logo

Benim işim gerçeği söylemektir. İnsanları ona inandırmaya ihtiyaç duymam.

EV VE YAŞAM 22

Çalınan Dikkat İnsan İlişkisini Etkiler | Prof. Dr. Kemal Sayar

Ahlak Güçlendirir | Dr. Mehmet Dinç

Jean-Jacques Rousseau

ÇOCUKLARIN DÜNYASI / ÇÖZÜM ODAKLI YAKLAŞIM / ÇEVRİMİÇİ BULUŞMA

DÜŞÜNCE VE HİS

GÜZEL SÖZLER SÖYLEYİN / GÜVEN VEREN SÖZLER VE KALPLER

KENDİNİ BİLMEK / KONUŞMA NİMETİ / KİMLİK GİYİM VE KUŞAM / KİŞİSEL İLİŞKİLER / KİŞİSEL GELİŞİM

NEZAKET

POZİTİF İLETİŞİM

SADAKAT / SUÇLULUK DUYGUSU

TEMİZ DÜZENLİ EVLER / TANINMA ARZUSU EGO

VİCDANLI ÇOCUK YETİŞTİRMEK

YAŞAM, İNSAN VE DÜŞÜNCE / YAŞAM VE UYUM

İnsanları Memnun Etme Çabası

Günlük yaşantınızda hayatınızdaki insanları zaman zaman mutlu etmek, memnun etmek isteyebilirsiniz. Başkalarını anlamak ve onlara yardım etmek insana kendini iyi hissettiren bir davranıştır. Fakat, bu davranışın dozunu kaçırdığınız noktada insanları memnun etme çabası olan “people pleasing” kavramı ortaya çıkıyor.

Siz de ilişkilerinizde kendinizden önce başkalarının önceliğini düşünüyorsanız, hayır demek sizin için çok zorsa, davranışlarınız onaylandığı zaman kendinizi iyi hissediyorsanız, çok sık özür dileme davranışında bulunuyorsanız ve hep geri adım atan taraf siz oluyorsanız burada “ people pleasing” yani başkalarını memnun etme hastalığından söz etmek mümkündür. Neden insanları memnun etmek isteriz? İnsanları memnun etme çabası nedir? gibi tüm merak edilenlere bu yazının devamında açıklık getireceğiz.

Öncelikle insanları memnun etme davranışının temelinde aile kavramı vardır. Kişinin nasıl yetiştirildiği ile doğrudan bağlantılıdır. Çocukluk döneminde tutarsız olan ebeveynle iletişimi koruyabilmek için, çocukta karşısındakini memnun etme davranışı gelişir. Yani çocuğun ebeveyni tarafından kabul görmek için geliştirdiği bir davranıştır. Bu davranışın temelinde de terk edilme korkusu vardır. Sıklıkla insanları memnun etmeye odaklanmış olan bir kişinin ebeveynleri; çocuklarının ne hissettiğini, neye ihtiyacı olduğunu anlamaya çalışmayan, duygularını önemsemeyen ve neler yapması gerektiğini söyleyen kişilerdir. Sürekli memnuniyetsiz, eleştiren hatta küserek çocuğuna duygu sömürüsü yapan ebeveyn modelidir. Tutarsız davranışlar karşısında çocuk, ebeveynlerini gururlandırabilmek için elinden geleni yapar. Bu nedenle çocukluk döneminde ebeveynini memnun edebilmek ve onayını kazanabilmek için bu davranış modeli kişiye yerleşir. Bu davranış modelinde çocuğa kurallara uyduğun takdirde değerlisin mesajı verilir. Bu kişi mutlu etme konusunda takıntılı olarak büyür ve insanları memnun edici davranışlar geliştirmeye başlar.

Bu davranışın altında daha derinde özgüven eksikliği vardır. Kişi kendi benliğine yeterince değer vermediği için, diğer insanların onayına ihtiyaç duyar ve çevresindeki kişileri memnun etmek için çabalamaya devam eder.
Sürekli insanları memnun etmeye çalışan kişi “people pleaser” olarak tanımlanır. Bir people pleaser, kendini öne çıkarmak istemez ve fikirlerini savunmaktan kaçınır. Her zaman aynı fikirdeymiş gibi davranır. Fedakarlık konusunda abartılıdır. Hayır demekten çekindiği için kendi ihtiyaçlarını ihmal eder. Genellikle davranışlarında korku ve güvensizlik hakimdir. Başkalarının ne düşündüğü ile fazla ilgilidir. Başkalarının onay vermesinden keyif alır. Yapılan araştırmalarda, karşısındakini memnun etmeye odaklanan insanların çok uyumlu, sakin ve sadık insan olduğu yönündedir. İletişimde olduğu kişilerden aynı derecede karşılık bekler, karşılık alamadığı noktada ise büyük hayal kırıklığı yaşar. Bu nedenle aşırı fedakarlık, kişinin karşılık alamadığı durumlarda ilişkilerini de negatif yönde etkiler.

İnsanları Memnun Etmeyi Durdurabilmek İçin Öneriler:

Sınırlarınızı oluşturun. Bunun için öncelikle ne zaman, ne yapmak istediğinizi bilmeniz önemlidir. Önce kendinize zaman ayırın. Karşınızdaki kişiler aşırı talepkar olduğu zaman, sevmediğiniz veya yapamayacağınız davranışları belirtin. Sağlıklı sınırlar oluşturduğunuz zaman kendinizi daha güçlü hissedeceksiniz.

Hayır demeyi öğrenin. Net olmaya çalışın, hayır derken mazeret üretmeyin. Gereksiz ayrıntılar eklemeyin. Hayır demek size kendinizi ilk başta suçlu hissettirebilir. Bunu bir sorun olarak görmeyin. Kendi ihtiyaçlarınızı belirleyin ve diğer insanlara hayır derken bu ihtiyaçlarınızı dile getirin, kararlı bir şekilde söyleyin. Eğer karşınızdaki kişi ısrarcı davranmaya devam ediyorsa, bu durumun size nasıl hissettirdiğini uygun bir dille ifade etmeye çalışın.

Bazı insanlar ne yapsanız da hiçbir şeyden memnun olmayabilir. Bu kişilerin memnuniyetsizliğinin sizinle doğrudan bir ilişkisi olmadığını kendinize hatırlatın. Bu durum o kişinin kendisiyle alakalıdır. O kişiyi memnun etme çabanızın ne kadar değersiz olduğunu fark etmeye başladığınız zaman, bu durumun size ne kadar zarar verdiğini de anlayacaksınız.

Eleştirilere karşı baş edebilmeyi öğrenin. Aslında, karşıdakini memnun etme çabasının altında gelen eleştirilerle nasıl baş edeceğinizi bilememe durumu vardır. Her zaman aynı fikirde olmak zorunda değilsiniz. Her gelen eleştiriye cevap vermek zorunda değilsiniz. Bu bir problem değildir, sadece baş edemediğinizi düşündüğünüz anlarda durup derin bir nefes alın ve cevap verme zorunluluğunuz olmadığını kendinize hatırlatın.

Öz bakım uygulamaları yapın. Kendinize zaman ayırarak, ihtiyaçlarınızın farkına vardığınız zaman daha sakin, yenilenmiş ve enerjik hissetmeye başlayacaksınız. Sağlıklı yemekler yapmak ve yemek, egzersiz, meditasyon, nefes egzersizleri, farkındalık çalışmaları, spor, hoşlandığınız aktiviteler ve sevdiğiniz insanlarla vakit geçirmek. Kısacası; kendinize iyi bakmak bile başkalarını memnun etmeyi bırakmanıza yardımcı olacaktır.

Özetle, ilişkiler alma-verme dengesine sahiptir. Bir ilişkide bir taraf sürekli verici davranıyorsa, karşı tarafı sürekli memnun etmeye çalışıyorsa burada diğerinin isteklerini sağlamak için kendi ihtiyaçlarından vazgeçen bir taraf vardır. Çevrenizdeki insanları memnun etmek size keyif verse bile, karşılığında sizin de alabileceğiniz adımlar atılması gerektiğini kendinize sık sık hatırlatın. Kendi değerinizin farkına vardıkça, başkalarına yeri geldiğinde hayır diyebildikçe, eleştiri karşısında sağlam bir duruş sergileyebildikçe ve kendinize saygı duymayı öğrendikçe diğerlerinin onayına ihtiyacınız kalmayacaktır.

Psikolog Funda Buharalı.

Neden hayır demeyi bilmeliyiz?

Kendinizi insanlara “evet” derken dakikalar sonra pişman olmak için mi buluyorsunuz? Başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarınızın önüne koyma eğiliminde misiniz? Biri sizden bir iyilik istediğinde veya sizi bir etkinliğe davet ettiğinde, kendinizi hemen ‘Olur tabii’ derken buluyor musunuz? Derken veya size gelen bu isteği zihinsel olarak işleme koymadan ve değerlendirmeden çoktan  ‘Evet, çok isterim!’ demiş olarak bulduğunuz oluyor mu?

Eğer öyleyse, kesinlikle yalnız değilsiniz. Çünkü çoğumuz insanları memnun etmeyi ve aslında hayır demek istediğimizde bile otomatik olarak evet demeyi öğrendik ve öğrettik. İyi bir arkadaş/partner/çalışan/ebeveyn/insan olmanın her zaman evet demek olduğu mesajını içselleştirdik. Bu nedenle de çoğu zaman zor durumda kalıyoruz, hem de bunu kendimize kendimiz yapıyoruz.

Bitmek bilmeyen son teslim tarihleri, sosyal sorumluluklar, aile sorumlulukları, iş sorumlulukları ve elbette kişisel bakım gibi bireysel sorumluluklar nedeniyle zamanla sürekli bir savaş içindeymişiz gibi hissedebiliriz. Bazen, deşarj olmak, dinlenmek, kendimize, kişisel gelişimimize, hedeflerimize, hayallerimize, hobilerimize, yani istediğimiz şeylere vakit ayırmak için zaman bulmak için başkalarını memnun etmek isteyen yanımızı feda etmemiz gerekir. Başka bir deyişle: ‘hayır’ demeyi bilmemiz gerekir.

Sürekli herkese, her şeye evet demek iyi bir şey değil

Hayır demezseniz, diyemezseniz ve bunun için devamlı olarak evet demek zorunda kalırsanız ne mi olur:

  • Diğer insanların öncelikleri sizinkilerden daha öncelikli olacak,
  • Olmak istediğiniz yerde, olmak istediğiniz kişilerle, yapmak istediğiniz şeyi yapamıyor olabileceksiniz,
  • Kendinize, kendi ihtiyaçlarınıza, isteklerinize, ailenize daha az zaman ayırıyor olacaksınız,
  • Dinlenmek ve iyileşmek için ihtiyacınız olan zamanımız olmayacak veya olması gerekenden daha az olacak,
  • Sonunda sinirli ve stresli olacaksınız,
  • Başka bir şeye evet dediğiniz için, belki de gerçekten önemli şeylere evet diyemeyeceksiniz.

‘Evet’ kelimesi bazen bir hayatı değiştirebilse de bunu çok sık söyleme alışkanlığımız var, çoğu zaman da bu durum zararımıza olur. Sıklıkla evet deriz, çünkü sadece akışa bağlıyız. Örneğin şu senaryoyu düşünün, size çok tanıdık gelecek: Uzun bir günün ardından işten çıkıyorsunuz, yorgunsunuz ve tek yapmak istediğiniz eve gitmek, uzanmak, dinlenmek rahatlamak. Mutlu saatler için planlarla kapıdan çıkarken arkadaşınız arıyor, bir yerde buluşmayı teklif ediyor, size anlatacakları var. Gerçekten gitmenizi istiyor, çok enerjik ve gerçekten heyecanlı, çünkü harika bir gün geçirdi. ‘Hayır’ demek ve sizin için en iyi kararı vermek olan evde kalmak, dinlenmek ve yarın iş yerinde en iyi halinizle görünmek yerine ne yapıyorsunuz? Onu kırmamak ve enerjisini düşürmemek için ‘evet’ diyorsunuz. Çünkü onun duygularını incitmek istemiyorsunuz. Bu zararsız bir örnek olsa ve bir gece geç saatlerde tüm kariyerinizi etkilemeyecek olsa da, evet demenin hayatınızı olumsuz etkilediği birçok zaman vardır.

Yeterli ölçüde hayır diyemediğinizde, yapacak çok şeyiniz olduğu bir duruma gelirsiniz, ancak çoğunun sizin ve hayatınız için gerçek bir değeri yoktur. Aşırı durumlarda, bu bir boşluk hissine ve gereksiz olduğu kadar yüksek bir stres düzeyine yol açabilir. Hem de belki de bazen size hiçbir faydası yokken.

‘Hayır’ dememiz gerektiği bir yerde ‘evet’ dediğimizde, kendimizden bir parça veririz. Gücümüzden, kontrolümüzden vazgeçer ve ihtiyaçlarımızı başkalarının ihtiyaçlarından daha az önemli hale getirerek en başta kendimize saygısızlık ederiz. Bizi desteklemeyen seçimler yaparak ihtiyaçlarımıza veya isteklerimize saygısızlık ederiz. ‘Bu sadece bir seferlik bir şey’, ‘Bu iyi bir amaç için’, ‘Zaten ne olacak, çok uzun sürmeyecek bir şey’, ‘O kadar büyütülecek bir şey değil’ gibi kendimize bahaneler üretip adeta apaçık bir şekilde kendimizi kandırıyoruz. Bu esasında büyük bir şey. Bunu her yaptığımızda, kalbimizin, zihnimizin bize söylediklerini görmezden gelmeyi seçiyoruz.

Peki ama, ‘hayır’ demek neden zor?

Hayır demek hayatı değiştiriyorsa, neden çoğumuz yapmıyoruz? Bunun için birçok neden var. Örneğin en basitinden, evet demek, hayır demekten çok daha kolay. Hayır demekle kimsenin duygularını incitmek istemiyoruz, bu yüzden evet demek daha olumlu geliyor. Bir şeyi yapmayı reddetmek kaba ve bencilceyken, bunu kabul etmek bir nezaket, cömertlik ve empati eylemi gibi geliyor. Çatışmalardan kaçınmak ve iyi bir ortam sağlamak istiyoruz. Olumsuz bir yanıtın bir sonucu olarak bir ilişkinin zarar görmesini istemiyoruz. Dolayısıyla fazla bencil olmaktan korkuyoruz, bu yüzden evet diyoruz. Kimseyi üzmek istemiyoruz, bu yüzden evet diyoruz. Birilerinin bizim hakkımızda ne düşüneceği konusunda endişeliyiz, bu yüzden evet diyoruz.

‘Hayır’ demenin bana ne faydası var?

Hayır demek her zaman kolay değildir – ancak çoğu zaman gereklidir. Bu hem işte hem de kişisel ilişkilerde geçerlidir. Örneğin bir meslektaşınız, esasında uzmanlığınız veya göreviniz olmadığını bildiğiniz, sizi zorlayacağını, sıkıştıracağını veya en azından ekstra çaba göstermenizi gerektirecek bir işi üstlenmenizi istediğinde, onu geri çevrilmiş hissetmeden reddedebilmek değerli bir beceridir. Aynı şekilde, uygun olmadığınız bir davet aldığınızda kibarca hayır demeyi bilmek işlerin daha sonradan garipleşmesini ve durduk yere zor bir duruma düşmenizi engeller. Zaman alacak bir şeye katılmayı veya bir şeyi yapmayı saygıyla, kibar bir şekilde reddetmek, zamanınızı tercih edeceğiniz bir şey için kullanmaya evet dediğiniz anlamına gelir. Bu, daha fazla uyku, spor salonuna gitmek, bir Netflix akşamı veya sevdiklerinizle vakit geçirmek anlamına gelebilir.

Hayır demeyi öğrenmek, yaşamınıza, kariyerinize, yaratıcı hedeflerinize ve genel refahınıza fayda sağlayan inanılmaz derecede verimli bir beceridir. Hayır demek ilk başta sizi endişeli veya suçlu hissettirebilir, ancak aslında saygı kazanmanın, daha üretken olmanın, ihtiyaçlarınıza öncelik vermenin ve uygun sınırları belirlemenin hızlı ve etkili bir yoludur. İşte ‘hayır’ın sizi ‘evet’ten daha iyi bir yola sokmasının birkaç nedeni:

Evet demek streslidir

Gerçekten ‘hayır’ demek istediğinizde ‘evet’ demek, zihniniz ve bedeniniz için büyük bir stres kaynağıdır. Kaygı, gerginlik, ağrı ve sızılara neden olur, çoğu zaman da uykumuzu kaçırmamıza neden olur. Kuşkusuz stresin tek nedeni değil, ancak kontrol edilmesi en kolay olanlardan biri olabilir. Bu nedenle hayır demek çoğu zaman daha iyidir.

Sınırsız bir kaynak değilsiniz

Belli bir miktarda zamanınız, enerjiniz, paranız, dikkatiniz var ve her birini nasıl harcamayı seçtiğiniz çok önemlidir. Ek olarak, ne kadar çok verirseniz, o kadar çok insan sizden daha fazlasını vermenizi bekler ve dürüst olmak gerekirse, insanları memnun etmek, mutlu etmek güzel bir şey olsa da bu beklentilerin bir sonu yoktur. Eğer çok fazla meşgulseniz, sıkıntılı hissediyorsanız, hayatın ne zaman biraz sakinleşeceğini merak ediyorsanız, hayır demeye başlamalısınız.

Hedefleriniz daha önemlidir

Kulağa bencil ve tuhaf gelebilir ancak, kendinizi her zaman başkalarına kaynak olarak sunuyorsanız, kendi enerjinize, yaşamınıza, gelişiminize veya yaratıcılığınıza konsantre olamazsınız. Elbette bu, asla başkalarına yardım etmemeniz veya işbirliği yapmamanız gerektiği anlamına gelmez. Bu sadece, evet ile hayır arasında bir seçeneğiniz varsa, masadaki o şeyin sizi önceliklerinize ve hedeflerinize bir adım daha yaklaştırıp yaklaştırmayacağını veya alıkoyup koymayacağını düşünmek için bir dakikanızı ayırmanız anlamına gelir.

Herkesin sizinle ilgili görüşünü asla kontrol edemezsiniz

Ne yaparsanız yapın ne söylerseniz söyleyin, insanlar sizi ya adilce ya da sert bir şekilde yargılayacaklardır. O nedenle hayır demediğiniz için evet demenin gününüzü mahvetmesine izin vermeyin. Evet ya da hayır deme kararınızı, başkalarının ne diyeceğini umursadığınız gerçeğine dayandırıyorsanız, bunu yapmayın.

Hayır demek sizi kötü biri yapmaz

Sizin için neyin önemli olduğunu ve neyin olmadığını bildiğinizde, bütünlük içinde seçimler yapabilirsiniz. Hayır demek bir olgunluk işaretidir; zamanınızı nasıl geçirmek istediğinize dair bir planınız, vizyonunuz ve fikriniz olduğu anlamına gelir. Hayır dediğinizde ilk anda kötü bir izlenim olabilir, ama bu bir duruşunuz olduğu anlamına gelir. Eğer hayır demenin nazik bir yolunu seçerseniz bu karşı tarafı incitmez.

Hayır demek daha fazla enerji sağlar

Yapmak istemediğiniz veya zamanınız olmayan şeyleri üstlenmek, önemsediğiniz şeylere harcayabileceğiniz değerli enerjinizi boşa harcar. Bu enerjiyi, gerçekten yapmanız veya yapmayı seçmeniz gereken faaliyetlerde daha iyi bir iş yapmak için harcayın. Daha fazla enerji daha iyi hissetmenize, daha mutlu olmanıza ve daha fazla üretkenliğe sahip olmanıza yardımcı olacaktır.

Hayır demek kendinize olan güveninizi arttırır, güç kazandırır

Başkalarına her ‘hayır’ dediğinizde, aslında kendinize bir ‘evet’ diyorsunuz. Başkalarının sizin yerinize karar vermesine izin vermeyerek hayatınızın kontrolünü geri alıyorsunuz. Kararlı olduğunuzda ve sınırlarınıza saygı duyduğunuzda kendinize daha fazla güven ve öz saygı kazanırsınız. Yapacağınız ve yapmayacağınız şeyler konusunda net ve kararlı olduğunuzda, insanlar aslında size daha çok saygı duyar.

Hayır demek, evet demenin yolunu açar

Daha sık hayır demenin en büyük yararı, sizi gerçekten önemli olan şeylere evet deme özgürlüğüne kavuşturmasıdır.

Özellikle başkalarını önemseme konusunda çok deneyimli biriyseniz, nasıl hayır diyeceğinizi hayal etmek çok zor olabilir. Çünkü hep başkalarını düşünmeye ve herkesin iyi olduğundan emin olmaya alışkınsınız. Bu, hayatınızdaki insanlara sunduğunuz harika bir hediye. Ancak, bu sevgi dolu bakımı diğer insanlara sunmaya devam edebilmek için öncelikle kendi ihtiyaçlarınızın karşılandığından emin olmalısınız. Hayır demeyi öğrenmek, kişisel bakımın önemli bir bileşenidir. Sağlıklı sınırlar belirlemek, süreçte kendinizi kaybetmeden başkalarıyla ilgilenmeye devam etmek için fiziksel ve duygusal anlamda daha iyi olmanıza yardımcı olacaktır. Ayrıca, bir kez ‘hayır’ yanıtını kişiye değil, sizden talep edilen şeye karşı bir yanıt olarak görmeye başladığınızda, diğer insanların duygularını incitme kaygısının bir kısmı kaybolacaktır.

Biri sizden bir şey yapmanızı istediğinde şunları düşünün: Zamanınız değerli. Zaman her şeyden daha değerli, çünkü geri döndürülemez. O yüzden zamanınıza değer verin. Bir şeye hayır demek, gerçekten önemsediğiniz bir sürü başka şeye evet demenizi sağlar. Başkalarına işinize, zamanınıza ve önceliklerinize değer verdiğinizi gösterirseniz, düşündüğünüzün aksine size saygı duyacaklar.

Sorumluluklarınız konusunda net olmalı, kendinizi tanımalı ve dürüstlükle hareket etmelisiniz. Önceliklerinizi, projelerinizi ve kişisel çıkarlarınızı öncelikli tutun. Size teklif ettikleri şeyin bunlarla hiçbir ilgisi yoksa, hayır deyin.

Sizden istenen her şeyi kabul ederseniz kendiniz olamazsınız, kişisel anlamda gelişmezsiniz, kendinize güveninizi kazanamazsınız. Eğer hayır deyip reddettikten sonra bir kişiyle ilişkiniz bozulursa, bu samimi bir ilişki değildir anlamına gelir. Başkalarının size şantaj yapmasına izin vermeyin. Ayrıca, sizi takdir eden, size değer veren birinin asla size zarar verecek bir şey sormayacağını, sizi zor duruma sokacak bir şey istemeyeceğini aklınızda tutun.

Cömert olabilirsiniz, ancak başkalarının bunu kötüye kullanmasından kaçının. Sizden istedikleri şey sizi rahatsız edecekse, kabul etmek için daha adil koşullar üzerinde pazarlık etmeye çalışın ya da reddedin.

Emin değilseniz, kararı erteleyin ve onlara düşünmeniz gerektiğini söyleyin. Ardından, talebi kabul etmek için sağlam argümanlar arayın. Bulamazsanız reddedin.

Hayır dediğinizde, kibarca ama kararlı bir şekilde yapın. Duygularını ve düşüncelerini önemsediğinizi gösterin. En baştan sınırları belirleyerek ve sevmediğiniz şeyleri dile getirerek onların saygısını kazanacaksınız.

Bahaneler uydurmayın. Bunu yaparsanız, durum sürekli olarak tekrarlanacaktır. Ayrıca karşıdaki kişiye ısrar etmek veya tekrar sormak için de fırsat verecektir. Net bir şekilde ama aynı zamanda kibarca istemediğinizi aktarmanız gerek.

Bir şeyi kabul etmeden önce, sonuçlarını düşünün . Ne kadar zamana ihtiyacınız olacak? Mesleki, kişisel ve aile yaşamınızı nasıl etkileyecek? Maliyet ne olacak? Başka neleri, ne kadar zamanınızı feda etmeniz gerekecek? Buna değer mi? Tüm bunları tartarak yanıt vermeyi bir alışkanlık haline getirin.

Acele etmeyin veya zayıf mazeretler sunmayın. İhtiyacınız olduğunu düşünüyorsanız kısa bir açıklama yapın; yine de kendinizi zorunlu hissetmeyin. Ama karşıdaki kişiyi geciktirmeyin ya da oyalamayın. Bu vereceğiniz hayır yanıtını sizin için zorlaştıracağı gibi, karşı tarafı daha fazla üzebilir veya beklettikten sonra reddettiğiniz için kızdırabilir. Bu yüzden düşünün, ama gereksiz yere süreci uzatıp iki taraf için de işkenceye dönüştürmeyin.

İddialı ama aynı zamanda da nazik olun. “Üzgünüm, şu anda yapamam ama ne zaman ve ne zaman yapabileceğimi size bildireceğim” diyebilirsiniz. Bu yaklaşım kibardır ve dinamiği değiştirerek sizi güçlü bir konuma getirir. Başka bir örnek, “Bunun için beni düşündüğün için teşekkür ederim, ama şu anda buna vakit ayıramayacak kadar gergin bir gün geçiriyorum.”

Hayır demeyi öğrenmek, kendinize yapabileceğiniz büyük bir iyiliktir. Aşırı iş yükünü ve stres seviyenizi azaltacaksınız ve sizin için gerçekten önemli olanı yapmak için zamanınız olacak. Ve hayır demeyi öğrenmenin en iyi yolu pratik yapmaktır. Çekinmeyin, istemediğiniz şeylere hayır demeye başlayın.

AKADEMİK BLOG/ KOÇLUK MERKEZİ

Hayır demenize engel olan faktörleri tespit ederseniz çözümün basamakları da ortaya çıkmış olur. Eğer yıkıcı çocukluk travmalarınız yoksa, düşünce ve duygularınızı birbirinden ayrıştırabiliyorsanız ve davranış kararı alabiliyorsanız bazı küçük adımlarla hayır demek kolaylaşır ancak travmatik örselenme nedeniyle hayır diyememek gibi durumlar yaşandıysanız önereceklerim tek başına işe yaramayabilir.

Hayır demeyi kolaylaştırmak için küçük bir uygulama yapabiliriz.

Öncelikle bir kalem ve kağıt alın, zihninize hayır diyemediğiniz en son olayı getirin ve bunu not edin.( Örneğin ödünç vermek istemediğiniz bir eşyanızın istenmesi.) Daha sonra Hayır diyememe durumuna gelmeden hemen önce hangi duyguyu hissettiğinizi fark edin, öfke mi, kaygı mı, utanç mı? Son olarak duygularınızı harekete geçiren olumsuz otomatik düşüncelerinizi fark edin. Örneğin ‘şimdi vermezsem ne kadar cimri diyecekler’, ‘vermezsem bana kırılır vb.’

Tespit ettiğiniz düşünceler hayır demeye engel olan bazı düşünce hatalarını içermektedir. İki düşüncede de Zihin Okuma ve Hatalı Falcılık dediğimiz düşünce hatası kişinin olup bitene yanlış anlamlar yüklemesine ve hissettiği olumsuz duygu ile ‘Hayır’ demekten kaçınmasına neden olmaktadır.

Buradan da anlaşıldığı gibi kişinin kendisinden bir şey istediğinde ne yapması gerektiğine dair kararı sağlıksız bir değerlendirme ile gerçekleşmektedir. Peki gerçek nedir? Aslında kendisinden isteneni vermezse karşısındakinin ne düşüneceğini veya hissedeceğini kimsenin bilmemesidir. Belki de isteyen kendini “hayır”cevabına zaten hazırlamıştır ve bundan hiç etkilenmeyecektir. Dolayısıyla hayır demeyi seçerken dikkatinizi karşınızdakinin ne düşüneceği hakkındaki düşüncelerinize değil o durumda sizin için neyin uygun veya doğru olduğuna verirseniz, sağlıklı düşüncelerle hareket ederseniz sağlıklı “hayır” ile sağlıklı sınırlar oluşturursunuz. Gerçekte “hayır” demek sadece “hayır” demektir. Hepsi bu!

İNSANA DEĞER PSİKOLOJİ

Farkındalık değişimin ön şartı ise inkar da aynı kalmanın ön şartıdır diyebiliriz. İnkar en ilkel ve en sık kullanılan savunma mekanizmalarından biridir. İnkar edilen duygular, düşünceler veya anılar bilinçaltında muhafaza edilerek kişinin bilinçli zihninden uzaklaştırılır. Bunun sonucunda ‘her şey yolunda’ zannı ile belirli düzeyde rahatlama yaşanır. Bizler kendimizle veya dünyamızla ilgili acı veren gerçekleri kabullenmek konusunda bazen oldukça fazla zorlanırız. Kabullenmenin bedeli ağırsa, kişi buna henüz hazır değilse ve bu durum kişinin yaşamında belirgin düzeyde bir zorluğa/değişikliğe neden olacaksa inkara başvurulur. Örneğin kanser gibi bir hastalığın semptomlarını kendisinde gören kişi ‘yok canım, bişey yoktur’ deyip doktora gitmeyerek inkar mekanizmasını işletir. Ayrıca kişinin karar alması gereken bir durum karar sevdikleriyle çatışmaya neden olacaksa ve kişi bu çatışmayı yönetemeyeceğine inanıyorsa yine inkar devreye girer. Ancak kişinin inkarla yok saydığı korku, utanç, suçluluk gibi duyguları, yetersizlik veya değersizlikle ilgili düşünceleri veya yaşadıkları ile yok olmaz ve inkar ile hiçbir şey de yoluna girmez. Kişi devekuşu gibi kafasını kuma gömmenin yalancı ve geçici rahatlığını yaşarken inkar edilenler ya derinden derine kişiyi sürekli rahatsız eder veya ansızın ruh hali değişimlerine neden olarak gündelik hayatta savrulmalara neden olur.

Aşağıdaki listede inkarın kendisini gösterdiği bazı durumların sizde ne kadar sık olduğunu ölçerek ne düzeyde inkar mekanizmasını kullandığınızı anlayabilirsiniz.

Başkalarının davranışlarını inkar ettiğinizde:

Olanları değil olmasını istediklerinizi uzun uzun düşünürsünüz.

“O şöyle yapsaydı şöyle olurdu” düşünceleriniz olur.

İnsanların sizi rahatsız eden davranışları için makul sebepler bulur, onlara hak verirsiniz

Rahatsız eden davranışlar karşısında hissettiğiniz duygularınızı küçük görürsünüz.

Size zarar veren bir ilişkide kendinizi değiştirerek karşınızdakinin davranışlarının değişeceğini umarsınız ve değişmediğinde geçerli sebepler bulursunuz.

Size zarar veren kişi veya ilişkileri aile veya yakın arkadaşlarınızdan gizlersiniz.

Kendi duygu ve düşüncelerinizi inkar ettiğinizde:

Hissizleşirsiniz

Duygularınızı adlandırmakta zorluk çekersiniz

Bir olay ya da durum karşısında kendinizin nasıl hissettiğinden çok diğerlerine odaklanırsınız.

Yardıma ihtiyacınız olsa bile yardım almadan kendinize yetmeye uğraşırsınız.

Durumla uygunsuz bir şekilde mizah ve ilgisizlik gösterirsiniz.

İNSANA DEĞER PSİKOLOJİ

Suçluluk psikolojisi veya suçluluk, bireyin geçmiş veya mevcut bir olaya veya davranışa ilişkin suçluluk, pişmanlık, utanç veya mahcubiyet gibi duygular yaşamasıyla ortaya çıkan psikolojik durumdur. Suçluluk duygusu, kişinin karşısındakinin olumsuz etkilenmesini veya zarar görmesini sağladığı bir şeyden dolayı kendini sorumlu hissetmesi ve bu durumu içselleştirmesini içeren bilinçli bir duygudur. Kişinin davranışlarını değerlendirmesinde etkili olabilir, zihinsel ve duygusal açıdan rahatsızlık yaratabilir.

Suçlu psikolojisi vicdana, ahlaki kurallara veya kişisel standartlara dayandırılabilir. Suçluluk, zaman zaman kişinin hatalarından ders almasına ve gelecekte daha saygılı veya ahlaki davranmasına yardımcı olabilir. Ancak suçluluk aşırı ve uygunsuz olduğunda çeşitli sıkıntılara, kaygı (anksiyete) veya depresyon gibi olumsuz sonuçlara yol açabilir.

Suçluluk Türleri Nelerdir?

a. Kişisel Değerlere Dayalı Suçluluk

Kişisel Değerlere Dayalı Suçluluk, kişinin kendi değer ve ahlaki standartlarına uygun davranmadığını hissettiği durumlarda ortaya çıkar. Örneğin, dürüstlük değer algısı olan kişi bir yakın bir arkadaşına yalan söylediğinde veya hile yaparak bir sınavı geçtiğinde suçluluk duyabilir.

b. Başkalarına Zarar Verme veya Yardım Etmeme Suçluluğu

Bu tür suçluluk duygusu, kişinin başka birine zarar vermekten veya ona yardım etmemekten dolayı hissettiği suçluluktur. Örneğin, kişi sevdiği birine duygusal olarak zarar verdiğinde veya ihtiyaç halinde olan birine yardım etmek yerine kayıtsız kaldığında suçluluk duyabilir.

c. Yaşam Amacına Uygun Olmama Suçluluğu

Bu tür suçluluk duygusu, kişinin beklentilerine veya yaşam amacına uygun şekilde yaşamaması veya hedeflerini takip etmemesi durumunda ortaya çıkar. Örneğin, insanlar potansiyelini kullanmadığını veya hayallerini gerçekleştiremediğini düşündüğünde suçluluk duyabilir.

d. Eylemlerle İlgili Belirsizlik Suçluluğu

Bu tür suçluluk duygusu, eylemler ve sonuçlar arasında açık bir ilişki olmadığında ortaya çıkar. Örneğin, birçok insanın hayatını kaybettiği bir felaketten (son yaşanan depremler gibi) sağ çıktığı için kişi suçluluk duyabilir veya doğuştan gelen bir hastalığa genetik olarak yatkın olmak suçluluk hissi yaratabilir.

e. Eşitsizlik Suçluluğu

Bu tür suçluluk duygusu, adaletsizlik veya dengesizlik durumlarından kaynaklanır. Örneğin, diğerleri zorluk çekerken ayrıcalıklı bir pozisyonda olmaktan suçluluk duymak veya dezavantajlı durumda olanlardan daha fazla kaynak edinmek gibi durumlarda suçluluk hissetmektir. Bu örnekler, farklı suçluluk türlerinin nasıl ortaya çıkabileceğini ve hangi durumlarda hissedilebileceğini daha iyi anlamanıza yardımcı olabilir. Ancak her bireyin deneyimlediği suçluluk duygusu farklı olabilir ve bu duyguların yoğunluğu da kişiden kişiye değişebilir.

Suçluluk Psikolojisi Nedenleri

a. Bilişsel Çarpıtmalar

Bilişsel çarpıtmalar kişinin kendisi veya başkaları hakkında yanlış veya olumsuz inançlara yol açan mantıksız veya abartılı düşünceleridir. Her zaman suçlu olduğunu düşünmek, mükemmel olması gerektiğine inanmak, diğer insanların ne düşündükleri hakkında varsayımlar yapmak veya her şeyi kontrol edebileceğini düşünmek gibi inançlar bilişsel çarpıtmalara örnektir. Suçluluk duygusu kimi zaman bu gibi yanlış inançlardan kaynaklanabilir.

b. Sosyal Normlar

Sosyal normlar belirli bir durumda veya grupta insanların nasıl davranması gerektiğini yöneten beklentiler veya kurallardır. Suçluluk duygusu kültürel, dini, ailevi veya mesleki normlara uymama sonucunda oluşabilir.

c. Ahlaki Duygular

Ahlaki duygular insanları ahlaki değerlerine veya ilkelerine göre hareket etmeye motive eder. Kişi vicdan, şefkat veya bütünlüğüne aykırı davrandığı için suçluluk duyabilir.

d. Benlik Saygısı

Kişinin kendine verdiği değer, saygı ve sevgiye layık hissetme derecesi benlik saygısı olarak tanımlanıyor. Kişi kendisinin veya başkalarının önemsediği standartları karşılamadığı için de suçluluk duyabilir.

