Düşündüren Sözler ❗ Bazen ne yaparsan yap yaranamıyorsun VE yaranamadıkça, yaralanıyorsun ❗
İlâhî iradenin insanlar için çizdiği hayat programı anlamında kullanılan bir terim.


Tercih edilen görüşe göre Farsça’dan Arapça’ya da geçmiş bulunan baht, “iyi ve kötü olayların bağlı bulunduğu insan üstü program” anlamına geliyorsa da daha çok sevindirici olaylar için kullanılmaktadır. Aynı mânaya gelen talih ise Arapça tâli‘ (الطالع) kelimesinin Türkçe’de aldığı şekildir.
Tâli‘ “yükselen, ortaya çıkan”, güneş ve ay için kullanıldığında “doğan, tecelli eden” gibi anlamlara gelir. Astroloji ile meşgul olanlar, belli yıldızların görünmesine bağlı olarak vuku bulacağını tahmin ettikleri olaylara da tâli‘ demişlerdir. Buna göre talih, “insan irade ve kudretinin ötesinde gelecekte gerçekleşecek olan bir program”dır; başka bir deyişle, “kaderin daha çok iyi yönde olmak üzere bir tecellisi”dir. Arapça’da “pay, hisse, bölüşülen şeyin belli bir kısmı” anlamına gelen kısmet ile nasip kelimeleri de Türkçe’de aynı maksatla kullanılmaktadır. Kısmet “bölmek, bölüşmek” anlamındaki kasm ve iktisâm kelimeleriyle bağlantılıdır. Bir âyette, “Dünya hayatında onların geçimliklerini biz taksim ettik” (ez-Zuhruf 43/32) denilmektedir.
Buna göre kısmet, “Allah’ın daha çok geçim açısından önceden (ezelde) herkesin elde edeceği şeyleri belirlemesi, rızkını taksim etmesi”, nasip ise “bu taksimde herkese ayrılan pay” mânalarına gelir. Aynı duygu ve inanışları ifade etmek üzere kullanılan kader kelimesi, aslında diğer bütün kavramları içine alabilecek geniş bir muhtevaya sahiptir. Kader, “canlı cansız bütün tabiat nesnelerinin ve bütün olayların önceden Allah tarafından bilinmesi ve planlanması” demektir. Hiçbir şeyin bu plan dışında kalması veya buna ters düşmesi mümkün değildir. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu ilâhî irade ve takdirin hayır veya şer niteliğindeki her şeye şâmil olduğunu kabul ederler. Bununla birlikte Türkçe’de kader baht, talih, kısmet, nasip ve Fransızca’dan dilimize geçmiş bulunan şans (chance) kelimelerinin aksine daha çok elem verici tecelliler için kullanılmaktadır.
“Baht, talih” mânasında kullanılan felek ise (Arapça’da dehr, zaman, Farsça’da çarh), insan hayatının önceden düzenlenmiş programından çok bu programı düzenleyen güç anlamında da kullanılmaktadır.

Hayatın acı ve tatlı olaylarla dolu olması, kişinin hoşlanmadığı fakat ortadan kaldırmaya, hatta kaçınmaya bile gücü yetmediği vâkıaları kabullenerek yaşamak mecburiyetinde bulunması, insanı ister istemez tabiat üstü bir yönetici ve etkileyicinin varlığı sonucuna götürmüş ve kendisinde bu varlığa bağlanma ihtiyacını doğurmuştur.
Allah inancının fıtrî oluşunun anlamı da budur. Her asırda sayıları pek az olan Cebriyye taraftarları bir yana İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu, Allah’ın mutlak kudret ve iradesinin yanında insanın da sınırlı bir güç ve iradeye sahip bulunduğunu kabul etmişler, konu ile ilgili olarak çeşitli âyet ve hadislerden oluşan nasları bu anlayışa uygun bir şekilde yorumlamışlardır. İrade hürriyeti ve akıldan ibaret olmak üzere insanın sahip bulunduğu iki değerli şey sayesindedir ki o birçok varlıktan üstün görülmüş (bk. el-İsrâ 17/70), yaratana ve yaratılmışlara karşı sorumlu tutulmuştur. İrade hürriyeti ve buna yön verecek zihnî kapasite mevcut olunca da insanın harekete geçmesi ve elinden gelen çabayı sarfetmesi gerekir.
Yüce Allah tarafından düzenlenen tabiat kanunları gereğince gayret göstermeden başarıya ulaşmak mümkün değildir. Buna göre, kader ve irade hürriyetine dair nazarî tartışmalar bir yana, pratikte sonuca götürecek girişimlerde bulunmadan ve elden gelen gayreti sarfetmeden kaderin tecellilerini beklemenin, başarısızlık halinde de talihine küsmenin İslâmiyet’in inanç, hukuk ve ahlâk prensipleriyle çeliştiği görülmektedir. Şüphe yok ki irade hürriyeti ve iş yapma gücünün bulunmadığı yerde sorumluluğun, dolayısıyla dünyevî ve uhrevî ceza veya mükâfatın bulunması da söz konusu değildir. Nitekim cebr görüşünü benimseyenler bile Allah’ın mutlak kudret ve iradesinin karşısında kulun iradesini yok mesabesinde görmüşlerse de fiilen her insanın sorumlu olduğunu kabul etmişlerdir. Sorumluluk açısından bakıldığı takdirde Cebriyye’nin insan iradesini yok farzedişi, uygulamaya intikal etmeyen, sırf teorik ve felsefî bir münakaşa görünümü arzeder.

İslâm felsefesinde baht kelimesi, Aristo felsefesindeki tukhê teriminin karşılığı olmak üzere, ittifak kelimesinin eş anlamlısı olarak özellikle “tesadüf” mânasında kullanılmıştır. Aristo, “Bir şeye ait olan ve onun hakkında doğru olarak tasdik edilen, ancak ne zorunlu ne de çoğu zaman vuku bulan şey” diye tarif ettiği (Métaphysica, 1025a, 10-15) arazın belli bir sebebinin bulunmadığını, ancak tesadüfî yani belirsiz bir sebebinin olacağını belirtmiştir. Böylece o, âlemde belirli ve zorunlu sebepler yanında tesadüfî ve ârızî sebeplerle sonuçların da bulunduğunu düşünmek suretiyle felsefesini katı determinizmden kurtarmak istemiştir. Fârâbî aynı anlayışı baht yerine yine “tesadüf” mânasında ittifak kelimesiyle ifade etmiş (bk. en-Nüket, s. 79), İbn Sînâ ise hem ittifak hem de baht kelimelerini birlikte kullanmıştır.
İbn Sînâ nefis-beden ilişkisini incelerken illetleri “zâtî” ve “arazî” olmak üzere ikiye ayırarak nefislerin bedenlerden önce mevcut olmadığını, nefislerin ortaya çıkması (hudûs) ve çoğalmalarının tesadüfen ve rastgele (alâ sebîli’l-ittifâk ve’l-baht) olmayıp bedenlerin oluşmasıyla birlikte gerçekleştiğini, her beden için zorunlu ve gayeli olarak bir nefis meydana geldiğini belirtmiş, bu şekilde Eflâtun’un tenasüh görüşünü reddetmiştir (bk. en-Necât, s. 386-387; Avicenna’s de Anima, s. 233). İbn Rüşd de Metafizika’nın tefsirinde (Tefsîru Mâ Baʿde’ṭ-ṭabîʿa) Aristo’daki tesadüf düşüncesini baht ve bazan da ittifak terimleriyle ifade etmiştir (II, 692, 695; III, 1457-1470). İbn Rüşd’e göre gerçek anlamıyla illet ile baht arasında fark vardır. Zira belli bir illetin belli bir sonuç doğurmasına karşılık tesadüfün neler getireceği bilinemez. Çünkü tesadüfler gibi bunların sonuçları da belirsiz ve sınırsızdır.
BEKİR TOPALOĞLU
Sözlükte “işlerin ters gitmesine yol açtığına inanılan nesne, olay, fiil ve durum” anlamına gelen uğursuzluk kelimesi “uğur, uğurlu şeyleri gösteren simge” anlamındaki fâlin zıddı olup “gören ve işiten kişinin nefret duyup reddettiği şey” demektir.

Uğur ise insana mutluluk, iyilik ve şans getireceğine inanılan durumdur. “Uğursuz saymak” mânasındaki şe’m kökünden türeyen teşe’’üm, “uçmak” anlamındaki tayr kökünden türeyen tıyere (tetayyur), tâir kelimesiyle birlikte kullanıldığında zecr, ayrıca “uğursuzluk, uğursuz” anlamındaki nahs kelimesi de aynı mânaya gelir. Uğursuzluk “insan ve hayvanlarla diğer bazı nesnelerin hareket, ses ve duruşlarını uğursuz sayma” şeklinde de tanımlanır. Başlangıçta fal hem uğur hem uğursuzluk içeriğiyle algılanırken daha sonra bilhassa İslâmî dönemde sadece uğurlu işler için kullanılmaya başlanmıştır.
Uğursuzluk bağlamında güvercin, karga, baykuş ve hüdhüd gibi kuşların uçuşundan anlam çıkarma anlayışı çok eski bir geçmişe sahip olup Bâbil ve Mısırlılar gibi yahudi ve hıristiyanlarda da mevcuttu. Câhiliye Arapları kuşların yanı sıra bir kısım özellikler taşıyan insanlarla kulağı yarık, boynuzu kırık hayvanları ve bazı sesleri de uğursuz kabul ederlerdi. Araplar’ın başvurduğu yöntemlerin en yaygını kuş uçurtma şeklinde yapılanıydı. “İyâfetü’t-tayr” denilen bu yönteme göre sabahleyin evinden çıkan kişi uçan bir kuşun uçtuğu yöne göre o günkü işini yorumlardı. Kuş soldan sağa doğru uçarsa (sânih) uğurlu, sağdan sola doğru uçarsa (bârih) uğursuz sayılırdı. Uçan kuş görülmediği takdirde bir kuşu uçurmak suretiyle aynı işlem uygulanırdı.

