünyayı incelemelerini, ilişki kurmalarını ve keşfetmelerini sağlamalıyız. Koşmalarına, kirlenmelerine ve karton uzay gemileri gibi kendileri için bir şeyler icat etmelerine izin vermeliyiz.

Yeni teknolojiler çocuklar için istisnai bir kaynak olabilir. Ancak bunlardan iyi yararlanmak gerekir. Örneğin, tüm boş zamanlarını ekranlara ayırmaları asla iyi bir fikir değildir. Onları bu cihazlara erken yaşta maruz bırakmak da tavsiye edilmez.

Yavaş yavaş, neyin önemli olduğuna odaklanmak ve böylece daha verimli olmak için dikkat dağıtıcı şeyleri görmezden gelebileceklerdir. Ancak, bu potansiyeli kaybetmemeleri ve çevreyle ilgili belirli ayrıntıları takdir etmeye devam etmeleri çok daha iyidir. Gerçekten de meraklı bakış, çocukluktaki ivmesini asla kaybetmemelidir.

Çoğu zaman, kediyi merak öldürür deriz. Aslında gerçek şu ki, muhtemelen kediyi daha akıllı yaptı. Rochester Üniversitesi (ABD) Beyin ve Bilişsel Bilimler Bölümü bu konuda bazı ilginç araştırmalar yaptı. Merakın bilişin temel bir unsuru olduğunu buldular. Gerçekten de merak sayesinde toplumun ilerlemesi her alanda desteklenir. Tıbbi, sosyal, teknolojik ve benzeri alanlar buna örnektir. Ayrıca, beş yaşındaki çocuk yetişkinlerden daha fazla şey algılıyorsa, bunun nedeni merakın gelişiminin doğal bir parçasını oluşturmasıdır.

Çocukların yetişkinlerin görmediği uyaranları algıladığı açıktır. Bu onların doğuştan gelen merakları ile açıklanmaktadır. Daha az spesifik ve daha kapsamlı bir dikkatle tanımlanan bu bilgi hevesinin oldukça kesin bir şeyle açıklanabileceğini öğrenmek ilginç. Bu, merakın hayatta kalma ile bağlantılı olduğu gerçeğidir.

Örneğin, araştırmacılar bir çocuktan ve bir yetişkinden bir dizi karakter içeren bir resmi hatırlamalarını istediğinde, yaşlı kişi daha fazla sayıda ögeyi hatırladı. Çocuk ise testi uygulayan kişinin nasıl olduğunu, hangi gömleği giydiğini ve o sırada pencereden gördüklerini hatırladı. Yetişkinler, seçici dikkat konusunda daha fazla yetenek sergilerler. Bununla birlikte, çocuklar genişletilmiş, daha geniş ve daha az özel ilgi ile tanımlanır.

2017 yılında Ohio Eyalet Üniversitesi, Psikolojik Bilimler Derneği dergisinde yayınlanan bir araştırma yaptı. Araştırmacılar, bir yetişkinin dikkatinin bir çocuğunkinden nasıl farklı olduğunu anlamaya çalıştılar. Dört ila beş yaş arasındaki çocukların, alakasız bilgileri hatırlamada yetişkinlerden daha iyi performans gösterdiğini keşfettiler. Aslında, iki gruptan bir dizi belirli ögeyi hatırlamaları istendiğinde, yetişkinler belirli uyaranları uyandırma konusunda daha ustaydılar. Başka bir deyişle, yetişkinlerin seçici algısı çocuklarınkinden daha üstündür. Bununla birlikte, küçükler, yaşlıların bile fark etmediği yönleri ve detayları hatırlayabildiler.

Çocukların yetişkinlerin göremediği uyaranları algıladıkları iddiası, belki de olağanüstü güçlere sahip olduklarını düşündürebilir. Dahası, belki de bizden kaçan varlıkları ve tekillikleri görüyorlar. Ancak, durum böyle değil. Aslında dünyaya başka bir şekilde bakabilseydik, gerçekte onların algıladıklarını biz de görürdük.

Vladimir Nabokov, merakın en saf haliyle temelde itaatsizlik olduğunu söylerdi. Çocuklar, yetişkin sınırları belirleyene ve onlara nasıl düşüneceklerini, bir şeyleri nasıl anlayacaklarını ve onlara nasıl tepki vereceklerini söyleyene kadar “itaatsizliklerinden” zevk alırlar. Çünkü, bir şekilde, büyüdükçe, bize dayatılan bu düşünce kurallarında kendimizi eritiriz. Aslında, doyumsuz merakımız söner ve biraz daha öngörülebilir ve metodik hale geliriz.

Çocukların yaşları ve masumiyetleri nedeniyle onları eşsiz kılan erdemleri olduğunu hepimiz biliyoruz. Gerçekten de, dünyayı aynı anda hem son derece yenilikçi hem de zorlu bir şekilde görebiliyorlar. Her şey onların dikkatini çeker ve her şey onlara soru sormasını sağlar. Aslında onlar için gerçeklik, sonsuz bir deney ve etraflarındaki dünyayı anlamaya çalışmanın senaryosudur.

Çocuklara ne düşünecekleri değil, nasıl düşünecekleri öğretilmelidir. Margaret Mead

Ancak, durum böyle değil. Bilişsel süreçler söz konusu olduğunda, hala öğrenecekleri ve geliştirecekleri çok şey olması muhtemel olsa da, algı söz konusu olduğunda, dört ila beş yaşındakiler olağanüstü olma eğilimindedir…

Bilim bu konuda iki şey keşfetti. İlk olarak, küçüklerin çoğumuzun yaşla birlikte kaybettiği erdemleri vardır. İkincisi, bir çocuğun gözünden görülen dünya daha zengin ve çok daha etkileyicidir. Genellikle çocuklarımızın, öğrencilerimizin veya genel olarak çocukların algısını küçümseriz.  Onları büyük potansiyele sahip gençler olarak gördüğümüz doğrudur. Bununla birlikte, bazen dünyayı hala olgunlaşmamış ve hatta sınırlı bir şekilde işlediklerini kabul ederek onları gerçekten sınırlandırıyoruz.
Çocuklar dünyayı yetişkinlerden daha geniş ve zengin bir şekilde görürler. Gerçekten de, sürekli acelemiz, seçici dikkatimiz ve asgari merakımız bizi dezavantajlı duruma sokuyor. Çocuklar yetişkinlerin görmediği uyaranları algılar. Bunlar, acelemiz veya seçici dikkatimiz nedeniyle yetişkinler olarak fark etmediğimiz yönler, nüanslar ve tekilliklerdir.

Daha yalın bir şekilde ifade edecek olursak, modernlik ile hafıza arasındaki ilişkiyi felsefi bir soruşturma ekseninde düşünmeyi bırakarak, modern sosyal bilimler ekseninde ele aldığımızda yeni bir boyut karşımıza çıkıyor. Bu boyut modernliği tarihsel bir kategori olarak değerlendirmekten ziyade, ideolojik bir form olarak görmeyi gerektiriyor. Yani “modernlikten” ziyade “modernizmin” hafıza ile ilişki biçimine bakmayı zorunlu kılıyor. Bu noktada bir modernizm tanımı yapmak ve modernlikten farklı olarak modernizmin hafıza ile ilişkisini tanımlamak gerekmekte.

Ontolojinin hatırlanmasına ilişkin bir kaygı ile gündemimize giren hafızayı, sosyal bilimlerin farklı alanları açısından düşündüğümüzde; varoluşun anlamını hatırlamaya yol açacak, insanoğluna ontoloji tasavvuru sunacak, hayatın anlamını soruşturacak kadar ulvi bir tablo ile karşılaşmamız pek mümkün görünmüyor.

Bu tabii ilerleyişte modernlik sunduğu zihniyet ile bu günden adlandırdığımız bir aşama olarak karşımıza çıkıyor ve diğer aşamalarda olduğu gibi kendi hatırlatma ve unutma biçimini insanoğluna sunuyor. Tabiat, mekân ve zaman tasavvuru ile hatırlananları ve unutulanları biçimlendiriyor. Böyle bir durumda insanoğluna, bu zaman zindanından kurtulmak için hakikati hatırlamak düşüyor. Zira hem tarihin, mekânın hem de zamanın üstünde bir hakikatin varlığını hatırlamak, insan olduğumuzu hatırlamanın zorunlu koşulu olarak karşımızda duruyor. Modernliğin tarihsel bir kategori olarak hafızayla kurduğu ilişkide ontolojiyi hatırlamak böyle bir anlamı ifade ediyor.