Suçluluk Psikolojisinin Belirtileri Nelerdir?

Herhangi bir sebepten suçlu hisseden kişi, yoğun kaygı ve stres yaşayabilir. İçinde bulunduğu duygu durum kişinin bedensel bazı semptomlar deneyimlemesine de sebep olabilir. Özellikle uygu ve midede bozulmalar, zihinsel odaklanmada zorluklar yaşamak suçluluk psikolojisinin belirtilerinden olabilir.

  • Uyku problemleri, suçlulukla ilgili rüyalar
  • Uykusuzluğun yarattığı fiziksel ve duygusal etkiler
  • Reflü, mide yanması gibi mide ve sindirim sorunları
  • İştah değişikliği, bağırsak problemleri
  • Kas gerginliği
  • Stres ve kaygının sonucu olarak görülen baş ağrısı
  • Geçmişteki hatalara takılma, ana odaklanmakta güçlük
  • Eylemlerini sürekli olarak zihinde yeniden canlandırma
  • Başkalarının onayını arama
  • Aşırı derecede özür dileme
  • Yaptıkları veya yapmadıklarından dolayı duyulan pişmanlık
  • Yaptıklarını geri çevirme, davranışlarını düzeltme veya başka seçeneklere sahip olmak isteği

Suçluluk Psikolojisi Nasıl Anlaşılır?

Kendini suçlu hissetme psikolojisini anlamak bir psikolog veya psikiyatrist tarafından klinik değerlendirmeler ve belirli tanı kriterlerine dayanarak mümkün olabilir.

Öncelikle kişinin davranışları, düşünceleri ve duygusal durumu detaylı bir şekilde değerlendirilir. Bu değerlendirme sürecinde bireyin suçluluk duygularının süreklilik, yoğunluk ve işlevsellik açısından değerlendirilmesi önemlidir.

Ayrıca bireyin geçmişteki deneyimleri, çocukluk dönemi ve başından geçen travmatik olaylar da göz önünde bulundurur.

Suçluluk Psikolojisini Ölçen Testler Var Mı?

Suçluluk ve utanç gibi konular üzerinde araştırma yapmaya yardımcı olan birçok ölçek ve test bulunmaktadır. Bu ölçekler, uzmanlar tarafından geliştirilmiş ve suçluluk hissi düzeyini ölçmek ve anlamak için kullanılmıştır. Bu gibi ölçekler, suçluluk ve utanç eğilimlerini değerlendirmek ve bu duygularla başa çıkmayı anlamak için kullanılmaktadır. Örneğin, “Suçluluk ve Utanç Eğilimi Ölçeği” kişinin suçluluk ve utanç eğilimlerini değerlendirmek için kullanılan bir araç olabilir.

Suçluluk Duygusu Davranışları

Suçluluk hissi psikolojisi, kişilerin günlük hayatında farklı şekillerde kendini gösterir. Suçluluk hissi yaşayan kişilerin bazı davranışlarına örnekler şunlar olabilir:

Kaçınma Davranışları

Suçluluk hissi yaşayan insanlar, suçluluk yarattığını düşündükleri durumlardan kaçınma eğiliminde olabilirler. Örneğin suçluluk hissi yaşayan biri, bir başkasına zarar verdiği veya bir sözünden dolayı pişman olduğu için o kişiyle iletişimden kaçınabilir.

Özür Dileme ve Telafi Etme

Suçluluk hissi yaşayan bireyler, hatalarını fark ettiklerinde özür dileme veya telafi etme eğiliminde olabilirler. Bu, diğer kişilere zarar veren ya da yanlış davranışlar sergileyen bireyin, hatalarından ders alarak ve düzeltici davranışlarda bulunarak suçluluk hissini hafifletme çabasıdır.

Kendini Cezalandırma ve Öz Güvenin Azalması

Kişiler, suçluluk duydukları eylemlerden dolayı kendilerini cezalandırma eğiliminde olabilirler. Bu, içsel bir ceza biçimi olarak ortaya çıkar ve bireylerin öz güvenini azaltabilir.

Suçluluk Psikolojisi Nasıl Yenilir?

Suçluluk psikolojisi patolojik bir hal aldığında ciddi sorunlara yol açabilir, kişinin gündelik fonksiyonlarını sekteye uğratıp kaygı ve depresif semptomlar yaşamasına neden olabilir. Suçluluk psikolojisi ile başa çıkmak için bazı çözüm yaklaşımları şunlar olabilir:

İlaç Kullanımı

Suçluluk psikolojisi aşırı bir hal aldığında ve kişinin yaşamında ciddi aksiliklere sebep olduğu durumlarda bir uzman gözetiminde ilaç kullanımına da başlanabilmektedir. Antidepresanlar veya kaygı önleyici ilaçlar, kişinin suçluluk duygusuyla ilişkilendirilebilecek depresyon veya kaygı belirtileriyle baş etmesine yardımcı olabilir. Bununla birlikte, suçluluğun altında yatan neden ve sonuçları ele almak için tek başına ilaç kullanımı yeterli değildir.

Suçluluk Psikolojisini Yenmek İçin Kendi Kendine Yardım Stratejileri

Suçluluk Duygusunu Keşfetmek ve Anlamak

Suçluluk duygusunu yenmek için ilk adım, bu duygunun kaynağını anlamak ve doğru bir perspektif kazanmaktır. Suçluluk duygusunun nedenlerini ve türünü belirlemek, gerçekçi olup olmadığını değerlendirmek için önemlidir. Kişi, durumu objektif bir şekilde gözlemlemeli ve kendisine yöneltilen suçluluk hislerini merakla ve anlayışla keşfetmelidir.

Öz Şefkat ve Kendini Affetmek

Kendine şefkat gösterme ve kendini affetme, suçluluk duygusunu yönetmenin etkili bir yoludur. Kişinin kendi kendine nezaketle, empatiyle ve anlayışla yaklaşmasını içerir. Öz şefkat ve kendini affetme pratiği, suçluluk duygusunu hafifletmeye ve kişinin öz saygısını artırmaya yardımcı olabilir. Bu pratiği güçlendirmek için aşağıdaki adımlar izlenebilir:

  • Hatanın herkesin başına gelebileceğini ve mükemmel olmanın mümkün olmadığını kabul etmek
  • Duyguları inkâr etmek veya bastırmak yerine anlamak ve kabul etmek
  • Meditasyon, yoga veya nefes egzersizleri gibi rahatlama teknikleri uygulamak

Sosyal Destek Aramak

Arkadaşlardan, aileden veya destek gruplarından sosyal destek aramak suçluluk duygusuyla başa çıkmaya yardımcı olabilir. Güvenilir bir destek ağı duygusal rahatlama sağlayabilir. Sosyal destek arama sürecinde aşağıdaki adımlar faydalı olabilir:

  • Güvenilir ve destekleyici biriyle iletişim kurmak
  • Duygularını yargılamadan ve eleştirmeden paylaşmak
  • Başkalarının deneyimlerinden öğrenmek ve yeni perspektifler kazanmak

Neşe ve Anlam Getiren Faaliyetlerle Meşgul Olmak

Neşe ve anlam getiren pozitif faaliyetlere yönelmek, suçluluk duygusuyla başa çıkmada etkili olabilir. Bu faaliyetler, dikkati dağıtarak olumlu duyguları besler ve kişinin kendine olan güvenini artırır. Pozitif faaliyetlere örnek olarak şunlar verilebilir:

  • Hobilerle uğraşmak ve ilgi alanlarına vakit ayırmak
  • Yeni beceriler öğrenmek ve kendini geliştirmek
  • Fiziksel aktivitelere katılmak ve spor yapmak
  • Doğayla etkileşimde bulunmak ve sevdiklerinizle vakit geçirmek

Gerektiğinde Profesyonel Yardım Almak

Eğer suçluluk duygusu sürekliyse ve başa çıkmakta güçlük yaşıyorsanız profesyonel yardım almak önemlidir. Bir terapistle beraber suçluluk duygusunun altında yatan nedenleri keşfetmek etkili stratejiler geliştirme konusunda yardımcı olabilir. Profesyonel yardım, kişinin duygusal iyilik halini geliştirmek ve daha sağlıklı bir yaşam sürmesine destek olmak için iyi bir kaynak olabilir.

Sitemizde bulunan yazılar tıbbi tavsiye içermez ve yalnızca farkındalık yaratmak amaçlıdır. Yazılardan yola çıkarak bir hastalık tanısı konulamaz. Hastalık tanısını yalnızca psikiyatri hekimleri koyabilir.

Yetersizlik duygusunu bu hayatta yaşamını sürdürmeye çalışan her insan en azından bir kere hissetmiştir. Bu hisle baş edebilme kabiliyeti bir kişinin yaşam yolculuğuna sağlıklı devamı için oldukça önemlidir. Yetersizlik duygusu neredeyse herkesin bir defa bile olsa hissetmiş olduğu bir duygudur. Bu duygu bazen bizi yapmamız gereken şeylerle ilgili kaygı bozukluğuna iter ve sorumluluklarımızı yerine getirememeye başlarız. Bazen yeni anne baba olmuş ve muhtemelen de anne babası tarafından gelen travmalarını çocuklarına aktarmak istemeyen anne babalar, en sevdiği dersinin hocası tarafından ona verilen bir ödev sonrası bir öğrenci, yeni başlayacağı işinde ne kadar iyi olduğunu kanıtlamak isteyen çalışan, ilk sınav senesinde kendisinin ve ailesinin beklentisinin aşağısında sonuç almış ve aynı sınava tekrar hazırlanan öğrenci veya bambaşka bir şehirde ayaklarının üstünde durabileceğini kanıtlamak isteyen yeni mezun insanlar bu duyguyu hissedip, aslında yapabilecekleri bir işi yapamayacaklarını ve gerek kendilerine gerekse çevrelerine mahçup olacaklarını düşünebilirler. Bunun gibi durumlarda bu hissi yaşayan herkesin kendini bir yetersizlik duygusu içinde bulması normaldir fakat bazen insan bunu aşmak için yeterince emek verebilecek gücü kendinde hissetmeyebilir. Ne yaparsa yapsın olmayacağını düşünebilir ve bu sebeple en ufak bir aksiyon bile almayabilir. Bu da sağlıksız bir durumdur ve muhakkak yardım alınmalıdır.

Yetersizlik duygusu neden olur?

İnsanlar genellikle yetersizlik duygusuna başlarına gelen bir olay karşısında kapılırlar. Çünkü hayatın rutininden çıkıp çözülmesi gereken bir problem olabilir, bu yeni olay geçici değil de kişinin rutinine adapte etmesi gereken bir şey olabilir. Bütün bunların aksine bazı durumlarda insanlar yeni bir olayla değil de yaşamlarının bir parçası olan işlerle ilgili de bir yetersizlik hissine kapılabilirler. Bu zamana kadar kolaylıkla üstesinden geldikleri şey bir anda gözlerinde büyüyüp onu halledilemez gibi görmelerine sebep olabilir. Üzerlerine alması gerekenden çok daha fazla yük alan insanlar bu yüklerle yeterince iyi mücadele edemediklerini düşünüp kendilerini çözümsüz hissedebilirler. 

Yazının başında da söylendiği gibi, yetersizlik duygusuna günün sonunda her insan maruz kalabilir. Nedeni ise insan olmamızdır en temelinde, fakat kişi bu duyguya odaklanmayıp önüne bakmak yerine kendisinin ürettiği bu yapay hisse tutunup yetersizliği ile ilgili kendi kendini de yaralayabilir.  

Yetersizlik duygusunun belirtileri

Yetersizlik duygusu hisseden kişi;

  • Kendine olan güvenini kaybeder. Özgüven eksikliğiyaşar.
  • Kendini başarısız hisseder ve yapabileceği şeyleri yapamacağını düşünür. 
  • Yaptığı işlerle ilgili kendini eleştirir ve sonucunda kendisini başarısız bulur. 
  • Kaygı düzeyini artırır ve yapamayağı şeyler hakkında endişe duyar. 
  • Kendisine olan inancının azalması sonucunda motivasyonunu kaybedip herhangi bir iş de yapamayabilir hale gelebilir. 
  • Tüm bu sebepler sonucunda da sosyal hayattan kendisini geriye çeker ve sosyal etkinliklerden kaçınır. 

Yetersizlik duygusu nelere yol açar?

Yetersizlik duygusu kişiye yeterince iyi yerleşirse kişinin hayat kalitesinde inanılmaz düzeyde gerilemeye sebep olabilir. Örneğin, diyelim ki bir yazıyı yetiştirmesi gereken araştırmacı bu konuda kendini yetersiz buldu ve yazabileceğine olan inancını yitirdi. Ne kadar araştırma yaparsa yapsın kendisini o yazının başına geçebilecek kadar yeterli hissedemedi ve yazıyı yazmaktan kaçmak için bin türlü bahane üretti. Bu duygu kafasının içinde bir yerlerde ‘Sorumluluklarını yerine getiremeyecek kadar yetersizsin, sen bir yazı bile yazamıyorsun o zaman sen ders de çalışamazsın çünkü o yeterlilik sende yok.’ demesine ve kişinin bu sese hak vererek ders çalışmaktan da vazgeçmesine sebep olabilir. Çok kolay manipüle olduktan sonra ise ‘Sen sabahları da alarma uyanma en iyisi, zaten yetersizsin duş alman bir şey değiştirmeyecek, boşuna yapıyorsun bütün bunları, nasıl olsa yeterince iyi bir iraden olmadığı için o çikolatayı yine yiyeceksin, boşuna arkadaşlarınla buluşma çünkü sen zaten o sosyal ortamı kaldırabilecek biri değilsin.’ gibi devam ederek kişinin tüm hayatını etkilemeye başlayabilir. Tüm bunlar sonucunda kişi kendisini hayatın her alanında yetersiz ve hatta beceriksiz hissederek depresyona girebilir.

Yetersizlik duygusu ve mükemmeliyetçilik

Yetersizlik duygusu ve mükemmeliyetçilik birbirine çok bağlı iki kuzen gibidir. Biri girdiği bir ortama ötekinin de gelmesi için elinden geleni yapar. Eğer ki bir işin mükemmel olmasıyla ilgili kaygı duyuyorsanız muhtemelen bunu aşmadığınız sürece o işte yetersiz olduğunuzu da düşünmeye başlarsınız. Örneğin bir tez yazmanız gerekiyor doktora programınız için ve artık işinizdeki akademik tatminin son noktasını yaşamanıza bir adım kaldı. Konunuz belli, yapılması gerekenler belli. Geçtiniz bilgisayarın başına ve o konuyla ilgili olabilecek bütün makaleleri ve çalışmaları okudunuz. Tezinizin mükemmel olması için çok çabaladınız, gündüzleriniz gecelerinizi kovaladı, uykusuz kaldığınız ve sosyal hayatınızdan ödün verdiğiniz zamanlar oldu ve nihayetinde işin başına geçtiğinizde elinizdeki sonuçtan yeterli tatmini elde edemediniz. Hayallerinizdeki kadar mükemmel bir sonuç çıkmadı; tekrar denediniz fakat sonuç aynı oldu. Eşe dosta, bu işten anlayan kişilere götürdünüz ve söylenenlerin iyi yanlarını duymak yerine en ufak eleştirilere takılıp kaldınız. Yani mükemmel olmadı, fakat siz kendinize çok mükemmel olmasının elzem olmadığını söylemediğiniz için artık kendinizi bu işle ilgili yetersiz de hissetmeye başladınız. Sanki bundan önce yüksek lisans yaparken aynı adımları atmamış, aynı yolları arşınlamamış gibi kendinize olan güveninizi kaybederek yetersizlik duygusuna teslim oldunuz. Kaygı durum bozukluğunuz başladı ve kendinizi eleştirmeden adım atamaz oldunuz. Sonuç olarak bırakın o tezi yazmayı, herhangi bir işinizi nitelikli şekilde yerine getiremez oldunuz. Bu mükemmelliyetçiliğiniz size yetersizlik duygusunu misafir getirdi. Artık çözmeniz gereken sadece bir tezin yazılması ve zamanında teslimi değil. Hatta o tezin mükemmel yazılması da değil. O mükemmellik peşinde koşarken artık genel hayatla ilgili düşüncelerinizin çarpıklığı da çözmeniz gerekenler listenizde yerini almış oldu. 

Yetersizlik duygusunu yenmek

Yetersizlik duygusunu yenmek için küçük adımlar atmanız gerekebilir. Olayın öznesinden kendinizi geri çekerek çok daha basit konularda özgüveninizi tazeleyecek adımlar atmalısınız. Örneğin, yeni bir enstrüman çalmak ile ilgili bir yetersizlik hissine kapıldınız fakat bunu sadece hobi olarak yapmak istemiştiniz. Kendinizi öylesine bu işle ve bunun kaygısıyla muhatap ettiniz ki aslında özünüzdeki yeterlilikleriniz de bu durumdan zarar gördü. Öncelikle enstrümanın üzerine gitmek yerine daha iyi yaptığınız bir şeyi deneyin. Emin olun bu size iyi gelecek. Sonrasında daha da iyi olduğunuz birşey, mesela mesleğiniz ile ilgili bekleyen işlerinizi en kolaylarından başlayarak tamamlayın. Rutininizin bir parçası olan şeyleri yeniden yapabiliyor olduğunuzu hissetmek bile size iyi gelecek. Yetersizlik duygusunun hayatınızı kötü etkilediğini hissettiğiniz anlarda profesyonel destek almak; bu duygunun kaynağını irdeleyip sorunu temelden çözmek konusunda size yardımcı olacaktır. Ayrıca spor yapmak da özgüvene olan etkisi ve aynı zamanda salgılattığı serotonin hormonu sayesinde mutluluk seviyenizi yükseltecek ve yetersizlik duygusunu yenmenize yardımcı olacaktır. 

Hem de o istediklerimizin çok iyi olmalarını, mükemmel olmalarını ve bizi çok mutlu etmelerini…. İyi bir evimiz olsun, iyi bir işimiz olsun, iyi bir gelirimiz olsun, güzel bir evimiz olsun, içinde muhteşem mobilyalar olsun, son model bir arabamız olsun, iyi bir sevgilimiz olsun, örnek bir evliliğimiz olsun, hayırlı, söz dinleyen, muhteşem çocuklarımız olsun, mükemmel dostluklarımız olsun… v.s. Hep en en iyileri alma derdindeyiz. Burada harika bir soru devreye giriyor.

Peki sen yaşama, insanlara ve tabiki kendine ne veriyorsun? “İyi bir beklenti içinde olmam için hayata bir şeyler mi vermem gerekiyor?” diye sorduğunu duyar gibiyim. Cevap; evet. Vermeden almayı beklemek saçma bir istek değil mi sence de? Kulağa bile tuhaf gelmiyor mu? En azından üzerinde yaşadığımız Dünya’nın yasalarına uygun değil. Sanırım hem fikiriz. Diyelim ki kırıcı bir insansın ve önüne geleni kırıyorsun, ağzından çıkanı kulağın duymuyor. Eleştirelsin, yargılayıcısın – buna kendini yargılamak ve eleştirmek de dâhil -. Sonra gelip şunu söyleyebilir misin­? İnsanlar beni anlamaz, hep üzer ve kırarlar !

Deme… Ya da diyelim ki, cimri ve bencilsin Sokakta yürürken köşe başındaki dilenciyle göz göze gelmemek için yolunu değiştiriyorsun. Sokaklarda yaşayan canlılara bir kap su ve mama almamak için bin tane bahanen var. Ayrıca onlarla ilgilenen, onları besleyen insanlara adeta düşman gibi davranıyorsun.

Kalkıp şunu söyleyebilir misin? “Kendimi çok yalnız hissediyorum, en zor zamanlarımda hiç kimse yardımcı olmadı!” Deme… “İstediğim gibi beni anlayan, dinleyen, hoş vakit geçirdim bir sevgilim olmuyor” diyorsun belki. Deme… Peki ben de sana sorarım hemen, sen kendine ne kadar sevgilisin? Kendini hoş tutmak, iyi hissettirmek için neler yapıyorsun? Kendinle nasıl geçiniyorsun? Sevgili arkadaşım, şimdi senden derin bir şekilde düşünmesi istiyorum. Hayatta şu anda var olan neyin varsa bir bak. Bütün bunlar seni memnun ediyor mu ? Sana yeterli geliyor mu? Maddi ve manevi her şeyi buna dahil edebilirsin.

Eğer cevabın “evet” ise, demek ki hayatla, diğer insanlarla, canlılarla, ve kendinle uyumlu bir yaşam sürdürüyorsun. Ama eğer cevabın “hayır” ise, orada dur ve derin derin düşün… Çünkü orada bir problem var. Hayatla arandaki uyumu gözden geçirmen gerekiyor. Ben hayata ne veriyorum?

Ne ekiyorum ve neyi biçiyorum? Soruların bunlar olmalı. Bu sorular yaşamını o kadar güzelleştirecek ve değiştirecek ki. Derinlemesine düşünmeni ve kendini analiz etmeni sağlayacak. İşte yaşamının değişmeye başladığı an, bu soruya verdiğin cevaplar olacak.

Her gün sor lütfen kendine, “bugün yaşama, canlılara ve kendime ne vermeliyim?”

Yaşama kattığın iyilik ve güzellikler sana katlanarak geri dönecek.

Yaşama ve kendine kattığın değerler her zaman seni ileriye götürür ve sana pozitif bir alan yaratır.

Sağlıklı, mutlu, huzurlu ve yaşama her daim anlam katabildiğin güzel günler dilerim.

A. Nilgün Aktaş

Duygusal ilişkilerde karşımıza çıkan en önemli ruhsal korkulardan biridir “kaybetme korkusu”. Bu tip vakalarda ilk önce kişinin erken çocukluk dönemlerine bir yolculuk yaparız. Çoğunlukla 0-10 yaş arası oluşmuş duygusal yoğunluk içeren bu öyküler, korkuların ana kaynağını oluşturmaktadır. Bu travmatik olayların kökenine inmek “kaybetme korkusu”nun nötrlenmesinde çok önemlidir.

Kaybetme korkumuzun olduğunu nasıl anlarız? Duygusal ilişkilerde partnerinizin bir şekilde sizden kopup uzaklaşacağına dair yoğun, endişeli bir tutum, korku sergiliyorsanız ve bu kaybetme de çoğunlukla başınıza geliyorsa, -kısır döngüye girmişse- sizde kaybetme korkusunun var olduğu söylemek mümkün.

Kaybetme korkusu diğer bazı korkularla birlikte seyreder. Bunlar genellikle, değersizlik, kendine ve insanlara güvenmemek, aşağılık kompleksi, yetersizlik, suçluluk duyguları, sevilmeme, onay alamama, yalnızlık, çaresizlik şeklinde karşımıza çıkar. Kaybetme korkusuna sahip olan kişiler genellikle yoğun bir kıskançlık ve kontrol etme duygusuna hâkimdir. Kaybetme korkusuna sahip kişi karşısındakini kontrol ederse onu kaybetmeyeceğine dair güçlü bir inanç oluşturmuştur ve karşısındakinin her yaptığını kontrol etme çabası içindedir. Bu bazen öyle bir noktaya ulaşır ki yeterince takip edemediğini düşünerek iş dedektif tutmaya bile varabilir.

Bu korku ile yaşamak kaderiniz değil. Bu korkudan kurtulabilir ve duygularınızı değiştirebilirsiniz.

Bu korkudan kurtulabilmek için neler yapabilirsiniz?

– Bu korkudan kurtulmak için kararlı olun.

– Sonra bu korkuyu kabule geçmek çok önemlidir. Bu korkunun bir yanılsama olduğunu kabul edin. Siz bu korkuyla dünyaya gelmediniz!

– Amacınız kaybetme korkunuzu, sevgiye dönüştürmek olmalı. Bunun için bir niyet cümlesi ile bu isteğinizi evrene gönderin. “Benim kaybetme korkum var ve bu korkumu kabul ediyorum, bu korkumu seviyorum, hemen şimdi kaybetme korkumu sevgiye dönüştürmeye niyet ediyorum.”

– Daha önceki kayıplarınızla ilgili içinizde üzüntü veya öfke varsa mutlaka bunlardan kurtulmanız gerekiyor. Bu duygulardan kurtulmadan içinizde sevgi enerjisini yaratamazsınız. Bunun için profesyonel bir yardım alarak regresyon, eft, NLP ve Kuantum Teknikleri ile bu duygulardan mutlaka özgürleşmelisiniz.

– Eğer mevcut bir sevgiliniz varsa ve onu sürekli takip ediyor, hem onu hem de kendinizi üzüyorsanız, hemen onu ve kendinizi serbest bırakın. Ondan ve kendinizden yaptığınız eziyetler için özür dileyin.

– Hayatınıza renk katmak için hobiler geliştirin. Bu odağınızı değiştirmeniz konusunda size yardımcı olacaktır.

– Ne kadar değerli ve özel olduğunuzu tekrar tekrar kendinize hatırlatın.

– Hergün düzenli bir şekilde spor yapın. Spor yapmak ruh sağlınızı da düzeltecektir.

– Varlığınızın ve mutluluğunuzun bir başkasına bağlı olduğu yanılgısından kurtulun.

– Kendinize özel olumlama cümleleri hazırlayın ve her sabah uyanır uyanmaz, her akşam uyumadan hemen önce bunları yüksek sesle, hissederek okuyun. 21 gün boyunca atlamadan, düzenli olarak okuyun.

– Hayatınızda kaybetme korkusu taşımadığınız anlara doğru bir yolculuk yapın. O anlardaki duygularınızı tekrar kendinize hatırlatın ve bu güç, kendine güven, değerlilik duygularını vücudunuza tekrar tekrar hatırlatıp tanıtın. Eğer kaybetme korkunuzun olmadığı bir an bile yoksa hayatınızda, o zaman hayal kurun.

Sevgi ve saygılarımla korkusuz günler dilerim. / A.Nilgün Aktaş Kişisel Gelişim Uzmanı

Çocukları sevgi yumağına sarıp, başarısızlıklarına izin vermemenin maliyeti ne? Aile sofraları ve tatiller ne için çok önemli birer fırsat? Çocuğunuzun bir ömür iç huzuruyla yaşaması için hangi hataları yapmamalısınız? Devam eden ve sonuçlanmayan bir toplantıya ara verip öğle yemeğine çıkmak ya da bir sandviç söyleyip toplantıya devam etmek… Hangi seçeneği tercih ederdiniz?

Bu, sıradan ve basit bir karar gibi gözükebilir, oysa neyi tercih ettiğiniz sahip olduğunuz değerlerle ilgili. Zira fark etsek de etmesek de sadece önemli olan değil, her gün verdiğimiz onlarca önemsiz kararın arkasında da davranışlarımızın nedeni olan değerler var.

Değerlerimiz nasıl ve ne zaman oluşuyor?

Davranışlarımızın pusulası olan değerler sistemimiz, hayatımızın iki kritik döneminde oluşmaya başlar. Birinci dönem, çocuğun bütünüyle ailenin etki alanında olduğu 4-8 yaş dönemidir. Henüz soyutlama yeteneğine sahip olmayan bu yaştaki çocuklar, soyut kavramlar olan değerleri anne-babasını ve çevresindekileri taklit ederek hayata yansıtırlar. Ritüelleri taklit yoluyla uygularlar. Büyükleri namaz kılıyorsa namaz kılar, babasının tuttuğu takımın renklerini giyer (ya da giydirilir), anlamasa da takımın galibiyetlere sevinir veya üzülürler.

Değerlerin oluşmasında ikinci kritik dönem de, çocuğun ailenin etki alanından çıkıp, akran etki alanına girdiği 12-16 yaş dönemidir. Ergenliğe eriştiği bu dönemde, soyutlama olgunluğuna da erişen genç, değerleri içselleştirir. Fakat buradaki püf nokta şudur; birinci dönemde değerler sağlam ve güçlü bir şekilde kazandırılırsa, ergenlik döneminde kısa süreli ve küçük savrulma ve sarsıntılar olsa bile genç birey, ailesinin sosyal, dini, politik ve ahlaki değerlerini benimser.

Özetle, çocuğun aile hayatında elde edebileceği en büyük kazanım, ailenin idealindeki değerleri benimsemesidir. Hemen her aile çocuğunun doğru, dürüst ve iyi ahlaklı olmasını ister ancak bu özellikler sözle anlatarak ve kendiliğinden olmaz; ailenin önem verdiği konular, çocuğun yaşam boyu sahipleneceği değerlerin kozasını oluşturur.

Çocuklar “başarı kavramıyla” nasıl zehirlenir?

İşte tam bu noktada birçok ailenin farkında bile olmadan yaptığı bir hata var: Çocukları, küçük yaştan başlayarak başarı kavramıyla zehirlemek. Akşam sofralarının sohbet konuları genellikle ödevler, sınavda alınan sonuçlar ve çocuğun performansının sınıf, okul, il ve ülke performansıyla kıyaslanmasına dayanıyor. Bunun doğal sonucu olarak da çocukta kendi kıymetini akademik ya da rekabete dayalı alanlardaki başarısının oranıyla ölçtüğü bir zihniyet gelişiyor.

Çocuk başarılı olduğunda, “iyi, doğru, değerli ve yakışıklı/güzel” olacağına inanıyor. Oysa başarısızlık hayatın en doğal parçası. Bir başka ifadeyle “her faninin başarısızlığı tatması kaçınılmazdır.” Hiç başarısız olmadığını söyleyen kişi, eğer yalan söylemiyorsa, sınırlarını hiç zorlamamış ve konfor alanının dışına hiç çıkmamış, hiç güçlük yaşamamış ve sahip oldukları kendisine sunulmuş demektir. Başarısızlık insanı olgunlaştırır, derinlik kazandırır, bilgelik yolunda geliştirir ve empati duymasını sağlar. Başarısızlık insana sınırlarını nereye kadar zorlaması gerektiğini gösterir.

Birinci dönemde değerler sağlam ve güçlü bir şekilde kazandırılırsa, ergenlik döneminde kısa süreli ve küçük savrulma ve sarsıntılar olsa bile genç birey, ailesinin sosyal, dini, politik ve ahlaki değerlerini benimser.

Başarılı olduğu zaman kendisini değerli hisseden çocuk, başarısız olduğu zaman olumsuz duygularını yönetmekte zorlanır ve değersiz olduğunu kabul etmekte zorlanır. Bunun sonucunda da, başarısızlığının nedenini kendi dışında aramaya yönelir (öğretmen öğretmediği yerlerden sordu), çok kolay yalan söyler ve fırsat varsa da hile yapar (hak etmediğine el uzatır, örneğin kopya çeker). Akademik başarısına odaklanan ailesinin arada verdiği iyi, doğru ve dürüst olmak yönündeki nasihatlerin hiçbir anlamı yoktur.

Değerler bedel ödetir

Değerler, kişiler için hazzından ve menfaatinden vazgeçmeyi gerektirir; hayatı zorlaştırır, çözümleri güçleştirir, maliyeti artırır. Çoğu zaman da can sıkıcıdır fakat karşılığında uzun vadede itibar, saygınlık ve güvenilirlik kazandırır. İç huzuru ile yaşamaya imkân verir. Bunun gerçekleşmesi için ise vicdana yatırım yapılması gerekir. Eğer çocuk değerinin sadece ve sadece başarıyla ölçüldüğü inancıyla yetiştirilir, vicdan gelişimine sistemli olarak yatırım yapılmazsa, zorlandığı durumlarda kolay olan kestirme yolu seçer ve bunun için kendisini rahatlatacak bir bahane bulur. Zira her insanın içinde hem elindeki imkânlardan kolay yoldan yararlanmak, hem de aynaya baktığı zaman kendisini saygıdeğer biri olarak görme eğilimi vardır.

Kıymetli bir deneyim olarak başarısızlık

Başarısızlığın ayıp, kötü ve yanlış olduğu inancından çocukları uzak tutmak gerekir çünkü başarısızlık değerli bir deneyimdir. Önemli olan, “bu deneyimden ne öğrendin?” sorusuna kişinin etki alanından bir çözüm bulması ve alternatif davranış geliştirmesidir. Bunu sağlamak için çocuklara, başarısızlığın gelişme yolunda bir fırsat olduğu anlatılmalıdır. Zira başarısızlık ve o başarısızlıkla ilgili gerçekçi bir geri bildirim, gelişim yolundaki en değerli fırsattır çünkü “Geri bildirim şampiyonların kahvaltısıdır.”

Günümüzde çocuklarımızın önemli bir bölümü çok iyi besleniyor ancak fazlasıyla sevgi dolu aileleri onları bu değerli geri bildirim gıdasından yoksun bırakıyor. Bu da gençlerin psikolojik bağışıklık sisteminin yeteri kadar gelişmemesine neden oluyor ve onları hayatın doğal güçlükleriyle mücadele edecek donanımdan yoksun bırakıyor.

Değerler kişiler için hazzından ve menfaatinden vaz geçmeyi gerektirir. Hayatı zorlaştırır, çözümleri güçleştirir, maliyeti artırır. Çoğu zaman da can sıkıcıdır fakat karşılığında uzun vadede itibar, saygınlık ve güvenilirlik kazandırır. İç huzuru ile yaşamaya imkân verir. Bunun gerçekleşmesi için ise vicdana yatırım yapılması gerekir.

Çözüm nerede?

Çocuklara aile değerlerinin kazandırılacağı çok önemli iki zemin var. Bunların birincisi, aile üyelerinin toplandığı akşam sofraları ve hafta sonu kahvaltılarıdır. Bu tür bir anlayış değişikliği için atılabilecek dev adımın başlangıcı da ilgiyi televizyon haberleri ve sosyal medyadaki gelişmelerden uzaklaştırmak; çocuğun ödev, ders ve sınav sonuçları konuşulsa bile, bu meselelerin her daim sohbetin ağırlıklı konusu olmasına izin vermemek olabilir. Çocuğun akademik gelişimi ile ilgili konuşmaların yanı sıra haftada birkaç defa şu soruların gündemi oluşturması ve çocuğun da konuşmaya dahil edildiği bir sohbette şu soruların sorulması yararlı olur:

“Bugün/bu hafta kime yardım ettin?”
“Kimden yardım istedin?” (Yardım istemek zayıflık değil güçlülüktür, yardım isterseniz sizden yardım isterler)
“Bu hafta hangi arkadaşının başarısına katkıda bulundun? “
“Sahip olduğun için kendini şanslı ve ayrıcalıklı hissettiğin neler var?”
“Bunların varlığı hayatını nasıl etkiliyor, yokluğu nasıl etkilerdi?”
“Senden daha az şanslı insanlar için ne yapmayı düşünüyorsun?” (Suriyeliler, imkânları dar olan okullardaki öğrenciler)

Bu ve benzeri sorularla düzenli olarak karşılaşmak, çocuğun dünya görüşünde ve hayata bakışında büyük fark yaratır. Böylece dünyada sadece kendisinin var olmadığını, çevresindeki insanların ve kurulu sistemin onun ihtiyaçlarını karşılamak için bir araç olmadığını anlamasına yardım eder. Kendisinden daha az şanslı insanlara karşı borçlu hissetmesine ve en önemlisi “vicdan” geliştirmesine yardımcı olur.