Kur’ân-ı Kerîm’de “tıyere” kavramı inkârcıların kendilerini haklı göstermek için başvurdukları bir bahane olarak zikredilir. Bu çerçevede Yâsîn sûresinde (36/13-19) bir “karye” halkına (muhtemelen Antakya) gönderilen hak davetçileri (Taberî, XXII, 186-187) yaptıkları davete karşılık muhatapları tarafından yalancılıkla itham edilmiş ve uğursuzluk getirdikleri ileri sürülmüştür. Kur’an’da aynı mahiyette bir tepkiyi Hz. Sâlih’in kavmi Semûd ile (en-Neml 27/45-47) Hz. Mûsâ’nın muhatapları Firavun ve taraftarlarının (el-A‘râf 7/130-131) gösterdiği ifade edilmektedir. Hz. Peygamber hastalığın kendiliğinden sirayet etmediğini, kuşun uçmasıyla uğursuzluk meydana gelmediğini, safer ayında veya baykuşun ötmesinde uğursuzluk aranamayacağını (Buhârî, “Ṭıb”, 45, 54; Müslim, “Selâm”, 102), İslâm’da uğursuzluk anlayışının bulunmadığını, daima iyimser ifadelerin kullanılması gerektiğini (Buhârî, “Ṭıb”, 44, 54) söylemiş, kuşun uçuşundan geleceğe yönelik kötü sonuçlar çıkarmanın şirk sayıldığını ısrarla vurgulamıştır (Ebû Dâvûd, “Ṭıb”, 24; Tirmizî, “Siyer”, 47). Bir başka rivayette ise, “Uğursuzluk anlayışı yüzünden işinden vazgeçen kimse şirke düşmüş olur” demiş, bunun kefâretinin ne olduğu sorulduğunda, “Allahım! Senin hayrından başka hayır, senin takdirinden başka takdir ve senden başka ilâh yoktur” denmesini öğütlemiştir (Müsned, II, 220). Konuyla ilgili rivayetleri değerlendiren İbnü’l-Esîr uğursuzluk telakkisinin şirk sayılmasını, bunu icra edenlerin bazı işlemlerle menfaat sağlayacaklarına ve kendilerine dokunacak zararları gidereceklerine inanmalarına bağlamıştır (en-Nihâye, III, 152).
Kur’an’da uğursuzluk telakkisinden menfi şekilde bahsedildiği ve ilk rivayetin aksine diğer rivayetlerde bu anlayışın Câhiliye dönemine nisbet edildiği göz önünde bulundurulduğunda at, kadın ve evi uğursuz saymanın İslâm’a değil Araplar’ın İslâm öncesi dönemine ait bir âdet olduğu anlaşılır. Birinci rivayetteki karışıklık râvinin “eğer bir şeyde uğursuzluk olsaydı” ifadesini atlamasından kaynaklanmaktadır. İslâm toplumunda yönetici ve âlimlerin kanaati de bu yöndedir.

İnsanlar çevrelerinde gördükleri birtakım şeylerde ve tabiat olaylarında uğursuzluk bulunduğuna inanagelmiştir. Çağımızda da bu anlayışı benimsemiş pek çok kişiye rastlamak mümkündür. Bu kişiler uğursuz kabul ettikleri şeylerden kendilerine kötülük ve zarar geleceğini sanır, onlardan uzak durmaya çalışır, bu yüzden de korku ve endişe içinde yaşarlar. Aslında hiçbir şeyde uğursuzluk bulunmadığı gibi hiçbir şey başlangıçta uğurlu da değildir.
Uğursuzluk herkesin kendinde, kendi yorumunda ve anlayışındadır. Halk arasında kullanılan, “Uğurlu geldi, uğursuzluk getirdi” gibi sözler birer zan ve kuruntudan ibarettir. Ay ve güneş tutulması, köpeklerin uluması, baykuşun ötmesi, kedi ve köpeğin yürüyen bir kişinin önünden geçmesi, ayrıca merdiven altından geçmek, salı günü işe başlamak veya yola çıkmak, gece aynaya bakmak, tırnak kesmek vb. pek çok şeyde uğursuzluk bulunduğunun kabul edilmesi birer temelsiz inançtır. Bir nesneyi veya olayı mutlaka bir şeye yormak gerekirse Hz. Peygamber’in tavsiyesine göre iyiye yormak gerekir. Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça beyan edildiği üzere Cenâb-ı Hak fizik âlemin işleyişini kanunlara bağladığı gibi sosyal hayat için de kanun ve kurallar koymuştur. Canlı cansız bütün tabiat Allah’ın emir ve iradesi altındadır.
O’nun emrinin dışına çıkılması sadece insanlar için söz konusu olup bu da Allah’ın insan türüne verdiği bir irade ve seçim imkânından ibarettir. Güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar gibi tabiatı teşkil eden nesneler ve yaratıklar Allah’a secde eder (el-Hac 22/18); yani O’nun varlığını, birliğini, engin ilmini, derin hikmetini, sınırsız irade ve kudretini halleri veya dilleriyle ispat ve kabul eder. İslâmiyet’in asıl ilkesi tevhiddir. Hayır ve şer Allah’tan beklendiğine göre eşya kendi kendine uğurlu veya uğursuz olamaz; onun iyi kullanılması hayır, kötü kullanılması şer getirir. Kullanımdan kaynaklanan hataları nesne ve olaylara atfederek onları uğursuz kabul etmek doğru değildir. Ayrıca bir şeyi uğursuz sayma, dinin yanı sıra ilim, akıl ve gerçekle de bağdaşmamaktadır.
İLYAS ÇELEBİ
DİNLER TARİHİ. Antropolojide bâtıl inançlar kapsamında görülen uğursuzluk kavramı insanların, hatta bazı durumlarda bütün varlıkların başına felâket getirdiğine inanılan birtakım olguları, olayları ve işaretleri ifade eder.

Tekin olmayan bu dünyada gündelik hayatta her an karşılaşılan bu şifreli fenomenlerin çözülmesinin gerekliliği, kehanet kurumunun güçlenmesine katkıda bulunan en önemli unsurlardan birini oluşturmuştur. Fakat uğursuz sayılan fenomenlerin niçin bu şekilde yorumlandığı konusu açık değildir. Muhtemelen kâinatın veya tabiatın alışılmış düzenine aykırı görülen her fenomen uğursuz sayılmış veya tekin kabul edilmemiştir. Şüphesiz bazı durumlarda, sonucunun olumsuz olduğu gözlemlenen birtakım pratik tecrübeler ve muhtemel bir hatanın önüne geçme çabası da uğursuzluk kavramının gelişimini etkilemiştir. Tarihsel anlamda ortaya çıkış gerekçesi ne olursa olsun, antik dinlerde her uğursuzluğun ilâhî alanın ihmali veya ihlâli şeklinde vuku bulduğuna dair bir kabul vardır. Bu kabul uğursuzluğun bertaraf edilmesini, bir ritüel eşliğinde felâketin önlenmesini gerektirmiştir. Bu durumda her uğursuzluk önceden hissedilmeli (kehanet) ve önleyici bir eylemle (ritüel) bertaraf edilmelidir.

Uğursuzluk fenomeni üzerine yapılan çalışmalar bu konuda çeşitli kültürlerden binlerce örneğin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Yazının bulunuşundan önceki dönemlere ait bilgiler ancak etno-arkeoloji gibi bilim dallarının tahminî verilerine dayandırılabilir.
Mevcut belgelere göre ilk örnekler eski Mezopotamya’da ele geçen çivi yazılı dokümanlardan gelmektedir. Bunların en açık bilinenleri ise çoğunlukla astronomik olaylarla ilgilidir. Bilhassa ayın etkisiyle meydana gelen birtakım gök olayları eski Ortadoğu halklarının günleri uğurlu-uğursuz diye ayırmasına kaynaklık etmiştir. Yahudiliğe Şabat adıyla girecek olan cumartesi ritüeli, kökeni Sumerler’e ve Akkad-Bâbil geleneğine kadar giden bir fenomendir. Bâbil’de Şab(p)attu diye bilinen gün uğursuzluk getirdiğine inanıldığı için bütünüyle ay tanrısına adanması gereken bir gündü. Bu günün felâketlerinden kurtulmak ancak aya adanan ritüellerle mümkün olabilirdi. Ayrıca ayın 7, 14, 19, 21 ve 28. günleri uğursuz kabul edilirdi. Eylülün ilk beş günü kral için uğursuz sayılırdı.
Bu beş gün ateşte hazırlanan yiyecekler uğursuzluğa yol açacağı için yenmezdi. Ay ve güneş tutulması da uğursuz kabul edilen temel fenomenlerdendir. Gök cisimlerinin hareketleri kralın kendisi veya faaliyetleri için gözlenmeliydi. Eğer Merkür Venüs’e yaklaşırsa bu kralın düşmanlarını yeneceğine, Mars ayın evlerinden birine girerse bu da kralın öleceğine işaret sayılırdı. Öte yandan geleceğin veya yapılacak herhangi bir eylemin uğurlu ya da uğursuz olacağını önceden bilme isteği eski Ortadoğu’da kehanetle ilgili inançları son derece önemli kılmıştır. Nitekim Hititler’de herhangi bir nesne (çoğu defa hayvanın iç organı, meselâ ciğeri) incelenerek yapılacak eylemin sonucunun uğurlu veya uğursuz oluşunun önceden tesbit edilebileceğine inanılırdı. Kuşların uçuş yönü ve çıkardıkları seslerden yapılacak eylemin uğurlu veya uğursuzluğunun tesbitini içeren kehanetler de yaygındı. Benzer örnekler İtalya’da Etrüskler, daha sonra Romalılar arasında yaygın biçimde uygulanmıştır. Hayvanların yeni doğan yavruları, çocuklar, açan bir çiçek veya yetişen bitkinin şekilleri/görünümleri de uğurlu-uğursuz şeklinde tasnif edilirdi.
Yahudilik’te Dâvûd döneminden itibaren monoteist eğilimin güçlenmesinin ardından antik inançlar yoluyla gelen uğursuzlukla ilgili pek çok gelenek ortadan kalkmıştır. Eski İsrâil kültürüne ait monoteist dönemde devam eden ve uğursuzluk inançları çerçevesinde değerlendirilebilecek iki temel âdet Urim ve Tummim kehanetiyle mezuzadır. Urim ve Tummim, Tevrat’ta başkohenin göğsüne taktığı bir kehanet aracıdır; yapılacak herhangi bir işin uğurlu ya da uğursuz olduğunu tesbit etmekte kullanılırdı (Sayılar, 27/21; I. Krallar, 14/41-42; I. Samuel, 14/41-42). İslâmiyet’teki muska türünden bir geleneği andıran mezuza ise kapıların üstüne asılan, evdekileri her türlü belâdan veya uğursuzluktan koruduğuna inanılan nazarlık türü bir nesnedir. İçerisine kutsal kitaptan Şema (Tesniye, 6/4-9), Vehaya (Tesniye, 11/13-21) duaları yazılarak İsrâil Tanrısı Yahve’nin evdekileri uğursuzluklardan koruması beklenirdi.