İnsan, tabiatı gereği hatırlıyor ve unutuyor. Zamanın ilerleyişinin tabii bir gerekliliği olarak insanın hatırladıkları ve unuttukları değişiyor. Bir anlamda tarihe ayak uyduruyor. Bunu yaparken tarihin hem öznesi hem de nesnesi olarak yeni hatırlama ve unutma biçimleri geliştiriyor.
Böyle bir vasatta hafıza meselesi insanlığa tutunma çabası olarak karşımıza çıkıyor. Bunun için her şeyden önce insanın bu dünyadaki rolünü, gelip geçiciliğini, bütün bir zamanı düşündüğümüzde bir oyun içinde olduğunu, çok daha basit hâliyle ifade edecek olursak, başkası üzerinde ya da tabiat üzerinde tahakküm kurmayı gerektirmeyecek kadar fani olduğunu hatırlaması gerekiyor.
Bir taraftan tabiat yerle bir edilirken, 7D teknolojilerle oturduğumuz yerden vahşi hayvanlara ve hatta dinozorlara dokunabiliyoruz. Elimize aldığımız android aletlerle, kendi başımıza sürekli online olduğumuz için “yalnız” kalamıyor ama başkaları ile iletişime de geçemiyoruz. Hem tefekkür etmeyi, kendimize dönmeyi, inzivayı hem de muhabbeti, hasbihali, başkaları ile olmayı kaybediyoruz. Ve daha niceleri…

Bir taraftan teknolojinin baş döndürücü hızı yapay zekâlara vatandaşlık vermeyi zorunlu kılarken, diğer taraftan nerede doğduğunu, hangi ülkenin vatandaşı olduğunu dahi hiç öğrenemeyen çocuklar, yine nereden geldiğini bilmediği bombaların enkazında ya da nereye gittiğini bilemediği botlarda, biraz şansları varsa, hayata tutunmaya çalışıyor. Robotlar kadar vatandaş olamıyor. Bütün tarihin yükünü sırtlanmış, medeniyetlere beşiklik yapmış şehirler birkaç günde yok olurken, uzaya turistik ziyaretlerin ya da lüks bir yaşam kurmanın imkânları hazırlanıyor.

İnsanoğlu modern dünyada en çok insan olduğunu, yaşadığı dünyada ebedî olmadığını ve insanın yapıp etmelerinin ötesinde bir hakikatin var olduğunu hatırlamaya muhtaç. Fakat insan olmanın yalın ve sade hâlini hatırlamak gün geçtikçe zorlaşıyor. Kendi kurmayı hedeflediği dünyada bir yığın çelişkiler üretiyor. 

Bu gün herkesin kullanabildiği teknoloji, insanın doğa karşısında muktedir bir varlık olduğu, dolayısıyla doğa üstü bir konumda olduğu hissini salık vermektedir. Fakat tablo bu kadar net değildir. Zira hakikatin olmadığı bir yerde insan da yoktur. Onun için insan olmanın imkânını yakalamak adına, hakikati hatırlamak zaruridir. Modern dünyada hatırlama ve unutma böyle bir ilginin konusu olarak sosyal bilimlerin gündemine tutunmaya çalışmaktadır.

İçinde yaşadığımız çağda ise durum biraz farklıdır. Hakikatin ne olduğundan ziyade, bir hakikatin var olup olmadığı, insanın hakikat üretip üretemeyeceği temel sorun alanlarıdır. Hakikatin gündelik hayattaki yeri ve konumu muğlak ve belirsizdir. İşin temel esprisine çelişik düşecek şekilde herkese göre bir hakikat tasavvuru vardır. Artık evren, insan ve hayat insanın kendi aklı ile açıklayabileceği kavrayabileceği bir düzlemde kabul edilir. Herhangi bir sabiteye gerek kalmaksızın insan yetkin bir varlık olarak hayatını kendi kendine yaşayabilir. Var olmanın anlamına ve hayatın bugünkü kurgulanışına kafa yormuş bir filozof olan Hidegger’in deyimiyle artık ontoloji yitirilmiştir. Aydınlanma döneminden itibaren bilgiye ve bilginin müşahhas hâllerinden biri olan teknolojiye yüklenen anlamlar varlığa ilişkin tasavvurun kaybolmasına, buharlaşmasına neden olmuştur. 

Hayat çok nettir. Hayatın gayesi ve neye göre yaşanacağı belirlidir. Bir form olarak izlek zihinlerde verili olarak vardır. Bütün sorgulamalara, eleştirilere, ve şüpheye rağmen hakikat hem bireysel hem de toplumsal bağlamda gündelik hayatın temel unsurudur. Bir paradigma olarak, projeksiyon sistemi işlevi görür. İnanılan sabite, nasıl yaşanılması gerektiğini ortaya koyar. Buna uymak ya da uymamak tamamıyla insanların sorunudur. Hakikatin doğasına ve doğruluğuna ilişkin bir kaygı yoktur. Günahkârlar ve müminler vardır. Bu durum hayatı anlamayı gerektirmeksizin, hayata dâhil olmayı ve hakikat ile barışık olmayı beraberinde getirir.
İçinde yaşadığımız çağı adlandırmaya dair dilimize pelesenk olmuş birçok kavram var. Modern, postmodern, dijital, gerçek ötesi, sanal, uzay bunlardan bazıları. Hangi kavramı kullanırsak kullanalım, bu adlandırma kargaşasının da nedeni olan, çok daha temel bir sorun karşımıza çıkıyor. Bu sorun, içinde yaşadığımız çağa anlam verme ve dolayısıyla tanım yapma sorunudur. Anlamın kaybolmadığı bir yerde ve zamanda anlam arayışına ihtiyaç olmadığını gönül rahatlığı ile belirtebiliriz. Zira böyle bir çağda evreni, insanı ve hayatı açıklamaya imkân verecek herhangi bir sabiteye inanma konusunda tereddüt yoktur.

Her insan farklıdır, insanları suça iten nedenler farklıdır. Aynı olmasının beklenmesi mümkün değildir. Bu nedenle ortaya atılan bu üç teorinin birini mutlak doğru kabul etmek, diğerlerini yok saymak yanlış olacaktır. Farklı suçlulukların farklı teorilerle açıklanması mantık sınırı içindedir. Suçun nedenlerini ararken cevabı bireyden bağımsız bulamayız. Ayrıca toplumu da doğru okumalıyız. Suçu işleyen insan olsa da suça iten nedenler toplumun dinamiklerinde yatar. Bütüne, parçaları göz ardı etmeden bakmak ve uygun cevabı bulmaya devam etmek önemli ve gerekli bir konu olarak gündemimizde olmalıdır.

Sosyolojik faktörler çok çeşitlidir; genel geçer kurallara indirgemek, sürekli bir şeyleri göz ardı etmek anlamına gelir. İnsanların birbirinden farklı olması gibi insanların oluşturduğu sosyal çevre de farklıdır. Tek tip bir çevreden bahsetmek imkansızdır. Her biri bir başka yazının konusu olabilecek faktörler genel başlığı ile şu şekildedir: Sosyolojik teoriler, öğrenme teorileri, tanımlayıcı açıklama denemeleri  ve kontrol teorileri. Bu dört teorinin yanında ayrıca rutin aktiviteler teorisi sayılabilir. Burada ayrıntılı bir biçimde değinmek bu yazının konusu olmamakla beraber, çevresel etmenlerin suçlu davranışta ne kadar önemli bir yere sahip olduğu bilinmelidir. Kişi, büyüdüğü çevreden, gördüğü davranışlardan bağımsız değerlendirilemez. Suç oranının yüksek olduğu bir çevrede büyüyen bireyin suçlu olduğunu söylemek haksız bir söylem olsa da bireyin suçlu davranış eğiliminde bulunacağı imkansız değildir. Çünkü birey, bizzat büyüdüğü ortamda suçu kanıksamıştır. Bir kişinin suç işlemesi, diğerlerinin buna karşı çıkmaması da suçu zamanla normalleştirir. Bu ve benzeri nedenler çevre etmeninin ne kadar önemli olduğunu gözler önüne seriyor.

