logo

Bir insanın karakteri onun kaderidir.

İyilik yapmak mutlu ediyor

İyilik kavramının şu anda psikoloji profesyonellerinin ve ruh sağlığıyla uğraşan uzmanların yeni keşfettiği bir kavram olduğunu kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bu kavram unutulmuştu, terk edilmişti. Yeniden keşfedildi. İyilikle ilgili yapılmış çok çalışma var. Aslında iyilik yapmanın insana iyi geldiği görüldü. Nasıl iyi geliyor? İyilik insanın sadece karşı tarafı değil, kişinin kendisini de mutlu ediyor. Depresyon ve anksiyeteyi azaltıcı bir etkisi var. İyilik yaptığı zaman kişinin öz saygısı da artıyor. Yapılan araştırmalarda kişinin başkasına yardım ettiği zaman beyinde empatinin verdiği bir mutluluk hormonu salgılatılıyor.” 

İyilik yapmanın antidepresan etkisi var

Dünyada artan depresyona karşı psikolojik refah seviyesi ve manevi refah seviyesinde artış olmadığını belirten Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Tam tersi daha da kötüye gidiyor. Özellikle artan depresyon vakalarına karşı sorunun nedenlerini tespit etmek amacıyla yapılan araştırmalar, şu sonucu ortaya koymuş: İnsanların mutlu olabilmesi için başkalarının da mutlu olması gerekiyor. İyilik yapmanın antidepresan etkisi var. Bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu çağı güvensizlik çağı olarak tanımlıyorlar. O derece güvensizlik artmış, yalnızlık artmış. Eve gittiği zaman eşine sırtını dönmekten korkar olmuş, bana zarar verebilir mi, çoluğumdan çocuğumdan kötülük görür müyüm gibi kaygı insanı, hayatı yaşanmaz hale getiriyor. Buna çözüm olarak da iyilik yaptığın zaman karşı tarafa ‘Ben senin dostunum’ diyorsun. ‘Benden sana kötülük gelmez’ diyorsun. ‘Benimle ilgili negatif düşüncen varsa bağışla’ diyorsun. Bunları doğrudan söylesen olmaz. Bu rastgele, sessiz bir iyilik olacak. Arkasından güzel şeyler konuşmak, kişinin kulağına gittiği zaman diyecek ki ‘Bak ben onun hakkında iyi düşünmüyordum ama o benim hakkımda güzel şeyler söylüyormuş. Ben ne kadar kötü bir insanmışım. Ben bunu nasıl yaptım’ diye düşünecek. Onun için kişi, iyilik cömerti olduğu zaman farkında olmadan kendisine de kazanım olarak dönüyor.”

Bir kimse iyilik yapınca herkes kazanıyor

“Kapital sistemde iyilik yapmak işletme maliyetini arttırır” diyen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Şu anda yardım etmeyin, sadaka vermeyin, iyilik yapmayın diyen bir modernizm var. Kapital sistemin öğretisi bu. Bu öğretinin yanlış sonuçları çıktı çünkü bir kimse iyilik yaptığı zaman aslında herkes kazanıyor. O kişi kaybediyor, bir şey veriyor gibi gözüküyor ama öyle değil. Rahibe Terasa’nın meşhur bir sözü vardır. ‘Dünya nasıl yaşanılır olur?’ diye soruyorlar o da ‘Birebir iyilik yapmakla’ diye yanıtlıyor. Öyle güzel özetlemiş ki. Bu evrensel bir doğrudur. Birebir iyilik yapmayı kültür haline getirmiştir.”

Küresel bir narsisizm hastalığı olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Narsisizm, bencilliğin kişilik haline gelmiş hali. Modernizmin verdiği bir şey. Zevk peşinde koşmayı bize ego olarak sundu. İkincisi ise ‘Sen önemlisin aile önemli değil’ diyor. ‘Sen önemlisin toplum önemli değil’ diyor. Bireyselliği bencillikle karıştırıyor. Bu yirminci yüzyılın insanlığa en kötü hediyesidir.”

Karşılıksız, rastgele ve sessiz iyilik yapalım

Anadolu’da iyilik yapmanın bir kültür olarak bulunduğunu belirten Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Ama bu kültür köreliyor, gidiyor şu anda. Artık ağaç kurumaya başladı bunu canlandırmamız lazım. İyilik yaparken karşılıksız, rastgele ve sessiz iyilik yapalım. Bir çıkar beklemeden, göstere göstere değil. Alkış ve övgü bile beklememek lazım. Bu iyilikler çok daha tesirli oluyor. Hiç iyilik yapmamaktan, hep bana hep bana demekten daha iyidir.”

Toplumsal iyiliği düşünen gençler yetiştirmeliyiz

Sadece kendini düşünen değil, toplumsal iyiliği düşünen gençler ve çocuklar yetiştirilmesi gerektiğini de belirten Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Şu durumda ihtiyacımız olan ‘İnsanların yararı ve insanların mutluluğu için ben ne yapabilirim?’ diye düşünen genç bir kuşak. Hep kendisi için hayal kuran bir genç yetiştirmeyelim. Vatan için hayal kursun, gelecek için hayal kursun, başkalarına bir şey yapacak hayaller kursun. İnsanlar hayatın sonuna geldiği zaman nasıl bir iz bırakacağıyla ilgili hayaller kursun. Böyle durumlarda bunların hepsi iyilik yapmaktır. Bunun için niyet önemli.”

İyilik yapmak zihinsel bir hedef olmalı

İnsanın iyilik yapmayı zihinsel bir hedef haline getirmesi gerektiğini kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “İnsanın ‘Ben hayatımda iyiliklere evet diyeceğim, kötülüklere hayır diyeceğim’ şeklinde düşünmesi, bunu zihinsel bir hedef haline getirmesi gerekir. Çıkardığımız sonuç kader bizim iyilik makinası olmamızı istiyor. İyilik yap denize at. Yaradan biliyor, görüyor. Yapılan iyilikle kişinin önüne bir şekilde çıkıyor. Boşa gitmiyor. Yani bunlar kişinin de yararınadır. İnsanın hayatında birçok şey var ama iyilik hayata anlam katıyor. Bir hocam anlatmıştı. Dini değerlere, manevi değerlere hiç inanmayan bir arkadaşı varmış. ‘Bir baktım bir iki kişiye burs veriyor. Sen maneviyatı küçümseyen biriydin bunu neden yapıyorsun?’ diye sormuş. Arkadaşı demiş ki ‘O çocuk mutlu olunca ben de mutlu oluyorum.’ Bu sosyal bir faydadır. Sosyal bir yatırımdır. Bu bizim hamurumuzda var ama hamur bozulmak üzere.”

Rastgele iyilikler hayata anlam katıyor

Kişinin bugün hangi iyiliği yapacağım diye yola çıkması gerektiğini belirten Tarhan, “Rastgele iyilikler öngöremediğimiz iyilikler doğuruyor. Onun için hayatımıza anlam katıp, ilişkilerimizi güzelleştiriyor. Yanlış algıları düzeltiyor. Kültürümüzde genellikle şöyle bir yanılgı var: Özellikle erkekler, ‘Gülersem otoriteyi sağlayamam’ şeklinde düşünüyor. Hâlbuki otorite surat asıklığıyla değil, prensipli yaşamakla, sözünde durmakla mümkün olur. Çocuğunla senin yatay ilişkiye ihtiyacın var. Onunla iyiyi, doğruyu, yanlışı konuşabilmen lazım. Hiç konuşmayan, doğrudan doğru buyurgan ilişkiler çocukta, gençte ‘Anne ve babam beni sevmiyor’ duygusu oluşturur. Bunun için bunların hepsi birer iyiliktir. İyilik demek illa maddi bir hediye almak demek değildir.”

Toplumda şiddet olaylarında, intihar olaylarında, boşanmada artış olduğunu belirten Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bütün bunlar bir alarmdır. Çözüm olarak iyilik yapmayı bir ego ideali olarak gençlere, çocuklara öğretmek ve bunun topluma yerleştirilmesi lazım. Pozitif düşünen kişilerde ileri yaşta vücut daha sağlıklı oluyor. Sekiz buçuk yıl daha fazla yaşıyorlar. Sağlık sorunları daha az görülüyor.”

Bencillik iyiliğin en büyük düşmanı

Kültürümüzden gelen iyilik yapmanın daha da yaygınlaştırılması gerektiğini ifade eden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Toplumumuzda özellikle Ramazan ayında bakkala gidilir. Veresiye defterinden birinin borcu ödenip kapatılır ve o kişi kimin yardım ettiğini bilmez. Bütün bunların hepsi bizim yeniden canlandırılması gereken değerlerimizdir. Yani iyilik insana iyi geliyor. İyilik insanı mutlu edip hayata anlam katıyor. Öz saygımızı arttırıyor. Kişini kendini iyi hissetmesine sebep oluyor. Bunu yaşam felsefesi haline getirmemiz lazım. Bu olursa dünyada kötü bir şey kalmaz. Bunu keşke küresel olarak yapabilsek. Bencillik iyiliğin en büyük düşmanıdır.”

NP İSTANBUL HASTANESİ

İlgili sayfada tedavi edici sağlık hizmetine yönelik bilgiler içeren öğeler yer almamaktadır. Tanı ve tedavi için mutlaka doktorunuza başvurunuz.

“Alan değil, veren taraf daha mutlu oluyor”

İyilikle ilgili yapılan deneylerden söz eden Tarhan; “Mutluluk Puanlama Testi bunlardan biri. Bir denek grubuna 25 dolar veriyorlar. ‘Bu 25 doları alıp sadece kendin için harca. Bir gün sonra gel hissettiklerini yaz’ denilerek bir test uyguluyorlar. Aynı gruba, aynı kişilere 25 dolar verip ‘Bunu sadece başkalarına harca’ diyorlar. Ama testin bir şartı var; bu kişiler hiç tanımadığın kişiler olacak. Sonra bu kişilerden ne hissettiklerini ölçmek için test doldurmaları isteniyor. Bu testin sonucuna göre, parayı bir başkasına veren kişiler daha çok mutlu oluyor. Yani alan değil, veren aslında mutlu oluyor. Vermek beyinde mutlulukla alakalı alanları aktive ediyor. Minnettarlık, şükretmek duygusu da aynı şeyi yapıyor. Mesela şükrediyorsun. Bu şükür nedir? Aslında yaratıcının bizim şükrümüze ihtiyacı yok. Biz sadece ona karşı minnet duygumuzu, şükran duygumuzu ifade ediyoruz. Böyle olunca o duygu bize iyi geliyor. Bizim için faydalıdır. Küçük şeylerden mutlu olmayı başarmak gibi bir motto vardır. Yaşam felsefesinde mutlulukta kullanılan sıradan, küçük şeylerden mutlu olabilmek bunun yöntemlerinden birisidir. Çok güzel bir söz vardır: ‘Uzaya gittik fakat kardeşle yaşamayı unuttuk.’ Maalesef yaşam felsefemiz değişti.”

“Otantik mutluluk, eşittir huzurdur”

İnsanlığın şu anda amacının ve doğasının değiştiğini, haz peşinde koşmak olduğunu dile getiren Tarhan; “Halbuki haz ilkesi, somut zevklerle ilgilidir. Mutluluk duygusu ayrıdır, huzur duygusu ayrıdır. Mesela karnın doyar, mutlu olursun ama açlık olunca yine geçer o. Ama huzur olduğu zaman kişi her şartta mutlu olabilir. Otantik mutluluk eşittir huzurdur. Otantik mutluluk, saf halis mutluluk yani zindanda da mutlu olmayı başarabilmek, sarayda da mutlu olmayı başarabilmek, her ortamda başarabilmek gereklidir. Bunun için bunun yöntemlerinden birisi de iyilik cömerdi olmaktır.”

“Benlik egodan farklıdır”

“Ben, kişinin diğer insanlardan ayrı bir birey olduğunu fark etmesi demektir.” diyen Tarhan sözlerini şöyle sürdürdü: “Kişinin ‘Ben ayrı bir bireyim’ demesidir. Benlik egodan farklıdır. Hem bilinçli eylemlerimizi kapsar hem bilinçsiz eylemlerimizin hepsini kapsar. Kişi, kendisinin diğer insanlardan farklı olduğunu bilir. İnsan dışındaki diğer canlılarda benlik duygusu yoktur. Sadece somut bir ben vardır. İnsanda da bir somut ben var, bir soyut ben var. Somut ben, diğer canlılarda ortak yemek, içmek ve üremek gibi temel fizyolojik fonksiyonlarımızla ilgilidir. Hayvanlarda somut bende karnını doyurur, bir aslan 15 saat uyur, iki-üç saat avlanır, iki-üç saat çocuklarıyla ilgilenir. Geri kalanında uyur. Hayatı budur ama insan farklıdır. İnsanın yemek için harcayacağı zaman bir iki saati geçmez genelde. İnsanda soyut hedefler, amaçlar vardır. Yani insan beni farklıdır. Sadece somut hedefler yok, soyut hedefler de vardır. İnsanda soyut ben var. İnsanın bu soyut beninin farkına varması önemlidir.”

“Benlik değerinin düşmesi, depresyonun ana belirtilerindendir”

İnsanda bir benlik değeri olduğunu vurgulayan Tarhan; “Kişinin sosyal benliği, ideal benliği, gerçek benliği… Bu üçü arasındaki benlik değerinin, bu üç noktanın birbirine yakın olması gereklidir. Kişinin benlik değeri, benlik algısı düşükse, kendini olduğundan daha değersiz, önemsiz, işe yaramaz gibi hissediyorsa benlik değeri düşüktür. ‘Ben işe yaramam, ben değersizim, kimse beni sevmiyor, yaşamak boş, anlamsız, ölmek daha iyi’ gibi düşünceler, depresyon durumunda oluyor. Benlik değerinin düşmesi, depresyonun ana belirtilerinden birisidir. Kişinin kendini gerçek benliğinden daha belirsiz görmesidir. Kişi kendini değersiz görüyor mesela kendi benliğini değersiz gören biri, yolda giderken kendine selam vermediği zaman ‘Kimse beni selama bile layık görmüyor’ diye düşünür. O nedenle benlik değeri düşük insanlar diğer insanların beş misli takdir, övgü, onay duygusuyla beslenirler. Onların sevgi doyumsuzu olmaları, hep övgü beklemeleri aslında benlik değerinin düşük olması nedeniyledir.”

“Benlik değeri yüksek kişiler, kendisiyle barışıktır”

Kendisiyle barışık olan bir kişinin gerçek beniyle, benlik değeri ve ideal beninin birbirine yakın olduğunu kaydeden Tarhan; “Böyle kişiler kendi içinde barışık olduğu için biri ona sövse de eleştirse de etkilenmez. Ancak benlik değeri düşük bir kimse, bir kimse tarafından övüldüğü zaman önce ona inanmaz, test eder. ‘Sana öyle geliyor, ben işe yaramazın biriyim’ der. İyi niyetli kişiler, olumlu yanlarını vurgulayarak onun benlik değerini ortaya çıkartırlar. Terapilerde de onu yapmaya çalışıyoruz. Kişilik testleriyle kişiyi analiz ediyoruz, güçlü yönleri, zayıf yönleri, psikolojik savunmaları, ego gücü, psikolojik kaynakları, psikolojik dinamiklerine bakıyoruz. Kişinin gerçek benini anlamaya çalışıyoruz. O kişinin algıladığı beni anlamaya çalışıyoruz. Ondan sonra ideal beni nedir, algıladığı ben nedir, ona bakıyoruz. Bu benler arasındaki kopukluk düzeldiği zaman kişi kendisini iç keşif yolculuğunda kendini tanıma sürecini yapıyor demektir. Bu iç keşif yolculuğu okyanusun derinliklerinde hazine aramak gibidir. Uzayda Mars’a gitmek gibidir. İç keşif yolculuğu hiç kolay değildir. Bunun için bir çaba gerekiyor, emek gerekiyor, derin tefekkür gerekiyor. Kişide bunlar varsa iç keşif yolculuğu yapar.”

“Yunus Emre, ben yolculuğunu harika bir şekilde yapmıştır”

Bu senenin Yunus Emre Yılı olarak ilan edildiğini hatırlatan Tarhan; “Yunus Emre, o ben yolculuğunu harika bir şekilde yapmıştır. Yunus, ‘Bir ben var benden içerü’ derken aslında kendini tanıma, insanın hayattaki benliğini tanımayı kastetmiştir. Buna self, kendilik kavramı deniyor. Bu, benden farklıdır. Kişinin sadece kendisini değil de ilişkilerini de içine alacak bir kavramdır. Mesela kişinin varoluşla ilişkisi, yaratılışla ilişkisi, sosyal ilişkileri, mesleki ilişkileri bütün bu ilişkilerdeki örüntüleri nelerdir? Hangi kişilik kalıplarıyla hareket ediyor? O ‘Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm’ diyor. Aslında demek ki et, kemik bir somut. Bir de ‘Yunus diye ayrı bir ben var’ diyor. Kendini keşfetmeye ilk oradan başlıyor. ‘İnsan iki kere doğar. Birisi anne karnından doğar, birisi hakikati bulduğu zaman doğar’ diyor. Yunus Emre, insanı bu şekilde yolculuğa çıkarıyor. Yine Yunus’un güzel bir sözü var. ‘Ben aradan çıktım, yaradan geldi’  diyor. Benliğinin o arada aracı olduğunu anlatmak istiyor. Bunu diyebilmek çileli bir iç seyahatten çıktığını gösteriyor. Onun için iç seyahate çıkıyorlar. ‘İlim, ilim bilmektir. İlim kendini bilmektir’ derken burada Yunus Emre, ben kavramında kendini keşfediyor. Böyle olunca da kendini yaratıcının muhatabı gibi gördüğü için değersizlik duygusuna ihtiyacı kalmıyor ki. Dünyadaki her şey ehemmiyetsiz oluyor onun için. Evreni yaratanı bulmak, onunla kalbi bağı bulan kimseye işkence tesir etmez. Hiçbir şey tesir etmez. Onun ruhu yücelmiştir. Bedeni yerlerdedir ama ruhu yücelmiştir.”

Gönlü hür olan insan acı çekmez

Konuşmasına Mesnevi Terapi kitabında incelediği konular ile devam eden Tarhan; “Dervişin biri akıl hastanesine gidiyor. Bakıyor ki eli kolu, ayakları bağlı biri şarkı, türkü söylüyor. ‘Senin elin ayağın bağlı, böyle işkencede gibisin ama nasıl şarkı, türkü söylüyorsun?’ diye soruyor. Oradaki akıl hastası gülüyor. ‘Benim elim ayağım bağlı, gönlüm bağlı değil ki’ diyor. Mevlana aslında oradan ders çıkarmış. Önemli olan insanın gönlünün huzurlu olmasıdır. Gönlü hür olan bir insan acı çekmez. Çünkü o artık kendini aşmış kimsedir. Benlik değerini bilen bir kimse, gerçek hayattaki varoluş benliğini bilen bir kişi en kötü şartta bile ümitsizliğe düşmez. Benlik değerinin en büyük düşmanı, ümitsizlik ve karamsarlıkla birleşirse benlik değeri, kişinin özgüveni gidiyor. Böyle durumlarda yaşamın anlamı yok diyor. Neden yaşayayım ki diyor. Bu şekilde on sene sonra yaşayıp yine öleceksem şimdiden öleyim kurtulsun diyor.”

“İnsan, soyut değerler açısından çok çeşitli”

“İyi insan olmak, bizim varoluşumuzun kirasıdır.” diyen Tarhan; “Varoluşumuz için iyi insan olmak hep erdemdir, fazilettir ama erdem faziletten çok daha önemlidir. Şu dünyada yaşıyoruz sonsuzdan gelmiş, sonsuza gidiyoruz. Ve burada belli bir sınavdan geçiyoruz. Yolcuyuz burada. Bu yolculukta biz, diğer canlılar da bu dünyaya geliyor gidiyorlar. Canlılarda ben duygusunun maddesel boyutu çok çeşitlidir. Böceklere bakarsak 40 çeşit göz var, 40 çeşit bacak var. Ama insana bakıyorsun, fiziksel olarak bütün insanlar hemen hemen aynı. Fakat ruhsal olarak bakıyorsun insanlara hiç birisi birbirine benzemiyor. Kişilikleri benzemiyor. Soyut değerler açısından insan çok çeşitli. Kemale de ermiş olabilirsin veya Neron gibi, Hitler gibi zalim de olabilirsin. İnsan öyle ki iki uç arasında değişebiliyor. Ve verdiği kararlarla seçimlerle oluyor bu. İnsan kendi özgür iradesiyle bunları seçiyor.”

“Varoluşun gerçek manasını bilen bir kimse ümidini kaybetmez”

İnsanı, beni dışında insan yapan ikinci kavramın özgür irade olduğunu belirten Tarhan; “İnsanda yaratıcıya kafa tutma özgürlüğü de var. Onu da vermiş insana. Kendisine hayır deme özgürlüğü vermiş yaratan. Bunu da düşünmek gerekir. Böyle durumlarda kendini değersiz hisseden insan, varoluşla ilgili nispetini bozuyor, münasebetini bozuyor, ilişkisini bozuyor. Varoluşun gerçek manasını bilen bir kimse her ortamda, her halükarda ümidini kaybetmez. Hatta bunun bir örneği vardır. Güney Afrika’nın lideri Mandela 10 seneden fazla hapiste yatıyor. Hapisteyken yanındaki koğuşta da Hintli bir Müslüman varmış. Mandela demiş ki ‘Ben artık mücadeleden vazgeçtim, hiç ümidim yok kurtulmaya’ demiş. Hintli Müslüman diyor ki, ‘Sakın böyle deme. Bizim kutsal kitabımız var. Orada Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, büyük günah olarak kabul ediliyor. Eğer Allah’a bir insan inanıyorsa her şeyin bir anlamı var, hikmeti var. Ümitsizliğe düşmek bize yasak’ diyor. Bu sözler Mandela’ya moral oluyor.”

“Kendini değersiz hisseden kişi hayatta olmanın anlamı olmadığını düşünebiliyor”

İnsanın sahip olduğu nimetleri ve değerleri görmeyip hep olumsuza odaklandığı zaman kendine karşı da haksızlık yapmış olduğunu ifade eden Tarhan; “Kendini değersiz hisseden kişi hayatta olmanın anlamı olmadığını düşünebiliyor. Kişinin hayatta sahip olduğu geçici şeylere abartılı değer vermesi de zaman zaman çok yıpratıcı olabiliyor. Kaybolan, kayıp giden ölümcül, ölümlü şeylere kalıcıymış, ölümlü değil gibi değer verdiğin zaman acı çekersin. Kontrol edemediğin şeye sana ait gibi davranırsan, bu dünyada misafir olduğunu unutup ev sahibi gibi kalmaya çalışırsan ölümle ilgili konularla karşılaştığında entelektüel bunalım yaşarsın. Şu anda entel bunalım arttı. Kendini değersiz görüyor. Onun için burada yaşam felsefesi çok önemli. Özümüze dönmemiz lazım, kendi iç yolculuğumuzu, iç muhasebemizi ve neden var olduğumuzu düşünmemiz lazım. Kendimize haksızlık yapmayalım. Bir kere insan olduğumuz için şanslıyız. Onun için kendisini değersiz algılayan kimse kendisine karanlık gözlükle, sisli gözlükle bakıyor demektir. O kişi muhakkak bakış açısını değiştirsin. Kendine yeni anlam yüklesin. Doğru anlam yüklesin. Benliğine anlam yüklerse değerli olduğu, olumlu olduğu yönlerin farkına varır.“

Prof. Dr. Tarhan: “Sessiz iyilik benlik gücünü artırıyor”

Hepimizin hayatında geçinmesi zor insanlar vardır. İş yerinde, sokakta hatta işin kötüsü evinizin içinde bile zor karaktere sahip insanlarla muhatap olmanız gerekebilir. Uyumlu insanlarla herkes geçinebilir, asıl maharet zor insanlarla bile anlaşabilmenin bir yolunu bulabilmektir.

İnsan ilişkilerinde başarılı olabilmek için önce kendinizi iyi tanımalı, sınırlarınızın farkında olmalı ve ona göre adım atmalısınız. Karşı tarafın “zor” olmasına rağmen aslında ellerinde fazla koz olmadığının bilincinde olun. Ya canlarını sıkan bir durumun acısını sizden çıkarmak isterler, ya da haksız olduklarını bildikleri için üste çıkmak isterler. İletişim kazalarında onların çizgisini bozmadığını(!), bildikleri gibi hareket etiklerini görürsünüz; fakat o esnada siz olayı iyi idare edecek enerjiye sahip değilseniz, sabrınızı öncesinde tüketecek durumlar yaşadıysanız sahadan can sıkıntısı ve kızgınlıkla birlikte yenilgi içinde ayrılabilirsiniz.

İşte sizlere yol gösterebilecek, zor insanlarla baş etme yolları:

1.    Soğuk Kanlı Olun

Faydaları: Kontrolünüzü sürdürme. Problemin girdabından uzaklaşma.

Nasıl: Mantıklı olmaktan uzak kişilerle karşılaştığınızda ilk kural, kontrolünüzü sürdürme ve soğuk kanlılığınızı devam ettirmedir. Ne kadar tepkisiz kalırsanız, durumu daha iyi muhakeme edersiniz.

Kendinizi kızgın ya da hayal kırıklığına uğramış hissettiğinizde, sonradan pişman olacağınız şeyler söylemeden derin bir nefes alin ve içinizden 10’a kadar yavaşça sayın. Çoğunlukla 10’a geldiğinizde, daha iyi baş etmenin bir yolunu bulursunuz ve problemi tırmandıracağınıza şiddetini yumuşatmış olursunuz. 10’a geldiğiniz halde durumunuz değişmediyse, mümkünse durumun dışına çıkın ve sakinleştikten sonra tekrar konuya dönün.

2.    “Kartal gibi Uçun”

Faydaları: Zihniniz daha rahat. Kırılganlık riski daha az.

Nasıl: Hayatınızdaki her insan tartışmaya değmez. Zamanınız kıymetlidir, o an yapacak daha önemli bir işiniz yoksa bile değişmemekte inat eden negatif insanları değiştirme ve ikna etme çabasına girmeyin. Bir başka deyişle: “Yerdeki tavuklarla vakit harcarsanız, gökte kartallar gibi uçamazsınız”. Bu demek değildir ki kendimizi tüm insanların üstünde, daha kıymetli görelim. Sadece kendi huzurunuz için zor bir meslektaşınızla ya da sizi kızdıran bir akrabanızla karşılaştığınızda diplomatik olun ve ihtiyaç duyduğunuzda burada yer alan ip uçlarından bazılarını uygulamaya çalışın. Diğer zamanlarda, aranıza sağlıklı bir mesafe koyun.

3.    Reaktif (Tepkili) Olmaktan, Proaktifliğe Geçiş

Faydaları: Yanlış yorumlama ve anlamaları azaltır. Enerjinizi problemi çözmeye harcar.

Nasıl: Karşınızdakine söylediklerinden ya da davranışlarından dolayı kırgın/kızgın hissederseniz, reaksiyon vermeden önce en az iki ihtimalide düşünmeye çalışın. Örneğin, iş arkadaşınızın mesajlarınızı görmezden geldiğini düşünmeye hevesliyseniz bile, onun meşgul olabilme ihtimalini de gözden geçirebilirsiniz. Eğer başkalarının davranışını kişiselleştirmekten kaçınırsanız, onları daha objektif değerlendirebilirsiniz. Bakış açınızı ne kadar geniş tutarsanız, yanlış anlaşılmaları o kadar aza indirebilirsiniz.

Bir başka kişiselleştirmeyi azaltmanın yolu da, kendimizi o “zor” karakterdeki kişinin içinde bulunduğu duruma bir an için koymak. Yani empati kurmak. Örneğin, muhatap olduğunuz kişiyi göz önünde bulundurup: “Böyle olmasaydı…kolay olmazdı” ile biten cümleler kurun.

“Çocuğum çok direnç gösteriyor. Böyle olmasaydı okul ve sosyal baskılarla başa çıkması kolay olmazdı.”

“ Patronum gerçekten çok talepkâr. İsteklerinin sonu gelmiyor. Böyle olmasaydı, bu kadar çok beklentiye sahip bir kurumda yöneticilik yapması kolay olmazdı.”

Eşim duygusal olarak çok mesafeli. Böyle olmasaydı duygularını belli etmeyen bir ailede yaşamak onun için kolay olmazdı.”

Empatik ifadeler, nahoş  tavırları hoş görmez. Buna eminiz. Asıl kaçırılmaması gereken nokta; kendinize, karşı tarafın bu olumsuz davranışlara kendi yaşamlarının/tecrübelerinin neden olduğunu ve sorunun pek de sizinle doğrudan ilgisi olmadığını hatırlatmak. Mantıklı ve makul olduğunuz sürece, başkalarının hoş olmayan tavırları onların söylediklerinden daha fazlasını söyler bize. Kişiselleştirmeden uzaklaşarak, olayları daha objektif görebilir ve daha iyi çözüm yolları bulabiliriz.

4. Savaştan Geri Çekilin

Faydaları: Zamanı, enerjinizi ve moralinizi korur. Gereksiz problemlerden ve karmaşıklıklardan kaçınırsınız.

Nasıl:  Karşılaştığınız tüm zor insanlarla davranışları sebebiyle direkt yüzleşmek zorunda değilsiniz. Dahil olmamaya karar verebileceğiniz iki senaryo var. İlki karşılattığınız kişi geçici ve sizin üstünlüğünüz söz konusu ise. Örneğin, telefonun ucunda size yardımcı olma niyeti olmayan bir müşteri temsilcisi varsa, telefonu kapar kapamaz başka bir temsilciyle görüşüp öncekinin hakimiyetinden kurtulabilirsiniz.

Diğer bir durum ise; bir sonraki karşılaşma olacak ise, ve işinize yarayacak sonuçlar elde edecekseniz geri çekilebilirsiniz. Mesela sinirinizi bozan bir meslektaşınız varsa, ve çalıştığınız projede iyi bir analizciyse, sabretmeye değer. Unutmayın ki, çoğu “zor” insanın size kazandırdıkları olumlu nitelikler de vardır. Her iki senaryoda da, zor durumun yüzleşecek kadar ciddi olup olmadığına siz karar vereceksiniz. İki kere düşünün ve eğer gerçekten mücadele etmeye değerse kolları sıvayın!

5.    Kişiyi Konudan Ayırın

Faydaları:  Kendinizi iyi insan ilişkileri olan güçlü bir problem çözücü olarak görebilirsiniz. Daha fazla yakınlık, iş birliği ve saygı elde edersiniz.

Nasıl: Her iletişim durumunda iki unsur sunulur: O kişiyle aranızdaki ilişki, ve de dile getirdiğiniz mevzu. Etkili iletişim becerisine sahip olanlar kişiyi konudan nasıl ayıracağını bilir, ve kişiye karşı yumuşak fakat konuya karşı ciddi ve net olur. Örnek verecek olursak:

“Aklında olan konuyu seninle konuşmak istiyorum. Fakat sen bu şekilde bağırırsan bunu yapamam. Ya oturur ve sakince benimle konuşursun, ya da biraz vakit geçirirsin öğleden sonra konuşuruz.”

“Bu projeye çok zaman harcadığınız için minnettarım. Aynı zamanda görüyorum ki yapılması gerekli olan on maddeden üçü halen bitmemiş. Bu işi tam zamanında nasıl bitirebileceğimizi konuşalım.”

“Bizimle gelmeni gerçekten çok istiyorum. Fakat son zamanlardaki gibi geç kalırsan malesef sen olmadan gitmek zorunda kalırız.”

İnsanlara karşı daha yumuşak ve nazik olursak, insanlar söylediklerimize daha çok kulak verir. Mevzuda keskin ve net bir tablo çizersek kendimizi güçlü bir problem çözücü olarak göstermiş oluruz.

6.    Işıkları Onun Üzerinde Tutun

Faydaları: Proaktif. İletişimde güç unsurunu dengelersiniz. Zor davranışları azaltmak için yeterli baskılar uygulanır.

Nasıl: Geçimsiz insanlarda (özellikle agresif olanlarda) genel gidişat şu şekildedir: karşısındakine kendini rahatsız ve yetersiz hissettirerek dikkat çekmeye çalışmak. Tipik olarak hızlıca  sizde ya da yaptıklarınızda  yanlış giden bir şeyler olduğunua işaret ederler. Problemi çözmek yerine, “yanlış” olana odaklanırlar.

Bu tür iletişim şekillerinde genellikle mevzuyu çözmek yerine, daha baskın olmaya ve kontrolü ellerinde tutmaya çalışırlar. Eğer savunmaya geçerek tepki verirseniz, sizi ağına düşürmüş ve daha fazla güç sahibi olmuş demektir. Bu dinamiği değiştirmenin basit ve güçlü yolu ise ışıkları onun üzerine çekmek ve bunu yapmanın en kolay yolu da onu soru yöneltmektir. Örneğin:

Agresif kişi: “Senin önerdiğin şey, senden istediğimin yanından bile geçmedi.”

Yanıt: “Yapmak istediklerinin sonuçlarını açıkça düşündün mü?”

Agresif kişi: “Zırvalıyorsun”.

Yanıt: “Eğer böyle saygısızca davranacaksan seninle daha fazla konuşmayacağım.  İstediğin bu mu? Bileyim ki ona göre kalayım ya da gideyim?.”

Yapıcı ve araştırıcı sorular sormaya devam edin. Işıkları onun üzerinde tutarak, üzerinizde tutmaya çalıştığı aşırı etkiyi azaltmaya yardımcı olun.

7.    Mizah Kullanın

Faydaları: Doğru şekilde kullanıldığında mantıksız ve zor davranışları zararsız hale getirir. Tarafsızlığınızı gösterir. Tepkili olmaktan uzak durmanızı sağlar. Problem geri planda kalır.

Nasıl: Mizah çok güçlü bir iletişim aracıdır. Soğuk rüzgârları bir anda yumuşak meltemlere döndürebilir. Yaşanmış bir olay ile örnek verelim: Bir gün iş arkadaşına “Merhaba, nasılsınız?” diyen bir hanım, karşı tarafın onun selamlamasını görmezden gelmesinin üzerine savunmaya geçmiyor. Onun yerine doğal ve biraz da alaycı bir şekilde gülümseyip: “Demek o kadar iyi, ha” diyor. Bunun üzerine buzlar kırılıyor, ve karşı taraf gülümseyerek cevap veriyor ardından konuşmaya başlıyorlar. Ustaca.

Gerektiği şekilde kullanıldığında mizah ışığıyla gerçeği aydınlatabilir, zor davranışları etkisiz hale getirebilir ve sakinliğinizin üstünlüğünü gösterebilir.

8.    Takip Etmekten Yönlendirmeye Geçiş

Faydaları: Yönü belirler ve iletişim o doğrultuda akar.

Nasıl: Genelde iki kişi arasındaki iletişimde, biri her zaman yönlendirici diğeri ise takip edici olur. Sağlıklı bir iletişimde bu durum sırayla kişiler arasında yer değiştirir. Fakat bazı zor kişiler her zaman liderliği elinde tutmak ister ve negatif bir ses tonuyla aynı şeyi tekrar ve tekrar seslendirirler: “yanlış olan ne?”.