Enerjimizi nereye koyarsak hayat orada gelişir

Anne ve babaları çocuklara “iyi ol, doğru ve dürüst ol” diye nasihat ettikleri için onların bu özellikleri kazanmalarını beklemek gerçekçi değildir. Çocukların vicdanlarının temelinin atılacağı dönemde, en çok önem verilen şey, başkalarının önüne geçerek başarılı olmalarıysa, onlar da vicdanı gelişmemiş yetişkinler olarak, umutsuzca başarı alanında mücadele ederek yaşarlar.

Aile sofraları dışında, ergenlik dönemine kadar ve ergenliğin ilk yıllarında çocuklara değerlerin kazandırılacağı ikinci zemin de, ailenin birlikte yapacağı tatillerdir. Nasıl ve nerede yapılırlarsa yapılsınlar, tatiller anne ve babanın gündelik hayat sorumluluklarından bir ölçüde uzakta, çocuğun iç dünyasına odaklanmasına imkân verecek fırsatlardır. Ancak ne yazık ki birçok aile tatilini, çocukları kendininkiyle yaşıt olan arkadaşlarıyla birlikte geçirerek bu önemli fırsattan yararlanmıyor. Böylece tatiller çocukların da yetişkinlerin de kendi dünyalarında yaşadığı bir hal alıyor. Bu da çocuğun dünyasına girme, onun zihnini meşgul eden konular konusunda derinlemesine sorular sorarak onu konuşturma fırsatının kaçırılmasına neden oluyor.

Vicdan azap vermek için vardır

Eğer bir yetişkin, eyleminin doğru olup olmadığını düşünüyorsa, büyük bir ihtimalle doğru değildir. “Herkes neler yapıyor, benimki de bir şey mi?” düşüncesi, kişinin vicdanının sesini susturmak için bulduğu bir savunma mekanizmasıdır. Vicdan azap vermiyor ve rahatlatıyorsa, kişi uygunsuz eylemine kılıf uyduruyor demektir. Aydınlar da toplumun vicdanıdır. Topluma azap vermeleri, toplumun canını sıkmaları ve onu düşündürmeleri gerekir. Topluma azap vermeyen, toplumdaki baskın düşünceden farklı görüştekilerle empati kurulmasına aracılık etmeyen kişilere aydın denmez.

Özetle, vicdan içimizdeki yargıçtır. “Eylemimi kimse bilmese de ben bileceğim”, “Eylemimi anne ve babama, eşime ve çocuklarıma çekinmeden söyleyebilir miyim?”, “Eylemimi beni yetiştiren ilkokul öğretmenim duysa ne der?”, “Çocukluğumu veya gençliğimi geçirdiğim kasabanın gazetesi bu eylemimi yazsa, beni tanıyanlar ne düşünür?” sorularına verilecek cevaplar kişinin pusulasının doğru istikameti göstermesine yardımcı olur. Unutmamak gerekir ki, bir düşünürün dediği gibi, “İnsanları ahlak yönünden eğitmeden (vicdanını geliştirmeden) eğitmek, toplumun başına bela etmektir”.

Son söz

Bir değere sahip olup olmadığımızı anlamanın en kestirme yolu, bu değer için ödediğimiz veya ödemeyi göze aldığımız bedeldir, çünkü “hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değildir”.

Prof. Dr. Acar Baltaş / Nasıl vicdanlı çocuk yetiştirilir?

FİKİR TURU

Kişisel gelişim mi, olgunlaşma yolculuğu mu?

Kişisel gelişim sektörünün tekrarladığı “pozitif düşün” düsturunun tehlikeleri neler? ‘Kendiniz olun’ savunucuları neyi gözden kaçırıyor? Mutluluk endüstrisinin mottoları neleri yok sayıyor? Kişisel gelişim mi olgunlaşma yolculuğu mu? Prof. Dr. Kemal Sayar’ın yazısının ikinci bölümü.

Etrafımızı kuşatan mutluluk endüstrisinin bize sıklıkla tekrarladığı mottolardan biri de, pozitif düşün, pozitif olsun. Oysa, pozitif düşünmek, hep iyiye odaklanmak, kötüyü ortadan kaldırmıyor yalnızca dışarıda bırakıyor. Kötü muamele, istismar, şiddet ve daha fazlası köşe başında beklerken, “pozitife odaklan” diyerek tüm risklere gözümüzü kapadığımızda kendimizi göz göre göre tehlikenin kucağına bırakmış oluyoruz. Halbuki olumsuz olanı görmek, bizi kendimizi korumak için önlem almaya yönlendirir. Pozitif düşüncenin vaatlerinin tehlikeli sonuçlarından biri de, pozitif düşünce vasıtasıyla sağlık, para ve refaha kavuşulacağı ümidinin boşa çıktığı durumda kişinin kendisini suçlaması. Yeterince pozitif olunursa, kişinin başarmaması işten değildir çünkü. Neticede mutlu olmak insanın kendi ödevi ise, mutsuz olmak da onun suçudur.

Bir şeyleri yeterince istemediğimiz için olmadığı, yeterli inanca sahip olmadığımız için gerçekleşmediği fikri ile hareket edildiğinde, bunun kişinin kendi hatası olduğu çıkarımına yol açtığını ve böylece sisteme ilişkin problemlerin hasır altı edildiğini bu yazının ilk kısmında söylemiştim. Örneğin, iş bulamamak, ekonomik veya eğitim alanının eksiği değil, kişinin “yeterince” girişken olmayan, motivasyon eksikliği olan, evrene “pozitif” mesaj gönderemeyen biri olmasından kaynaklanıyordur.

Kapitalist düzenin içerisindeki bireyin daha büyük sorular sormasının önüne geçmenin bir enstrümanı haline gelen kişisel gelişim, kişiyi içinde bulunduğu daha geniş güç ilişkilerinden, siyasi problemlerden koparıyor. Bu durum “insan acısının depolitize edilmesi” olarak tanımlanabilir. Depolitizasyon, sistemin işlerliğini güçlendirmeye yarıyor. Kişi artık bir tehdit olmaktan çıkıp, halihazırdaki çarkın bir dişlisi haline geliyor.

Günümüzde “problemin olduğu durumlar” ve “mutlu olunan durumlar” birbirinin zıttı olarak konumlandırılıyor. Problemlerin bize kötü hissettireceğine eminiz, dolayısıyla problemlerin olmadığı durumlarda mutlaka iyi ve mutlu hissederiz anlayışı hakim. Problem ile mutluluk, dert ile deva, sıkıntı ile iyilik hali arasındaki uçurum gün geçtikçe açılıyor. Halbuki, eskiler “Allah derdini arttırsın” diye dua ederdi.

Filozof Soren Kierkegaar’un Korku ve Titreme’deki muazzam sözünü işitmişizdir: “Hepsi anımsanacaktı, ama herkes mücadele ettiği şeyin büyüklüğü kadar büyüktü. Dünyayla mücadele eden dünyayı alt ettiği için, kendisiyle mücadele eden kendini alt ettiği için büyüktü. Oysa tanrıyla mücadele eden herkesten büyüktü. Dünyada mücadele vardı; insana karşı insan, bine karşı bir; oysa tanrıyla mücadele eden herkesten büyüktü. Yeryüzünde mücadele vardı: kendi gücüyle her şeyi alt eden biri vardı ve kendi güçsüzlüğüyle tanrı’yı alt eden biri vardı. Kendine güvenen ve her şeyi kazanan biri vardı; gücünün güvencesinde her şeyini feda edebilen biri vardı. Oysa tanrı’ya inanan herkesten büyüktü.” İnsanın yükselişi, direnci mücadele ettiği şeyin büyüklüğü kadardır. Güvercin, hava olmasa, hızının yol açtığı rüzgâr ona çarpmasa daha iyi uçabileceğini sanabilir ama “güvercinin havaya karşı mücadele ettiği gibi, yüzücünün suya karşı yaptığı gibi dünyaya karşı mücadele etmek zorundayız, ancak dünyayı yüzücünün suyu sevdiği gibi sevmeliyiz de” diyor Simone Weil de Felsefe Dersleri eserinde.

“Sadece kendin ol” savunucularının göremediği

Stanford Üniversitesi psikologlarından Carol Dweck, çalışmalarıyla “sadece kendin ol” mottosuna öldürücü bir darbe vuruyor. Dweck; stres, kaygı ve başarı eksikliğinden mustarip olmamızın en büyük nedenlerinden birinin kişiliğin sabit bir şey olduğu fikrinden kaynaklandığını gösteriyor. ‘Kendiniz Olun’ savunucuları, sinsi bir şekilde aslında, ‘kim olduğunuzun’ sabit bir şey olduğunu varsaymakta.

Oysa kadim öğretilerin terbiyesinin bize ulaştırdığı ve modern çalışmaların da yeniden üzerine eğildiği ve kuramsallaştırdığı düşünceye göre, benlik, içinde barındığı muhite ve bağlantıda olduğu önemli ilişki ağlarına göre tağyir ve tebdil olan daimî bir inşaat alanı.

Çevremizdekilerin bir yansıması olarak, yani ayna benlik olarak bir manzara, kolaj bir mimaridir benliğimiz. Neyi seçtiğimiz elbette ki mühim ama yansıtabileceğimiz şeylerin niteliği de bir o kadar önemli bu yapıtta. Ralph Waldo Emerson, “Hayat, tesbih taneleri gibi birbiri ardına dizilmiş bir duygu trenidir” diye yazmıştı, “ve onların içinden geçerken, her biri dünyayı kendi renklerine boyayan ve kendi odağında ne olduğunu bize gösteren pek çok renkli mercek…”

Gelişimin gözden kaçırdığı

Gelişim kelimesi hep ileriye, geleceğe yönelimlidir. Diğer bir ifadeyle, şimdi ve buradaki benden daha iyisi olma fikrini içerisinde taşır. Bu nedenle, kişisel gelişim yönelim itibariyle geleceğe dönüktür. Böylece an’ın doğurganlığı anlamını yitirir. Mutluluk hep ileride, özlemi çekilen, hedeflenen o henüz gelmemiş gelecekte seyreder. Kişisel gelişimimiz bizden önde attığı her adımda, bizi geride bırakıyor. Gelişmeye kaçan her yanımız kendimizi şu anda unutup da gidiyor. Gelişim sürecini ileriye yansıtan kişisel gelişim furyası, anın bütün zenginliğinden mahrum bırakıyor bizi. Ancak, “Dem bu demdir, dem bu dem.” Klinik psikolog Stephen Briers, “Amaçlarımızın, hayatımızda bizim için gerçekten önemli olanları görmemizi engellememesi gerekir” diyor. Amaçlarımıza odaklı ilerlerken, “bu sırada neyi kaçırıyoruz?” sorusu bize yol gösterebilir.

Bir Zen şiiri şöyle diyordu “Bir şey yapmadan sessizce otur./Bahar gelir/Ve otlar kendiliğinden büyür.” Yine de insan, “bir şey yapmalı” duygusuyla hırpalanıyor biteviye. Diğer yaratılmışlar gibi zorunluluğa tabi ancak yine de onlardan başka şekilde özgür irade sahibi bir varlık olmak, yaşamımızın yüreğinde daimî bir kaygıyı barındıran şey.

Psikolog Neal Roese, ‘If Only’ adlı kitabında, gerçek hayattaki seçimler söz konusu olduğunda, “Bir şeyi yapmaya karar verirseniz ve bu karar, kötü sonuçlanırsa, muhtemelen bu, gelecekteki on yılda sizi rahatsız etmeyecektir. Başarısızlığı yeniden çerçeveleyecek, makul açıklamalar getirecek, devam edecek ve unutacaksınız. Harekete geçmemekle ilgili ise durum öyle değil. Harekete geçmediğiniz için daha uzun süre pişmanlık duyacaksınız, çünkü bu durum, “hayal gücü açısından sınırsızdır”: Gerçekleşme ihtimali olanların sonsuz olasılıkları içinde kendinizi sonsuza kadar kaybedebilirsiniz.” diyor. Eskilerin “zuhurata tabi olmak” tavsiyesi belki hem kendimizi ve yaşamı inşa etme ödevini ifa etmemize yardım ederken, hem de projeler, düsturlar, hedefe güdümlü eylem planlarının pençesine düşmekten bizi esirgeyebilir. Yolların çatallandığı her noktada, yeni bir tecellinin açılması için kendi benzersiz kurgusu ve ilişkileri içerisindeki benliğimizin dinamiklerini kullanmalıyız. Elimizdeki hazır reçeteler, her ne kadar göz atılıp fikir alınması için faydalı olsa da biziz onların yorumcusu; bu an içerisinde bize dair bir söz söylemek ödevi sadece bizim.

Hızla değişen dünyada, elinde olanları sıkı sıkıya tutmaya çalışanlar artık tutucu, değişime direnen, geri zihniyetli benzeri ithamlara maruz kalıyor. Her geçen gün kültürün ve geleneğin prangalarından özgürleşiyoruz. Daha ve daha yenilikçi oluyoruz. Moda her gün değişiyor. Modayı takip edebilenlerimiz, hayranlık bakışlarını üzerine toplayabiliyor. Mükellefiyetlerden kurtulabildiğimiz oranda yeniliklere, orijinal şeylere yer açabiliyoruz.

Steven Brinkmann, kişilik, güçlü yanlar gibi geliştirilmesi gereken, üzerine çalışılması beklenen popüler konuların ötesinde “şahsiyet sahibi olmak” fikrine vurgu yapıyor. Bütünlük, sağlamlık, bozulmamışlık kavramları ile tanımladığı şahsiyet sahibi olma bağlamını, sahip olunan değerleri korumak, her yeni gelene kafa sallamamak, eyvallah dememek gerekliliğiyle destekliyor. Yeni olan her şeyin mutlaka iyi olduğu fikrine karşı çıkarak “tekrar ve gelenekte büyük bir değer vardır ve yenilik ciddi problemler doğurur. Ancak, suları bulandırma pahasına, her tekrarın yenilikçi olduğunu eklemek isterim” diyor. Her yeni olana veya yeni olacak olana yüzümüzü döndükçe, kendimize ve bugüne kadar sahip olduklarımıza, elimizde tuttuklarımıza sırtımızı dönme riski vardır.

Gelenekten kopuş

Gustav Mahler’in söylediği gibi, “Gelenek, ateşin elden ele verilmesidir, küllere tapınmak değil.” Gelenekçilik de gözü kapalı savunulacak bir ideoloji değil ama insanda yaşamı destekleyen ateş, nesile nesile aktarılan aynı meşalenin yangınındandır. Geleneğin kaybı, tecrübelerin şekillendiği anlam örüntülerinin de yitirilmesine neden oluyor. Gelenekten kopuş aynı zamanda insandan, ilişkiden de kopuş anlamına gelir.

Bugünkü kişisel gelişim sektörüne zemin hazırlayan sebeplerden biri de bu kopma hali ile bireyin yalnızlaşmasıdır. Birey, hem insanlardan hem de değerler ve anlam bütünlüğünden izole oluyor. Tutunacak, referans alınacak değerlerimizi yitirdikçe, “yeni” olan fikirlere ihtiyacımız da artıyor. Bu boşluğu, kişisel gelişim mitleri dolduruyor. Bize kendimizi ve hayatı dönemin ruhu ile şekillenen fikirler aracılığı ile anlatıyor. Kişisel gelişim sektörü, “Pozitif düşün, hayatın değişsin”; “İçindeki çocuğa sarıl”; “Duygularına izin ver” ve daha birçok miti, günün hikmet açlığını doldurma girişimi ile pazara sunuyor.

Psikoloji biliminin odağı

Psikoloji bilimi insana fazlasıyla birey odaklı yaklaşır. Kimi yaklaşımlar kişinin içsel yapılarını, kimi yaklaşımlar düşünce ve davranışlarını inceler. İnceleme sahası ekollere göre değişiklik gösterse de genel itibariyle psikoterapi yaklaşımları kişiyi daha geniş ilişkiler ağındaki bir etkilenim öznesi olarak değil, tekil olarak ele alır. Örneğin, bir kişinin sosyal kaygı yaşaması, kişiye ait düşünceler, duygular veya yapısal özellikleri ile ilgili olarak değerlendirilir ve kişinin bunu düzeltmesi, değiştirmesi amaçlanır. Ancak, bu sosyal kaygıya zemin hazırlayan sosyal koşullar göz ardı edilir. Günümüzde, bir diğerinin duygusunu düşünmeden hareket etmek özgüven sahibi olarak tanımlanabiliyor. Veya girişimcilik kimi durumda, başkasının hakkını gözetmekten vazgeçmeyi gerektirebiliyor. Bu bakış tarzı, psikoloji alanının da depolitize olduğunun işaretidir. Depolitize olmanın bir sonucu olarak problemler gerçekten ait oldukları bağlamlarda değerlendirilme şansını yitirirler ve tüm yükü birey sırtlanır.

Psikolojide, teşrih masasında didik didik edilen bir ceset gibi benliğin her bir unsuru incelemeye alınır. Bu, insanı daha iyi anlıyor olma yanılgısı veriyor bize. Briers, “Popüler psikoloji, kendimizi anlayabilmemizi sağlaması için bize bir ayna tutar; ancak bu ayna, bizi, kendi görüntüsüne büründürerek gösteren bozuk bir aynadır” diyor. Yansımalar, popüler psikolojinin trendlerine göre dağılıyor.

Geçmiş dönemlerde, insanların aşmaya çalıştıkları zorluklar genel olarak fazlalıkların azaltılması yönündeydi. Ancak günümüzde birçok insan motivasyonunun, öz-güveninin, mutluluğun az olduğundan dem vuruyor. Psikoloji alanında, dışa vurulamayan içgüdü ve dürtülerin fazla olmasından kaynaklanan nevrozun, yerini motivasyon, keyif alma, neşe ve öz güvenin azlığı ile tanımlanan depresyona bıraktığını söyleyebiliriz. Kişisel gelişim, önce eksikliklerin belirlenmesi ve sonra da o eksikliklerin giderilmesi süreci olarak tasarlanıyor. Neyin problem olarak tanımlanacağı, dönemin ihtiyaçları, yaklaşımları ve trendleri ile belirleniyor.

Bir sentez de mümkün

Popüler kişisel gelişim endüstrisine pek çok esaslı noktada haklı eleştiriler getirmek mümkün. Her meselede olduğu gibi, bu konuda da ifrat ve tefritten sakınmak, orta yolu tercih etmek veya bilimsel ifadeyle “bir senteze varmak” gerekiyor. Üstelik bu sefer orta yol, insanların yürümekten en çok kaçındıkları, farkı yaratan bir patika. İnsanın yolculuğunu kesintiye uğratmak, onu bir ağıla hapsetmek ve içten içe çürümesine göz yummak manasına gelecektir. Bir Martı’nın ses duvarını aşması gibi gerçek dışı bir hedef değil elbette talip olduğumuz, ama mümkünün sınırlarını daha ileri taşıyabilecek bir tür varsa yerkürede, bu da insandır. Yeryüzünde bizler için ayetler vardır; kozasının içinde çürüyen tırtıl, bir kelebek olduğunu görür rüyasında. Ağaçlar tohumdan, kozalaktan yetişir. İnsan yavrusu iki ayağı üzerinde doğrulmakla kalmaz, koşmakla ifade ve hız kazanır. Dil, iki heceden yola çıkar ve görülemeyen nesneleri, varlıkları, evrenleri tanımlar. İnsanın zindanlarında ne kadar duvar örülürse örülsün, elimizi uzatır ve meçhule bakan bir dizi kapı açarız.

İnsan bir tarihin içine doğar, bir sosyalliğe doğar. İçinde soluk alıp verdiğimiz politik ortam ve kültür bize hız da verebilir, ayağımıza köstek de olabilir. İnsanın bütün meselesini zihninin içine hapsederek onu tarihten ve kültürden yalıtmak, ona kolay kişisel gelişim reçeteleriyle yön tayin etmek beyhude bir çaba. Tam aksine hayatı bütün coşkusuyla, sunduklarına gönlümüzü açarak, bütün getirdikleriyle kabullenmek, kimi yerde kaderle inatlaşırken kimi yerde kendimizi onun rüzgarına bırakmak, bana daha doğru bir yöntem gibi geliyor. Modern dünyanın ilerleme fikrine inat buna ‘Kişisel gelişim’ yerine, ‘olgunlaşma yolculuğu’ demeyi tercih ederim. Olgunlaşmak zira hep bir şeyler edinerek olmaz, fazlalıkları arkada bırakarak, ağırlıklardan ve yanılsamalardan kurtularak olur.

FİKİR TURU

Şu an “Sahiden nezaketin ilişkide bir sorun teşkil edebileceğini mi söylüyorsun? Bizim sorunumuz bu olsun isterim!” diyebilirsiniz. Ama sözlerimi tekrar ediyorum zira şarkıcı ve sözcü Ricardo Arjona’nın da dediği gibi “kendinizi yaşlanmış ve partneri olmayan biri olarak hayal etmek, kalbinizle yapmanız gereken bir seçimi aklınızla yapmanıza sebep oluyor.” İşte tam burada hata yapıyoruz. Ne kadar inanılmaz ve saçma gözükse de nezaket ve yanlış anlaşılmış duygular bir ilişkide ciddi bir sorun oluşturabilir. En soylu niyet bile bozulup acı, öfke ve yanlış anlamaya dönüşebilir…

“İşte bu yüzden asla mükemmel çift olamayacağız. Yalnızca aritmetikte bir artı birin iki ettiğini kabul etmedikçe.”

– Julio Cortazar

Bilim Ne Diyor?

Nezaketin bir ilişkiye getirebileceği sıkıntıları anlamak için Toronto Üniversitesi’nden bir grup araştırmacının birkaç sene önce bu konuda yürüttüğü çalışmayı görmek doğru olacaktır.

Araştırmaya göre partnerlerden biri itiraz etme kabiliyetini gösteremezse, nezaket ilişkide ciddi bir sorun halini alabilir. Kişi, nezaketi kendi ihtiyaçlarını karşılamaya tercih ederse ilişki bu durumdan mustarip olacaktır. İnsanların sosyalleşmeye ihtiyacı vardır. Ayrıca öyle ya da böyle empati gösteren varlıklarız. Ama bu aşırı durum, çifti oluşturan kişilerden birinin sırf çatışmadan kaçmak için katlanılmaz bir durumu kabul etmesine neden olabilir.

Çalışmada araştırmacılar aşırı empati ve yüksek nezakete sahip kişilerin partner seçiminde ciddi sorunlarla karşılaştıklarını çünkü daha sonra kendilerini suçlu hissetmekten korkarak reddetme kabiliyetini gösteremediklerini ortaya koymuştur.

“Tatminkar ve istikrarlı ilişkiler yaşayan kişiler, dengeli varlıklardır. Bir boşluğu dolduracak birini aramıyorlardır. Kendi değerlerini biliyorlardır.”

– Andrew Matthews

Nezaket İlişki İçin Sorun Haline Geldiğinde

Aşırı empati ve nezaket, ilişkilerde kötü kararlara yol açabilir. Uzun süre devam ederse ciddi hastalıklar ve psikolojik rahatsızlıklara yol açabilir. Bu nedenle bazı tedbirler almak önemlidir.

Sıra dışı gözükse de “hayır” demeyi bilmek önemlidir. Daima kibar ama aşırıya kaçmadan davranmalısınız. Zamanında bir ret, çok büyük bir zihin egzersizi olabilir. Herkes hayır demeyi bilmez ama rahatsızlık verici durumlardan kurtulmak için gereklidir bu.

Bir çiftte nezaket, suçluluk hissiyle bağlantılandırılabilir. Daima belli sınırlar içinde olacak şekilde bazı ilgilerinizi partnerinizin önüne koymak, suçluluk hissetmek için sebep değildir.

Bir partnerin nezaketinin, düşük öz güvenle ilgili olduğu durumlar da vardır. Aşırı yardımsever kişiler, aslında kendi güvensizliklerini gizliyor olabilir. Kabul ettiklerini göstermek için her şeyi kabul etmeyi tercih ederler.

Yakından bakarsak suçluluk, “hayır” diyememe veya düşük öz güven, daima öz güven eksikliğiyle ilişkilidir. Bu bakımdan bir profesyonel tarafından el konulması gereken ciddi vakalar vardır.
 

Bu Durumlardan Kaçınmak Mümkün Mü?

Bir ilişki asla güvensizlik ve sorunlar çukuruna dönüşmemeli. Mükemmel olamasa da sevdiğiniz kişiyle ilişki, hayat kalitenizi iyileştiren bir durum olarak düşünülmelidir. Aksi halde, durumun koşullarını yeniden ifade etmek doğru olacaktır. Bu türden bir ilişkiye sahip olduğunuzun bazı işaretleri şunlardır:

Sürekli olarak özveriyle teslim olan ama yeterli karşılık alamayan biriyseniz.

Birinin nezaket ve iyi davranışlarınızı istismar ettiğini düşünüyorsanız belki de durumu tekrar ele almalısınız.

Sağlıklı nezaket çoğu zaman iyimserlikle birlikte yol alır. Ne var ki partneriniz bu bakımdan rahatsızlık duyuyor. Partnerinizin saf ya da hatta “salak” denecek denli iyilik gösterdiği fikrine kapılabilirsiniz. Bu durum aşırıya kaçarsa, şüphe etmek için neden vardır. Partnerinizin sizi ciddiye almadığını ve nezaketinizin sahte bir mutluluğa karşılık geldiğini düşündüğünü fark ederseniz, muhtemelen doğru kişiyle değilsiniz.

Partneriniz kişiliğinizi ve iyimserliğinizi güçlendirmiyor ve sizin için bir güvensizlik kaynağı oluyorsa.

Kısacası, nezaket gibi güzel ve hayranlık verici bir şey bir mutsuzluk ve ilişki sorunu kaynağı olursa, o ilişkide bir şeylerin dağıldığı aşikardır.

Nezaket, Kendine Güvenin Üzerinde Olmamalı

Sağlam bir kişiliğe sahip olmak güçlü olmaktan daha fazlasıdır. Sonuçta, otantik güç, fiziksel yeteneğin değil sarsılmaz bir iradenin ürünüdür. Yani güçlü bir insan, vazgeçmeyi bilmez. Sekiz defa düşer, on defa ayağa kalkar. Hata yapmaktan korkmaksızın geleceğe umutla bakar.

Her ne kadar bu kişilik tipini bir noktada duymuş olsak da, kavram olarak 80’li yıllarda sosyal psikoloji alanında ortaya çıktığını bilmek ilginçtir.

Chicago Üniversitesindeki psikolog Suzanne C. Kobasa, bazı insanların “özel” olmasını sağlayan şeyin ne olduğunu bilmek istedi. Sadece stresi daha iyi tolere edememekle kalmayıp zorlu durumlardan ders çıkarmış insanların bunu nasıl başardığını anlamak istemişti.

“Ayağa kalkabilen adam, düşmemiş olandan bile daha güçlüdür.”

– Viktor Frankl

Sağlam bir kişilik, belli biyolojik bileşenlerin ve bu insanların toplumdaki deneyimlerinden ders çıkarma şeklinin birleşimi olarak tanımlanmıştır. Ancak o zamandan beri odak noktası biraz değişti.

Odak noktasının büyüdüğünü söyleyebiliriz. Bugün hepimizin geliştirmesi gereken ve tartışılmaz potansiyele sahip bir dizi yetenek görüyoruz.

Esasen, büyük şirketlerin değer vermeye başladığı bir şey de “zihinsel dayanıklılık”tır. Başka bir deyişle, zihinsel dayanıklılık ve sağlam bir kişilik. Çünkü bizimki kadar karmaşık ve rekabetçi bir dünyada, zeki ve yetenekli olmak artık yeterli değil. Herhangi bir alanda, herhangi bir senaryoda, her koşulda ilerlemeye devam etmek için tüm kaynaklarımızı kullanmalıyız.

Sağlam bir kişiliğin dört bileşeni

Manchester Metropolitan Üniversitesi’nde uygulamalı psikoloji profesörü Peter Clough, sağlam kişilik ve zihinsel azim çalışmalarında önde gelen isimlerden biri. “Zihinsel Sağlamlığı Geliştirmek” gibi kitaplarında bu kapasiteyi oluşturan dört boyutu değerlendirmek için araçlar ve psikometrik testler sunuyor. Ayrıca çok açık olmamız gereken bir konu da, hiç kimsenin sağlam bir kişilikle doğmadığıdır. Bu zihinsel yaklaşımların ve içsel güçlerin hiçbiri doğduğumuz günden beri sahip olduğumuz özellikler değildir. Daha ziyade, başarıları ve başarısızlıkları içeren deneyimlerimize dayanarak seçmeye devam etmemiz gereken düşünce ve tutumların sıra dışı bir sonucudur.

1. Güven, kendine inanma yeteneği

Kabul edelim, kendi içimizdekinden daha kötü bir düşman yoktur. Ne de olsa
davranışlarımızı belirleyen şey öz imajımızdır. Bu nedenle, eğer kişi kendini küçük, kırılgan, yaralı ve kararsızlığa sürüklenmiş olarak görüyorsa, iyi ya da tatmin edici bir şey elde edebilmesi nadiren gerçekleşecektir. Ayrıca zorluklar, mücadeleler ve sıkıntılarla da doğru şekilde yüzleşemeyeceklerdir.

Ralph Waldo Emerson’un bir zamanlar söylediği gibi, başarıya ve iyiliğe giden ilk adım özgüvendir. Başka bir ifadeyle: hayatımız, öz saygımızdır.

Kendimize ve benlik saygımıza güvenebilmek için korkularımızla yüzleşme cesaretini göstermekten başka çaremiz yok. Öz saygımızı beslemek ve sınırlayıcı tutumlarımızı bir kenara bırakmak zorundayız.

2. Öz kontrol, huzur ve pozitifliğin arasında bir yerdedir

Sağlam kişilik, öz denetim için yüksek bir kapasiteye sahip değildir. Esasen orta düzeyde öz denetime sahiptirler ve her şeyi kontrol edemediklerini tamamen bilirler. Çevrelerinde olan her şey ya da kaderin onlar için hazırlamış olduğu şeyler … Bütün bunların onların kontrolünde olmadığını fark ederler.

Sağlam bir kişi, yaşamın bir kısmının belirsizlik tarafından yönetildiğini bilir. Ancak belirsizlik karşısında, teslim olmayı reddetme kararlılığı hâkimdir. Geleceğin getireceklerini cesaretle karşılamak için kendi duygularıyla bağlanırlar. Bu şekilde, her zorluğun ortasında, yeni hedeflere ulaşmak ve yeni bir şeyler öğrenmek her zaman mümkün olacaktır.

3. Korkmadan zorluklarla yüzleşmek

Mihaly Csikszentmihalyi bir keresinde şöyle demiştir: değişiklikler yaşamın bir parçası. Onları en iyi şekilde benimsemek, kişisel gelişimimiz için bir teşvik anlamına gelir. Bununla birlikte, hepimiz zorlukların genellikle istenmeyen korku, stres ve kaygı üçlüsüyle birlikte geldiğini biliyoruz. Sağlam bir kişilik, en çok bilişsel esneklik ve belirsizliği iyi tolere edebilme yeteneği ile karakterize edilir. Onların içsel vizyonu, sakin ve olgun olmalarını ve zorlukları bir tehdit olarak değil, içsel kaynakları bir araya getirerek pozitif ve etkili bir direniş oluşturmak için bir fırsat şeklinde görmelerini sağlar.

4. Kendime ve çevremdekilere bağlılık

Sağlam bir kişiliğe sahip insanlarda bağlılık, kişinin kendinin ya da kendi yararının ötesine geçer. Temel bir özellik de gerçek sosyal bağlılık, topluluk ve işbirliği duygusudur. Özgecilik ve sosyal desteğe duydukları bu derin arzu çoğu zaman onları başkaları için bir ilham kaynağı kılar.

Esasen bu kişilerin varlığı ve odaklanmış, rahat tutumları genellikle çevrelerinde stresi önemli ölçüde azaltır. Varoluşçu psikologlara göre sağlam bir kişiliğe sahip insanlar özgün kişilerdir, geleceğe güvenle bakarlar, bencillikten arınmış olan ve ortak iyilik arzusuyla hareket eden kişilerdir. Sonuç olarak, bu  kişilik tipi sağlamlığın ve direncin bol olduğu belli yaklaşımları, özellikleri ve iç süreçleri bir araya getirir. Gelin bugün, kendimizde bu özellikleri oluşturmaya başlayalım. Yaşamımızdaki koşulları seçemiyor olsa da düşünce ve tavırlarımız üzerinde çalışabiliriz. Bunun yaşamımızı ne kadar değiştireceğini görmek çok şaşırtıcı olacaktır.

Korumamız gereken üç şey var: güven, verilen sözler ve kalpler. Bir düşünürseniz, hayatta değerli olan çok az şey olduğunu görürsünüz. Bunlar kişisel gelişimin anahtarıdır. Bize bir şeyin parçası, başkalarının bir parçası olduğumuzu hissettirirler. Ufalanıp giderlerse, ayakta duracak hiçbir şeyimiz kalmaz. Sosyal psikologlar ve sosyologlar çoğu zaman bugün birçok insanın “risk azaltma modeline” yakınlık duyduğunu söylüyor. Yani bazı insanlar incinmek, hayal kırıklığına veya hüsrana uğramamak için derin kişisel ve duygusal ilişkilere girmekten kaçınırlar.

“Güvenmeksizin yaşamak imkansızdır: bu, hücrelerin en kötüsünde, kendimizde hapsolmaktır.”

– Graham Greene

Duygularımızı tutarak “depoladığımız” duygusal enerji, zayıf bağlanma safhasını başlatır. Sonuç? Gelip geçici olan ve yüzeyselin ötesine geçmeyen değersiz ilişkiler. Başka bir deyişle, incinme riskini azaltıyoruz; Mutluluk yerine zararsız ilişkilerle yetiniyoruz. Peki ama gerçekten bu donuk hayatı yaşamak mı istiyoruz? Özgün ilişkilerin gelişip yerleşmesine izin vermeye değmez mi?

Genetik olarak insanlara güvenmeye “programlanmış” olduğumuz gerçeğini görmezden gelemeyiz. Bu ihtiyacımız olan bir şeydir, hem de tüm varlığımızla ihtiyaç duyduğumuz bir şey. Bir bakıma hayatta kalmak, daima en yakın sosyal grubumuzu oluşturan bireylere bağlı olmuştur.

Sürekli olarak başkalarına güvensiz yaşayan insanlar asla kazanamaz. Sadece kaynaklarını, enerjilerini ve niyetlerini kullanarak, duygusal bakımdan cesur ve açık davranarak ve pozitif bir tavırla, korumamız gereken üç şey olduğunu bilerek kazanabilirsiniz: güven, verilen sözler ve kalpler.

Korumamız gereken üç şey

Kaybedilen güvenin yenilenmesi, yapabileceğiniz en karmaşık, hassas ve zorlu şeylerden biridir. Çocukken, korumamız gereken bazı şeyler olduğunu öğrenmiş olabilirsiniz. Belki de eski ve yeri doldurulamaz olduğundan ya da kırılmış şeyler artık kullanılamayacağı için böyle davranmanız öğretilmiştir. Ancak görmediğimiz hâlde kırılmasına engel olmamız ve korumamız gereken bazı şeyler olduğunu nadiren öğrenmişizdir. Aslında bazı görünmez şeyler vücudumuzdaki kemikler gibi kırılabilir ve bazı nedenlerden dolayı iyileşmesi daha uzun sürer. Güven, verilen sözler, saygı ve sevgi hakkında konuşuyoruz.

Bazen, bir çocuğun gözleri, bu değerli hediyeleri ihmal etmeyi erkenden öğrenir çünkü anne babası da böyle yapmıştır Çünkü çocukları karşılanmamış vaatlerle beslemek bir iz bırakır. Çünkü kendi anne babanıza hiç güvenmeden büyümek kalıcı bir yara bırakır. Bu şeyler genellikle davranışlarımızı ve başkalarıyla kurduğumuz ilişkileri şekillendirir.