Günlerle ilgili uğursuzluk telakkisine bir örnek olarak av (ağustos) ayının ilk dokuz günü gösterilebilir.
Mişna’ya göre (Ta’anit, 4/6) mâbedin yıkılması gibi felâketler bu günlerde vuku bulduğu için bu dokuz gün bütünüyle uğursuz sayılmıştır. Dokuz gün boyunca yiyecek ve içecek tüketme konusunda çeşitli kısıtlamalar getirilmiş, keyif verici her şey en aza indirilmiştir. Gerek Talmud’dan (Sanhedrin, 65a) gerekse Ortaçağ filozoflarından gelen bilgiler de yahudi mistik çevrelerinde günlerin uğurlu-uğursuz diye ikiye ayrıldığına işaret etmektedir. Levililer’de (19/26) fiil haliyle (te‘onen) geçen “me‘onen” kelimesi, Talmud âlimlerine ve filozoflara göre günlerin uğurlu veya uğursuz oluşuyla ilgilenen insanlar için kullanılırdı. Ayrıca popüler ve mistik yahudi literatüründe pazartesi gününün uğursuzluğu yaygın bir inanıştır (Tekvîn’de yaratılış kıssasının anlatımında Tanrı, yaratılış günlerini nitelendirirken, “ve iyi olduğunu gördü” şeklindeki ibareyi sadece pazartesi günü için kullanmamıştır). İki köpek arasında kalmak, iki kadın arasından geçmek, iki hurma ağacının ortasında durmak (Talmud, Pesahim 1116) gibi folklorik anlamda zengin çok sayıda uğursuzluk fenomenini bu örneklere eklemek mümkündür. Kabalacı Yahudilik’te sayıların uğursuzluğuna yönelik birçok hurafe mevcuttur.

Yahudi monoteizminin bir versiyonu olarak ortaya çıkan Hıristiyanlık’ta fenomenlerin uğurlu-uğursuz diye ayırımına erken dönemde rastlanmaz. Ahd-i Cedîd’de Pavlus’un bu ayırımı reddeden pek çok ifadesi vardır. Erken Ortaçağ’lardan itibaren Yunan ve Roma kültürlerine asimile olmaya başlayan Hıristiyanlık antik uygarlıkların mirasını devralmıştır. Bu mirasın önemli bir kısmı da antik hurafelerdir. Nitekim Îsâ’nın çarmıha gerildiği gün olduğu kabul edilen cuma uğursuz bir gündür. Zamanımıza kadar gelen ve en çok bilinen sayılarla ilgili uğursuzluk fenomeni on üç sayısıyla alâkalıdır.
Hıristiyan inancına göre Îsâ’nın son akşam yemeğinde kendisiyle birlikte masada on üç kişi vardı. Yemekten sonra Îsâ’nın yakalanması on üç sayısıyla ilgili bu fenomenin yaygınlaşmasına yol açmıştır. Şüphesiz on üç ile ilgili bu uğursuzluk telakkisinin tarihsel kökeni, Vikingler’in tanrısı Odin’in on iki kişi için verdiği yemek davetine kendisini hileyle on üçüncü tanrı olarak davet ettiren Loki’nin Odin’in oğlu Balder’i öldürmesi mitosuna kadar uzanır. Hıristiyan geleneğinde ayın on üçüncü günü, binaların on üçüncü katı, on üç kişinin yan yana bulunması gibi pek çok uğursuzluk anlayışı mevcuttur. Ortaçağ’lardaki en popüler uğursuzluk telakkileri arasına ayna kırmak, kara kedi görmek, merdiven altından geçmek, gece tırnak kesmek türünden inançlar da dahil edilebilir.
Çin kültüründe dört sayısı ölüm kelimesinin telaffuzuna benzediği için uğursuzdur. Bundan dolayı Çin’de pek çok binanın dördüncü katı yoktur. Kuzeye bakan evlerin, gece havlayan köpeğin, gece tırnak kesmenin, makarnayı keserek yemenin (hayatı kısaltmak anlamına geldiği için) uğursuzluk getirdiğine inanılır. Japonlar’da da aynı sebepten dolayı dört sayısı uğursuzdur. Yemek yeme çubukları yiyeceğe saplanmaz, zira bu hareket sadece ölü ritüelinde yapılır. Kuzeye karşı yatıp uyunmaz. Cenaze arabası geçerken baş parmak saklanır.
Uğursuzluk inancı konusunda çeşitli din ve toplumlarca benimsendiği bilinen bu örneklere yüzlercesini eklemek mümkündür. Bu inancın kökeni arkaik dönemlerde insanın tabiatla ilişki kurma çabasında aranmalıdır. Karşılaşılan sıra dışı tabiat fenomenleri, anlaşılamayan kozmik felâketler veya düzenler, evreni algılamaya çalışan insanoğlunda birtakım simgesel arketipler meydana getirmiş olmalıdır. Şüphesiz uzun tarihsel süreç bu tecrübelerin şeklini tanzim etmiş ve bunların şekil değiştirerek günümüze kadar ulaşmasına katkıda bulunmuştur.
KÜRŞAT DEMİRCİ
İnsanlık tarihi boyunca bazen tabiat olayları, bazen şahıslar, bazen hayvanlar ya da günler gibi çeşitli durumlar uğursuz sayılmıştır. Toplumdan dışlanan insanların, uğursuz kabul edildiği için eziyet edilen hayvanların örnekleri tarih kaynaklarında yer almaktadır. İslam ise uğursuzluğu reddetmiştir.

İslam dini tüm bu inanışlardan farklı bir tutum sergilemiştir. Uğursuzluğu savunanlara karşı verilen cevaplar Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde anlatılmıştır. İnkârcıların kendilerini haklı göstermek için kişileri ya da durumları uğursuz diye nitelediklerinden bahseden ayetlerde “uğursuzluk” inancı reddedilmiştir. [Yasin/19, Neml/45-47, Araf/130-131]

Hz. Muhammed (s.a.v) uğursuz bulma ve kötüye yormayı, bu sebeplerle işlerini düzenleyerek yapacağı işi ertelemeyi hoş görmemiştir. Cahiliye Araplarının (İslam öncesi Arapların) uyguladığı kuş uçma yönüne göre işleri düzene koymayı şirk olarak nitelendirmiştir. Çünkü bu tip uygulamalar, olan olayların Allah tarafından geldiğinin unutulmasına, uğur ve uğursuzluk ile varlıklara bağlanmasına, dolayısıyla da tevhit inancının göz ardı edilmesine sebep olmuştur. Arap aylarından safer ayının ve baykuş ötmesinin uğursuz sayıldığı dönemde yine Hz. Muhammed (s.a.v) bunların da uğursuz sayılmaması gerektiğini söylemiş, başka bir hadisinde de sihir yapmayan, uğursuzluğa inanmayan, Allah’a tevekkül eden kimseleri cennetle müjdelemiştir.
İslam dininde olayların ya da eşyaların özünde iyi ya da kötü olduğu fikri reddedilirken, başa gelen bela ya da hayırlı olayların her birinin Allah’tan gelen bir imtihan gözüyle değerlendirilmesi gerektiği vurgulanır. Bu İslam inancının bir gereğidir. / Nisa/78
Batıl inançlara her kültürde yer var

Batıl inançlar, bilim insanları, ateistler, kuşkucular da dâhil olmak üzere istisnasız herkesin yaşamında yer buluyor. Mesela, neden merdiven altından geçmeyiz? Ya da, nazar değmesin diye neden tahtaya vururuz? Kırık ayna neden 7 yıl uğursuzluk getirir?

Kırık ayna 7 yıl uğursuzluk getirir
Antik Yunan’da, aynadaki yansımaya bakarak geleceği gören falcılara danışmak çok yaygındı. Tarihçi Milton Goldsmith, 1918’de yazmış olduğu “Signs, Omens and Superstitions” (İşaretler, Kehanetler ve Batıl İnançlar) kitabında bu inancı şöyle açıklar: “Kehanette bulunmak için su ve ayna kullanılırdı. Ayna suya batırılır ve hasta kişiden aynaya bakması istenirdi. Eğer kişinin görüntüsü bulanık ise büyük ihtimalle öleceği, yok eğer netse, yaşayacağı söylenirdi”. M.S. birinci yüzyılda, Romalılar bu inancı biraz değiştirdiler. O dönemlerde insan sağlığının 7 yılda bir değiştiğine inanılırdı. Böylece, kırık bir aynadaki görüntünün biçimsizliği, ölümden ziyade, 7 yıllık bir hastalık ve şanssızlık döneminin işareti oluverdi.