Bu davranışa konuyu değiştirerek basitçe son verebilirsiniz. Daha önceden bahsettiğimiz şekilde, konuşmayı yönlendirecek sorular sorabilirsiniz. Ya da “Bu arada..” diye başlayarak yeni konular da açabilirsiniz. Bu şekilde liderliği ele geçirmiş ve daha yapıcı bir ortamı kurabilme imkânına sahip olmuş olursunuz.

9.    Zorbalarla Karşı Karşıya (Güvenli bir şekilde)

Faydaları:  Zarar verici davranışları azaltır ya da ortadan kaldırır. Güveni ve huzuru artırır.

Nasıl: Kabadayılarla ilgili aklınızda tutmanız gereken en önemli şey; daha güçsüz olanlara sataşırlar, pasif ve şikâyet edici konumda kalmaya devam ederseniz hedefi olmaya da devam edersiniz. Bir çok zorba iç dünyasında oldukça korkaktır.

Kurbanları direnmeye ve ayakları üzerinde haklarını savunmaya başladığında geri adim atacaklardır. Bu durum okul ortamında da, sokakta ya da iş yerlerinde de aynıdır.

“İnsanlar kendilerini pek sevmediklerinde, bunu telafi etmeliler. Klasik kabadayıların aslında ilk kurbanları kendileridir.” –Tom Hiddleston

“Bazı insanlar başkalarının başını keserek uzun görünmeye çalışırlar” – Paramhansa Yogananda

Zorbalarla karşılaştığınızda, kendinizi güvenli bir şekilde koruyabilecek bir konuma aldığınızdan emin olun. Karşınızda dimdik ayakta duruyorsa, uygun olmayan davranışlarına karşı diğer insanların tanık ve gerekirse destek verebilecekleri bir pozisyonda olun. Fiziksel, sözel, ya da duygusal istismar durumlarında, idari ve hukuksal konularda uzmanlara danışın. Onların karşısında ayakta durabilmek çok önemlidir, ve bunu yalnız yapmak zorunda da değilsiniz.

10. Sonuçları Belirleyin

Faydaları: Reaktif değil proaktif. Güç dengesi değişir. Makul şekilde uygulanırsa, saygı ve iş birliği elde edilir.

Nasıl: Ortaya çıkacak muhtemel sonuçları belirlemek ve ileri sürmek, zor insanlara geri adim attırabilecek en önemli etkenlerden biridir. Ektili bir şekilde telaffuz edilmiş sonuçlar zorlu bireyi durdurur ve tıkanık tavırlarının yerine iş birliğine mecbur hale getirir.

Sonuç olarak, mantıksız ve zor insanlarla geçinebilmek gerçekten de iletişim sanatı icra etmektir. Bu becerileri kullanarak, daha az keder, daha fazla güven, daha iyi ilişkiler ve yüksek iletişim cesaretine sahip olabilirsiniz. Başarıya giden yolda kendinizin liderisiniz!

Kaynak: Ni, P. C. (1999). How to Communicate Effectively and Handle Difficult People. N.Y.: Allyn & Bacon.

Şiddet hayatımızın her alanında karşımıza çıkan bir durumdur. Şiddet nedeniyle dünyada her yıl 1.4 milyon insan öldüğü bilinmektedir. Savaşlar ,göçler ,terör saldırıları, kadın cinayetleri, sağlık çalışanlarına yönelik şiddet gibi her alanda şiddet görmekteyiz. Peki neden bazı insanlar daha fazla şiddet uygular, neden daha saldırgandır? Bu sorunun cevabını kişinin mizacı, büyüdüğü aile ve toplum yapısı, hormonlar gibi etkenlerde bulabiliriz. Bireyin doğuştan getirdiği mizaç özellikleri daha saldırgan olmasına neden olabilir.

Biyolojik olarak bazı hormonların etkisi ile erkeklerin daha saldırgan davranışlar sergilemektedirler. Bireyin doğduğu ailede şiddet bir çözüm yolu olarak kullanılıyorsa çocuk da bu çözüm yolunu öğrenerek hayatında da şiddet başvurabilir. Yapılan araştırmalar aile içinde annesi şiddete maruz kalmış erkeklerin daha fazla şiddet uyguladıkları tespit edilmiştir. Ayrıca şiddete maruz kalan erkeklerin de eşlerine daha fazla şiddet uyguladıkları tespit edilmiştir. Yani şiddet ailede öğrenilen bir davranış şeklidir. Çocuk öğrendiği bu çözüm yolunu erkek çocuğu ise eşine uygulayarak, kız çocuğu ise eşinin şiddet uygulamasını normal karşılayarak hayatına uygular. Erkek çocuklarını büyütürken şiddet içeren davranışların pekiştirilmesi erkeklerin şiddeti normal olarak hayatında uygulamasına da neden olur. Toplumumuzda şiddeti normalleştiren bir çok atasözü bulunmakta ve bizler bu atasözleri ile büyümedik mi? Kızını dövmeyen dizini döver, kadının sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etme, kızını dövmezsen ya davulcuya ya zurnacıya kaçar gibi hem kadını aşağılayan hem de şiddeti normalleştiren bir çok atasözü maalesef bir çok kadının şiddete maruz kalmasını da normalleştirmektedir. Şiddet nesilden nesile aktarılan bir davranış olarak kültürümüzün parçası haline gelmiştir. Saldırgan davranışların aile içinde kadın ve çocuklara yönelmesi beden ve ruh sağlığını oldukça olumsuz etkileyen, şiddet mağduru kadının beden ve ruh sağlığının bozulmasına, sağlık, eğitim ve iş imkanlarına yeterince ulaşamamasına, çocukların beden ve ruh sağlıklarının bozulmasına neden olduğundan toplumsal maliyeti de oldukça yüksek olmaktadır.

Şiddeti bir çözüm yolu olarak seçmek yerine sağlıklı iletişim yollarını, öfkeyi ifade etmenin daha kabul edilebilir yollarını bulmak ailenin mutluluğu için tercih edilmesi gereken bir yoldur. Bu nedenle  öfke kontrolü sağlayamayan bireylerin mutlaka yardım almaları gerektiğini düşünüyorum. 

ŞULE GÜNGÖREN

İslâm’da Kan Davası Yoktur

Peygamber vasiyeti, kan davası kalkmıştır,
Veda Hutbesi ile resul yasaklamıştır…

Kendisi önder olmuş, yakınından başlamış,
Bir anda yasaklamış, ümmete açıklamış…

Ümmet bilinci gerek, dava sona ermeli,
Yani her kan davası sona erdirilmeli…

Sen bunu affetmezsen, müminler yara alır,
Kargaşalar tükenmez, aileler yıkılır…

Mehmet Tevfik Temiztürk

Akrabalık ilişkilerinin sıkı olduğu toplumlarda öç alma duygusundan kaynaklanan, misilleme biçimindeki karşılıklı cinayetlerle süren aile ve kabileler arası çatışma. Hak arama sürecinin bulunmadığı, anlaşmazlıkların tarafları hoşnut edecek biçimde çözümlenmediği, hak ve adalet duygularının tatmin edilmediği hukuk sistemlerinde, bireyin hak ve adaleti kendi başına gerçekleştirme girişiminin bir sonucu olarak ortaya çıkar.

Kan davası genellikle haksızlığa uğrayan taraftan bir kişinin, suçlunun işlediği suça uygun biçimde cezalandırılmaması durumunda, intikamını alma, onurunu kurtarma, hak ve adaleti gerçekleştirme girişimiyle başlar, karşı tarafın aynı gerekçelerle işlediği cinayetle sürer. Kan davasının başlamasından sonra davaya taraf aile üyeleri güçlü bir dayanışma içine girerler. işlenilen cinayetten aile üyelerinin her biri teker teker sorumlu tutulur. Bu davalarda genellikle ailelerin erkek üyeleri hedef alınır, kadın ve çocuklara yönelik cinayetlere az rastlanır. Fakat kan davasının aile sınırlarını aşarak aşiretler arası bir düşmanlığa dönüştüğü çevrelerde kadın ve çocukları da içine alan toplu cinayetler de görülebilir

Kan davası, İslam öncesi Arap toplumunda en yaygın adetlerden birisiydi. Hak ve adaleti gerçekleştirecek bir hukuk ve toplum düzeninden yoksun olan cahiliye toplumunda kan davaları kabileler arası düşmanlık ve savaşların başlıca nedenleri arasında yer alıyordu. İslâm câhiliye dönemine ait bir çok adetle birlikte kan davasını ortadan kaldırdı; getirdiği insan ve toplum anlayışı ile adalet düzeni ile toplumsal bir afet olan kan davasını ortaya çıkaran nedenleri yok etti.

İslâm’a göre insan canı, malı, namusu, haysiyeti, tüm hak ve özgürlükleri ile dokunulmaz bir varlıktır. Hiç kimse hukuk dışı bir gerekçe ile insanın maddi ve manevi varlığına tecavüz edemez, hak ve özgürlüklerini kısıtlayamaz. Kaldı ki mü’minler bu tür davranışlar içine giremezler. Çünkü mü’minler, inançları gereği kardeştirler, birbirlerine karşı İslâm’ın öngördüğü kurallar dışında davranamazlar. Mü’minler bireysel ve toplumsal hayatlarında tam bir dayanışma ve yardımlaşma içinde bulunmak; İslâm’ın egemenliğini sağlamak yolunda ortaklaşa çaba harcamakla yükümlüdürler.

İslâm, getirdiği emir ve yasaklar, ahlaki ve toplumsal kurallar, hukuk ve adalet sistemi ile toplum hayatını inanç ve adalet temeli üzerine oturtu. Bu temeli zedeleyici davranışları yalnız bir hukuk ve ceza sorunu olarak değil, aynı zamanda bir inanç sorunu biçiminde tanımlayarak önlemler aldı, müeyyideler koydu. Sözgelimi mü’minlerin temel niteliklerden birisi haksız yere bir insanı öldürmektir (el-isra, 17/33). Çünkü böyle bir davranış tüm insanları öldürmek gibi ağır bir suçtur (el-Maide, 5/32). Buna rağmen böyle bir suça yönelen kişi karşısında çeşitli müeyyideler bulur. Bunların en önemlisi Ahiret hayatına ilişkin olandır. Kim bir mü’mini haksız yere ve kasıtlı olarak öldürürse, sürekli olarak kalmak üzere Cehenneme atılacaktır. Bu davranış Allah’ın gazabını, lanetini ve büyük bir azabı gerektirmektedir (en-Nisa, 4/92-93). Cinayetin dünyadaki karşılığı da, suçun misliyle cezalandırılması (kısas), eş deyişle öldürülmesidir. (el-bakara, 2/178)

Suç ve ceza arasındaki bu denklik, adaletin tam ifadesidir. Bu nedenle taraflardan birisine haksızlığa uğradığını düşünme imkanı vermez. Bu yüzden de intikam alma, onur kurtarma, adaleti yerine getirme gibi herhangi bir dürtü devreye girerek insanları etkileyemez. Burada taraflardan birisine, öldürülenin ailesine tanınan ikinci bir seçenek toplumsal barışın güçlendirilmesine yöneliktir. Bu da katilin bağışlanmasıdır. İkinci seçeneğin devreye girmesi durumunda katilin ailesi, öldürülenin ailesine belli bir kan bedeli vermekle yükümlüdür. Bu yükümlülük yerine getirildikten sonra aileler arasındaki düşmanlık başlamadan bitmiş, kardeşlik ve dostluk ilişkileri başlamış demektir. İslâm’ın kısas hükmü, adaleti yerine getirerek kan davasının ortaya çıkmasına, dolayısıyla daha birçok insanın haksız yere öldürülmesine engel olduğu için “Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır; böylece korunursunuz” (el-Bakara, 2/179) buyurulmuştur. İkinci seçeneğin seçilerek suçlunun bağışlanması ise adaletten daha üstün bir erdemin ifadesidir ve düşmanlık duygularını sevgi ve dostluğa dönüştürür.

Kan davası, Türkiye gibi İslam’ın adalet ve hukuk düzeninden ayrılan toplumlarda yeniden ortaya çıkmış ve büyük toplumsal zararlara yol açacak boyutlara ulaşmıştır. Bunun başlıca nedeni suç ile ceza arasındaki niteliksel eşitsizlik ve cezanın adalet duygusunu tatmin etmekten uzak oluşudur. Bir insanı haksız yere ve kasıtla öldüren bir kişinin bir-kaç yıl sonra ortalıkla dolaşması, ister istemez intikam duygularını harekete geçirmekte, insanları adaleti bireysel olarak gerçekleştirmeye itmektedir. Katilin öldürülmesi ile başlayan kan davası, bütün önlemlere rağmen sona erdirilememektedir. Sözgelimi Türk Ceza Kanunu’nun 450. maddesinin 10. bendi kan gütme yoluyla cinayeti adam öldürme suçunun ağırlaştırıcı nedeni saymakta ve ölüm cezası getirmektedir. Kan gütme âdetinin önlenmesi amacıyla çıkarılan 3236 sayılı kanunda kan davasına taraf olan ailelerin Bakanlar Kurulunca belirlenen yerlere zorunlu naklini öngören hükümler içermektedir. Ne var ki, olaya sonradan müdahale anlamı taşıyan bu önlemler kan davasının sürdürülmesine engel olamamaktadır. Çünkü bütün bu önlemler adaletin yerine getirilmesini sağlamaya değil, adaletsiz bir uygulamanın sürdürülmesi amacına yönelik müeyyideler niteliği taşımaktadır.

Ahmed ÖZALP

Sözlükte ve örfte “bir canlının bir başka canlıyı öldürmesi” şeklinde geniş bir anlamı bulunan katil (katl) kelimesi, İslâm hukukunda bir kimsenin hukuken can dokunulmazlığı bulunan bir şahsın ölümüne yol açacak bir davranışta bulunmasını, teknik tabiriyle adam öldürme cürmünü ifade eder. Bu fiili işleyene kātil, öldürülene maktûl denilir. Kelimenin fıkıhtaki ikinci terim anlamı ise irtidad, muhsanın zinası, eşkıyalık, adam öldürme gibi belli ağırlıktaki suçları işleyenlere verilen ölüm cezasıdır. Ancak ceza olarak öldürme belli suç türlerinde kısas, recm, siyaset gibi özel adlarla anıldığından kelimenin bu anlamı çok belirgin değildir.

İnsanların birbirine karşı işlediği en ağır suç ve günah olan haksız yere adam öldürme fiili insanlık tarihi kadar eski olup hemen bütün dinlerde, ahlâkî öğretilerde ve hukuk düzenlerinde ağır bir dille kınanıp yasaklanmış, bu yöndeki teşebbüsleri engelleyecek ve adaleti sağlayarak toplum vicdanını tatmin edecek şekilde birtakım maddî ve mânevî yaptırımlarla önlenmeye çalışılmıştır.

Kur’an’da insanın dünyaya gönderilişi anlatılırken meleklerin insanoğlunun yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökeceği itirazında bulunduğundan söz edilir (el-Bakara 2/30). Gerçekten de çok geçmeden Hz. Âdem’in iki oğlu arasında kıskançlıktan doğan aşırı kin ve düşmanlık sebebiyle ilk kan dökme olayı meydana gelmiştir. Olay Ahd-i Atîk’te ve Kur’an’da yaklaşık ifadelerle anlatılır (Tekvîn, 4/1-8; el-Mâide 5/27-31) ve haksız yere birisini öldürenin onun günahını da yüklenerek büyük bir vebal üstlendiği ve âdeta bütün insanlığı öldürmüş gibi ağır bir suç işlediği belirtilir (el-Mâide 5/28-32). Hadiste de kötü bir çığır açmanın doğuracağı sorumluluğa işaretle haksız yere öldürmenin günahından Âdem’in birinci oğluna da pay ayrılacağı bildirilir (Buhârî, “Cenâʾiz”, 33; “Diyât”, 2; Müslim, “Ḳasâme”, 27).

Haksız yere adam öldürmenin büyük bir suç ve günah olduğu ilâhî dinlerin ortak temalarından biridir.

(Tekvîn, 9/5-6, Çıkış, 20/13, 21/12-14, 23/7; Sayılar, 35/11-21; Matta, 5/21-22; Luka, 18/20). Kur’an’da da insanları tevhid dinine davet eden peygamberlerin ve sâlih kimselerin, açlık korkusu ve utanç sebebiyle kız çocuklarının, inançları sebebiyle müminlerin öldürülmesi başta olmak üzere insanoğlunun haksız yere kan dökmesinin çeşitli örneklerine temas edilir (el-Bakara 2/61; Âl-i İmrân 3/21, 112, 181; el-En‘âm 6/140; el-İsrâ 17/31; Yâsîn 36/20-27; el-Mü’min 40/28). İnsan hayatının Allah tarafından dokunulmaz kılındığı belirtilerek haklı (meşrû) bir sebep bulunmadıkça hiçbir cana kıyılmaması (el-En‘âm 6/151), yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir başka mümini öldürme hakkının bulunmadığı, yanlışlıkla bir müminin ölümüne yol açanın mümin bir köle âzat etmesi ve diyet vermesinin gerektiği (en-Nisâ 4/92), haksız yere ve bilerek adam öldürmenin dünyevî cezasının kısas, uhrevî cezasının da cehennemde ebedî kalış olduğu bildirilir (el-Bakara 2/178; en-Nisâ 4/93; el-Mâide 5/45).

Adam öldürme suçuna ilişkin âyetler bir bütünlük içinde değerlendirilecek olursa, kasten cana kıymanın Kur’an’da âdeta bir insanlık suçu olarak tasvir edildiği görülür. İnsanlar bir nefisten yaratıldıkları için (en-Nisâ 4/1, el-En‘âm 6/98, el-A‘râf 7/189, ez-Zümer 39/6; ayrıca bk. Lokmân 31/28) birine karşı yapılan bir saldırı hepsine yapılmış gibidir. Kur’an’ın, “Kim bir cana kıyarsa veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir insanı öldürürse âdeta bütün insanları öldürmüş gibi olur; kim de bir insanı yaşatırsa o bütün insanları yaşatmış gibi olur” meâlindeki âyeti de (el-Mâide 5/32) İslâm’ın insan hayatına atfettiği önemi ve değeri gösterir. Hadislerde de konu bu çizgide ele alınmış, insan hayatının dokunulmazlığını, haksızlıkla adam öldürmenin dünyevî ve uhrevî ağır sorumluluğunu belirleyen çeşitli açıklamalara yer verilmiştir. Bunun için İslâmî öğretide insan hayatının korunması dinlerin gönderilmesindeki temel amaçlardan biri olarak kabul edilmiş, adam öldürme fiili, dünyevî açıdan mutlaka cezalandırılması ve doğurduğu olumsuz sonuçların mümkün olduğu ölçüde telâfi edilmesi gereken ağır bir suç ve hak ihlâli, uhrevî açıdan da büyük günahlardan biri, hatta ilgili hadislerde de açıklandığı gibi (Buhârî, “Veṣâyâ”, 23; “Ḥudûd”, 44; Müslim, “Îmân”, 141-145) şirkten sonra günahların en büyüğü olarak görülmüştür. Kelâm, ahlâk ve fıkıh literatürünün konuya farklı açılardan yaklaşımları sonuçta birbirini tamamlar niteliktedir.

Mahiyeti. Ana rahminden itibaren yaşama hakkı dokunulmazlık kazanan insanoğluna karşı işlenebilen en ağır cürümlerden biri, şüphesiz ki onun hayatına haksız yere son vermedir. İslâmî terminolojide bu dokunulmazlık hayatı veren ve alanın Allah olduğu, ruhun bedende emanet olup kişinin kendi hayatına dahi son verme hakkının bulunmadığı, Allah’ın verdiği canın yine O’nun tarafından alınacağı fikriyle ifade edilir. Bunun için de insanın hayat hakkına ve beden bütünlüğüne karşı işlenen cürümler özü itibariyle Allah’ın yaptığı binayı yıkma sayılıp büyük bir günah olarak görülmüşse de hukukî düzenleme açısından suçu işleyenin kastına ve gerçekleşen hak ihlâlinin derecesine göre dünyevî cezasında belli bir gruplandırmaya gidilerek suç-ceza dengesi kurulmuştur.

İslâm hukukunda cinayet terimi, mala ve bedene yönelik hukuka aykırı bütün fiilleri kapsayan bir genişlikte kullanılmakla birlikte mala karşı işlenen cürümler türüne göre gasp ve itlâf kelimeleriyle ifade edilir ve bu başlıklar altında ele alınır. Şahsa yönelik cinayetler de adam öldürme (cinâyet ale’n-nefs) ve müessir fiil (cinâyet alâ mâ dûne’n-nefs) şeklinde ikiye ayrılır. Anne karnındaki çocuğun düşürülmesi de bu grubun üçüncü türünü teşkil eder ve nisbeten farklı hükümlere tâbidir. Katil, cinayet kavramının merkezinde yer aldığı ve onun en özel türünü teşkil ettiği için cinayet kelimesinin katil anlamında kullanılmasına sık rastlanır. Öte yandan İslâm hukukunun klasik doktrininde suçların had, cinayet (kısas ve diyet), ta‘zîr şeklinde üçlü ayırımı içinde katil, cezası şâri‘ tarafından belirlenen, öncelikli olarak şahsî hakkı ihlâl ettiği için de cezanın infazı suç mağdurunun talebine bağlı olan bir suç niteliğindedir. Hatta recm, siyaseten katil ve mürtedin katli konusunda fakihler arasında ittifak olmadığı göz önüne alınır ve ceza hukukunun tabiatına uygun bir daraltıcı yoruma gidilirse katlin; karşılığında ölüm cezası verilebilen tek suç olduğu söylenebilir.

Çeşitleri ve Şartları. Katil hukuka uygun ve aykırı şeklinde iki gruba ayrılıp ölüm cezasının infazı ya da savaşta düşmanın öldürülmesi birinci türün, mâsumun öldürülmesi ikinci türün örneği olarak verilirse de bu ayırım kelimenin sözlük anlamına göredir. Çünkü öldürme suçunun oluşmasında ana unsurlardan biri öldürülen kimsenin mâsum oluşu, diğer bir ifadeyle öldürme eyleminin hukuka aykırılığıdır. Tıpkı ceninin yaşama hakkı anne ve babasının isteğine bırakılmayarak rahimde canlılık kazandığı andan itibaren dinî ve hukukî bir korumaya konu olmuşsa insanın yaşama hakkı da kendi eline bırakılmamış, başkaları açısından hak niteliği, kişi açısından ise yaratana ve bütün insanlığa karşı görev ve sorumluluk yönü ön plana çıkarılarak hukukî olduğu kadar dinî ve uhrevî açıdan da koruma altına alınmıştır. Kişinin kendi canına kıyması veya başkasına bu konuda izin vermesi hukuka aykırılığı ve günahı ortadan kaldırmadığından intihar katil derecesinde büyük günahlardan biri sayılmıştır. Ötanazi de böyledir; kişinin tedaviye cevap vermeyip hayatından ümidin kesilmesi durumunda daha fazla acı çekmesinin önlenmesi için kendisinin, yakınlarının veya sağlık ekibinin, ölümüne onay vermesi eylemi suç ve günah olmaktan çıkarmaz.

Öldürme suçunun ikinci temel unsuru kişinin böyle bir sonucu doğuran eylemi yapmış olmasıdır. Eyleme başkalarının aslî ya da fer‘î iştiraki onu katil suçu olmaktan çıkarmaz. Ancak yaptığı fiilin sonucunu istemiş olması suçun ağırlığını belirleyen önemli bir faktör olduğundan klasik doktrinde katil suçunun ayırımı bu ölçüte göre yapılır.

Adam öldürme suçu doktrinde cinayeti işleyenin kastı ölçü alınarak kasten (amden) ve hatâen şeklinde iki gruba ayrılır. Kur’an’da bu iki tür katilden söz edilir (en-Nisâ 4/92-93). Mâlikîler ve Zâhirîler bu ayırımı benimserken Şâfiî, Hanbelî ve Zeydiyye fakihleri araya kasıt benzeri öldürmeyi de dahil ederek katil çeşitlerini üçe, Hanefîler’den bir grup hata mahiyetindeki öldürme ilâvesiyle dörde, bir kısmı tesebbüben öldürmeyi de ekleyerek beşe çıkarır. Bununla birlikte ayırımlar genelde kasıt-hata veya mübâşeret-tesebbüb ekseninde yapılmakta, sonucu da bu ayırım belirlemektedir.

a) Kasıt-Hata Ayırımı. Adam öldürme suçunda kasıt (amd), fâilin sonucunu bilerek ve isteyerek ölüme yol açan bir fiili işlemesi demektir ve suçun mânevî unsurunu teşkil eder. Kastın bulunması için fâilin önceden plan ve tasavvurda bulunması şart olmayıp ölüme yol açan fiili işlediği anda sonucu istemiş olması yeterlidir. Bunun için de doktrinde “suçu önceden planlama” anlamıyla taammüd ve “fiilin sonucunu o anda istemiş olma” anlamıyla kasıt ayırımı yapılmaz. Ancak kasıt kişinin iç dünyasıyla alâkalı bir durum olduğu ve kişinin öldürme niyetinin tesbitinde zorluklar bulunduğu, hukukî hükümlerin ise objektif verilere dayanması gerektiği için fakihler, kişinin kasıt ve niyetini göstermeye elverişli objektif bir ölçüt geliştirmeye çalışmışlar, bunun için de fâilin kullandığı aletin öldürücü olması şartını ileri sürmüşlerdir. Aletin bu vasfı onu kullanan kişinin de kural olarak öldürme kastını taşıdığının delili sayılmıştır. İslâm hukukçularının çoğunluğunun görüşü bu olmakla birlikte öldürücü aletin tanım ve örneklendirmesi mezheplere, hatta fakihlerin kişisel bilgi birikimi ve takdirine göre değişiklik gösterir. Meselâ Ebû Hanîfe bıçak, kılıç, mızrak gibi yapılış itibariyle bu amaca hizmet eden kesici ve delici bir aletin kullanılmasını kastın varlığına hükmedebilmek için gerekli görürken diğerleri, aletin örfen öldürücü sayılmasını veya böyle olmasa da kullanıldığı şartlarda galiben öldürücü olmasını yeterli görür. Ağır bir taşı üzerine atma, sopayla vücudun ölümcül bölgelerine vurma, zayıf ve hastalıklı kimseyi dövme böyledir. Mâlikî fakihleri ise genelde sübjektif metodu benimseyerek aletin öldürücü olmasını değil fâilin öldürme kastı taşımasını ölçü alırlar.

Kasten öldürme suçunun maddî unsuru canlı ve mâsum bir insanın ölmesine yol açan fiilin işlenmesidir. Bu sebeple ölüye ya da anne karnındaki cenine yönelik fiiller kasten öldürme suçu teşkil etmediği gibi ölümle sonuçlanmayan veya ölümle arasında sebep-sonuç ilişkisi kurulamayan fiiller de böyledir. Savaş veya aleyhinde yargı kararının kesinleşmesi sebebiyle can güvenliği bulunmayan kimselerin öldürülmesi katil suçu teşkil etmez. Hatta maktulün yakınlarının yargı kararını beklemeden katili öldürmesi de ilgili âyette (el-İsrâ 17/33) kendilerine belli bir yetki tanınmış olması sebebiyle katil olarak nitelendirilmez. Buna karşılık suçun oluşumu için öldürülen kimsenin yaşayan ve hukuken can güvenliği bulunan bir insan olması yeterli olup bu konuda din, ırk, cinsiyet ve sağlık ayırımı yapılmaz. Kātilin âkıl bâliğ olması, fiili ikrah altında işlememesi, öldürülenle öldüren arasında denkliğin bulunması veya usul-fürû bağının bulunmaması gibi şartlar ise kasten öldürmenin değil, bu suç türünün karşılığını teşkil eden tam cezanın yani kısasın uygulanma şartı olarak gündeme getirilir. Aynı şekilde maktulün yakınlarının kātili affetmesi de onun eylemini katil suçu olmaktan çıkarmayıp sadece kısasın uygulanmasını önler.

Hatâen öldürme bir kimsenin yanlışlıkla öldürülmesidir. Bu da ya fiilde (şahısta) hata ya da kasıtta hata şeklinde olur. Av hayvanına ateş etmişken bir insanın vurulması birincisine, düşman askeri sanılarak mâsum birinin öldürülmesi ikincisine örnektir. Kasten adam öldürmeden temel farkı fâilin maktulün ölümünü hiç istememiş, fakat taksirli hareketinin sonucu ölümün meydana gelmiş olmasıdır. Taksirli hareket de genelde gerektiği şekilde tedbirli davranmama, o davranışa uygun düşen özen ve dikkati göstermeme şeklinde kendini gösterir. Maktulün ayağına atılan kurşunun göğsüne ya da başına isabet ederek onu öldürmesi ise hata değil kasıt grubunda yer alır.

Öldürmede kasıt ve hata, suçun ağırlığı ve tam cezanın gerekirliği açısından olduğu kadar dinî ve ahlâkî açıdan da önemlidir. Ancak bu ayırımı yapmak her zaman kolay olmaz. Bunun için fakihler, kasıtla hata arasına kasıt benzeri (şibh-i amd) öldürme adıyla üçüncü bir grup ilâve ederek fâilin öldürme kastının tam bulunmadığı, fakat hatâen öldürmedeki kadar da mâzur görülemeyeceği durumları bu gruba almış ve bunu diğer iki grup fiilin sonuçlarından ayrı tutmuştur. Kasıt benzerinin tam bir tanımı verilemezse de fâilin ölümle sonuçlanan fiili bilerek işlediği, ancak ölüm sonucunu istemediği durumlar, modern hukuktaki ifadesiyle “kastı aşan müessir fiille adam öldürme” kural olarak kasten değil kasıt benzeri bir kusurla öldürme kabul edilir. Bu da genelde kullanılan alete ve olayın cereyan şekline bakılarak belirlenir. Meselâ Ebû Hanîfe’ye göre kesici ve delici bir alet kullanmaksızın taş, sopa veya yumrukla öldürme böyledir. Şâfiîler ve Hanbelîler bilerek çelme takıp düşürme, suya itme, üzerine azgın bir köpeği salma, ateşe verme gibi fâilin öldürme kastını açıkça göstermeyen iradî bir fiilin ölüme yol açmasını kasıt benzeri sayarlar. Mâlikî ve Zâhirî fakihlerinin kasten öldürme grubunda gördüğü bu tür fiilleri fakihlerin çoğunluğunun ayrı bir kategori olarak değerlendirmesinin temel amacı, fâilin adam öldürme kastının tam bulunmadığı durumlarda kısas cezasının uygulanmasına engel olmaktır. Trafik araçlarının, sanayi makine ve aletlerinin kullanılması, yanlış tedavi, eğitim amaçlı dayak, bedenî bir cezanın infazı gibi bir hakkın kullanımının ölüme yol açmasının hata mı kasıt benzeri mi sayılacağı hukukçular arasında tartışmalı olup ihmal ve kusurun ağırlık derecesi bu konuda belirleyici bir role sahiptir. Kasıt-hata ekseninde özellikle Hanefî fakihlerince dile getirilen bir başka katil çeşidi de hata yerine geçen öldürme olup bu da hata grubunda yer alan ve ölüme yol açan gayri iradî fiilleri kapsar. Burada hatadan farklı olarak ölüm, fâilin hiç kimseyi öldürme niyeti taşımayan bir fiili neticesinde meydana gelmektedir. Meselâ fâilin uyku esnasında bir çocuğun üstüne düşmesi veya onarmadığı duvarının yoldan geçen birinin üzerine yıkılması ve böylece onların ölümüne yol açması böyledir.

b) Mübâşeret-Tesebbüb Ayırımı. Özellikle Hanefîler’in dile getirdiği bu adlandırma ölüme doğrudan yol açan fiillerle, araya ikinci, üçüncü bir sebebin girmesiyle ölüme yol açan fiilleri birbirinden ayırmayı ve ikinci grubu doğrudan öldürmenin ağır sonuçlarından ayrı tutmayı amaçlar. Fıkhî terminolojide bunlardan birincisine mübâşeret ikincisine de tesebbüb denilir. Meselâ yumruk, kurşun veya bıçak darbesiyle ölüm arasında doğrudan ilişki kurulabildiği sürece mübâşereten katilden söz edilir. Birinin aleyhinde yalancı şahitlik yaparak mahkemece idamına hüküm verilmesine sebep olma, kuyu kazarak, hapsederek ya da terk ve ihmal suçu işleyerek yani selbî fiillerle birinin ölümüne yol açma gibi durumlar ise tesebbüb grubuna girer. Bu ayırımda araya giren diğer iradî fiillerin varlığı önemlidir. Nitekim tam ikrah altında işlenen öldürmeyi fakihlerin çoğunluğu zorlayan ve zorlanan açısından da mübâşeret sayarken Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed zorlananı alet konumunda görüp sadece zorlayanın fiilini mübâşeret sayar. Ancak bu gruba giren suç örneklerinin her birinde sebeple sonuç arasındaki illiyet bağı ve fâilin öldürme kastı farklılık taşıdığından fakihler tesebbüben katlin sonuçlarını ve suçun ağırlık derecesini her olay türüne göre ayrı ayrı değerlendirme eğilimindedir. Meselâ yalan yere şahitlik yaparak birinin ölümüne yol açan kimse bunu itiraf ettiğinde Şâfiî ve Hanbelîler’le bazı Mâlikîler’e göre kasten adam öldürme suçu işlenmiş sayılır. Hapsedilenin açlıktan ölmesi halinde Ebû Hanîfe’ye aykırı olarak Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed de yine kasten katlin gerçekleştiği görüşündedir.

Adam öldürme suçunun bu kabil ayırımlara tâbi tutulmasında güdülen temel amaç, suçun ağırlığını derecelendirerek fâile buna denk bir ceza verilmesini sağlamaktır. Meselâ kasten adam öldürme suçu diğer şartların da bulunması halinde kısasla, kasıt benzeri öldürme kātilin şahsen ödeyeceği ağırlaştırılmış diyetle cezalandırılırken hatâen öldürmede diyet yükü âkıleye dağıtılmaktadır. Bu kadar önemli hukukî sonuçları bulunduğu için de öldürme fiilinin ayırım ve adlandırması fakihler arasında ayrıntılı tartışmaların cereyan ettiği bir konu olmuştur.