Kırılmaması gereken şeyler kalp ve gerçek aşktır. Görünmez ama vazgeçilmez şeylerdir bunlar.


İnsan kalbi

Şu anda, beynimizin hala anlamadığımız birçok yönü var. Bunlardan biri, insanların travma karşısındaki tepkilerinin nasıl değiştiğidir. Bazı insanlar, kalıcı bir çaresizlik, güçlü ve mutlu ilişkilerin mümkün olmadığı bir tür kronik stres durumuna girer. Ancak diğerleri, hayat karşısında onlara duygusal bakımdan güç veren bir tavır alırlar. Bazı insanlar geçmişte kırılmış parçalarıyla birlikte sürüklenip gitmiştir. Ama şimdi, kırılmış olsalar bile yalnızca kendilerine cesaretle güvenenlerin güvenmeye değdiğini bilirler. Bazı insanlar sözlerini asla unutmazlar. İki elleri kanda da olsa verdikleri sözü tutarlar. Çünkü ihanetin ne kadar can acıttığını bilirler. Bu dirençli, müthiş insanlar bir kalbin ne kadar değerli olduğunu da anlarlar. Ancak bazen ne kadar kırılgan olduğunu unutmazlar. Sevgi yalpalıyorsa; yalanlar, şüpheler, manipülasyon ve gizli ihanetlerle beslenmişse bunun ne korkutucu olduğunu bilirler.

Her kim güven dilini konuşursa … kim verilen sözlerin manasını anlarsa … ve başkalarının kalplerini onlara zarar vermeden nasıl dinleyeceğini bilirse… işte bu insanlar verir ve almayı hak ederler. Aynı haklara ve hediyelere layıktırlar. Dünyamızı daha saygılı ve daha mutlu bir yer haline getirirler.

Psikolog Valeria Sabater

Tartışmalar, tıpkı balın arıları çekmesi gibi negatif duyguları kendisine çeker. Bu çatışmaların çoğu ise iletişim sıkıntısından kaynaklanır çünkü duygularımızı veya düşüncelerimizi nasıl doğru aktaracağımızı bilmiyoruz. Bu, eşimizin bizi yanlış anlamasına ve ona karşı saldırıya geçtiğimizi sanmasına yol açabilir.

Ancak tek sorun bu değil.  Nasıl iletişim kurulacağını bilmenin dışında nasıl dinlemek gerektiğini bilmemiz de önemli. Karşı tarafın aktarmaya çalıştığı bilgiye odaklanmak ve yalnızca bunu almak olası gerilimi engelleyecektir. Böylece, yanlış anlaşılmaları önleyebilir ve karşımızdaki kişiyle empati kurmayı kolaylaştırabiliriz.

“Kendi duygularımızı eşimize açtığımız zaman bunun zarar vermekten çok iyileştirici bir yanı olduğunu anlarız, cephelerle dolu dünyada sığınacak samimi bir ilişki olduğunu keşfederiz.”

– John Welwood

İlişkide İletişim Becerileri

İlişkideki çatışmalardan dolayı ortaya çıkan sorunlarla yüzleştiğinizde, iyi iletişim becerilerini devreye sokmak çözüm bulmak açısından yararlı olabilir. Bunun en iyi yolu ise, saygı, anlayış ve incelikli düşünmekten geçer. Doğru zamanda iletişim kurmak da bir o kadar önemlidir. Bir şeyleri yanlış zamanda söylemek, karşı tarafla olması gerekenden daha az iletişim kurmamıza neden olur. Sorunların bir diğer kaynağı ise, eşimizin ne düşündüğünü veya ne hissettiğini tahmin etmektir çünkü her zaman yaptığımız çıkarımların yanlış olduğunu fark ederiz. Ayrıca, her zaman genelleme yapmaya eğilimliyiz. Örneğin; eşimizin davranışları arasından neyi beğenip neyi beğenmediğimizi belirtmek yerine, “Hep ilgisizsin.”, “Beni hiç dinlemiyorsun.”, “Bir şey bildiğin yok.” gibi genelleyici cümleler kuruyoruz. Bunun dışında, sözsüz iletişim kurarken de bu davranışlarımızın söylediklerimizle çelişmemesi gerekiyor.

İlişkide İletişim Becerilerini Nasıl Geliştirebiliriz?

Sözsüz iletişim kanallarını da göz önünde bulundurarak, şimdi bahsedeceklerimizi aklınızda tutmanızda fayda var. Öncelikle,  kişilerarası iletişimde göz teması kurmak en az anlatmaya çalıştığınız durumla ilgili kullandığınız yüz ifadeleri kadar önemlidir. Aynı zamanda, vücudunuzun duruş biçimi, karşınızdaki kişinin anlattıklarıyla ilgilendiğinizi göstermeli. Son olarak, sesinizin tonu ve yüksekliği sakin ve ölçülü olmalı.

“İletişimde en önemli olan şey, söylenmeyeni duymaktır.”

– Peter Drucker

Birbiriniz hakkında kendi yorumlarınızı yapmayı engellemek için, çok genel bir dildense işlevsel bir dil kullanmaya başlamalısınız. Gözlemlenebilir ve ölçülebilir tanımlamalara odaklanırsanız, genelleme yapma gafletine düşmezsiniz. Pozitif şeyler iletmeye, uygun yer ve konu dahilinde konuşmaya ve sözsüz dili de uygun bir şekilde kullanmaya özen gösterin.

Aklınızda bulundurmanız gereken bir başka ipucu ise,  deneyimlediğiniz güzel duyguları veya yapmaktan hoşlandığınız şeyleri aktarmayı unutmamaktır. Bu yalnızca pozitif şeyler için iletişim kuracağınız anlamına gelmiyor. Aynı zamanda olumsuz duygularınızı da elbette paylaşmalısınız. Eşinize, başınıza gelen kötü bir olayı ya da hissettiğiniz negatif bir duyguyu, tartışma başlatmayacak şekilde anlatmalısınız. Bunu başarabilmek için ise, sosyal becerilere sahip olmak gerekiyor.

Nasıl Güzel Sohbet Edilir?

Duygu ve düşüncelerinizi karşı tarafa nasıl aktaracağınızı bilmenin yanı sıra, birbirinizle güzel sohbetler etmek de önemlidir. Sorular sormalı, sohbeti takip etmeli, eşinizi dinlemeli ve yakın bir diyalog kurmaya özen göstermelisiniz.

“İletişim kapısı açık olduğu müddetçe her şey mümkündür.”

– Thich Nhat Hanh

Dinleme becerilerini geliştirmeniz de faydalı olacaktır. Özellikle de, dinlerken göz teması kurmaya dikkat edin ve karşınızdaki insana mesafenizi ve duruşunuzu iyi ayarlayın. Dinlediğinizi göstermek için, söylediklerini ara ara özetleyebilir veya tamamen doğru anladığınızı onaylatmak için sorular yöneltebilirsiniz. Bir başka önemli konu ise, konuşma becerilerinizi geliştirmenizdir. Kendinizi birinci tekil kişi olarak kısa cümlelerle ifade etmelisiniz. İş, karşınızdaki kişiden bir şey istemeye geldiğinde, yine birinci kişiyle, pozitif bir dille ve bu duruma özgü davranışlarla konuşmalısınız. “Bütün gün kanepede oturuyorsun ve birlikte hiçbir şey yapmıyoruz.” demek yerine, “Birlikte yürüyüş yapmamızın güzel olacağını düşünüyorum.” demeyi deneyebilirsiniz. Şimdi farkı görebiliyor musunuz? Amaç aynı olsa bile evden çıkıp beraber zaman geçirme örneğindeki bu iki mesaj aynı şekilde anlaşılmıyor. İletişim, ilişkide gereken en önemli olgulardan biridir ve kendimizi doğru ifade etmek, zararlı ve zehirli bir ilişkiyi sağlıklı ve tatmin eden bir ilişkiye çevirebilir.

Kişisel ilişkiler kolay bir iş değildir. Ama aynı zamanda, bir çatışma ortasında olduğumuz zaman bile, göründükleri kadar zor da değildir. Bazı insanlar  çok utangaç oldukları için başkalarıyla iletişim kuramazlar. Öte yandan bazı insanlar, geçmişlerinde yaşadıkları çatışmaları, beraberlerinde taşırlar. Belki de, sağlam temellerin üzerine kurulu olmayan bir aileden geliyorlardır. Bu tür bir geçmiş, genellikle insanların kavgacı bir karaktere bürünmesine neden olur. Hiçbir kazanç elde edemeyecekleri savaşlar ile boğuşan bu insanlar, hem kendilerine hem de çevrelerine güvensizlik ve endişe yayarlar.

Hiçbirimizi iyi kişisel ilişkiler kurma kabiliyeti ile ya da bunun yeteneksizliği ile doğmadık. Bazılarımızın, genetik açıdan daha dışa dönük ya da daha sosyal olma eğiliminde olduğu doğrudur. Ancak, bunlar tek başlarına belirleyici bir faktör değildir. Temel olarak, başkalarıyla nasıl etkileşim kuracağımız, öğrenmemiz gereken bir görevdir. Ve bu sebepten ötürü, aslında hepimizin elimizde olan bazı yeteneklerimizi geliştirmemiz gerekir. Bu yeteneklerin kazanımını kolaylaştıran bazı ipuçları da vardır. Uygulanması kolay ve amaca yönelik, etkili bu küçük ipuçları, kişisel ilişkilerimizi geliştirmek için çok yararlı olabilir. 

“Başarı formülü içindeki en önemli bileşen, insanlarla nasıl başa çıkılacağını bilmektir.

– Theodore Roosevelt

Dinleme becerilerinizi geliştirin

Dinleme, muhabbet halinde olduğunuz kişi konuşurken sessiz olmaktan ibaret değildir, zaten de böyle olmamalıdır. Çünkü dinleme eylemi, bundan çok daha fazlasıdır: diğer kişinin, aktarmaya çalıştığı mesajın içeriğine ve biçimine dikkat etmek demektir. Yani, sessiz kalmak ile ilgili değildir. Dinlemek, diğer kişinin söylediklerini algılamak, yorumlamak ve bakış açıları önermek için uğraşılması anlamına gelir. Bu, kendi iç diyaloğumuzu susturmaktan daha ziyade, diğer kişinin bize söylediği sözler ile aynı seviyeye gelmek demektir.

Dinleme becerilerimizi geliştirmek için, dinlemek kadar etkili bir yöntem yoktur. Peki ama bunu nasıl yapacağız? Sadece sessiz kalmaya ve diyalog halindeki insanın size söylediklerini anlamaya çalışın. Başlangıçta odaklanmaya devam etmek için bilinçli bir çaba göstermelisiniz, ancak zaman içerisinde tecrübe kazandıkça, çok da zorlanmadığınızı fark edeceksiniz.

Empati Yapmaya Çalışın

Aktif dinleme ve empati, birlikte hareket eden iki kavramdır. Dikkatimizi birisinin bize iletmeye çalıştığı mesaja odaklamak, bize bir fırsat verir: o mesajı, kendi algımıza göre değil, başkasının algısına göre anlamak. Empati yapmak da tam olarak budur: kendinizi başkalarının yerine koymak ve onların nasıl ve neden o şekilde düşündüğünü ya da hareket ettiğini anlamaya çalışmaktır. Böylece, empati, eleştirel bir tutumdan ziyade açık fikirli olmanızı ister. Herkes  olduğu gibidir ve yaptıkları işi, bizim anlamadığımız nedenlerle yapar. Onları sorgulamak gibi bir hakkımız var mı? Bu anlamda, empati yapamadığımız zaman kaybedecek çok şeyimiz oluyor. Öğrenme fırsatlarını, deneyimimizi genişletme ve kişisel ilişkilerimizi geliştirme imkanını kaçırıyoruz.

Söylediklerinize ve yaptıklarınıza güvenin

Kendine güvenen bir tutum takınırsanız, başkaları da size güvenmeye başlar. Bunun tam tersi de doğrudur. Birisi yaptığından ya da söylediğinden şüphe eder ve kendine güven duymazsa, çevrelerindeki insanlar da buna karşı olarak hareket eder. Güvenilir bir karakter çizmek o kadar da zor değildir. Sadece kendinize bir şans verin ve içinizde bir yerlerde, olmak istediğiniz insanın olduğunu da unutmayın.

Korku, iletişimi gergin bir hale sokacak duygulardan biridir. Dolayısıyla, kişisel ilişkilere engel teşkil edebilir. Çoğu durumda, korkunun etkisinden uzaklaşmak için, sadece biraz eğitim gerekir. Bu amaçla, konuşurken çok fazla ara vermeyin ve muhabbet bir monoloğa dönüşmeden önce, konuşan kişi sayısını arttırmaya bakın. Gerçekten konuşkan, komik veya esprili bir kişi olmak zorunda değilsiniz. İletişim için ihtiyacınız olan malzeme, biraz kendiliğinden meydana gelir. Bu anlamda, dinleyiciniz, ölçülü ve pratik bir konuşmayı, bir şeyi gizleme girişimi olarak yorumlayabilir … Eğer gizlemeye çalıştığınız şey, sadece kendi karakteriniz ise, o zaman neden korkuyoruz ki?

Gülün, her zaman gülün

Bir gülümsemenin, binlerce kapı açtı herkesin duymuş olduğu bir laftır. Bununla birlikte, herkesin bu söyleyişi bilmesi, doğru olmadığı anlamına gelmez. Gülümsemeler engelleri parçalayıp dostça bir çevre yaratmaya yardımcı olur. Gülümsemek gerilimi azaltır ve üstüne üstlük bedavadır! Kendinizi motive etmek için, gülümsemeyi, bir barış ve kabullenme ibaresi olarak düşünün: iyi bir iletişim kurmada, eşsiz bir dostluk hareketidir. Aradaki buzları kıran ve güven sağlayan bir jesttir. Kişisel ilişkileri geliştirmek için, her bir muhabbete bir gülümseme ile başlamaktan daha iyi bir şey yoktur. Bu arada, birçok çalışma, insanların gülümsemeyen birine kıyasla, gülümseyen birine yaklaşma ihtimalinin çok daha yüksek olduğunu göstermektedir.

Nezaket Kuralları

Nezaket kuralları hiç bir zaman gözden düşmez. Kapıyı açan anahtar olmayı da bırakmaz. Uygulama ile, daha doğal bir şekilde icra edilebilir bir hale gelir. Nezaket kurallarının özelliklerinde ustalaştıktan sonra, sahte olduklarına inanmazsınız. Bazı insanlar, bu hal ve tutumu, saygılı ve düşünceli olmak yerine, samimiyetsizlik olarak yorumlayabilir. Tabii ki de, hava atmaktan öteye gidemeyen bazı kibarlık göstergeleri de vardır. Bununla birlikte, geriye kalanları ise, insani ilişkilerde temel teşkil eder ve asla unutulmamalıdır. Örneğin, insanları selamlamak, güle güle demek, teşekkür etmek, konuşurken birinin sözünü kesmemek, başkasına yol vermek, insanlar ile iyi geçindiğinize dair küçük göstergelerdir.

Bu arada, zaman içerisinde kaybettiğimiz nezaket kurallarının bir yönünün önemini vurgulamamız gerekiyor. Cep telefonları ile ilgili. Acil bir telefon beklemediğiniz sürece, yapılacak en iyi şey, telefonunuzu sizi rahatsız etmeyecek bir yerde tutmaktır. Telefonunuzu bir süreliğine elinize almazsanız, çok olağanüstü bir şey kaçırmayacaksınız. Aksine, kazanacağınız çok şeyiniz olur.

Öfkenizi kontrol etmeyi öğrenin

Öfkenizi kontrol etmek, tıpkı diğer herhangi bir duygu da olduğu gibi, öğrenilebilir bir durumdur. Öfkeli anlarımız için, bize yardımcı olabilecek altın bir kural var. Eğer birisi ya da içinizde bulunduğunuz durum sizi üzerse, önce üç şey yapın: hiç bir şey söylemeyin, hiçbir şey yapmayın ve sessiz kalın. Bu kadar basit. Öfke hemen hemen hiç bir çatışmayı çözmeye yardımcı olmaz. Bu, diğer durumlarda olduğu gibi, yalnızca bir eğitim meselesidir. Bu, tekrardan öğrenebileceğiniz bir yetenektir. Duyguyu taşıyan enerjinin iletişim kurabilmesi için, yeterince dağılıncaya kadar bekleyin. Enerjisi düştükten sonra, söylemek istediklerinizi hem sizin hem de ilişkiniz için en iyi şekilde söyleyebilirsiniz. Böyle davranarak, kendi kontrolünüzü sağlamış olup, kendinize ve diğer kişiye saygı da göstereceksiniz.

Öfke kontrolünün yetersiz olması nedeniyle, bireysel ilişkiler genellikle kötüleşme eğilimi gösterir. İlişkiyi öfke ele geçirdiğinde, en kötü tarafımız ortaya çıkar. Hatta çok acımasız biri olup çıkabiliriz. Bu, özellikle sevdiğimiz insanlar tabanında daha çok görünür çünkü onları neyin incittiğini en iyi biz biliriz.

Her şey (ya da hemen hemen her şey) ayrıntılarda gizlidir

Bireysel ilişkilerimizin kalitesini önemli ölçüde artıran bazı tutumlar veya küçük ayrıntılar vardır. Bunlar ahlaki ve başkalarına karşı iyi niyet emaresi olarak ifade edilen basit jestlerdir. Aşağıda bazılarını sıraladığımız jestleri, davranışlarınıza dahil etmek, iyi bir fikirdir.

  • Diğer insanları içtenlikle övün. Çok azımız, başkaları hakkında düşündüğümüz güzel şeyleri paylaşmayı bir alışkanlık haline getirir. Bunları açıkça söylemek her zaman memnuniyet getirir.
  • İnsanlara isimleri ile hitap edin.
  • Bir sorundan etkilenen bir kişi, bunun ne kadar önemli olduğuna karar veren kişi.
  • Bir tartışma esnasında, karşınızdaki insanın bakış açısına değer verdiğinizi söyleyin ve fikrini anlamaya çalıştığınızı ifade edin.
  • Karşınızdaki insanın ne düşündüğüne ve ne hissettiğine ilgi gösterin.
  • Hiç kimsenin fikrini değiştirmeye çalışmayın.

İyi ilişkiler çaba gerektirir. Bazı insanlar dünyaya başkaları ile kolayca etkileşim kurmak için daha donanımlı olarak gelmesine rağmen, hepimizin öğrenmesi gereken birkaç şey var. Bu, özellikle uzun bir süre iletişim zorluğu yaşadığımız ya da çözümlenmemiş anlaşmazlıklar listemiz oldukça uzun bir hale geldiğinde geçerlidir. İlişkilerinizin kalitesini artırabilirseniz, hayatınızın tamamı zenginleşecektir. Bu sayede, kendinize daha fazla güvenecek ve daha mutlu olacaksınız.  Başkaları ile yapıcı ilişkiler kurduğumuzda, kendinizi daha motive ve daha huzurlu hissedeceksiniz.

Önyargı Doğal Bir Eğilim midir? 

Hepimiz önyargının hem başrol oyuncuları hem de kurbanlarıyız.

Önyargı, bir grubun üyelerine karşı belli bir dayanağı olmayan genellikle olumsuz olan bir tutumdur. Önyargı, insanların başkalarıyla olan etkileşimlerini ve onlara karşı nasıl davrandıkları büyük ölçüde etkiler. 

Güzel ya da Çirkin, Şişman ya da Zayıf, Zengin ya da Fakir, Sarışın ya da Esmer, Siyah ya da beyaz olun, önyargı her yerde. 

Peki bu önyargıların sıklıkla ortaya çıkardığı zararlı sonuçlara karşı nasıl savaşabiliriz?

İnsan neden tanımadığı bir kişiye ya da önceden deneyimlemediği bir düşünceye karşı önyargılı davranır? 

Önyargılar İnsana Ait Bir Özelliktir

İş arkadaşlarımızı ya da henüz yeni tanıştığımız kişileri, daha tanımadan, belirli nitelikler ve kusurlar atfederek onları kategorize etmekten kendimizi alıkoyamadığımız olmuştur.

Önyargılar sadece başkalarını aşağılama biçimi değildir. Aynı zamanda, belirli insanlara karşı olumlu önyargılarda da bulunabiliriz, örneğin, belli başlı okula giden öğrencilerin parlak ve zeki olduklarını düşünürüz, aynı şekilde ailelerinin de bu doğrultuda mutlaka daha iyi ebeveynler olduğunu da…

Dış görünüşü hoş olan birisinin daha güvenilir olduğunu düşünebiliriz. Restorana gelen iki müşteriden kötü giyinmiş olanına karşı önyargılı davranarak daha kötü hizmet verebiliriz.

İşte hepimiz ilk izlenimimiz ve yıllar içinde az ya da çok bilinçli olarak biriktirdiğimiz önyargılarla aldatılmış durumdayız.

Önyargılar Tanımamakla Bağlantılıdır

Önyargı kelimesindeki “Ön” ekinden de anlaşıldığı üzere, birisi hakkında önyargılı fikirlere sahip olmak, onları tanımadan önce yargıladığınız anlamına gelir. Yakın olduğumuz veya ait olduğumuz bir gruba ait kişiler hakkında nadiren önyargılarımız olur. Çünkü kendimizi onlardan biriymiş gibi hissederiz. Benzer şekilde, gençler genellikle gençlere karşı da önyargılı değillerdir, çünkü bunun homojen bir grup olmadığının farkındadırlar. 

Önyargılar İçinizi Rahatlatmak İçin Basite İndirgeme Demektir

Önyargılara sahip olmak her şeyden önce kısayollar, basitleştirmeler yapmaktır. Dünyayı olduğundan daha az karmaşık hale getirmek, onu daha basit hale getirmekle mümkün. Böylelikle, her şeyin kontrol altında öngörülebilir olduğu izlenimini ediniriz. Örneğin, bazı işverenlerin personel işe alırkenki önyargıları, genellikle bir grup insana karşı düşmanlıktan ziyade kendilerini rahatlatmanın bilinçsiz bir yoludur.

Bir etnik gruba ait olduğu varsayılan bir genç, bir kadın veya bir kişinin daha az olgun, daha az yetkin veya daha az güvenilir olacağı fikri hiçbir temele dayanmaz.

Ancak, insanlar hakkındaki sabit ve yanlış düşüncelerimiz, insan ilişkilerinin öngörülemezliğinden kaynaklanan kaygıyı azaltır ve içimizi rahatlatır. Çalmak istediğinden şüphelendiği bir müşteriyi izleyen bir dükkan sahibinden, olası kiracılara bir daire gösteren bir emlakçıya kadar hepimiz bu şekilde önyargılara sahibiz.

Önyargı bize normları hatırlatıyor

Bir standardı ne kadar çok karşılamaya çalışırsanız, küçük ön yargılarınız herkesin gözüne o kadar çok batar. Herhangi bir sosyal norma yakın olmamayı denemek, tipik bir grup insana karşı sempati hissetmeme konusunda kendinizi eğitmek, kendin olmayı öğrenmek, önyargı kurbanı olmamanın en iyi yoludur. Yalnızca bir grubun üyesi olarak yaşadığınızı hissetmek (etnik, kurumsal veya başka türlü), doğal olarak kendinizi önyargıya maruz bırakmaktır.

Çevrenizdeki insanları kafanızda kurduğunuz “olmaları gerekeni” değil kim olduklarını görmeye çalışın.

Önyargılarla nasıl mücadele edilir?

Önyargılara sahip olmak son derece insani ve doğaldır. Bu nedenle, bir kişiye veya bir gruba karşı korku veya tam tersine belirli bir empati hissederiz. Önemli olan, kendi önyargılarınızın farkında olmak ve onların ne sosyal hayatımıza ne de başkalarının hayatına engel olmasına izin vermemek. Çünkü önyargılarımız başkalarını etkileyebilirken, aynı zamanda ilginç mesleki fırsatları, harika arkadaşlıkları ve hatta ruh eşimizi kaçırmamıza neden olabilir.

Yeni biriyle tanıştığınızda, ona keyfi olarak atfettiğiniz olumlu ya da olumsuz özellikleri taramaya çalışın.

Bu kişi zeki mi yoksa aptal mı görünüyor? Güvenilir görünüyor mu? Mutlu görünüyor mu? Karşınızdaki kişiye karşı neden bu şekilde hissettiğinizi tartın. Fiziksel görünüşünden mi, kullandığı kelime dağarcığından mı yoksa onunla tanıştığınız ortamdan dolayı mı böyle hissediyorsunuz? Kendinize bunları sorun. Kendinize bu soruları sormak, yeni insanları çok daha olumlu bir şekilde kavrayarak kendi önyargılı fikirlerinizle mücadele etmenizi sağlayacaktır.

Ruhun ve insan bilincinin 3 bileşeni olan İd, Ego ve Süper Ego birbirleriyle etkileşim halinde olarak farklı roller üstlenirler ancak bunlar gerçekte beynimizde yer almıyorlar tamamen psikolojiktirler.

Hepimiz karnımız çok acıktığı zaman etrafımızdakilere bile aldırış etmeden, belki de başka birisinin tabağından bir lokma almışızdır, işte bu bizim mantıksız yanımız olan id’in işidir. Ya da garsonun bize yemek getirmesini sabırla beklemişizdir, bu da bizim gerçekçi yanımız olan ego’nun işidir. Çok çalıştığınız sınavda cevabını hatırlayamadığınız soru için kopya çekmekten vazgeçmek ise süper egonun işidir. 

İD

Kişiliğimizin en ilkel kısmı olan id, içgüdülerimiz ve dürtülerimizden oluşur. İnsanoğlu varlığını her koşulda devam ettirme konusunda genetik olarak kodlanmıştır. Örneğin, yeni dünyaya gelmiş bir bebeğin açlık dürtüsünü ortadan kaldırmak amacıyla annenin memesine yönelmesini bu duruma örnek verebiliriz, gündelik yaşamımızda da insan, dürtülerini hep bir hedefe yönlendirir, hedefe ulaştığımız andan itibaren ise bütünüyle rahatlama yani haz hissederiz. Ancak, hedefe ulaşma yolunda karşılaştığımız tıkanıklıklar, bazı hastalıkların da oluşmasının temelini oluşturuyor. İd, asla gerçeği dikkate almaz, bu kimliği kontrol altında tutabilmek için ise Ego ve Süper ego gelişir.

EGO

Ruhsal yapının ikinci önemli öğesi egodur.  Ego, aslında kişiliğimizin kalpten çok mantığımız ile hareket etmemizi sağlayan bir yüzüdür. Bağımsız bir birey olarak ben buradayım diyen tarafımızdır. Egomuz, insanın gerçekçi yönünü temsil eder. Doğduğumuz andan itibaren dünyanın gerçekleriyle yüzleşmeye başlarız. Bu “benlik duygusu”, çevre ile etkileşimler yoluyla ortaya çıkmaya başlar. Diğer insanların da ihtiyaçları ve duyguları olduğunu farkında olan tarafımızdır. Örneğin, annenizin çok sevdiğiniz bir kolyesi var, ve bu kolyeyi takmak istiyorsunuz, annenize sormadan alıp takabilecek iken, sormayı tercih etmeniz akılcı yanınızı gösterir. Ya da bir mağazaya gittiniz ve giyinme kabinleri dolu, hemen bir kenarda üzerinizi hızlıca değiştirebileceğiniz aklınıza gelebilir ama eyleme geçmezsiniz, işte bu gerçekçi yanımızı oluşturur.

SÜPER EGO

Ruhumuzun üçüncü bileşeni olan süperego, iyinin ve kötünün ayrıştırıldığı yerdir.

Ebeveynlerin çocuklardan beklediği doğru ve yanlış davranışların içselleştirildiği yerdir. Egoda alınan kararlar başkalarının hakkımızda ne düşüneceğine dayanırken süper egoda kararlarımız ahlaki nedenlere dayanır. Süper egoda kendimizi durduracak sınırları biliriz. Günah, yasak, ayıp gibi kavramları ahlaksal açıdan değerlendirerek süper egonun baskısı sayesinde eylemlerini kontrol altına alır. Örneğin, bir mağazada çalışırken bir şeyi çalabileceğinizi ve kimsenin de bundan haberi olmayacağını biliyorsunuz, hiçbir şekilde yakalanmayacağınızı bilmenize rağmen bu eylemi yerine getirmemek süper egonuz sayesindedir. Ya da restoranda gelen fiş yediğiniz yemeği eksik gösteriyor, bunu söylemeyi tercih etmeniz süper egonuz sayesindedir.

Egonuz Sizi Yok Etmeye Mi Zorluyor?

Ego, sinsi bir mekanizmadır. Günlük yaşamın dengesini bozmaya başladığında tehlikeli bir hal alır. Dahası, bizi başarılarımızdan memnun kalmamaya, anlık tatmin olmayı reddetmeye ve her zaman daha ileri, bazen çok ileri gitmeyi istemeye iten de genellikle egomuzdur. İnsana, ulaşılması zor görünen bir hedefi arzulama ve ona sahip olmayı isteme ihtiyacı rehberlik eder. Ancak, bir taraftan da sınırlarımızı farkında olmalı ve onları görmezden gelmemeliyiz. Zararlı egonun sinyallerini farkında olmamız gerekiyor.

1.Tanınma Arzusu

Ego, bizi insanların arasından sıyrılmaya, tanınmaya, takdir edilmeye sevk eden bir güçtür.

Çok güçlü bir egonun yönlendirdiği bir kişi, kaçınılmaz olarak, başkalarının gözünden kendini gerçekleştirmeye çalışır. Bunu yapmaya çalışırken, özgür iradesini bir kenara iterek, karşısındaki insanda hayranlık uyandıracak bir imaj belirlemeye çalışır. Ancak bu durum, kişinin eylemleri için sorumluluk alma yeteneği veya içimizdeki kişiyi ortaya çıkartmak gibi eğilimlerimiz ile çelişir.

2.Kişisel Sınırların Reddi

Ego, kişinin kendi zayıflığını inkar etmesine ve çevremizdeki kişilerden yardım istemekten kaçınmamıza yol açabilir.

Sanki bu bizi onların egemenliği altına sokuyormuş gibi ve başarımız karşısında alacağımız övgüyü paylaşmak zorunda kalacakmışız gibi hissettirir. Egonuz sizi tam tersini düşünmeye sevk etse de, etkileşimlerden oluşan bir dünyada yaşadığımızı hatırlamalı ve entellektüel yakınlaşmanın bizi daha başarılı yapacağını unutmamalıyız. 

3.Rekabetçi Ruh

Rekabet ruhu, hiç kuşkusuz kendini her zaman başkalarıyla karşılaştırmaya ve yaşamı kişinin galip gelmesi gereken devasa bir spor olayı olarak görmeye iten bir egonun en görünür tezahürlerinden biridir. Hayatta her zaman daha iyi ve daha kötü birileri elbette olacaktır. Ama unutmayın ki kendinizi kıyaslayabileceğiniz tek kişi kendinizsiniz. Hayatı sadece bir rekabet olarak görmek, sevdiklerinizin değerini inkar etmek demektir.

4. Tatminsizlik Duyguları

Ego, tatminsizliğin motorudur, sizi buharınız bitene ve motivasyonunuzu yitirene kadar daha çok denemeye iter. Tatminsizlik duyguları, sürekli uyarılma, tanınma ihtiyacı, başkalarının yardımı olmadan yapma ama daha iyisini yapma arzusu, her zaman daha çok, her zaman daha iyiye duyulan doyum ve susuzluğu kapsıyor. Bu nedenle, güçlü bir ego kaçınılmaz olarak işkenceye, zaman kaybetme hissine, kişinin potansiyelini kullanmama hissine yol açar. Bu zorunluluk, mutluluğa ulaşmanın bir yolu olarak psikolojinizi öncelikli olarak yöneten iç çatışmayı kalıcı olarak yükselterek, içe dönük bir zihin durumuna neden olur. Şimdiki andan zevk alma kapasitesinin olmaması, bu nedenle sakin bir psikolojinin kurulmasına katkıda bulunamaz.

5. Her zaman Haklı Olma İhtiyacı

Bu, egonun başka bir yıkıcı işlevidir.

Gerçekçilik eksikliği ve diğerlerinden daha iyi yapma arzusu, mümkün olduğunca yanlış olmayı düşünmemeye ve hataları fark etmemeye yol açar, bu da bir illüzyon dünyasında yaşamamıza sebep olur.

Hatalarınızı fark edememek, gelişmekten kaçınmak, başarısızlıklarınızın sonuçlarının üzerini çizmek, kişisel gelişiminizi analiz etme yeteneğinizi kaybetmenize neden olacaktır. Bir taraftan da kendinizi yıkıcı bir öznelliğe kilitlemiş oluyorsunuz.

Bu tanımlardan biri veya daha fazlası size uyuyorsa, egonuz hala size hakim olabilir.

Sorun şu ki, benmerkezci olma, tüm dünyanın size kızgın olduğunu düşünme ve çevrenize verdiğiniz zararı fark etmeme eğilimine yol açar.

Çözüm? Nesnelliği teşvik eden bir farkındalık!

İnternetten Tanıştığın Kişiyle Flört

Çevrimiçi flört, “ o kişiyi” ararken çözmesi zor bir bulmaca gibi geliyorsa, yalnız değilsiniz.

İnsanlar romantik ilişkiler kurma dürtüsünün farkında oldukları sürece, uygun bir eş bulmanın zor olabileceğini ve bazen biraz da yardım almanın faydalı olduğunu düşünmüşlerdir. Modern Çağda, romantik bir eş bulma arzusu ve bunu yapmanın zor olabileceği duygusu devam ediyor. Ancak bu zorlukların üstesinden gelmek için mevcut kaynaklar değişiyor ve bu değişikliklerin çoğu internetin icadı, yayılması ve her yerde ulaşılabilir olmasıyla birlikte artıyor. Son verilere göre, Dünyada insanların % 35’i şu anda internete erişebiliyor. Romantik ilişkiler peşinde olanlara, yaklaşık 2 milyar kişiye ulaşma potansiyeli, ilişki arayanlara insanlık tarihinde benzeri görülmemiş çeşitli fırsatlar sunuyor. İnternetteki geniş insan havuzu dikkate alındığında benzersiz ilgi alanlarına sahip birinin benzer düşünceye sahip birisiyle tanışma olasılığı oldukça yüksek.

Bundan 15 yıl kadar yakın bir zaman önce, internetten tanıştığın birisiyle buluşma, tabiri caizse “kaybedenler için” olan bir tanışma şekliydi. Günümüzde en popüler olan tanışma platformları henüz emekleme dönemindeydi. İnternetten bir partner bulma fikri, henüz gazetenin evlenme köşesinden bulduğu biriyle tanışmanın yerini almamıştı.

Akıllı telefon ve GPS teknolojisinin yükselişiyle birlikte, “internetten tanıştığın biriyle buluşmak” üzerine yapışmış bu damgadan sıyrıldı ve milyarlarca dolarlık bir endüstri haline dönüştü. Araştırmalara göre, günümüzde ortalama 30 yaşındaki bir birey arkadaşlık uygulamalarına haftada 10 saatini harcıyor. Ancak bu uygulamaların bolluğu beraberinde bazı problemleri de getiriyor. Parlak renkler, hareketli grafikler, renkli sayfalarıyla bu uygulamalar kişiye oyun oynama hissi veriyor. Zaten amaç da oyun oynama hissini yaşatarak bir bağımlılık yaratmak. Bu durum profiller arasında gezinmek için saatler harcamanıza neden olabiliyor.

Zamanla bu oyunun oyuncuları, kendilerini olabildiğince arzulanan bir şekilde sunmayı öğrenerek, özünde diğer oyunculara kendilerinin idealleştirilmiş bir versiyonunu göstermeyi öğreniyorlar. Bu oyunlaştırılmış uygulamaların bağımlılık yaratan nitelikleri, temel olarak nörokimyasal. Telefonunuzda bu tarz oyunları oynamak, vücudunuzun endojen ağrı kesicisi olan endorfin salgılatmaya başlıyor. Bu durum kendinizi harika hissettirerek anksiyete seviyesini azaltıyor.