Uğur için kapıya at nalı asmak
At nalı birçok kültürde uğurlu bir nesne olarak kabul edilir. At nalının sihirli güçlere sahip olduğuna dair inanç Yunanlara kadar uzanır. Yunanlar, demirin insanları şeytandan koruduğunu düşünürdü. At nalı demirden yapılmasının yanı sıra, yarım ay şeklindedir. Yarım ay, Yunanlar için bereketi ve kısmeti simgelerdi. Bu inanış Yunandan Romalılara, onlardan da Hristiyanlara geçti. Ortaçağda büyücülük yaygınken, İngiliz Adaları’nda yaşayan insanlar kapılarına at nalları asıyordu. Çünkü yaygın inanca göre cadılar atlardan korkuyordu.

Kara kedi
Birçok kültürde kedilerin güçlü bir kehanet yeteneğine sahip olduğu düşünülür, fakat bunun iyi mi, yoksa kötü bir özellik olduğu tartışma konusudur. Eski Mısırlılar bütün kedilere saygı göstermişler ve özellikle kara kedinin iyi şans getirdiğine inanmışlar. Hatta 17. yüzyılın başlarında İngiltere Kralı 1. Charles’ın da beslediği bir siyah kedisi varmış. Kedi ölünce Kral şansının yok olduğu düşünmüş. Gerçekten de hemen ertesi gün vatan hainliği ile suçlanarak tutuklanması da bu batıl inancın inanırlığını pekiştirmiş. Ortaçağ Avrupası’nın diğer bölgelerinde yaşayan insanlar ise tam tersine inanmışlar. Kara kedilerin cadılarla akraba ya da arkadaş olduğu ve yolda karşılaşılan kara kedinin şeytan tarafından gönderilen bir elçi olduğu düşünmüş ve bunu kötü şans olarak yorumlamışlar.
Bir tutam tuzu sol omuza serpmek
Kültürümüzde yok, fakat (yanlışlıkla) tuz dökmenin binlerce yıl boyunca şanssızlık getireceğine inanılır. M.Ö. 3.500’de Sümerler, tuz döküldüğünde, bir tutam da sol omuzlarına serperek kötü şansı kovduklarına inanmışlar ve bu hareket Mısır, Asur ve daha sonra Yunan kültürlerinde benimsenmiş. Bu inanış, yemeğe kattığı lezzetten ötürü tuza verilen değeri de göz önüne seriyor.

Merdiven altından geçmek kötü şans getirir
Bu inanç, Eski Mısır’da 5 bin yıl öncesine dayanıyor. Duvara dayalı duran merdiven, açısı itibariyle bir üçgen oluşturur ve üçgen Mısırlılar için kutsal bir formdur: Piramitler gibi. Onlar için üçgen, tanrıların birliği anlamına gelir ve bir üçgenin içinden geçmek ise bu kutsallığı bozar. Bu inanç asırlar boyu sürmüş ve sonunda İsa’nın ölümüyle yeni bir boyut kazanarak bugünkü halini almış. İsa’nın gerildiği çarmıha dayalı bir merdiven, İsa’nın takipçileri tarafından kötülüğün, ihanetin ve ölümün simgesi ilan edilmiş. Altından geçmenin şanssızlık getireceğine inanılmış. Öyle ki, 1600’lerin İngiltere’sinde suçlular idam sehpasına götürülürken merdiven altından geçmeye zorlanmışlar.

13 rakamının uğursuzluğu
13 rakamından korkmanın, İskandinav mitolojisinden gelen bir de adı var: Triskaidekafobi. Efsaneye göre 12 tanrı ziyafet için Valhalla’ya davet edilir. Ziyafetin bir de davetsiz misafiri vardır: Kötülüğün ve kurnazlığın tanrısı Loki. Böylece davetli sayısı 13 olur. Diğer tanrılar onu kovmak ister, ancak çıkan arbedede aralarında en sevilen tanrı Balder öldürülür. İskandinavyalılar, 13 kişilik yemek davetleri vermez ve 13 rakamını sevmezler. Avrupa’ya yayılan efsane, Hristiyan inancında “Son Akşam Yemeği” ile kendini gösterir: Yemekteki 13. havari olan Yahuda, İsa’ya ihanet ederek onu gammazlar. İnsanlar 13 rakamından çekinirler ancak bu rakamın uğursuz olduğunu gösteren herhangi bir istatistiksel kanıt yok.

Hapşırana çok yaşa demek
Kültürümüzde çok yaşa deriz, ancak İngilizce konuşulan birçok ülkede hapşıran kişiye “God bless you” (Tanrı seni korusun) denir. Bunun gibi sihirli olduğuna inanılan sözcükler birçok kültürde binlerce yıldır kullanılıyor. Hapşırınca kötü ruhların dışarı atıldığı inancına dayanan bu davranış, M.S. altıncı yüzyılda Papa Gregory’nin kesin talimatıyla başlamış. O dönemde İtalya’da kol gezen veba salgınının ilk belirtisi olan şiddetli ve sürekli hapşırık, ölümle sonuçlanıyordu. Papa Gregory de, sağlıklı insanlardan, hasta olanlar için dua etmelerini ve bol sağlık temennisinde bulunmalarını salık vermiş. Eğer kişi hapşırırken tek başına ise, “Tanrım bana yardım et” diye dua etmesi önerilmiş. Bu temenni, bugün yabancı kültürlerde “Tanrı seni korusun”, bizde ise “Çok yaşa” olarak dile getiriliyor.

Nazar değmesin diye tahtaya vurmak
Nazar değmesin diye tahtaya vurmak
Çok yaygın kullanılan bu hareketin nereden çıktığı bilinmiyor. Bazı tarihçilere göre, kadim dinsel törenlerde yemin ederken haça dokunmak bu inancın bir uzantısı olabilir. Bazılarına göreyse bu alışkanlığın kökeni, Avrupa’da çiftçilerin tahtaya vurarak, çıkarttıkları ses ile kötü ruhları kovma gayretlerine dayanıyor olabilir.
Mercan Bursalı
Gaipten haber vermeyle ilgili birçok yöntemden biri olan ruh çağırma (necromancy) ölen kimselerin ruhlarını büyü yoluyla çağırarak onlarla ilişki kurma metodudur.

Gaipten haber vermeye hemen her kültürde rastlanırsa da ruh çağırma yöntemiyle gaipten haber verme belirli geleneklerde görülür. Meselâ eski Yunanlılar ölülerin gaipten haber verme gücüne sahip olduklarına, mezarları başında kurban sunmak veya yere şarap dökmek suretiyle onlardan bilgi alınabileceğine inanıyorlardı. Bu tür takdimeler cenazenin defni esnasında ve sonrasında icra edilen törenlerin bir parçasıydı. Ruh çağırma Homeros döneminde Yunanlılar tarafından uygulanıyor, onların klasik literatüründe bu konuya sık sık değiniliyordu. Odysseus’un, talihsizliğinin sebebini öğrenmek için Tiresias’a danışmak üzere Hades’i ziyaret etmesi (Odysseia, s. 197), Gılgamış’ın ölüler âlemiyle ilgili bilgi almak amacıyla ölen Enkidu’ya başvurması da (Gılgamış Destanı, tablet XII) birer ruh çağırma örneği olarak kabul edilmiştir. İskandinavyalılar ve Almanlar arasındaki ruh çağırma uygulamasına dair bilgilerin pek çoğunun efsanelere dayandığı bilinmektedir.
Ruh çağırmanın Etrüskler arasında ve Roma tarihinin ilk dönemlerinde bilinmediği veya en azından kayda geçirilmediği görülmektedir. Peru’nun fethinden kısa bir süre sonra yazılan İspanyol tarihlerinde İnkalar’ın ölülerle irtibat kuran iki özel kâhin sınıfına sahip oldukları kaydedilir. Bunlardan bir grup ölen kimselerin mumyaları ile meşgul olma, diğerleri ise çeşitli ruhî varlıklara ve İspanyollar’ın put diye nitelendirdikleri tasvirlere başvurma konusunda uzmanlaşmıştı.
Ruh çağırma mitolojik anlatılar, efsaneler ve edebî metinlere konu olmuştur. Bu tür metinlerde ölen kimselerle haberleşme tasvir edilir veya onların mesajları anlatılır; bunun yanında ruh çağırmayla ilgili çeşitli teknikler hakkında bilgi verilir. Ruh çağırma seansları esnasında ölünün bir parçasının, çoğunlukla da kafatasının veya isminin kullanılması dikkat çekicidir. Cevap, trans halinde karnından konuşma sanatı yoluyla gaipten haber veren kimse tarafından uydurulan bir söyleşi şeklinde olabileceği gibi bir işaretle de açığa vurulabilir. Bu da bir falı yorumlamayı veya bir kuradan sonuç çıkarmayı gerektirebilir. Yine ruh çağırma tekniğiyle ilgili olarak Yeni Gine’nin Huon Gulf bölgesinde XIX. yüzyıl boyunca ve misyonerlerin bölgeye gelişinden önce bütün ölümler büyüye atfedilirdi. Ölüme sebep olan büyücünün kimliği, ölen kimsenin ruhunu büyü yoluyla çağıran falcı tarafından herhangi bir objeye yazılırdı.
Daha sonra ruh sorguya çekilir ve falcının elinde bulunan objenin hareketinden “evet” veya “hayır” cevabı alınırdı. Kullanılan en yaygın obje sersemleştirilmiş bir yılan balığı olup onun kıvranması “evet” cevabı olarak yorumlanırdı. Diğer objeler ters çevrilmiş bir kabuk veya elde tutulan bir bambu parçası olabilirdi. Bu objelerin hareketleri bazı hilelere mâruz bırakılır ve cevaplar çoğunlukla halk arasında yaygın olan şüpheleri doğrulayacak şekilde kullanılırdı. Haiti’de hem koloni dönemindeki Avrupa etkisinden hem de Batı Afrika geleneklerinden gelen bir uygulama mevcuttu. Ruh çağırma merasimleri ruhların mahiyetleri ve yerleri hakkındaki yaygın inanca göre farklılık arzederdi.