Sonuçları. Suçun ağırlığı fâilin bilgi, irade ve niyetiyle sıkı sıkıya bağlantılı olduğundan adam öldürme suçunun günah, kısas, diyet, mirastan mahrumiyet ve kefâret şeklinde beş başlık altında toplanabilecek dinî ve hukukî sonuçları buna göre belirlenir. Öldürmenin en başta gelen dinî hükmü büyük günahlardan biri olmasıdır. Kur’an’da bir mümini kasten öldüren kimsenin cezasının cehennem olduğu, orada ebediyen kalacağı, Allah’ın gazabına, müminlerin lânetine ve büyük bir azaba uğrayacağı bildirilmiş (en-Nisâ 4/93), birçok âyette, “Allah’ın saygın kıldığı canı katletmeyin” denilerek (el-En‘âm 6/151; el-İsrâ 17/33) cana kıymanın İslâm dininde büyük günah olduğu gösterilmiştir. Hz. Peygamber’in haksız yere bir cana kıymayı kişiyi cennetten mahrum bırakacak büyük günahlardan biri, dünyanın sonu gelmesinden daha ağır bir fiil, âhirette insanların öncelikli olarak yargılanacağı bir günah olarak nitelendirmesi de aynı vurguyu içerir (Buhârî, “Diyât”, 1; Tirmizî, “Diyât”, 7-8; Nesâî, “Taḥrîmü’d-dem”, 2; İbn Mâce, “Diyât”, 1, 32). Resûl-i Ekrem’in, yer ve gök ehli toplanıp bir müminin kanının dökülmesine iştirak etse Allah’ın hepsini de yüzüstü cehenneme atacağını bildirmesi (Tirmizî, “Diyât”, 8), birbiriyle vuruşan iki müslümandan ölenin de öldürülenin de cehennemde olduğunu, öldürülenin diğerini öldürme kastını taşıması sebebiyle bu cezaya çarptırılacağını belirtmesi (Buhârî, “Eymân”, 22, “Diyât”, 2; Müslim, “Ḳasâme”, 33; krş. Ebû Dâvûd, “Fiten”, 2), öncelikli olarak öldürme kastının ve bu kasıtla işlenen fiilin vehametini göstermeyi amaçlar.

Günah ve sevap mümeyyiz kimselerin iradî davranışlarına terettüp eden dinî hüküm olduğundan ister mübâşeret ister tesebbüb yoluyla olsun hatâen öldürmenin yukarıdaki ağır tehdidin dışında olduğu, ancak bu davranışlar iradî olduğu ölçüde dinî sorumluluğun artacağı anlaşılmaktadır. Kur’an’da hatâen öldürmelerde sadece dünyevî-hukukî müeyyideden söz edilmesi, bir başka âyette hatâen yapılanlardan dolayı değil bile bile yapılanlardan dolayı vebal olacağının bildirilmesi (el-Ahzâb 33/5), hadiste de ümmetten hata sonucu yaptığının uhrevî sonucunun kaldırıldığının haber verilmesi (İbn Mâce, “Ṭalâḳ”, 16) bu anlamdadır. Kasıt benzeri öldürme ise ölüme yol açan fiilin işlenmesinin iradî olması sebebiyle kasta, ölüm sonucunun doğrudan istenmemiş olması yönüyle de hataya benzerlik gösterir ve bu iki noktaya yakınlığı nisbetinde dinî hükmü değişir.

Kasten adam öldürmenin günahının ve uhrevî sorumluluğunun cinayeti işleyenin dünyada yapacağı tövbe ile ne ölçüde düşeceği hususu, doğrudan kul ile Allah arasında kalan ve hakkında sem‘î bilgi bulunmadıkça görüş beyan edilmesi pek mümkün olmayan bir konudur. Allah’ın tövbeleri kabul edip dilediğini affedeceğine ve kendisine ortak koşulması dışındaki günahları bağışlayacağına dair âyetlere karşılık (el-Bakara 2/160; en-Nisâ 4/48, 116; et-Tevbe 9/104, 118; ez-Zümer 39/53) kul hakkı ihlâlinin ve adam öldürmenin ağır uhrevî sorumluluğunu belirten nasların ve küfürle kasten adam öldürmenin dışındaki günahların affedilebileceğini bildiren hadisin üslûbu (Nesâî, “Taḥrîmü’d-dem”, 1; Müsned, IV, 99) bu konuda iki farklı görüşü mümkün kılmaktadır. Bu sebeple İslâm âlimlerinden iki yönde de görüş beyan edenler olmuştur.

Öldürme fiilinin ikinci fıkhî hükmü, bu suça ihlâl ettiği hakka denk düşen ve onu mümkün olduğu ölçüde telâfi eden, toplum vicdanını da tatmin eden dünyevî bir cezanın verilmesidir. Kur’an’da insanlık tecrübesinin ve dinlerin, üzerinde ittifak ettiği birçok büyük günah ve suçtan söz edilirse de bunlardan sadece adam öldürmenin dünyevî karşılığı olarak ölüm cezası (kısas) öngörülür. Bu aynı zamanda önceki semavî dinlerin de hükmüdür (el-Bakara 2/178-179; el-Mâide 5/45). Ancak haksız öldürmelerde öldürülenin velisine yetki verildiğinden söz eden ve affetmeyi öğütleyen âyetlerden (el-Bakara 2/178; el-İsrâ 17/33) kısasın uygulanmasının bir emir değil onay olduğu anlaşılmaktadır. Kısas sadece kasten öldürmelerde söz konusudur. Klasik dönem İslâm hukukçularının ortak anlayışına göre öldürme suçu öncelikli ve ağırlıklı olarak öldürülenin yakınlarının şahsî hakkını ihlâl ettiğinden kısasa da ancak onların müştereken istemesi halinde gidilebilir. Kısastan af yetkisi de onlara aittir.

Kasten öldürmede kısasın düşmesi halinde, ayrıca kasıt benzeri ve hatâen öldürmeler dahil kastın tam olarak bulunmadığı öldürmelerde suç tam oluşmadığı için öldürülenin yakınlarına diyet ödenir. Diyet bir yönüyle ceza, bir yönüyle de tazminat mahiyetindedir. Kasten öldürmede ceza, hatâen öldürmede tazminat ve kan bedeli niteliği ağır basar. Bu sebeple miktarı ve ödeme yükümlüleri suçun ağırlığına göre değişebildiği gibi fâilin kusursuz veya kısıtlı ehliyetlilerden olması halinde de diyet ödenir. Meselâ kasıt ve bir grup fakihe göre kasıt benzeri fiil cezayı ağırlaştırıcı sebep olduğundan bunlarda diyet miktarı ağırlaştırılmış ve kātilin şahsına yüklenmiştir. Hatâen öldürmede ise diyet miktarı hafiftir ve kātilin akraba çevresine ya da mensup olduğu dayanışma grubuna (âkıle) geniş bir zaman dilimine yayılarak ödetilir. Kātile kısas yerine diyet cezası verilebilmesi için onun iznine ihtiyaç olup olmadığı, diğer bir ifadeyle kısas ve diyetten birini seçmenin münhasıran maktulün velilerine ait bir hak olup olmadığı doktrinde tartışmalı olup Hanefîler ve Mâlikîler dahil çoğunluk, kısastan vazgeçilip diyete ancak kātilin razı olması halinde gidilebileceği görüşündedir. Doktrinde maktulün yakınlarının kısastan vazgeçip diyet istemesi halinde kamu otoritesinin, ihlâl edilen toplum hakkına karşılık teşkil etmek üzere ta‘zîr grubunda ilâve bir ceza verebileceği görüşü hâkimdir.

Öldürmenin bir diğer hukukî sonucu da mirastan mahrumiyet, yani yakınını öldüren kimsenin ona mirasçı olamaması hükmüdür. Hz. Peygamber’in kātilin mirasçı olamayacağı yönündeki hadisi (Ebû Dâvûd, “Diyât”, 18; Tirmizî, “Ferâʾiż”, 17; İbn Mâce, “Ferâʾiż”, 8) fakihlerce ilke olarak kabul edilse de hadiste geçen kātil kelimesinin yorumu ve ilkenin kasıt dışı öldürmelere nasıl uygulanacağı tartışmalıdır. Hanefîler mirastan mahrumiyette mücerret kastı değil mübâşereti esas alıp öldürmenin haksız olması ve mükellef bir kimse tarafından işlenmesi şartını arar, öldürmenin kasten veya hatâen olmasına önem vermezler. Bunun için kasten de işlense tesebbüben öldürme mirasa engel görülmez. Mâlikîler, mübâşeret ve tesebbüb ayırımı yapmaksızın fâilin kasıt ve tecavüzünün bulunmasını yeterli sayarlar. Şâfiîler, lafzî bir yorumla ister kasten ister hatâen isterse meşrû müdafaa gibi haklı bir sebebe dayansın, öldürme fiilini işleyen kimsenin mükellef olsun olmasın mirastan mahrum bırakılması görüşünde iken Hanbelîler fiilin şer‘an cezalandırılmasını ölçü alırlar.

Öldürme suçuna terettüp eden dünyevî cezanın kamu otoritesi eliyle verilmesi esas olup şahsî hakkı ihlâl edilenlerin veya bu kanaatte olanların, hakkını bizzat alma yetkileri bulunmaz. İslâm döneminde ceza hukuku alanında yapılan önemli bir yenilik de eski uygulamalarda görülen tutarsızlıkların, aşırılıkların, güce dayalı dengesizliklerin önlenmesi amacıyla suçların takip ve ispatı ile cezaların infazının belli objektif kurallara bağlanarak devletin aslî görevleri arasına alınması ve şahsî intikam yolunun kapatılması olmuştur. Bu sebeple cinayet mağdurunun kātili şahsen cezalandırması yeni bir suç oluşturur. Meselâ maktulün yakınlarının kātili öldürmesi kısası gerektiren katil suçu olarak görülmese de kamu otoritesinin yetkisine tecavüz olduğundan ta‘zîr suçudur. Kanun koyucunun uygun göreceği şekilde cezalandırılır. Bundan dolayı cinayet mağdurlarının kātilin cezalandırılması yönünde talep hakkına sahip olmaları, suçluyu bizzat cezalandırma ve kan davasını devam ettirme haklarının bulunduğu anlamına gelmez. Böyle bir yola gidilmemesinde suçla ceza arasında dengeyi kurucu, mağdur tarafın haklarını gözetici ve kamuoyunun hassasiyetini göz önüne alıcı bir cezalandırma siyasetinin de önemli payı vardır. Buna, özellikle mâsum kimselerin ölümüne ve bir dizi cinayete yol açan kan davalarının önlenmesi açısından cinayet suçlarında daha çok ihtiyaç vardır.

ALİ BARDAKOĞLU

İlâhî iradenin insanlar için çizdiği hayat programı anlamında kullanılan bir terim.

Semavî dinler başta olmak üzere köklü inanç ve düşünce sistemleri kâinatı yaratan ve yöneten Tanrı’nın sınırsız bir ilim, irade ve kudrete sahip olduğunu genellikle kabul etmişlerdir. Kâinatın bütün nesne ve olayları O’nun bu yetkin sıfatlarının ilgi alanı içindedir. Dolayısıyla tek başına her bir insanın, ayrıca insanların oluşturduğu toplumların hayat programı kaçınılmaz bir şekilde ilâhî ilim ve iradenin belirlediği çizgi üzerinde yürümek durumundadır. Şüphe yok ki Allah dilediğini yapan, her hâlükârda iradesini yürütendir (bk. Âl-i İmrân 3/40; el-Mâide 5/1). Öte yandan beşerî arzuların sınırsız denecek kadar çok olmasının yanında hayatta gerçekleşme imkânlarının sınırlı olduğu da gözlenmekte ve bilinmektedir. Bu sebepledir ki insanlar fiilen gerçekleştiremedikleri veya gerçekleşmesinin zor olduğunu sandıkları önemli işleri kader denen ilâhî programa bağlamışlardır. Türkçe’de bu duygu ve düşünceleri dile getiren baht, talih, kısmet, nasip ve kader gibi kelimeler yer almış, bu kelimelerle oluşan çeşitli deyimler doğmuştur.

Tercih edilen görüşe göre Farsça’dan Arapça’ya da geçmiş bulunan baht, “iyi ve kötü olayların bağlı bulunduğu insan üstü program” anlamına geliyorsa da daha çok sevindirici olaylar için kullanılmaktadır. Aynı mânaya gelen talih ise Arapça tâli‘ (الطالع) kelimesinin Türkçe’de aldığı şekildir.

Tâli‘ “yükselen, ortaya çıkan”, güneş ve ay için kullanıldığında “doğan, tecelli eden” gibi anlamlara gelir. Astroloji ile meşgul olanlar, belli yıldızların görünmesine bağlı olarak vuku bulacağını tahmin ettikleri olaylara da tâli‘ demişlerdir. Buna göre talih, “insan irade ve kudretinin ötesinde gelecekte gerçekleşecek olan bir program”dır; başka bir deyişle, “kaderin daha çok iyi yönde olmak üzere bir tecellisi”dir. Arapça’da “pay, hisse, bölüşülen şeyin belli bir kısmı” anlamına gelen kısmet ile nasip kelimeleri de Türkçe’de aynı maksatla kullanılmaktadır. Kısmet “bölmek, bölüşmek” anlamındaki kasm ve iktisâm kelimeleriyle bağlantılıdır. Bir âyette, “Dünya hayatında onların geçimliklerini biz taksim ettik” (ez-Zuhruf 43/32) denilmektedir.

Buna göre kısmet, “Allah’ın daha çok geçim açısından önceden (ezelde) herkesin elde edeceği şeyleri belirlemesi, rızkını taksim etmesi”, nasip ise “bu taksimde herkese ayrılan pay” mânalarına gelir. Aynı duygu ve inanışları ifade etmek üzere kullanılan kader kelimesi, aslında diğer bütün kavramları içine alabilecek geniş bir muhtevaya sahiptir. Kader, “canlı cansız bütün tabiat nesnelerinin ve bütün olayların önceden Allah tarafından bilinmesi ve planlanması” demektir. Hiçbir şeyin bu plan dışında kalması veya buna ters düşmesi mümkün değildir. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu ilâhî irade ve takdirin hayır veya şer niteliğindeki her şeye şâmil olduğunu kabul ederler. Bununla birlikte Türkçe’de kader baht, talih, kısmet, nasip ve Fransızca’dan dilimize geçmiş bulunan şans (chance) kelimelerinin aksine daha çok elem verici tecelliler için kullanılmaktadır. 

“Baht, talih” mânasında kullanılan felek ise (Arapça’da dehr, zaman, Farsça’da çarh), insan hayatının önceden düzenlenmiş programından çok bu programı düzenleyen güç anlamında da kullanılmaktadır.

Hayatın acı ve tatlı olaylarla dolu olması, kişinin hoşlanmadığı fakat ortadan kaldırmaya, hatta kaçınmaya bile gücü yetmediği vâkıaları kabullenerek yaşamak mecburiyetinde bulunması, insanı ister istemez tabiat üstü bir yönetici ve etkileyicinin varlığı sonucuna götürmüş ve kendisinde bu varlığa bağlanma ihtiyacını doğurmuştur.

Allah inancının fıtrî oluşunun anlamı da budur. Her asırda sayıları pek az olan Cebriyye taraftarları bir yana İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu, Allah’ın mutlak kudret ve iradesinin yanında insanın da sınırlı bir güç ve iradeye sahip bulunduğunu kabul etmişler, konu ile ilgili olarak çeşitli âyet ve hadislerden oluşan nasları bu anlayışa uygun bir şekilde yorumlamışlardır. İrade hürriyeti ve akıldan ibaret olmak üzere insanın sahip bulunduğu iki değerli şey sayesindedir ki o birçok varlıktan üstün görülmüş (bk. el-İsrâ 17/70), yaratana ve yaratılmışlara karşı sorumlu tutulmuştur. İrade hürriyeti ve buna yön verecek zihnî kapasite mevcut olunca da insanın harekete geçmesi ve elinden gelen çabayı sarfetmesi gerekir. 

Yüce Allah tarafından düzenlenen tabiat kanunları gereğince gayret göstermeden başarıya ulaşmak mümkün değildir. Buna göre, kader ve irade hürriyetine dair nazarî tartışmalar bir yana, pratikte sonuca götürecek girişimlerde bulunmadan ve elden gelen gayreti sarfetmeden kaderin tecellilerini beklemenin, başarısızlık halinde de talihine küsmenin İslâmiyet’in inanç, hukuk ve ahlâk prensipleriyle çeliştiği görülmektedir. Şüphe yok ki irade hürriyeti ve iş yapma gücünün bulunmadığı yerde sorumluluğun, dolayısıyla dünyevî ve uhrevî ceza veya mükâfatın bulunması da söz konusu değildir. Nitekim cebr görüşünü benimseyenler bile Allah’ın mutlak kudret ve iradesinin karşısında kulun iradesini yok mesabesinde görmüşlerse de fiilen her insanın sorumlu olduğunu kabul etmişlerdir. Sorumluluk açısından bakıldığı takdirde Cebriyye’nin insan iradesini yok farzedişi, uygulamaya intikal etmeyen, sırf teorik ve felsefî bir münakaşa görünümü arzeder.

İslâm felsefesinde baht kelimesi, Aristo felsefesindeki tukhê teriminin karşılığı olmak üzere, ittifak kelimesinin eş anlamlısı olarak özellikle “tesadüf” mânasında kullanılmıştır. Aristo, “Bir şeye ait olan ve onun hakkında doğru olarak tasdik edilen, ancak ne zorunlu ne de çoğu zaman vuku bulan şey” diye tarif ettiği (Métaphysica, 1025a, 10-15) arazın belli bir sebebinin bulunmadığını, ancak tesadüfî yani belirsiz bir sebebinin olacağını belirtmiştir. Böylece o, âlemde belirli ve zorunlu sebepler yanında tesadüfî ve ârızî sebeplerle sonuçların da bulunduğunu düşünmek suretiyle felsefesini katı determinizmden kurtarmak istemiştir. Fârâbî aynı anlayışı baht yerine yine “tesadüf” mânasında ittifak kelimesiyle ifade etmiş (bk. en-Nüket, s. 79), İbn Sînâ ise hem ittifak hem de baht kelimelerini birlikte kullanmıştır.

İbn Sînâ nefis-beden ilişkisini incelerken illetleri “zâtî” ve “arazî” olmak üzere ikiye ayırarak nefislerin bedenlerden önce mevcut olmadığını, nefislerin ortaya çıkması (hudûs) ve çoğalmalarının tesadüfen ve rastgele (alâ sebîli’l-ittifâk ve’l-baht) olmayıp bedenlerin oluşmasıyla birlikte gerçekleştiğini, her beden için zorunlu ve gayeli olarak bir nefis meydana geldiğini belirtmiş, bu şekilde Eflâtun’un tenasüh görüşünü reddetmiştir (bk. en-Necât, s. 386-387; Avicenna’s de Anima, s. 233). İbn Rüşd de Metafizika’nın tefsirinde (Tefsîru Mâ Baʿde’ṭ-ṭabîʿa) Aristo’daki tesadüf düşüncesini baht ve bazan da ittifak terimleriyle ifade etmiştir (II, 692, 695; III, 1457-1470). İbn Rüşd’e göre gerçek anlamıyla illet ile baht arasında fark vardır. Zira belli bir illetin belli bir sonuç doğurmasına karşılık tesadüfün neler getireceği bilinemez. Çünkü tesadüfler gibi bunların sonuçları da belirsiz ve sınırsızdır.

BEKİR TOPALOĞLU

Sözlükte “işlerin ters gitmesine yol açtığına inanılan nesne, olay, fiil ve durum” anlamına gelen uğursuzluk kelimesi “uğur, uğurlu şeyleri gösteren simge” anlamındaki fâlin zıddı olup “gören ve işiten kişinin nefret duyup reddettiği şey” demektir.

Uğur ise insana mutluluk, iyilik ve şans getireceğine inanılan durumdur. “Uğursuz saymak” mânasındaki şe’m kökünden türeyen teşe’’üm, “uçmak” anlamındaki tayr kökünden türeyen tıyere (tetayyur), tâir kelimesiyle birlikte kullanıldığında zecr, ayrıca “uğursuzluk, uğursuz” anlamındaki nahs kelimesi de aynı mânaya gelir. Uğursuzluk “insan ve hayvanlarla diğer bazı nesnelerin hareket, ses ve duruşlarını uğursuz sayma” şeklinde de tanımlanır. Başlangıçta fal hem uğur hem uğursuzluk içeriğiyle algılanırken daha sonra bilhassa İslâmî dönemde sadece uğurlu işler için kullanılmaya başlanmıştır.

Uğursuzluk bağlamında güvercin, karga, baykuş ve hüdhüd gibi kuşların uçuşundan anlam çıkarma anlayışı çok eski bir geçmişe sahip olup Bâbil ve Mısırlılar gibi yahudi ve hıristiyanlarda da mevcuttu. Câhiliye Arapları kuşların yanı sıra bir kısım özellikler taşıyan insanlarla kulağı yarık, boynuzu kırık hayvanları ve bazı sesleri de uğursuz kabul ederlerdi. Araplar’ın başvurduğu yöntemlerin en yaygını kuş uçurtma şeklinde yapılanıydı. “İyâfetü’t-tayr” denilen bu yönteme göre sabahleyin evinden çıkan kişi uçan bir kuşun uçtuğu yöne göre o günkü işini yorumlardı. Kuş soldan sağa doğru uçarsa (sânih) uğurlu, sağdan sola doğru uçarsa (bârih) uğursuz sayılırdı. Uçan kuş görülmediği takdirde bir kuşu uçurmak suretiyle aynı işlem uygulanırdı. 

Uğursuz addetmenin ikinci türü bazı hayvanların adından, sesi ve renginden hareketle olumsuz anlam çıkarma biçimindedir. Câhiliye inancına göre karga gurbete ve garipliğe, hüdhüd ise hidayete delâlet ederdi. Uğursuz saymanın üçüncü türü ölü hayvanlara bakılması veya kesilirken gözlemlenmeleri sonucu tesbit edilen bulgulardan çıkarılan olumsuz anlamlar şeklindedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de “tıyere” kavramı inkârcıların kendilerini haklı göstermek için başvurdukları bir bahane olarak zikredilir. Bu çerçevede Yâsîn sûresinde (36/13-19) bir “karye” halkına (muhtemelen Antakya) gönderilen hak davetçileri (Taberî, XXII, 186-187) yaptıkları davete karşılık muhatapları tarafından yalancılıkla itham edilmiş ve uğursuzluk getirdikleri ileri sürülmüştür. Kur’an’da aynı mahiyette bir tepkiyi Hz. Sâlih’in kavmi Semûd ile (en-Neml 27/45-47) Hz. Mûsâ’nın muhatapları Firavun ve taraftarlarının (el-A‘râf 7/130-131) gösterdiği ifade edilmektedir. Hz. Peygamber hastalığın kendiliğinden sirayet etmediğini, kuşun uçmasıyla uğursuzluk meydana gelmediğini, safer ayında veya baykuşun ötmesinde uğursuzluk aranamayacağını (Buhârî, “Ṭıb”, 45, 54; Müslim, “Selâm”, 102), İslâm’da uğursuzluk anlayışının bulunmadığını, daima iyimser ifadelerin kullanılması gerektiğini (Buhârî, “Ṭıb”, 44, 54) söylemiş, kuşun uçuşundan geleceğe yönelik kötü sonuçlar çıkarmanın şirk sayıldığını ısrarla vurgulamıştır (Ebû Dâvûd, “Ṭıb”, 24; Tirmizî, “Siyer”, 47). Bir başka rivayette ise, “Uğursuzluk anlayışı yüzünden işinden vazgeçen kimse şirke düşmüş olur” demiş, bunun kefâretinin ne olduğu sorulduğunda, “Allahım! Senin hayrından başka hayır, senin takdirinden başka takdir ve senden başka ilâh yoktur” denmesini öğütlemiştir (Müsned, II, 220). Konuyla ilgili rivayetleri değerlendiren İbnü’l-Esîr uğursuzluk telakkisinin şirk sayılmasını, bunu icra edenlerin bazı işlemlerle menfaat sağlayacaklarına ve kendilerine dokunacak zararları gidereceklerine inanmalarına bağlamıştır (en-Nihâye, III, 152).

Kur’an’da uğursuzluk telakkisinden menfi şekilde bahsedildiği ve ilk rivayetin aksine diğer rivayetlerde bu anlayışın Câhiliye dönemine nisbet edildiği göz önünde bulundurulduğunda at, kadın ve evi uğursuz saymanın İslâm’a değil Araplar’ın İslâm öncesi dönemine ait bir âdet olduğu anlaşılır. Birinci rivayetteki karışıklık râvinin “eğer bir şeyde uğursuzluk olsaydı” ifadesini atlamasından kaynaklanmaktadır. İslâm toplumunda yönetici ve âlimlerin kanaati de bu yöndedir. 

İnsanlar çevrelerinde gördükleri birtakım şeylerde ve tabiat olaylarında uğursuzluk bulunduğuna inanagelmiştir. Çağımızda da bu anlayışı benimsemiş pek çok kişiye rastlamak mümkündür. Bu kişiler uğursuz kabul ettikleri şeylerden kendilerine kötülük ve zarar geleceğini sanır, onlardan uzak durmaya çalışır, bu yüzden de korku ve endişe içinde yaşarlar. Aslında hiçbir şeyde uğursuzluk bulunmadığı gibi hiçbir şey başlangıçta uğurlu da değildir.

Uğursuzluk herkesin kendinde, kendi yorumunda ve anlayışındadır. Halk arasında kullanılan, “Uğurlu geldi, uğursuzluk getirdi” gibi sözler birer zan ve kuruntudan ibarettir. Ay ve güneş tutulması, köpeklerin uluması, baykuşun ötmesi, kedi ve köpeğin yürüyen bir kişinin önünden geçmesi, ayrıca merdiven altından geçmek, salı günü işe başlamak veya yola çıkmak, gece aynaya bakmak, tırnak kesmek vb. pek çok şeyde uğursuzluk bulunduğunun kabul edilmesi birer temelsiz inançtır. Bir nesneyi veya olayı mutlaka bir şeye yormak gerekirse Hz. Peygamber’in tavsiyesine göre iyiye yormak gerekir. Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça beyan edildiği üzere Cenâb-ı Hak fizik âlemin işleyişini kanunlara bağladığı gibi sosyal hayat için de kanun ve kurallar koymuştur. Canlı cansız bütün tabiat Allah’ın emir ve iradesi altındadır.

O’nun emrinin dışına çıkılması sadece insanlar için söz konusu olup bu da Allah’ın insan türüne verdiği bir irade ve seçim imkânından ibarettir. Güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar gibi tabiatı teşkil eden nesneler ve yaratıklar Allah’a secde eder (el-Hac 22/18); yani O’nun varlığını, birliğini, engin ilmini, derin hikmetini, sınırsız irade ve kudretini halleri veya dilleriyle ispat ve kabul eder. İslâmiyet’in asıl ilkesi tevhiddir. Hayır ve şer Allah’tan beklendiğine göre eşya kendi kendine uğurlu veya uğursuz olamaz; onun iyi kullanılması hayır, kötü kullanılması şer getirir. Kullanımdan kaynaklanan hataları nesne ve olaylara atfederek onları uğursuz kabul etmek doğru değildir. Ayrıca bir şeyi uğursuz sayma, dinin yanı sıra ilim, akıl ve gerçekle de bağdaşmamaktadır.

İLYAS ÇELEBİ

DİNLER TARİHİ. Antropolojide bâtıl inançlar kapsamında görülen uğursuzluk kavramı insanların, hatta bazı durumlarda bütün varlıkların başına felâket getirdiğine inanılan birtakım olguları, olayları ve işaretleri ifade eder.

Tarihsel veriler bu inancın, insanla tabiat arasındaki ilişkinin animistik bir sebep-sonuç mantığı çerçevesinde örüldüğü tarih öncesi dönemlerden itibaren var olduğunu göstermektedir. Birtakım tabiat hadiseleri, hayvan veya insan hareketleri, bunların çeşitli görünümleri, gök cisimlerinin astrolojik durumları, şekiller, sayılar, renkler vb. pek çok fenomen eski çağlardan itibaren uğurlu-uğursuz diye iki kategoriye ayrılıp algılanmıştır. Bu anlayış kısmen dinî bir çerçeveye oturtulmuş ve genelde ilâhî güçlerin insanla iletişim kurma çabasının uzantısı olarak yorumlanmıştır. İnsanların söz konusu fenomenleri anlama kaygısı kehanet kavramının ortaya çıkmasına yol açmış, uğurlu ya da uğursuz kabul edilen işaretlerin neye delâlet ettiğinin ancak uygun ritüeller eşliğinde yapılan birtakım kehanetlerle anlaşılabileceğine inanılmıştır. Böylece evrendeki her yapı veya durum kehanetle okunması gereken şifreli bir harita konumuna getirilmiştir. 

Tekin olmayan bu dünyada gündelik hayatta her an karşılaşılan bu şifreli fenomenlerin çözülmesinin gerekliliği, kehanet kurumunun güçlenmesine katkıda bulunan en önemli unsurlardan birini oluşturmuştur. Fakat uğursuz sayılan fenomenlerin niçin bu şekilde yorumlandığı konusu açık değildir. Muhtemelen kâinatın veya tabiatın alışılmış düzenine aykırı görülen her fenomen uğursuz sayılmış veya tekin kabul edilmemiştir. Şüphesiz bazı durumlarda, sonucunun olumsuz olduğu gözlemlenen birtakım pratik tecrübeler ve muhtemel bir hatanın önüne geçme çabası da uğursuzluk kavramının gelişimini etkilemiştir. Tarihsel anlamda ortaya çıkış gerekçesi ne olursa olsun, antik dinlerde her uğursuzluğun ilâhî alanın ihmali veya ihlâli şeklinde vuku bulduğuna dair bir kabul vardır. Bu kabul uğursuzluğun bertaraf edilmesini, bir ritüel eşliğinde felâketin önlenmesini gerektirmiştir. Bu durumda her uğursuzluk önceden hissedilmeli (kehanet) ve önleyici bir eylemle (ritüel) bertaraf edilmelidir.

Uğursuzluk fenomeni üzerine yapılan çalışmalar bu konuda çeşitli kültürlerden binlerce örneğin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Yazının bulunuşundan önceki dönemlere ait bilgiler ancak etno-arkeoloji gibi bilim dallarının tahminî verilerine dayandırılabilir.

Mevcut belgelere göre ilk örnekler eski Mezopotamya’da ele geçen çivi yazılı dokümanlardan gelmektedir. Bunların en açık bilinenleri ise çoğunlukla astronomik olaylarla ilgilidir. Bilhassa ayın etkisiyle meydana gelen birtakım gök olayları eski Ortadoğu halklarının günleri uğurlu-uğursuz diye ayırmasına kaynaklık etmiştir. Yahudiliğe Şabat adıyla girecek olan cumartesi ritüeli, kökeni Sumerler’e ve Akkad-Bâbil geleneğine kadar giden bir fenomendir. Bâbil’de Şab(p)attu diye bilinen gün uğursuzluk getirdiğine inanıldığı için bütünüyle ay tanrısına adanması gereken bir gündü. Bu günün felâketlerinden kurtulmak ancak aya adanan ritüellerle mümkün olabilirdi. Ayrıca ayın 7, 14, 19, 21 ve 28. günleri uğursuz kabul edilirdi. Eylülün ilk beş günü kral için uğursuz sayılırdı.

Bu beş gün ateşte hazırlanan yiyecekler uğursuzluğa yol açacağı için yenmezdi. Ay ve güneş tutulması da uğursuz kabul edilen temel fenomenlerdendir. Gök cisimlerinin hareketleri kralın kendisi veya faaliyetleri için gözlenmeliydi. Eğer Merkür Venüs’e yaklaşırsa bu kralın düşmanlarını yeneceğine, Mars ayın evlerinden birine girerse bu da kralın öleceğine işaret sayılırdı. Öte yandan geleceğin veya yapılacak herhangi bir eylemin uğurlu ya da uğursuz olacağını önceden bilme isteği eski Ortadoğu’da kehanetle ilgili inançları son derece önemli kılmıştır. Nitekim Hititler’de herhangi bir nesne (çoğu defa hayvanın iç organı, meselâ ciğeri) incelenerek yapılacak eylemin sonucunun uğurlu veya uğursuz oluşunun önceden tesbit edilebileceğine inanılırdı. Kuşların uçuş yönü ve çıkardıkları seslerden yapılacak eylemin uğurlu veya uğursuzluğunun tesbitini içeren kehanetler de yaygındı. Benzer örnekler İtalya’da Etrüskler, daha sonra Romalılar arasında yaygın biçimde uygulanmıştır. Hayvanların yeni doğan yavruları, çocuklar, açan bir çiçek veya yetişen bitkinin şekilleri/görünümleri de uğurlu-uğursuz şeklinde tasnif edilirdi.

Yahudilik’te Dâvûd döneminden itibaren monoteist eğilimin güçlenmesinin ardından antik inançlar yoluyla gelen uğursuzlukla ilgili pek çok gelenek ortadan kalkmıştır. Eski İsrâil kültürüne ait monoteist dönemde devam eden ve uğursuzluk inançları çerçevesinde değerlendirilebilecek iki temel âdet Urim ve Tummim kehanetiyle mezuzadır. Urim ve Tummim, Tevrat’ta başkohenin göğsüne taktığı bir kehanet aracıdır; yapılacak herhangi bir işin uğurlu ya da uğursuz olduğunu tesbit etmekte kullanılırdı (Sayılar, 27/21; I. Krallar, 14/41-42; I. Samuel, 14/41-42). İslâmiyet’teki muska türünden bir geleneği andıran mezuza ise kapıların üstüne asılan, evdekileri her türlü belâdan veya uğursuzluktan koruduğuna inanılan nazarlık türü bir nesnedir. İçerisine kutsal kitaptan Şema (Tesniye, 6/4-9), Vehaya (Tesniye, 11/13-21) duaları yazılarak İsrâil Tanrısı Yahve’nin evdekileri uğursuzluklardan koruması beklenirdi.

Günlerle ilgili uğursuzluk telakkisine bir örnek olarak av (ağustos) ayının ilk dokuz günü gösterilebilir. 

Mişna’ya göre (Ta’anit, 4/6) mâbedin yıkılması gibi felâketler bu günlerde vuku bulduğu için bu dokuz gün bütünüyle uğursuz sayılmıştır. Dokuz gün boyunca yiyecek ve içecek tüketme konusunda çeşitli kısıtlamalar getirilmiş, keyif verici her şey en aza indirilmiştir. Gerek Talmud’dan (Sanhedrin, 65a) gerekse Ortaçağ filozoflarından gelen bilgiler de yahudi mistik çevrelerinde günlerin uğurlu-uğursuz diye ikiye ayrıldığına işaret etmektedir. Levililer’de (19/26) fiil haliyle (te‘onen) geçen “me‘onen” kelimesi, Talmud âlimlerine ve filozoflara göre günlerin uğurlu veya uğursuz oluşuyla ilgilenen insanlar için kullanılırdı. Ayrıca popüler ve mistik yahudi literatüründe pazartesi gününün uğursuzluğu yaygın bir inanıştır (Tekvîn’de yaratılış kıssasının anlatımında Tanrı, yaratılış günlerini nitelendirirken, “ve iyi olduğunu gördü” şeklindeki ibareyi sadece pazartesi günü için kullanmamıştır). İki köpek arasında kalmak, iki kadın arasından geçmek, iki hurma ağacının ortasında durmak (Talmud, Pesahim 1116) gibi folklorik anlamda zengin çok sayıda uğursuzluk fenomenini bu örneklere eklemek mümkündür. Kabalacı Yahudilik’te sayıların uğursuzluğuna yönelik birçok hurafe mevcuttur.