Bir zamanlar edimsel koşullandırma olarak bilinen davranış psikolojisi de sizi bu flört uygulamalarına yönlendirmek için iş başında. Başka bir kişi ile eşleşiyor olmak kişiye onaylanma hissi sağlıyor. Karşı tarafın sizin çekici olduğunuzu düşündüğünü ve sizinle arkadaşlık kurmak isteyeceğini kanıtlıyor. İşte bu tür duygular insanların bu uygulamaya tekrar girmelerini sağlıyor.

Çevrimiçi buluşmanın popülerliği artmaya devam ettikçe, insanlarla tanışmanın nispeten bu yeni yolunun zihinsel sağlığımızı nasıl etkileyeceğini de dikkate almak gerekiyor.

Çevrimiçi Buluşma Yalnızlığın Çaresi Değil

Yeni birisiyle tanışıp konuşmanın, ne kadar sıkıcı veya tuhaf olursa olsun, arkadaşlarınızın ne kadar harika bir hayatı olduğunu düşünerek yatağınızda uzanıp hayal kurmaktan kesinlikle daha iyi mi olduğunu düşünüyorsunuz?

Araştırmalar, bazı insanların yalnızlıktan, endişeden veya can sıkıntısından kaçmak için, bazılarının ise eğlence, sosyalleşme, özgüven geliştirme ve sırf heyecan için flört uygulamalarını kullandığını gösteriyor.

Yalnızlığımızı iyileştirmenin muhtemelen en iyi yolu bu değil. Bu sadece yalnızlık duygusunu daha belirgin hale getiriyor. Çevrimiçi olarak birileriyle konuşmanın bizi daha az yalnız hissettirebileceğini düşünsek de, genellikle arzuladığımız şey, yüzeysel bir bağlantı değil, anlam ve duygu dolu derin bir bağlantı kurmak oluyor. Ne yazık ki, çoğu çevrimiçi konuşmalar oldukça yüzeysel oluyor, sadece mesajlaşmanın kendisi duygusuz olduğu için değil, aynı zamanda yabancılarla çevrimiçi olarak ne kadar bilgi paylaşacağımız konusunda temkinli davrandığımız için. İşin gerçeği, çevrimiçi olarak yaptığımız konuşmaların çoğu doğruyu yansıtmaktan çok uzak. Çünkü 10 yıl önce çekilmiş fotoğraflarımızı yüklemekten tutun da, ne kadar havalı işlerimizin olduğunu anlatan biyografilerimize kadar her şey hakkında yalan bilgiler verebiliyoruz.

İlişki uzmanlarına göre, insanlar internet ilişkilerinde kendilerini “ gerçek dünyaya” göre daha fazla ifşa edebilmişlerdir. İnternette flört etmenin belki de en çekici özelliği, insanların “ gerçek benliklerini” daha açık ifade edebilmesi ve onları olduğu gibi kabul eden birisini bulabilmesidir.

Pew Araştırma merkezinin yaptığı bir çalışma; İnsanların üçte birinin şahsen tanışmadığını, dörtte üçünün ise hiç ilişki kurmadığını ortaya koydu. Başka araştırmalar ise, flört uygulamalarıyla ilgili kişilerin mesajların yarısının karşılıksız bırakıldığını, dörtte birinin ise telefon alışverişine yol açtığını gösterdi.

Araştırmalar, genellikle ilginin ilk gerçek buluşmadan sonra azaldığını gösteriyor. Özellikle çevrimiçi iletişimin üç haftadan fazla sürmesi durumunda bu durum geçerli olabiliyor.

Kişinin güvenliğiniz için tehlike oluşturmayacağı konusunda kendinizi rahat hissettiğiniz anda potansiyel partnerinizle tanışmanız sizi güvende hissettirecektir. Yazıştığınız kişi birkaç hafta içinde buluşmayı reddediyorsa, davetten kaçıyorsa, erteliyorsa, yolunuza devam etmenizin zamanı gelmiştir.

Çiftlerde Pozitif İletişimin Gücü

Sözlerinizi, ilişkinizi kurmak için kullanılan tuğlalar gibi düşünün. Her cesaret verici, olumlu bir şey söylediğinizde, bir tuğla eklersiniz. Ama partnerinizi her eleştirdiğinizde, bir tuğlayı eksiltmiş oluyorsunuz. İlişkinizdeki mevcut iletişim düzeyinize göre bir ev inşa edecek olsaydınız, bu ne kadar sürerdi?

Olumlu davranışları onaylamanın ve pekiştirmenin çocukların beyin gelişimini desteklemek ve refah ve mutluluğu teşvik etmek için işe yaradığını zaten hepimiz biliyoruz. Peki bu durum neden yetişkinlik döneminde de devam ediyor olmasın? Beynimiz hayatımız boyunca sünger gibidir, sürekli olarak deneyimlerimize göre öğrenir ve adapte oluruz. Pozitif uyaranlara ve deneyimlere tepki verir ve pozitif bir yaşam kurarız. Duyduğumuz veya deneyimlediğimiz her şey olumsuz ise, kendimizi tamamen bırakmadan önce bir süre direnmemiz gerekiyor.

Olumlu bir insan olmak ve partnerinizle olumlu konuşmak ilişkiniz için iyidir. Peki günlük yaşantımızda pozitif iletişim tam olarak neye benziyor? İşte ilişkiniz üzerinde tasarruf sağlayan bazı somut ipuçları… Bunları olabildiğince sık uygulayın ve otomatik hale gelene kadar, güçlü etkilerini deneyimlemiş olacaksınız.

Sık Sık “Seni Seviyorum” Deyin

Belki partnerinizin onları sevdiğinizi bildiğini ve sevginizi dile getirmeyi sık sık tekrar etmenize gerek olmadığını düşünüyorsunuz? Ve tabii ki … Ancak “seni seviyorum” demek duyguları pekiştiriyor. Çoğu insan için duyguları ifade etmek kolay değildir. Bu yüzden, rahatlık alanınızdan çıkmak ve birisine aşkınızı tamamen ilan etmek, oldukça zor gelebilir. Ancak bu durum karşınızdakini mutlu eder ve kalbinin daha hızlı atmasını sağlar. Aniden “Seni seviyorum” dediğiniz kişi ne kadar önemsediğini anlar.

Birbirinizi Coşkuyla Selamlayın

İster bir iş gününden sonra, ister iki saat olsun, ayrı kaldıktan sonra kendinizi bulduğunuzda eşinizi neşeyle selamlayın. Sarılmalar, öpücükler veya basit bir “merhaba” bile karşınızdakine sevildiğini hissettirecektir. Bu küçük hareketler bir aidiyet duygusu verecek ve eşiniz daha çok sevildiğini ve istendiğini hissedecektir. Dahası, birisinin eve geldiğimizi ve bizi beklediğini görmekten mutlu olacağını bilmek kadar güzel bir his yok. 

Dinlemenizi Ve Dikkatinizi Sunun

Genellikle karşı tarafın bizi dinlemesine ve sonra çözümler veya tavsiyelerde bulunmasını isteriz. İlgili, özenli veya iyi bir tavsiye veren konumunda görünmek istiyoruz. Eşimiz endişelerini veya sorunlarını bizimle paylaştığında, bunun nedeni bir danışmana değil, yalnızca dinleyen bir kulağa ihtiyaç duyması olabilir. Bir çözüm düşünmeden dinlemenizi sağlayın. Sadece partneriniz size özellikle sorarsa tavsiye verin. Çoğu zaman sorunlarımızla ne yapacağımızı tam olarak bilemiyoruz, sadece sevdiğimiz birinin cesaretlendirmesine veya desteğine ihtiyacımız oluyor. Aktif dinleme, çiftler için güçlü bir iletişim aracıdır, bunu es geçmeyin!

Her çiftin illa ki anlaşmazlıkları vardır, bu bir gerçektir. Ancak aynı fikirde olmadığınızda davranış şeklinizin, ilişkiniz üzerinde olumlu veya olumsuz bir etkisi olacaktır. Örneğin, çocuğunuzun eğitimi konusunda hemfikir değilseniz, her zaman sesini yükseltmek veya partnerinizi kesmek zorunda değilsiniz. Bunun yerine, dinlemeyi ve ödünler bulmayı seçin. Fikrinizi dile getirmek, seçimlerinizi empoze etmek veya partnerinizi zorlamak için zararlı davranışlara başvurmayın. İlişkinizde olumlu olanı tutan iki değer olan saygı ve nezaket göstermek çok daha önemlidir. Ayrıca, olumlu davranışınız, hanenizin her bir üyesini, diğerlerine davranış biçimiyle etkileyecektir.

Partnerinizi Cesaretlendirin Ve Destekleyin!

Anne babanız size çizimlerinizin ne kadar muhteşem, neredeyse Picasso’nun çalışmalarına layık olduğunu söylediğinde çocukluğunuzu hatırlayın … Bir partner olarak, kalbimizle seçtiğimiz kişiye de s aynı cesareti vermeliyiz. Elbette gerçekçi olmalı ve yanlış umut vermemeliyiz. Ancak eşimize olan hayranlığımızı basitçe ifade etmenin özgürleştirici ve güçlü bir etkisi olabilir. “O akşam yemeği için teşekkür ederim, çok lezzetliydi”, hiçbir maliyeti olmayan, ancak olumlu bir şekilde hissedilecek günlük cesaretlendirmenin sadece bir örneğidir. Bu kazan-kazan sistemi, çiftler için olumlu iletişimin anahtarıdır!

Nasıl Düşünürsen, Öyle Hissedersin

Düşünceler ve duygular birlikte hareket etmeyi çok severler. İyi ve olumlu şeyler düşündüğümüzde; daha mutlu, daha moralli, daha heyecanlı, daha pozitif vs. hissederiz. Oysa kötü ve olumsuz şeyler düşündüğümüzde enerjimiz düşer, mutsuz oluruz, kaygılanırız, karamsar bir duygu durumu oluşur ve bir anda aslında her şeyin kötüye gittiğini düşünüp depresif bir duygudurum içerisine girebiliriz. Aslında bu durum içinde bulunduğunuz durumun tam yansıması olmayabilir. Yani beyniniz düşünceleriniz sizin algılarınızla oynuyor olabilir. Bu durumda duygularınızın değişmesine ve olumsuz bir duygu içerisine girmenize neden olur.

Yaşadığınız durum ile baş etme beceriniz, duygunuzun olumlu yada olumsuz tarafa geçmesini belirlemektedir. Karşılaştığınız durumlar her ne kadar zor olursa olsun sizin o durumla baş etme beceriniz o andaki duygularınız oluşumunu belirlemektedir. Bir olay anında düşünceleriniz (iç sesiniz) size “bu işin içinden çıkamayacaksın” dediğinde hissedeceğiniz duygu (mutsuzluk, karamsarlık, depresif duygudurum, kaygı, korku vs.) olumsuz olacaktır. Bu düşünce durumunu değiştirememeniz durumunda bu duygu durumundan kurtulma şansınız olmayacaktır. İnsanlar olumsuz duygu durumundayken, depresyonda iken kendisini aslı olmayan şeylere inandırma yeteneğine fazlasıyla sahiptirler. Burada yapılması gereken düşünceyi yeniden yapılandırmaktır. Yani olumsuz düşüncelerinizin oluşmasına katkı sağlayan bilişsel çarpıtmalardan kurtulmaktır.

Bilişsel Çarpıtmalar Nelerdir?

1-Hep yada Hiç Düşüncesi: Bu çarpıtma kişisel özelliklerinizi siyah ve beyaz gibi uç noktalarda görmeniz demektir. Her zaman “Takdir” alan öğrenci “Teşekkür” aldığında “İşe yaramazın tekiyim” sonucuna varır. Hep yada hiç düşüncesi mükemmeliyetçiliğin temelini oluşturur. Herhangi başarısızlık durumunda veya hatadan korkarsınız. Çünkü bu durum size kendinizi değersiz, yetersiz ve beceriksiz hissettirecektir.
Olayları bu şekilde değerlendirmek gerçek dışıdır. Çünkü hayat çok az zamanda “ya öyle yada böyle” mantığıyla bizleri gerçekte karşılaştırır.

2- Aşırı Genelleme: Olayları kendi özelinde değerlendirememek diğer yaşantılarla birleştirerek bir genellemeye ulaşmaktır. Aslında zihinsel bir yanılsama ve illüzyon içerisine girmektir. Başınıza bir şey geldiğinde yineleneceğini ve çoğalacağınızı onaylamış olursunuz. Reddedilme acısı çoğunlukla aşırı genellemeden kaynaklanır. Bir genç iki ayrı kız tarafından reddedildiğinde tüm kızlar tarafından reddedileceği sonucuna varır.

3- Zihinsel Filtre: Bir olaydaki olumsuz bir ayrıntının üzerine yoğunlaşarak bütün olayların olumsuz olarak algılanmasıdır. Depresyondayken olumlu her şeyi filtreleyen bir gözlük takmış gibi olursunuz. Bilincinize takılan her şey olumsuzdur. Eğer bu zihinsel filtre kavramını bilmiyorsanız her şeyin olumsuz olduğuna karar verirsiniz. Bu durum sizi gereksiz bir acıya sürükleyen kötü bir duygudur. Bu duruma “seçici odaklanma” denir.

4- Olumluyu Geçersiz Kılmak: Olumlu olaylar sanki yokmuş gibi göz ardı edilir. Olumlu olayları sürekli olumsuza çevirme eğilimidir. Depresyonda olan biri tam tersini yapma becerisini geliştirmiş olabilir. Bu durum farkında olmadan yapılmaktadır. Olumluyu geçersiz kılmak bilişsel çarpıtmaların en yıkıcı türüdür. Olumsuz bir deneyim yaşadığınızda “ İşte bu hep düşündüğüm şeyi kanıtlıyor” sonucuna varırsınız. Bu eğilim için ödenen bedel yoğun bir şekilde acı ve olan güzelliklerin değerini bilememektir.

Sizin yaşam deneyimleriniz bu kadar uç olmasa bile olumlu deneyimlerin göz ardı edilmesi hayatın zevkini alır götürür ve insanın karamsar bir duygu durumuna sürüklenmesine neden olur.

5- Sonuçlara Atlamak: Gerçeklikle bağdaşmayan olumsuz bir sonuca atlamak.
a-Zihin Okumak: Başka insanların duygu ve düşüncelerini anlamak ve araştırmaya gerek duymadan bunlara inanmaktır.

Örnek 1 : “Bana Günaydın demiyor çünkü ………” – Beni önemsiyor/ Beni görmezden geliyor. Gerçek olan yetiştirmesi gereken bir işten dolayı hızlı hareket etmek zorunda olması. Örnek 2- Uyuyan bir dinleyici için – “Dinleyenleri çok sıktım galiba” düşüncesi – Gerçek durum bir gece öncesinde çocuğunun rahatsızlanması ve geceyi hastanede geçirmek zorunda olmasından dolayı uykusuz kalması

b- Falcılık yapmak: Elinizde sihirli bir kürenin olmasına benzer. Başınıza kötü bir şey geleceğine dair tahminde bulunmak ve bunu doğru kabul etmektir. Endişe atakları geçiren birinin “Ya bayılacağım ya çıldıracağım” demesi gibi. Bu tahminler gerçek dışıdır. Çünkü hayatında hiç bayılmamış veya çıldırmamıştır. Arkadaşınıza mesaj attınız. Mesajı aldığını ve size geri dönecek kadar değerli bulmadığını düşündünüz ve üzüldünüz. ( ZİHİN OKUMA) Öfkelendiniz ve tekrar aramak istediniz ama “tekrar ararsam kendimi aptal durumuna düşürür” dediniz. (FALCILIK YAPMAK)

6- Büyütme – Küçültme: Dürbün hilesi de denebilir. Dürbünün normal tarafından baktığınız büyük görürsünüz. Bu genelde olumsuz olaylarda olur. “eyvah ben bu hatayı nasıl yaptım. Bu bir felaket” (Felaketleştirme) Başarılarımıza baktığımızda dürbünün ters tarafıyla yani küçük gösteren tarafıyla bakarız. Aslında kusurlarımızı büyütüp, iyi taraflarımızı küçültürsek kötü hissedeceğimiz ve kendimizi aşağı çekeceğimiz kesindir.

7-Duygusal Karar: Duygularınız mantığınızın kanıtıdır. “ Başarısız hissediyorum o zaman başarısızım.” Bu çeşit mantık yürütmeler yanıltıcıdır. Duygular; düşüncelerimizi ve inançlarımızı yansıtmaktadır. Eğer bunlar çarpıtılmışsa duygularınızın gerçekliği olamaz. Duygulara göre mantık yürütme neredeyse tüm depresyonlarda vardır. Her şey size olumsuz geldiği için gerçekten öyle olduklarını varsayarsınız. Duygusal karar vermenin etkilerinden bir de ertelemektir.

8- -meli –malı cümleleri: Kendinizi “şunu da yapmalıyım” “bunu da bitirmeliyim” diye motive etmeye çalışmak sizi öfkelendirir ve sinirlendirir. Üzerinizde baskı yaratır. Bu durum kişide suçluluk ve kızgınlık gibi duyguların yaşanmasına neden olur.

9-Etiketleme: Aşırı genellemenin ilerlemiş şeklidir. Etiketleme sadece yıkım değil aynı zamanda mantıksızdır. Bir işte sorun yaşadığınızda “hata yaptım” yerine “ben bir hiçim” ifadeleridir. Hayat; karmaşık ve sürekli değişen düşünce, duygular ve hareketlerin akışıdır. Dolayısıyla değişkendir. Durağan bir yapıya sahip değildir. Kendinize olumsuz etiketler yapıştırmak yanlış bir yorumdur. Kendiniz yerine yaptığınız işe veya davranışa odaklanın böylesi daha sağlıklı olanıdır.

10-Kişiselleştirme: Hiçbir nedene dayanmadan olumsuz bir olayın sorumluluğunu üstlenmedir. Çok önemli bir çarpıtmadır. Kişiselleştirme karşısında sizi çaresiz bırakan bir suçluluk hissettirir. “ Ben kötü bir anneyim” “ Bu benim başarısız bir müdür olduğumu gösterir”

Örnek: Bir kişinin hastalığının iyileşmemesi doktora “ Ben kötü bir doktorum. Onu iyileştiremiyorum” diye hissettirebilir. Ancak burada hastalığın iyileşmemesinde bir çok etken bulunmaktadır.

Yukarıda bahsedilen 10 bilişsel çarpıtma depresif durumların hepsinde olmasa da bir çocuğunun nedenidir. Bu 10 çarpıtmayı öğrenmeniz hayat boyu bu bilgiden faydalanmanızı sağlayacaktır. Bu tanımları biliyor olmak ve onları tanıyor olmak böyle durumlarla karşılaştığınızda bunların aslında bir bilişsel çarpıtma olduğunu, gerçek olmadıklarını bilmenize yardımcı olur. Düşüncelerin farkında olmanız onları kontrol edebilmenize ve duygularınıza yansımalarını şekillendirmenize yardımcı olacaktır.
Duygular düşüncelerden kaynaklanabilir. Olumsuz bir düşünce insanı olumsuz bir duyguya veya depresyona götürebilir. Duygularınız her zaman gerçekleriniz değildir. Hatta duygularınız bazen düşüncelerinizin aynası olması dışında anlamsızdır. Olumsuz duygu gerçekmiş hissi yaratır ve onu yaratan çarpıtılmış düşünceye inandırıcılık yükler. Bu döngü sürer gider ve içinde tutsak olur kalırsın.

Aslında olumsuz duygular çoğu zaman çarpıtılmış bilişlerimizin ürünü olduğunu için pek de istenilen şeyler değildir. Düşünceleriniz çoğunlukla duygularınızı yaratır o zaman duygularınız düşüncelerinizin doğru olduğunun kanıtı olamaz. Hoş olmayan duygular olumsuz bir şey düşündüğünüzün ve ona inandığınızın bir göstergesidir.

Uzm. Kl. Psk. Mehmet Enver Bayatlı

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır, tanı ve tedavi için mutlaka doktorunuza başvurunuz.

11

Çözüm Odaklı Yaklaşım

Genelde problemlere odaklanmaya meyilliyiz toplum olarak. O kadar problemle uğraşıyoruz bazen burnumuzun dibindeki çözümleri bile göremiyoruz. Çünkü problem bizim tüm iliklerimize işlemiş ve bizden başka bu problemi bizim gibi yaşayan başka kimsenin olmadığı kanaatimiz o kadar tamdır ki etrafımızdaki birisi yanlışlıkla bir tek sen bu problemi yaşamıyorsun gibi bir yaklaşımda bulunursa vay onun haline. Problem bizimse o problem hepimiz için çok büyük demektir. Problem hayatımızın tamamında var mı yoksa istisnai durumlar oluyor mu? Yoksa biz Problemleri hayatın tamamına mı taşıyoruz.

Problemlerle uğraşırken acaba gözümüzden bir şeyi kaçırıyor muyuz? Aslında hep istediğimiz bir şeye odaklanamıyor muyuz? Bu ne diye bir düşünelim. Tavsiyeler, dost, arkadaş, aile vs. Asıl aradığımız bu problemin bir mucizeyle çözülmesi. Biri gelsin bir şey olsun ama bu problem mucize bir şekilde çözülsün. Asıl istediğimiz bu aslında. Bir anda problemin çözülmesi. Problemin bütünüyle uğraşırken kaçırdığımız şey aslında küçük yapacağımız değişimlerin kartopu etkisi yapabilmesidir. Bulunduğumuz durum çok kötü olsun, mesela 0-10 arasında bir derecelendirme de şu anki durumumuz 3 olsun. Ki en kötü durum 0 noktası. Şa anki durumunuzu düşünün. Bugün eve gideceksiniz, yaptığınız her şeyi yine aynen yapacaksınız. Yemek yiyecek, televizyon seyredecek, ailenizle sohbet edecek, dinlenecek ve uyuyacaksınız. Uyku halindeyken bir mucize oldu bir peri geldi ve kötü giden her şeyi düzeltti. Ama siz düzeldiğini bilmiyorsunuz perinin geldiğinden ve sabah herşeyin düzeldiğinden haberiniz yok. Sabah kalktığınızda ne gibi şeyler değişmişler olurdu. Neler yapardınız. Etrafınızdaki insanlar size nasıl davranırdı. Siz nasıl hissedersiniz. Bu değişimler sizi mutlu eder mi? İstediğiniz değişimler olunca neler yapardınız? Siz mucizeyi nasıl fark ettiniz ? Etrafımızdaki insanlar mucizeyi nasıl fark etti?

Mucizeyle gerçekleşen hayatınızdaki değişimleri düşünün. Bu değişimlerin hepsinin gerçekleşmesi belki imkanlı değil çünkü mucize demiştik. Ancak bizim başlayıp uygulayabileceğimiz ve bize iyi gelecek değişimler var mı? Çok büyük değişimler olması gerekmez bulunduğumuz 3 derecelik durumu 3,5 veya 4 yapsa yeter. Küçük değişimler ve kartopu etkisiyle büyük değişimler. Çok düşünmenize gerek yok ilk aklınıza gelen küçük değişimi kendinize uygulayın. Bir şeyler yapmak size iyi gelecek. Mucize küçük değişimlerde başlar. Ve gerçekleşir. Peri sizin yanınızda belki de dün geldi ve siz bilmiyorsunuz. Perinin geldiğini ve problemleri Ortadan kaldırdığını bilmiyorsunuz belki de.

Çözüme yardımcı olacak küçük bir adımla işe başlayın büyük bir adım atmak korkutucu gelebilir. Küçük bir adım , ardından küçük bir adım daha ve küçük bir adım daha. Büyük bir adımı küçük adımlar oluşturacaktır. Her küçük değişimde adımda bulunduğunuz durumdan yani 3 konumundan 3,5 bir sonraki 4,5 bir sonraki 5. Her seferinde daha iyiye doğru bir gidiş olacaktır. Böylece aslında hayatınızda olumluya doğru giden bir değişim süreci olacak ve yaşadığınız sıkıntılara bakışınız ve çözümünüz farklılaşacaktır.

En iyi yaptığınız işi, hobiyi bir düşünün nasıl yapıyorsunuz? Hiç zorlanmıyor musunuz? Sıkıntı yaratmıyor mu? Zaman zaman yapmak istemediğiniz olmuyor mu? Ama hoşlandığınız için yapıyorsunuz. Yaptıkları daha iyi oluyor ve başarılı oluyorsunuz. Aslında her şey kötü de değil iyi yaptığınız şeylerde var hayatınız. Düşünün bir en iyi yaptığınız ve zevk aldığınız küçük bir şey. Size problemlerinizin çözümünde yardımcı olabilir mi? Devamlı kötü şeyler yapma ve başınıza kötü şeyler gelme ihtimali yoktur. Bu durumu devamlı böyle görme ihtimali vardır.

Çözüm odaklı yaklaşım ergenlerde, yetişkinlerde ve çiftlerde problemlerinden çok çözümlerine ve olumlu yönlere odaklanarak hayatlarında küçük değişimlerle 3-4 seans gibi kısa sürelerde küçük adımlarla büyük adımlar oluşturarak problemlerin çözümüne yardımcı olmaktadır.

Psk. Mehmet Enver Bayatlı

Sayfa içeriği sadece bilgilendirme amaçlıdır, tanı ve tedavi için mutlaka doktorunuza başvurunuz.

10

“Şimdi ve An’da Olmak” Kavramının Geçmiş ve Gelecek ile Bağlantısı ve Bu Kavramın Mutlulukla İlişkisi

Hayat devamlı akarken ardı ardına bize bir şeyler sunan bir yapıya sahiptir ve zamanı geri döndürme ya da ileriye götürme şansına sahip olmadığımız için sadece bulunduğumuz zaman diliminde yaşıyoruz. Bu durum; “içinde bulunduğumuz an”ın yani şimdinin önemini daha da artırmaktadır. Terapi kuramları bu önemin farkına vararak “anı yaşamak” , “şimdi ve burada” kavramlarına terapi aşamalarında yer vermişlerdir. Hepimiz zaman zaman bulunduğumuz an ile ilgilenmek yerine bitiremediğimiz bir iş, daha sonra buluşacağımız bir arkadaş, tartıştığımız biri ve bunun gibi birçok problemi düşünürken buluyoruz kendimizi. Yani geçmişteki bir olay veya gelecekteki bir plana takılıp kalabiliyoruz. Yaşam; geçmiş, şimdi ve gelecek kavramları üzerine düşünerek geçmektedir. Bu makalede geçmiş ve gelecek üzerine yapılan düşünmelerin bulunduğumuz ortamı yani “şimdi” ve “an”ı yaşama konusunda nasıl bir etkisi olduğunu tartışacağız. Gelecek ve geçmiş düşüncelerinin, insanların şimdiyi yani bulundukları anı anlamlandırmaları, değerlendirmeleri konusunda ve aynı zamanda o ortamdan alacakları haz duygusunu yaşamalarında nasıl bir etkisi olduğunu tartışacağız.

“Şimdi ve An’da Olmak” Kavramı Nedir?

“Şimdi ve An’da Olmak” kavramı günümüzde popüler kavramlardan biridir. Türk Dil Kurumu’na göre “şimdi” sözcüğünün anlamı “şu an içinde bulunduğumuz zaman” olarak tanımlanmaktadır. “An” sözcüğünün anlamı ise “zamanın bölünemeyecek kadar kısa olan parçası” olarak tanımlanmaktadır. Almancada “da sein”, İngilizcede “being in the world”, Latincede “carpe diem” kavramları bulunduğunuz anda olmayı ve o anı fark etmeyi ifade eder. Bu dillerde anda olmak kavramı, farkındalık kavramıyla birlikte ifade edilmektedir. Anı yaşayan kişiyi tanımlamak gerekirse “Geçmiş yaşantıların olup bittiğinin farkında olan, gelecek yaşantıların ise ancak o an içinde belli olacağını bilen, onun için bunları düşünmek yerine anı yaşamak daha iyidir.” diyen kişidir (Rogers 2011, Aktaran: Avcı 2016). Şimdi ve anda olmak Eckhart Tolle’a (2018:40) göre sadece içinde bulunduğunuz anın yoğun bir biçimde bilincinde olmaktır. Şimdi, o kadar önemlidir ki istenilse de o anın dışında bir şey düşünmek, hissetmek ve yapmak mümkün değildir. Şimdi, aynı zamanda “burada” demektir. Hiçbir şey geçmişte olmamıştır, her şey şimdi de olmuştur. Geçmiş diye düşünülen şey eski bir şimdinin zihinde depolanmasıdır. Zaman kavramının çok da önemli olmadığı, önemli ve değerli olanın aslında “şimdi” olduğudur (Tolle 2018). Duncan’a göre ise “hemen şimdi” ve “burada” , sahip olduğunuz zamanın değerini anlamak ve tamamen bir farkındalığa sahip olmaktır. Endişe veren geçmiş ve gelecekten uzaklaşmaktır. Şimdi burada olmanın imkanından faydalanmaktır (Duncan 2013, Aktaran: Avcı 2016) . Rogers, anı yaşamayı varoluşsal bir hayat sürmek olarak yorumlamıştır. İlke ve kurallara tam anlamıyla bağlı kalmadan yaşamın her anını tam olarak yaşayabilmektir (Rogers 2011, Aktaran: Avcı 2016). Perls için geçerli olan şey “şimdi”dir. Başka hiçbir şey geçerli ve önemli değildir. Geçmişe dönme şansımız yoktur ve gelecek de henüz uzaktadır. Bunun için sadece şimdi önemlidir. Şimdi ve burada ilkesi geçmişte edindiğimiz deneyimlerimiz ya da öğretilerimizi unutmak ve onlardan yararlanmamak değildir ya da geleceği yok sayarak, onun için bir şeyler yapmayarak yaşamak değildir. Asıl olan, şimdiki zamanın içinde yaşamayı sağlamak olgusudur. Sağlıklı insan, şimdiki zamandan ayrılmaksızın, gerekli durumlarda geriye ya da ileriye bakmakta serbesttir (Perls, Hefferline ve Goodman 1972, Aktaran Kunter 1995). İnsanların çoğu, zamanını bulunduğu anda yaşamak yerine kendini geçmişin hatalarında üzülmek, onları düşüncelerinde tutmak ve gelecek için planlar yapmak için harcarlar. Perls endişeyi ‘şimdi ve sonra arasındaki boşluk” olarak tanımlamış ve bireylerin bugünden uzaklaşıp, gelecekle uğraştıkları zaman endişe yaşadıklarını belirtmiştir. Yaşantımızdaki yakın ve uzak olayların bazıları şimdide vücut bulabilmektedir. Bu haliyle şimdi bir fark ediş süreci olarak da değerlendirilmelidir (Corey 1977, Demirsar 1990, Aktaran: Kunter 1995). Perls ; “şimdi ve an’da olmak” kavramını fark ediş süreciyle birlikte kullanmaktadır. “Şimdi ve burada” kavramı onun için insanların kendisinde olup bitenlerin farkına varmasıdır (Yalom 1980).

Tartışma

“Şimdi ve Anda Olmak” Kavramının Terapilerdeki Yeri

Terapi yöntemlerinde de “şimdi ve burada” kavramı üzerinde çokça durulmuş ve bazı terapi yöntemlerinin tedavi aşamalarında yerini almıştır. Varoluşçu psikoterapi; geçmiş, gelecek ve şimdinin bir bütün olduğunu ve bunları birbirinden ayırmanın imkansız olduğunu ancak yaşanılanların “şimdi ve an” içinde olduğu üzerinde durmuştur. Bulunduğunuz anda yaşanılanlar insanın farkındalığını arttırır. Varoluşçuluk “Dasein”, yani “orada olan” anlamına gelen kavramı felsefesinin başına koyar. “Da+olmak”, “sein+var ya da orada olan” anlamına gelmektedir. İnsanın davranışlarını anlamak bulunduğu an içinde yaşanılanları iyi anlamaktan geçer.” Felsefesi, varoluşçu psikolojik danışma kuramının temel dayanak ilkesidir (Topses 2012). Gelecek olan şu an, varoluşçu psikoterapinin birincil zaman kipidir. Terapist eğer tedavinin “şimdi ve burada” yaşanan verilerle çalışırsa terapinin gücü büyük ölçüde artar (Yalom 1980). “Geştalt terapi” ve “Bilişsel Davranışçı Terapi” kuramlarının uygulamalarındaki farklılıklar ve benzerlikler olmasıyla birlikte her ikisinde de “şimdi ve burada” daveti bulunmaktadır. Bu terapi yöntemleri; bir problem içinde olan bireylerin geçmişi ve geleceği yok saymadan ama onların yüklerinden de kısmen kurtulmak için “şimdi ve burada” kavramı üzerinde durmuşlardır. Bilişsel davranışçı terapi “şimdi ve burada” ile ilgilenir (Dinç 2014). Geştalt terapinin ana gerçeği, bireylerin yaşam problemleriyle etkili bir şekilde ilgili olmasıdır. Terapinin görevi, hastaların burada ve şu anda olma deneyimlerine yardımcı olmaktır (Corey 1977, Aktaran: Kunter 1995). Geştalt terapi “şimdi ve burada” ilkesini merkezde tutmakta ve bu ilkenin iyileştirici gücünü terapisinde kullanmaktadır. Bu terapiye göre “şimdi ve burada” çok önemli konumdadır ve terapinin merkezinde bulunmaktadır (Prochaska 1984, Aktaran: Dinç 2014). Perls, Geştalt Terapiyi; “hastanın seans anında dikkatinin tamamını mevcut bulunun anda, terapi sırasında ne yaptığına çevirmesini istediğimiz ve “şimdi ve burada” aklından geçen düşünceler kadar jestlerinin, soluk alışının, duygularının ve yüz hareketlerinin farkına varılmasının istenildiği” bir terapi yöntemi olarak tanımlar. (Yalom 1980). Morita terapinin temel prensipleri içerisinde de “ ‘an’a odaklanma” önemli bir yer tutmaktadır. Bu terapiye göre insanın yaşadığı durumda semptomları ortadan kaldırmak yerine ‘an’a odaklanmasını sağlamanın tedavi edici bir gücü olduğunu söylemektedir (Garcia & Miralles 2017). Kabat-Zinn, dini ve ruhani özelliklerinden arındırdığı farkındalığı, “belirli bir biçimde dikkat etmek: bilerek, şu anda ve yargılamadan” olarak tanımlamaktadır (Kabat-Zinn 1994, Gülüm 2017). Bu özelliliğiyle şimdi ve an’da olmak bir farkındalık olarak da tanımlanabilir. Farkındalık Temelli Terapi “şimdi ve burada” ilkesini depresif atakların tekrarlamasını engellemek amacıyla kullanmaktadır. Bu yaklaşımlar içerisinde genel bilişsel davranışçı ilkeler ile “şimdi ve burada” ilkesi çerçevesinde düşüncelere, duygulara ve beden duyumlarına merakla ve yargılamadan odaklanan bir çeşit farkındalık meditasyonu bütünleştirilmektedir (Segal 2002, Aktaran: Vatan 2016). Söz konusu bu bütünleştirme ile üzüntü, korku ve endişenin ön planda olduğu depresyonun önlenmesinde daha kolay ve etkin çalışılabildiği belirtilmektedir (Hunot 2013, Aktaran: Vatan 2016). Kabul ve kararlık terapisinin aşamalarından biri de “ana odaklanma” ilkesidir. Bu terapide an’a odaklanma “Şimdi ve burada olup bitene odaklanma, anın içine dahil olma, şimdi ve burada olup bitenin gözlemleyicisi değil deneyimleyicisi olma” olarak tanımlanmaktadır (Hayes ve ark. 1999, Aktaran: Vatan 2016). Burada anlatılmak istenen, etrafında o anda olup bitenlere müdahale etme, yaşamın içine kalma, olayları seyretmek yerine olaylara dahil olup deneyimlemektir. Anı yaşamak sadece olumlu olan olayları anlamak ve algılamak olarak görülmemelidir. Anı yaşamak olumsuzlukları da anlamak ve yorumlamaktır. Yani nitelikli bir şimdiyi yaşamaktır. Bulunduğun an içinde neler hissettiğini ve nelerin farkında olduğunu anlamaktır. Şimdi ve an, içinde olan insan yaşamının doğallığı içerisinde yaratıcı ve özgündür (Aktan 2011, Aktaran: Avcı 2016). Bulunduğumuz an, insanın gerçekte sahip olduğu her şeydir. Yaşamın içinde sizinle birlikte olan tek şey “an” dır (Tolle 2018). İnsan hayatının içerisinde var olan ve gerçekten müdahale edebileceği tek şey olarak karşımıza çıkan “şimdi” ve “an” görüldüğü gibi birçok yazara konu olmuş ve terapi yöntemlerinin içerisinde olmuştur. Aynı zamanda insanların yaşadıkları duygusal sorunlarla baş etmeleri için bu ilkeyi benimsemeleri gerektiği konusunda birçok görüş oluşmuştur.