Biyolojik faktörler kişiyi bir organizma olarak ele alırken psikolojik faktörler kişinin hangi yönlerinin sorunlu olduğu konusunda psikolojik etmenlerden yola çıkar. Freud, sosyalleşme sürecinden geçmemiş bireyi potansiyel bir suçlu olarak görür, zira insanlar doğuştan bencildir. Bu “ben merkezli hareket tarzını sağlıklı bir sosyalleşme ile diğer insanlarla uyum içinde yaşayabileceği özellikleri kazanamaz, içinden gelen arzu ve istekleri bastıramazsa diğer insanlarla ve toplumsal kurallara çatışma yaşaması kaçınılmazdır”. Burada id, ego ve süperegodan bahsedilir. Suçluluk bu benliklerin kontrol edilememesi ile açıklanır. Psikolojik faktörlerde psikozlar, nevrozlar, psikopatlık, zeka geriliği, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı sayılır. Kişinin psikolojik rahatsızlıkları, suça neden olabilir. Aynı şekilde bedensel rahatsızlık psikolojik sorunlara neden olup suçlu davranışı tetikleyebilir. Bu faktörler, suçlu davranışı tetikleme konusunda önemlidir. Ceza yasalarında akıl hastalığı, alkol ve uyuşturucu madde etkisinde olma hükümleri düzenlenmiştir. Özellikle akıl hastalarının suç sonrası akıl hastalarına özgü güvenlik tedbiri ile kontrol altında tutulup tedavi edilmeleri önemli ve gereklidir. Ancak suç işlememiş akıl hastası bireyi suç öncesi güvenlik tedbirine maruz bırakmak kabul edilemez. Bu şekilde bireyin suçtan uzak tutulacağını söylemek kanunilik ilkesinin anlaşılmadığını göstermekten başka bir şey değildir.

Bu faktörler; iklim, fiziki coğrafya, beden yapılarındaki farklılıklar, genetik, beslenme şekilleri olarak açıklanır. Örneğin beden yapılarına bakılarak kişinin hangi suça meyilli olduğunun saptanabileceğini söylemişlerdir. “Suçluluk doğuştandır” gibi söylemler bir dönem oldukça rağbet görmüştür. Bilim insanları cezaevlerindeki suçluları karşılaştırarak ortak bir suç ve suçluluk kataloğu oluşturma gayretine girişmişlerdir. Bu konuda bir başka ilgi çeken konu Jukes ailesidir. Jukes ailesi, insanlardan uzak bir kayada yaşayan ve genelde kendi arasında evlenen bir ailedir. Yani suçluluğun genetik olup olmayacağı hakkında mükemmel fikirler vermeye oldukça elverişlidir. Dugdale, ailenin 709 kişisini araştırdı ve 77 suçlu, 202 fahişe ve 142 serserinin varlığını ortaya koydu. Peki bu veri suçluluğun genetik olduğunu mu gösterir yoksa aynı çevrede büyüyen, suçlu kişinin davranışını gören Jukes ailesinin kendi çevresinden etkilendiğini mi?

Suç etolojisi olarak bilinen suçun nedenleri konusu, kriminolojinin en önemli sorularından biridir. Ortada mevcut bir sorun bulunmaktadır, bu sorun suçlu davranıştır. Suçlu davranışın nedenlerinin bilinmesi suçun ortadan kaldırılması açısından büyük önem taşır. Ancak bu kolay bir iş değildir, zira çeşitli duygu ve davranışlardan oluşan insan aynı zamanda çevresinin etkisi altındadır. Pek tabi kalıtımın etkisi de her zaman merak konusu olmuştur. Bütün bunların ışığında insanın neden suç işlediğini araştıran Mannheim üç ana sınıflandırma yapmıştır. Bunlar: Fiziki, antropolojik, biyolojik; Psikolojik, psikiyatrik; Ekonomik, sosyal faktörler şeklindedir. Yazar Sümeyra Kastanbolu

Kişilerin kromozom yapıları incelenmiştir. Belli kromozomların yüksek ya da düşük olmasının sayıca fazla veya az olmasının suç işleme ile ilişkiliği olabileceği üzerinde durulmuştur. Örneğin; kadınlarda fazladan bir y kromozomunun bulunması halinde şiddet eğiliminin arttığı ve suça eğilim gösterildiği tespit edilmiştir. Erkeklerde de bu durum söz konusu olması şiddet eğilimini arttırır. İç salgı bezleri ve suçluluk arasında da bir ilişki olduğu öne sürülmüştür. Berman’ın “Kişiliği Düzenleyen Salgı Bezleri” adında bir eseri vardır. Berman, genel olarak iç salgı bezlerinin kişinin hareketliliği, saldırganlığı, içe dönük olması, seksüel eğilimler bakımından etkili olabildiğini ifade etmiştir.

Bir diğer araştırma konusu evlatlık çocuklarla ilgili olmuştur. Evlat edinilen çocuklar; biyolojik babalarının durumu ile ve evlat edinen babalarının durumu il bir arada değerlendirilerek biyolojik faktörlerin suça etkili olup olmadığı incelenir. Evlatlık olan çocuğun, mahkum olmuş bir biyolojik babasının olması durumunda suçlu olma ihtimalinin yüksek olduğu tespit edilmiştir. Hem biyolojik babanın hem de evlat edinen babanın suçlu olması halinde çocuğun suçlu olma ihtimali hayli fazladır. (Yaklaşık %75 üzerinde) Biyolojik babası suçlu olmayıp da evlat edinen babasının suçlu olması durumunda çocuğun suç işleme oranı yüksek görülmemiştir.

Dugdale, tarafından aileler üzerinde yapılan araştırma bilhassa önemlidir. 3 ayrı aile üzerinde yapılmış bir araştırmadır. Bu aileler, Juke, Zero, Kallilak. Bu 3 aile üzerinde soy ağaçları incelenerek araştırmalar gerçekleştirilmiştir. Bunun sonucunda araştırmacı, soya çekimin suça etkili olduğu sonucuna varabilmiştir. Bu aile bireylerinden pek azının suça karışmadığı, büyük bir kısmının suça karıştığı tespit edilmiştir. Soya çekim ve suç ilişkisi araştırılırken ikizler üzerine de incelemeler yapılmıştır. Tek yumurta ve çift yumurta ikizleri ayrı ayrı değerlendirilmiştir. Bunların kişilik özellikleri ve davranışları konusunda ortak yönler araştırılmıştır.

Sosyolojik görüşlerin özellikle dayanak noktası çevresel faktörlerin suça etkisinin ön planda olduğu düşüncesidir. Cezaevinde bulunan kişilerin belirli özellikleri olması cezaevi koşullarına bağlar. Özellikle atletik ve sportif yapılı görünüşe sahip kişilerin o zamanlar suça daha yatkın olduğu söylenirken günümüzde bu tamamen reddedilmiş, sporun suça engel olduğu savunulmaktadır. Cezaevinde de suçluların spor yapması teşvik edilmektedir. Genetik faktörler yani bedensel faktörler incelenirken bedensel yapılar incelenmiştir. Bunun yanında zeka düzeyi, aileler, soy ağaçları, çeşitli hastalıkların suça etkisi (örneğin böbrek üstü bezlerin az veya çok çalışması..) ikizler üzerinde incelenmiştir. Özellikle genetik faktörlerin incelenmesi sırasında ikizler ve aileler ön plana alınmıştır.

Kreschmer suçluları üçe ayırmıştır; 1.Piknik tipler: Kısa veya orta boylu, yuvarlak hatlı, geniş yüzlü kişilerdir. 2.Atletik Tipler: Sportif yapıda, uzun boylu, geniş omuzlu, gelişmiş bir beden yapısına sahip olan kişilerdir. 3.Astenik Tipler: İnce ve uzun boylu olup da sportif yapıda olmayan, çelimsiz görünen, ince yüz ve vücuda sahip kişilerdir. Kreschmer, bu beden yapılarına sahip kişilerin belli suç tiplerini işlemeye daha eğilimli olduklarını ifade etmiştir. Bu beden tiplerine sahip kişilerin aynı zamanda belirli karakter özelliklerine de sahip olduğu hakkında açıklamalarda bulunmuştur. Örneğin; piknik tipler; neşeli, canlı ve dışa dönük, sosyal kişilerdir. Astenik tipler, çekingen ve soğuk yapıda kişilerdir. Atletik tipler, genellikle saldırgan ve hareketlidir. Astenik tipler genellikle hırsızlık ve dolandırıcılık suçlarına eğilimlidir. Atletik tipler ise şiddet içeren suçları işlemeye eğilim göstermektedirler. Genel adabı ilgilendiren; cinsel suçlar, aile içi şiddet suçlarını işlemeye bu kişilerin eğilimli olduklarını söyleyebiliriz. Piknik tipler genellikle evrakta sahtecilik türünde suçları işlemeye eğilimlidirler. Yine dolandırıcılık, piknik tiplerin işleyebileceği suçlar arasında yer almıştır.