Yahudi monoteizminin bir versiyonu olarak ortaya çıkan Hıristiyanlık’ta fenomenlerin uğurlu-uğursuz diye ayırımına erken dönemde rastlanmaz. Ahd-i Cedîd’de Pavlus’un bu ayırımı reddeden pek çok ifadesi vardır. Erken Ortaçağ’lardan itibaren Yunan ve Roma kültürlerine asimile olmaya başlayan Hıristiyanlık antik uygarlıkların mirasını devralmıştır. Bu mirasın önemli bir kısmı da antik hurafelerdir. Nitekim Îsâ’nın çarmıha gerildiği gün olduğu kabul edilen cuma uğursuz bir gündür. Zamanımıza kadar gelen ve en çok bilinen sayılarla ilgili uğursuzluk fenomeni on üç sayısıyla alâkalıdır.

Hıristiyan inancına göre Îsâ’nın son akşam yemeğinde kendisiyle birlikte masada on üç kişi vardı. Yemekten sonra Îsâ’nın yakalanması on üç sayısıyla ilgili bu fenomenin yaygınlaşmasına yol açmıştır. Şüphesiz on üç ile ilgili bu uğursuzluk telakkisinin tarihsel kökeni, Vikingler’in tanrısı Odin’in on iki kişi için verdiği yemek davetine kendisini hileyle on üçüncü tanrı olarak davet ettiren Loki’nin Odin’in oğlu Balder’i öldürmesi mitosuna kadar uzanır. Hıristiyan geleneğinde ayın on üçüncü günü, binaların on üçüncü katı, on üç kişinin yan yana bulunması gibi pek çok uğursuzluk anlayışı mevcuttur. Ortaçağ’lardaki en popüler uğursuzluk telakkileri arasına ayna kırmak, kara kedi görmek, merdiven altından geçmek, gece tırnak kesmek türünden inançlar da dahil edilebilir.

Çin kültüründe dört sayısı ölüm kelimesinin telaffuzuna benzediği için uğursuzdur. Bundan dolayı Çin’de pek çok binanın dördüncü katı yoktur. Kuzeye bakan evlerin, gece havlayan köpeğin, gece tırnak kesmenin, makarnayı keserek yemenin (hayatı kısaltmak anlamına geldiği için) uğursuzluk getirdiğine inanılır. Japonlar’da da aynı sebepten dolayı dört sayısı uğursuzdur. Yemek yeme çubukları yiyeceğe saplanmaz, zira bu hareket sadece ölü ritüelinde yapılır. Kuzeye karşı yatıp uyunmaz. Cenaze arabası geçerken baş parmak saklanır.

Uğursuzluk inancı konusunda çeşitli din ve toplumlarca benimsendiği bilinen bu örneklere yüzlercesini eklemek mümkündür. Bu inancın kökeni arkaik dönemlerde insanın tabiatla ilişki kurma çabasında aranmalıdır. Karşılaşılan sıra dışı tabiat fenomenleri, anlaşılamayan kozmik felâketler veya düzenler, evreni algılamaya çalışan insanoğlunda birtakım simgesel arketipler meydana getirmiş olmalıdır. Şüphesiz uzun tarihsel süreç bu tecrübelerin şeklini tanzim etmiş ve bunların şekil değiştirerek günümüze kadar ulaşmasına katkıda bulunmuştur.

KÜRŞAT DEMİRCİ

İnsanlık tarihi boyunca bazen tabiat olayları, bazen şahıslar, bazen hayvanlar ya da günler gibi çeşitli durumlar uğursuz sayılmıştır. Toplumdan dışlanan insanların, uğursuz kabul edildiği için eziyet edilen hayvanların örnekleri tarih kaynaklarında yer almaktadır. İslam ise uğursuzluğu reddetmiştir.

Hristiyanlıkta ayna kırmak, kara kedi görmek, 13 sayısı, Cuma günü gibi kavramlar uğursuz sayılmışken, Yahudilikte iki köpek arasında kalmak, iki kadın arasından geçmek ve pazartesi günü uğursuz sayılmıştır. İslam öncesi Arap toplumlarında da uğursuzluk nesnelere ve kişilere atfedilen ve yaygın inanılan bir durumdur.
İslam dini tüm bu inanışlardan farklı bir tutum sergilemiştir. Uğursuzluğu savunanlara karşı verilen cevaplar Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde anlatılmıştır. İnkârcıların kendilerini haklı göstermek için kişileri ya da durumları uğursuz diye nitelediklerinden bahseden ayetlerde “uğursuzluk” inancı reddedilmiştir. [Yasin/19, Neml/45-47, Araf/130-131]

Hz. Muhammed (s.a.v) uğursuz bulma ve kötüye yormayı, bu sebeplerle işlerini düzenleyerek yapacağı işi ertelemeyi hoş görmemiştir. Cahiliye Araplarının (İslam öncesi Arapların) uyguladığı kuş uçma yönüne göre işleri düzene koymayı şirk olarak nitelendirmiştir. Çünkü bu tip uygulamalar, olan olayların Allah tarafından geldiğinin unutulmasına, uğur ve uğursuzluk ile varlıklara bağlanmasına, dolayısıyla da tevhit inancının göz ardı edilmesine sebep olmuştur. Arap aylarından safer ayının ve baykuş ötmesinin uğursuz sayıldığı dönemde yine Hz. Muhammed (s.a.v) bunların da uğursuz sayılmaması gerektiğini söylemiş, başka bir hadisinde de sihir yapmayan, uğursuzluğa inanmayan, Allah’a tevekkül eden kimseleri cennetle müjdelemiştir.

İslam dininde olayların ya da eşyaların özünde iyi ya da kötü olduğu fikri reddedilirken, başa gelen bela ya da hayırlı olayların her birinin Allah’tan gelen bir imtihan gözüyle değerlendirilmesi gerektiği vurgulanır. Bu İslam inancının bir gereğidir. / Nisa/78

Batıl inançlara her kültürde yer var

Batıl inançlar, bilim insanları, ateistler, kuşkucular da dâhil olmak üzere istisnasız herkesin yaşamında yer buluyor. Mesela, neden merdiven altından geçmeyiz? Ya da, nazar değmesin diye neden tahtaya vururuz? Kırık ayna neden 7 yıl uğursuzluk getirir?

Kırık ayna 7 yıl uğursuzluk getirir

Antik Yunan’da, aynadaki yansımaya bakarak geleceği gören falcılara danışmak çok yaygındı. Tarihçi Milton Goldsmith, 1918’de yazmış olduğu “Signs, Omens and Superstitions” (İşaretler, Kehanetler ve Batıl İnançlar) kitabında bu inancı şöyle açıklar: “Kehanette bulunmak için su ve ayna kullanılırdı. Ayna suya batırılır ve hasta kişiden aynaya bakması istenirdi. Eğer kişinin görüntüsü bulanık ise büyük ihtimalle öleceği, yok eğer netse, yaşayacağı söylenirdi”. M.S. birinci yüzyılda, Romalılar bu inancı biraz değiştirdiler. O dönemlerde insan sağlığının 7 yılda bir değiştiğine inanılırdı. Böylece, kırık bir aynadaki görüntünün biçimsizliği, ölümden ziyade, 7 yıllık bir hastalık ve şanssızlık döneminin işareti oluverdi.

Uğur için kapıya at nalı asmak

At nalı birçok kültürde uğurlu bir nesne olarak kabul edilir. At nalının sihirli güçlere sahip olduğuna dair inanç Yunanlara kadar uzanır. Yunanlar, demirin insanları şeytandan koruduğunu düşünürdü. At nalı demirden yapılmasının yanı sıra, yarım ay şeklindedir. Yarım ay, Yunanlar için bereketi ve kısmeti simgelerdi. Bu inanış Yunandan Romalılara, onlardan da Hristiyanlara geçti. Ortaçağda büyücülük yaygınken, İngiliz Adaları’nda yaşayan insanlar kapılarına at nalları asıyordu. Çünkü yaygın inanca göre cadılar atlardan korkuyordu.

Kara kedi

Birçok kültürde kedilerin güçlü bir kehanet yeteneğine sahip olduğu düşünülür, fakat bunun iyi mi, yoksa kötü bir özellik olduğu tartışma konusudur. Eski Mısırlılar bütün kedilere saygı göstermişler ve özellikle kara kedinin iyi şans getirdiğine inanmışlar. Hatta 17. yüzyılın başlarında İngiltere Kralı 1. Charles’ın da beslediği bir siyah kedisi varmış. Kedi ölünce Kral şansının yok olduğu düşünmüş. Gerçekten de hemen ertesi gün vatan hainliği ile suçlanarak tutuklanması da bu batıl inancın inanırlığını pekiştirmiş. Ortaçağ Avrupası’nın diğer bölgelerinde yaşayan insanlar ise tam tersine inanmışlar. Kara kedilerin cadılarla akraba ya da arkadaş olduğu ve yolda karşılaşılan kara kedinin şeytan tarafından gönderilen bir elçi olduğu düşünmüş ve bunu kötü şans olarak yorumlamışlar.

Bir tutam tuzu sol omuza serpmek

Kültürümüzde yok, fakat (yanlışlıkla) tuz dökmenin binlerce yıl boyunca şanssızlık getireceğine inanılır. M.Ö. 3.500’de Sümerler, tuz döküldüğünde, bir tutam da sol omuzlarına serperek kötü şansı kovduklarına inanmışlar ve bu hareket Mısır, Asur ve daha sonra Yunan kültürlerinde benimsenmiş. Bu inanış, yemeğe kattığı lezzetten ötürü tuza verilen değeri de göz önüne seriyor.

Merdiven altından geçmek kötü şans getirir

Bu inanç, Eski Mısır’da 5 bin yıl öncesine dayanıyor. Duvara dayalı duran merdiven, açısı itibariyle bir üçgen oluşturur ve üçgen Mısırlılar için kutsal bir formdur: Piramitler gibi. Onlar için üçgen, tanrıların birliği anlamına gelir ve bir üçgenin içinden geçmek ise bu kutsallığı bozar. Bu inanç asırlar boyu sürmüş ve sonunda İsa’nın ölümüyle yeni bir boyut kazanarak bugünkü halini almış. İsa’nın gerildiği çarmıha dayalı bir merdiven, İsa’nın takipçileri tarafından kötülüğün, ihanetin ve ölümün simgesi ilan edilmiş. Altından geçmenin şanssızlık getireceğine inanılmış. Öyle ki, 1600’lerin İngiltere’sinde suçlular idam sehpasına götürülürken merdiven altından geçmeye zorlanmışlar.

13 rakamının uğursuzluğu

13 rakamından korkmanın, İskandinav mitolojisinden gelen bir de adı var: Triskaidekafobi. Efsaneye göre 12 tanrı ziyafet için Valhalla’ya davet edilir. Ziyafetin bir de davetsiz misafiri vardır: Kötülüğün ve kurnazlığın tanrısı Loki. Böylece davetli sayısı 13 olur. Diğer tanrılar onu kovmak ister, ancak çıkan arbedede aralarında en sevilen tanrı Balder öldürülür. İskandinavyalılar, 13 kişilik yemek davetleri vermez ve 13 rakamını sevmezler. Avrupa’ya yayılan efsane, Hristiyan inancında “Son Akşam Yemeği” ile kendini gösterir: Yemekteki 13. havari olan Yahuda, İsa’ya ihanet ederek onu gammazlar. İnsanlar 13 rakamından çekinirler ancak bu rakamın uğursuz olduğunu gösteren herhangi bir istatistiksel kanıt yok.

Hapşırana çok yaşa demek

Kültürümüzde çok yaşa deriz, ancak İngilizce konuşulan birçok ülkede hapşıran kişiye “God bless you” (Tanrı seni korusun) denir. Bunun gibi sihirli olduğuna inanılan sözcükler birçok kültürde binlerce yıldır kullanılıyor. Hapşırınca kötü ruhların dışarı atıldığı inancına dayanan bu davranış, M.S. altıncı yüzyılda Papa Gregory’nin kesin talimatıyla başlamış. O dönemde İtalya’da kol gezen veba salgınının ilk belirtisi olan şiddetli ve sürekli hapşırık, ölümle sonuçlanıyordu. Papa Gregory de, sağlıklı insanlardan, hasta olanlar için dua etmelerini ve bol sağlık temennisinde bulunmalarını salık vermiş. Eğer kişi hapşırırken tek başına ise, “Tanrım bana yardım et” diye dua etmesi önerilmiş. Bu temenni, bugün yabancı kültürlerde “Tanrı seni korusun”, bizde ise “Çok yaşa” olarak dile getiriliyor.

Nazar değmesin diye tahtaya vurmak

Nazar değmesin diye tahtaya vurmak

Çok yaygın kullanılan bu hareketin nereden çıktığı bilinmiyor. Bazı tarihçilere göre, kadim dinsel törenlerde yemin ederken haça dokunmak bu inancın bir uzantısı olabilir. Bazılarına göreyse bu alışkanlığın kökeni, Avrupa’da çiftçilerin tahtaya vurarak, çıkarttıkları ses ile kötü ruhları kovma gayretlerine dayanıyor olabilir.

Mercan Bursalı

Gaipten haber vermeyle ilgili birçok yöntemden biri olan ruh çağırma (necromancy) ölen kimselerin ruhlarını büyü yoluyla çağırarak onlarla ilişki kurma metodudur.

Ölen kimselerle bu şekilde haberleşmeye çalışmanın başlıca amacı bilinmeyen sebeplerin açığa çıkarılmasını sağlama veya olayların gelecekteki seyrini öğrenme isteğine dayanır. Ruhu çağrılan kişinin ölüm sebebi de araştırılan hususlar arasındadır. Ruh çağırma, ölümden sonraki hayatın varlığına ve ölen kimselerin yaşayanların işleriyle ilgilenmeye devam ettikleri gibi geleceğin bilgisine de sahip olduklarına inanmayı gerekli kılar. Bu yönüyle ruh çağırma karmaşık cenaze törenleriyle, cenaze töreni sonrası geleneklerle ve atalara tapınma ile ilişkilendirilmiştir. Ölülerin ruhlarını büyü yoluyla çağırma uygulaması ile sınırlı olan ruh çağırmada spiritüalizm (spiritizma) veya ruhçuluktan farklı olarak aracılar yoluyla haberleşme olmadığı gibi şamanların ruh seyahatlerine ilişkin tecrübelerinin aksine ölülerin ruhlarıyla karşılaşma, hayaletlerin görüntüleri veya rüyada haberleşme de yoktur. Ortaçağ’larda ruh çağırma “büyü” mânasında kullanılmaya başlanmış, çoğunlukla büyü, sihir ve büyücülüğe benzer kabul edilmiştir.

Gaipten haber vermeye hemen her kültürde rastlanırsa da ruh çağırma yöntemiyle gaipten haber verme belirli geleneklerde görülür. Meselâ eski Yunanlılar ölülerin gaipten haber verme gücüne sahip olduklarına, mezarları başında kurban sunmak veya yere şarap dökmek suretiyle onlardan bilgi alınabileceğine inanıyorlardı. Bu tür takdimeler cenazenin defni esnasında ve sonrasında icra edilen törenlerin bir parçasıydı. Ruh çağırma Homeros döneminde Yunanlılar tarafından uygulanıyor, onların klasik literatüründe bu konuya sık sık değiniliyordu. Odysseus’un, talihsizliğinin sebebini öğrenmek için Tiresias’a danışmak üzere Hades’i ziyaret etmesi (Odysseia, s. 197), Gılgamış’ın ölüler âlemiyle ilgili bilgi almak amacıyla ölen Enkidu’ya başvurması da (Gılgamış Destanı, tablet XII) birer ruh çağırma örneği olarak kabul edilmiştir. İskandinavyalılar ve Almanlar arasındaki ruh çağırma uygulamasına dair bilgilerin pek çoğunun efsanelere dayandığı bilinmektedir. 

Ruh çağırmanın Etrüskler arasında ve Roma tarihinin ilk dönemlerinde bilinmediği veya en azından kayda geçirilmediği görülmektedir. Peru’nun fethinden kısa bir süre sonra yazılan İspanyol tarihlerinde İnkalar’ın ölülerle irtibat kuran iki özel kâhin sınıfına sahip oldukları kaydedilir. Bunlardan bir grup ölen kimselerin mumyaları ile meşgul olma, diğerleri ise çeşitli ruhî varlıklara ve İspanyollar’ın put diye nitelendirdikleri tasvirlere başvurma konusunda uzmanlaşmıştı.

Ruh çağırma mitolojik anlatılar, efsaneler ve edebî metinlere konu olmuştur. Bu tür metinlerde ölen kimselerle haberleşme tasvir edilir veya onların mesajları anlatılır; bunun yanında ruh çağırmayla ilgili çeşitli teknikler hakkında bilgi verilir. Ruh çağırma seansları esnasında ölünün bir parçasının, çoğunlukla da kafatasının veya isminin kullanılması dikkat çekicidir. Cevap, trans halinde karnından konuşma sanatı yoluyla gaipten haber veren kimse tarafından uydurulan bir söyleşi şeklinde olabileceği gibi bir işaretle de açığa vurulabilir. Bu da bir falı yorumlamayı veya bir kuradan sonuç çıkarmayı gerektirebilir. Yine ruh çağırma tekniğiyle ilgili olarak Yeni Gine’nin Huon Gulf bölgesinde XIX. yüzyıl boyunca ve misyonerlerin bölgeye gelişinden önce bütün ölümler büyüye atfedilirdi. Ölüme sebep olan büyücünün kimliği, ölen kimsenin ruhunu büyü yoluyla çağıran falcı tarafından herhangi bir objeye yazılırdı. 

Daha sonra ruh sorguya çekilir ve falcının elinde bulunan objenin hareketinden “evet” veya “hayır” cevabı alınırdı. Kullanılan en yaygın obje sersemleştirilmiş bir yılan balığı olup onun kıvranması “evet” cevabı olarak yorumlanırdı. Diğer objeler ters çevrilmiş bir kabuk veya elde tutulan bir bambu parçası olabilirdi. Bu objelerin hareketleri bazı hilelere mâruz bırakılır ve cevaplar çoğunlukla halk arasında yaygın olan şüpheleri doğrulayacak şekilde kullanılırdı. Haiti’de hem koloni dönemindeki Avrupa etkisinden hem de Batı Afrika geleneklerinden gelen bir uygulama mevcuttu. Ruh çağırma merasimleri ruhların mahiyetleri ve yerleri hakkındaki yaygın inanca göre farklılık arzederdi.

Kitâb-ı Mukaddes’te çok sayıda gaipten haber verme tekniğinden bahsedilmiştir. Ruh çağırma ya da ölüye danışma gaipten haber vermeyle ilişkilendirilmiş (Tesniye, 18/11; I. Samuel, 28/8; II. Krallar, 21/6) ve yasaklanmıştır (Levililer, 19/31, 20/6; İşaya, 8/19, 20; I. Tarihler, 10/13). Bununla beraber Saul’ün bir büyücü kadın vasıtasıyla Samuel’in ruhunu çağırtıp ne yapması gerektiğini sorması (I. Samuel, 28/3-25) bir ruh çağırma örneği olarak kaydedilmiştir. Ruh çağırma Talmud’da da diğer gaipten haber verme teknikleri arasında zikredilmiş ve sert biçimde eleştirilmesine rağmen birçok ruh çağırma örneğinden bahsedilmiştir. Ruh çağırma yahudiler arasında nâdiren uygulanmakla birlikte yine de Rabbânî kaynaklarda ve Ortaçağ yahudi geleneğinde iz bırakmıştır. Hıristiyanlık’ta ruh çağırma ilk asırlardan itibaren kötü bir tatbikat olarak kabul edilmiştir. Pek çoğu Hıristiyanlık öncesine dayanan büyü ile ilgili inançlar Ortaçağ boyunca devam etmiştir. Ancak Ortaçağ sonları ile Rönesans başlarında büyücülere ağır işkenceler uygulanmıştır. Büyücülere yönelik suçlamalar arasında büyü yaparken şeytanî güçlerin yardımına başvurma ve büyü yoluyla ölen kimselerin ruhlarını çağırma da yer almıştır.

AHMET GÜÇ

İslâm’da. Arapça’da “ruh çağırma” karşılığında ilmü istinzâli’l-ervâh, ilmü istihzâri’l-ervâh ve ilmü’l-azâim tabirleri kullanılır. “İlmü da‘veti’l-kevâkib, şa‘beze, ilmü’l-hiyeli’s-Sâsâniyye, ilmü’l-istiâne bi-havâssi’l-edviye ve’l-müfredât” ise ruh çağırmayla dolaylı ilgisi bulunan ve bir ölçüde onun evveliyatını oluşturan uygulamalara ait bilginin adıdır. Ruh çağırma için Osmanlı literatüründe yaygın biçimde kullanılan terim ise huddâmcılıktır. Bu tabirler birbirine yakın mânalar ifade etse de ayrıntıda farklı içerik taşır. Meselâ belli bir amaçla cin veya melek gibi gayri maddî varlıklarla temasa geçmeye “ilmü’l-azâim”, bunların bedenlenmiş şekilleriyle temasa geçmeye ise “ilmü’l-istihzâr” denilir (Taşköprizâde, I, 366-367; Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 80).

Câhiliye Arapları medyum tabiatlı insanları takip eden “reiy” veya “tâbi‘” adında cinlerin varlığına, kâhinlerin bunlardan aldıkları haberlere dayanarak kehanette bulunduklarına inanırlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de cin ve şeytanların gökten haber çalmalarına engel olmak için üzerlerine ateş şuleleri gönderildiği bildirilmekte (el-Hicr 15/18; es-Sâffât 37/10; el-Cin 72/8-9), şeytanların kışkırtma ve temaslarından Allah’a sığınılması tavsiye edilmektedir (el-Mü’minûn 23/97-98). Resûl-i Ekrem de bu konuda şöyle buyurmuştur: “Allah bir işe hükmettiği zaman önce arşı taşıyan melekler, arkasından gök ehli O’nu tesbih eder. Sonra altıncı göğün ehli yedinci göğün ehline, ‘Rabbiniz ne buyurdu?’ diye sorar. Nihayet haber dünya göğünün halkına ulaşır. Şeytanlar kulaktan bir şeyler kapmak isterler, bu duruma engel olmak için üzerlerine gök taşları salınır. 

İslâm inancına göre yaratılış esnasında insan bedenine üflenen ve ölüm anında ondan ayrılan bir öz olan ruh insanın ölümüyle yok olmayıp bir başka âleme yükseltilir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah nefisleri -ruhları- öldükleri sırada, ölmeyenleri ise uykularında alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, diğerlerini belirlenmiş bir süreye kadar salıverir” buyurulmaktadır (ez-Zümer 39/42). Hadislerde de ölen kişilerin ruhlarının semaya yükseltildiği haber verilmektedir (Müsned, VI, 140; Müslim, “Tevbe”, 46; İbn Mâce, “Zühd”, 30-31). Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerden peygamberlerin meleklerle, bazı kâhinlerin de cinlerle irtibatının bulunduğu anlaşılmakla beraber insanların ölen kişilerin ruhları ile temas kurduğuna ilişkin herhangi bir bilgi yoktur. Dolayısıyla ruh çağırma seanslarında ölen kişilerin ruhları ile irtibata geçildiğine dair iddiaların dinî bakımdan mesnedi bulunmamaktadır.

Bu hususta farklı iki görüş ileri sürülmektedir. Birinci görüş ruh çağırma esnasında gelen varlığın cin olduğu şeklindedir. İkinci görüşe göre ise bu sırada dışarıdan herhangi bir varlık gelmemekte, buna karşılık ruh çağırma seansını yöneten medyum tabiatlı kişi senaryoyu kendi hayal dünyasında yaşamaktadır.

Modern dünyada ruh çağırma uygulamaları ilk defa Amerika, İngiltere, Fransa ve Kanada gibi ülkelerde görülmüştür (M. Ferîd Vecdî, VIII [1937], s. 105-114). Ünlü ruh hekimi Mazhar Osman Usman’ın “alafranga cincilik” dediği bu tür olaylar günümüzde parapsikoloji ve metapsişik adı altında araştırılmaktadır. Evrende varlıkları materyalistler gibi sadece üç boyutlu madde âleminde görülenlerden ibaret saymayan bu çevreler bilinen tabiat kanunlarıyla açıklanamayan hayalet görme, tıbbî yollar dışında şifa verme, telepati, telekinezi, ektoplazm, materyalizasyon ve radyestezi gibi normal ötesi parafizik, parapsişik veya psikofizyolojik olayları araştırma konusu edinmiştir. Bu çalışmalara katılanlar arasında, ruh çağırma kapsamına giren olayların gözlemlenerek metapsişik adı altında bilime dahil edilmesini savunan Fransız fizyologu Charles Richet, telepati ve kristestezi (gizli duyu) olaylarını açıklayabilecek bir duyu ötesi algı yeteneğinin varlığını kanıtlamaya çalışan Joseph B. Rhine, İngiliz bilim adamlarından Krookes ve Sir Oliver Lodge sayılabilir.

Bu tür faaliyetlerin Türkiye’deki öncüsü ise Bedri Ruhselman’dır. Ona göre evrende ruhsal idare mekanizması adı verilen bir merkez bulunmakta olup ruhlarla temas bu mekanizma vasıtasıyla sağlanmaktadır. Dünya daima yüksek ruh âlemlerinden gelen yardım ve irşadlarla aydınlanmaktadır. Yüksek varlıklar, zemine ve zamana göre dünyadaki insanların alıcılık kabiliyetleri nisbetinde onları aydınlatır. Her devirde o devrin anlama yeteneğine göre çeşitli alıcı-verici vasıtalara dayanarak yüksek ruh âlemlerinden tebliğler gönderilmektedir. Spiritizma seanslarında değişik yöntemler uygulanmakta olup bunlarda operatör, medyum ve rehber olmak üzere üç odak bulunmaktadır. Operatör, hipnotizma veya manyetizma uygulayıp medyumu uyutan ve birtakım telkinlerle ruhunu vücudundan dışarıya çıkararak başka boyutlara gönderen kişidir. Rehber ise bu tecrübede medyuma tebliğde bulunan ve yardım eden ruhtur. Bazı ruh çağırıcıları bu işlemi medyumun ruhunu başka boyutlara yükselterek yaptıklarını, bazıları ise çağırdıkları yabancı bir ruhun medyumun vücuduna girip operatörün sorduğu sorulara medyumun organlarını kullanarak cevap vermesi şeklinde icra ettiklerini ileri sürmektedir.

Geçmişte pozitivizmin etkisiyle parapsikolojik olayları tecrübe etmeyi patolojik bir durum olarak değerlendiren bilim günümüzde bu anlayıştan büyük ölçüde sıyrılmış ve normal ötesi olayları bir vâkıa olarak kabul etmeye ve açıklanamadıkları için reddedilmemeleri gerektiğini savunmaya yönelmiştir. İlgili literatürde bu tür olayların çoğunlukla gözbağcıların, sahte medyumların ve hokkabazların mahareti şeklinde gösterildiği kabul edilmekle beraber Fox kardeşler, Daniel Douglas, E. Garret, W. Rudi Schneider, Rosemary, Brown gibi medyum ve metapsişikçilerin yaşadıkları normal ötesi olayların üzerindeki esrar perdesinin hâlâ kalkmadığı bilinmektedir. Paranormal olayları bir vâkıa olarak kabul etmede birleşen din âlimleri ve bilim adamları onları izahta birbirinden ayrılmaktadır. Bir kısım bilim adamı paranormal olaylar karşısında agnostik bir yol izleyerek herhangi bir görüş beyan etmezken parapsikologlar ve metapsişikçiler bu tür olayları cüzi ruhla evrensel ruh arasındaki ilişkiyle açıklamaya çalışmaktadır. Medyumun bedeninden ayrılan ruhun çağrılan kişinin sûretinde göründüğünü iddia edenler de vardır. Allah’ın yarattığı varlıkların içinde melek ve cinlerin de bulunduğunu dikkate alan din âlimleri ise insanlarla ruhanî varlıklar arasında ilişki kurulabileceğini, ruh çağırma olaylarının da bu yolla gerçekleşmesinin mümkün olduğunu söylemektedir. Ancak bu konuda yaygın kanaat insanlarla ölülerin ruhları arasında herhangi bir iletişimin bulunmadığı şeklindedir.

Sonuç olarak ruh çağırma inanç açısından şirke düşmeye, amel yönünden ise kâhinlik, sihir vb. büyük günahları işlemeye zemin hazırlama yanında çıkar elde etme ve istismar aracı olarak kullanılmaya elverişli bir yöntemdir. Dolayısıyla bunu câiz görmek mümkün değildir. Aksine sihir, kehanet ve fal gibi günah sayılan bir davranış yahut aslı esası olmayan bir hurafe, bâtıl inanış veya hipnoz olarak değerlendirmek gerekir.

İLYAS ÇELEBİ

KELÂM. Hurafe kelimesi Kur’an’da yer almamakla birlikte onunla anlam yakınlığı bulunan üstûrenin (uydurulmuş söz) çoğulu esâtîr dokuz âyette geçmektedir. Ayrıca ihtilâk (yalan uydurmak) (Sâd 38/7) ve tekavvül ile (uydurulmuş söz) (et-Tûr 52/33; el-Hâkka 69/44) huluku’l-evvelîn (önceki milletlerin geleneği) (eş-Şuarâ 26/137) terkibi de hurafeye yakın mânalar taşımaktadır. Bu tabirler, Kur’ân-ı Kerîm’e Hz. Muhammed’in uydurduğu bir kitap nazarıyla bakan müşrikler tarafından ileri sürülmüş, Kur’an da bu iddiaları reddetmiştir.

Hadis literatüründe hurafe kelimesi sadece bir rivayette yer almaktadır. Buna göre Hz. Peygamber’in anlattığı bir konu için kadınlardan biri, “Ey Allah’ın resulü! Bu anlattığınız Hurafe’nin sözüne benziyor” demiş, Resûl-i Ekrem de, “Hurafe’nin ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sormuş ve sözüne şöyle devam etmiştir: “Hurafe Benî Uzre’ye mensup bir adamdı; Câhiliye döneminde cinler tarafından esir alınmış, içlerinde uzun zaman kaldıktan sonra serbest bırakılmış; cinler arasında gördüğü ilginç olayları anlatınca insanlar kendisini yalanlamış ve artık onlar asılsız kabul ettikleri her söz için ‘Hurafe’nin sözü’ demişlerdir” (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “ḫrf” md.; Müsned, VI, 157; Taberânî, VII, 40-41).

Din dışı alanları da kapsamakla birlikte dinî konularda daha yaygın olan hurafe hemen hemen bütün dinlerde mevcuttur. Hurafelerin, genellikle otantik dinî metinlerin zamanla yok olması ve geçmiş kavimlere ait bâtıl inançların yeni dine taşınması yoluyla oluştuğu kabul edilir. İslâm’ın ana kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm’in bizzat Hz. Peygamber tarafından yazılı bir metin haline getirilmesine, ayrıca müslümanlarca ezberlenmesine rağmen bu dine de çeşitli hurafelerin sokulduğu görülmektedir. Bunların kaynağını ve ortaya çıkış sebeplerini şu noktalarda toplamak mümkündür:

1. Önceki dinlere ait kültlerden bazı unsurların İslâm’a taşınması. İslâmiyet’i kabul eden çeşitli din mensuplarının eski dinlerine ait bazı telakkileri korumaya devam ettikleri ve bunları diğer müslümanlara da aktardıkları bilinmektedir. Câhiliye devri Arapları uğura, uğursuzluğa ve cinlerle ilgili çeşitli hurafelere de inanıyorlardı. Cinlerin kertenkele, kirpi, deve kuşu, tarla faresi, tavşan gibi hayvanların şekline bürünerek insanlara göründüğüne inanılması, karga vb. kuşların uğursuz addedilmesi, göz değmesinin insanlar üzerinde etkili olması bu dönemdeki inançlar arasında zikredilir (Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, II, 325-365; Cevâd Ali, VI, 162, 717-718).

Eski İran ve Hint dinlerine mensup gruplarla Türkler’in İslâmiyet’i kabul etmesinden sonra İslâm dünyasında yeni hurafeler oluşmaya başlamıştır. Önceden Şamanizm, Budizm, Maniheizm ve Zerdüştîlik gibi dinlere bağlı olan din adamları, Câhiliye devri Arap kültürüne ait hurafelerin cahil halk tabakası arasında yayılmış olmasından da faydalanarak daha çok eski şaman afsunlarına âyetler, Kâbe, levh-i mahfûz, arş, kürsî gibi İslâmî motifleri karıştırmak suretiyle mesleklerini yeni dinlerinde de devam ettirmişlerdir. Şamanizm’den intikal eden su kültü, Yahudilik’ten geçen tılsımlar, Hıristiyanlık’tan kalan türbeleri kutsallaştırma hurafeleri bu konudaki bazı örnekleri teşkil eder.

2. Cehalet. Daha çok bilgisizliğe bağlı olduğu kabul edilen hurafelere inanılması hususu, İslâm’ı ana kaynaklarından öğrenip halkı aydınlatacak yeterli sayıda âlimin yetişmemesiyle orantılı olarak müslüman halk arasında yaygınlaşmıştır. İslâmiyet insanları, düşünmek suretiyle inançlarını temellendirmeye ve akıl yürütme güçlerini kullanmaya davet ediyordu. İslâm’ın bu temel ilkesi, “De ki: İşte benim yolum: Ben şuurlu bir şekilde Allah’a çağırıyorum, bana uyanlar da” (Yûsuf 12/108) meâlindeki âyetle ortaya konmuştur. Ancak İslâmî konulara yeterince ilgi göstermeyen okumuş kesimle dinî bilgileri ve kültür seviyeleri düşük olan halk tabakasının soyut özellikler taşıyan dinî konuları doğru olarak anlayıp kavraması kolay değildir. Hurafeleri bertaraf edebilmek için tatmin edici bir din öğretimi ve eğitimine ihtiyaç vardır.

Ayrıca vâizlerle sohbet ehlinin de bizzat kendilerinin hurafelerden arınmış sağlam dinî bilgilere sahip olması gerekir. Nitekim Resûlullah’ın ve ashabın Kur’an çizgisinde seyreden İslâm anlayışına bağlı âlimler, özellikle bazı vâizlerin ve tasavvuf ehlinin yaydığı bid‘at ve hurafeler konusunda ciddi uyarılarda bulunmuşlardır (meselâ bk. İbnü’l-Cevzî, s. 123-126, 150-387).

3. Mevzû hadisler. İslâm’ın ikinci kaynağını oluşturan hadislerin Resûl-i Ekrem’in hayatında yazılı metin haline getirilmeyip bu işe II. (VIII.) yüzyıldan itibaren başlanması, çeşitli konularda hadis uydurulmasına veya pek çok İsrâiliyat’ın İslâmî kaynaklara girmesine fırsat vermiş ve bu yolla bazı hurafelerin İslâm’a sokulması mümkün olmuştur.