“Şimdi ve An’da Olmak” Kavramının Mutlulukla İlişkisi

Bu ilke mutluluğa giden yolda önemli bir nokta olarak işlenmiştir. “Matt Killingsworth, Harvard doktora çalışması sırasında telefon uygulaması ile geliştirdiği “Track Your Happiness” uygulaması ile insanların gün içinde gerçek zamanlı olarak (anlık olarak) ve bu halin mutluluk ile bağlantısını izlemiş. 15 bin katılımcısı olan uygulama çeşitli zamanlarda katılımcılara bir sinyal gönderiyor ve o andaki deneyimleriyle ilgili üç adet soru soruluyor. Bu sorular; “Nasıl hissediyorsun?, Ne yapıyorsun?, Yaptığın şeyden farklı bir şey düşünüyor musun?” şeklindedir. Verilen yanıtlarda çeşitli demografik özellikteki katılımcıların zamanının %47’sinde yaptıkları şeye odaklanmak yerine, zihinlerinin başka bir yerde olduğu ortaya çıkıyor (Tekeoğlu 2012). Bu araştırmaya göre yüksek bir oranda insan grubu yaptıkları şeyin düşünce olarak yeteri kadar içinde yer alamıyor. Bulunduğumuz ortamlarda düşünce olarak tam da orada olamıyoruz ve bu durum bizim mutluluğumuzu yüksek oranda etkiliyor. Yapılan araştırmada kişilerin sevmedikleri bir iş, aktivite yaptıklarında ya da o işi yaparken başka bir şey düşündüklerinde söz konusu işe, aktiviteye odaklandıklarından daha az mutlu olduklarını gösteriyor. Bu araştırmaya göre insanlar ne iş ya da aktivite yapıyorlarsa, onunla ilgilendiklerinde ve oraya odaklanıp o anda kaldıklarında daha mutlu oluyorlar (Tekeoğlu 2012). “Şimdi ve an’da olmak” aynı zamanda bir stres azaltma yöntemi olarak da görülebilir. Stresi azaltmanın esas dayanağı benliğe odaklanmadır. Tepkilerinizin tamamen farkında olmanın ve “şimdi ve an” ile temas kurarak düşüncelerin kontrol altına alınmasına yardımcı olduğu görülmektedir. Bu durum da stresin azalmasına olanak sağlayacaktır. Ancak mutluluğu yakalamanın en kolay yolu akış içinde “en tatmin edici” deneyime sahip olabilmektir. “Şimdi ve burada” olmanın yaptığınız işten edindiğimiz tatmin duygusuna etkisinin çok önemli olduğu görülmektedir. Bir işten ya da aktiviteden en yüksek düzeyde zevk almak “şimdi ve burada” ilkesinden geçmektedir (Hector Garcia & Francesc Miralles 2017).

Yaşamın içinde birçok şeyden yakınır, birçok şeye söylenir ve olup bitenden şikayet ederiz. İş hayatımızda başımıza gelen bir durum, amirimiz, çevremiz vb. gibi birçok konudan yakınır ve şikayetçi oluruz. Bu durum, olanı kabul etmemektir. Şikayetçi olduğumuz durumu gereken kişi ve yerlere söylemez ve yakınmaya devam ederiz. Burada yapılması gereken ya durumu kabul etmek ya da şikayet ettiğimiz durumu kim ve ne ise paylaşmaktır. Bu durum şimdi ile bağlantılıdır ve huzura ulaşmak için yapılması gerekeni yapmak ya da tamamen kabullenmemiz gerekir. Bazı insanlar her zaman bulundukları an dışında başka bir yerde olmak isterler. Bazen de bulundukları an katlanılmaz gelir. Bulunduğunuz an katlanılmaz geldiğinde ve sizi mutsuz ettiğinde üç seçeneği seçebilirsiniz. Birinci seçenek; durumdan uzaklaşmaktır. Sizi mutsuz eden ya da müdahale edemediğiniz veya etmediğiniz durumdan uzaklaşın. İkinci seçenek; bulunduğunuz durumu değiştirmek için bir şeyler yapın ve değişimi sağlayın. Üçüncü seçenek ise durumu tamamen kabullenmektir, kabullenin (Tolle 2018).

Sonuç

“Şimdi ve An’da olmak” psikoloji ve felsefe kitaplarının yanı sıra psikoterapi yöntemleri için de önemli bir konu olmuştur. İnsanların mutsuzluk ve duygusal rahatsızlıklarının nedenleri araştırılırken “şimdi ve an’da olmak” diğer adıyla “şimdi ve burada” ilkesinin bir yöntem ve teknik olarak kullanılmak üzere ortaya çıktığı görülmektedir. Bazı psikoterapi yöntemleri “şimdi ve burada” ilkesini ya da diğer kullanımıyla “şimdi ve an’da olmak” ilkesini hastayı tedavi etmek için terapi aşamalarında kullandıkları ya da bazı terapi yöntemlerinin terapi kuramlarını bunun üzerine kurdukları görülmüştür. “Şimdi ve an’da olmak” kavramının geçmişten kopma veya geleceği yok sayma olmadığı vurgulanmıştır. Rogers, bu ilkenin geçmiş ve gelecek ile bağlantısını; “Geçmiş yaşantıların olup bittiğinin farkında olan, gelecek yaşantıların ise ancak o an içinde belli olacağını bilen insan için bunları düşünmek yerine anı yaşamak daha iyidir.” diyerek açıklamıştır (Rogers 2011, Aktaran: Avcı 2016). Bu tanım “şimdi ve burada” olmanın geçmiş ve gelecek bağlantısı özetlemektedir. Çünkü geçmiş, zaman olarak geride kalmıştır.

Şu an yapacaklarınız ilerideki geçmişinizi oluşturacaktır. Gelecek ise şimdi yapacaklarımızla şekillenecektir. Önemli olan “şimdi ve an’da olmak”, yapabileceklerimize odaklanmak ve onun tatmin ediciliğinden faydalanmaktır. Bu durumun, aslında “insanların daha mutlu olabilmesinin nasıl mümkün olacağının formülü”nü oluşturduğu düşünülmektedir. Yapılan bir araştırma insanların %47’sinin yaptıkları iş veya aktivite harici başka şeyler düşündüğünü ortaya koymuştur. Bu durumun insanların mutluluğunu etkilediğini ifade etmiştir. Sevmediğimiz bir iş veya aktivite bile olsa oraya odaklanıldığı zaman alınan tatmin ve mutluluk düzeyinin daha yüksek olduğu bu araştırma ile belirlenmiştir. (Tekeoğlu 2012). Bu araştırma daha mutlu olmanın formülünü bulunduğunuz anda yaptığımız işe ya da aktiviteye odaklanmak ve oranın tatmin edici gücünde faydalanmak olduğunu ispat niteliğindedir.

Uzm. Kl. Psk. Mehmet Enver Bayatlı

9

Sadakat Nedir? İlişkide Sadakatli Nasıl Olunur?

Sadakat güçlü bir şeydir. Kelimenin kendisi bile insanları coşkulu duyguların doruklarına çıkarabilir. Hayatı bir hikaye olarak gördüğümüzde, yakın ve bizim için değerli olan kişilerin güvenebileceğimiz karakterler olmasını isteriz. Bağlılık, bir ilişkide yeminlerinize, taahhütlerinize ve yükümlülüklerinize sadık kalmak anlamına gelir.

İyi zamanlarda partnerinizle birlikte mutlu kalmanın ve onu eskisinden daha çok sevmenin sırrı nedir? Mutlu çiftler ve ilişkilerden bahsederken aklımızda tuttuğumuz bir dizi küçük ama harika ipucu vardır; bunlar, tıpkı bunun gibi bir dizi kuralı düşünmenin yanı sıra, sevdiklerinizin değerini takdir ederken daha iyi hissetmenize yardımcı olur. 

1. Önemli ilişkilere gerçekçi bir bakış açısı geliştirin. 

Bilim adamlarına göre, ilk günlerdeki ilk sevdalı olma hali sonsuza kadar sürmez, ancak yerini romantizm gibi farklı bir duyguya bırakır. İlişkinizin her zaman toz pembe olacağını beklemek gerçekçi bir bakış açısı değildir.

2. Üzerinde Çalışın

Nasıl ki bir bahçe sürekli suya, gübreye, bakıma ve devamlı ilgiye ihtiyaç duyup, hafife alınmaması ve yatırım yapılması gereken bir bağlılıksa, aynı şekilde ilişki de bu denli zevkli düşünmeniz gereken bir durumdur. Üzerinde detaylı çalışma gerektirir.

3. Birlikte zaman geçirin.

Partnerinizle dikkati dağılmadan geçirdiğiniz kaliteli zamanın yerini hiçbir şey tutamaz. Aslında, bir çift olarak bağı güçlendirmek için zaman ayırmalısınız, belki de çocuklar, evcil hayvanlar ve arkadaşlar gibi dış müdahalelerden uzak bir şekilde bunu yerine getirmelisiniz.

4. En büyük farkı yaratın.

Günlük rutinle, çiftin hayatı bir alışkanlık haline gelebilir ve özellikle başlangıçta bizi daha çok çeken şeyin ne olduğunu unutarak diğerini küçümseme eğilimindeyiz. O halde durup düşünmeniz, sizi farklı kılan ve yine de birbiriyle uyumlu kılan nitelikler üzerine düşünmeniz gerekir.

5. Kendinize zaman ayırın.

Partnerinizden bağımsız olarak onların hobilerini ve tutkularını takip edin, bir ilişkiyi uzun süre sürdürmenin sırlarından biri de bu olabilir ve “yarınınızın” sizin için neyin önemli olduğunu hatırlamanıza yardımcı olabilir.

6. Karakterde büyük değişiklikler beklemeyin.

Başka bir kişiyi değiştirmek ve beklentilerine benzer hale getirmek ve kendi zihnimize tam olarak uymasını istiyorsanız, zamanla çift, kendileri ve birbirleri için çok sinir bozucu hale gelebilir. Bu nedenle mutlu ve tatmin olmanın yollarından biri, yapabildiğiniz şeyleri kabul etmek ve başkalarının doğal ve zorlama olmadan büyümesine izin vermektir.

7. Çözülemeyen sorunları kabul edin.

Uzman Purcell’in açıkladığı gibi, üzerinde anlaşabileceğimiz ve gereksiz yere enerji harcamak yerine, birbirimizi daha iyi anlamak ve sorunu “aşmak” için çalışabileceğimiz noktalar olabilir. Ona göre, aslında yıllarca birlikte yaşamış bir çiftin içinde “muhalefet” alanlarının olması normaldir ve mutlu bir ilişkinin kanıtı burada yatmaktadır. Dayanıklılık, uzlaşma veya değişim dahil olmak üzere “sıcak” konulara nasıl yaklaşmaya karar verdiğiniz asıl önemli noktadır.

8. İletişim kurun.

İletişim eksikliği, bir evliliğin başarısız olmasının ilk nedenlerinden biridir. Her biriyle iletişim kurarak deneyimlerini dinleyin ve paylaşın

diğeri, kişisel gelişiminize yardımcı olmanın yanı sıra, tüm ilişkilerinizde size eşlik etmesi gereken büyük bir fedakarlık eylemidir. Bu, çatışmaları çözmenin ve birbirimizi anlamanın en iyi yoludur.

9. Dürüstlük esastır.

Güvensizlik, ilişkileri yok eden nedenlerden biridir, bu bağ koptuğunda onu yeniden inşa etmek zaman alacaktır ve eskisi gibi geri dönebileceğimiz de kesin değildir. Birbirine karşı entelektüel dürüstlük, nefes almak gibi doğal bir davranış haline gelmelidir.

10. Partnerinize saygı gösterin ve asla küçümsemeyin.

Sevdiklerinize saygılı davranmak, zamanımıza karşılık almanın en iyi yoludur. Onlara sizin için ne kadar önemli olduklarını hatırlatmak sizi daha iyi insanlar yapacak ve ilişkilerinizi güçlendirecektir. Bu nedenle, özellikle zor zamanlardan geçerken bile, takdir duygularınızı ifade etmekten korkmayın.

The Jealousy Syndrome Yazar: Brooke Rogers

HAYAT PSİKOLOJİ

Sevgi Duvarınızda Güzel Sözler Barındırın

Sevginin gücü geçmişten günümüze kadar ve bizden sonra da sonsuza dek devam edecek bir güçtür. Sevgi tüm canlıların ortak özelliği ve paylaştıkça çoğalan yokluğunda kötü durumların ortaya çıktığı, var olduğu her ortamı güzelleştiren bir duygudur. Bir çiçek sizin ona duyduğunuz muhabbet ile daha güzel açar. Bir muhabbet kuşu ona duyduğunuz hoşgörü ve muhabbet ile size sevgisini konuşarak gösterir. Bir çırak ondan istediğiniz çayı size getirirken gösterir sevgisini. Ve sevgiyle pişen yemek güçlendirir bütün aile bağlarını.

Paylaşılan her mutlu an yumuşatır taşlaşmış kalpleri ve bu muhabbet bütün çevreyi sarar.

Sevgi İkili İlişkilerin Temel Taşıdır

Aile içerisinde sevgi duvarının yıpranmasına sebep olan her söz ve davranış aile içi şiddete ve aile bağlarının zedelenmesine ve kopmasına sebep olabilmektedir. Bu bilinç ile yetişen her çocuk geleceğimizi inşa ederken daha sağlıklı toplumların temel taşını oluşturmaktadır. Sevgi İkili ilişkilerin temel taşıdır. Kullanılan her kötü bir söz sevgi duvarından koparılmış bir tuğla gibi zayıflatır bağlarımızı. Her ne sebeple olursa olsun, toplum içerisinde, ikili ilişkilerde ve aile içi iletişimde yaşanan tartışmalarda sevgi ve saygı çerçevesinde kalınmalı ve kötü durumlara mahal verilmemelidir.

Burada önemli olan aslında sevgi sizin hayatınızın neresinde ve öncelikle kendinizi seviyor musunuz? Kendisini sevmeyen kişi başkalarını da sevemez. Bu içten gelen bir duygudur.

Sevgi Zorlama İle Oluşturulamaz

Zorla veya sırf birileri söylüyor diye de sevgi oluşmaz. Yaratılan her varlık duygu harmanı ile harmanlanmış ve doğuştan sevgi yüklüdür. İnsan doğası gereği sever, üzülür, ağlar ve hatta isyan eder. Bununla birlikte insanı bu durumdan kurtaracak olan yine bir insandır. Eğer yapıcı cümleler kurarak karşımızdaki dinler ve ona destek olursak bu durumdan çıkması hiçte zor olmayacaktır. Çünkü tatlı dil ve güler yüz yılanı bile deliğinden çıkarır sözü boşa söylenmiş bir söz değildir.

Sevgi içimizde ki en güzel meziyet, aşk varoluşumuzdan bu yana yaşamak istediğimiz arzumuz, arzularımız ise yerine getirmek istediğimiz beklentilerimiz ve beklentilerimiz hiç bitmeyecek isteklerimizdir. Sevginin aşka dönüştüğü, aşklarımızın gönül dolusu yaşandığı, arzu, beklenti ve isteklerimizin her zaman var olduğu, karşılıklı güven ve huzurun hüküm sürdüğü bir dünya için, yaşamımızdaki farkındalığı yaşamak ve yaşatmak için, birlikte paylaşalım, sevgimizi dolu dolu yaşayalım.

Motivasyon Atölyesi

Aldatma, Sadakat ve Bağlılık

Son günlerde sosyal medyada sıklıkla aldatma, aldatılma paylaşımlarına rastlıyoruz. Aldatma kavramı oldukça geniş bir anlama sahip. Yalan söylemek, bilip söylememek, sözünü yerine getirmemek, duygusal ilişki yaşadığı kişi dışında başkaları ile de duygusal ilişkiler yaşamak, birden fazla kişiyle flört etmek, birlikte olduğu kişi dışında bir başkası ile yakınlaşma yaşamak gibi durumlar aldatma tanımı içerisine girmektedir.

Fakat genel anlamda zihinlerimizi meşgul eden aldatma durumu duygusal ve fiziksel aldatma olmaktadır. Peki bir insan sevdiği bir insanı neden bir başkası ile aldatır? Bu konu ile ilgili yapılmış birçok araştırma bulunmaktadır. Bu araştırmalardan nörobiyolojik olanları son yıllarda her iki cinsiyette de yer alan vazopressin ve oksitosin hormonlarını içeren araştırmalardır. Bu hormonlara bağlılık, sadakat hormonları gibi isimler de verilmektedir. Bu hormonların seviyeleri normal ve üzeri olan kişilerin yapılan araştırmalarda tek eşli olarak yaşadıkları görülmüş, seviyeleri düşük olan kişilerin ise aldatma eğilimlerinde artış olduğu gösterilmiştir.

Özellikle erkeklerde yapılan beyin görüntüleme çalışmalarında tek eşli olan ve çok eşli olan erkeklerde seksüel uyaranlara karşı beyinde (özellikle oksipital bölgede) aynı derecede uyarılma gerçekleşirken, romantik uyaranlara karşı tepkilerde farklılık görülmüştür. Tek eşli erkeklerin beyinlerinin romantik uyaranlara daha fazla tepki verdiği gösterilmiştir. Bu araştırmalar ışığında birlikte olacağınız insana beyin görüntüleme ve hormon tahlilleri yaparak ilişkinizin geleceği hakkında fikir edinebilirsiniz. Fakat bu tamamen doğru bir tahmin olacak mıdır? Elbette olmayacaktır. Aksi halde ilişki falı gibi bir hal alabilir bu tahliller. İlişkilerde aldatmanın doğasını sadece hormonlar ve beyin belirlememektedir. İlişkinin öncesi, başlangıcı, gidişatı hepsi bu sürecin birer parçasıdır. Kişinin çocukluk yaşamından bu yana edindiği tecrübeler, karşılaştığı yaşam olayları gelecekteki tüm ilişkilerini psikolojik anlamda etkileyecektir. Geçmişinde kendi ailesinde aldatma durumlarına şahit olan bir çocuğun, büyüdüğünde kendi ilişkilerinde sağlıklı ilerleyebilmesi o kadar da kolay olmayacaktır. Daha önce aldatılma travması yaşamış bir kişinin sonraki ilişkilerinde şüpheci bir tavır alması oldukça olasıdır.

Aldatma insan doğası mıdır? Yoksa aldatılma korkusu mu bizi bu doğaya iter? Varoluşumuz bizleri yalnız kalmamak adına ilişkiler yaşamaya, bağlanabilme doğasına sürüklemektedir. O halde, bağlanmak isteyen bir organizma neden aksi halde davranarak aldatma eylemi içerisine girmektedir? Terkedilmek, bağlanma korkusunu getirir; bağlanma korkusu kaybetme korkusunu doğurur; kaybetme korkusu ile karşılaşmak istemeyen kişi bağlanmayı reddeder ve sonuç olarak bağlanma gerçekleşmeden önce o ilişkiden kendisini ruhsal olarak koparmaya çalışır. Böylece aldatma eylemi gerçekleşir. Bu açıdan baktığımız zaman aldatma eylemi o an için geçerli bir eylem değildir. Aldatma, insanın doğasında olan bir durum değildir. Aldatmanın zaten kendisine has bir doğası bulunmaktadır. Bu doğanın içinde ise kişinin geçmişinde yaşadığı bağlanma sorunları yer almaktadır. Aslında aldatma fikri tam da bağlanmanın gerçekleşeceği an ortaya çıkmaktadır. Eylemi ise çok sonraları gerçekleşebilir. Dediğim gibi aldatma o ana özgü bir durum değildir aslında çok ama çok önceleri zaten ruhen gerçekleşmiştir.

Yrd. Doç. Dr. Onur Okan Demirci

İyi Aile Nasıl Olunur?

İyi bir aile temeli nasıl kurulur? İyi bir aile nasıl olmalıdır? Aile içi huzur ve mutluluk nasıl sağlanır? İşte iyi bir aile olmanın altın kuralları…

Aile hayatında özellikle eşler arasında ülfet ve geçim, ailenin devamı ya da çözülmesinde en önemli meseledir. Eş olmak, sadece kendisi olmak değildir. Aile “sen” ve “ben” ikiliğinden “biz” bütünlüğüne geçişin adıdır. Özgünlüğümü ve özgürlüğümü korumalıyım anlayışı ile imtizaç, ülfet ve karşılıklı alış-verişte donukluk, soğukluk ve ilgisizlik, aradaki mesafeyi açacağından böylesi ilişkilerin uzun süreli olamayacağı tabiidir. Hayat yolculuğu düz bir çizgi gibi akıp gitmez. Med ve cezirler, genişlik ve daralmalar, sıhhat ve hastalıklar, neşeler ve üzüntüler gibi daha nice hâller vardır. Hem ülfeti muhafaza etmek ve hem de dirâyeti koruyabilmek aile kaptanlığının vazgeçilmez iki esasıdır. Rabbimiz bunun “mârûf” bir çerçevede gerçekleşmesini murad eder ve buyurur ki:

“…Hanımlarınızla mâruf ölçüler içerisinde geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız, Allah’ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.” (Âl-i İmrân Sûresi, 19)

“Ma’rûf” demek, akl-ı selîme, şer-i şerife ve örf-i sahihe uygun olan demektir. Akl-ı selîm: Doğru düşünen, yanlış ve batıl fikirlerin esaretinden kurtulmuş olan sıhhatli akıl demektir. Şer-i şerif: Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i nebevînin ve bu iki asıldan çıkan ahkâmla oluşan hayat ölçülerinin adıdır. Örf-i sahih ise şer-i şerife aykırı olmayan gelenek ve göreneklerdir.

Allah dostlarının hayat refikaları ile ülfet ve huzuru esas alan geçimleri ve beraberlikleri, işte böylesi bir “ma’rûf” üzeredir.

AİLE HAYATINDA DİKKAT EDİLMESİ GEREKENLER

Onlar her şeyden önce Rabbimizin fıtratımıza koyduğu akıl nimetine büyük ehemmiyet verirler. Davranışlarında aklı kullanmanın en güzel örneklerini sunarlar. Aklı kullanmamanın, ahmaklığa sebep olacağı ve ahmakla arkadaş olmanın da başa bela olacağına dikkat çekerler. Sâhibu’l-vefâ Mûsâ Efendinin şu sözleri, aile hayatında akl-ı selimin ne kadar ehemmiyetli olduğuna işaret eder:

“İnsanlarla iyi geçinmek kadar kişinin akıllılığına, ilminin ve hilminin çokluğuna delâlet eden başka bir şey yoktur. Akıllı insan, aile efradının, çocuklarının terbiye ve eğitimi ile meşgul olur. Onları başıboş bırakmaz, hepsine ayrı ayrı meşguliyet bulur. Katiyyen âtıl, bâtıl durmalarına göz yummaz. Çünkü her kötü hal ve ahlâksızlıklar işsizlikten gelir. Akıllı insan, ailesinin ve çocuklarının dünyada huzurlu bir hayat sürmelerine itina eder. Akıllı kadınla evlenen kimse, her şeye nail olmuştur. Akıllı kadın, kıymet biçilemeyen bir hazinedir. Ona sahip olan, ona karşı merhametli olsun ve nezaketle muamele etsin, aziz tutsun. Akıllı kadından maksat, Allah’ı ve peygamberini layıkı vechile bilen ve her hususta ubûdiyet vazifesini yerine getiren, kocasına hürmetkâr olan ve onun her isteğine meşrû olmak şartıyla inkıyâd eden kadındır. Akıllı kadın denince, bu günkü cemiyette çokça görülen, dıştan yapmacık ahlâklı, şeytânî zekâlı, kurnazca hareketler yapan, acaib huylu insanlar akla gelmemelidir. Bazı kurnaz kadınlar vardır ki, herkesle geçimlidir, güler yüzlüdür, herkesin takdirini kazanmıştır. Tatlı dillidir. Adeta ağzından bal akar, zahirî hiç bir kusuru görünmez. Halbuki kocasına karşı daima isyankârdır. Evlilik vazifesini yerine getirmez, kocasını daima horlar, küçük görür, kocası ne alsa beğenmez, dırdır eder, ne sabah bir kahvaltı hazırlayıp önüne koyar, ne de akşam güler yüzle karşılar. Çünkü evde yoktur, ya komşudadır yahut da sokakta.”

Yine Hak dostlarının en fazla önem verdikleri hususlardan biri de aile hayatında “şer’i şerife” titiz bir şekilde uymalarıdır. Hayat yoldaşlarının gönlü olsun diye hevâ hevese boyun eğmeyi değil, ilâhî hudutları gözetmeyi daima ön planda tutmuşlardır. Lüks hayat arzusuyla israfa göz yummamışlar, bütçelerini aşacak borçlanmalarla aile huzurunu zehirlememişlerdir. Her hususta ölçüleri Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i peygamberi olmuştur. İslâm ahlâkının zedelenmesine, mübah da olsa kişiyi ehl-i dünya hâline getirecek birtakım meşgalelere, mahremiyetin gözetilemeyeceği ortamlara gidip gelmeye hiçbir zaman fırsat vermemişlerdir.

Muhterem Osman Efendi Üstadımızın kıymetli kerimeleri anlatıyor:

“Dedem Mûsâ Efendiyle şöyle bir hatıram var: Kıymetli zevcim Fahreddin Bey’in bir arkadaşı, Fethiye’de bir yer ayarlamış tatil için… Kimse yokmuş. Sadece ailece biz olacakmışız. Tabii çocuklar çok sevindi tatile gideceğiz diye… Biletlerimiz alındı, hazırlandık. Dedemle vedalaşalım diye bir gün evvelden ziyaretine gittim.

“İşte dedeciğim, çok temizmiş, kimse yokmuş! Şöyle böyle… Heyecanla anlatıyorum. Dedemin yüzü birden düştü. İçimden, “Eyvah!” dedim, “Dedemi üzecek bir şey söyledim herhalde…” Bir müddet halıya baktı, baktı, sonra başını kaldırıp, “Biz Bursa’yı severiz.” dedi.

Ben dondum kaldım. Hemen teslim oldum, “tamam” dedim de çocuklara nasıl söyleyeceğimi düşünüyorum. Sonra çocuklara açıkladım, tabii hepsi şaşırdı. Ertesi gün biz Bursa’ya doğru yola çıktık. Yolda çocuklar, biraz mırın-kırın ettiler, ama bizim en güzel Bursa seyahatimiz oldu. On gün kaldık. Önceden defalarca gittiğimiz bir yer olmasına rağmen o seyahatin bambaşka bir tadı vardı. Herhalde teslimiyetin bereketi diye düşündük.”

Hak dostları şer-i şerife muhalif olmamak kaydıyla gelenek ve göreneklere de anlayışla yaklaşmışlar, aile hayatında böylesi davranışları devam ettirmişlerdir. Özellikle aile yakınlarıyla, akraba ve komşularla ilişkilerde örfü gözetmek de son derece mühimdir. Bazı âlimler âyet-i kerimede zikredilen “Mâruf çerçevesinde geçinin” ifadesini “örfe göre bir geçim yolu oluşturun” şeklinde anlamışlardır.

Her şeyde olduğu gibi evlilikte de farklı nasipler olur. Kimine şükür, kimine de sabır düşer. Hak dostları, aile hayatında aşırı geçimsizlik, huzursuzluk ve anlayışsızlık söz konusu olduğunda da boşanmayı uygun görmüşlerdir. Zira kimi zaman evlilik hayatı, eşlerin birbirine zulmetmesine dönüşür ki böylesi bir hayatı devam ettirmek de doğru değildir. Âyet-i kerimede Yüce Rabbimiz “Ne zulmediniz ne de zulme maruz kalınız” (Bakara Sûresi, 279) buyurur. Elbette boşanma en son düşünülecek bir çözüm yoludur. Sabır, tahammül, hoşgörü ve affetmek esastır. Ancak öyle durumlar ortaya çıkabilir ki o zaman da yolların ayrılması bir çıkış yoludur ve hatta ayrı bir nimettir.

MUTLU VE HUZURLU AİLE OLMANIN YOLLARI

Hak dostlarının aile huzuru ve dirâyeti için dikkat ettiği diğer bazı hususları da şöyle sıralayabiliriz:

  • Evlerine her gün vaktinde gelmeye çalışırlar. İşlerini mazeret görmezler. Çok zaruri bir durum ortaya çıkarsa da önceden haber verirler.
  • Aile sırlarını paylaşmazlar. Hasede sebebiyet vereceğini bildikleri için mutluluklarını dahi paylaşmayı doğru görmezler.
  • Ailelerine karşı nazik ve merhametli olmayı önemli görmekle birlikte işin dozunu kaçırıp eşlerine karşı cici bebek muamelesi yapmazlar.
  • Aile idaresinde dirâyetli olmayı nizam ve intizamlı bir hayat için zaruri görürler. Her şeye göz yummazlar.
  • Ehl ü iyâlinden birisi hasta ya da bakıma muhtaç olduğunda ilgilerini ve hizmetlerini daha yoğun ve hassas bir şekilde devam ettirirler.
  • En önemli haklardan birinin aile hakkı olduğunun şuurunda olarak zulmetmekten ve haksız yere gönül incitmekten son derece sakınırlar.

Hulasa aile havuzuna yapılan ilgi, ülfet, sehavet, muhabbet ve merhamet yatırımı, yuvaları cennet köşesine çevirecek ve ailede herkesin kazanmasına vesile olacaktır. Güzel bir kulluk da huzurlu bir ailede daha kolay gerçekleşir. Rabbin rızası da fesad ve kavgada değil, sulh ve sükûndadır.

Dr. Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, Sayı: 399

Amacı Olmayan İnsan Hayat Yolculuğunda Kaybolur

Yaşamak için nedeni olan insan hayatına anlam katıyor…

İnsan ruhunda tatmin bekleyen bir boşluk olduğunu, bu boşluğun ise bir hedefle, anlam ve amaçla dolduğunu kaydeden Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Tatmin bekleyen ruhumuzdaki o boşluğu, anlam ve amaç veya bir neden bulamazsak dolduramıyoruz. Bu durumda da yaşamanın bir anlamı yok diyen kişiler, intihar olayları, depresyonlar ve birçok vakalar bu şekilde ortaya çıkıyor.” dedi. Tarhan, yaşamak için bir nedeni olan kimsenin, hayatına anlam kattığını belirterek “O neden hayata anlam katıyor.” dedi. Tarhan, bir amacı olmayan insanın hayat yolculuğunda kaybolacağını da söyledi.

İnsanı diğer canlılardan ayıran: Anlam arayışı

Hayatın anlamı açısından insanın bir amacı olmasının çok önemli olduğunu belirten Prof. Dr. Nevzat Tarhan, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli farkın da burada ortaya çıktığını söyledi. Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bir hastamız intihar kararı vermişti. Ben, neden intihar etmek istiyorsunuz, hayattaki anlam ve amacını neden kaybettin diye sorduğumda ‘Şu anda yaşamak için bir nedenim yok ki’ yanıtını vermişti. Kişi yaşamak için nedeni yoksa 10 sene sonra öleceğime şimdi öleyim kurtulayım diye düşünüyor. Yaşamak için bir nedeni olan kimse, hayatına anlam katıyor, işte o neden anlam katıyor hayata. İnsanla diğer canlılar arasında çok önemli fark var. Diğer canlılar, yemek, içmek, üremek, barınmak için yaşar. Hayatın anlamı budur onlar için. Onlarda anlam arayışı yok.” dedi.

İnsanda yeniliği arama ve ölümü algılama geni bulunuyor

İnsanda dört alanda soyut anlam olduğunu buna metakognitif algılar denildiğini kaydeden Tarhan, “Buna metakognitif istekler de deniliyor. Bununla ilgili gen araştırılıyor. Genetik kodlar vardır. Anlam arzusu geni, anlam arayışı ile ilgili genetik kod araştırılıyor. İkincisi, yeniliği arama geni. Yeniliği arama geni insanda vardır. Hiperaktif kişilerde bu gen daha aktif bu oluyor. Üçüncü bir gen de ölümü algılama genidir. İnsan dışında hiçbir canlı öleceğini bilmiyor. İnsan dışında hiçbir canlıda ölüm korkusu yoktur. Diğer canlılar yiyor, içiyor, ürüyor, yaşıyor, ölüyor. Ama insan öleceğini biliyor. Dördüncüsü de zaman algısıyla ilgili olan gen. İnsan dışında hiçbir canlı geçmiş ve geleceği düşünmüyor bugünü düşünüyor, karnının doymasını düşünüyor.” dedi.

Psikiyatrist Frankl, anlam terapiyi geliştirdi

Ölüme anlam yüklemedikçe bir işkence haline dönüştüğünü ifade eden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Ünlü yazar Tolstoy’un ölüm gerçeğini değiştiremeyince anlam arayışına girdiği söylenir. Anlam arayışıyla ilgili psikiyatride bir psikoterapi ekolü oluşturmuş Victor Emil Frankl var. Frankl, bireylerin zorluklara katlanmalarının ancak yaşamda anlam ve amaç arayışı yoluyla olduğuna dair bir teori olan logoterapiyi geliştirdi. Logoterapi kelimesindeki logo “anlam” demektir. Frankl, Yahudiler soykırıma uğradığı zaman Holokost’tan ailesiyle kaçabilmiş ve müthiş acı çekmiş. Daha sonra psikiyatrist oluyor ve Amerika’ya yerleşiyor. Geliştirdiği logoterapi teorisinde, ‘İnsan hayatı değerli kılacak özlere ulaşabilmek için mücadele etmek zorunda’ diyor. Hayatın anlamı budur, anlam arayışı bu. Hayatı değerli kılacak öze ulaşabilmemiz lazım diyor. İnsanın içerisinde bu öz var işte, anlam arzusu bu” dedi.

İnsan ruhunda tatmin bekleyen bir boşluk var…

İnsan ruhunda tatmin bekleyen bir boşluk olduğunu, bu boşluğun ise bir hedefle, anlam ve amaçla dolduğunu kaydeden Tarhan, “Yani tatmin bekleyen ruhumuzdaki o boşluğu anlam ve amaç veya bir neden bulamazsak dolduramıyoruz. Bu durumda da yaşamanın bir anlamı yok diyen kişiler, intihar olayları, depresyonlar ve birçok vakalar bu şekilde ortaya çıkıyor.” dedi. Günümüzde modernizmin insanın elinden hayatın anlamını aldığını kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Modernizm insana ‘Sen dünyaya bir defa geldin’ diyor. İnsanlar bencilleşiyor, gençler evlenmek istemiyor.” dedi.