Şişman, kısa boylu olan kişilerin hırsızlık, dolandırıcılık, gibi suçlar işleyebilecekleri ya da belli dış görünüme yansıyan dövme gibi özelliklerin suça eğilimi göstereceği konularında tespitlerde bulunmaya çalışmıştır. Bu tespitler her ne kadar çok ses getirse de Goring birçok olgu ortaya koyarak bu araştırmaların gerçeği yansıtmadığını ileri sürerek karşı çıkmıştır. Kreschmer, Scheldon Yeni Lombrosocu teoriler ortaya çıkmıştır. Kreschmer; Beden Yapısı ve Kişilik adlı eserinde suçluları beden yapılarına göre gruplandırmaya tabi tutmuştur.

Suçun nedenlerini biyolojik faktörlere dayandıran görüşlere göre bazı çıkarımlar yapmak mümkündür; Suçlu kişilerin diğer, yani suç işlememiş kişilere göre biyolojik yapı itibariyle farklılık taşıdığını savunmuşlardır. Bu farklılık fizyolojik, genetik gibi faktörlere dayalı olarak ortaya çıkabilir. Kromozom anomalileri, akıl hastalığı şeklinde ortaya çıkabilir. Teorinin temeli Darwin’in evrim teorisine dayanır. Lombroso’nun özellikle cezaevinde yatan hükümlüler üzerinde yapmış olduğu bir çalışma vardır: bu kişilerin kafa tasları ve bedensel özelliklerini incelemiştir. Belli bazı bedensel özelliklere ve kafatası yapısına sahip kişilerin suça eğilimli olduğu, hatta suç tipleri arasında da ayrım yapılabildiği şeklinde çıkarımlarda bulunmaya çalışmıştır. Düşük omuzlar, geniş alın yapısı, büyük ağız, kalın dudak gibi bazı genellemelerle çok sayıda suçlu üzerinde yapılan incelemelerle bazı sonuçlara ulaşılmıştır. Hooton Bedensel yapı ve kafatasının suç işleme ile ilişkisi hakkında araştırmalar yapmıştır. Genellikle uzun boylu ve zayıf olanların şiddet içeren suçları (kasten öldürme, adam yaralama, yağma vs. ) işleyebilecekleri tespit edilmiştir.

Lombroso; “Suçun Nedenleri ve Suçla Mücadele” adlı eseri vardır. Bu eserde Lombroso özellikle biyolojik faktörlerin ve diğer temel faktörlerin suçla ilgili olabileceğini saptamaya çalışmıştır. Quetelet, suç istatistiği yöntemini kriminolojide kullanan ilk kişidir. Özellikle iklimlerin suça etkisi konusunda açıklamaları vardır.

Fiziksel ve antropolojik nedenler de bu teori içerisinde değerlendirilir. Coğrafi özelliklerin insan biyolojisi üzerinde etkili olduğu, suça neden olabileceği öne sürülmektedir. Suçluluk; iklim, mevsimler, doğal kaynaklar, yerleşim alanları gibi faktörlere dayalı olarak açıklanmıştır. Örneğin; deniz kenarında yaşayan insanlarda dağlık bölgelerde yaşayan insanlar karşılaştırılmıştır. Akdeniz iklimi ile kutup iklimi şartlarında yaşayan insanlar karşılaştırılmış ve bazı çıkarımlar yapılmaya çalışılmıştır. Soğuk ülkelerde malvarlığına karşı işlenen suçlar fazlayken, sıcak ülkelerde kişilere karşı işlenen suçların daha yaygın olduğu araştırmalarla tespit edilmiş.
Suçun nedenleri konusunda birçok teori ortaya atılmıştır. Tek bir teori çerçevesinde suçun nedenlerinin belirlenmesi ve önlenmesi mümkün değildir. Suçun nedenleri bilinmeden de genel olarak bir suç önlemesi mümkün olamaz.

Kriminoloji sadece işlenilen suçun nasıl işlendiğini değil aynı zamanda bu suçun hangi nedenlerden dolayı incelemeler yaparak toplumun yararına çalışmaktadır. Bir suçun işlenmesi, sadece suçluları içeri atmakla bitmesi gereken bir süreç olarak görülmemelidir. Aynı zamanda suçluların bu suçu hangi nedenlerle işlediğini araştırarak bundan sonra bu gibi suçların önüne geçilmesi için ne gibi önlemler alınmasını araştırır.

Yeni bir bilim olmasının yanında, toplum ve insan kaynaklı bir bilimdir. Bu nedenle, diğer sosyal bilim alanlarında olduğu gibi, kolayca tek bir nedene indirgenemez, kavranamaz ve çok karmaşıktır. Kimi zaman kişiden kişiye, kültürden kültüre, toplumdan topluma ve coğrafi ortamdan başka bir coğrafi ortama göre değişebilir. İşte bu nedenden dolayı, bazen buğulu bilgiler de ortaya çıkarabilen bir disiplindir. Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki, kriminolojinin net ve kısa bir tanımı yoktur. Kriminolojinin anlamı üzerinde birçok tartışma ve görüşler mevcuttur. Bu konuyla ilgili doktrinde herhangi bir görüş birliği de yoktur. Genel olarak yapılan kısa tanımları; “suç ve suç ile ilgili unsurların bilimsel yöntemlerle incelenmesi, “suç olgusunun incelenmesi” ya da “suç olgusuna ilişkin bilim, suç bilimi” şeklindedir.

Suç incelemesinde toplumlar ve tek tek insanlar konu edilmektedir. Suç ile ilgilenen her bir bilim dalı, suçu kendi perspektifi ile kendi bilimsel dairesinde açıklamaya çalışır ve bilimsel disiplin gereği olarak da diğer bilimlerin alanına giremez. Hâlbuki sosyal olaylar ve insan tek bir alanla ve nedenle açıklanamayacak kadar karışıktır. Bundan dolayı suç unsurunu sadece tek bir bilim alanı ile bütünlüklü olarak izah etmek mümkün değildir. Bu nedenle de kriminoloji, çok geniş bir yelpazede gözlem yapmayı ve disiplinler arası çalışmayı gerektirmektedir.

Kriminoloji, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra ortaya çıkan bir bilim dalıdır. Diğer bilimlere nazaran çok yenidir ve onlarla kıyaslandığı zaman çok sayıda araştırmaya ihtiyaç duyduğu ortaya çıkar. Kriminoloji birçok farklı disiplinle (interdisciplinary) çalışma yapan bir bilim dalı olmakla beraber, psikoloji, biyoloji, sosyoloji, psikiyatri, tıp, antropoloji, istatistik, ekoloji, adli bilimler, hukuk, eğitim ve ekonomi gibi çok sayıda bilim dalından kazanılan bilgileri kaynak olarak kullanır ve tüm bunların sentezini yapan üst bilim özelliğindedir.
Kriminoloji; Yunanca “bilim”, Latince “suçlama” (crimen) kavramlarından oluşmuş ve “suçbilim” olarak çevirisi yapılabilecek bir kavramdır. Türkçe karşılık olarak da “Suç Bilimi” anlamına gelir ve sözlüklerde de “suçları ve suçluları inceleyen bilim dalı, suçbilim” olarak yer alır. Suçla ilgilenmek ve suç hakkındaki fikirler çok eski dönemlere kadar dayanmaktadır. Criminologie (Kriminoloji) kavramını ilk kez Paul Topinard’ın (Fransız hekim) 1879 yılında kullandığı varsayılır. Kriminoloji adında ilk eser ise 1885’de Raffaele Garofalo’nın (Ceza Hukuku Profesörü) “Criminologia” adlı kitabının yayınlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Böylece Kriminoloji kavramı kayıtlara girmiştir. Bazı kesimlerce kriminolojinin doğum yılı olarak “1876” kabul edilir. Bunun nedeni ise Cesare Lombroso’nun cezaevinde bulunan suçlular hakkında yaptığı araştırmaları içeren ve içerik olarak da çok büyük bir devrim yaratan “Suçlu insan” kitabın yayınlanmasıdır.