Belli başlı hurafeleri şu şekilde sıralamak mümkündür: 

1. Ulûhiyyetle İlgili Hurafeler. Allah’ın herhangi bir maddî varlık şekline bürünmesi, yaratıklarından birinin bedenine girmesi (hulûl, tecessüd), yaratıklarla birleşmesi (ittihad ve vahdet-i vücûdun bazı yorumları) veya onlara benzetilmesi (teşbih) ulûhiyyetle ilgili bâtıl inançlardandır. Hıristiyanların ve yahudilerin, Allah’ın imamlara hulûl ettiğini kabul eden aşırı Şiî gruplarla (Gāliyye) bazı müfrit sûfîlerin bâtıl inançları bu tür hurafenin belli başlı örneklerini oluşturur. Ulûhiyyete ait sıfat veya fiillerden birini yaratıklara nisbet etmek de bâtıl inanç sayılır. Bazı tasavvuf mensuplarının velî nazarıyla baktıkları şeyhlerine dilediklerini öldürme veya diriltme gücünü nisbet etmeleri ve kâinatın yönetiminde söz sahibi olabileceklerini iddia etmeleri de bu konu içinde mütalaa edilmiştir (Ahmed Subhî Mansûr, s. 198-199, 234).

2. Gayb Bilgisi. Kur’ân-ı Kerîm’de duyu, haber ve akıl yoluyla bilinemeyip gayb âleminde kalan hususları Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği açıkça belirtilir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ġyb” md.). Bununla birlikte birçok tasavvuf mensubu, seçkin tasavvuf ehlinin keramet yoluyla gayba vâkıf olduğuna inanır. Ayrıca yıldızlardan ahkâm çıkarma, kahve, ok, bakla, iskambil kâğıdı, suya bakma ve kitap açma (Kur’an veya başka kitaplar) gibi yöntemlere başvurularak yapılan falcılık, İslâm öncesi döneme ait bâtıl inançlar olup bazı İslâmî zümreler tarafından da benimsenmiştir (M. Reşîd Rızâ, VI, 150).

3. Uğur veya Uğursuzluk. Bazı hayvanları görmenin veya seslerini duymanın, belirli günlerde ve zamanlarda iş yapmanın, mavi boncuk vb. şeyleri takmanın ve bazı rakamların uğursuz yahut uğurlu olduğuna inanmak İslâmî temeli bulunmayan inançlardandır. Aynı bâtıl inançlar çerçevesinde evden çıkarken kedi veya köpek görmek, baykuş sesini ve köpek ulumasını duymak, elden ele sabun veya makas vermek, salı günü iş yapmak veya yolculuğa çıkmak, cuma günü çalışmak, iki bayram arasında nikâh kıymak, cumartesi günü yorgan kaplamak, insan üzerinde iken elbisenin söküğünü dikmek uğursuz sayılmış; buna karşılık at nalı, kurt dişi, leylek kemiği, inek veya koç boynuzunu taşımak yahut evin dış kısmına asmak uğurlu kabul edilmiştir (M. Şemseddin, s. 296-297; İnan, s. 38).

4. Ölülerden Medet Ummak. Yaygın hurafelerden biri de ölülerin türbelerini ziyaret ederek onlardan yardım beklemektir. Dileklerin gerçekleşmesi için veya hastalıktan kurtulmak amacıyla din âlimlerine ve şeyhlere ait türbeleri ziyaret edip mum yakmak, bez bağlamak, taş yapıştırmak ve adak adamak suretiyle ölülerin ruhaniyetinden medet ummak bu konudaki belli başlı hurafeleri teşkil eder. Ağaçlara bez parçası bağlamak da buna benzer inançlardandır.

5. Cinlerle İlgili Hurafeler. Kur’an’da cinler âleminin varlığından haber verilmekle birlikte onların mahiyeti, faaliyetleri ve insanlarla ilişkileri konusunda ayrıntılı bilgi yer almamıştır. Buna rağmen halk arasında cinlerin özellikle kadınları etkilediği, insanları çarptığı ve ruh hastalıklarına sebebiyet verdiği inancı yaygındır. Cinlerin tasallutundan korunmak için cincilere başvurup muska yazdırmanın ve bunu taşımanın gerektiğini kabul etmek de bu inancın bir devamıdır. Bu telakkinin Eski Mısır ve Roma inançlarına dayandığı bilinmektedir. Câhiliye devri Arapları arasında da bu tür inançların görüldüğü ve insanların bedenlerine giren kötü ruhları kovmak için gruplar halinde dans ettikleri rivayet edilir. M. Reşîd Rızâ bunun cinlere tapmaktan kalan bir inanç olduğunu belirtir (Tefsîrü’l-Menâr, VIII, 369-371).

Din gerçeğine materyalist-pozitivist bir anlayışla yaklaşan bazı düşünür ve yazarlar dinin bilimsel verilere dayanmadığını, bu sebeple hurafelere kaynak oluşturduğunu ileri sürerler. Ancak ilâhî dinlerin ve özellikle tevhid inancını en önemli ilkesi olarak kabul eden İslâmiyet’in hurafelere zemin hazırlamak değil onlarla mücadele etmek için gönderildiği bilinen bir gerçektir. Bütün hurafe çeşitlerinde bazı varlıkların, nesnelerin veya olguların olağan üstü güçlere, etkilere sahip olduğu inancı bulunmaktadır. Buna karşılık Allah’ın hem zâtı hem de ilim, irade, kudret gibi sıfatları ve fiilleri bakımından bir, benzersiz ve ortaksız olduğu inancını en kesin iman prensibi olarak ortaya koyan İslâmiyet’in şirk sayılması gereken bir tür hurafeciliği onaylaması veya buna zemin hazırlaması mümkün değildir.

Hurafeler sadece dinî meselelere has değildir; din dışı bazı konular, hatta bilim adına ileri sürülen kanıtlanmamış teoriler de bu statü içine girmektedir. Bu çeşit teoriler “modern hurafeler” olarak değerlendirilebilir. Evrim teorisi bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Zira evrim teorisine ilişkin tatmin edici kanıt bulunmadığını itiraf ettiği halde yine bu teorinin doğruluğuna inandığını söyleyen ve bunu savunan bilim adamları mevcuttur (Lings, s. 10-11).

Hurafelerin Kur’an ve Sünnet’e dayalı herhangi bir temelinin bulunmadığı, bu iki kaynağın her türlü hurafeyi reddettiği İslâmiyet’i bilen herkesin kabul ettiği bir husustur. Çeşitli âyetlerde gaybı yalnız Allah’ın bildiği vurgulanmakta, peygamberlerin bile sadece Allah’ın bildirmesi halinde gaybdan haber verebilecekleri ifade edilmektedir (Âl-i İmrân 3/179; el-Cin 72/26-27). Bundan dolayı falcılık yasaklanmıştır (el-Mâide 5/90). Hadislerde de arrâflık, falcılık ve kâhinlik yapmak, gaybdan haber almak için bunlara başvurmak, Allah’a eş koşup Hz. Peygamber’i ve onun getirdiği vahiyleri inkâr etmek anlamına geldiği bildirilmiştir (Müsned, II, 68, 408; Müslim, “Selâm”, 122, 125). Ayrıca İslâm’da uğursuzluk telakkisinin bulunmadığı, uğursuzluğa inanmanın kişiyi şirke düşürebileceği haber verilmiş, kuşun ötmesinin ve uçmasının uğursuzluk sayılamayacağı belirtilerek ilginç görülen nesne ve olayların hayra yorulması tavsiye edilmiş (Buhârî, “Ṭıb”, 19; Müslim, “Selâm”, 102-109, “Mesâcid”, 33), büyü yapmanın, büyüden ve hastalıktan korunmak için muska taşımanın tevhid inancını zedeleyeceği bildirilmiştir (Müsned, I, 381; Ebû Dâvûd, “Ṭıb”, 17). Kişilerin inançlarını istismar eden kâhin ve falcılarla onların günümüzdeki uzantıları olan medyum ve astrologların sözlerine itibar edilmemesi İslâmî açıdan bir zorunluluktur. Bu tür hurafeleri İslâm’a mal etmek için Hz. Peygamber’e nisbet edilerek aktarılan rivayetlerin tamamı İsrâiliyat’a dayanmaktadır. Resûl-i Ekrem hastalıklardan korunmayı ve bir rahatsızlığı tedavi etmek için tıbbî çarelere başvurmayı tavsiye etmiş, onun bu tür tavsiyeleri hadis mecmualarında “Kitâbü’t-Tıb” başlığı altında toplanmıştır.

Meşrû arzulara ulaşmak için muskalara ve tılsımlara değil normal çarelere başvurmak gerektiği Kur’an’ın tavsiyeleri arasında yer almaktadır; Kur’ân-ı Kerîm’de üzerinde önemle durulan “sünnetullah” kavramı bunun açık bir delilidir. Daha çok inanç boşluğundan kaynaklanan ve insanları Allah’tan başka varlık ve güçleri kutsallaştırmaya götüren hurafeler dinî hayatı zayıflattığı gibi ruh sağlığını da olumsuz yönde etkilemekte, ayrıca insanları bilimsel alanda geri kalmaya mahkûm etmektedir. Zira ilmî faaliyet varlıkları akıl ve bilimin yöntemleriyle incelemeye, hangi sonuçların hangi sebeplere bağlı olduğunu belirlemeye dayanır, hurafelere inananların ise böyle bir yöneliş içine girmeleri oldukça zordur.

YUSUF ŞEVKİ YAVUZ

Mantıkî temeli olmayan telakki ve uygulamaları, din adına ileri sürülüp benimsenen bâtıl inanç ve davranışları ifade eden bir terim.

Sözlükte “bunamak” anlamına gelen haref kökünden türemiş bir isim olan hurâfe kelimesi “akla ve gerçeğe aykırı düşen aldatıcı söz” demektir. Masal, efsane ve genel olarak gerçek dışı olduğu kabul edildiği halde hoşa giden nakil ve rivayetlere de hurafe denilmiştir (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “ḫrf” md.; Lisânü’l-ʿArab, “ḫrf” md.).

DİNLER TARİHİ. Hurafe mantıkî tabanı olmayan, gerçek hayatla ilişkisi bulunmayan inanç ve uygulamalar, iyilik veya kötülük getirebileceğine inanılan kuvvetler için kullanılır. Genellikle sihir, büyü ve bunların ürünü olan objelerle alâkalı inançlar da hurafe terimiyle ifade edilir. Geleneksel olarak hâkim dinler tarafından kendilerinden önceki daha az karmaşık ve genel kabul görmemiş inanç ve davranışlar için kullanılan hurafe, bu özelliğiyle izâfî bir tabir olup objektif anlamda kullanılması çok zordur. Antropologlar tarafından sübjektif bir tarzda, üzerinde araştırma yaptıkları kültürlerdeki bu tür tavır ve inançlar için kullanılabilirse de sadece belirli bir din açısından bakarak böyle bir ayırım yapılabilir. Dolayısıyla ancak bu şekilde yapılan bir tasnif anlamlı olabilir. Belirli bir kültürün asıl dinine muhalefet eden inanç ve uygulamalar için kullanılan hurafe kavramının modern tanımı analitik olmaktan ziyade tasvirî ve küçük görücüdür; onun kendine has mânası farklı dönemler ve ortamlara göre değişebilir.

Henüz kurumsallaşmamış halk inançlarından oluşan iptidai toplulukların dinlerinde hurafe kavramının varlığı düşünülemez. Hurafe kavramı, değer koyan bir ifade olarak ancak medeniyetin ilerleyişi sonucunda inanç biçimlerinin farklılaşması ile birlikte ortaya çıkmış olmalıdır. Bazı inançların hurafe sayılarak olumsuz anlamda ayrı bir kategoride gösterilmesi, özellikle monoteist dinlerin hâkimiyet kazanması sonucunda vuku bulmuştur.

Her ne kadar bazı Grek filozofları (Sokrates, Ksenofon) ve tragedya yazarları (Menander) hâkim dinin hurafeye dayanan köklerini vurgulamak istemişlerse de hurafenin akıl dışı ve yanlış bir inanma biçimi olarak değerlendirilmesi açık biçimde ilk defa Romalı yazarlarda ortaya çıkar. Bugün Batı dillerinde hurafe karşılığında kullanılan superstitionun aslı olan Latince kaynaklı superstitio kelimesinin “eski halk inançlarının yeni hâkim dinî anlayışın içinde varlıklarını sürdürmesi” şeklindeki anlamı da terimin baştan beri olumsuz anlamda, yani “sihir” ve “kötü din” mânasında kullanıldığına işaret eder. Eski Romalı filozoflara göre (meselâ Seneca, Lucretius ve Cicero) hurafe, yanlış ve hatalı olan veya tabiat kanunları hakkında felsefî ve ilmî hakikatlerden habersiz olmaktan dolayı ortaya çıkan aşırı dinî inançlardır.

Cehaletin bu türü genel olarak normal halk ile (vulgus) ve kırsal kesimle (pagus) irtibatlandırılmış, dolayısıyla hurafeye dahil edilen davranışlar Roma toplumunun eğitim görmemiş alt sınıflarına hasredilerek bir sosyal tabanla açıklanmaya çalışılmıştır. Cicero, somut bir örnek vererek çocukları kendilerinden daha çok yaşasınlar diye gün boyu ibadet edip kurban kesenleri hurafeci olarak nitelendirir (The Nature of the Gods, s. 152). İmparatorluk genişledikçe kavram Romalılar’ın tasvip etmediği yabancı inançlar, meselâ Mısır’daki İsis kültü ve daha sonraları bir yahudi mezhebi sayılan Hıristiyanlık için de kullanılmaya başlanmıştır.

Yahudilik’te çoğu sihirle ilişkili olup hurafe olarak nitelendirilebilecek uygulamalar hayli erken dönemlere kadar uzanırsa da örneklerin çoğu ancak Ortaçağ’daki dokümanlarda belgelenebilmiştir. İbrânîce’de hurafeyi de içine alacak şekilde kullanılan ibare “putperestlerin yolu” anlamında darkhei emoridir. Kabalistik çevrelerde çok yaygın olan ve hatta meşrû görülen hurafe türünden inançlar Halakacı ve Karai çevrelerde tamamen reddedilmese de kabul görmemiştir. Yahudilik’te en eski hurafelerden biri nazardır. İbrânîce’de bu inanç “âyin ha-ra” (şerrin gözü) şeklinde geçer. Bu inanca göre önemli şahsiyetler, güzel kadınlar ve yeni doğan bebekler kötü insanların nazarına mâruz kalmaya en elverişli tiplerdir. 

Nazardan korunmak için değişik yollar vardır. Bunların en klasiği özellikle Doğu Avrupa yahudileri arasında gelişen, metalden yapılmış, üzerinde dualar yazılı el şeklindeki muskalardır. Aşkenaz yahudileri her duada “Keyn agen hore” (Kötü göz yok olsun) diyerek nazara karşı önlem alırlar. İkinci yaygın hurafe el falına bakarak insanın geleceğini okumadır (chiromancy). İlk defa Merkebe mistisizminde ortaya çıkan bu gelenek Hakkarat Panim Le Rabbi Yishma’elRe’iyyat ha Yadayim Le Ehad me Hakhmei Hodu adlı eserlerde ve Zohar’da işlenir. Buna göre herkesin elinde doğuştan getirdiği ve hayatının tamamını gösteren çizgiler mevcut olup bu konuda uzman olan kişi herkesin geleceğini önceden bilme yeteneğine sahiptir. Yahudilik’teki hurafe türünden inançların büyük bir bölümü çocuk doğurma ile ilgilidİr.

Çocuğun erkek olması için anne hamilelik sırasında her cuma bir erkek adı telaffuz eder. Doğumun gerçekleştirileceği odaya kötü cinler girmesin diye yere tebeşirle bir daire çizilir, doğumun kolay olması için evin kapısı açık bırakılır; doğum sancısı zor olan kadının eline sinagogun anahtarı tutuşturulur; dişi cin Lilit’ten korunmak için kadının yatağının altına muska konur. Doğum odasına sarmısak koymak, duvara açık el tasviri çizmek gibi başka hurafî uygulamalar da vardır. Tevrat’ın yere düşmesi felâkete, köpeğin uluması ölüme, ayın tutulması belâya işarettir. Koruyucu mahiyette olan hurafeler de yaygındır. Buna göre içerisinde cinler barındığına inanıldığı için karanlıktan geçerken ışık tutulmalıdır; cinleri uzak tutmak için beyaz elbise giyilmeli, yatak altına demir konmalıdır. Halk arasında ve Kabalacı çevrelerde bu tip uygulamalar varlığını sürdürmüşse de sihire dayalı bazı gelenekler, Tanrı’ya eş koşan cinlerin varlığını gerekli kıldığı düşüncesiyle Halakacı çevreler tarafından eleştirilmiştir.

Hıristiyanlık erken dönemlerden itibaren senkretik bir öğreti üzerine temellendiği için hurafe türünden inançların Hıristiyanlığın başından beri kabul gördüğü düşünülebilir. Hâkim kilise otoritesi hurafe türünden eğilimleri heretik karakterlerin kaynağı olarak görme temayülünde olmuşsa da kendisinin bu tip eğilimlerin dışında geliştiğini söylemek de zordur. Daha global ve objektif açıdan hıristiyan âleminde neyin hurafe olduğunu belirlemede ana dayanak noktası kilise içerisinde Protestanlık, dışında ise rasyonalist akımlar olmuştur.

Yeni Ahid’de hurafe için “putperestlerin dini” anlamında deisidaimonia kelimesi kullanılır (Resullerin İşleri, XVII/22; XXV/19). Bununla birlikte hıristiyan literatüründe yaygınca kullanılan kelime superstition olmuştur. Hıristiyanlığın erken dönemlerinde hurafe özellikle “putperest geleneklerin tamamı” anlamına geliyordu. Ancak pek çok putperest geleneğin özellikle kırsal kesimdeki Hıristiyanlık’ta varlığını koruduğu göz önüne alınırsa kilise babalarının hurafe kavramını tam anlayamadıkları ortaya çıkar. Kilisenin kendi mensupları için en tehlikeli gördüğü hurafe türü sihirle ilgili olanlardı. Bizzat kilise içerisinde ortaya çıkan hurafelere ait bilgiler en iyi şekilde Ortaçağ belgelerinde korunmuştur.

XV. yüzyılda yazılan Malleus Maleficarum gibi eserler Ortaçağ Avrupası’ndaki hurafî inanışlar hakkında ilginç bilgiler verir. Yedinci çocuğun şifa verme gücünün olduğu, cadıların büyü yapmak için kullandığına inanılan sağ işaret parmağının kullanılmaması, evlerin kapılarına at nalı asılması, uğursuzluk getirdiğine inanılmasından dolayı on üç sayısının kullanılmaması, aynanın kırılmasının uğursuzluk getireceği, birinin öldüğü evdeki aynaların örtülmesi, kötü ruhları savmak için ahşap bir nesneye vurulması, baykuşun ötüşünün ölüm habercisi olduğu, kara kedi görenlerin belâya mâruz kalacağı, ölü ruhunun yeryüzüne dönmesini önlemek için cenaze sırasında siyah giyilmesi gerektiği gibi pek çok gelenek Hıristiyanlığa ait hurafelere klasik örneklerdendir.

XIV. yüzyıldan itibaren Avrupa’da hızla yayılmaya başlayan sihirle ilgili inançlar büyük oranda bu tip hurafelere dayanmaktaydı. Kilise, gerek heretik hareketler gerekse hurafelerle uğraşmak için engizisyon mahkemelerini kullandıysa da tam anlamıyla başarılı olamadı. Reform kiliseleri, ortaya çıkışından itibaren, daha genellemeci bir tavırla Katolik kilisesinin bütününü hurafe olarak nitelendirdi. Aynı tavır bütün hıristiyan kiliselerini içine alacak şekilde rasyonalist ve pozitivist çevrelerce de ortaya konmuştur.

Hint yarımadası ve Uzakdoğu dinlerinde monoteizmin belirgin bir şekilde görünmemesi, klasik anlamda hurafeye dayalı inançların tesbit edilmesine zemin hazırlayacak yolu kapatmıştır. Özellikle Hinduizm gibi senkretik dinlerde neyin hurafe, neyin gerçek doktrin olduğunu tesbit etmek imkânsız hale gelmektedir. Bununla birlikte Uzakdoğu’da oldukça yaygın olan ve nazar gibi sihrî özellik taşıyan pek çok gelenek böyle bir sınıflamanın içerisine sokulabilir.

ALİ MURAT YEL

Fal bakma veya baktırma bütün toplumlarda olduğu gibi İslâm toplumlarında da yaygın bir gelenektir. Falın toplumun hemen her kesiminde, özellikle önemli kararlar alınacağı zaman âdeta bir danışma ve iyiye yorma vasıtası olarak kabul görmesi ve yaygınlaşmasında, “Tıyârenin aslı yoktur, onun en iyisi faldır” (Buhârî, “Ṭıb”, 42) meâlindeki hadisten çıkarılan müsamahakâr yorumun rol oynadığı söylenebilir. Falın yaygınlaşmasının sonucu olarak nasıl fal bakılacağını öğreten, bu iş için kullanılacak metinlerin de yer aldığı fal kitaplarının hazırlanmasına ihtiyaç duyulmuş, fal bakmanın usul ve âdâbı ile çeşitli fal türlerini konu alan Arapça, Farsça, Türkçe manzum ve mensur birçok eser kaleme alınmıştır. “Fal bakmaya yarayan, mistik folklorun gereği olarak anlaşılması kolay bir dille yazılmış resimli ve resimsiz, tıbbî folklora ait telkine dayalı kitaplar” şeklinde tanımlanan bu eserler, zamanla klasik Türk ve Fars edebiyatlarında “falnâme” adı verilen bir tür meydana getirmiştir.

Bu eserlerin padişah ve devlet adamlarıyla ileri gelen kişilere takdim edilen nüshaları tanınmış hattat ve müzehhiplerin elinden çıktığı gibi bazılarına minyatür ve şekiller de ilâve edilmiştir. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde bulunan (Hazine, nr. 1703) ve Kalender Paşa adlı bir sanatkâr tarafından hazırlanarak I. Ahmed’e (1603-1617) takdim edilen Türkçe ve Farsça falnâme bu özelliklere sahip en güzel örneklerdendir. Aynı kütüphanedeki Farsça Fâl-i Ḳurʾân nüshasında da (Hazine, nr. 1702) sayfa büyüklüğünde altmış minyatür bulunmaktadır.

Falnâmelerin başında, “Gaybı ancak Allah bilir” hükmü kaydedildiği gibi fal bakmak suretiyle yapılacak işin olayları hayra yormadan (tefe’ül) ibaret olduğu özellikle vurgulanmıştır. Falnâmelerde, tefe’ülde bulunmadan önce abdest almakla başlayan bir dizi dinî davranış tavsiye edilmiş, böylece falın câiz olmadığı konusundaki tereddütlerin giderilmesine çalışılmıştır. Meselâ halk arasında geniş kabul gören Tefe’ülnâme-i Muhyiddin Arabî adlı eserin mukaddimesinde, bir işe başlayıp başlamama konusunda tereddüt eden bir kimsenin abdestli olarak kıbleye doğru oturup eûzü besmele, Âyetü’l-kürsî, En‘âm sûresinin 59. âyetiyle üç İhlâs, bir Fâtiha ve on salavât-ı şerîfe okuyup sevabını Hz. Peygamber’e bağışladıktan sonra tefe’ülde bulunması gerektiği ifade edilmektedir. Yine bu falnâmeden tefe’ülün bir nevi istihâre mahiyeti taşıdığı anlaşılmaktadır. Bazı falnâmelerde fal bakmadan önce okunması gereken Arapça dualar da kaydedilmiştir.

Falnâmeler kıyâfet (kıyafetnâme), firâset (firâsetnâme), ırâfet (ırâfetnâme) ve ta‘rîfât (ta‘rîfâtnâme) gibi bilinenleri yorumlayarak yeni bilgiler elde etme yollarını gösterenler ve kura esasına dayalı olarak ileride meydana gelecek olaylar hakkında fikir yürütme usullerini açıklayanlar şeklinde iki kısımda ele alınabilir (“istihrâcnâme”, “yıldıznâme” ve “ihtilâcnâme” adlarıyla anılan eserler de bir bakıma falla ilgili olmakla beraber falnâmelerden ayrı bazı özelliklere sahiptir). Asıl falnâme türünü meydana getiren eserler ikinci grubu oluşturanlardır. Fâtih Sultan Mehmed devri şair ve âlimlerinden Mevlânâ Hâmidî’nin Câm-ı Süḫangûy adlı kitabında olduğu gibi (geniş bilgi için bk. Ertaylan, s. 66-79) bazılarına yazarları tarafından özel isimler de verilen bu ikinci tür falnâmeler de genel olarak hazırlayan kişilere, fal bakılmasında kullanılan metinlere göre iki grupta toplanabilir.

Her grubu takip ettikleri metotlara veya tertip şekillerine göre sınıflandırmak da mümkündür. Hazırlayanların isimleriyle meşhur olan falnâmeler genellikle Hz. Ali, Ca‘fer es-Sâdık ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye nisbet edilen eserlerdir. Ancak bu eserlerin onlara ait olması uzak bir ihtimal olup mânevî otoriteleri dolayısıyla kendilerine izâfe edildikleri söylenebilir. Hz. Ali’nin ilim şehrinin kapısı ve peygamber sırlarının vârisi olarak kabul edilmesi, Ca‘fer es-Sâdık’ın güvenilir bir kişiliğe sahip oluşu, ikisinin de gizli ilimlere vâkıf ve cifri (cefr) en iyi bilen şahıslar olduğu, bilhassa Hz. Ali’nin kıyamete kadar olmuş ve olacak her şeyi Hz. Peygamber’den veraset yoluyla öğrendiği (DİA, VII, 1, 215, 217) inancından hareketle onların falnâme müellifi olarak gösterildiklerini söylemek mümkündür. İbnü’l-Arabî ise mânevî-bâtınî ilimlerdeki engin bilgisiyle tanınmış bir mutasavvıf olduğundan onun tertip ettiği kabul edilen bir tefe’ülnâme de çok yaygınlık kazanmıştır. Tefe’ülnâme-i İmâm Sühreverdî ile (İstanbul 1330), kütüphane kataloglarında Ahmed Bîcan adına kaydedilen Fâl-i Kur’ân ve Fâl-i Nebî adlı eserler de (Antalya Elmalı İlçe Halk Ktp., nr. 4986, 4987) tanınmış kişilere izâfe edilen falnâmeler olarak bu gruba dahil edilebilir.

Fal bakılmasında kullanılan metinlere göre falnâmeleri üç gruba ayırmak mümkündür. 1. Kur’an Falnâmeleri. Falnâmelerin en yaygın türü Kur’an’a dayalı olarak hazırlanan eserlerdir. “Fâlü’l-Kur’ân” adıyla anılan bu eserlere müstakil olarak veya bazı yazma Kur’an nüshalarının sonuna eklenmiş halde rastlanır (meselâ bk. Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 2; Hacı Selim Ağa Ktp., Kemankeş, nr. 9). Arapça, Farsça veya Türkçe olarak yazılan bu falnâmelerin başında genellikle Kur’an tefe’ülünün Hz. Peygamber tarafından tavsiye edildiği, hatta bazılarında bunun sünnet olduğu ifade edilip tefe’ülün âdâb ve usulünün anlatılması dikkati çeker. Bu tür falnâmeler de ikiye ayrılır.

a) Harflerin yorumuna dayalı falnâmeler. Bunlarda gerekli dualar okunduktan sonra Kur’ân-ı Kerîm açılır. Sağ sayfasında ilk karşılaşılan âyetin ilk harfinin Kur’an’ın hangi âyetlerine delâlet ettiği belirtilerek bu âyetlerin mânaları fala esas alınır. Bu türün daha karmaşık bir uygulaması da şöyledir: Kur’an açılıp sağ sayfada bulunan “Allah” adları sayılır. Daha sonra bu sayı kadar sayfa çevrilir. Bulunan sayfada yine aynı miktar satır sayılır. Ulaşılan satırın ilk harfinin ilgili olduğu âyetin mânasına göre hareket edilir. Her harfin ilgili olduğu âyet ve bunun yorumu falnâmede verilmiştir. “Elif”ten “yâ”ya kadar her harfe ait bu gibi yorumlara, “Elif gelirse kavlühû teâlâ ’اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ · لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ‘ te’vili hayırdır ve şâdılıktır. Eğer tekrar gelirse emektir, nesne hâsıl olmaz. Eğer ‘dâd’ gelirse kavlühû teâlâ ’ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا لِلَّذِينَ كَفَرُوا‘ te’vili hayrını şerrini Allah bilir, gayrı kimesnenin kuvveti vardır onun üzerine. Eğer tekrar gelirse evin adamı olursa dahi işlemeye” şeklindeki kayıtlar (Ertaylan, s. 14-15) örnek olarak verilebilir. “Kutbülârifîn Şeyh Fahreddin Efendi’nin kendi amel ettiği fal” diye takdim edilen bir falnâmede, “Hemen vahy menzilesindedir, şek getirmeyeler” kaydının bulunması dikkat çekicidir (a.g.e., s. 16).

b) Kur’an âyetlerine dayalı falnâmeler. Bu tür falnâmelerde yirmi sûreden seçilmiş bazı âyetlerin yorumu yapılır. Ca‘fer es-Sâdık’a izâfe edilen Türkçe Falnâme ile (Millet Ktp., Ali Emîrî Efendi, Şer‘iyye, nr. 549) bunun Farsça’sı Feʾlü’l-Ḳurʾân (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 4224, vr. 151b-154a) ve Arapça’sı (Süleymaniye Ktp., Giresun Yazmaları, nr. 108, vr. 170-176) bu falnâmelere örnek olarak gösterilebilir. Yirmi hâneli bir cetvelden kura ile belirlenen rakamın sûre adlarının numaralı olarak yer aldığı bir dairede tesbiti ve bunun altında mevcut olan aynı numaralı âyetin mânası fala bakan kişiyi sonuca ulaştırır.

MUSTAFA İSMET UZUN

İnmemiştir hele Kur‘an bunu hakkıyla bilin. Ne teze mezara okunmak, ne fal bakmak için.

İnsan merakını, insan duygusunu istismar eden 

Falcı – medyum gibi insanların dedikleri ne derece doğrudur ? Dinimiz açısından bu işin sakıncaları nelerdir? İnanç noktasından bakıldığında fala baktırmak ve fala inanmak o kadar batıl ve tehlikelidir ki, Allah korusun insanı imandan bile çıkarabiliyor.

Bugün kenarda, köşede, neredeyse her mahallede çeşitli adlar altında kendilerine birtakım “masum” ve “modern” unvanlar takarak “meslek”lerini icra eden had ve hesaba gelmeyen falcılar kol geziyor. “Falcılık kadar insan merakını, insan duygusunu istismar eden bir başka yol yoktur” desek, mübalağa etmiş olmayız.

Falcılar gayb ve gelecek hakkında, insanın karakteri ve beklentileri üzerinde ahkâm kesmeye çalışırlar. Oysa geleceğin sahibi Allah’tır. Geleceği sadece ve sadece Allah bilir. Kur’an bu konuda der ki:

Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Başkası onu bilemez.”  (En’am, 6:59)
De ki: Allah’tan başka ne göklerde, ne de yerde hiç kimse gaybı bilemez.” (Neml, 27:65)
De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır veya ‘Ben gaybı bilirim’ demiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım.” (En’am, 6:50)
Cebrail Aleyhisselamın, “Kıyamet ne zaman kopacaktır?” sorusuna Peygamberimiz: “Bu konuda sorulan, sorandan daha bilgili değildir” diyerek en büyük gelecek olan kıyamet hakkında bu kadar net bir cevap vermiştir. (Buharî, İman 37)

Gayb ve gelecek bilgisi Allah’ın elinde olduğuna göre, Allah’ın elçisi dahi Allah bildirmezse bilemeyeceğine, hiçbir İslam âlimi da gayb ve gelecek hakkında konuşmayacağına göre, falcıyı nereye koyarsınız? Yapıp durduklarına bir hak payı, bir inandırıcılık verebilir misiniz?

Ama falcının dediği bazen çıkıyor” diyenler de yok değildir. Aynı sözü bir ara bir sahabe de söylemiş, fakat Peygamberimiz ona güzel bir cevap vererek yol göstermiştir. “Bu söz cinlerindir. Cin bilgiyi kapar da dostunun kulağına tavuğun gıdaklaması gibi gıdaklar. Bu şekilde ona yüz yalandan daha fazlasını karıştırır.” (Müslim, Selam 123)

Bütün falcıların doğrudan cinlerle ilişkisi var mı, yok mu, ayrı bir konu, ama falcılık dine, imana aykırı bir uygulama olduğuna ve Peygamberimizin kesin kes reddettiğine göre, olayın şeytanî yönünün olduğu şüphesizdir.

Şeytan da bir cin olduğuna göre, geleceği okuduğu iddiasında bulunan, gaybdan haber vermeye kalkan falcılar şeytanın elinde bir oyuncak haline düşmüşlerdir.

Hadisi şerif genel bir ölçüyü veriyor. Gerek kâhin, gerekse falcı veya medyum, tarotlar, hatta burçları okuyanlar, kendilerine hangi adı takmış olursa olsunlar, dinin izin vermediği bir konuda konuşuyor, hüküm veriyorlarsa, aynı kategoriye girerler. Söyledikleri bazen tutsa bile, bu yüz tane yalanın arasından çıkan bir doğrudur. Buna doğru demek bile su götürür. Yapanı da, yaptıranı da, inananı da tehlikeye sürükler.

Birer batıl inanç ve hurafe olan falcılığı İslam dini yasaklamasına rağmen, gerek Doğu’da, gerekse Batı’da, dünyanın her yerinde, tarih boyu insanlar kendilerini bu kötü alışkanlıktan kurtaramamışlardır.

İslam öncesi Cahiliye döneminde bazı fal çeşitleri vardı. Kum üzerine bazı çizgiler çizilerek bakılan bir fal türü vardı ki, buna hattü’rreml denirdi. Bunun yanında kelime ve isimlerle fal tutma, zarlarla fal açma, astrolojik fallar, koyunun kemiğine, kurbanın ciğerlerine bakarak fal açma, su falı, çay falı, kahve falı, bakla falı, kurşun dökme, tuz falı, balmumu falı, el yazısı falı gibi fal çeşitleri uygulanmıştır.

Bilim adamları da falcılığın birer huzursuzluk kaynağı olduğunu ifade ederler. Özellikle aile geçimsizliklerinin ve yakın akrabalar arasında düşmanlık tohumlarının ekilmesine sebep oldukların söylüyorlar.

Mesela, Psikiyatri uzmanı Prof. Dr. İlhan Yargıç diyor ki: “Falcılar, genellikle benzer söylemleri kullanır. Kadının kocasıyla sorunu vardır, problem aslında konuşulsa çözülebilecektir. Fakat falcı, birisinin kendisine büyü yaptığını söyler. Bu durumda kadın, tüm aile fertlerine karşı düşmanca tavır besler. Gerçekte böyle bir şey olmamasına rağmen, kehanet kendini kanıtlar ve aile ilişkileri kopar.” Medyumluk popüler olunca bunu hobi olarak yapanlar işi ticarete döktü. İyi kötü fark etmiyor. Toplumun ruh sağlığı gerçek anlamda tehlike altında; çünkü medet bulmak için gidilen kişilerin birçoğunun kendisi problemli. Bu işi yapanların çoğunun ruh sağlığı bozuk.” 