Kitâb-ı Mukaddes’te çok sayıda gaipten haber verme tekniğinden bahsedilmiştir. Ruh çağırma ya da ölüye danışma gaipten haber vermeyle ilişkilendirilmiş (Tesniye, 18/11; I. Samuel, 28/8; II. Krallar, 21/6) ve yasaklanmıştır (Levililer, 19/31, 20/6; İşaya, 8/19, 20; I. Tarihler, 10/13). Bununla beraber Saul’ün bir büyücü kadın vasıtasıyla Samuel’in ruhunu çağırtıp ne yapması gerektiğini sorması (I. Samuel, 28/3-25) bir ruh çağırma örneği olarak kaydedilmiştir. Ruh çağırma Talmud’da da diğer gaipten haber verme teknikleri arasında zikredilmiş ve sert biçimde eleştirilmesine rağmen birçok ruh çağırma örneğinden bahsedilmiştir. Ruh çağırma yahudiler arasında nâdiren uygulanmakla birlikte yine de Rabbânî kaynaklarda ve Ortaçağ yahudi geleneğinde iz bırakmıştır. Hıristiyanlık’ta ruh çağırma ilk asırlardan itibaren kötü bir tatbikat olarak kabul edilmiştir. Pek çoğu Hıristiyanlık öncesine dayanan büyü ile ilgili inançlar Ortaçağ boyunca devam etmiştir. Ancak Ortaçağ sonları ile Rönesans başlarında büyücülere ağır işkenceler uygulanmıştır. Büyücülere yönelik suçlamalar arasında büyü yaparken şeytanî güçlerin yardımına başvurma ve büyü yoluyla ölen kimselerin ruhlarını çağırma da yer almıştır.
AHMET GÜÇ

İslâm’da. Arapça’da “ruh çağırma” karşılığında ilmü istinzâli’l-ervâh, ilmü istihzâri’l-ervâh ve ilmü’l-azâim tabirleri kullanılır. “İlmü da‘veti’l-kevâkib, şa‘beze, ilmü’l-hiyeli’s-Sâsâniyye, ilmü’l-istiâne bi-havâssi’l-edviye ve’l-müfredât” ise ruh çağırmayla dolaylı ilgisi bulunan ve bir ölçüde onun evveliyatını oluşturan uygulamalara ait bilginin adıdır. Ruh çağırma için Osmanlı literatüründe yaygın biçimde kullanılan terim ise huddâmcılıktır. Bu tabirler birbirine yakın mânalar ifade etse de ayrıntıda farklı içerik taşır. Meselâ belli bir amaçla cin veya melek gibi gayri maddî varlıklarla temasa geçmeye “ilmü’l-azâim”, bunların bedenlenmiş şekilleriyle temasa geçmeye ise “ilmü’l-istihzâr” denilir (Taşköprizâde, I, 366-367; Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 80).
Câhiliye Arapları medyum tabiatlı insanları takip eden “reiy” veya “tâbi‘” adında cinlerin varlığına, kâhinlerin bunlardan aldıkları haberlere dayanarak kehanette bulunduklarına inanırlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de cin ve şeytanların gökten haber çalmalarına engel olmak için üzerlerine ateş şuleleri gönderildiği bildirilmekte (el-Hicr 15/18; es-Sâffât 37/10; el-Cin 72/8-9), şeytanların kışkırtma ve temaslarından Allah’a sığınılması tavsiye edilmektedir (el-Mü’minûn 23/97-98). Resûl-i Ekrem de bu konuda şöyle buyurmuştur: “Allah bir işe hükmettiği zaman önce arşı taşıyan melekler, arkasından gök ehli O’nu tesbih eder. Sonra altıncı göğün ehli yedinci göğün ehline, ‘Rabbiniz ne buyurdu?’ diye sorar. Nihayet haber dünya göğünün halkına ulaşır. Şeytanlar kulaktan bir şeyler kapmak isterler, bu duruma engel olmak için üzerlerine gök taşları salınır.

İslâm inancına göre yaratılış esnasında insan bedenine üflenen ve ölüm anında ondan ayrılan bir öz olan ruh insanın ölümüyle yok olmayıp bir başka âleme yükseltilir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah nefisleri -ruhları- öldükleri sırada, ölmeyenleri ise uykularında alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, diğerlerini belirlenmiş bir süreye kadar salıverir” buyurulmaktadır (ez-Zümer 39/42). Hadislerde de ölen kişilerin ruhlarının semaya yükseltildiği haber verilmektedir (Müsned, VI, 140; Müslim, “Tevbe”, 46; İbn Mâce, “Zühd”, 30-31). Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerden peygamberlerin meleklerle, bazı kâhinlerin de cinlerle irtibatının bulunduğu anlaşılmakla beraber insanların ölen kişilerin ruhları ile temas kurduğuna ilişkin herhangi bir bilgi yoktur. Dolayısıyla ruh çağırma seanslarında ölen kişilerin ruhları ile irtibata geçildiğine dair iddiaların dinî bakımdan mesnedi bulunmamaktadır.
Bu hususta farklı iki görüş ileri sürülmektedir. Birinci görüş ruh çağırma esnasında gelen varlığın cin olduğu şeklindedir. İkinci görüşe göre ise bu sırada dışarıdan herhangi bir varlık gelmemekte, buna karşılık ruh çağırma seansını yöneten medyum tabiatlı kişi senaryoyu kendi hayal dünyasında yaşamaktadır.

Modern dünyada ruh çağırma uygulamaları ilk defa Amerika, İngiltere, Fransa ve Kanada gibi ülkelerde görülmüştür (M. Ferîd Vecdî, VIII [1937], s. 105-114). Ünlü ruh hekimi Mazhar Osman Usman’ın “alafranga cincilik” dediği bu tür olaylar günümüzde parapsikoloji ve metapsişik adı altında araştırılmaktadır. Evrende varlıkları materyalistler gibi sadece üç boyutlu madde âleminde görülenlerden ibaret saymayan bu çevreler bilinen tabiat kanunlarıyla açıklanamayan hayalet görme, tıbbî yollar dışında şifa verme, telepati, telekinezi, ektoplazm, materyalizasyon ve radyestezi gibi normal ötesi parafizik, parapsişik veya psikofizyolojik olayları araştırma konusu edinmiştir. Bu çalışmalara katılanlar arasında, ruh çağırma kapsamına giren olayların gözlemlenerek metapsişik adı altında bilime dahil edilmesini savunan Fransız fizyologu Charles Richet, telepati ve kristestezi (gizli duyu) olaylarını açıklayabilecek bir duyu ötesi algı yeteneğinin varlığını kanıtlamaya çalışan Joseph B. Rhine, İngiliz bilim adamlarından Krookes ve Sir Oliver Lodge sayılabilir.
Bu tür faaliyetlerin Türkiye’deki öncüsü ise Bedri Ruhselman’dır. Ona göre evrende ruhsal idare mekanizması adı verilen bir merkez bulunmakta olup ruhlarla temas bu mekanizma vasıtasıyla sağlanmaktadır. Dünya daima yüksek ruh âlemlerinden gelen yardım ve irşadlarla aydınlanmaktadır. Yüksek varlıklar, zemine ve zamana göre dünyadaki insanların alıcılık kabiliyetleri nisbetinde onları aydınlatır. Her devirde o devrin anlama yeteneğine göre çeşitli alıcı-verici vasıtalara dayanarak yüksek ruh âlemlerinden tebliğler gönderilmektedir. Spiritizma seanslarında değişik yöntemler uygulanmakta olup bunlarda operatör, medyum ve rehber olmak üzere üç odak bulunmaktadır. Operatör, hipnotizma veya manyetizma uygulayıp medyumu uyutan ve birtakım telkinlerle ruhunu vücudundan dışarıya çıkararak başka boyutlara gönderen kişidir. Rehber ise bu tecrübede medyuma tebliğde bulunan ve yardım eden ruhtur. Bazı ruh çağırıcıları bu işlemi medyumun ruhunu başka boyutlara yükselterek yaptıklarını, bazıları ise çağırdıkları yabancı bir ruhun medyumun vücuduna girip operatörün sorduğu sorulara medyumun organlarını kullanarak cevap vermesi şeklinde icra ettiklerini ileri sürmektedir.
Geçmişte pozitivizmin etkisiyle parapsikolojik olayları tecrübe etmeyi patolojik bir durum olarak değerlendiren bilim günümüzde bu anlayıştan büyük ölçüde sıyrılmış ve normal ötesi olayları bir vâkıa olarak kabul etmeye ve açıklanamadıkları için reddedilmemeleri gerektiğini savunmaya yönelmiştir. İlgili literatürde bu tür olayların çoğunlukla gözbağcıların, sahte medyumların ve hokkabazların mahareti şeklinde gösterildiği kabul edilmekle beraber Fox kardeşler, Daniel Douglas, E. Garret, W. Rudi Schneider, Rosemary, Brown gibi medyum ve metapsişikçilerin yaşadıkları normal ötesi olayların üzerindeki esrar perdesinin hâlâ kalkmadığı bilinmektedir. Paranormal olayları bir vâkıa olarak kabul etmede birleşen din âlimleri ve bilim adamları onları izahta birbirinden ayrılmaktadır. Bir kısım bilim adamı paranormal olaylar karşısında agnostik bir yol izleyerek herhangi bir görüş beyan etmezken parapsikologlar ve metapsişikçiler bu tür olayları cüzi ruhla evrensel ruh arasındaki ilişkiyle açıklamaya çalışmaktadır. Medyumun bedeninden ayrılan ruhun çağrılan kişinin sûretinde göründüğünü iddia edenler de vardır. Allah’ın yarattığı varlıkların içinde melek ve cinlerin de bulunduğunu dikkate alan din âlimleri ise insanlarla ruhanî varlıklar arasında ilişki kurulabileceğini, ruh çağırma olaylarının da bu yolla gerçekleşmesinin mümkün olduğunu söylemektedir. Ancak bu konuda yaygın kanaat insanlarla ölülerin ruhları arasında herhangi bir iletişimin bulunmadığı şeklindedir.
Sonuç olarak ruh çağırma inanç açısından şirke düşmeye, amel yönünden ise kâhinlik, sihir vb. büyük günahları işlemeye zemin hazırlama yanında çıkar elde etme ve istismar aracı olarak kullanılmaya elverişli bir yöntemdir. Dolayısıyla bunu câiz görmek mümkün değildir. Aksine sihir, kehanet ve fal gibi günah sayılan bir davranış yahut aslı esası olmayan bir hurafe, bâtıl inanış veya hipnoz olarak değerlendirmek gerekir.
İLYAS ÇELEBİ