Kimya bilimi incelendiği maddelere göre inorganik ve organik olmak üzere kimya olmak üzere iki ana dala ayrılır. İnorganik kimya, karbonu içermeyen tüm kimyasal bileşimleri ve cansız maddeleri inceler. Karbonik asitin oksitleri, metal bağlantıları ve tuzları da inorganik kimyanın incelenme alanı içindedir. Organik kimya karbon bağlantılarının tümüyle ilgilenir. Organik kimyanın uygulama alanı son derece geniştir. Bu nedenle organik kimya kendi içinde de Alifatik Kimya, Aromatik Kimya, Albümin Kimyası, Büyük Molekül Kimyası, Şeker Kimyası gibi dallara ayrılmıştır. Uygulama alanı bakımından kimya analitik, sentetik ve preparatif olmak üzere üç ana dala ayrılır. Analitik Kimya maddelerin ya da madde bileşimlerinin ve bilinmeyen maddelerin tanınmasıyla ilgilenir. Sentetik Kimya karmaşık bağlantıları kimyasal yoldan oluşturmaya çalışır. Preparatif Kimya ise maddeyi içinde bulunduğu bağlantılardan ayırarak elde etmeye çalışır. Bu dalların yanı sıra kimya, uygulama kimyası ve kuramsal kimya olmak üzere iki ana dala daha ayrılır. Kuramsal kimya ,kimyasal olayların yasalarının oluş biçimlerini inceler. Uygulama kimyası, kimyasal buluşları uygulama alanına sokar.

Kimya maddenin nitelik ve özelliklerini, yapısını, bileşimindeki değişiklikleri, çeşitli şekillere dönüşmesini, ayrı ayrı maddelerin birbirine etkisini inceleyen ve elde edilen sonuçları yasalarla bağlayan bilim dalıdır. Kimya bilimi tarihsel süreç içinde bakır ve kalayı gümüş ve altına çevirmeye çalışan simya biliminden doğmuştur. Kimyanın konusu olan madde, fiziğinde konusu olmakla birlikte, fizikle kimya arasında yöntem değişikliği vardır. Fiziğe göre cisimle madde arasında fark yoktur. Kimya ise cismi maddeden ayırır. Demir, taş, toprak, hava, su vb. her şey maddedir. Bunlardan yapılan her şey de cisimdir. Örneğin: demir boru, kurşun levha, taş kabartma, toprak testi vb.

Farmakoloji bir temel bilim dalı olarak sağlık ve hastalık halinde çeşitli fonksiyonların anlaşılması ile ilgili önemli kavramlara yardımcı olur. Araştırmalarda ve teşhis gayesi ile de ilaçlar kullanılmaktadır. İyi bir farmakoloji bilgisine sahip olan hekim piyasada bulunan ve hergün reklamları yapılan binlerce ilaçtan hangisini kullanacağını iyi değerlendirecektir. Her ne kadar farmakoloji bütün hayvan türlerindeki ilaç tesirleri ile ilgilenirse de insandaki farmakolojik tesirler ile meşgul olan klinik farmakolojiye karşı tıpta artan bir ilgi söz konusudur. Klinik farmakoloji yeni ilaçların faydasının, kuvvetinin ve zehirlilik derecesinin bizzat insanda tayini için ilmi metodlar ortaya koyar.İyi bir tıbbi pratik için lüzumlu olan farmakoloji bilgisi yalnız klinik farmakoloji bulgularını ihtiva etmeyip, ilaç etkilerinin tam bir şekilde anlaşılması için lüzumlu olan ve genellikle hayvan deneylerinden çıkarılan genel prensip ve kavramları da ihtiva eder. Bu prensip ve kavramlar olmaksızın akılcı bir tedavi mümkün değildir.

En meşhur İslam nebatatçısı İbn’ül Baytar, hayvani ve madenileri hariç, 1400’den fazla nebati ilacın ismini, madde ve reçeteleriyle kullanılış tarzını ifade eden eserini yazdı. Bu eser devrinin bütün farmakoloji malzemesini ihtiva ediyordu. Batıda Bizans ve diğer batılı alimlerin faydalandıkları bütün kaynaklar bu eserin etrafında dönüp dolaşır. Kimyayı şuurlu bir şekilde tıbbın hizmetine sunan Er-Razi’dir. Batıda bu ancak Paracelsus ile gerçekleşmiştir. Er-Razi sentetik yollarla elde ettiği cevherleri, tababette kullanmadan önce hayvanlar üzerinde denedi. Böylece cıva bileşikleri ilaç olarak geliştirildiler. Hayvan tecrübeleri anestezi için afyon ve haşhaş farmakolojisini geliştirdi.

Farmakolojinin tarihi gelişimi: Farmakoloji tarihinin ilk dönemi çok eski çağlara kadar uzanır ve ilaç hammeddelerinin kullanılmasına dair basit müşahedelerle karakterizedir. İptidai devirlerde yaşayan insanların dahi hastalıklarla ilaçlar arasında münasebetler keşfedebilmiş olması ilgi çekicidir. Tarih boyunca ilaçların kullanımı o kadar yaygın olmuştur ki 1894’te Sir William Osler “İnsan ilaca karşı doğuştan şiddetli bir arzuya sahiptir.” demiştir. Elde olan belgelerden farmakolojik konusunda Müslümanlar tarafından çok ciddi çalışmaların yapıldığını anlıyoruz.Müslümanlar Yunanlıların şiddetli yan etkiler meydana getiren ilaçlarını, portakal, limon suları, menekşe kökleri ve diğer başka ilavelerle hafiflettirirlerdi. İbn-i Sina, Galen’in karışık ilaç terkipleri yerine birkaç misli daha zararsız ve basitlerini yaptı. İbn-i Sina’nın Kanun adlı kitabında istisnasız tamamı batı botanik ve eczacılığına geçmiş olan 780 ilaç belirtilmiştir.

Toksikoloji: Zehirler ve zehirlenmelerle uğraşır.Her ne kadar toksikoloji farmakolojinin özel bir yönü ise de çeşitli sebeplerden ötürü ayrı bir dal olarak gelişmiştir. Toksikolojinin özel teknikleri adli tıpta ve halk sağlığı konularında büyük önem taşır.

Farmakodinami: İlaçların tesirlerini ve canlı organizmaların ilaçlara olan tepkilerini inceler.Kimyasal maddelerin tesir tarzına ağırlık verilmesi, farmakolojiyi diğer bazı temel tıp bilimlerinden ayırt ettirir.Tıpta kullanıldığı gibi farmakoloji, esas itibariyle farmakodinami ile aynı anlama gelmektedir. Kemoterapi: İnsan vücuduna zarar vermeden, zararlı mikroorganizmaları veya kanser hücrelerini tahrip etmek için kullanılması manasına gelir. Farmakognozi: Diğer adıyla “materia medika” denilen bu bölüm, ilaç hammaddelerinin özellikleri ve teşhisiyle ilgilenir. Bu alt bilim dalı doktorların ilaçlarını bizzat vermeye, hatta hazırlamaya mecbur oldukları zamanlarda önemliydi.

İlaçların tesirlerini ve özelliklerini veya daha geniş manada ilaçlarla canlılar arasındaki etkileşimi inceleyen ilim dalı. Farmakoloji, biyolojinin bir dalı olup, diğer dallarla, özellikle fizyoloji ve biyokimya ile yakından ilgilidir. Biyolojinin çeşitli disiplinleri arasında birbirlerinin sahasına önemli taşmalar olmasına rağmen, ilaçlar ve ilaç tesirleri hakkındaki geniş bilgilerin, ilmi bir şekilde incelenmesi esas olarak farmakolojinin konusudur. Farmakolojinin özel maksadı, kimyasal maddelerin biyolojik fonksiyonlarını tespit etmek ise de, farmakoloji, canlı organizmalar hakkındaki bilgiye de önemli hizmetlerde bulunur. Hayat hadisesinin anlaşılması ile alakalı olan bu hizmet, genel olarak biyolojik ilimler için ve hususen de hekimlik mesleği için büyük önem taşır.