Amaçlar hayata anlam katıyor

Amaç ve anlamın bir arada olduğunu kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bir kimsenin vizyon olabilecek şeyleri hayal etmesidir. Kişi ‘Ben 10 sene sonra şurada olacağım, 10 sene sonra şu hedefim var’ demelidir. Çünkü amaçla anlam bir aradadır. O vizyon kişinin yaptığı işe anlam katıyor çünkü hedefi oluyor. O hedefe ulaşmak için bir şeyler yapıyorsun. Hayatın sonunda nasıl bir insan olmak istiyorsun? Mesela bu bir hedeftir. Hayatının sonunda hayata nasıl bir iz bırakmak, imza atmak istiyorsun, nasıl anılmak istiyorsun? Mezar taşına ne yazılmasını istiyorsun? Bunlar bir hedeftir. Bunlar hayata anlam katıyor. Öldükten sonra ne olacağını önemsemiyorsan o zaman anlam kaosu oluşuyor. Entelektüel bunalım oluşuyor.”dedi.

Anlam ve amaç kişinin seçimiyle gelişiyor

İnsanın hayal dünyasının kişiye özel olduğunu ve her insana özgü olduğunu kaydeden Prof. Dr. Tarhan, “O nedenle anlam ve amaç bireye özgüdür. Özgür irademizle oluşuyor ve bizim seçimlerimize bağlı. Biz neyi seçersek ona göre gelişiyor. İnsanın psikolojik sermayesi vardır, entelektüel sermayesi vardır. Kişinin entelektüel sermayesi bugünü taşımaya, çözmeye, rahatlamaya, aynı zamanda başarılı ve üretken olmasını sağlar. Bazı kişiler geçmişi ya da geleceği düşünerek bugünki zihinsel sermayesini, entelektüel sermayesini geçmiş ve geleceğe dağıtıyor ve bugünü zayıflıyor. Onun için bazı filozoflar ‘bugün’ diye yazmışlar ve masalarına koymuşlar. Geçmiş ve geleceğe dalıp giderse bugünü kaçırmamak için…Hemen bugüne yönelmek için.. Çok kullanılan ‘anı yaşayın’, anı yaşa değil de anda yaşa olması lazım aslında.”dedi.

Amaçsız insan kaybolur

Prof. Dr. Nevzat Tarhan, geleceğini hayal edebilen insanın hayatına bir hedef koymuş olacağını söyledi. Tarhan, “Kişinin ego ideali vardır. O ego idealine yönelik beklentileri oluşturup o beklentileri yöneterek, kişi daha doğru kararlar verir. Amaçsız insan, limandan çıkmış gemi gibi nereye gideceğini bilmiyorsa pusulası yoksa, rüzgar ne tarafa götürse oraya gider ve en sonunda ya kaybolur ya devrolur. İnsanın amacı yoksa bir yol haritası oluşamaz, pusulası yok demektir. Olaylar onu sürükler. Bir gün öyle davranır, bugün böyle davranır ve yarın farklı davranır. Halbuki amacı olan bir kimse, hayır demeyi bilir, fırsatları yakalayabilir, ona doğru yönelebilir. İnsana belli bir amacının verilmemesi, insana özgür iradesinin verilmesiyle ilgilidir. İnsan kendisi seçecek. Yaratılıştan gelen bir şey bu. İnsanı diğer canlılardan farklı kılıyor. İyi yolu da seçebiliyorsun kötü yolu da seçebiliyorsun. Suça becerikli birisi de olabiliyorsun, kanunlara kurallara saygılı birisi de olabiliyorsun. Hayat tercih aslında.” dedi.

Kararlı, tutarlı ve devamlı davranabilen güçlüdür

İnsanın hayatında soyut bir hedef piramidi olması gerektiğini ifade eden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Hedef piramidinin en tepesinde soyut hedefler vardır. Ondan sonra maddi hedefler yer almalıdır. İnsanın güçlü olmasının bir tanımı vardır. Maddi varlıklar ya da fiziksel yapıya göre güçlü tanımı yapılır oysa psikolojik anlamda güçlü ve kararlı olan güçlüdür. Kararlı, tutarlı ve devamlı davranabilen güçlüdür. Bir gün öyle bir gün böyle davranan kimse güçlü değildir. Hedefleri olmayan kişiyi manipülatif olaylar yönetir ama diğerinin hedefi vardır. Hedefe giderken kullanılamaz, doğru kararlar vererek ilerler. O nedenle kararlı, tutarlı ve devamlı olan kişi güçlüdür. Hayatta en büyük güç istikrardır. Bir insan istikrarlı davranmayı başarırsa birçok zorlukları daha kolay yeniyor ve hedefi de varsa hedefine çok kolay ulaşıyor.” dedi.

Başarı için kararlılık çok önemli

“Dünyada hiçbir şey kararlılık kadar başarıda etkili değildir” diyen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Yetenek tek başına etkili değildir. Başarıya götüren en etkili şey kararlılıktır. Bir insan neden başarılı olmadığını düşünüyorsa yeterince kararlı değildir, istikrar yoktur. O nedenle hayattaki başarı için kararlılık çok önemlidir. Başarı da hayatta bir amaçtır ama başkasını mutsuz ederek başarılı olmak kötülüktür. Bir insan başarıyı sadece kendi mutluluğuna indirgiyorsa o da kötücül bir insandır. Onun için iyicil olup başarılı olabilmek demek böyle durumlarda insan sosyal sermaye sahibi olmuş oluyor. Çevresinde güven oluşturuyor. Sosyal sermaye de parasal sermaye kadar önemlidir.” dedi.

Güçlü ve zayıf yönler bilinmeli

Kişinin hayat yolunda ilerlerken güçlü ve zayıf yönlerini bilmesinin de önemli olduğunu söyleyen Tarhan, “Hayata anlam verebilmek için kendimize SWOT analizi yapacağız. SWOT analizini iktisatçılar çok kullanır, biz pozitif psikolojide de kullanıyoruz. Kendinin güçlü yönlerini bilecek, kötü yönlerini bilecek. Kişi hedefini belirledikten sonra hedefe ilerlerken tehditleri bilecek, fırsatları bilecek. Bu durum tıpkı bir komutanın savaş alanında en iyi harekat tarzını belirlerken istihbarattan bilgi alıp değerlendirme yapmasına benzetilebilir. Hem kendi hem de düşmanın zayıf ve güçlü yönünü anlamaya çalışır.” dedi.

İstiklal savaşı da aynı taktikle kazanıldı

İstiklal savaşının da bu taktikle kazanıldığını kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Çok güzel bir strateji oluşturuldu. İstiklal savaşında Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, Rauf Orbay müthiş kurmaylardı, Osmanlı paşasıydılar. Çok iyi yetişmişlerdi. Bütün askeri bilgilerini kullandılar. Orada askeri lider olarak Mustafa Kemal’in cesareti çok büyük etken oldu. Hatta Afyon’da harp planı konuşulurken harp akademisinde öğretmen olan bir albay diyor ki ‘Paşam eğer bu harekat planını uygularsak meclis hepimizi idam eder’ diyor. Onun üzerine Mustafa Kemal’in kendi hocasına söylediği bir şey var ‘Eğer idam edilecek bir kişi varsa o da benim merak etmeyin, ben bunu göze alıyorum harekat planını uygulayalım’ diyor. Bu kararlılıkttır işte. Onun için İstiklal Savaşındaki bu liderlik çok önemlidir. Bu liderlik olmasa, korkak, çekingen bir liderlik olsa ‘Ya İstiklal Ya Ölüm’ demeyen bir lider olsa kazanamazdık o savaşı. Bu nedenle kararlı, tutarlı, devamlı bir liderlik çok önemli. 9 Eylül İzmir’in kurtuluşunu da bu vesileyle anmış olduk. Türkiye 100 sene önce çok önemli bir tarihi bir dönüm noktasını yaşadı. O günün anlamını bilmeyen bir kişi, bugünü coşkuyla yaşayamaz, bugünün hakkını veremez, değerlendiremez. Kurucu liderimiz Mustafa Kemal Atatürk, bütün silah arkadaşları ve Anadolu’daki herkese bizim bir borcumuz var, bunu unutmamamız gerekiyor.” dedi.

COSMOTURK

Çocukların İki Farklı Dünyası / Biri Sanal, Biri Gerçek

Sokakta birine şu soruları soralım: “Adınız ne, kaç yaşındasınız, nerede doğdunuz, en yakın arkadaşlarınız kim, evli misiniz ya da bekâr mısınız, kaç çocuğunuz var, çocuklarınızın adı nedir, hangi dine mensupsunuz, en son okuduğunuz kitap, tatile ne zaman gideceksiniz?”

Eskiden büyükler tehlikeyi sokakta görürler, “Evladım sakın yalnız başına sokağa çıkma!” derlerdi. O zamanlar öyleydi, evet. Ama artık o tehlike evlerin içine, odalara kadar girdi. Çocuklar için tehlike sadece sokakta değil artık; yanı başlarında, parmaklarının ucunda. Tahmin edersiniz ki o zarar merkezleri; internet ve sosyal medya.

İnternet ve sosyal medya dünyasının tehlikesi git gide büyüyor. Buna rağmen hapsolan insan sayısı her geçen gün artıyor. Bu mecralarda, büyüklerin kendilerini ispat etme ve sürekli beğenilme çabaları ve beklentileri, çocuklarına da aynı şekilde sirayet ediyor. “Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olurmuş” atasözü misali, sosyal medya ağacına çıkan ebeveynlerin de o dala bakan çocuğu oluyor elbette. Fakat o ağaç öyle bir ağaç ki ne meyvesinden yemeye ne de gölgesinde dinlenmeye layık.

Eğitim ailede başlar, cümlesi burada devreye giriyor. Aileler gerekli tedbirleri almazlarsa hem kendileri hem de çocukları için son tren kaçmış olacak. Sonrasında ne kadar dövünülse de ağlanıp sızlansa da eskisi gibi olmayacak.

Sosyal medyada çocukların kendilerini konumlandırma tercihleri ise endişe verici boyutlara ulaşmış durumda. İngiltere’de iletişim düzenleyicisi olarak hizmet sunan Ofcom’un yaptırdığı araştırmaya göre:

  • 8 ila 11 yaşları arası çocukların %25’i, yaş sınırına aldırmaksızın kişisel bilgilerine ait detayları Facebook ortamında milyonlarca kişiyle paylaşıyor.
  • Çocuklarının en mahrem fotoğraflarını bile internette paylaştıklarından pek çok ailenin haberi yok. Daha fazla beğeni ve yorum alma yarışının hızı, çocukların aşırı derecede kontrolsüz olduklarına işaret ediyor.
  • Facebook, Instagram, Youtube ve Snapchat isimli sosyal mecraların çocuklar tarafından yoğun kullanımı dikkat çekiyor.
  • Türkiye’de ise durum farklı değil:
  • 5-15 yaş aralığındaki çocukların %60’ının akıllı telefonu var. Yarısına yakını ise tablet ve bilgisayar kullanıyor.
  • 3-4 yaşlarındaki çocukların %29’unun akıllı telefon ve %65’inin tabletle oynadığı tespit edilmiş durumda.
  • 3-4 yaşlarından itibaren Youtube izleme oranları %48 ile bir hayli yükselmiş durumda.
  • Çocukların %41’inin sosyal medya hesabı var. Bunların %85’i Facebook kullanıyor.
  • Anne babaların yarısından fazlası, çocuklarının sosyal medya hesaplarını kontrol ettiğini ve kimlerle iletişim halinde olduğunu takibe aldığını vurgulasa da tam anlamıyla bir kontrolün söz konusu olmadığı görülüyor.
  • Çocuklar sosyal medyayı genel olarak eğlence amaçlı kullanıyor. Arkadaşlarıyla iletişim kurmak, video izlemek, fotoğraf ve video paylaşmak, oyun oynamak başta geliyor.

Sosyal refakatçiye ihtiyaç var

Sosyal medya sitelerine üye olma yaşı 13’ten başlıyor. Anne baba refakatinde olduğu ispat edilirse bazı platformlar üyeliğe izin verebiliyorlar. Ancak bu her ne kadar teoride iyi bir kural gibi görünse de uygulamada durum hiç de göründüğü gibi olmuyor.

Türkiye’de 18 yaş altı sosyal medya kullanıcısı sayısının 5 milyona yaklaştığı tahmin ediliyor. Uzmanlar 13 yaş altı bir çocuğun, sosyal medyayı faydalı bir şekilde kullanamayacağı konusunda hemfikirler. Ebeveynler bile bunu başaramazken bir çocuğun başarmasını beklemek, abesle iştigal olsa gerek.

İş hayatı, stres derken anne-babaların çocuklarını yakından takip etmeleri pek mümkün olmuyor. Çocuklar da maalesef, pusulası olmayan bir gemi misali sosyal medya denizinin sert dalgalarında bir sağa bir sola savrulup duruyorlar. Onları dalgaların arasından çekip çıkarmak, hatta o denize girmeden evvel mani olmak, yine ve yine ebeveynlere kalıyor. Ama çocuklardan önce o denize anne-babanın kendileri atlamışsa ve çırpınıp duruyorlarsa çocuklarına yardım etmeye çalışmaları, boşa kürek çekmekten başka bir işe yaramıyor.

Neler Yapılabilir?

  • En pratik yöntem, filtre programları veya kısıtlı internet kullanımıdır. Güvenlik riskini yarı yarıya azaltmış olursunuz.
  • 13 yaş altındaki çocukların denetimsiz bir şekilde sosyal mecraları kullanmasına izin vermemelisiniz.
  • 13-18 yaş aralığına ise mümkün mertebe takip edebileceğiniz ve görebileceğiniz ortamlarda bilgisayar kullanmasına yönelik çözümler üretebilirsiniz.
  • İnternet, tablet ve cep telefonu kullanım sürelerini sınırlandırın.
  • Çocuklarınızı kişisel bilgilerini paylaşma konusunda bilinçlendirin. Yaptıkları paylaşımlar hususunda dikkatli olması gerektiğini anlatın.
  • Tanımadıkları kişilerle sosyal medya üzerinden iletişim kurmaması hususunda bilgilendirin.
  • Çocuğunuzla zaman zaman birlikte vakit geçirin. Ailecek oyunlar oynayın, gezi ve aktiviteler yapın. Ona zaman ayırın ki başka yerlerde zamanını harcamaya çalışmasın.
  • Bilgiye ulaşmanın tek yolunun internet olmadığını anlatın. Kitaplar hakkında konuşun. Hatta kitap okuyun ve ona örnek olun.
  • Her hususta iyi bir örnek olmaya çalışırsanız, çocuğunuz kendisine başka örnekler aramak zorunda kalmaz. Rol-model alabileceği bir ebeveyn olmaya çalışın.

Sosyal Medyanın Zehirli İğneleri

  • En büyük tehlike, çocukların kötü niyetli kişilerin saldırılarına karşı savunmasız ve korumasız olmasıdır.
  • Çocukların dikkatsizce paylaştıkları kişisel ve mahrem bilgiler, sadece çocuğu değil, diğer aile fertlerini de sıkıntıya sokabilir.
  • Müstehcen veya şiddet içeren paylaşımlarla karşılaşabilirler.
  • Yaşlarına uygun olmayan reklamlara maruz kalabilir ve bunlara tıkladıklarında açılan sayfalardaki yine uygunsuz içeriklerle muhatap olabilirler.
  • Sosyal medya bağımlılığı, derslerinin kötüleşmesine sebep olabilir. Ayrıca fizikî aktivitelere ayrılan vakit de zayi olabilir.
  • Çocukların yaptıkları paylaşımlara gelen beğeni ve yorumların miktarı, ruh halini bozabilir.
  • Çocukların maruz kaldıkları görseller ve videolar, onlarda özgüven eksikliğine sebep olabilir. Başkaları gibi olma isteği ve kendilerini yetersiz görmeleri, onları çıkmaza sürükleyebilir.
  • Çocuklar, kimlik bunalımına girebilir. Sosyal medyada örnek aldığı kişilere özenmesi, tek tip karakterlerin oluşmasına sebep olur.

SİRACEDDİN EL

Üzerimizdeki Kimlik Giyim Kuşam

Kıyafet, sahip olunan yaşayış biçiminin aynasıdır. Giysiler, bazı rolleri belirtir. Herkes yaşına, cinsine, durumuna ve mesleğine uygun olarak giyinir. Olabilecek değişiklikler, farklı görünüşler, bütün olan anlayışı bozmaz.

Moda, Latincede oluşmayan bir sınır anlamında kullanılan “modus”tan gelir. İngilizce karşılığı “fashion”dur ki âdet, üslup, biçim, tarz anlamına gelir. Türkçeye ise son yüzyılda dâhil olmuştur. Giyim-kuşam anlayışı etrafında birçok tartışma ve değişikliği de beraberinde getirmiştir.

Arapçadan dilimize geçen elbise ise “libas”tan gelir. Örtmek ve saklamak gibi manaları ihtiva eder. İslâm ahlâkında tam olarak kıyafetin amacı da böyledir. Her işin başını ve amacını “niyet etmek” belirlediği için giyinmenin de niyeti belli olmalıdır. Garip olan şudur ki, insan sadece kendi niyetine vakıftır. Örtünmekten süslenmeye, kapanmaktan dikkat çekmeye uzanan ince çizgiler, ahlâk ve estetik arasında belli belirsiz bir dengede, özellikle de kadınların karar ve niyetini sınamaktadır.

Kimlik

Bir kıyafet, bir kişinin kimliği gibidir. Kimlere benzediğini ve nereye ait olduğunu gösterir. Nitekim Evliya Çelebi, Trabzon ilinin sakinlerini anlatırken onları kıyafetlerine göre sınıflara ayırır: “Şehir sakinleri eskiden beri yedi sınıfta toplanmıştır. İlki, yüce ve güçlü beyler, beyzadeler ki, samur astarlı görkemli harmaniyeler giyerler. İkincisi, ulema ve din adamlarıdır ki, kim olduklarını belli eder şekilde giyinirler. Üçüncüsü, deniz ve kara yoluyla Ozakof ile Kazakistan, Hingrelia, Çerkezistan, Abaza, Kırım’a ticaret yapan tüccarlardır. Kumaştan feraceler, çuhadan yapılan yakası dik, kolları bol olan geniş üstlükler, kontoş denilen kumaştan cübbemsi bol ceketler giyerler. Dördüncüsü, sanatkârlardır. Çeşitli patiskalar giyerler. Beşincisi, Karadenizli kayıkçılardır. Altıncısı, bağcılardır. Bu iki sınıf, işlerine uygun giyinirler. Yedincisi, balıkçılardır ki, binlerce kişi bu adla anılır.”

Sanayileşme süreci ile birlikte dikiş makinaları, çeşitli matbaaların giyim-kuşam dergileri, moda bayrağını diyar diyar gezdirmeye başlamasıyla dünya genelinde şekilsel değişimler de başlamış oldu. Asırlardır tesettür usulünü muhafaza eden Anadolu’da, özellikle de son yüzyılda, kozmopolit bir tarz egemenlik kazanmış ve bu tarz, bazı kavram karışıklıklarına neden olmuştur. Ortak kararlar ferdi iradeye, toplumun menfaati kişisel çıkarlara, örf ve âdetler, yerini modaya bırakmıştır.

Kalptekinin Dışavurumu

Bir insan, kime benzemek isterse o insan onlardan olur. Şüphesiz, bir zümreye şeklî açıdan benzemek, onlara karşı duyulan kalbî muhabbetin bir yansımasıdır. Buna en güzel misal Rûhu’l-Beyân tefsirinde geçen şu ibretlik hadisedir: Cenab-ı Hakk’ın azametinin tecelli ettiği o gün, Hazreti Musa (a.s.) ve ona inananlar, yarılan denizden geçmiş, inanmayanlar boğulmuştur. O gün Firavun’un askerlerinden birisi de kurtulmuş, herkes onu görünce şaşkınlıkla sormuştur. Cevap şöyledir; “Ben, Musa Peygamber’e inananların taktığı başlık var ya, onu çok sever ve beğenirdim. Hanımıma bana da işlemesini söyledim. Ara ara takardım. Bugün başımda bu vardı. Kendimde bu kurtuluşla alakalı olarak bundan başka bir işaret göremiyorum.”

Zaman değişse de değişmeyen şeyler vardır

Mukaddes olan, değişmez ve değerlidir. Fakat dünyevî olan, her çağa göre yenilenir ve değişir. Mesela, eskiden yemek pişirilen ve yenilen kapların günümüzde kullanılmaması, onların yerini daha farklı araçların alması ve bunları kullanmanın abes olmaması dünyevîlikle alakalıdır. Fakat hangi çağda yaşanırsa yaşansın, tesettürün çizgilerinin ve ihtiva ettiği içeriğin değişime uğramaması ve de uğramasının düşünülememesi dünyevîliğin ötesinde, kutsiyetle bağı olduğu içindir.

Tarz ve imajda yansıtılan görüntü, moda için en önemli etkendir. Bir Müslüman hanım ile örtünmeye dikkat eden ama farklı inançta olan biriyle arasındaki fark, onların giyim tarzıdır.

Dinî kaideler, nasıl giyinilmesi konusunda birtakım müeyyideler belirtir. İnananlar ise bunu uygular. Giyim, inancı ve meyli yansıtır. Meyil de muhabbeti doğurur. Fakat modern dünya, bunu gittikçe zorlaştırmaya, mukaddes ve dinî olan sahayı günden güne daraltmaya başladı. Bunu da insanları doğrudan yahut dolaylı etkileyecek psikolojik algoritmalar üreterek yaptı ve ne yazık ki yapmaya devam ediyor.

İnsanların zihniyeti, değer yargısı üzerine işler. Bunlardan bazıları; toplumsal, ahlakî, dinî, estetiksel, duygusal ve hayatî değerlerdir.

Modayı, toplum yorumlar. Çoğunluğun beğendiği bir şeyi beğenmeyen bir ferdin görüşü, yüzeysel anlamda pek önemsenmez. Kişi, kendisi sorguladığında bile anlamsızca cevaplar. Mesela, “Bu işkence verici dar pantolonu veya yürüyemediğim ayakkabıyı neden giyiyorum?” sorusunun cevabı “Moda olduğu için!”dir. Bunun sebebi ise reklam ve pazarlama telkinlerinden kaynaklı olan gaflet ve bilinçsizce uyum sağlama sürecidir.

Medya, özellikle de sosyal medya üzerinden gelen etki, tartışılamayacak boyuttadır. Bilhassa ev hanımlarının zihnini, planlanmış -sözde- kadın kuşağı programları, temiz ve ışıltılı ortamlar, abartılı tanıtımlar, mecburî memnuniyetler bulandırıyor.  Önce paylaşımlar izleniyor daha sonra nasılsa o kıyafet incelenir hale geliniyor. Ekran ve seyreden kişi arasında oluşan mahrem zaman, gerçekte olmayan bir samimiyet içerir. Ve kullanıcı, bu var olmayan duygusal bağa yakınlık kurar. İzlediği bu şeyler, zamanla masum hale gelerek normalleşir. Bu tehlikeye dikkat etmek gerekir.

Bir Batılı Seyyahın Gözünden:

“Hiçbir Osmanlı, kendine has olandan başka tür bir kıyafet giyemez. Aksini yapmak hem utandırır, hem inanca ters düşer. Müslümanlarca kullanılması âdet olmayan bir örtü, hele ki başlık irtidat işareti sayılır. Bu durum, muhtelif şeyhülislamlar tarafından sabittir. Bu fetvalara göre bunları işleyen, yani başka dinden olana benzer şekilde giysilere bezenen kişi, sadakatsiz olarak görülür, hatta imanını ve nikâhını tecdit etmesi lazım gelir. Onlara göre taklit etmek, inanmanın bir çeşididir.” (Ignatius Mouradgea D’ohsson,  XVIII. Yüzyıl Türkiye’sinde Örf ve Âdetler)

Aidiyetin simgesi

Nasreddin Hoca’nın ilk gelişinde göremediği itibarı, kürkü ile gelince görmesi, gelen ikramları da kürküne teklif etmesi kadar olağandır, kıyafetin uyandırdığı ilk intiba. Kendine özgüveni arttıran en önemli unsur, giyimdir. “Kişi, giyimine göre karşılanır, ilmine göre ağırlanır, ahlâkına göre uğurlanır” demişler. Fakat kimi insan sınıf şuuru, kimisi bir sosyal statü hayaliyle kıyafetini seçer. Ve herkes birilerini kıyafetine göre yorumlar. Eskiden başında sırmalı kavuğu olanı görünce devlet erkânı, denirmiş. Bugün beline peştamalını sarana “Bu bizim uşak!” denir.

Velhasıl kıyafet, âidiyetin simgesidir. İnsanın nereye ait olduğunu gösterir. Kişi, ait olduğu yeri bildiği müddetçe oraya göre kendini şekillendirmenin yoluna bakar. Baktığını gören, gördüğünü yorumlayan, yorumladığını da üzerinde elbise olarak uyarlayan kişi, sondan başa doğru değil, baştan sona doğru düzelmeye çalışmalıdır. Önce bakacağı yeri belirlemeli, orasını gördükten sonra yorumlama ve libasa dönüşmesi kendiliğinden olacaktır.

KÜBRA ER

Allah’ın insanlara verdiği birçok nimet vardır. Konuşma adamı nimeti ise insanı diğer canlılardan ayıran vasıfların başında gelir.

İnsanın vasf-ı mümeyyizi olan konuşma nimeti, diğer nimetlerde de olduğu gibi, rast gele kullanılmamalı, belirli kıstaslar içerisinde konuşma adabına riayet edilmelidir.

Konuşma adabını “Ne söylediğine ve hangi zamanda söylediğine dikkat et.” diye en sade şekilde özetleyen Hazreti Ebu Bekir Efendimiz’in bu sözü bizim için mihenk taşıdır. Nerde konuşmak, ne zaman susmak, ne söylemek, neyi söylememek ve bunları yapabilmenin pratik usullerini sizin için yedi maddede topladık.

1. Susmasını bilmek

Öncelikle konuşmanın zıddı olan susmak, en güzel huylardandır. Âfiyet ve selâmetin onda dokuzu susmaktadır. Çünkü insanın başına gelen belâlar çok konuşması sebebiyledir. Süleyman aleyhisselam “Eğer konuşmak gümüş ise susmak altındır.” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)de “Çok konuşanın hatası çok olur, hatası çok olanın günâhı da çok olur, günâhı çok olan kimseye de ateş daha lâyık olur.” buyurmuşlardır.

2. Faydasız sözleri terk etmek

Fazla konuşmak, tekrarında fayda olmayan şeyleri tekrar etmek ve lüzumundan fazla konuşmaktır. Faydası olmayan şeyleri konuşarak vakit zayi edilmemelidir. İnsan ömründen hesaba çekilecektir. Resûlullâh (s.a.v.); “Kişinin faydasız şeyleri terk etmesi, onun müslümanlığının güzelliğindendir.” yine başka bir hadisinde “Dilini fazla konuşmaktan tutan ve malının fazlasını infâk eden kimseye müjdeler olsun.” buyurdular.

Konuşmanın ortası; az sözle maksadını gizlemeyen, çok sözle muhâtabını usandırmayandır. Hızır (a.s.), Mûsâ (a.s.)’a bu hususta: “Ey Mûsâ, dinleyen söyleyenden daima fazla usanır ve yorulur. Konuştuğunda muhâtabına bıkkınlık verecek kadar sözü uzatma. Hem şurasını da iyi bil ki; kalbin bir kap gibidir. Onun içine koyacağın şeyleri düşün de koy.” der.

3. Yalana yaklaşmamak

Kişi, doğru veya yanlış her duyduğu şeyi söylememelidir. Müslüman, tehlike görse bile doğruyu söyler, yalan konuşmaz. Çünkü doğru söylemekte tehlikelerden kurtuluş vardır. Kurtuluş doğrulukta, helâk olmak ise yalandadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Duyduğu her şeyi söylemesi, kişiye günah olarak yeter.” ve “Kim ki, yalan söylemeyi ve yalanla amel etmeyi bırakmazsa, Allâhü Teâlâ o kimsenin yemeyi, içmeyi bırakmasına, orucuna bir kıymet vermez.” buyurmuştur.

4. Bilmiyorum deme erdemine sahip olmak

Bir insan için bütün ilimleri bilmek imkânsızdır. İş böyle olunca bazı şeyleri bilmemek bir eksiklik değildir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîflerinde “Kendine bir meseleden sorulup da bilmediği hâlde fetvâ veren kimse hem sapık hem de saptırandır.” buyurmuşlardır. Hz. Ali (k.v.): “Size bir şey sorulup da bilemediğiniz zaman ‘Bilmiyorum, Allah bilir.’ cevabını vermeniz kalb ve vicdâna ne kadar hoş gelir. Zâten âlim; bilmediklerinin bildiklerinden çok olduğunu bilendir, İbn-i Abbas radiyaallahumâ, “Bilmiyorum demeyi terk eden âlim, belâsını bulmuş demektir.” der. Bazı âlimler ise “Bilmiyorum diyen, noksanını bilip çalışa çalışa âlim olur, fakat bilmediği halde biliyorum dâvâsında bulunan, felâket çukuruna düşer.” demişlerdir.

5. Münakaşayı terk

Münâkaşa ve mücâdeleden uzak durmalıdır. Çünkü bunlar düşmanlığın anahtarıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Kim haklı olduğu hâlde münâkaşayı terk ederse cennetin en üst derecesinde onun için bir köşk yapılır. Kim de haksız olduğu hâlde münâkaşayı terk ederse onun için cennetin kenarında bir köşk yapılır.” buyurmuştur.

6. Gıybetten sakınmak

Konuşma adabına riayet eden kişi gıybet etmez. Gıybet, kişinin başka birisi hakkında, duyduğunda hoşlanmayacağı şeyleri o kişi yanında yok iken açıkça, kinâye yoluyla veya işâretle söylemesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki: “Bilir misiniz, gıybet nedir?” Allah ve resûlü daha iyi bilir, dediklerinde “Kardeşini, hoşlanmayacağı bir şey ile anmandır.” buyurdu. “Ya söylediğim kardeşimde varsa?…” denildiğinde ise “Eğer söylediğin onda varsa gıybet etmiş olursun ve eğer söylediğin onda yoksa o vakit ona iftirâ etmiş olursun.” buyurdu.

7. Çirkin sözden sakınmak

Sövmek ve çirkin söz söylemek de adaba riayet eden kişinin huyu değildir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Kötü ve çirkin söz cefâdır, cefâ ise cehennemdedir.” “Muhakkak Allah çirkin ve kötü söze buğzeder.” buyurdular. Allâh’ın yarattıklarından -canlı, cansız- hiçbir şeye lânet etmez, lânet etmeyi alışkanlık hâline getirmez. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdular:

“Kul bir şeye lanet ettiği vakit, bu lanet göğe yükselir, yükselince de göğün kapıları kendisine kapanır. Sonra bu lanet yeryüzüne iner. Yeryüzünün de bütün kapıları kendisine kapanır. Bundan sonra sağa döner, sola döner, çıkar yol bulamayınca, (sonunda) lanet edilmiş olan kimseye döner. Bu kimse buna lâyık ise, iş tamamdır; değilse, lanet edenin kendisine döner.” buyurmuşlardır.

FATİH ÇELEBİ

Temiz ve Düzenli Evler

İnsan olarak pek çok ihtiyaçla yaratılmışız. Fiziksel, zihinsel ve ruhsal ihtiyaçlarımız var. İhtiyaçlarımız karşılanmadığı zaman, ihtiyacın türüne bağlı olarak bu eksiklikten fiziksel veya psikolojik olarak etkileniyoruz. Gün içerisinde yapılması gereken pek çok iş yükünün arasında bir de ev işleri ile ilgilenmek angarya gibi görünse de temiz ve düzenli bir alanın, sağlığımıza sayısız faydası vardır.

Annemden duyduğum ve onun da kendi annesinden naklettiği eski bir deyiş var: “Yavrum, evini temiz tut, elin (misafir) gelir, kendini temiz tut, ölüm gelir.”

Stresi Azaltır

Dağınık bir alana sahip olmak, insanın endişe ve stres seviyesini artırır. Araştırmalar, dağınık evlerde yaşayan insanların vücutlarının daha yüksek kortizol seviyelerine sahip olduğunu göstermiştir. Kortizol, vücudumuzda kaygı ve strese neden olan bir hormondur. Dağınıklığın, yüksek kortizol seviyeleriyle ilişkilendiriliyor olmasının nedeni, beynimizin, görüş alanımızda gördüğümüz her şeyi işlemek zorunda kalmasıdır. Bu, günlük görevleri daha az verimli bir şekilde tamamlamamıza, bunalmış ve endişeli hissetmemize neden olabilir.

Dağınıklığı azaltmak, temizliğin, stresi azaltmaya yardımcı olmasının tek yolu değildir. Esasen temizlik eyleminin kendisi, stresi azaltan bir aktivitedir. Temizlik, çok uygulamalı bir eylemdir. Bu sırada, yüzeylerin tozunu alma, düzenleme veya yıkama gibi tekrarlayan hareketlere odaklanmak zorunda kalırsınız. Böylece temizlik, stres kaynaklarından veya tetikleyicilerinden uzaklaşmanızı sağlar.

Verimlilik Sağlar

Dağınıklık, görsel dikkat dağılmasını meydana getirir. Hiçbir şey aramıyorken bile etrafımızda kâğıt yığınları veya başka şeylerin olması, dikkatimizi dağıtabilir. Beynimiz çoğunlukla düzeni sever ve düzenli bir ortamda gelişme eğilimindedir. Evdeki dağınıklığın etkileri üzerine yapılan bir araştırmada, evlerindeki fazla eşya miktarından bunalmış hisseden kişilerin işleri ertelemeye daha yatkın olduğu sonucuna varılmıştır. Diğer araştırmalar, dağınık bir ev ortamının, abur cubur atıştırma ve TV izleme gibi başa çıkma ve kaçınma stratejilerini tetiklediğini göstermiştir. Ayrıca verimli ve tutarlı temizlik faaliyetlerinin, mikrop ve bakterilerin çoğalmasını etkili bir şekilde sınırladığı ve böylece çalışanların iş yerinde hastalanma risklerini büyük ölçüde azalttığı da gösterilmiştir. İstatistiksel olarak, ortalama bir çalışanın hastalık nedeniyle yılda 9 iş günü kaybettiği ve bu vakalardan bazılarının işyerinde standart hijyen seviyesinin altında olmasıyla bağlantılı olabileceği gösterilmiştir.

Egzersiz İmkânı Sunar

Temizliğin faydalarından biri de ister on dakika ister sekiz saat temizlik yapın, temizlik, sizi ayağa kalkıp hareket etmeye zorlayacak olmasıdır. Uzmanlar uzun süredir sağlık için günde otuz dakika fiziksel aktivite öneriyorlar ve temizlik, kesinlikle buna katkıda bulunuyor. Tezgâh üstlerini silmek, yerleri süpürmek veya küveti ovmak gibi aktiviteler kalori yakmaya yardımcı olur. Ayrıca hareket etmek, kalbinizin kan pompalaması ve bu da vücudunuzda akan endorfinler(mutluluk hormonu) anlamına gelir.

Uyku Kalitesini Artırır

Fiziksel aktivite stresi azalttığı gibi, temiz ve düzenli bir odada uyumanın da uyku kalitesini artırdığı bilinmekte. Endorfin hormonu, insanın hal ve hareketlerine göre salgılanır. Kimi zaman az ya da daha fazla salgılanabilir. Endorfin hormonunun özellikle belli saatlerde artış gösterdiği bilinmektedir. Bu durum bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Özellikle akşam saat 11 ile gece 3 arasında bu hormonun salgılanma miktarında artış olur. Etrafınız dağınıksa, uykuya dalmakta zorlanırsınız. Böylece iyi bir gece uykusu almakta zorlanacaksınız. Kalitesiz bir uyku da stres seviyenizi artırır. Ulusal Uyku Vakfı, her sabah yatağını toplayan insanların iyi bir gece uykusu çekme ihtimalinin %19 daha fazla olduğunu ortaya koyan bir anket gerçekleştirdi. Yüzde 75’i, çarşafları yeni yıkandığında ve yastıklar dolgunlaştığında daha rahat hissettikleri için daha iyi uyuduklarını söyledi.