Asıl kaynağı batıl din ve inançlar olan falın dinle, imanla, Kur’an ve İslam’la uzaktan yakından bir ilgisi ve alakası yoktur. İnanan bir insan böyle batıl şeylerle aklını, kalbini ve imanını tehlikeye atmamalı, her şeyin Allah’ın elinde olduğuna inanmalı, Rabbine itimat edip güvenmeli, dua ederek O’na yalvarmalı, kadere olan inancını sağlam tutmalıdır. 

Tahavi

İslâm’da Fal. Etnolojik bir terim olarak özellikle gayb, gelecek ve insan karakteri hakkında bilgi verme amacı taşıyan bütün esrarengiz faaliyetleri ifade eden fal kelimesiyle, “fal tutmak” anlamına gelmekle birlikte umumiyetle gelecekle ilgili iyimser beklentileri dile getiren tefe’ül (tefe’’ül) Câhiliye döneminde de görülmektedir. Yine Arapça’da “uğursuzluk” mânasına gelen tıyere ile “herhangi bir nesne veya olayı uğursuz sayarak ondan gelecekte birtakım olumsuz durumların doğacağını vehmetme” anlamını taşıyan teşe’üm (teşe’’üm) de tefe’ülün karşıt anlamlısı olarak kullanılıyordu. Ancak bu kelimelerin “ileride ortaya çıkacak bazı olaylar için işaretler taşıma” noktasında birleştikleri görülmektedir.

Tarihin çok eski dönemlerine ait çeşitli kültürlerden birtakım şekil değişikliklerine uğrayarak günümüze intikal eden ve bütün toplumlarda bir bâtıl inanç ya da folklor unsuru olarak varlığını sürdüren fal kullanılan yöntem, malzeme ve yöneldiği konuya göre çeşitli adlar almıştır. Bunlardan Câhiliye dönemi Arapları arasında yaygın olduğu bilinen fal türleri şu şekilde sıralanabilir: Hattü’r-reml. Kum üzerine bazı çizgiler çizerek bakılan bir fal çeşididir.

Zecr, tıyere ve iyâfe. Çeşitli hayvan ve insanların ses, davranış ve izlerinden hareket ederek açılan fallardır. Irâfe. Su falı olarak anılabilecek olan bu tür falda arrâf, su dolu bir kaba bakarak suyun aldığı renk ve şekillerden birtakım anlamlar çıkarmakta, gelecek hakkında tahminlerde bulunmaktadır. İhtilâc.

İnsan vücudundaki çeşitli organların seğirme, kaşınma gibi hareketlerinden muhtelif mânalar çıkararak bunları iyiye veya kötüye yorma şeklinde yapılan falların ortak adıdır. Ketfe. Kürek kemiğinin rengine göre fala bakma yöntemidir. Tark (veya kehanet). Çakıl taşları, hurma çekirdekleri, nohut, bakla gibi nesnelerle açılan fal türüdür. Firâset (kıyâfe). İnsanların birtakım fizyolojik özelliklerinden onların karakter ve huylarını tesbit etme yöntemidir.

Âlemi duyular ötesi (âlemü’l-gayb) ve duyulur (âlemü’ş-şehâde) şeklinde ikiye ayıran ve her ikisinin de mutlak hâkimiyetinin Allah’a ait olduğunu bildiren (ez-Zümer 39/46; et-Talâk 65/12), duyuların idrak sahası dışında kalan her türlü gayb bilgisini de sadece Allah’ın bildiğini, O’nun bu bilgilerden dilediğini ancak dilediklerine bildireceğini önemle vurgulayan (Âl-i İmrân 3/179; el-En‘âm 6/50; en-Nahl 16/77; el-Cin 72/26-27) Kur’ân-ı Kerîm’de fal kelimesi geçmemekle birlikte Câhiliye dönemi âdetlerinden biri olan şans okları ile (ezlâm) fal tutup kısmet arama uygulaması şiddetle yasaklanmaktadır (el-Mâide 5/3, 90). Tevhid akîdesini zedeleyen, putlarla istişare etme veya onlardan yardım bekleme gibi Câhiliye âdeti izleri taşıyan, insanı sağlam bilgi kaynaklarına ve gerçek sebeplere başvurmaktan alıkoyan her türlü faaliyeti bâtıl addederek yasaklayan İslâm dini fal ve falcılıkla ilgili işlemleri de bu kapsamda mütalaa etmektedir.

Kehaneti ve kâhinlerin eylemlerini kesinlikle hoş karşılamayan Hz. Peygamber’in, Câhiliye dönemi Arap toplumunda görülen ve kuşların adları, sesleri ve uçuşlarından uğursuz anlamlar çıkarma yahut çakıl taşı, nohut, bakla vb. nesnelerle tefe’ülde bulunma gibi bütün fal çeşitlerini bu kapsamda mütalaa ederek yasakladığı bilinmektedir (Ebû Dâvûd, “Ṭıb”, 23). Yasağın temel sebebi, herhalde Câhiliye döneminde uğur ve uğursuzluğun, iyilik veya kötülüğün doğrudan doğruya Allah’a değil söz konusu işleme konu olan varlıklara isnat edilmesidir. Fal ve benzeri işlemlerin sonuçlarına itibar ederek bunlara inananların Muhammed’e indirileni inkâr etmiş sayılacağını, namazlarının kırk gün kabul edilmeyeceğini ve bunların cennete giremeyeceğini bildiren pek çok hadis bulunmaktadır (Müsned, II, 429; III, 14; IV, 68; V, 380; Müslim, “Selâm”, 125; İbn Mâce, “Ṭahâret”, 122; Ebû Dâvûd, “Ṭıb”, 21; Tirmizî, “Ṭahâret”, 102).

Âyet ve hadislerde gaybı bilme, insanın kaderini değiştirme iddiası taşıyan, Allah’tan başka varlıklardan yardım alma gayesi güden, insanları sağlam bilgi kaynaklarına ve gerçek sebeplere başvurmaktan alıkoyan her türlü hurafe, bâtıl inanç ve uygulamalar yasaklanmış olmasına rağmen bir kısmı Câhiliye döneminde de mevcut olan hattü’r-reml, kelime ve isimlerle fal tutma, zarlarla fal açma, astrolojik fallar, insan vücudundaki bir kısım organların kaşınması, seğirmesi gibi fizyolojik durumları bazı sonuçlara yorma, kesilmiş koyunun kemiğine ve kurbanın ciğerine bakarak fal açma, su falı, çay falı, kahve falı, bakla, kurşun dökme, tuz falı, bal mumu falı, el yazısı falı gibi fal çeşitleri uygulanagelmiştir.

Batı’da da genelde tıp, simya ve astroloji gibi ilimlerle ilgili basit fakat gizemli bazı bilgilere sahip kişilerce sürdürülen falcılık faaliyetinde özellikle Ortaçağ’da iskambil kâğıdı ve kristal küre gibi araçlar kullanılmıştır. Günümüzde gök cisimlerinin hareketlerinin yeryüzündeki olayları etkilediği inancına dayanan astroloji, harf ve sayıların insan üzerindeki esrarengiz bazı tesirleri olduğunu savunan numeroloji, el yazısını inceleyen grafoloji, el, yüz ve kafatasındaki çeşitli hatların incelenmesiyle meşgul olan kiromansi, fizyognomi ve frenoloji gibi bazı modern çalışmalardan söz edilerek insanların bilhassa kişilik özelliklerini okumaya yönelik falcılık faaliyetleri sürdürülmekte, bu iş için “tarot” adı verilen birtakım kartlar da kullanılmaktadır.

Çeşitli devletler, fal ve falcılık konusunda toplumlarda meydana gelen olumsuz gelişmeler karşısında tedbir alma ihtiyacını duyarak ülkelerinde falcılık faaliyetlerini yasaklamak zorunda kalmışlardır. Türkiye’de de bu tür faaliyetler, tekke ve türbelerle ilgili 13 Aralık 1925 tarihli kanunda yer alan özel bir hükümle yasaklanmıştır. Buna rağmen günümüz insanı da kendi geleceğine, yakınlarından birinin sağlığına, uzakta bulunan birinin durumuna ilişkin bilgiler almak, çalınan ya da yitirilen değerli eşyanın yerini öğrenmek gibi çok değişik maksatlarla, falcılık ve büyücülüğün iç içe girdiği birtakım esrarengiz yöntemler uygulayan, insanların gaybı ve istikbali bilme hususundaki zaafını istismar eden ve kendilerini ilgi uyandırıcı çeşitli ad ve unvanlarla topluma duyurmaya çalışan bazı kişilere başvurmaktadır.

Gazete ve dergilerde yer alan, bazı televizyon kanallarında çeşitli adlarla yayımlanan yıldız falları, modern iletişim araçlarının kullanımını özendirip körüklediği çeşitli özel hatlar, dünyada ve ülkemizde kanunlarla yasaklanmış bu faaliyetin bilhassa günümüz Türk toplumunda da ne ölçüde yaygınlaştığını ve tedbir alınması gerektiğini açıkça göstermektedir.

İLYAS ÇELEBİ

Arapça’da fâl (fe’l) “uğur ve uğurlu şeyleri gösteren simge” anlamına gelir. Batı dillerinde umumiyetle “gelecekten haber verme (kehanet)” anlamındaki Grekçe manteia (İngilizce’de mancy, Fransızca’da mancie) ekiyle yapılan ve fal türlerine göre değişen kelimeler kullanılmaktadır (geomancy = toprak falı; ornithomancy = kuş falı gibi).

İnsanoğlu tarih boyunca gerek kendisiyle gerek çevresiyle ilgili bilinmezleri anlayıp keşfetmeye, istikbalin neler getireceğini önceden öğrenmeye ve böylece kendi kaderine hükmetmeye çalışmıştır. Şüphesiz bunda esrarengize ve meçhule karşı olan merak ve tecessüs duygusunun da büyük payı vardır. Bir bakıma her şekle bir mâna verme ve her davranışa bir anlam yükleme insanın yapısından gelen bir özelliktir. İnsanın bilinmezi ve esrarengiz olanı keşfetmek için çeşitli yöntemler kullandığı bilinmektedir.

Zaman içinde onun bu ihtiyacını karşılamak üzere bu işi meslek edinenler çıkmış ve bunlar toplumda büyük itibar görmüşlerdir. Kâhin, sihirbaz, büyücü, şifacı, falcı ve bakıcı gibi isimlerle anılan bu kişiler mistik sezgi gücüne dayanarak, görünmez varlıklarla temasa geçerek, yahut tabiattaki bazı varlık ve nesnelerin durum ve davranışlarını yorumlayarak bu konuda söz sahibi olduklarını iddia etmişlerdir. Normal insanlar için meçhul sayılanı anlamaya ve deşifre etmeye, böylece ona hükmetmeye çalışan bu kişilerin iddiası ne olursa olsun alanları ve yöntemleri arasındaki benzerlikten dolayı bu meslekleri ifade eden kavramlar çok defa birbiri yerine kullanılmaktadır. Meselâ Batı dillerinde fal, kehanet ve bakıcılık “divination” kelimesiyle ifade edilmektedir. Ancak yine de falcılık, kehanet, büyücülük, bakıcılık ve sihirbazlık arasında farklar vardır.

Fal genelde ya bazı alet ve vasıtalarla ya da bazı yöntemlerle tahminlerde bulunma, içinde bulunulan zamanla ve gelecekle ilgili yorumlar yapma işidir. Kehanet ve bakıcılıkla ortak yönleri varsa da fal özü itibariyle farklıdır. Çünkü kehanet ve onun özel bir şekli olan bakıcılık cinler yardımıyla veya özel yeteneklerle (bakış, seziş vb.) icra edilir. Bu bakımdan falcı kâhin ve bakıcıdan farklıdır. Kâhin (şaman), riyâzet sırasında aç kalıp kendinden geçtiği ve vecde ulaştığı durumlarda gözle görülmeyen varlıklardan özel olarak bilgi aldığını iddia eder. 

Bakıcı kâhinlerin göz yeteneği gelişmiş bir sınıfıdır; ateşe, suya, yağa ve diğer bazı şeylere bakarak açıklamalar yapar. Falcı da bazı şeylere bakar, belirli işlemler yapar, özel alet ve vasıtalar kullanır; ancak onun farklı bir yeteneği ve uymak zorunda olduğu zühd kuralları yoktur. Falcı bazı teknikler, kurallar ve söz kalıplarıyla belirli şeylerden anlamlar çıkarıp olumlu veya olumsuz sonuçlara ulaşır. Ayrıca falda şimdiki zamanla veya gelecekle ilgili bir tahmin söz konusu iken sihir ve büyüde mevcut durumu iyiye yahut kötüye yönlendirme ön plana çıkmaktadır.

Falda çeşitli araçlar ve teknikler kullanılmakta, buna göre de değişik fal türleri ortaya çıkmaktadır. Tarihin muhtelif devirlerinde çeşitli kültürlerde bilinen ve uygulanan başlıca fal türlerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Yıldız falı (horoscopy). İnsanın doğduğu günü dikkate alarak o günkü göğün durumu, yıldızların konumu ve insan üzerindeki etkilerinden hareketle onun kaderi hakkında yorum yapma işidir. Falın bu çeşidi, yıldızların konum ve tesirlerini inceleyerek insanın kaderini önceden bilmeyi amaçlayan astrolojiyle yakından ilgilidir.

El falı (chiromancy). Eldeki çizgilerden kişinin geleceğini okuma işidir. Kuş falı (ornithomancy). Kuşların uçuş şekli ve seslerinden bir anlam çıkarmak suretiyle gelecek hakkında bilgi verme işidir. Kâğıt falı (cartomancy). Üzerinde çeşitli şekil ve semboller bulunan kâğıtların muhtelif tekniklere göre açılıp dağıtılması ile ortaya çıkan sonucun yorumlanması işidir (iskambil ve tarot falı gibi). İç organlar falı (haruspicy, aruspice, extispicine). Bazı hayvanların iç organlarına bakarak yorum yapma işidir (Karaciğer falı [hepatoscopie], bağırsak falı [extaspicy] gibi). Kum (toprakfalı (geomancy). Kum, toprak, toz ve çakıl taşları ile tesadüfen tesbit edilen belli noktalar ve bunların şekilleri üzerine yapılan yorumdan ibarettir. Zar falı (lithomancy). Taşlarla veya zarla yapılan faldır. Kitap falı. Belli bir dilek ve niyetle bilhassa kutsal kitapları açıp bulunulan yerdeki ifadeleri yorumlama işidir.

Falın bunların dışında ateş falı (pyromancy), su falı (hydromancy), rüya yorumu (oneiromancy), astrolojik güçlerle etkilendiği söylenen vücut şekilleriyle ilgili fal (morphoscopy), başın şekline göre yapılan fal (phrenology), matematik uygunluklar falı (numerology), kura çekmek suretiyle yapılan fal (sortilege), çay falı (tasseography), kahve falı gibi fal türleri de vardır. Bazan öyle tekniklerle karşılaşılır ki onun bir çeşit fal olduğunu anlamak âdeta mümkün olmaz. Meselâ irade dışındaki vücut hareketleri, âni sancılar, seğirmeler, aksırmalar vb. şeylerden anlam çıkarmak, bunları yorumlamak; zehir, kaynar su gibi şeylerle ceza verip ona göre sonuçlar çıkarmak gibi yöntemler bunlardan sayılır. Bazı fallar tabii bir olayı gizemli sayarak onun şifresini çözmeye çalışır ve bu tür işlemlerde çok defa fal ile kehanet birbirine karışır veya karıştırılır.

Tarih boyunca bazı dinlerde din adamlarının aynı zamanda kâhinlik yaptıkları da bilinmektedir. Milâttan önce 4000 yıllarında Mısır’da, Çin’de, Bâbil’de ve Kalde’de falcılık-kâhinlik yapıldığını bugün bazı belgeler ortaya koymaktadır. Falın en eski menşei muhtemelen Mezopotamya’dır.

Geleceği bilmeye yönelik çok sayıdaki teknik Akkadlar döneminde gelişmiş, daha sonra bütün Asya ve Akdeniz bölgelerine yayılmıştır. Kullanılan tekniklerin çeşitliliği ve günümüze kadar ulaşan yazılı belgelerin çokluğu, bu tür işlerin bütün sosyal tabakalarda yaygın olduğunu göstermektedir. O dönemde en çok kullanılan fal tekniği iç organların incelenmesiydi (Eliade, I, 81, 85). Mezopotamya’da Sumerler’den itibaren rastlanan bu teknik milâttan önce II. binyılda oldukça gelişme gösterdi. Çok titiz kurallara bağlanan bu teknikte kurban edilen kuzuların iç organları ve özellikle de karaciğer, safra kesesi, akciğer ve bağırsakları inceleniyordu (EUn., V, 715). Bir diğer fal tekniği de suya bir miktar yağ dökmek suretiyle iki sıvının karışımından ortaya çıkan şekillerin yorumuna dayanmaktaydı. Buna “lecanomancy” denilmektedir (Eliade, I, 95).

Bâbil’de çocukların doğum ayları ve özürlü doğumlara göre yapılan yorumlar, tıbbî belirtiler, insan fizyonomisi, hayvan davranışları, rüya ve takvim falı ile astroloji gibi teknikler de kullanılıyordu. Diğer tekniklere göre daha sonra gelişen astroloji Kaldeliler’de, Babilonya’da ve Asur’da daha çok krallar tarafından krallık ve devletle ilgili olarak uygulanıyordu (Berthelot, s. 38-39).

Mezopotamyalılar’a göre yıldızlar göğün yazıları idi. Onlar, milletlerin ve insanların kaderinin orada yazılı olduğuna inandıkları için bu konuda bir yorum şekli geliştirmişlerdi. Önemli olayların vukuunda yıldızların ne durumda olduğu belirlenip benzeri durumlarda benzer olaylar beklenirdi. Astrolojide burçlara başvurmanın milâttan önce 700’lerden itibaren ortaya çıktığı sanılmaktadır. Bir kimsenin doğumu esnasında yıldızların durumundan hareketle onun kaderinin bilinebileceğine inanılırdı. Milâttan önce 29 Nisan 410’da doğan bir Kaldeli’nin kaderinin ne olacağını haber veren bir çivi yazılı metin ele geçmiştir.

Gökyüzü ile yeryüzü olayları arasındaki münasebetle ilgili müşahedeler astrolojik kodlar halinde belirlenmişti. İnsanlar hayat olaylarını yorumlamak için bu kodlardan faydalanıyorlardı. Hititler’de de genel olarak kehanet, özel olarak da fal mevcuttu. Yazılı belgelerde kendilerinden “bin tanrılı” diye bahseden Hititler, kaderlerini bu tanrıların yönettiğine inandıklarından tanrıların isteklerine cevap vermek veya kendi dileklerine cevap alabilmek için fala başvurmuşlardır. Tanrıların verdikleri işaretler olarak görülen olaylar Hitit dilinde “šagai” (işaret, belirti, omen) terimiyle ifade edilmekte, bunlardan bazıları iyi, bazıları da kötü belirti olarak yorumlanmaktaydı.

Hititler Bâbil’deki fal türlerinden en fazla astrolojik olanları benimseyip kullanmış, ay ve güneş tarafından verilen işaretler özellikle kral ve ailesi için geçerli kabul edilmiştir. Hititler, hayvan iç organları ve karaciğer bakıcılığından kendilerine has bir tür olan et (kuš) falını geliştirmişlerdir. Bu fal türünde amaç, organlarda gözlenen belirtilere göre Bâbil’deki şekliyle hangi olayların meydana geleceği hakkında kehanette bulunmak değil, kendi sordukları somut sorulara olumlu ya da olumsuz cevaplar bulmaktı. Hititler’de falın en çok kullanıldığı alanlardan biri de savaşlardı.

Hitit ordusunun takip edeceği yol, kışlayacağı şehir, saldırıya geçeceği yer ve zaman, kralın zafer ihtimali hep fal aracılığı ile belirlenirdi. Diğer taraftan herhangi bir kötü belirtinin sebebi, kimin için bir felâket bildirdiği de falla öğrenilmeye çalışılırdı. Falın kullanılmasında önce fal sorusu sorulmakta, sonra uygulanmasına geçilmekte ve falın cevabı alınmaktaydı. Cevap istenilen şekilde değilse diğer sorularla fal sürdürülür, yapılan bir fal diğer bir fal türüyle kontrol edilirdi. Hititler’de kullanılan başlıca fal çeşitleri talih falı (kin), kuşların uçuş falı (mušen), et falı (kuš), kızıl keklik falı idi (mušen hurri) (Dinçol, s. 6-10).

Eski Yunan’da rahiplerin yanında, gaipten haber vermekten ziyade gelecek için öğütlerde bulunma ve tanrıların isteklerini öğrenme niteliğine sahip “mantis” adını taşıyan kâhinler vardı. Bunlar Tanrı’nın isteklerini öğrenebilmek için başka usullere başvurmakla birlikte en çok kuşların uçuş tarzını inceleyerek yorumlar yaparlardı. Mezopotamya’da görülen, hayvanların bağırsak ya da karaciğerini inceleme usulü Yunanistan’da da yaygındı. Yunanlıların en büyük kehanet tanrısı Apollon’du; onun Delfoi’daki tapınağı ve bu tapınaktaki Pitya adlı kâhin büyük üne sahipti (Mansel, s. 143-216). Orfeus dininde rahipler geleceği önceden haber vermek, uğursuzlukları ortadan kaldırmak gibi işlerle meşgul olmuşlardı (a.g.e., s. 222).

Mânevî varlıklar ve beşerî olmayan yaratıklar tarafından gönderilen haberleri alma maksadı taşıyan falın (augury) eski Yunan ve Roma’daki klasik şekli kuşların uçuşunun tanrıların yönetiminde olduğu, ancak falcılarda da bir şifresinin bulunduğu inancına dayanır. Bütün diğer gizli haberler de “augurium” kelimesiyle ifade edilmiştir. Kuşların uçuşları, çığlıkları ve davranışları, Hint-Avrupa kavimlerinde olduğu gibi Yunan ve Romalılar’da da uğur-uğursuzluk sebebi olarak görülmüştür. Bu husus Aristo’nun kuşlarla ilgili komedisinden de anlaşılmaktadır. Aristo ayrıca insanın kaderini yüz çizgilerinden tahlil eden bir kitap yazmıştır. Yunan filozoflarından Pisagor bazı Asya ülkeleriyle Mısır’ı dolaşmış, Kaldeliler’in ve Mecûsîler’in gizli bilimlerini araştırmıştır. Bazı kaynaklar Eflâtun’un da fala inandığını belirtmektedir. Hemen bütün mitolojiler falcılarla ilgili hikâyelere yer vermektedir. Meselâ Yunan mitolojisine göre Apollon evlenmek istediği Kassandra’ya falcılık yeteneği vermiştir. Yine bilgi tanrısı Apollon zar şansıyla ilgili falı Hermes’e vermiş, böylece Hermes kumarbazların tanrısı olmuştur.

Eski Roma’da çok önemli bir rahip koleji vardı. Kuşların hareketlerini takip ederek onların verdiği işaretlerden dinî, dünyevî kararlar çıkaran rahipler, devlet memurlarının herhangi bir konuda ne yapmaları gerektiğini tavsiye edebiliyorlardı. Bu işleri “Libri Augurales” denilen kutsal prensipler düzenliyordu. Kuş falı âyinini ayrıntılarıyla tasvir eden çok sayıda Grek ve Latin metni vardır. Siyasî, askerî, dinî işlerle ilgili tanrıların tercihine delâlet eden işaretler bu falın malzemesidir. Kuş falı âyininin icrası esnasında rahip seçtiği kelimelerin vurgularına özen gösterir, böylece onun Tanrı ile insan arasındaki iletişimi sağladığına inanılırdı. Eski insanlarca yanılmaz bir bilgi kaynağı olarak görülen iç organlar falı Yunan ve Romalılar’ca da çok önemli kabul ediliyordu. Yine eski Yunan ve Roma’da içine bazı şeyler atılan su yüzeyi ile aynanın da yansıttığı görüntülerle geleceği bildirebileceğine inanılırdı. Ayrıca gök gürültüsü, şimşek gibi meteorolojik olaylar da falcılıkta kullanılıyordu.

Çin kültürüne ait meşhur beş klasikten biri I-Ching (Değişiklikler kitabı) en eski fal kitabı olarak bilinir. Çin’de kökü eskilere dayanan ve Chou hânedanı zamanında başvurulan “pa kua” falında altmış dört tane köşeli şekil bulunur. Bu ise Çin felsefî, kozmolojik spekülasyonlarının temelidir (I-Ching). Her pa kua üç çizgiden oluşur ve bu çizgilerin özel bölünme tarzları vardır. Bunların âlemin sırlarını ihtiva ettiğine inanılırdı. Bu çizgiler ayrıca kum falında da kullanılırdı

Hindu astrolojisi Çin ve Ortadoğu sistemlerinin karma şekliydi. Bu çizgili fal biçimi İslâm dünyasında “remil” diye bilinen fal türüdür. Uğurlu sayılanları yanında ölüm habercisi gözüyle bakılan güvercin ve baykuş Hindistan’da da kuş falı bakımından önemliydi. Hindistan’da fal ve kehanet işlerini Atharva rahipleri yürütürdü. Bunlardan başka önceleri dinî karakterleri olmayan falcılar da bulunmaktaydı. El, yüz vb. vücut organları ile yapılan fal çeşitlerinin de bulunduğu Hindistan’da milâttan sonraki yüzyıllarda gelecekten haber verme konusunda rüya yorumu gelişti.

Hindistan’da astrolojiye büyük önem verilmesine rağmen Buda mürşid olduktan sonra bütün sahte hünerleri, fal ve kehanet faaliyetlerini reddetti. Bununla beraber bu konuda kendisinden farklı düşünen şâkirdleri de vardı. Hindistan dışındaki Budistler’ce yerli fal gelenekleri sadece tanınmakla kalmamış; Budist keşişleri Hint astrolojisinin olumlu yanlarını Tibet, Moğolistan, Burma, Seylan ve Siyam gibi ülkelere de sokmuşlardır. Tibet’te Çin tarzı astroloji Hindistan’ınkine baskındı ve yaygın kura falının bir kılavuzu bulunuyordu. Kılavuzda sonuçlara göre şu başlıklar yer almaktaydı: Eve ait, yardımlar, hayat, tıbba ait, düşman, ziyaretçiler, iş, seyahat, kayıp mal, servet, hastalık.

Çinliler, Kuzeydoğu Asya ülkeleri ve bazı Batı ülkeleri gibi (meselâ eski Almanlar ve Yunanlılar) Japonlar da kürek kemiği falına bakarlardı. Bir geyik kürek kemiğini ateşe tutarak ısıttıktan sonra çatırtılarından anlamlar çıkarma şeklindeki fal uygulamasının hâlâ devam ettirildiği bölgeler vardır; ayrıca kaplumbağa kabuğu da öteden beri kullanılmaktadır. Japonlar arasında özellikle kadınlar ve âşıklar karanlıkta yere bir değnek diker, değneğin çevresine kutsal pirinç serpiştirir ve “yol kavşağı falı” denilen bu yolla tanrıların kısmetlerini karşılarına çıkarmasını beklerlerdi. Böylece onlar, belirledikleri yerden geçecek ilk erkeğin ya da eş adayının ne istediğini bilmeye çalışırlardı. Bu fal geleneği yakın zamanlara kadar sürmüştür.

Japonlar’da astroloji ve kuş falının bulunduğuna dair elde yeterli bilgi yoktur. Çin’de yaygın olan bu fal çeşitleri muhtemelen Japonya’da ilgi görmemiştir. Bununla beraber bu ülkede, üzerinde numaralar yazılı kura çubuğu falı vardı. Zelzele, fırtına ve sellerin savaşı haber veren alâmetler olduğuna inanılırdı. Japonlar güneş ana tanrıçasının tapınağına hevesle dönüp ondan geleceğe dair bir ışık kapmak isterler. Rüyada gelecekle ilgili şeylerin görüldüğüne inanırlar ve onun yorumuna önem verirler.

Türkler’in müslüman olmadan önceki dinî törenlerinde ve günlük hayatlarında falın önemli yeri vardı. Orta Asya Türkçesi’nde fal kavramı ırk kelimesiyle karşılanıyordu. Nitekim Kâşgarlı Mahmud Dîvânü lugāti’t-Türk’te bu kelimeyi “falcılık, kâhinlik ve bir kimsenin içinden geçeni bilmek” şeklinde açıklar. Türkler’de fal anlamına gelen kelimelerden biri de tölgedir. Suya ve aynaya bakma; kurşun, köz ve tütsü; kürek kemiği, kahve, bakla falları Türkler’de yaygın olan fal türlerindendir. Şamanlar kayıp kişilerden haber almak için ayna kullanmışlardır. Kürek kemiğiyle fal bakma Asya’nın birçok bölgesinde yaygınlık kazanmıştır.

Orta Asya Türkleri, Moğollar, Araplar, Yunanlılar, Romalılar ve bazı Balkan halklarında koyun ve keçi gibi hayvanların kürek kemiğiyle fala bakma geleneği vardır. Türkler arasında İslâm’dan önce de mevcut olan bu yöntem günümüzde Anadolu’nun hayvancılıkla geçinen bazı yörelerinde uygulanmaktadır. Bakla falı da eski Ön Asya ve Orta Asya menşelidir. Orta Asya Kazak ve Kırgızları ile Özbekler’de bu fal kumalak adıyla bilinir.

Yahudilik’te de geleceği keşfetme, bilinmezi anlama ihtiyacı ile bu işi yapanlar ve özel yöntemler mevcuttur. Bu ihtiyacın karşılanması için meşrû olan ve olmayan yollar vardır. Geleceği keşfetme ve bilinmezi anlamanın meşrû kabul edilen yolları peygamberî haber, sâdık rüya, Urim ve Thummim yoludur. Peygamberler gelecekle ilgili şeyleri Tanrı’dan öğrenip insanlara bildirmekte (I. Krallar, 22/5-23; II. Krallar, 3/11-16), onların gelecekle ilgili söyledikleri mutlaka tahakkuk etmektedir (Tesniye, 18/20-22). Ahd-i Atîk’te rüya yoluyla çeşitli kişilerin gelecek hakkında bilgilendirildiğine dair mâlûmat vardır (meselâ bk. Tekvîn, 37/5-10; 40/5-22, 41/1-8, 25-36; Daniel, 2/1-45; 4/4-27). Ahd-i Atîk’te meşrû kabul edilen bir diğer yol da Urim ve Thummim yoludur. Urim ve Thummim, İsrâiloğulları’nın onlar vasıtasıyla Tanrı’nın iradesini anladıkları mahiyeti bilinmeyen nesnelerdir.

Tanrı Hz. Mûsâ’ya Urim ve Thummim’i hüküm göğüslüğü içine koymasını emretmiştir (Çıkış, 28/30). Başkâhin, İsrâil milletiyle ilgili şüpheli ve tehlikeli durumlarda bunları kullanarak Tanrı’nın iradesini öğreniyordu (Sayılar, 27/21; I. Samuel, 14/41). Buna rağmen halk arasında yalancı peygamberlere, ücretle iş yapan kâhinlere ve falcılara müracaat edenler de vardı (Hezekiel, 13/17; Mika, 3/11).

Geleceği bildiren kâhinlerle peygamberler arasında ilişki kurulan Yahudilik’te bazı peygamberler kâhinlerin kullandığı bir kısım yöntemleri (müzik gibi) kullanıyordu (I. Samuel, 10/5; II. Krallar, 3/15). Peygamber de kâhin de gelecekten haber vermekle birlikte ikisi arasında verilen bilginin kaynağı itibariyle fark vardı. Kâhinlerin faaliyetleri Allah’ın mutlak kudretine, ona ait olana müdahale kabul edildiği için yasaklanmıştı. Diğer taraftan niyet tutma, tefe’ülde bulunma ve Allah’tan bir işaret bekleme câizdir. Hz. İbrâhim’in kölesi Eliezer Hz. İshak’a eş seçerken (Tekvîn, 24/14) ve Saul’ün oğlu Yonatan Filistin kampına giderken tefe’ülde bulunmuştu (I. Samuel, 14/9-10).

Yahudi kutsal kitabına göre gelecekle ilgili gizli bilgiler, peygamberî haberlerin dışında çeşitli isimlerle anılan kişilerce muhtelif yöntemler kullanılarak anlaşılmaya veya ortaya çıkarılmaya çalışılır. Bu tür insanları ifade eden üç ana terim vardır. Bunlardan menaheş “işaretleri gözlemek” anlamındaki nahaş kökünden gelir ve bazı işaretleri yorumlayarak gelecekten haber veren kişiyi ifade eder. Meonenin menşei tartışmalıdır; kuşları gözleyip uçuşlarını ve seslerini yorumlayan kişiyi anlatır. Kelimeye “ruh veya cin çağıran, bulutların durumunu inceleyerek yorum yapan” anlamı da verilmektedir. Kosem, kesem ise “ip, ok vb. araçlarla kehanette bulunma ve fal bakma” anlamında kullanılmaktadır.

Ahd-i Atîk’te ve yahudi dinî literatüründe zikredilen başlıca fal türleri şunlardır: Kâse falı (iki değişik uygulaması için bk. Tekvîn, 44/5, 15; Sayılar, 5/12-31); karaciğer falı (Hezekiel, 21/21); fal oklarıyla gerçekleştirilen fal (Hezekiel, 21/21); terafim falı (Hezekiel, 21/21; Zekarya, 10/2); çubuk, değnek falı (Tekvîn, 30/37; Hoşea, 4/12, I. Samuel, 20/20, II. Krallar, 13/15; Hezekiel, 21/21); ağaç falı (Hoşea, 4/12; Hâkimler, 9/37; II. Samuel, 5/24; Talmud döneminde “ağaçların dili” denilen bir fal türü vardı); kuş falı (Sifra Keduşim, 6; Sifrei Deuteronomy, 171); yıldız falı (İşaya, 47/13); gölge falı (Sayılar, 14/9); ölülerle konuşarak geleceği öğrenme (necromancie) (I. Samuel, 28/3, 7, 9; II. Krallar, 21/6; II. Tarihler, 33/6; İşaya, 8/19).

Bu fal türlerine rağmen yahudi kutsal kitabında her tür kehanet ve fal yasaklanmıştır. Tevrat’ta, “Gizli şeyler Allahımız Rabbindir” (Tesniye, 29/29) cümlesiyle gayb bilgisinin Allah’a ait olduğu ve bu alandan uzak durulması gerektiği vurgulanmış, “Aramızda oğlunu ve kızını ateşten geçiren, yahut falcı, yahut müneccim, yahut sihirbaz, yahut afsuncu, yahut büyücü, yahut cinci, yahut bakıcı, yahut ölülere danışan bulunmayacak” (Tesniye, 18/10-11) denilerek bunlar yasaklanmış, bu işlerle meşgul olanların öldürülmeleri emredilmiştir (Levililer, 19/31; 20/6, 27). Kral Saul bütün cincileri ve bakıcıları ülkeden kovmuş (I. Samuel, 28/3, 9), Yoşiya’nın dinî reformu çerçevesinde bunlar ortadan kaldırılmıştır (II. Krallar, 23/24). Diğer taraftan Yahuda Kralı Menasseh bütün bu yasakları çiğnemiştir (II. Krallar, 21/6; II. Tarihler, 33/6).