Farmakoloji bilimi kendi içinde çeşitli bölümlere ayrılır. Bunlardan bazıları: Farmakokinetik: İlaçların, canlıda emilim, dağılım, metabolizma ve atılımını (ıtrah) inceleyen bilim dalıdır.
Farmakodinamik: İlaçların, canlılardaki fizyolojik, biyokimyasal etkileri ve etki mekanizmalarını inceleyen bilim dalıdır. Farmakoterapi: İlaçların, hastalıkların profilaksisi ve tedavisinde kullanılmasını inceleyen bilim dalıdır.
Moleküler farmakoloji: Canlıda biyolojik sistemlerle ilaçlar arasındaki fizik ve kimyasal etkileşmeleri moleküler düzeyde inceleyen bilim dalıdır. Biyokimyasal farmakoloji: İlaçlar ile enzimler arasındaki etkileşmeleri inceleyen bilim dalıdır.
Klinik farmakoloji: Yeni ilaçların bulunması ve geliştirilmesi amacıyla deney hayvanlarında incelenmiş kimyasal maddelerin; normal ve hasta insanlarda uygulanmasını ve sonuçların değerlendirilmesini inceleyen bilim dalıdır.
Farmakoloji, Yunanca ‘’pharmacon’’ (ilaç) ve ‘‘logia’’ (bilgi) kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur. İlaçların kaynaklarını, kimyasal ve fiziksel özelliklerini, vücuda alınışlarını, etkilerini, etki şekillerini ve hastaya verilecek hale getirilme yöntemlerini araştıran bilim dalıdır

Artık araştırmacılar zekâya katkıda bulunan genleri arıyorlar. Birkaç yıl önce, oldukça fazla belkide binlerce genin küçük etkisinin olduğunu öğrenmiştik. Yüzbinlerce birey üzerine yapılan güncel çalışmalar ise; insanlar arasındaki zekâsal farklılıkların %5’inin genlerle açıklanabileceğini ortaya koyuyor. Bu iyi bir başlangıç, fakat %50 tahmininden hala çok uzak. Bir başka ilginç bulgu ise; zekâ ölçümlerindeki genetik etkinin bebeklikte %20 iken, çocuklukta %40 ve yetişkinlikte %60’a kadar çıktığını gösteriyor. Bu durumun muhtemel bir açıklaması; çocukların genetik eğilimlerini tamamen geliştirmede deneyimler arıyor olması olabilir. DNA’dan kaynaklanan bilişsel potansiyeli öngörme yetisi mükemmel bir fayda sağlayacaktır. Böylelikle; bilim insanları, gen, zekâ, beyin ve aklı birbirine bağlayan gelişim yollarının bir haritasını çıkarmayı deneyebilirler. Pratik sonuçları açısından bakarsak; Down Sendromu gibi zihinsel engelliliğe sebep olan kromozomal ve tek genle alakalı hastalıkların olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, zihinsel engelin ortaya çıkmasına katkı sağlayan diğer genlere dair bulgular bu bilişsel zorlukları engelleme ya da en azından iyileştirme noktasında bizlere yardımcı olabilir.

Beyin gelişiminin günümüzdeki önde gelen kuramı olan seçilim kuramı, gelişim sırasında rastgele büyüme ile sinirlerin rastgele bağlantılar kurduğunu söyler. Sinirsel gelişim sırasında, dışsal bilgiler tarafından güçlendirilen bağlantılar kalıcılaştırılırken, diğerleri bozulur ve yiter. Ama bağlantılar, deneyim ile kalıcılaşmadan önce rastgele biçimde oluşacaklardır. Bu tür bir sinirsel gelişim, biyolojik ve anatomik olarak doğal olan, ancak genetik ya da çevresel olmayan anlama yetisi farklılıklarına yol açabilecektir.
Büyümenin gerçekleştiği çevreyi belirlemeden, “Hangi genotip en iyi büyümeyi sağladı?” sorusunu sormak olanaksızdır. Belirli bir genotipe sahip organizmaların fenotipini, çevrenin fonksiyonu olarak veren grafiklere “reaksiyon normları” denir. Bir genotip, gelişimin eşsiz bir ürününü belirlemez; farklı çevrelerde farklı gelişim ürünleri örüntüsü veren bir reaksiyon normunu belirler. Richard Lewontin
Genler azımsanmayacak farklılıklar oluşturur ancak hikâyenin tamamı bu değildir. Genler; insanlar arasındaki bütün zekâ farklılıklarının neredeyse yarısından sorumludur, dolayısıyla diğer yarısı genetik farklılıklardan değil, çevresel etmenlerden etkilenir. Bu %50’lik tahmin ise ikiz çocuk, evlat edinilen çocuk ve DNA çalışmalarının bir sonucudur. Evlat edinilen çocuklar ile evlat edinen ebeveynlerin zekâsal düzeyde birbirine benzemediklerini biliyoruz.

Bilim insanları yüz yıldan fazla bir süredir bu sorunun cevabını araştırıyorlardı, cevap ise açık: İnsanların zekâ testlerinde elde ettikleri skorların farklılığı önemli oranda genetik farklılığın bir sonucu. Herhangi birisinin zekâsı; örneğin, çocuklukta yaşanan bir hastalıktan kaynaklı genetik potansiyelini kaybedebilir. Burada genetik ile; DNA aracılığıyla bir nesilden bir sonraki nesile geçen farklılıkları kastediyoruz. Fakat, hepimizde de 3 milyar DNA bazımızın %99.5’i ortaktır, bu yüzden yalnızca 15 milyon DNA farklılığı bizi genetik olarak diğer insanlardan ayırır. Ve hatırlatmakta fayda var ki; zekâ testleri; bilişsel yeti ve okullarda kazanılan bilginin çok çeşitli ölçümlerini içerir. Zekâ, daha uygun bir ifadeyle genel bilişsel yeti, bir kişinin çok çeşitli testlerdeki performansının yansımasıdır.

Kadında yumurtalık, böbrek üstü bezleri ve adrenal kortekste az miktarda testosteron üretilmektedir. Genetik sebeplerden dolayı bazen testosteronun miktarı artabilmekte ve bu da kadının karakterinde değişikliklere sebep olmaktadır. University College London tarafından yapılan araştırma, testosteron miktarı arttıkça kadınların daha bencil, daha inatçı, olduğunu ortaya çıkardı. İki kişilik gruplardan oluşturulan kadınlara çeşitli günlerde çeşitli dozlarda testosteron hormonu verilerek yapılan araştırmada yüksek dozda testosteron tabletleri verildiği günlerde kadınların daha inatçı, kendi fikrini kabul ettirmede daha ısrarcı dominant bir karaktere büründükleri, düşük placebo tabletlerin verildiği günlerde ise birlikte karar verme ve daha kooperatif davranma eğiliminde oldukları gözlendi.

Serotonin de dopamin gibi beyinde etkili görev yapan bir hormondur, eksik veya fazla olması karakter oluşumunu etkiler. Serotonin en bilinen etkileri insana mutluluk, canlılık ve zindelik hissi vermesidir.
Serotonin aşırı düşük olduğu hallerde keyfsiz, tepkisiz, intihara, şiddete eğilimli, normalin üzerinde olduğu durumlarda ise aşırı titiz, aşırı düzenli ve aşırı evhamlı bir ruh hali görülür. Kişinin sosyal statüsüne göre beyindeki serotonin yükselir. Kolesterolün düşük olması durumunda hücre plasma membran akışkanlığı bozulur ve serotoninin hücreye girişi engellenir. Kolesterolün aşırı düşük olması da serotonin eksikliğinde olduğu gibi saldırgan, kavgacı, agresif ve kontrol edilemeyen kişilik bozuklukları gibi semptomların görülmesine sebep olur. Erkek çocukları üç nesildir gangster olan Hollandalı aile ile yapılan bir genetik çalışmada ailenin erkeklerinde monoamine oxidase A geninin değişik bir versiyonu bulundu ve bu değişik versiyonun kodladığı monoamine oxidase hormonunun da kanda kolesterol seviyesini düşürdüğü tespit edildi. Kolesterolün serotonin üzerindeki bu indirekt etkisi beyinde serotonin seviyesinin düşmesine ve buna bağlı olarak kişinin mutsuz, doyumsuz, agresif ve suç işlemeye eğilimli bir ruh haline bürünmesine sebep olur.

Dopamin, vücutta kalp atışı ve kan basıncını düzenleme gibi görevlerinin yanı sıra beynin ödüllendirme sisteminde de önemli rol oynar. Ayrıca beyinde dopamin miktarının düşmesi, hareketlerin kontrolünün zorlaşmasına sebep olur. Bu durumun uzun süre devam etmesi halinde ise Parkinson gibi ağır hastalıklar da ortaya çıkabilir.