KELÂM. Hurafe kelimesi Kur’an’da yer almamakla birlikte onunla anlam yakınlığı bulunan üstûrenin (uydurulmuş söz) çoğulu esâtîr dokuz âyette geçmektedir. Ayrıca ihtilâk (yalan uydurmak) (Sâd 38/7) ve tekavvül ile (uydurulmuş söz) (et-Tûr 52/33; el-Hâkka 69/44) huluku’l-evvelîn (önceki milletlerin geleneği) (eş-Şuarâ 26/137) terkibi de hurafeye yakın mânalar taşımaktadır. Bu tabirler, Kur’ân-ı Kerîm’e Hz. Muhammed’in uydurduğu bir kitap nazarıyla bakan müşrikler tarafından ileri sürülmüş, Kur’an da bu iddiaları reddetmiştir.
Hadis literatüründe hurafe kelimesi sadece bir rivayette yer almaktadır. Buna göre Hz. Peygamber’in anlattığı bir konu için kadınlardan biri, “Ey Allah’ın resulü! Bu anlattığınız Hurafe’nin sözüne benziyor” demiş, Resûl-i Ekrem de, “Hurafe’nin ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sormuş ve sözüne şöyle devam etmiştir: “Hurafe Benî Uzre’ye mensup bir adamdı; Câhiliye döneminde cinler tarafından esir alınmış, içlerinde uzun zaman kaldıktan sonra serbest bırakılmış; cinler arasında gördüğü ilginç olayları anlatınca insanlar kendisini yalanlamış ve artık onlar asılsız kabul ettikleri her söz için ‘Hurafe’nin sözü’ demişlerdir” (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “ḫrf” md.; Müsned, VI, 157; Taberânî, VII, 40-41).

Din dışı alanları da kapsamakla birlikte dinî konularda daha yaygın olan hurafe hemen hemen bütün dinlerde mevcuttur. Hurafelerin, genellikle otantik dinî metinlerin zamanla yok olması ve geçmiş kavimlere ait bâtıl inançların yeni dine taşınması yoluyla oluştuğu kabul edilir. İslâm’ın ana kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm’in bizzat Hz. Peygamber tarafından yazılı bir metin haline getirilmesine, ayrıca müslümanlarca ezberlenmesine rağmen bu dine de çeşitli hurafelerin sokulduğu görülmektedir. Bunların kaynağını ve ortaya çıkış sebeplerini şu noktalarda toplamak mümkündür:
1. Önceki dinlere ait kültlerden bazı unsurların İslâm’a taşınması. İslâmiyet’i kabul eden çeşitli din mensuplarının eski dinlerine ait bazı telakkileri korumaya devam ettikleri ve bunları diğer müslümanlara da aktardıkları bilinmektedir. Câhiliye devri Arapları uğura, uğursuzluğa ve cinlerle ilgili çeşitli hurafelere de inanıyorlardı. Cinlerin kertenkele, kirpi, deve kuşu, tarla faresi, tavşan gibi hayvanların şekline bürünerek insanlara göründüğüne inanılması, karga vb. kuşların uğursuz addedilmesi, göz değmesinin insanlar üzerinde etkili olması bu dönemdeki inançlar arasında zikredilir (Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, II, 325-365; Cevâd Ali, VI, 162, 717-718).
Eski İran ve Hint dinlerine mensup gruplarla Türkler’in İslâmiyet’i kabul etmesinden sonra İslâm dünyasında yeni hurafeler oluşmaya başlamıştır. Önceden Şamanizm, Budizm, Maniheizm ve Zerdüştîlik gibi dinlere bağlı olan din adamları, Câhiliye devri Arap kültürüne ait hurafelerin cahil halk tabakası arasında yayılmış olmasından da faydalanarak daha çok eski şaman afsunlarına âyetler, Kâbe, levh-i mahfûz, arş, kürsî gibi İslâmî motifleri karıştırmak suretiyle mesleklerini yeni dinlerinde de devam ettirmişlerdir. Şamanizm’den intikal eden su kültü, Yahudilik’ten geçen tılsımlar, Hıristiyanlık’tan kalan türbeleri kutsallaştırma hurafeleri bu konudaki bazı örnekleri teşkil eder.

2. Cehalet. Daha çok bilgisizliğe bağlı olduğu kabul edilen hurafelere inanılması hususu, İslâm’ı ana kaynaklarından öğrenip halkı aydınlatacak yeterli sayıda âlimin yetişmemesiyle orantılı olarak müslüman halk arasında yaygınlaşmıştır. İslâmiyet insanları, düşünmek suretiyle inançlarını temellendirmeye ve akıl yürütme güçlerini kullanmaya davet ediyordu. İslâm’ın bu temel ilkesi, “De ki: İşte benim yolum: Ben şuurlu bir şekilde Allah’a çağırıyorum, bana uyanlar da” (Yûsuf 12/108) meâlindeki âyetle ortaya konmuştur. Ancak İslâmî konulara yeterince ilgi göstermeyen okumuş kesimle dinî bilgileri ve kültür seviyeleri düşük olan halk tabakasının soyut özellikler taşıyan dinî konuları doğru olarak anlayıp kavraması kolay değildir. Hurafeleri bertaraf edebilmek için tatmin edici bir din öğretimi ve eğitimine ihtiyaç vardır.
Ayrıca vâizlerle sohbet ehlinin de bizzat kendilerinin hurafelerden arınmış sağlam dinî bilgilere sahip olması gerekir. Nitekim Resûlullah’ın ve ashabın Kur’an çizgisinde seyreden İslâm anlayışına bağlı âlimler, özellikle bazı vâizlerin ve tasavvuf ehlinin yaydığı bid‘at ve hurafeler konusunda ciddi uyarılarda bulunmuşlardır (meselâ bk. İbnü’l-Cevzî, s. 123-126, 150-387).
3. Mevzû hadisler. İslâm’ın ikinci kaynağını oluşturan hadislerin Resûl-i Ekrem’in hayatında yazılı metin haline getirilmeyip bu işe II. (VIII.) yüzyıldan itibaren başlanması, çeşitli konularda hadis uydurulmasına veya pek çok İsrâiliyat’ın İslâmî kaynaklara girmesine fırsat vermiş ve bu yolla bazı hurafelerin İslâm’a sokulması mümkün olmuştur.
Belli başlı hurafeleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Ulûhiyyetle İlgili Hurafeler. Allah’ın herhangi bir maddî varlık şekline bürünmesi, yaratıklarından birinin bedenine girmesi (hulûl, tecessüd), yaratıklarla birleşmesi (ittihad ve vahdet-i vücûdun bazı yorumları) veya onlara benzetilmesi (teşbih) ulûhiyyetle ilgili bâtıl inançlardandır. Hıristiyanların ve yahudilerin, Allah’ın imamlara hulûl ettiğini kabul eden aşırı Şiî gruplarla (Gāliyye) bazı müfrit sûfîlerin bâtıl inançları bu tür hurafenin belli başlı örneklerini oluşturur. Ulûhiyyete ait sıfat veya fiillerden birini yaratıklara nisbet etmek de bâtıl inanç sayılır. Bazı tasavvuf mensuplarının velî nazarıyla baktıkları şeyhlerine dilediklerini öldürme veya diriltme gücünü nisbet etmeleri ve kâinatın yönetiminde söz sahibi olabileceklerini iddia etmeleri de bu konu içinde mütalaa edilmiştir (Ahmed Subhî Mansûr, s. 198-199, 234).
2. Gayb Bilgisi. Kur’ân-ı Kerîm’de duyu, haber ve akıl yoluyla bilinemeyip gayb âleminde kalan hususları Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği açıkça belirtilir (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ġyb” md.). Bununla birlikte birçok tasavvuf mensubu, seçkin tasavvuf ehlinin keramet yoluyla gayba vâkıf olduğuna inanır. Ayrıca yıldızlardan ahkâm çıkarma, kahve, ok, bakla, iskambil kâğıdı, suya bakma ve kitap açma (Kur’an veya başka kitaplar) gibi yöntemlere başvurularak yapılan falcılık, İslâm öncesi döneme ait bâtıl inançlar olup bazı İslâmî zümreler tarafından da benimsenmiştir (M. Reşîd Rızâ, VI, 150).