Temizliğin Psikolojik Etkileri

Psikologlar, temizlik ve zihinsel rahatlık arasında bağlantı kurarlar. İslamî açıdan bakıldığında da temizlik, iki anlamda karşımıza çıkar. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ve elbiseni artık temizle, ve o pislikleri artık def eyle” (Müddessir suresi, âyet 4-5)  buyurulması, maddî ve manevî temizliğe işaret eder.

2010 yılında yapılan bir araştırmada, temizlik ve düzenlilik fikrinin bizi daha iyi hissetmeye sevk ettiği, aksine kendimizi ihmal edilmiş bir ortamda hissediyorsak, hayal kırıklığı hissinin bizi yalan söylemeye ve aldatmaya sevk ettiği tespit edilmiştir.

Çoğu şeyde ılımlı olmak anahtardır. Temizliğe olan hevesinizin bir saplantıya dönüşmemesi önemlidir. Temizlik ve dağınıklığı gidermek rahatlatıcı olabilir ve endişemizi yatıştırabilir. Ancak yerinde olmayan bir süs eşyası ters etki yaptığında işlerin çok ileri gittiğinden emin olabilirsiniz.

Çevrenizi kontrol etmek, olumlu bir şeydir ve temiz bir alanda yaşamanın birçok faydası vardır, ancak kendinizi evinizdeki her şeyi kontrol etmek zorunda hissederseniz, hayatınızın diğer yönleri üzerindeki kontrolü kaybetmeye başlayabilirsiniz.

ÖMER DEMİR

Yaşam, insan ve düşünce

Yaşam çok boyutlu bir fenomeni gösteriyor. İnsan bu çok boyutlu yaşamın küçültülmüş halidir. Düşünce bu çok boyutlu iki fenomenin arasındaki bağı kurmaya çalışan bir adaptasyon süreci…

Yaşamı, kendisinin etkisine girmeden izlemeye başlayarak onun çok yönlü ve çok boyutlu özelliğini keşfedersiniz. Bu yönü, insanın çok boyutlu yönü ile girdiği ilişkide aldığı biçimi bize gösterir. Hem yaşam ve hem insan çok etkileşimli iki varlık türüdür. Yaşam, insanı da içine alan daha büyük var olana göndermedir. Ancak insan yaşamın oluşumunda önemli bir paya sahip ve bu pay yüzünden yaptıklarının ceremesini çekecek olandır. Düşünce ise insana mahsus bir özellik taşır. Ama düşüncede zekâ ayrı bir yere sahiptir. Ve bu zekâ yaşamın bütün alanlarında kendi varlığını izhar eder. Yaşamın döngüsünün daimiliğini sağlayan da zekâdır. Her varlığın kendisine ait bir zekâya sahip olduğu görüşü bugün felsefi bir yaklaşıma dönüşmüştür. Yaşam ve yaşamın içindeki her varlık zerresi bir zekâya sahiptir. Fakat kendine has bir zekâ veya akletme yeteneğine sahip yegâne varlık bilgimiz dâhilinde olana göre insandır. İnsan, yaşamı belirleyecek ve sürükleyecek özelliğini bu zekâ/akıl sayesinde gerçekleştirmektedir. Bu yüzden insan kendi sorumluluğunu üstlenecek bir karaktere sahiptir. Sorumluluğu üstlenmeyen kişiye zekâ geriliği olan hasta muamelesi yapılmaktadır.

Zekâ ile akıl arasındaki fark derin bir ayrıma dayanır. Akıl, kurgu yapabilen bir özellik taşır. Zekâ ise kurgudan çok var olanlar arasındaki irtibatı ve kendisine yöneltilmiş bir hamleye karşı nasıl tavır alınması gereken var olanla sınırlı bir zemine sahiptir. Tabii ki akıl, tahayyül yeteneğini harekete geçirirken zekâdan istifade eder. Ama burada zekâ aklın araçsal mekaniği haline dönüşür. Aklın bu boyutu ile insan yegâne varlık kategorisinde bulunuyor. Bu anlamı ile insan, Tanrı’nın sahip olduğu işlevin sonlu boyutunu taşımaktadır. Tanrı, bütün varlığı yoktan var ederken, aynı zamanda yaşamı kodlaştırarak ve sürekli yeni kodlar devreye koyarak akli yetisinin sonsuzluğunu ve büyüklüğünü zaten göstermektedir, görmek isteyen gözlere ve akıllara…  İşte insan bu özelliğin sonlu bir tezahürü olarak yaşam üzerinde etki sahibi ve bu etkiyi düşünce üzerinden gerçekleştirmektedir. Bu durum bize düşüncenin sahip olduğu eni ve derinliği de göstermiş olur. Şimdi yaşam, insan ve düşünce arasındaki korelâsyonu sağlayacak olan şey nedir? Yaşamı anlamlı kılacak olan şeyin neliği meselesi insanın önünde duran en temel konudur.

İnsan, bir şey yaşarken, onu değerli kıldığı zaman sahiplenir. Değerli kılmadığı herhangi bir şeyi kaybettiğinde müteessir olmaz! Bu da insanın varlıkla kurduğu ilişkide değerin/anlamın önemini gösterir. Ama yaşamda insan birden fazla şeye değer/anlam yükleme kapasitesine ve kabiliyetine sahiptir. İşte bu potansiyel, insanı, ilişkiye geçtiği her şeye bir anlam yüklemeyi de kolaylaştırmaktadır. Burada da asıl soru: insanın anlam yüklediği fenomenlerin yaşamı yaşanılır kılıp kılmadığı, ilişkide olduğu varlığa değer yükleyip yüklemediği, varlığın daha iyi yaşam şartlarına sahip olup olmayacağını da önemli hale getirir. Yani insanın sahip olduğu anlam ve değer skalası yaşamı daha yaşanılır kılıyorsa, insan ve diğer varlık türlerine hayatı kolaylaştırıyorsa, barışık bir yaşamı inşa edebiliyorsa, bu anlam ve değer bizatihi anlamlı ve değerli olur.

İnsanın sahip olduğu anlam ve değer sadece kendisini mutlu ederken başkalarını olumsuz etkiliyorsa, yaşamı içinden çıkılmaz bir hale dönüştürüyorsa, varlığa zarar veren bir etkiye neden oluyorsa, bu anlam ve değer, kesinlikle sorunlu ve aslında bir anlamsızlığa ve değersizliğe neden olmaktadır. Bu noktada anlam ve değer kavram olarak bir üst aşamaya geçiş yaparak, kendi varlığı ile ilgili kuşatıcı, birleştirici, zenginleştirici, barışık ve esenlik sağlayarak yaşamı bir hedefe doğru taşıma cehdine kavuşur.

Bir fenomen olarak anlam ve değer ile bir ıstılah olarak anlam ve değer arasındaki farkı görmeliyiz. Böylece düşüncenin salt bir fenomen olarak varlığı ile ıstılah olarak varlığı arasındaki ayrımı da görmeliyiz. Bu yaşam ve varlık türleri içinde geçerlidir. Böylece bir olgunun ıstılaha dönüşmüş bir kavram olarak varlığı bir üst şemaya taşınmasını zorunlu kılıyor.

Çok katmanlı yaşam, çok katmanlı insan ve çok katmanlı düşünce arasındaki korelâsyonu sağlayacak olan değer ve anlamın ıstılahi bir yapıya sahip olması gerektiği bedihidir. Bu değer ve anlam ıstılahi olarak düşünceyi de insan ve yaşamı da ıstılahi bir zemine taşıyarak ona yeni bir kimlik ve karakter inşa eder. Sorun burada açığa çıkmaktadır; bu anlam ve değeri ıstılahi boyutu içinde anlamlı ve değerli kılacak bilgi, bakış ve yöntemin nereden elde edileceğidir. Düşünce, bu yeni durumu hangi bilgi zemini üzerinden elde edecektir. Önce düşüncenin kendisinin bir üst şemaya çıkması zorunlu iken kendisi çıkmadan diğer iki unsuru çıkarabilir mi? Bu mümkün görünmemektedir. Ayrıca hem yaşam, hem insan çok katmanlı ve çok boyutlu iken düşünce de buna uyumlu iken bu sonsuzluğu ihata edecek bir bilgiyi nereden bulmalı insan?
İşte bu noktada bütün bu varlığı kendi çok boyutluluğu ve katmanlılığı içinde var eden bir Güç’ün varlığı asli bir özellik taşıyor.

Yaratıcı Güç, yaratma eylemini bu zenginlik içinde var ederken ona yön/hidayet, yönelim/ istikamet göstermesi en makul ve doğru olandır. İnsanlık tarihi boyunca gönderilen Resullerden söz edilmesi, gönderilmiş kitaplar/vahyin varlığına tanık olunması, bazılarının elimizde bulunması, durumu işaret eder görünmektedir. Sadece bilgiyi göndermekle yetinmeyen Allah (cc), aynı zamanda o bilginin/sözün uygulanmasını ve temel ilkelerinin nasıl uygulanacağını da öğretmesi için Elçiyi görevlendirmiş ve öncelikle onu eğitmiştir. İşte anlam ve değer bu düzeyde var kılındığında yaşamı bir üst aşamaya taşıdığı gibi insan ve düşünceyi de bir üst aşamaya çıkararak barışın ikamesinin temel şartlarını oluşturmaktadır.

Yaşamın kendisi, süreci yıpratmaya ve eskitmeye, eritmeye ve azaltmaya dönüktür. Süreç ancak kendi fenomenal karakterinden kurtulduğu zaman yükselmeye başlayacaktır. Bu yükseliş için ise düşüncenin kendi ıstılahi anlamını muhafaza etmesi, sürekli kendisini yenileyerek temel yön ve yönelimini kaybetmeden fenomenal ile irtibatını kurmasını şart koşar. İnsanlık tarihi, bize peygamberlerin ölümünden sonra onun getirdiği değer yapısını çok geçmeden değişime uğrattıklarını göstermektedir. Bu yüzden sürekli müteyakkız bir halde olmak, insan ve düşünce arasındaki bağı güçlendirmek, düşünce ile insanı aynı yön ve yönelime haiz kılmak temel bir öncüldür. İnsan ve düşüncenin aynı yön ve yönelime sahip olmadığı durumlarda kaotik bir durum izhar eder ve sorunlar yumağı yaşamı çekilmez kılar.

Hidayet/yön, istikamet/yönelimin insanın ve düşüncenin bütünlüğünü kuracak bir vasatı inşa etmesi elzeme tekabül eder. Bu elzemlilik hali, yaşamı kendi temel kodları üzerine yeniden kurmaya matuf bir çabaya karşılık üretebilir. O yüzden gönderilmiş bilginin inşa ettiği temel yaşam, insan ve düşünce kodlarının eksene alındığı bir zemini kurmak her insana düşen bir sorumluluk olarak önlerinde durmaktadır. Bu sorumluluğu yerine getirmeyen kişiler, aynı zamanda fesada duçar kalan insan, düşünce ve yaşamın bozulmasının sorumluluğunu da üstlenmek zorunda kalacaklardır. Yani mesele insan açısından şakaya gelmeyecek bir boyuta sahiptir. Daha açıkçası, insan, yaşam, düşünce ve uygulamaları şakaya gelmeyecek bir tabiata sahiptirler.

Sürecin çürüttüğü bu fenomenal yapıyı nasıl eski haline dönüştürebiliriz, sorusu önümüzde durmaktadır. Bir şeyi eski haline getirmek demek, başa dönmeyi içermektedir. O yüzden anlam ve değerde bir çürüme söz konusu olduğunda; öncelik, çürümeye neden olan şeylerin doğru bir tespitini yapmak, çürüme öncesi var olan anlam ve değerin varlığını aşikâr kılan temel kodları yeniden çürüme öncesi durumu dikkate alarak anlamak ve doğru bir yöntem ile yeniden yorumlamaktır. Burada yorumlama, sahici ve sahih olana yönelik bir seyrüseferi işaret eder. Bu seyrüseferi gerçekleştirmek içinde bilgi ve bilgiye ulaşma yöntemleri bağlamında yabancı bilgi ve yöntemler yerine asli olana bağlılığı muhafaza eden bir yolculuk esastır.
Temel ilkeler/kodlar her zaman kahır ekseriyet müslüman âlimlerin/bilginlerinin üzerinde ortak bir mutabakat sağladıklarıdır. Bu temel gerçeği unutmadan yol almak zorunludur. Ayrıca bu temel kodların ortak bir akıl üzerinden uygulamadaki en sahici ve sahih olanı araması çok önemli ve temel bir yaklaşımı içermektedir.

Şimdi yukarıda yazılanlardan sonra oturduğumuz ortamlarda yaptığımız tartışmalardaki sığlığı dikkate sunmak bir sorumluluktur. Güncel meseleler asli hüviyetleri dışında bize sunulduğu kadarı ile tartışmak ve kırıcı tavırlar sergilemek bir kişilik gösterisi haline dönüşmektedir. Maalesef bu durum insan, yaşam ve düşünce ile ilişkimizi olumsuz etkilemekte ve bu olumsuzluk bir sürece işaret ederek daha kötüye doğru bir eğilimi işaret etmektedir.

ABDÜLAZİZ TANTİK

Sürekli dillerde dolaşan bir ifade var: Kendini tanımak, kendini bilmek… Çok büyük bir iş sanırım; ne demek kendini bilmek? Nereden, nasıl tanımaya başlayabiliriz kendimizi?

İnsanın kendini tanıması bu hayatta altından kalkılması en zor işlerden biri olsa gerek. Bütün kadim kültürlerde kendini tanımaya önemli bir vurgu yapılmış. Ancak bilmemiz gerekiyor ki kendini tanımak yürüyeceğimiz bir yol, varacağımız bir mesafe değil. Çünkü insan yaşadığı sürece değişir. Her yaş, her dönem, her konum, her iş, her ilişki insanın farklı bir yönünü ortaya çıkartır. Dolayısıyla yaşadığımız sürece kendimi tanıdım bitti, diyemeyiz. Kendini bilmek, kendini tanımaktan biraz daha farklı. Şöyle ki kendini tanımak genişleyen sınırları takip etmeye çalışmak iken, kendini bilmek sabit sınırların nerelerde olduğunu fark etmek veya insanın kendisine sabit sınırlar koymayı öğrenmesi demek. Yani insanın hayatında, kimliğinde ve kişiliğinde değişecek/değişmesi gereken işler, ilişkiler, nitelikler var; kendini tanıma bunları fark edip dönemine paralel bir şekilde değişimi takip edip ayak uydurmadır.

Kendini bilme ise insanın hayatında değişmeyecek/değişmemesi gereken işler, ilişkiler ve nitelikleri bilip, öğrenip onları zenginleştirerek muhafaza etmeye çalışmasıdır. Bu iki zorlu işte başarılı olmak için dikkat edilmesi gereken birkaç önemli husus var. Bunlardan birincisi insanın kendi ile yalnız kalabilmesidir. Kendiyle yalnız kaldıkça kendiyle konuşması, kendi hakkında dikkat etmesi, düşünmesi, değerlendirme yapması gerekir. İkinci olarak kendini gözlemesi, nerede nasıl istekleri ve tepkileri olduğunu fark etmesi, kontrol etmesi kolay ve kontrol etmesi güç işlerinin ve ilişkilerinin farkına varması lazımdır. Ona göre kontrol gücünü her ikisi için de öncelik sırasına göre artırmaya çalışacaktır. Üçüncü olarak kendini değiştirmeye, işlemeye ve inşa etmeye açık olması lazımdır. Ben böyleyim, beni seven böyle sevsin, beni böyle kabul edin gibi ciddiyetsiz bahanelerin ardına saklanmadan kendini doğru düşündüğü ve bildiği insan olma yolunda nasıl değiştireceği üzerine adım adım çalışmalıdır. Dördüncü olarak insanın zaman zaman kendi üzerindeki gücünden daha fazla güce sahip olan kişiler en sık ve en severek görüştüğü kişilerdir. Bu insanları da çok doğru seçmeye, nasıl ve ne şekilde onlardan etkilendiğini fark etmelidir.

MEHMET DİNÇ

Eğitim Laboratuvarı (E lab) adını verdiğimiz  proje kapsamında 120 öğrenme aşığına yetişkin eğitimi alanında gelişimleri için eğitim ve mentörlük desteği vereceğiz. Proje, tam bir bilgi laboratuvarı olacak. Üreteceğiz ve paylaşacağız. Linkedin de Alistair Cox tarafından yazılan ”kendini bilmek” temalı yazı projede yer alan Elif Tek tarafından türkçe diline çevrildi. 

“Kendini bilmek tüm bilgeliğin başlangıcıdır.” – Aristotle

“Knowing yourself is the beginning of all wisdom.” – Aristotle

Eğer size “En sevdiğiniz renk nedir?”, “En favori yemeğiniz nedir?”, ya da “En severek izlediğiniz film hangisidir?” diye sorsam, muhtemelen anında yanıt verebilirdiniz.

Fakat size “Özdeğerleriniz nedir?”, “En güçlü yönünüz nedir?”, veya “En zayıf yönünüz nedir?” diye sorsam, bu soruların yanıtları aklınıza o kadar kolay gelir miydi?

Sizi kişi olarak tanımlayan nedir? Hayatta en çok değer verdiğiniz şeyler mi, yoksa hamburgeri pizzaya tercih etmeniz mi?

Kendimiz hakkında gerçekte muhtemelen çok az şey biliyor olmamız çok şaşırtıcı. Bunun sebebi ise kendimize bununla ilgili hiç soru sormamış oluşumuz.

Kendiniz hakkında ne kadar meraklısınız?

Çok yüksek olasılıkla daha önce kendinize, sizi kendinizle yüzleştirecek tarzda sorular sormamışsınızdır. Çoğu kişi yapmamıştır. Yaptıysanız, muhtemelen sadece bir iş mülakatına hazırlanmak içindir.  İşte bu sebeple, büyük olasılıkla, aynaya bakıyorsunuz ama aslında gerçek benliğinizi görmüyorsunuz. Çoğumuz hayatlarımızı otomatik pilotta yaşıyoruz ve kendimizi gerçekten anlamak -kim olduğumuzu ve ne istediğimizi derinlemesine düşünmek – için zaman ayıramıyoruz. Söylemesi üzücü ama, çoğu zaman başkaları kendi sahip olduğumuzdan daha doğru bir resmimize sahip oluyor.

Her zaman bir sonraki başarı veya hedefe ulaşmak için çabalıyoruz, ve durup da son seferde nasıl başardığımızı (veya başaramadığımızı) düşünmek için zaman ayırmıyoruz. Bir dahaki sefere neyi nasıl daha iyi yapacağımızın analizini yapmak aklımıza bile gelmiyor. Hayatı genellikle aynı şeyler ile aynı seçimleri yaparak, aynı yolları izleyerek yaşıyoruz ve her seferinde sonucun neden farklı olmadığını merak ediyoruz. Çoğumuz sürekli bir “benzeri” döngüsündeyiz. Neden? Çünkü herhangi anlamlı bir şekilde öz yansıtma yapmıyoruz (kendi üzerimize düşünmüyoruz). Bu bir sorun, fakat düzeltilebilir bir sorun.

Öz yansıtmayı kişisel ve profesyonel yaşamlarımıza düzenli bir şekilde dahil etmek esastır. Daha önceki bir yazımda açıkladığım gibi, kendimizin “en iyi” ve “en mutlu” hali olmamız için, etrafımızı saran dünyaya merak duymalıyız. Bununla birlikte dünyayı merak ettiğimiz kadar, kişi olarak kim olduğumuzu da merak etmeliyiz. Geçtiğimiz yıl yaşanan olayların bizi kesinlikle tümüyle değiştirdiğine inanıyorum. Artık hiçbir şeyi hafife almadığımızda, dünyayı nasıl gördüğümüzü ve bizim için gerçekten neyin önemli olduğunu da değiştiriyoruz. Bireysel koşullarımız ne olursa olsun; hayatımızla, halihazırda yaptığımız veya henüz yapmamış olduğumuz seçimlerle ilgili derinlemesine düşünmek için bizlere zaman verildi. Eğer bu zamanı şimdiye kadar akıllıca kullandıysanız, öz yansıtmaya avantajlı olarak başlamışsınız demektir. Bazılarınız bunu deneyimlemiş, ve deneyimleyenlerinizin bir çoğu da öz yansıtmanın değerini görmeye başlamıştır.

Ve şimdi işin sırrı; bu uygulamayı kalıcı bir alışkanlık haline getirmek.

Öz yansıtma nedir?

Öz yansıtma ile aslında neyi kastediyoruz? Öz yansıtma Cambridge sözlüğünde “kendi duygularınız ve davranışlarınızı düşünme eylemi ve bunların arkasında yatan muhtemel sebepler” olarak tanımlanmıştır.

Öz yansıtma pratiği son derece güçlü bir uygulamadır, fakat rahatsız edici olabilir. Önemli olan, yargılayıcı olmayan bir şekilde yansıtma yapmaktır. Temel amaç; özeleştiri ve olumsuzluk, ya da halihazırda bildiğimizi düşündüğümüz şeyleri kendi kendimize pekiştirmek değil; kendimizi geliştirmek için çaba göstermek ve yapıcı önerilerle öğrenmek olmalıdır. Sadece sizi bugün olduğunuz yere getiren güç ve motivasyonları -hem iyi hem kötü- ve bunlarla ilgili nasıl hissettiğinizi anlayarak; bir sonraki adımda nereye gitmek istediğinizi ve oraya nasıl gideceğinizi daha kesin bir şekilde görebilirsiniz. Yine de aklınızda bulunsun: bunu yapmak kolay değildir, ve iyi yapılırsa muhtemelen bir yüzleşme olacaktır. Bu doğru ve yanlış yanıtları olan bir test değildir. Belirli bir zaman sınırı içerisinde yapılacak bir şey de değildir. Yanıtlarınız sizi “iyi” veya “kötü” yapmaz. Kimse sizi dinlemez veya yargılamaz. Fakat buradaki yanıtlarınız dürüst, tutarlı ve kendinize karşı doğruysa, sizin resminizi çizecektir.

Öz yansıtmanın zor olduğu gerçeği; muhtemelen bunu neden daha sık yapmadığımızı ve neden çoğumuzun kendimize yabancı olduğumuzu açıklar. Belki de zaten kim olduğumuzu bildiğimizi, bizi neyin yönlendirdiği ve motive ettiği, nelerde iyi nelerde kötü olduğumuz konularında net olduğumuzu sanıyoruz. Fakat, bir çoğumuz nereden geldiklerini tam olarak bilmediğimiz bu varsayımların tuzağına düşüyoruz. Aslında bu önyargıların çoğu yanlış ve taraflıdır ve bizi bilmeden yanlış seçim ve kararlar yapmaya yönlendirebilirler.

Öz yansıtma işteki performansı da artırabilir

Aristotle’nin ifade ettiği gibi, “Kendini bilmek tüm bilgeliğin başlangıcıdır.” Ve bu bilgelik kişisel yaşantımıza olduğu kadar profesyonel yaşamımıza da uzanır. Nasıl mı?:

  • İşteki motivasyon ve enerji seviyenizi artırır: Florida Üniversitesi ve Maryland Üniversitesi profesörleri, Harvard Business Review’da yayımlanan makalalelerinde açıkladıkları üzere, her sabah öz yansıtma yapan ve kendilerini neyin iyi bir lider yaptığını soran liderlerin, işyerinde daha çok motive ve daha az tükenmiş hissettiklerini bulmuşlardır.
  • İşteki mutluluğu artırır: Bir araştırma, işe gidip gelirken geçen süreyi bir sonraki güne hazırlanmak ve plan yapmak için kullanan kişilerin daha mutlu ve daha üretken olduklarını göstermiştir.
  • İşte özgüven oluşturmamızı sağlayabilir: Düzenli öz yansıtma uygulayarak, daha iyi deneyimler yaratma ve daha iyi kararlar verme olasılığımız artar. Bu daha sık gerçekleştiğinde, ve biz daha olumlu sonuçlar deneyimlediğimizde, kendimizi daha kabiliyetli olarak görmeye başlar ve kendimizden daha emin oluruz. Bu da süreç içerisinde özgüvenimizi artırır.
  • İşteki zorluklar ve değişimlerle başa çıkmak için direnç geliştirmemize yardımcı olabilir: Öz yansıtma, sürekli hale gelmiş olumsuz içsel konuşmalar ve kendini kısıtlayan inançlar döngülerini farketmemize ve bunları kırmamıza yardımcı olabilir. Kendimizi güçlü, kabiliyetli ve yetenekli insanlar olarak görmemizi sağlayabilir, ve böylece süreç içerisinde dayanıklılığımızı geliştirebilir.
  • İşte daha şefkatli olmamıza yardımcı olabilir: En içteki motivasyonlarımızı, kaygılarımızı, hoşlandığımız ve hoşlanmadığımız şeyleri anlayarak; özgün durumlar ve iş yaşamımızdaki diğer insanların bakış açılarına karşı daha şefkatli ve anlayışlı olmamızı sağlayacak bir duygusal zeka seviyesi geliştiririz.
  • Daha iyi öğrenen kimseler olmamıza yardımcı olabilir: Düzenli öz yansıtma, en iyi nasıl öğrendiğimizi farketmemizi sağladığı için, bizim daha iyi öğrenen kimseler olmamıza destek olur. Daha da önemlisi, gelişim odaklı bir zihni daha kolay bir şekilde benimsememize ve daha sık öz yansıtma yapmamıza yardımcı olacaktır. Yani başarısızlıkla yüzleştiğimizde, bu başarısızlıklardan doğan öğrenimlerin değerini daha kolay anlayabilir ve olumlu bir şekilde ilerleyebiliriz. Bugünlerde işe alım yapan insanların aradıkları temel yetkinliklerden biri, öğrenmeye devam etme isteği ve becerisidir, bu sebeple de kariyeriniz için önemlidir.

Öz yansıtma nasıl yapılır?

Tüm bunları aklımızda tutarak, nasıl doğru bir şekilde öz yansıtma yapabilir ve kariyerimiz için daha iyi kararlar verebiliriz?

Kendinize doğru soruları sorun

Kendinize sorduğunuz sorular, kendiniz hakkında henüz bilmediğiniz şeyleri ortaya çıkarmanın anahtarıdır. Sadece kendinize doğru soruları sorarak, ve bunu düzenli bir şekilde yaparak, doğru yanıtlara ulaşacak ve sonuç olarak da kariyeriniz için doğru kararları vereceksiniz.

Fakat konu kariyeriniz üzerine öz yansıtma yapmaya geldiğinde kendinize hangi soruları sormalısınız? İşte başlamanız için birkaç fikir:

  1. En nihai kariyer hedefim ne? Şu anki rolüm bu hedefimi elde etmemde bana yardımcı olacak mı?
  2. Kişisel olarak kariyer başarısını nasıl tanımlıyorum? Hedeflerim beni gerçekten tatmin ediyor mu, yoksa bu tanım başkalarının bakış açıları ve düşüncelerinden mi etkileniyor?
  3. Eğer mevcut kariyer gidişatımda herhangi bir değişiklik yapmazsam, beş yıl içerisinde kendimi nasıl hissedeceğim?
  4. Eğer şimdiki rolümde daha fazla çaba göstermiyorsam, bunun temel sebebi nedir?
  5. Mevcut yetenek eksiklerimi ve onları nasıl tamamlayabileceğimi biliyor muyum?
  6. Kendime her gün anlattığım ve beni engelleyebilecek olan kendimi kısıtlayıcı olumsuz hikayeler hangileri? Bu hikayelerin kaynağı ne ve hangi gerçeklere (eğer varsa) dayanıyor?
  7. En iyi performansımı gösterdiğim bir zamanı düşündüğümde; ne yapıyordum, ne düşünüyordum ve ne hissediyordum?
  8. Doğal olarak nede iyiyim? Bana kolay gelen, beni “akış” durumuna geçiren nedir?
  9. Hangi güçlü özelliklerimi beğeniyorum? Hangi başarılarımdan gurur duyuyorum?
  10. Kendimi en son ne zaman konfor alanımdan dışarı çıkmak için zorladım? Kariyerimi ele aldığımda, gerçekten gelişim odaklı bir zihne sahip miyim?
  11. Geçen yıl elde edemediğim neyi başarabilirdim? Neden yapamadım?

Bu soruları yanıtlarken, durup düşünmeye çalışın. Tüm soruları derhal yanıtlamanız gerekmiyor. Uzun uzun düşünüp, üstüne kafa yorun. Benim önerim, bu soruları sorarken kendinize yabancıymışsınız gibi düşünmek, kendinizi önyargı ve peşin hükümlerinizden sıyırmaktır. Bu soruları hiçbir zaman hayatınızdaki diğer insanları veya toplumu düşünüp, onların duymak isteyeceği şekilde yanıtlamayın. Simon Sinek, bir durumu incelerken, onu bir üçüncü kişi gibi değerlendirmenizi öneriyor. Kendi hikayemi keşfederken bu “soyutlama”yı faydalı buluyorum. Kendi davranışlarınız, kararlarınız ve aksiyonlarınızı yargılama yapmadan ve açık görüşlülükle analiz edin. Bu ileriye dönük kariyer kararlarını doğru bir şekilde vermenizi sağlayacak olan şeydir.

Kişisel değerleriniz konusunda net olun

Öz yansıtma yaparken kendiniz hakkında yanıtlanacak belki de en zor sorulardan biri “Benim kişisel değerlerim nedir?” sorusudur. Kişisel değerlerimiz bizim için önemli olan, bize yol gösteren ve bizi motive eden, kendimiz için kurduğumuz hayatı yönlendiren şeylerdir. Onlar kişiliğinizin DNA’sıdır ve size özgü olan şeylerdir. Eğer kişisel değerleriniz konusunda net olmazsanız, nasıl hedeflerinizi belirleyip onlara ulaşacak, doğru seçimler yapacak ve yaşamak istediğiniz kariyer ile hayatı kuracaksınız?

Hepimiz birbirimizden farklıyız, hepimizin farklı kişisel değerleri var. Fakat Dr John Demartini tarafından açıklandığı gibi, çoğu kişi kendi değerlerini, ne olması gerektiğini düşündükleriyle karıştırıyor. Çoğu kişi değerlerinin ne olduğu sorulduğunda farkında olmadan, toplumun onlara önemli olduğunu söylediği şeylere uyacak bir liste saymaktadır. Bu anlamsızdır ve sizi hiçbir yere götürmez.

Kişisel değerlerinizin neler olduğunu nasıl anlarsınız? Yardımsever ve yaşam koçu Stefan James şu şekilde açıklıyor: Kendinize sorun. “Yaşamımda benim için önemli olan şey ne?” Bırakın, yanıt önyargısız bir şekilde gelsin ve gelen yanıtı bir yere yazın. Belki de aklınıza ilk olarak aile gelecek – çok az kişi ailenin onlar için önemli olmadığını söyler. Fakat “aile” bir değer değildir. Değerlerinizi belirlemek için, ailenizin sizde hangi duyguları harekete geçirdiğini düşünün- örneğin sevgi, ilişki, gurur ya da destek. Sonra kendinize aynı soruyu tekrar sorun, “Yaşamımda benim için önemli olan şey ne?” Bırakın, yanıt önyargısız bir şekilde gelsin ve gelen yanıtı bir yere yazın. Ve kendinize aynı soruyu sormaya devam edin. Sonra yazmış olduğunuz değerleri hiyerarşik olarak sıralayın. Sizin için en önemli olan ne? Listenin en başında hangi değeriniz var?

Değerlerinizin -eşsiz bir birey olarak sizin temelinizi oluşturan esasların- ne olduğunu anlamak, sizin doğru yolu bulmanıza ve daha da önemlisi bu yolda ilerlemenize yardımcı olabilir. Temel değerlerinizle ilgili net bir resme sahip olmak, neyin önemli olduğunu, neyin zaman ayırmaya değdiğini ve neyin değmediğini görmenize yardımcı olabilir, ve en nihayetinde belli bir hedefiniz olmasını sağlar, size bir amaç duygusu verir.

Bu tür odak ve netlik hayatınız boyunca doğru stratejik kariyer seçimleri yapmanız için hayati önem taşır. Bu olmadan, amaçlarınıza nasıl ulaşacağınızı hayal etmek neredeyse imkansızdır! Kişisel değerlerinizi anlamak ve onlar ile yaşamak; diğerleriyle iletişim kurma yolunuzu etkiler, iş arkadaşlarınız ve paydaşlarınızla olan ilişkilerinizi şekillendirir. Yürüttüğünüz iş, hangi işveren için çalıştığınız ve iş-yaşam dengesi kurma bağlılığınızla ilgili bilgi verir.

Herkes öz yansıtmayı farklı şekilde uygular

Öz yansıtma yaparken bulduğunuz noktaları belgelemek; onların daha gerçek, daha akılda kalıcı, daha etkili ve sizin için daha uygulanabilir gözükmesine yardımcı olacaktır. Bazıları bir günlük tutar, bazıları telefonuna basit notlar alır, diğerleri bir iş arkadaşı, yönetici, mentor, aile bireyi, eş veya arkadaşla konuşmayı tercih eder.

Sıklıkla dönüp kendi notlarıma bakıyorum, bazılarının üzerinden oldukça yıl geçti, ve benim için önemli olan şeylere güçlü bir ışık tutuyorlar. Etrafımızdaki yaşam değişirken bile, temeldeki konuların aynı kaldığını görmek ilgi çekici. Bunun yanısıra, yeni konuların nasıl meydana çıkabildiğini ve sonra olumlu bir değişime katalizör olabildiğini görmek de çok ilgi çekici.

Öz yansıtmanın yapılma zamanı ve sıklığı kişisel tercihe bağlıdır. Esas olan bunu bir alışkanlık; kendinizi geliştirmek için içgüdüsel ve otomatik  olarak yaptığınız bir şey haline getirmektir. Fiziksel olarak daha iyi olmak için düzenli olarak egzersiz yaparız, dolayısıyla kendimizi mental olarak daha güçlü, zinde, sağlıklı ve mutlu hale getirmek için de düzenli olarak öz yansıtma uygulamalıyız.

Öz yansıtmayı günlük olarak – günün başında veya sonunda- yapabilirsiniz. Ya da büyük bir projenin sonunda, bir performans değerlendirmesi öncesinde veya kariyerinizde bir dönüm noktasına ulaştığınızda aklınıza gelen bir ritüel olabilir. Herkes için farklıdır, ama önemli olan kendinizi rahat, açık ve özgür hissettiğiniz ve öğrendikleriniz üzerine aksiyon alacağınız bir boşlukta yapmanızdır.

Söylemiş olduğum gibi, öz yansıtma kolay değildir. Savunmasızlık, cesaret, yer, bağlılık ve zaman gerektirir. Eğer acele eder, zor soruları geçiştirir, pes eder, politik olarak doğru olan yanıtı vermeyi tercih eder, ya da açıkça yalan söylerseniz; sadece kendinizi kandırırsınız. Sizin dışınızda kimse yanıtlarınızı yargılamamaktadır.

Öz yansıtma sizi daha iyi hale getirmek için tasarlanmıştır. Ve hayatta herhangi bir şeyi iyileştirmek dürüstlük ve sıkı çalışmayla başlar. Bu sebeple, durmadan değişmekte olan iş dünyasına girerken, öz yansıtma kabiliyetinin kendimizi donatabileceğimiz en güçlü becerilerden biri olduğuna yürekten inanıyorum.

Yazan: Alistair Cox / Çeviren: Elif Tek

Comments are closed.