11.kromozomda 1360 harf uzunluğunda DRD4 adında bir gen bulunmaktadır. Bu gen Dopamin adında bir protein kodlar ve bu kodlanan protein dopamin reseptörleri tarafından yakalanır ve o andan itibaren sinir hücrelerinde elektriksel sinyaller başlar ve ardından bu sinyaller bir dizi kimyasal sinyallere dönüşür. Fazla dopamin maceracı yapıyor.. DRD4 geninin ortalarında 48 harf uzunluğundaki bir bölgenin içinde kişiden kişiye değişen 2 ile 11 tekrarı(repeats) olan bir dizilim bulunur (VNTRs: variable number tandem repeats). Genin bu bölgesindeki tekrar sayısı ne kadar fazla ise reseptörlerin dopamin yakalama kabiliyeti o kadar yüksek olur ki, bu da dopaminin beyinde artmasına ve kişinin motivasyonunun yükselmesine sebep olur. Çok yüksek motivasyon bir süre sonra kişinin her şeyden çok çabuk sıkılmasına ve yeni maceralara yönelmesine sebep olur. Tekrar sayısı azaldıkça beyindeki dopamin miktarı da azalır ve dopamin miktarındaki bu azalma kişinin mutsuz bir ruh haline bürünmesine hatta depresyona girmesine sebep olur.

Vücudumuzda değişik genler tarafından kodlanan yüzlerce değişik protein ve hormon görev yapmaktadır, bunların yapısı ve miktarı değişik karakterlerin oluşmasına sebep olabilmektedir.

Uysal, agresif, kriminal, neşeli, üzgün, ihtiyatlı, maceracı, kendine güvenli, kötümser, iyimser, utangaç, sessiz, gürültücü, inatçı… Karakter oluşumunda birçok etkenin rol oynadığı bilinmektedir. Elbette ki karakter oluşumunda aileden ve okuldan alınan eğitimin, içinde yaşanılan kültürün, arkadaş çevresinin etkisi yadsınamaz ama bütün bunlar var olan genetik etkinin çevre tarafından rötuşlanmış halinden başka bir şey değildir. Örneğin genetik yapısı kriminaliteye yatkın birisinin suç profili, eğitimsiz, güvenden yoksun bir ortamda, adam öldürme soygun, gasp gibi ağır kriminal olaylar olabilirken, varlıklı bir ortam, iyi bir eğitimle bu suç profili şantaj, tehdit, genel adaba aykırı davranışlar, agresiflik gibi kısmen daha hafif sayılabilecek suçlara dönüşebilmektedir.
https://youtube.com/watch?v=0Q8OYz02shA
Yeni nesil dizileme teknolojisi ve biyoinformatik, kişisel kanser tedavisinde devrim niteliğinde potansiyeli olan geniş bir araştırma alanı açtı. Bu alanın daha da geliştirilmesi, klinik karar vermede kullanılabilecek genom değişiklikleri hakkında gerçek zamanlı bilgiye ihtiyaç duymakta ve sağlam bir veri altyapısı, dizileme teknolojisinde sürekli iyileştirme, analitik araçların geliştirilmesi ve hedef ilaç odaklı preklinik ve klinik denemeler gerektirir. Sonuçta, yeni nesil dizileme ve biyoinformatik verileri, tedaviyi bireysel tümörlerde dinamik genom değişikliklere uyarlama konusunda klinisyenlere rehberlik etme potansiyeline sahiptir.

Dünyanın her yerindeki birçok kanser merkezi kendi kurum içi platformlarını geliştirmiştir. Örneğin, Memorial Sloan Kettering (MSK) Kanser Merkezi, 468 kansere bağlı genlerde yapısal yeniden düzenlemede tüm protein kodlama mutasyonlarını, kopya numarası değişikliklerini, seçilen promotör mutasyonlarını tespit edebilen hibridizasyon yakalama bazlı bir NGS paneli olan MSK-IMPACT (Kanser Hedeflerinin Entegre Mutasyon Profili) geliştirmiştir. 2017 yılında, MSK-IMPACT testi ABD Gıda ve İlaç İdaresi (FDA) tarafından tümör profili için onaylandı. MSK-IMPACT bugüne kadar 20.000’den fazla kanserli hastayı tümörlere ayırmıştır. MSK-IMPACT kullanan 10.000’den fazla hastadan gelen tümörleri sıralayan yeni bir çalışmaya göre, hastaların yaklaşık %37’sinde en az bir gen mutasyonu vardı ve %11’i genetik değişikliklerini doğrudan hedef alan tedavilere yönlendirilebiliyordu. FDA ayrıca küçük hücreli olmayan kolon kanserinde gen mutasyonlarını hedefleyen Oncomine Dx Target testini onayladı. Bu test EGFR mutasyonları, BRAF mutasyonları veya ROS1 füzyonları olan küçük hücreli olmayan kolon kanseri hastaları için belirli ilaçların seçimine yardımcı olmak için bir tanı aracı olarak kullanılır.

Önceden tasarlanmış panel, en yaygın mutasyona uğramış genleri veya çeşitli kanserlerde harekete geçebilecek genleri kapsar. Öte yandan, spesifik olarak belirlenmiş veya tümöre özgü mutasyonda bulunan genleri araştırmak için özel paneller veya tümöre özgü önceden tasarlanmış paneller geliştirilmiştir. TP53 mutasyonları çeşitli kanserlerde geniş çapta tanımlanırken, bazı gen mutasyonlarının çoğu farklı kanserler arasında farklı tanımlanır. Örneğin, kolon kanseri için KRAS, NRAS ve BRAF mutasyonlarının genetik testi, diğer yandan akciğer kanseri için EGFR, KRAS, BRAF ve HER2 mutasyonları ve ALK, RET ve ROS1 füzyonları için gereklidir. Yapılan çalışmalar, gen mutasyon profillerinin farklı histolojik kanser alt tiplerinde bile farklılık gösterdiğini bildirmişlerdir. Bu nedenle, kişiye özgü ve hedefe yönelik tedavide gen mutasyonlarını belirlemek için her hasta için uygun dizileme panelini seçmek gerekir.

Kanser hastalarının genomuna dayanan bir tedaviyle eşleştirmek için dizileme sonuçlarının kullanılmasıyla, hastaların sağkalımı ile ilgili faydalı sonuçlar göstermiştir. Tsimberidou ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada, tümör mutasyonlarına uygun bir tedavi verilen ileri kanser hastalarında, tedavi başarısızlığı süresi 2,2 ile 5,2 ay arasında ve sekans eşleştirme tedavisi almayan hastalara kıyasla sağkalım 9 ile 13,4 aya kadardır. Benzer şekilde, Radovich ve arkadaşları DNA mutasyonlarına, kopya sayısı değişikliklerine veya mRNA seviyelerine uygun tedavileri olan hastaların sağkalımlarının, eşleşmeyen tedavi alanlara göre daha yüksek olduğunu bildirmiştir.
Yeni nesil dizileme panelleri, tek bir araştırma ile aynı anda birden fazla geni verimli, hızlı ve doğru bir şekilde hedefleyebilir. Ek olarak, bu paneller hem tümör hem de normal dokunun klinik örneklerini veya sadece tümör dokusunu kullanır. Kapsamlı biyoinformatik yoluyla tümörlerde gen mutasyonlarını, sayı değişimini ve gen füzyonlarını belirler.

NGS teknolojileri birçok alanda bilim insanlarına daha iyi kalite ve nicelik olanakları sunar. NGS ve hazırlama teknolojilerindeki birçok yeni yöntem ortaya çıkmıştır ve çıkmaya da devam edecektir. Ancak en önemli kullanım alanlarından birisi onkoloji-patoloji bilim dallarındadır.
Yeni nesil dizilemenin (NGS) hızı, doğruluğu ve artan satın alınabilirliği, bir kişinin hastalığını yönlendiren moleküler değişikliklere dayanan tedavi tasarlamayı içeren bir yaklaşımın ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur. NGS’nin onkolojide, hekimlerin hastalarının tümörlerini, tümörün büyümesini yönlendiren genetik değişiklikleri hedeflemek için tasarlanan tedavilerle eşleştirmek üzere kullanımıdır.
Bazı çalışmalar, NGS’nin kanser hastalarında klinik olarak mutasyonları belirlemede faydasını göstermiştir. Örneğin, uluslararası bir veri paylaşım konsorsiyumu olan Genomics Evidence Neoplasia Information Exchange (GENIE), dizileme işlemine tabi tutulan tümörlerin %30’unun mevcut bir hedefe yönelik ilaçların kullanımı ile tedavi edilebilecek bir mutasyonun varlığını göstermiştir.