Talmud’da rabbiler kehanete karşı kararsız bir tavır benimsemişlerdir. Bir yanda her tür kehanet ve falcılığı yasaklayan ifadeler, öte yanda Babilonya bilginlerinin (amoraim) yaşadığı bölgedeki yaygın uygulama rabbileri, yasak olan kehanetle (nahaş) izin verilen “işaretler” (simanim) arasında belli bir ayırım yapmaya sevketmiştir. Maimonides bütün kehanet çeşitlerinin yasak olduğunu belirtirken Abraham b. David Posquières işaretlerin câiz olduğunu ileri sürdü. Bununla beraber bazı olaylarda neyin işaret neyin kehanet olduğu tam olarak ayırt edilememektedir.

Ortaçağ süresince hem yahudiler hem de hıristiyanlar gökyüzündeki cisimlere ve insan bedenine, el, yüz gibi organlarla aksırma gibi hallere bakarak falcılık yapmaktaydılar. Hayvanların hareket ve sesleri de bu doğrultuda değerlendiriliyordu. Meselâ acı acı havlayan bir köpek ölmüş birinin ruhunun şehirde gezdiğine, arkasını sürüyen bir köpek ise ölüm meleğinin yakınlarda olduğuna işaret sayılırdı. Diğer taraftan bazı yiyecekler hayra yorulurdu.

Nitekim yıl başında (Roş-ha-şana) yenilen yiyeceklerin hepsinin hayra yorulan anlamları vardı. Ortaçağ Yahudiliği’nde hıristiyan kaynaklarından ve Greko-Romen geleneklerden gelen inanışlar da vardı. Meselâ yılbaşı ile büyük kefâret günü (Yom Kipur) arasındaki on gün boyunca mum yakma âdeti bunlardandır. Eğer bu süre içinde mum sönerse fal bakan kişinin o yılın sonu gelmeden öleceğine, sönmezse yaşayacağına inanılırdı. Hem yahudiler hem de hıristiyanlar Kitâb-ı Mukaddes’i bir fal aracı olarak kullanmışlardır. Ayrıca Ortaçağ’larda özellikle Almanya’da define bulmak için çubuk falı uygulanmıştı.

Yahudilik’teki kadar olmasa bile fal ve kehanet Hıristiyanlık için de önemli bir gelenek teşkil etmekteydi. Hıristiyanlık’ta falcılığın temelleri Grek-Roma ve yahudi geleneğine dayanır. Ahd-i Cedîd’de falcılıkla ilgili bilgiler oldukça azdır. Rüya yoluyla bilgilendirme Ahd-i Cedîd’de de vardır (örnekleri için bk. Matta, 1/20; 2/13; 27/19). Ahd-i Cedîd’in “Resullerin İşleri” bölümünde hıristiyan olmayanlar arasındaki sihirbaz ve falcılarla ilgili bilgiler verilmiş (8/9’da Sâmiriyeli Simun, 13/6’da Kıbrıslı sihirbaz Elimas, 16/16’da kendisinde falcı ruhu olan kadın gibi), ancak bunlar hoş görülmemiştir.

İlk hıristiyanlar fal ve kehaneti büyünün bir kolu olarak kabul ediyorlardı. Hıristiyan teolojisinde insanla gerçek Tanrı arasındaki ilişki ortadan kalktığı, bunun yerine insanla insan tanrı Îsâ arasındaki yakınlık ortaya konduğu için kehanet ve faldaki iyi-kötü mücadelesi Îsâ ile şeytan arasındaki savaşın bir parçası olarak algılanmış, insana musallat olan kötülükler, medyumluk ve benzeri şeyler cinlerin işi sayılmıştır. Ancak astrolojik alâmetler, rüya yoluyla olması gerekeni anlama ve bir işi kura ile belirleme iyi karşılanmıştır. Roma İmparatorluğu’nda falcılıkla ilgili halk gelenek ve yöntemleri Hıristiyanlığa girmiş ve kaynağı ne olursa olsun Hıristiyanlık’taki falcılık geleneğinin gelişimi genelde hıristiyanlara hâkim olan imparatorların tutumuyla bağlantılı olmuştur.

Kilise literatüründe kâhin ve falcılara şu adlar verilmiştir: Incantator. Kelimelerle kehanette bulunup hastaları iyi eder, ölenleri kutsar veya onlara beddua eder, hava şartlarını yönlendirir. Arioli. Bir idolün etrafında dönerek mesleğini icra eder. Aruspice. Bunlar kürek kemiği veya kümes hayvanlarının göğüs kemiklerini kullanarak falcılık yaparlardı. Augure. Kuşların uçuş yönlerine göre fala bakardı. Astrolog, genethliaci, mathematici. Yıldızlara bakarak falcılık yaparlardı. Sortilegi. Kutsal metinden rastgele bir sayfa açıp fala bakardı.

Augustin, İskenderiyeli Clement ve Tertullian gibi ilk kilise babaları fal ve kehaneti reddetmişlerdir. IV. yüzyılda kilise fal ve kehanetle daha yakından ilgilenmeye başladı. Laodicia (343-381 [?]), Vannes (461 veya 465), Agde (506), Orleans (511) konsillerinin kanunları bu işleri zararlarına dikkat çekip yasakladılar. Papa II. Gregory’nin başkanlığında 721’de toplanan konsilde Roma kilisesi arioli, aruspice, incantatorların işleriyle diğer kehanet türlerinin tamamını yasaklayıp aforoz etti. Buna rağmen kehanet ve falla ilgili telakki ve uygulamalar sürmüştür. Kilisenin göz yumduğu ve Ortaçağ’larda en çok yaygınlık kazanan tür astroloji idi. Ortaçağ ve Yeniçağ hıristiyan dünyasında en yaygın fal türleri küreye bakma, rüya yorumculuğu, el falı ve numerolojidir. İskambil falı da oldukça yaygın olup kabalistik mistisizmin etkisini temsil eder. Doğudaki Bizans Hıristiyanlığı’nda en gözde fal türleri aynaya bakma, su falı, tabak, fincan falı, kum falı ve rüyalardı.

Rönesans ve reform bu hareketleri suçladıysa da kehanet, rüya ve kutsal kitap falı bu çevrelerde de varlığını sürdürdü. Halk kesimlerinde bu tür faaliyetlerin devam etmesine karşılık kilise her tür kehanet ve fala olumsuz gözle bakmıştır. Câhiliye devri Arapları’nda da diğer kavimlerde olduğu gibi fal, bakıcılık ve kehanet birbirine karışmış olarak yaşamaktaydı.

MEHMET AYDIN

Pek çok kişi fal baktırırken geleceği görmeyi değil, eğlenmeyi amaçladığını söyler. Peki fal baktırmak günah mıdır? Fal konusunda dinimiz ne emrediyor? Bugün kenarda, köşede, neredeyse her mahallede çeşitli adlar altında kendilerine birtakım “masum” ve “modern” unvanlar takarak “meslek”lerini icra eden had ve hesaba gelmeyen falcılar kol geziyor. “Falcılık kadar insan merakını, insan duygusunu istismar eden bir başka yol yoktur” desek, mübalağa etmiş olmayız.

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Başkası onu bilemez.”(En’am, 6/59)“De ki: Allah’tan başka ne göklerde, ne de yerde hiç kimse gaybı bilemez.”(Neml, 27/65)“De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır veya ‘Ben gaybı bilirim’ demiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım.”(En’am, 6/50)

Gayb ve gelecek bilgisi Allah’ın elinde olduğuna göre, Allah’ın elçisi dahi Allah bildirmezse bilemeyeceğine, hiçbir İslam âlimi da gayb ve gelecek hakkında konuşmayacağına göre, falcıyı nereye koyarsınız? Yapıp durduklarına bir hak payı, bir inandırıcılık verebilir misiniz? “Ama falcının dediği bazen çıkıyor” diyenler de yok değildir. Gerek kâhin, gerekse falcı veya medyum, tarotlar, hatta burçları okuyanlar, kendilerine hangi adı takmış olursa olsunlar, dinin izin vermediği bir konuda konuşuyor, hüküm veriyorlarsa, aynı kategoriye girerler. Söyledikleri bazen tutsa bile, bu yüz tane yalanın arasından çıkan bir doğrudur. Buna doğru demek bile su götürür. Yapanı da, yaptıranı da, inananı da tehlikeye sürükler.

Bilim adamları da falcılığın birer huzursuzluk kaynağı olduğunu ifade ederler. Özellikle aile geçimsizliklerinin ve yakın akrabalar arasında düşmanlık tohumlarının ekilmesine sebep oldukların söylüyorlar. Psikiyatri uzmanı Prof. Dr. İlhan Yargıç diyor ki: “Falcılar, genellikle benzer söylemleri kullanır. Kadının kocasıyla sorunu vardır, problem aslında konuşulsa çözülebilecektir. Fakat falcı, birisinin kendisine büyü yaptığını söyler. Bu durumda kadın, tüm aile fertlerine karşı düşmanca tavır besler. Gerçekte böyle bir şey olmamasına rağmen, kehanet kendini kanıtlar ve aile ilişkileri kopar.” Bir medyumcunun itirafı da dikkat çekici, diyor ki:
“Medyumluk popüler olunca bunu hobi olarak yapanlar işi ticarete döktü. İyi kötü fark etmiyor. Toplumun ruh sağlığı gerçek anlamda tehlike altında; çünkü medet bulmak için gidilen kişilerin birçoğunun kendisi problemli. Bu işi yapanların çoğunun ruh sağlığı bozuk.”

Birer batıl inanç ve hurafe olan falcılığı İslam dini yasaklamasına rağmen, gerek Doğu’da, gerekse Batı’da, dünyanın her yerinde, tarih boyu insanlar kendilerini bu kötü alışkanlıktan kurtaramamışlardır.

İslam öncesi Cahiliye döneminde bazı fal çeşitleri vardı. Kum üzerine bazı çizgiler çizilerek bakılan bir fal türü vardı ki, buna hattü’rreml denirdi. Bunun yanında kelime ve isimlerle fal tutma, zarlarla fal açma, astrolojik fallar, koyunun kemiğine, kurbanın ciğerlerine bakarak fal açma, su falı, çay falı, kahve falı, bakla falı, kurşun dökme, tuz falı, balmumu falı, el yazısı falı gibi fal çeşitleri uygulanmıştır.

Asıl kaynağı batıl din ve inançlar olan falın dinle, imanla, Kur’an ve İslam’la uzaktan yakından bir ilgisi ve alakası yoktur. İnanan bir insan böyle batıl şeylerle aklını, kalbini ve imanını tehlikeye atmamalı, her şeyin Allah’ın elinde olduğuna inanmalı, Rabbine itimat edip güvenmeli, dua ederek O’na yalvarmalı, kadere olan inancını sağlam tutmalıdır.

Hadi insanları yıldız konumlarına göre tahlil etmek tamam da bu yıldızların oluşturduğu ve sadece bizim açımızdan bakıldığında bazı hayvan vb. şekillere benzetilen takımyıldızların insanlara da bu benzedikleri hayvanın karakterini vermeleri doğrusu pes dedirtiyor. Eğer yıldızlar bizi ışınlarıyla etkiliyorsa, hepimizde en yakın yıldız olan güneşin verdiği karakteristik özelliklerin bulunması gerekiyor. Çünkü eğer güneş ile dünya arasındaki uzaklığı gözünüz ile şu anda okuduğunuz dergi arasındaki mesafe olarak küçültürsek. En yakın yıldız (Proxima Centauri ) Newyork’ta olacaktır. 40 cm. ötenizde yanan bir ateş varken birilerinin Newyork’ta yaktığı ateşin sizi etkilediğini söyleyebilir misiniz? Kaldı ki 12 burcu oluşturan yıldızlar, bahsedilen yıldızdan çok daha uzaktadır.

İnsanın, yaratıldığı ilk günden 21. yüzyılın şu yaşadığımız günlerine kadar sürmüş olan en büyük meşguliyeti kendini tanıma çabası olmuştur. Bazı insanlar doğduğunuz gün ve saate göre sizin hayatınızın kısa bir özetini ve karakter özelliklerinizi verebildiklerini iddia ediyorlar. Böylece de bu “ezelden gelen” merakımız sayesinde epey iyi para kazanıyorlar. Buna sebep olarak da doğduğumuz anda, esas olarak güneşin bulunduğu burç ve diğer bazı burçların ve gezegenlerin konumlarına göre ilgili yıldızlardan bazı ışınların bizi etkilediğini ve özelliklerimizi şekillendirdiğini söylüyorlar. Oldukça da enteresan yaklaşımları var konuya. Meselâ oğlak burcunda olanların keçi gibi inatçı olduğunu ya da yengeç burcundakilerin aynı bu böceğin yürümesi gibi hafifçe yan yürüdüğünü iddia ediyorlar. Bu dediklerimi hemen her astroloji kitabında görebilirsiniz.

En yakın yıldız olan proxima centauri yaklaşık dört ışık yılı uzaktayken, Başak takım yıldızının en parlak üyesi Spica (alpha virginis) 281 ışık yılı uzaklıktadır. Yani Newyork örneğinden yaklaşık yetmiş kat daha uzak.! Bunu aynı ölçeğe koymaya kalksak mesafeler yetmiyor ve yine dünyanın dışına, uzaya çıkmak zorunda kalıyoruz… Bu yine de iyi bir örnek. Bazı burçları oluşturan yıldızların içinde dünyadan binlerce ışık yılı uzakta olanlar bile var. Mesela Kova takımyıldızının en parlak iki üyesi alfa ve beta aquarius (Sadalmelik ve Sadalsuud) sırasıyla 1359 ve 2174 ışıkyılı uzaklıktalar. Bu durumu az önceki örneğe aktarırsak, Newyork’taki ateşi ayın da ötesine taşımak gerekiyor.

Fakat burçları oluşturan yıldızlar arasındaki mesafe, çoğu zaman bizim onlara olan uzaklıklarımızdan daha fazla. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. İstanbul’dan doğuya bakan bir kişi en yakındaki İzmit ile en uzaktaki Kars ilimiz arasında iki boyutlu ölçekte sadece birkaç metre varmış gibi bir izlenime kapılır, ancak arada bin kilometreden fazla mesafe vardır. Biz de uzaya baktığımızda derinliği algılayamıyoruz. Yanyana duran iki yıldızı birbirinin kapı komşusu zannediyoruz. Ancak aralarında binlerce ışıkyılı mesafe olabiliyor. Belki de biz yakın olan yıldıza komşu zannettiğimiz diğerinden çok daha az uzaklıkta yer alıyoruz. Örneğin Akrep takımyıldızında birbirine çok yakın görünen Antares (Alpha Scorpii) ve Sigma scorpii yıldızları arasında en az 1277 ışık yılı mesafe vardır. Ama bunlardan bize yakın olanı Antares dünyaya 276 ışık yılı uzaklıktadır. Aynı takımyıldıza dahil edilen bu iki yıldızın aralarındaki mesafe bizim yakın olanı ile aramızdaki uzaklıktan dört kat fazladır. Tabi bunu yeni öğreniyoruz. Daha önce bunların uzaklıklarını hesaplama şansımız yoktu. Ama insanlar binlerce yıldır bunları komşu zannediyordu.

İnsanların burçları doğum gününde güneşin dünyaya göre bulunduğu veya geçmekte olduğu takımyıldıza göre belirleniyor. Örneğin her yıl Kasım ayının ilk yarısında güneş Akrep takımyıldızında bulunur ve bu günlerde doğanlar akrep burcuna dahil olarak kabul edilirler. Bu kişilerin özelliklerinin bu takımyıldızın etkisinde olduğu kabul edilir. Ancak büyük bir gerçek vardır. Güneşin bir burçta bulunduğu an aslında o burcun dünyaya en uzak olduğu andır. Çünkü söz konusu burcun dünyaya olan ortalama uzaklığına bir güneş dünya mesafesi daha eklenmiş olur. Tabii eğer bir de gece doğduysanız güneşin o anda bulunduğu burçtan gelen ışınların dünyanın tüm toprak kaya ve magma tabakasını delerek size ulaşması lâzımdır. Çünkü güneşin bulunduğu burç güneşle birlikte batar ve gece dünyanın öteki tarafında kalır.! Neyse bu duruma da yükselen burç kavramıyla bir çare bulunmuş.

Gezegenlere gelince Güneş yörüngesinde bugüne kadar keşfedilmiş dokuz gezegenin en büyüğü olan Jüpiteri ele alırsak ,bu gezegenin dünyaya ortalama uzaklığı Güneşinkinin yaklaşık beş katıdır. Güneş dünyadan hacim olarak 1.300.000 kat daha büyükken, Jüpiter, sadece 1.300 (bin üçyüz) kat büyüktür. Ayıca Güneş bir yıldız özelliği gösterirken Jüpiter dev bir gaz topudur. Güneşle Jüpiter arasındaki bu 1000 (bin) katlık farka bir de mesafeyi eklememiz gerekiyor. Fizikte ışık ve kütleçekim etkileri uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak azalır. Yani Güneşe göre bize beş kat daha uzak olan Jüpiter, boyut farkıyla birlikte eğer bir yıldız dahi olsaydı 25.000 (yirmi beş bin) kat daha az etkili olacaktı üzerimizde. Böylece gezegenlerin en büyüğünün dahi ne kadar önemsiz kaldığı ortaya çıkmış oluyor Güneşin yanında.

Bir büyük yanlışlık ise, geçmişteki şahsiyetlerin burçlarının hesaplanmasında yapılmaktadır. Dünyanın 26.000 (yirmi altı bin) yılda bir tamamladığı bir spin (dönme) hareketi vardır ki, bu yaklaşık her 2.300 (iki bin üç yüz) yılda bir burçların bir kademe ileri kaymasına sebep olur. Yani 1 Ocak 2000 tarihinde doğan bir kişi oğlak burcundadır, ama 1 Ocak M.Ö. 300 yılında doğmuş olan başka bir kişi kova burcunda olmak durumundadır. Yani Hz. İsa 25 Aralık M.Ö 1. yılında doğduğunda Güneş Kova burcundaydı. Fakat bu günkü gökyüzünde 25 Aralık 2000 tarihi Oğlak burcuna denk gelmektedir. Siz bu günkü duruma göre hesap yaparsanız geçmiştekilerin burçları yanlış çıkar ve bu konudaki çoğu istatistik bilgi birikimi yanlışlarla dolu olur.

İnsanın, yaratıldığı ilk günden 21. yüzyılın şu yaşadığımız günlerine kadar sürmüş olan en büyük meşguliyeti kendini tanıma çabası olmuştur. Bazı insanlar doğduğunuz gün ve saate göre sizin hayatınızın kısa bir özetini ve karakter özelliklerinizi verebildiklerini iddia ediyorlar. Böylece de bu “ezelden gelen” merakımız sayesinde epey iyi para kazanıyorlar. Buna sebep olarak da doğduğumuz anda, esas olarak güneşin bulunduğu burç ve diğer bazı burçların ve gezegenlerin konumlarına göre ilgili yıldızlardan bazı ışınların bizi etkilediğini ve özelliklerimizi şekillendirdiğini söylüyorlar. Oldukça da enteresan yaklaşımları var konuya. Meselâ oğlak burcunda olanların keçi gibi inatçı olduğunu ya da yengeç burcundakilerin aynı bu böceğin yürümesi gibi hafifçe yan yürüdüğünü iddia ediyorlar. Bu dediklerimi hemen her astroloji kitabında görebilirsiniz.

İnsanların burçları doğum gününde güneşin dünyaya göre bulunduğu veya geçmekte olduğu takımyıldıza göre belirleniyor. Örneğin her yıl Kasım ayının ilk yarısında güneş Akrep takımyıldızında bulunur ve bu günlerde doğanlar akrep burcuna dahil olarak kabul edilirler. Bu kişilerin özelliklerinin bu takımyıldızın etkisinde olduğu kabul edilir. Ancak büyük bir gerçek vardır. Güneşin bir burçta bulunduğu an aslında o burcun dünyaya en uzak olduğu andır. 

Çünkü söz konusu burcun dünyaya olan ortalama uzaklığına bir güneş dünya mesafesi daha eklenmiş olur. Tabii eğer bir de gece doğduysanız güneşin o anda bulunduğu burçtan gelen ışınların dünyanın tüm toprak kaya ve magma tabakasını delerek size ulaşması lâzımdır. Çünkü güneşin bulunduğu burç güneşle birlikte batar ve gece dünyanın öteki tarafında kalır.! Neyse bu duruma da yükselen burç kavramıyla bir çare bulunmuş.

Fakat burçları oluşturan yıldızlar arasındaki mesafe, çoğu zaman bizim onlara olan uzaklıklarımızdan daha fazla. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. İstanbul’dan doğuya bakan bir kişi en yakındaki İzmit ile en uzaktaki Kars ilimiz arasında iki boyutlu ölçekte sadece birkaç metre varmış gibi bir izlenime kapılır, ancak arada bin kilometreden fazla mesafe vardır. Biz de uzaya baktığımızda derinliği algılayamıyoruz. Yanyana duran iki yıldızı birbirinin kapı komşusu zannediyoruz. Ancak aralarında binlerce ışıkyılı mesafe olabiliyor. Belki de biz yakın olan yıldıza komşu zannettiğimiz diğerinden çok daha az uzaklıkta yer alıyoruz.

Örneğin Akrep takımyıldızında birbirine çok yakın görünen Antares (Alpha Scorpii) ve Sigma scorpii yıldızları arasında en az 1277 ışık yılı mesafe vardır. Ama bunlardan bize yakın olanı Antares dünyaya 276 ışık yılı uzaklıktadır. Aynı takımyıldıza dahil edilen bu iki yıldızın aralarındaki mesafe bizim yakın olanı ile aramızdaki uzaklıktan dört kat fazladır. Tabi bunu yeni öğreniyoruz. Daha önce bunların uzaklıklarını hesaplama şansımız yoktu. Ama insanlar binlerce yıldır bunları komşu zannediyordu.

Bir büyük yanlışlık ise, geçmişteki şahsiyetlerin burçlarının hesaplanmasında yapılmaktadır. Dünyanın 26.000 (yirmi altı bin) yılda bir tamamladığı bir spin (dönme) hareketi vardır ki, bu yaklaşık her 2.300 (iki bin üç yüz) yılda bir burçların bir kademe ileri kaymasına sebep olur. Yani 1 Ocak 2000 tarihinde doğan bir kişi oğlak burcundadır, ama 1 Ocak M.Ö. 300 yılında doğmuş olan başka bir kişi kova burcunda olmak durumundadır. Yani Hz. İsa 25 Aralık M.Ö 1. yılında doğduğunda Güneş Kova burcundaydı. Fakat bu günkü gökyüzünde 25 Aralık 2000 tarihi Oğlak burcuna denk gelmektedir. Siz bu günkü duruma göre hesap yaparsanız geçmiştekilerin burçları yanlış çıkar ve bu konudaki çoğu istatistik bilgi birikimi yanlışlarla dolu olur.

Zaten bilimsel olarak kendini ispatlamış olan NASA veya ESA gibi büyük merkezlere bakarsanız ki, buralarda astroloji değil astronomi ilmiyle ilgili binlerce çalışma yürütülüyor; kesinlikle yıldızların veya Güneş sisteminin astrolojik özellikleriyle ilgili birilerini bulamazsınız. Çünkü bahsettiğimiz mesafeler ve özellikler oradaki bilim adamlarınca çok iyi bilindiğinden, kimse müspet bilimin üzerinde kavramlarla vakit kaybetmez.

Semada gördüğümüz harikulade düzen Yaratıcısını göstermenin yanında bazı olaylara gerçekten işaret ediyor olabilir. Fakat bu bizim maddi manevî özelliklerimizin kaynağı değil, ama olsa olsa göstergesidir.

Sonuçta hayatımız üzerinde Rabbimiz’den başka bir tesir sebebi aramak boşunadır. Gaybı Allah’tan başka bilen olmadığı gibi, onun kullarını yaratırken verdiği karakter ve diğer özellikleri de yıldızlardan gelen ışınlara bağlamak da yanlıştır. Dünyada birbirinin eşi iki insan yoktur. Aynı gün, aynı saat, aynı yer ve aynı anneden doğan eş yumurta ikizleri bile çok farklı karakterlere sahip olmaktadır. Kardeşliğin ötesinde bu ikizleri bağlayan genetik yapı da dahil olmak üzere binlerce sebep varken bu ayrılık niye? Eğer karakter ve kaderimize yıldızlar yön verseydi, en azından bunun gibi ikizlerin her özelliğinin aynı olması gerekirdi. Ayrıca insana gerçek mânâda karakter ve diğer hissî özelliklerini veren varlık ruhtur. Ruhlarımız ise yıldızlardan önce yaratılmıştır.

İnsanların en çok merak ve takip ettiği yeni bir konuyla beraberiz.
Bu gece Rabbim izin verirse.

2*0*2*3

Burçların veya halk tabiriyle yıldızların insan üzerindeki etkisine inanmak, İslâm’ın ilâhî iradeye atfettiği mutlak hâkimiyet prensibiyle çatışmaktadır. Konunun İslâm inancı bakımından önemli görülen diğer bir yönü de geçmiş devir ve kavimlerde görüldüğü üzere, burç ve yıldızlar gibi semavî cisimlere müstakil bir kudret nisbet eden ve onlara tapmaya varan inanışların tevhid akîdesiyle bağdaşmayışıdır. Buna yıldızlara bakarak geleceği bilme iddiasıyla ortaya çıkanların söz ve davranışlarını da eklemek gerekir. Ayrıca eski astrolojik telakkilerin bu şekilde bir falcılık ve kehanet sanatına dönüştürüldüğü, geçmişte olduğu gibi günümüz insanını da yaygın şekilde etkisi altına aldığı bilinmektedir. Bu sebeplerle tarih boyunca İslâm âlimleri gereken hassasiyeti göstererek müslümanları konunun akîdeye yönelen tehlikelerinden korumak için sert uyarılarda bulunmuşlardır. İLHAN KUTLUER

Bununla birlikte bazı mutasavvıflar, bir kısım İslâm düşünürleri ve sanatkârlar astrolojik sistemle buna bağlı sembolleri, kâinatı bütünüyle kavramaya imkân veren bir cazibeye sahip olmalarının da tesiri altında ilgiyle karşılamışlardır. Böylece burçlarla ilgili semboller geniş bir şekilde İslâm sanat ve edebiyatına da yansımıştır.

İslâm düşünce ve bilim tarihinde XI. yüzyıla kadar astronomi ve astroloji arasındaki ayırım pek belirgin değildi. Müslüman filozof ve bilginlerin bir kısmı, astronominin yanı sıra “yıldızların mevkilerinden belirli anlamlar çıkarma sanatı” şeklinde nitelendirilen astrolojiyi (ilm-i ahkâm-i nücûm veya tencîm) bir matematik veya tabiat bilimi olarak kabul etmiş, bir kısmı ise reddetmiştir. Ancak astroloji, birçok ilim adamı tarafından reddedilmesine ve bir hurafe olduğunun iddia edilmesine rağmen (Fârâbî, s. 87-88) gerek gizli bilim gerekse sembolizm temelinde önemini daima korumuştur. Burçlar kuşağı ise astronomi ve astrolojinin açıklama tarzlarında gezegen-yıldızların hareketini tayin eden veya anlamlı kılan bir sabit referans sistemi olarak iş görmüştür. Abdurrahman es-Sûfî’nin Batlamyus’un el-Mecisṭî’sine dayanarak hazırladığı ve burçlar kuşağını da incelediği (bk. Ṣuverü’l-kevâkib, s. 177-311) resimli gök atlası türünden eseriyle Bîrûnî’nin astrolojinin ilkelerini tartıştığı Kitâbü’t-Tefhîm’i gibi eserlerin etkili olduğu İslâm felekiyyât literatürü, burçlar feleğini merkezî bir kavram olarak kullanmıştır (Nasr, İslam ve İlim, s. 95-134).

Özellikle âlemin ve âlem-insan münasebetlerinin bir bütünlük içinde ele alındığı kozmolojik izahlarda burçlar feleği âdeta metafizik âlemle fizik âlemi birleştiren bir kuşak ve metafizik varlık nurunun içinden geçip farklılaştığı ve kutuplaştığı bir prizma gibi düşünülmüştür. Zuhur âlemini varlığın çeşitli renklerine büründüren bu prizma, Allah’ın varlığının hem perdelendiği hem de zuhur ettiği nesnelerin başlangıçtaki ilk ve ilâhî örnekleri olan “enmûzec-i evvel”leri (Gr. arkhetypos, arketip, ilk örnek) meydana getirir.

Varlığın zaman, mekân ve sayı nisbetleri içinde belirmesi şeklinde yorumlanan bu tasavvur, göklerin yer üzerine yaptığı farzedilen tesir hakkındaki eski inanışla birleştirilmiş ve böylece burçlar, yön ve zaman ölçümünden tabii hadiselerin oluşumuna, buradan da olayların tahminine kadar uzanan birçok açıklamanın semavî ilkesi durumuna getirilmiştir. Sayılarla unsurlar ve unsurlarla keyfiyetler arasında kurulan ilişki, mevsimlerin ve rüzgârların zamanı, yönü ve keyfiyetiyle ilgili meteorolojik tezahürlerin ilkesini oluşturmuştur.

Dört unsur, dört keyfiyet ve dört ahlâtla ilişkisi içinde kâinatın küçük bir numunesi olan insan da doğumundan ölümüne kadar aynı semavî etkilere açıktır; böylece organları ve vücut salgıları ile insan fizyolojisi burçlarla ilişkiye girmiş olur. Her organa karşılık bir burcun bulunuşu veya burçların dört unsur ve dört ahlât ile ilgili özellikleri, geleneksel İslâm tıbbında da bir bilgi disiplini olarak önem kazanmıştır. Bîrûnî’nin Kitâbü’t-Tefhîm’de, İhvân-ı Safâ’nın derlediği bilgiye çok şey ekleyerek incelediği bu konular daha sonra Muhyiddin İbnü’l-Arabî tarafından sembolik anlamlar katılarak zenginleştirilmiştir.

Onun ortaya koyduğu kozmolojik şema, âlemi vahdet içinde tefekkür edebilmek için bir yoğunlaşma aracı görünümündedir. Bu şemada burçların arketip özelliklerine tekabül eden varlık mertebeleri, ilâhî isimlerin fizik ve metafizik âlemdeki “taayyün”lerine de karşılık olacak şekilde sıralanır. İlâhî nefes ile özdeşleştirilen ilk maddeden arşa kadar uzanan âlem, bu nefesin harflere dönüşmesiyle beliren nesneleri belli bir sayı ve harf sembolizmi içinde ihtiva ederken burçların kuşatıcı etkileriyle çevrelenir. Yedi feleğin her birinde bir büyük peygamberin ruhaniyetinin bulunduğu bu semavî âlem, burçlarla ilişkisi çerçevesinde Hz. Muhammed’in mi‘racında anlatılan bir kâinat suretine veya kutsal bir coğrafyaya dönüşmüş olur (Burckhardt, s. 32-33).

İhvân-ı Safâ, burçların çeşitli isimler alması konusu üzerinde birçok bakımdan ayrıntılı şekilde durmuşlardır (bk. Resâʾil, I, 115-135). Yükselip alçalmalarına, kuzey veya güneyde bulunmalarına, gece ve gündüz doğmalarına, dört unsur (anâsır-ı erbaa), dört ahlât (ahlât-ı erbaa) ve dört keyfiyete olan nisbetlerine göre çeşitli isimler alan burçlar, böylece gerek gözlemcinin yerdeki konumu, gerekse gök ve yer arasındaki tabiat düzeninin tasviri açısından belli nitelikler kazanır. İhvân-ı Safâ’ya göre burçlar bir kare ve dört üçgenin daireyi on iki kısma ayırmasıyla gruplanır. Onların yaptığı bu gruplandırma esas itibariyle dairenin on iki bölmeye ayrılmasına dayanır. Güneşin yıllık hareketiyle takip ettiği yol kuşak dairesi üzerinde ilkbahar ve sonbahar ekinoksu ile yaz ve kış inkılâbı noktalarını tayin eder. Bu şekilde daire üzerinde bir kare teşkil edilmiş olur. Bu dört noktanın teşkili, dairenin bir altıgenle bölünmesi ve ayrıca üçer üçer dilimlenmesi suretiyle on iki noktayı kendiliğinden ortaya çıkarır. Dolayısıyla burçlar bir daire üzerinde hem üçgen hem de kare ilişkisi içinde bulunurlar (krş. Nasr, An Introduction to Islamic Cosmological Doctrines, s. 152-154). Böylece meselâ birinci üçgen Hamel, Esed ve Kavs burçlarını gruplandırır; bu burçların ortak tabiatı kuruluk ve sıcaklık keyfiyeti, ateş unsuru ve tabiata mensup oluşlarıyla biçimlenir. İkinci üçgenin gruplandırdığı Sevr, Sünbüle ve Cedî burçlarının ortak karakteri ise toprak unsuruna mensup soğuk, kuru ve güneye ait oluşlarıdır; öteki üçgenler de benzeri gruplandırmaları gerçekleştirir. Burçların dört üçgenle belli özelliklere sahip ana gruplara ayrılmalarının yanı sıra bir burcun üçte birinin veya yarısının bile kendilerine göre etkileri bulunmaktadır. 

Burçların kendi aralarında olduğu kadar güneş, ay ve diğer beş gezegenle olan münasebetleri de önemlidir. Gezegenlerin burçlara nisbetle “beyt-vebâl”, “şeref-hubût”, “evc-hadîd” şeklinde anılan belli mevkileri vardır ve bunlar, özellikle ayrıntılı astrolojik haritaların çıkarılması ve gezegenlerin etkilerinin en yüksek güce ulaştığı yerlerin bulunması açısından önemlidir. Söz konusu münasebetleri bilen müneccim, bir olay cereyan ettiğinde veya bir karar verildiğinde zaman ve yere göre yıldızların bir şemasını çıkarıp sabit ve seyyar yıldızların mevkileri arasındaki münasebetleri tesbit ederek geleceğe ait tahminlerde bulunabilir.