3. Uğur veya Uğursuzluk. Bazı hayvanları görmenin veya seslerini duymanın, belirli günlerde ve zamanlarda iş yapmanın, mavi boncuk vb. şeyleri takmanın ve bazı rakamların uğursuz yahut uğurlu olduğuna inanmak İslâmî temeli bulunmayan inançlardandır. Aynı bâtıl inançlar çerçevesinde evden çıkarken kedi veya köpek görmek, baykuş sesini ve köpek ulumasını duymak, elden ele sabun veya makas vermek, salı günü iş yapmak veya yolculuğa çıkmak, cuma günü çalışmak, iki bayram arasında nikâh kıymak, cumartesi günü yorgan kaplamak, insan üzerinde iken elbisenin söküğünü dikmek uğursuz sayılmış; buna karşılık at nalı, kurt dişi, leylek kemiği, inek veya koç boynuzunu taşımak yahut evin dış kısmına asmak uğurlu kabul edilmiştir (M. Şemseddin, s. 296-297; İnan, s. 38).
4. Ölülerden Medet Ummak. Yaygın hurafelerden biri de ölülerin türbelerini ziyaret ederek onlardan yardım beklemektir. Dileklerin gerçekleşmesi için veya hastalıktan kurtulmak amacıyla din âlimlerine ve şeyhlere ait türbeleri ziyaret edip mum yakmak, bez bağlamak, taş yapıştırmak ve adak adamak suretiyle ölülerin ruhaniyetinden medet ummak bu konudaki belli başlı hurafeleri teşkil eder. Ağaçlara bez parçası bağlamak da buna benzer inançlardandır.
5. Cinlerle İlgili Hurafeler. Kur’an’da cinler âleminin varlığından haber verilmekle birlikte onların mahiyeti, faaliyetleri ve insanlarla ilişkileri konusunda ayrıntılı bilgi yer almamıştır. Buna rağmen halk arasında cinlerin özellikle kadınları etkilediği, insanları çarptığı ve ruh hastalıklarına sebebiyet verdiği inancı yaygındır. Cinlerin tasallutundan korunmak için cincilere başvurup muska yazdırmanın ve bunu taşımanın gerektiğini kabul etmek de bu inancın bir devamıdır. Bu telakkinin Eski Mısır ve Roma inançlarına dayandığı bilinmektedir. Câhiliye devri Arapları arasında da bu tür inançların görüldüğü ve insanların bedenlerine giren kötü ruhları kovmak için gruplar halinde dans ettikleri rivayet edilir. M. Reşîd Rızâ bunun cinlere tapmaktan kalan bir inanç olduğunu belirtir (Tefsîrü’l-Menâr, VIII, 369-371).

Din gerçeğine materyalist-pozitivist bir anlayışla yaklaşan bazı düşünür ve yazarlar dinin bilimsel verilere dayanmadığını, bu sebeple hurafelere kaynak oluşturduğunu ileri sürerler. Ancak ilâhî dinlerin ve özellikle tevhid inancını en önemli ilkesi olarak kabul eden İslâmiyet’in hurafelere zemin hazırlamak değil onlarla mücadele etmek için gönderildiği bilinen bir gerçektir. Bütün hurafe çeşitlerinde bazı varlıkların, nesnelerin veya olguların olağan üstü güçlere, etkilere sahip olduğu inancı bulunmaktadır. Buna karşılık Allah’ın hem zâtı hem de ilim, irade, kudret gibi sıfatları ve fiilleri bakımından bir, benzersiz ve ortaksız olduğu inancını en kesin iman prensibi olarak ortaya koyan İslâmiyet’in şirk sayılması gereken bir tür hurafeciliği onaylaması veya buna zemin hazırlaması mümkün değildir.
Hurafeler sadece dinî meselelere has değildir; din dışı bazı konular, hatta bilim adına ileri sürülen kanıtlanmamış teoriler de bu statü içine girmektedir. Bu çeşit teoriler “modern hurafeler” olarak değerlendirilebilir. Evrim teorisi bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Zira evrim teorisine ilişkin tatmin edici kanıt bulunmadığını itiraf ettiği halde yine bu teorinin doğruluğuna inandığını söyleyen ve bunu savunan bilim adamları mevcuttur (Lings, s. 10-11).
Hurafelerin Kur’an ve Sünnet’e dayalı herhangi bir temelinin bulunmadığı, bu iki kaynağın her türlü hurafeyi reddettiği İslâmiyet’i bilen herkesin kabul ettiği bir husustur. Çeşitli âyetlerde gaybı yalnız Allah’ın bildiği vurgulanmakta, peygamberlerin bile sadece Allah’ın bildirmesi halinde gaybdan haber verebilecekleri ifade edilmektedir (Âl-i İmrân 3/179; el-Cin 72/26-27). Bundan dolayı falcılık yasaklanmıştır (el-Mâide 5/90). Hadislerde de arrâflık, falcılık ve kâhinlik yapmak, gaybdan haber almak için bunlara başvurmak, Allah’a eş koşup Hz. Peygamber’i ve onun getirdiği vahiyleri inkâr etmek anlamına geldiği bildirilmiştir (Müsned, II, 68, 408; Müslim, “Selâm”, 122, 125). Ayrıca İslâm’da uğursuzluk telakkisinin bulunmadığı, uğursuzluğa inanmanın kişiyi şirke düşürebileceği haber verilmiş, kuşun ötmesinin ve uçmasının uğursuzluk sayılamayacağı belirtilerek ilginç görülen nesne ve olayların hayra yorulması tavsiye edilmiş (Buhârî, “Ṭıb”, 19; Müslim, “Selâm”, 102-109, “Mesâcid”, 33), büyü yapmanın, büyüden ve hastalıktan korunmak için muska taşımanın tevhid inancını zedeleyeceği bildirilmiştir (Müsned, I, 381; Ebû Dâvûd, “Ṭıb”, 17). Kişilerin inançlarını istismar eden kâhin ve falcılarla onların günümüzdeki uzantıları olan medyum ve astrologların sözlerine itibar edilmemesi İslâmî açıdan bir zorunluluktur. Bu tür hurafeleri İslâm’a mal etmek için Hz. Peygamber’e nisbet edilerek aktarılan rivayetlerin tamamı İsrâiliyat’a dayanmaktadır. Resûl-i Ekrem hastalıklardan korunmayı ve bir rahatsızlığı tedavi etmek için tıbbî çarelere başvurmayı tavsiye etmiş, onun bu tür tavsiyeleri hadis mecmualarında “Kitâbü’t-Tıb” başlığı altında toplanmıştır.
Meşrû arzulara ulaşmak için muskalara ve tılsımlara değil normal çarelere başvurmak gerektiği Kur’an’ın tavsiyeleri arasında yer almaktadır; Kur’ân-ı Kerîm’de üzerinde önemle durulan “sünnetullah” kavramı bunun açık bir delilidir. Daha çok inanç boşluğundan kaynaklanan ve insanları Allah’tan başka varlık ve güçleri kutsallaştırmaya götüren hurafeler dinî hayatı zayıflattığı gibi ruh sağlığını da olumsuz yönde etkilemekte, ayrıca insanları bilimsel alanda geri kalmaya mahkûm etmektedir. Zira ilmî faaliyet varlıkları akıl ve bilimin yöntemleriyle incelemeye, hangi sonuçların hangi sebeplere bağlı olduğunu belirlemeye dayanır, hurafelere inananların ise böyle bir yöneliş içine girmeleri oldukça zordur.
YUSUF ŞEVKİ YAVUZ
Mantıkî temeli olmayan telakki ve uygulamaları, din adına ileri sürülüp benimsenen bâtıl inanç ve davranışları ifade eden bir terim.

DİNLER TARİHİ. Hurafe mantıkî tabanı olmayan, gerçek hayatla ilişkisi bulunmayan inanç ve uygulamalar, iyilik veya kötülük getirebileceğine inanılan kuvvetler için kullanılır. Genellikle sihir, büyü ve bunların ürünü olan objelerle alâkalı inançlar da hurafe terimiyle ifade edilir. Geleneksel olarak hâkim dinler tarafından kendilerinden önceki daha az karmaşık ve genel kabul görmemiş inanç ve davranışlar için kullanılan hurafe, bu özelliğiyle izâfî bir tabir olup objektif anlamda kullanılması çok zordur. Antropologlar tarafından sübjektif bir tarzda, üzerinde araştırma yaptıkları kültürlerdeki bu tür tavır ve inançlar için kullanılabilirse de sadece belirli bir din açısından bakarak böyle bir ayırım yapılabilir. Dolayısıyla ancak bu şekilde yapılan bir tasnif anlamlı olabilir. Belirli bir kültürün asıl dinine muhalefet eden inanç ve uygulamalar için kullanılan hurafe kavramının modern tanımı analitik olmaktan ziyade tasvirî ve küçük görücüdür; onun kendine has mânası farklı dönemler ve ortamlara göre değişebilir.
Henüz kurumsallaşmamış halk inançlarından oluşan iptidai toplulukların dinlerinde hurafe kavramının varlığı düşünülemez. Hurafe kavramı, değer koyan bir ifade olarak ancak medeniyetin ilerleyişi sonucunda inanç biçimlerinin farklılaşması ile birlikte ortaya çıkmış olmalıdır. Bazı inançların hurafe sayılarak olumsuz anlamda ayrı bir kategoride gösterilmesi, özellikle monoteist dinlerin hâkimiyet kazanması sonucunda vuku bulmuştur.
Her ne kadar bazı Grek filozofları (Sokrates, Ksenofon) ve tragedya yazarları (Menander) hâkim dinin hurafeye dayanan köklerini vurgulamak istemişlerse de hurafenin akıl dışı ve yanlış bir inanma biçimi olarak değerlendirilmesi açık biçimde ilk defa Romalı yazarlarda ortaya çıkar. Bugün Batı dillerinde hurafe karşılığında kullanılan superstitionun aslı olan Latince kaynaklı superstitio kelimesinin “eski halk inançlarının yeni hâkim dinî anlayışın içinde varlıklarını sürdürmesi” şeklindeki anlamı da terimin baştan beri olumsuz anlamda, yani “sihir” ve “kötü din” mânasında kullanıldığına işaret eder. Eski Romalı filozoflara göre (meselâ Seneca, Lucretius ve Cicero) hurafe, yanlış ve hatalı olan veya tabiat kanunları hakkında felsefî ve ilmî hakikatlerden habersiz olmaktan dolayı ortaya çıkan aşırı dinî inançlardır.
Cehaletin bu türü genel olarak normal halk ile (vulgus) ve kırsal kesimle (pagus) irtibatlandırılmış, dolayısıyla hurafeye dahil edilen davranışlar Roma toplumunun eğitim görmemiş alt sınıflarına hasredilerek bir sosyal tabanla açıklanmaya çalışılmıştır. Cicero, somut bir örnek vererek çocukları kendilerinden daha çok yaşasınlar diye gün boyu ibadet edip kurban kesenleri hurafeci olarak nitelendirir (The Nature of the Gods, s. 152). İmparatorluk genişledikçe kavram Romalılar’ın tasvip etmediği yabancı inançlar, meselâ Mısır’daki İsis kültü ve daha sonraları bir yahudi mezhebi sayılan Hıristiyanlık için de kullanılmaya başlanmıştır.