Yeni nesil dizileme (NGS), dizilişe çok farklı bir yaklaşımdır. Bütün genom dizilimi, ekzon dizilimi, DNA-protein ve RNA dizilimi dahil geniş bir uygulama dizisini ifade eder. Sanger dizilemesinden daha hızlı ve ucuzdurlar, otomasyona elverişlidirler. Yeni nesil dizilimi kapsayan yöntemler çok hızlı bir şekilde gelişmektedir. Ancak şu anda büyük ölçüde, polony dizilimi, pyrosequencing, boya dizilimi (Illumina) ve ligasyonla dizilimi (Applied Biosystems) içerir.
NGS için pek çok uygulama var ve sürekli olarak yeni yöntemler geliştiriliyor. NGS uygulamaları için birkaç sınıflandırma vardır. Bunlar;

(1) Araştırmacılar, bilinmeyen organizmalardan yeni bir genom oluşturmak için kendiliğinden oluşan bir dizi birleştirme yöntemi kullanırlar. Bu kendiliğinden oluşan genom düzeneği “assembler” olarak adlandırılan bir alet gerektirir. Genom dizisi oluşturmak için bölgeleri üst üste gelecek şekilde hizalayarak yapboz gibi parçalanmış DNA okumaları bir araya getirilir.
(2) Mevcut bir referans genomu olan bir organizmadan genetik çeşitliliği tanımlamak için DNA dizilimi, RNA dizilimi ve epigenom dizilimi yapılabilir. DNA dizilimi durumunda, bütün genom NGS teknolojilerinde mevcuttur. Araştırmacılar, dizileme sonuçlarını referans genomlarla karşılaştırarak yapısal değişimleri, kopya numarası değişimlerini ve genetik değişimleri saptayabilirler.
(3) Dizilim ile transkriptom sonuçlarını analiz etmek için RNA’dan tamamlayıcı DNA’yı sentezlenir. NGS platformları için piyasada RNA hazırlama kütüphane kitleri vardır. RNA dizilimi, araştırmacıların RNA, gen füzyonu, mutasyonu incelemesini sağlar.
(4) Genomun düzenleyici mekanizmaları için, ChIP-Seq, transkripsiyon faktörlerinin bağlanma yerleri gibi protein-DNA etkileşimlerini analiz etmek kullanılan bir yöntemdir. ChIP-Seq, canlı hücrelerde proteinlerin bağladığı DNA bölgelerini zenginleştirmek için ilgilenilen proteinler için antikorlar gerektirir. Birçok araştırma makalesi, genom çapında düzenleme ağlarını göstermek ve tahmin etmek için biyoinformatiğe dayalı ChIP-Seq’i kullanmıştır.
(5) NGS teknolojileri, mikrobiyal ekoloji bilim adamlarının, çevresel örneklerden gelen genetik materyalleri muazzam bir ölçekte incelemelerine izin veriyor. Bilim adamları çevresel örneklerden çıkarılan DNA’yı kullanabilirler.

Yakın zamana kadar çoğu rutin sekanslama Sanger yöntemi kullanılarak yapıldı (birinci nesil sekanslama). Sanger sekanslama, sekans verileri oluşturmak için DNA polimerazın doğal özelliklerini ve aynı zamanda modifiye dideoksinükleotitleri kullanır. Sanger dizilimi teknikleri, DNA ve RNA’dan dizileme verisi üretebilir. Hemen hemen her genomik hedef hakkında epigenetik bilgi sağlayabilir. Bununla birlikte, Sanger dizilemesinin modern klinik pratikte uygulanmasını engelleyen temel sınırlamaları vardır. İnsan genomunun ilk dizilişinde kullanılan bu yöntem basit ve güvenilirdir. Ancak nispeten küçük uzunluktaki DNA’ların sıralı dizilişinde öncelikle kullanılır. Sanger dizilimi, reaksiyon başına yalnızca bir hedef üzerinde gerçekleştirilebilir. Bu hedef, maksimum yüzlerce nükleotit boyutuna sahiptir. Geniş bir hedef yelpazesinde büyük miktarda dizi bilgisi oluşturmak son derece zaman alıcıdır. Ayrıca, Sanger diziliminin duyarlılığı, tümör örneklerinde DNA değişimlerini tanımlamak için genellikle yetersizdir. Bu sınırlamalar daha hızlı, daha hassas ve daha kapsamlı dizileme ihtiyacını ele almak için yeni teknolojilerin geliştirilmesine yol açtı. Bu “yeni nesil dizileme” metodu yani “next generation sequencing (NGS)” yenilikçi laboratuvar tekniklerinin ve biyoinformatik hesaplama gücünün kombinasyonuna dayanır.

Klinik genetik, kalıtsal bir hastalığı teşhis etmek için DNA değişimlerini tanımlamaya ve genetik kökenli muhtemel fenotipleri açıklamaya dayanır. Giderek artan şekilde tıbbi onkoloji, somatik değişimleri veya tümörlere özgü dizileme değişimlerini tanımlamak için sekanslamayı kullanır. Somatik değişimlerin varlığı veya yokluğu klinisyenlere hastalığın seyri hakkında bilgi verebilir ve hatta tanıya yardımcı olabilir. Ayrıca, somatik değişimlerin belirlenmesi, birçok ilacın bu spesifik değişimlere, genlere veya metabolik yollara yönelik olması nedeniyle tedavi seçeneklerini önemli derecede etkiler.

Genetikte, dizileme (sekanslama) işlemi bir nükleik asit molekülünün sıralı olarak yapısının ortaya konmasıdır. Yani DNA’yı oluşturan nükleik asitler nükleotidlerden oluşur ve sekanslama işlemi bu bazların (Adenin (A), Timin (T), Guanin (G), Sitozin (C)) sırasının belirlenmesidir. Nükleotid dizilerini dizileme teknolojisi yıllardır biyolojik araştırmalarda merkezi bir rol oynamıştır. Benzer şekilde, sekans değişimleri tıbbi uygulamalara büyük ölçüde katkıda bulunmakta ve dizileme işlemini klinikte bir dayanak noktası haline getirmektedir.

Çok çeşitli programatik dillerin uyguladığı matematiksel ve istatistiksel yöntemleri kullanan biyoinformatik; biyolojik bilgileri moleküler, hücresel ve genomik düzeyde düzenler, analiz eder ve yorumlar. Yeni nesil dizileme ve biyoinformatiğin birleşik gücü teşhis, tıbbi tedavi ve epidemiyolojik araştırmalar için hayati öneme sahiptir. Yakın gelecekte genetiğin sınırlarını zorlamaya ve klinik testleri dönüştürmeye devam edecek. Biyoinformatik algoritmalar ve veriler, biyolojide eyleme dönüştürülebilir bilgi sağlamaktadır. Bu bilgi küçük gen panellerinden tamamlanmış tüm genom analizlerine ilerlemektedir. Bu ilerlemelerle birlikte, analitik açıklamaları sağlayan yazılım ve sistemler gelişmiş biyoinformatik için artan bir ihtiyaç söz konusudur. Şimdi genetik test laboratuvarlarının önemli bir parçası haline gelmiştir.

Yeni nesil DNA dizileme teknolojilerinin uygulanmasıyla ilgili son bilimsel gelişmeler, bu büyük platformların genetik üzerindeki çarpıcı etkisini vurgulamaktadır. Bu yeni yöntemler, daha önce yapılan DNA hazırlama protokollerinden tüm genom okumalarına alanı genişletti ve hassas analiz seviyesine ulaştı. Yeni nesil dizileme, eski DNA örneklerinin dizilimi gibi yeni uygulamalara da olanak sağlamış ve çevresel olarak örneklerin metagenomik analizinin kapsamını büyük ölçüde genişletmiştir. Yeni nesil dizileme ve biyoinformatik birlikte ele alındığında, bu teknolojilerin genetik ve biyolojik araştırmalarda muazzam değişiklik getirmesi ve temel biyolojik bilgimizi arttırması için şaşırtıcı bir potansiyel var.

Comments are closed.