Mezopotamya medeniyetlerinden bu yana genelde hayvanlarla temsil edilen burçlar sembolizmi kültürden kültüre az çok farklılık göstermektedir. Grekçe’de “zôdiakos kyklos” (hayvanlar dairesi) veya “to zôdia” (küçük hayvanlar) olarak anılan takımyıldızlar dizisi, İslâm felekiyyâtında “felekü’l-burûc” veya “dâiretü’l-burûc” adını almıştır. Esas itibariyle Batlamyus’un el-Mecisṭî’sindeki şekliyle benimsenen burçlar kuşağı, İslâm astronomi literatüründe güneş ve diğer gezegenlerin hareketini açıklamada daima başvurulan bir merhaleler düzeni olarak aynı geleneği sürdürmüştür. Güneşin gökyüzündeki hareketi sırasında belli tarihlerde girdiği burçların isim ve sıraları Latin kültüründe de benzer şekillerde benimsenmiştir. 360 derecelik dairevî kuşağın 30’ar derecelik on iki bölüme ayrılması sonucu oluşan burçlar, Arapça ve Latince karşılıkları ve güneşin burca girdiği tarih itibariyle şu şekilde sıralanmaktadır:

Koç (Hamel, Aries: 21 Mart), Boğa (Sevr, Taurus: 20 Nisan), İkizler (Cevzâ, Gemini: 21 Mayıs), Yengeç (Seretan, Cancer: 22 Haziran), Aslan (Esed, Leo: 23 Temmuz), Başak (Sünbüle, Virgo: 23 Ağustos), Terazi (Mîzan, Libra: 23 Eylül), Akrep (Akreb, Scorpius: 22 Ekim), Yay (Kavs, Sagittarius: 22 Kasım), Oğlak (Cedy, Capricornus: 22 Aralık), Kova (Delv, Aquarius: 20 Ocak), Balık (Hût, Pisces: 19 Şubat). Güneşin burçlar kuşağı üzerindeki bu hareketi mevsimlerin başlangıç ve bitiş noktaları gibi gündüz ve gecenin uzayıp kısalmasını da takvime bağlar.

Gökteki sabit yıldızlar küresinin ve özellikle burçlar kuşağındaki farazî şekillerin milâttan önce III. binyıldan beri benimsendiği tahmin edilmektedir. Yerin hareket ettiği esasına dayanan bugünün astronomisine göre güneş bir yılda ekliptiğin etrafında tam bir dönüş gerçekleştiriyor gibi görünür. Ekliptik, büyük âlem küresini yatay olarak ikiye bölen gök ekvatorunu 23,5 derecelik bir açı ile keser. Bu kesişme noktaları da ilkbahar ve sonbahar ekinokslarını (gündüz-gece eşitliği) oluşturur. Ekliptiğin her iki yanından 8,5 derecelik bir kuşak farzeden eskiler, bu kuşağa burçlar kuşağı adını vermişlerdir. Güneşin 21 Mart’ta girdiği ilkbahar ekinoksundan başlamak üzere burçlar kuşağı on iki eşit parçaya bölünmüş ve bu parçaların her birinde yer alan takımyıldızlara burç denilmiştir. Ancak yüzyıllardır gündüz-gece eşitliklerinin gerilemesinden (ekinoks presesyonu) ötürü meydana gelen kayma sonucu burçlar bugün eski mevkilerini korumamaktadırlar. Her yıl meydana gelen kaymanın yaklaşık 50 açı saniyesi (50.26″) ve burç sembolleriyle takımyıldızlar arasındaki bugünkü kaymanın da 36 derece kadar olduğu göz önünde tutularak burçlara bilinen adların yaklaşık 2600 yıl önce verildiği hesaplanmaktadır (Larousse Encyclopedia of Astronomy, s. 48).

İslâm Literatüründe Burç. Kur’ân-ı Kerîm’de dört defa çoğul şeklinde geçip bir sûrenin de adını (el-Burûc) oluşturan kelime, bir yerde “kale burcu” (en-Nisâ 4/78), diğerlerinde “gökteki burç” (el-Hicr 15/16; el-Furkān 25/61; el-Burûc 85/1) anlamında kullanılmıştır. Müfessirler bu iki anlamı bazan “semavî surların kuleleri” şeklindeki bir benzetmeye yol açacak şekilde birleştirmişlerdir. Genellikle burç kelimesinin “zuhur eden, yüksekte olan; kale veya saray burcu” anlamlarından hareketle açıklamalarda bulunmuşlar ve göklerdeki burçlara da benzetme yoluyla bu ismin verildiğini belirtmişlerdir. Yine onlara göre burçlar aynı zamanda ayın menzillerini de işaretleyen yıldızlardır. Zaman zaman “gök kapıları” anlamında kullanılan burç kelimesine bazan da -dikkat çektiği için olsa gerek- “büyük yıldız” anlamının verildiği görülmektedir (Zemahşerî, II, 534).

Tefsirinde kozmolojik teorilere geniş yer vermesiyle tanınan Fahreddin er-Râzî de burçları gezegenlerin katettikleri merhaleler düzeni olarak anlar ve onları gökteki yüksek saraylara benzetir. Burçlar güneşin ve ayın geçtiği konaklardır; ayrıca Allah’ın üzerlerine yemin ettiği “yıldızların mevkileri” ifadesi de (el-Vâkıa 56/75) yıldızların doğdukları veya battıkları yerler anlamına geliyor olmalıdır. Râzî’ye göre âyetteki “mevâkıu’n-nücûm” tabiriyle şeytanların göklerden kovuldukları veya yıldızların kıyamet günü saçılacakları esnadaki mevkiler de kastedilmiş olabilir (Mefâtîḥu’l-ġayb, XXIV, 106; XXIX, 188; XXXI, 113). Burçların bu şekilde şeytanların gayb âlemine sızmalarını önlemek üzere taşlandıkları gök surlarının kulelerine benzetilmesi güzel bir istiare örneğidir.

Klasik açıklamaları ana hatlarıyla tekrarlayan Elmalılı Muhammed Hamdi de kelimenin Batlamyusçu anlamının, söz konusu benzetmelerin ötesinde gittikçe yaygınlaştığına işaret ederek burçların gökteki belirgin konumlarını, bir şehrin planındaki yüksek binaların veya bir ülkenin haritasındaki önemli şehirlerin farkedilirliğiyle kıyaslamaktadır. Burçlar kuşağının bölümlenmesi ve adlandırılması konusunun çok eskilere dayandığını belirten Elmalılı, geleneğin İslâm kültüründe felekiyyâtın kurucusu olarak tanınan Hz. İdrîs’e kadar uzandığını kaydetmektedir (Hak Dini, V, 3608-3609; VII, 5688-5689).

KASIM 2022
Bilgisayar kullanırken herhangi bir gök cisminden çok ama çok daha fazla kütle çekim, radyasyon veya enerji aktarımına maruz kalırsınız. Bunu dile getirdiğinizde astrologlar kastettikleri enerjinin “henüz bilimin keşfedemediği” bir şey olduğunu söylerler.

Oysa, “büyük sanatçıların çıktığı” iddia edilen burçlar haricinde, herhangi bir diğer burçtan çıkan büyük sanatçıları veya bilim insanlarını ayrı ayrı listelediğinizde o iddia edilen burç mensupları ile eşit sayıda olduklarını görürsünüz. Çok ünlü ve başarılı insanlar da aynı biçimde her burçtan eşit sayıda çıkar; çok kötü, nefret edilesi insanlar da… İstatistik bilimi tüm bunları net biçimde ortaya koymasına karşın, astroloji safsatasını savunan insanlar ısrarla burçlara ve kaderlerini gezegenlerin, yıldızların konumlarının belirlediğine inanmayı sürdürürler. Bir gezegenden veya yıldızdan gelebilecek “herhangi” bir fiziksel etkinin çok çok daha fazlasını çevrenizde bulunan cisimler size uygular demiştik. Ve bildiğiniz gibi çevrenizdeki bu cisimler sürekli bir değişim halindedir. O halde kaderinizi veya ruhsal durumunuzu gökcisimlerinde değil, bu cisimlerde aramanız daha mantıklı olacak. Tabii bunda bir mantık görebiliyorsanız. / Zafer Emecan

Ünlü bir gökbilim profesörü olan Ethem Derman’ın söylediği gibi: “Doğum anında ebenizin etkisi Satürn’ün etkisinden daha fazladır”. 

Bir gezegenden üzerinize gelen ve sizi etkileyeceğiniz düşündüğünüz partiküllerden çok daha fazlasını çevrenizdeki cisimlerden alırsınız. Örneğin 10 metre ilerideki bir elektrik ampulünden gelen ışık ve enerji, Satürn veya Jüpiter’den gelenden binlerce kat daha fazladır. Bilgisayarınızın veya televizyonunun hoparlörlerinin manyetik alanı, size Dünya’nın manyetik alanından kat kat daha fazla etki eder. Yine, “x burcu kişisi bilimde ileridir, sanatta süperdi, ondan duygusal yoktur” gibi klişeler de burç safsatası savunucuları tarafından sıklıkla dile getirilir. Hatta “y” burcunun ünlüleri şunlardır gibi listeler hazırlanır. Okuyanlar da kolaylıkla (ve de gururla) burçlarından çıkmış bu ünlüleri sahiplenir, kendileriyle bağdaştırır.

Enerji ve enerji formu tanımlamaları her ne kadar mistik ve havalı dursa da, enerji dediğiniz şeyin e=mc2 ile açıklanabilen, maddenin bir hali olduğu gerçeğini unutmamalısınız. Enerji, olağanüstü garip, mistik bir şey değildir. Maddenin etkisini anlayabilmemize yarayan bir tanımlamadır. Enerji bir araya geldikçe bildiğimiz maddeyi oluşturur ve aynen tahmin edeceğiniz gibi, bildiğimiz fizik kurallarına tabidir.

Güneşten fotonlar haricinde yayılan nötrinoların milyarlarcası her saniye vücudumuzun içinden geçer. Bu durum, geceleri de hiçbir fark olmadan aynıdır. Nötrinolar madde ile hemen hemen hiç ilişki içine girmedikleri için geceleri Dünya’nın diğer tarafından, yerküreye girer, 13 bin kilometrelik kaya ve demir katmanını “sanki yokmuş gibi” geçerek vücudumuza girer ve yine hiç yokmuşuz gibi çıkıp gider. Yani vücudumuzdan geçen Güneş kaynaklı nötrino sayısı gece ve gündüz boyunca aynıdır.

Ayrıca yeri gelmişken söyleyeyim, “foton kuşağı” diye bir şey yoktur. Foton şartları yapay olarak (laboratuvar ortamında) aşırı zorlamadığınız sürece hareketsiz kalamaz. Hareketsiz kaldığında ise hızla ilk yola çıktığı andaki enerjiyi etkileşim yoluyla kaybeder. Kara delik gibi yoğun çekimli ortamların olay ufku haricinde öyle bir yerde durup, dolanıp kuşak falan da oluşturamazlar. Hoş, foton kuşağı savunucularının bahsettikleri kuşağın ne olduğundan da haberleri yoktur ama, bol keseden sallamak bedava olduğu için bol bol konuşurlar.

Burç yorumlayarak para kazanmayı meslek edinmiş astrologlar, süslü püslü resimlerle mistik bir hava yaratmayı severler. Unutmayın, astroloji bir bilim dalı değil, kahve falcılığından farkı olmayan bir meslektir. Astrologların, yaptıkları şeyin bilim olduğunu iddia etmeleri, yere çakıl taşı atarak gelecek ve karakter tahmini yapan kabile şamanlarının yaptıklarından farkı yoktur.

İnsan üzerinde açık, net ve belirgin etkisi olan tek gök cismi ise Güneş’tir. Sürekli Güneş’in elektromanyetik radyasyonunun etkisi altında yaşarız. Elektromanyetik radyasyon deyince elbette daha havalı oluyor ama bunun ismi ışıktır arkadaşlar. Işık, dalga boyuna bağlı olarak çeşit çeşittir. Sonuçta bir foton’dur.

Burç yorumlayıp para kazananlar ise size derler ki; “yok biz kütle çekimini kastetmiyoruz”. Sürekli bir “enerji” kelimesi dolanmıştır dillerine. Bu sürekli bahsettikleri sözde enerjinin ne olduğunu söylemedikleri gibi, ne olduğunu bulmaya dair herhangi bir çalışmaları da bulunmaz. Gezegenler dikkate alınabilecek enerji kaynağı da değillerdir. Jüpiter ve Uranüs haricinde hiçbir gezegenin denklemlere katılmayı hak edecek derecede bir iç enerji kaynağı yoktur. Bunlar, doğrudan Güneş’ten aldıkları ışığı yansıtırlar. Ama burç yorumlayıp para kazananlar size “kastettiğimiz enerji bu değil, kozmik bir enerji var, bilim henüz keşfedemedi” cümlesini söylemekten geri durmazlar. Onlara göre ne kadar çok bilinmez mistik alan olursa, inandırıcılıkları da o kadar yüksektir.

Astroloji zırvalığı, gök cisimlerinin konumlarındaki değişikliklerin insan beyninin, vücudunun, karakterinin veya geleceğinin üzerinde etkileri olduğunu iddia eder. Bu iddiayı dile getirenlerin herhangi bir bilimsel veya istatistiksel araştırması yahut kanıtı bulunmamasına rağmen, yoğun biçimde doğum tarihlerinde gezegenlerin dizilişinin insan karakterlerini ve yaşam çizgilerini belirlediğine inanılır. Biz bilim insanları ise, bu düşüncenin herhangi bir gerçekliği bulunmadığını ısrarla dile getiririz. Ay’ın çekim etkisinin insan üzerindeki etkisi bir elmadan farksızdır. Üzerinizden geçen bir uçak yahut bir kuş, sizin üzerinizde Ay’ın uyguladığına eşit, bazen de daha fazla çekim etkisi uygular. Gezegenlerin uyguladığı kütleçekim etkisi ise, bundan çok çok daha azdır ve bizler tarafından hesaplanabilir. 

Hinduizm’de nakşatra denilen yirmi sekiz burç vardır. Burçlar Hindu literatürüne göre ayın karıları ve Daksa’nın kızlarıdır. Budizm’de de Hinduizm’in etkisi altında gelişen yirmi sekiz burç mevcuttur ve bunlar aynı şekilde nakşatra adını alır. Budist telakkiye göre tanrı niteliği taşıyan burçlar insan üzerine doğrudan etkilidir. KÜRŞAD DEMİRCİ

Sâsânî dönemine ait İran metinlerinde on iki, Çin geleneğinde de siu adını alan yirmi sekiz burç vardır.

İslâm öncesi telakkilerde burçların astronomik detaylardan ziyade insan üzerine olan etkilerinin işlenişi, bu telakkinin dinle olan yakın temasından ileri gelmektedir. Buna göre ilâh olan gök cisimleri insan eylemlerini yönetmektedir. İlâhlarla ve dolayısıyla gök cisimleriyle ilişki kurma çabasından da özel kehanet formülleri geliştirilmiştir. Böylece burçlarla kehanet yahut da fal arasında çok yakın bir ilişkinin bulunduğuna inanılmaktadır.

Grek dünyasında burçlara ilk defa temas eden Homeros’tur. Milâttan önce IV. yüzyılda yaşayan Grek matematikçisi Eudoxus kırk dört burç adı sayar, Ptolemy (m.s. 100-178) ise kırk sekiz burç sıralar. Grekler’de kullanılan ve çoğu hayvanlara ait olan burç adları geleneksel olarak Hipparchus’a (m.s. I. yüzyıl) atfedilir. Bugün kullanıldığı şekliyle on iki burç adı ise Latin literatüründe ortaya çıkmıştır. Greko-Romen astrolojisine göre on iki burç on iki “hâne” oluşturmakta ve her hâne insanın belli bir yönünü etkilemektedir. Buna göre Koç burcu beden ve kişiliği, Boğa zenginliği, İkizler bilgi ve ifade gücünü, Yengeç sadakati, dehayı ve merak güdüsünü, Aslan soy, zevk ve hayalciliği, Başak sağlığı ve görev bilincini, Terazi evlilik ve ortaklık duygusunu, Akrep yeniden doğum ve ölümü, Yay ideolojiyi ve başka ülkelere merakı, Oğlak meslek ve statüyü, Kova umut ve dostluğu, Balık sınırlama ve kuşatma güdüsünü etkiliyordu.
Talmud’da burçlara ait açık seçik bir bilgi bulunmamakla birlikte yahudi bilginleri insanın belli bir burç altında doğduğuna ve herkesin bir semavî bedeninin (mazzal) bulunduğuna inanırlardı. Herkesin kendisini etkileyen bir yıldızı vardı; aynı burç altında doğanlar mânevî açıdan akraba sayılırlardı. Yine bu telakkiye göre her burç belli bir olayı sembolize ediyordu. Meselâ yaratılış sırasındaki aydınlığı Koç, karanlığı Boğa, seksi İkizler, evliliği Başak, insanı ise Yengeç burcu sembolize etmekteydi. Burçlar oluşturdukları dört elemana (hava, su, ateş, toprak) göre de üçerli gruplara ayrılırdı. Meselâ Balık, Akrep ve Yengeç su elemanını oluşturmaktaydı. Burçlar insanları etkilemek üzere kehanetlerde de kullanılabiliyordu, fakat bütün yahudilerin burçların kötü etkisinden uzak olduğu kabul edilirdi (EJd., III, 789).

Burçların insan üzerine yaptığı etki hakkında en ayrıntılı bilgiler Mezopotamya ve özellikle Asur geleneğini takip eden Yahudi-İbrânî literatüründe görülür. İbrânîce’de burç mezzolot adını alır. Eski Ahid’in çeşitli yerlerinde (Eyub, 9/9, 38/31-32; Amos, 5/8; İşaya, 13/10) burçlara atıflar vardır. Eyub ve Amos’ta zikredilen burçların Oriyon ve Ülker olması mümkündür (IDB, IV, 242). İbrânî literatüründe Kitâb-ı Mukaddes dışında burçlara ait en erken bilgiler, Lut gölü civarında bulunan Kumran’daki dördüncü mağarada ele geçirilen metinlerde tesbit edilmiştir.

Bu fragmanlarda Mandeenler’inkine benzer şekilde zodyak burçlarının simgeleri sıralanmıştır (JNES, XLVIII, 201). Yörüngenin burçlara bölünmesine ait ilk net bilgilerse Ortaçağ’lara ait Sefer Yesirah adlı bir kitapta ortaya çıkmıştır. Buna göre İbrânî literatüründeki on iki burcun adı şöyledir: Taleh (Koç), Shor (Boğa), Te’omim (İkizler), Sartaz (Yengeç), Aryeh (Aslan), Betullah (Başak), Moznayim (Terazi), Akrav (Akrep), Keshet (Yay), Gedi (Oğlak), Deli (Kova), Dagım (Balık). Bu burçların tekabül ettiği zaman dilimleri bugün kabul edilen sıranın aynıdır (EJd., XVI, 1191).

İslâm Öncesi. Burçla ilgili en erken tarihî bilgilere, Sumerler’e ait çivi yazılı metinlerde muğlak bir şekilde rastlanmaktadır. Bununla birlikte Ön Asya’da buna ait sistemli bilgiler, milâttan önce II. binyıldan itibaren yazılan Akkadca, Elamca ve Hititçe metinlerde göze çarpmaktadır. Ninevâ’da (Ninova) Asurlular’a ait kral kütüphanesinde ele geçirilen metinler, Tanrı Marduk’un yörüngeyi nasıl on iki burca böldüğünü anlatır. Ancak milâttan önce I. binyıldan itibaren tam olarak ele geçen Asur-Bâbil burç isimleri şöyledir (Brown, s. 180): Kusarikku (Koç), Alpu (Boğa), Tuâmu rabûti (İkizler), Pulukku (Yengeç olmalı), Arû (Aslan), Siru (Başak), Zibânitu (Pençe, tam bilinmiyor), Akrabu (Akrep), Qastu (Ok), Saha (Keçi, tam bilinmiyor), Kâ (Kova olmalı), Nunu (Balık). 

Daha erken devirlere ait metinlerde adları tam olarak tesbit edilemeyen bu burçların yılın belli dönemlerinde sabit bir yörünge boyunca hareket ettiğine ve bu hareketlerinin yeryüzündeki hayatı etkilediğine inanılırdı. Mezopotamya geleneğinde gök cisimlerinin tanrı olarak kabul edilmesi ile bu inanç arasında yakın bir ilişki mevcuttur. Buna göre insanlar hangi burcun altında doğarlarsa o burcun tanrısının etkisi ve himayesinde olurlardı.

Meselâ Akrep döneminde doğanlar en kızgın ilâhların hâkimiyetinde oldukları için tehlikeli insanlardı. Boğa döneminde doğanlar ise savaş tanrılarının himayesinde bulunduklarından iyi birer savaşçı özelliği taşırlardı. Mısır’da Helenistik döneme kadar burçlarla ilgili herhangi bir kayda rastlanmamış, orta krallık döneminde ise “dekan” adı verilen değişik bir burç sistemi ortaya çıkmıştır.

Burç (çoğulu burûc ve ebrâc) sözlükte “güzel olmak, örtülerinden sıyrılmak, yükselerek görünür olmak” mânalarına gelen berec kökünden Arapça bir isimdir. Gökteki burçlar yükselmeleri, görünür olmaları veya açığa çıkmalarından ötürü bu adı aldıkları gibi surlarla çevrili bir şehrin veya sarayın kuleleriyle bir kalenin yüksek ve stratejik mevzileri de aynı sebeplerden burç olarak adlandırılmıştır.

Bilindiği gibi, gerek oportinist bir yaklaşımla olsun gerekse bilimsel bazı verilere dayalı olarak olsun insan kişiliğinin oluşmasında, gelişmesinde ve değişmesinde doğum tarihindeki gezegen hareketlerinin belirli etkilerinin olduğu, özellikle doğum tarihine göre etkin olan gezegenin kişiliği ve karakteri şekillendirdiği varsayılmaktadır. Bir bakıma kişilik ve onu oluşturan bütün unsurlar bundan etkilenmektedir düşüncesi yaygınlık kazanmaktadır. Spekülatif söylemler teorik olarak üretilebilir ve değişik amaçlarla kullanılabilir; özellikle, insanların, metafizik konularda ve gizem içeren oluşumlarda çok meraklı ve ilgili bir psikolojik yapı sergilemeleri bu tür söylemlerin yaygınlaşmasını ve günlük gazete ve magazin dergilerinde kendilerine yer bulur hale gelmesine zemin hazırlamalarını kolaylaştırmaktadır.

Her şeyden önce şunu da belirtmek gerekmektedir; iki olgu ya da olay arasında bir ilişkiden söz ederken, bu ilişkinin aynı zamanda bir etkiyi de içerip içermediğinin belirtilmesi gerekmektedir. Bu konuda bizim yaklaşımımız şu olacaktır. İlişki ve etki aynı şeyler değildir. Biri diğerinin etkisinde olabilir; bu, iki olgu ya da olaydan birinin neden diğerinin sonuç olduğu anlamını taşımaz/taşımayabilir. Bu bağlamda, aralarında bir ilişkiden söz edilen durumlar da her zaman aynı sonucu/etkiyi doğurmaz. Dolayısıyla etki ve ilişki kavramlarına bu sınırlama ya da anlamlandırma çerçevesinde yaklaşmak yararlı olacaktır.

Dinî Tutum: “kişinin dinle ilgili düşünce, duygu ve davranışlarını belirleme tarzıdır.” Yani kişinin dine dair bilgi ve inançları, dinin bütününden ya da herhangi bir esasından hoşlanması veya hoşlanmaması ve dinle ilgili davranışları, yani lehte ve aleyhteki birtakım faaliyetleri onun dinî tutumunu oluşturur. Bireyin diğer konularda olduğu gibi dinî konularda da bir tutum içerisinde olması beklenir. Bu tutum olumlu olabileceği gibi olumsuz da olabilir. Birey, olumlu ya da olumsuz bir dinî tutuma; ailesi, arkadaş çevresi, okuduğu okul, dinle ilgili edindiği bilgiler, kitle iletişim araçları, dindarların tutum ve davranışları vb. faktörler ile kendi zihinsel gelişiminin değişik derecedeki etkileri ile ulaşır.

Tutum (alm. Haltung; fr. ve ing. Attitude), herhangi bir uyaran karşısında gösterilen az ya da çok heyecansal öğrenilmiş tepki demektir. Diğer bir tanım ile tutum, kişinin objektif bir durum karşısında o durum ile ilgili düşünce, duygu ve davranışlarını düzenli bir biçimde belirleme tarzıdır. Diğer bir tanımla tutum; motivasyon, heyecan ve algılama süreçleriyle öğrenme sürecinin, bireyin dünyasının bir yönüne göre devamlı bir organizasyondur. Derinlik ve yoğunluk itibari ile tutumların dereceleri vardır. Tutumlar ait oldukları konuya, akla ve mantığa yakınlık derecelerine göre iyi de olabilir kötü de. Çünkü tutumlar, bilişsel (düşünceyle ilgili), duygusal ve davranışsal öğelerden oluşan yapılar olarak düşünülmektedir. Tutumların düşünceye ilişkin unsuru, bireyin, o tutumuna konu teşkil eden objeye dair bilgi görüş ve inançlarıdır. Tutumun ihtiva ettiği duygu unsuru, bireyin o objeden hoşlanması ya da hoşlanmaması, onu sevip sevmemesi durumudur. Tutumun davranışa yönelik unsuru ise, tutuma ilişkin bir davranışa hazır olma eğilimini belirtir.

Tutumlar uzun sürelidirler. Geçici olarak bireyin gösterdiği bazı eğilimleri, o bireyin tutumu olarak görmemek gerekir. Bu eğilimlerin tutum olabilmesi için, bireyin o eğilimi oldukça uzun süreli olarak göstermesi gerekir. İnançlar, tutumlar ve bilgiler insanların içinde bulundukları değişik durumları algılama ve tanımlama biçimini, bu durumların kendileri için ne anlama geldiğini, onlar karşısındaki tutum ve davranışlarına nasıl bir yön verdiğini gösterirler. Hangi amaçların izlenmeye değer olduğu, nasıl yerine getirilmesi gerektiği gibi konular da bir toplumda ya da bir toplumsal kümede ortaklaşa benimsenen inanç, tutum ve bilgiler, toplumsal dayanışma ve bütünleşmede de etkili olur.

Diğer bir yaklaşımla tutumlar, bireyin psikolojik varlığının devamlılığını sağlar. Günlük eylemlerine anlam kazandırır. Bundan dolayı bazı sosyal psikologlar tutumları, insanın psikolojik dünyasını kuran tuğlalar olarak nitelerler. Dolayısıyla tutumlar olmasaydı, kişi her yeni durumda başka bir insan olurdu. Davranışlarında tutarlılık bulunmazdı.

Farklı davranış ve tutumların nedeni genel olarak kişilerin farklı durumlarda ve koşullar altında yaşamalarıdır. Kişinin sosyo-ekonomik, demografik ve kültürel özellikleri ona toplum içinde bir statü sağlar, sınıfını belirler. Bundan dolayı, bireyin özellikleri ile davranış ve tutumları arasında önemli ilişkilerin olması doğaldır. Bireyin özelliklerinin yanında içinde yaşadığı grubun ve toplumun özelliklerini de göz önünde tutmak gerekmektedir. Genel olarak çevresel faktörler diye adlandırılan grubun veya toplumun
özellikleri de kendi içinde derecelenmektedir. Kişinin içinde yaşadığı ülkenin, ülke içindeki farklı bölgelerin, bölgeler içindeki farklı yerleşim birimlerinin özellikleri davranış ve tutumları ayrı ayrı etkiler denilebilir. Kişinin aile çevresi dışında yüz yüze ilişkide bulunduğu grup, davranış ve tutumunu etkileyen en önemli sosyal çevredir.

Bireyin günlük yaşamını ve gelecek dünya inancını (varsa) anlamlı kılmak, aşkınvarlık ile (Allah, tapınılan herhangi bir şey vs.) kendisi arasında olumlu bir ilişki oluşturmak niyetiyle yaptığı, yapmayı düşündüğü eylemlerin hepsine dinî davranış diyebiliriz.Bazı psikologlarca da sıklıkla tartışılan davranış, güdünün sonucudur; güdü ise isteğin, niyetin sonucudur. Burada sorun, davranışa yüklenen anlam üzerinde yoğunlaşmaktadır. Çünkü davranış, bazı tanımlamalarda yer aldığı üzere, organizmanın dıştan gözlenebilen fiziksel hareketler bütünü olarak algılanmaktadır. Bu son derece kısır davranış tanımı noksan ve dolayısıyla yanlış bir tanımlamadır. Özellikle konu dinî davranış olunca noksanlık daha da belirgin bir hal almaktadır. Bu bağlamda “gerek bir ayin gibi dışardan görülebilen, gerekse sessiz bir dua gibi derunî ve hususî kalan bütün eylemler dinî davranıştır.” demek doğru gözükmektedir. Dinî davranış, dinî istek doğrultusunda hareket etmektir. Yani, insanın inandığı yüce varlığa karşı (inandığı dinin esaslarına göre), kendinden beklenen, gözlenebilen ve gözlenemeyen davranış şekillerini yerine getirmesidir. Bu davranış şekilleri bireysel hayatı olumlu motive etmenin yanında, toplumsal hayatı düzenleyici bir takım davranışların da yerine getirilmesini kapsayabilir. İnsanın ruhuna ve onun şekillenmesine giden yollardan birisi de davranışlarıdır. Dinî davranışın şekillenmesinde bireyin içinde bulunduğu sosyal çevrenin, zihinsel kapasitesinin, aldığı eğitimin, dindarların tutum ve davranışlarının, kitle iletişim araçlarının ve okuduğu kitapların etkisinin var olduğu bilinmektedir.

Astroloji ile ilgili olarak şu durumu da belirtmekte yarar var: Astroloji ile ilişkisi bakımından insanların temel de üçe ayrıldıklarını belirtebiliriz. Birinci grup, onu tamamen falcılığın bir aracı olarak kullanma eğiliminde olanlar. İkincisi, astrolojiyi bir bilim dalı olarak görüp, gerçekten kişisel gelişim ile gezegenlerin hareketleri arasında bir ilişki olupolmadığını diğer bilimlerin de verilerinden yararlanarak bilimsel şüphecilikle araştırmalarını sürdürenler. Üçüncüsü ise, bu konuda herhangi bir araştırma yapmaksızın, katı materyalist bir yaklaşımla onunla ilgili olumsuz bir tutumla reddetme eğiliminde olanlar.

Bilimsel yöntemlerle astroloji ile ilgilenenlerin bakış açısının şöyle olduğunu söyleyebiliriz: İnsanın geleceğini bilmek, onu değiştirmek astrolojinin konusu değildir. Astrolojinin konusu, gezegenlerin hareketlerinin genel olarak yeryüzünde bir etkisinin olabileceği, bu etkinin bireylerin doğum anındaki gezegenlerin konumuna bağlı olarak bireysel gelişim aşamalarında etkisinin gözlenebileceği ile ilgilenmektir.

Astrolojinin temel yapı olarak bazı psikologlarca kişilik tiplemelerini anlamlandırmada (Örneğin, Jung, Heymans, Corman ve Le Senne) veri kaynağı olarak kullanıldığını görmekteyiz. Bunun böyle olmasının temelinde Aristo’nun kişilik tiplemesi ile Hippokrates’in bu tiplemelere karşı kullandığı Toprak, Hava, Su ve Ateş dörtlüsü gezegenlerin temel maddeleri olarak yerini almıştır

Kelime olarak davranış, eyleme yönelme ve gerçekleştirme biçimi ile tepkide bulunma şekli olarak tanımlanabilir. Psikolojide ise, organizmanın uyaranlar karşısındaki tepkilerinin hepsine denir. Bireyin gözlenebilen ve gözlemlenemeyen etkinliklerinin hepsine davranış denir. Reflekse dayalı, içgüdüsel ya da öğrenme ürünü olan her türlü bedensel faaliyetlerin yanı sıra konuşma da gözlenebilir olduğu için bir davranış biçimidir. Bu arada heyecan belirtisi olarak kabul edilen gülme, ağlama, haykırma, kızarma, sararma, titreme gibi tepkiler, yüz ifadeleri ve jestler davranış biçimleri olduğu gibi, bir problemin çözümünü düşünürken dışa yansıyan işlem basamakları da davranış biçimidir.

Terim olarak astroloji, İnsanların doğum zamanları ile yıldızlar ve burçlar arasındaki ilişkileri araştıran bir bilimdir. Astroloji bir bilim dalı değil de, inanç biçimi olarak kabul edilecek olursa; bilim adamına düşen inanç durumu olarak kabul ettiği durumu reddetmek ya da alaya almak değil, bu inancın uygun malzemeye dayalı olup-olmadığını araştırmaktır. Yani, bilim, önyargıdan uzak bir yaklaşımla problemine yaklaşmalı ve yine önyargıdan uzak olarak sonuç ya da yorumunu açıklamalıdır.

Bilim ve bilim felsefesi tarihine baktığımızda, genellikle katı pozitif anlayışın egemen olduğunu görülmektedir. Özellikle, 19.yüzyılın ikinci yarısı ve 20.yüzyılın ilk çeyreğinde bu anlayışın fen ve sosyal bilimlerde hakim anlayış olduğunu ve araştırmaların bu anlayış çerçevesinde şekillendiğini söyleyebiliriz. Örneğin,psikoloji biliminin bağımsız bir bilim dalı haline gelmeye başladığı günlerden itibaren uzun yıllar sadece deneysel yöntemleri kullandığını ve bu bilimin gelişiminin ancak bu yöntemle olabileceği görüşünün ağırlığını hissettirdiğini görmekteyiz. Bilim dünyası yüzyıllardır burçlar ile bireyin düşünce, tutum ve davranışları arasında bir ilişkinin olup-olmadığı konusunda değişik yaklaşımlara sahip olmuştur. Kimileri burçları aslı olmayan, yerel uydurmalarla dilden dile aktarılarak günümüze kadar gelen ve mitosla beslenen, ne olduğu belli olmayan bir nitelikte algılamakta, kimileri ise, burçları, gezegenlerin ve diğer galaksilerin hareketi ile doğrudan ilişkili olarak kişilerin fizikî, sosyal ve kişilik özelliklerini şekillendiren temel yapıtaşları olarak görmektedir. Biz bu makalede, bu iki değerlendirme biçiminden birini tercih etmek gibi bir anlayışa sahip olmayacağız. Temel yaklaşımımız, anket yöntemiyle elde ettiğimiz verilerden hareketle burçlarla dinî tutum ve davranış arasında bir ilişki olup-olmadığını tespit etmeye çalışacağız ve yorumu okuyucuya bırakacağız. Her şeyden önce araştırmada geçen temel kavramları tanımlamak gerekmektedir. Bu, hem araştırmanın sınırlarının tespit edilmesine hem de verilerden hareketle ulaşacağımız sonuçların daha anlaşılır olmasına katkı sağlayacaktır. / Yrd. Doç. Dr. Halil APAYDIN

Temel kavramlardan bir tanesi astroloji/yıldızbilim/burç kavramıdır. Bu kavramlardan hangisinin kullanılabileceği ya da kullanılamayacağı diğer disiplinlerle beraber gündeme gelmekte ve her kavrama itirazlar yükselmektedir. Yıldız bilim’in nesnellik içermesi gerektiği; (Astronomi ile olan ilişkisinden hareketle) oysa, astroloji ya da burçlar bilimi denildiğinde daha spekülatif ve soyut durumların ele alındığı, bir anlamda yıldızların hareketlerinin etkilerinin neler olabileceği konusu gündemde olduğu için bu kavrama da itirazlar yükselmektedir. Ancak, gerek bilim olarak kabul edelim, gerekse etmeyelim astroloji kavramını kullanmak ve söylenenleri onun üzerinde değerlendirmek biraz daha tutarlı gibi gözükebilir.

EKİM 2022

Comments are closed.