Yahudilik’te çoğu sihirle ilişkili olup hurafe olarak nitelendirilebilecek uygulamalar hayli erken dönemlere kadar uzanırsa da örneklerin çoğu ancak Ortaçağ’daki dokümanlarda belgelenebilmiştir. İbrânîce’de hurafeyi de içine alacak şekilde kullanılan ibare “putperestlerin yolu” anlamında darkhei emoridir. Kabalistik çevrelerde çok yaygın olan ve hatta meşrû görülen hurafe türünden inançlar Halakacı ve Karai çevrelerde tamamen reddedilmese de kabul görmemiştir. Yahudilik’te en eski hurafelerden biri nazardır. İbrânîce’de bu inanç “âyin ha-ra” (şerrin gözü) şeklinde geçer. Bu inanca göre önemli şahsiyetler, güzel kadınlar ve yeni doğan bebekler kötü insanların nazarına mâruz kalmaya en elverişli tiplerdir.

Nazardan korunmak için değişik yollar vardır. Bunların en klasiği özellikle Doğu Avrupa yahudileri arasında gelişen, metalden yapılmış, üzerinde dualar yazılı el şeklindeki muskalardır. Aşkenaz yahudileri her duada “Keyn agen hore” (Kötü göz yok olsun) diyerek nazara karşı önlem alırlar. İkinci yaygın hurafe el falına bakarak insanın geleceğini okumadır (chiromancy). İlk defa Merkebe mistisizminde ortaya çıkan bu gelenek Hakkarat Panim Le Rabbi Yishma’el, Re’iyyat ha Yadayim Le Ehad me Hakhmei Hodu adlı eserlerde ve Zohar’da işlenir. Buna göre herkesin elinde doğuştan getirdiği ve hayatının tamamını gösteren çizgiler mevcut olup bu konuda uzman olan kişi herkesin geleceğini önceden bilme yeteneğine sahiptir. Yahudilik’teki hurafe türünden inançların büyük bir bölümü çocuk doğurma ile ilgilidİr.
Çocuğun erkek olması için anne hamilelik sırasında her cuma bir erkek adı telaffuz eder. Doğumun gerçekleştirileceği odaya kötü cinler girmesin diye yere tebeşirle bir daire çizilir, doğumun kolay olması için evin kapısı açık bırakılır; doğum sancısı zor olan kadının eline sinagogun anahtarı tutuşturulur; dişi cin Lilit’ten korunmak için kadının yatağının altına muska konur. Doğum odasına sarmısak koymak, duvara açık el tasviri çizmek gibi başka hurafî uygulamalar da vardır. Tevrat’ın yere düşmesi felâkete, köpeğin uluması ölüme, ayın tutulması belâya işarettir. Koruyucu mahiyette olan hurafeler de yaygındır. Buna göre içerisinde cinler barındığına inanıldığı için karanlıktan geçerken ışık tutulmalıdır; cinleri uzak tutmak için beyaz elbise giyilmeli, yatak altına demir konmalıdır. Halk arasında ve Kabalacı çevrelerde bu tip uygulamalar varlığını sürdürmüşse de sihire dayalı bazı gelenekler, Tanrı’ya eş koşan cinlerin varlığını gerekli kıldığı düşüncesiyle Halakacı çevreler tarafından eleştirilmiştir.

Hıristiyanlık erken dönemlerden itibaren senkretik bir öğreti üzerine temellendiği için hurafe türünden inançların Hıristiyanlığın başından beri kabul gördüğü düşünülebilir. Hâkim kilise otoritesi hurafe türünden eğilimleri heretik karakterlerin kaynağı olarak görme temayülünde olmuşsa da kendisinin bu tip eğilimlerin dışında geliştiğini söylemek de zordur. Daha global ve objektif açıdan hıristiyan âleminde neyin hurafe olduğunu belirlemede ana dayanak noktası kilise içerisinde Protestanlık, dışında ise rasyonalist akımlar olmuştur.
Yeni Ahid’de hurafe için “putperestlerin dini” anlamında deisidaimonia kelimesi kullanılır (Resullerin İşleri, XVII/22; XXV/19). Bununla birlikte hıristiyan literatüründe yaygınca kullanılan kelime superstition olmuştur. Hıristiyanlığın erken dönemlerinde hurafe özellikle “putperest geleneklerin tamamı” anlamına geliyordu. Ancak pek çok putperest geleneğin özellikle kırsal kesimdeki Hıristiyanlık’ta varlığını koruduğu göz önüne alınırsa kilise babalarının hurafe kavramını tam anlayamadıkları ortaya çıkar. Kilisenin kendi mensupları için en tehlikeli gördüğü hurafe türü sihirle ilgili olanlardı. Bizzat kilise içerisinde ortaya çıkan hurafelere ait bilgiler en iyi şekilde Ortaçağ belgelerinde korunmuştur.
XV. yüzyılda yazılan Malleus Maleficarum gibi eserler Ortaçağ Avrupası’ndaki hurafî inanışlar hakkında ilginç bilgiler verir. Yedinci çocuğun şifa verme gücünün olduğu, cadıların büyü yapmak için kullandığına inanılan sağ işaret parmağının kullanılmaması, evlerin kapılarına at nalı asılması, uğursuzluk getirdiğine inanılmasından dolayı on üç sayısının kullanılmaması, aynanın kırılmasının uğursuzluk getireceği, birinin öldüğü evdeki aynaların örtülmesi, kötü ruhları savmak için ahşap bir nesneye vurulması, baykuşun ötüşünün ölüm habercisi olduğu, kara kedi görenlerin belâya mâruz kalacağı, ölü ruhunun yeryüzüne dönmesini önlemek için cenaze sırasında siyah giyilmesi gerektiği gibi pek çok gelenek Hıristiyanlığa ait hurafelere klasik örneklerdendir.
XIV. yüzyıldan itibaren Avrupa’da hızla yayılmaya başlayan sihirle ilgili inançlar büyük oranda bu tip hurafelere dayanmaktaydı. Kilise, gerek heretik hareketler gerekse hurafelerle uğraşmak için engizisyon mahkemelerini kullandıysa da tam anlamıyla başarılı olamadı. Reform kiliseleri, ortaya çıkışından itibaren, daha genellemeci bir tavırla Katolik kilisesinin bütününü hurafe olarak nitelendirdi. Aynı tavır bütün hıristiyan kiliselerini içine alacak şekilde rasyonalist ve pozitivist çevrelerce de ortaya konmuştur.
Hint yarımadası ve Uzakdoğu dinlerinde monoteizmin belirgin bir şekilde görünmemesi, klasik anlamda hurafeye dayalı inançların tesbit edilmesine zemin hazırlayacak yolu kapatmıştır. Özellikle Hinduizm gibi senkretik dinlerde neyin hurafe, neyin gerçek doktrin olduğunu tesbit etmek imkânsız hale gelmektedir. Bununla birlikte Uzakdoğu’da oldukça yaygın olan ve nazar gibi sihrî özellik taşıyan pek çok gelenek böyle bir sınıflamanın içerisine sokulabilir.
ALİ MURAT YEL

Bu eserlerin padişah ve devlet adamlarıyla ileri gelen kişilere takdim edilen nüshaları tanınmış hattat ve müzehhiplerin elinden çıktığı gibi bazılarına minyatür ve şekiller de ilâve edilmiştir. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde bulunan (Hazine, nr. 1703) ve Kalender Paşa adlı bir sanatkâr tarafından hazırlanarak I. Ahmed’e (1603-1617) takdim edilen Türkçe ve Farsça falnâme bu özelliklere sahip en güzel örneklerdendir. Aynı kütüphanedeki Farsça Fâl-i Ḳurʾân nüshasında da (Hazine, nr. 1702) sayfa büyüklüğünde altmış minyatür bulunmaktadır.
Falnâmelerin başında, “Gaybı ancak Allah bilir” hükmü kaydedildiği gibi fal bakmak suretiyle yapılacak işin olayları hayra yormadan (tefe’ül) ibaret olduğu özellikle vurgulanmıştır. Falnâmelerde, tefe’ülde bulunmadan önce abdest almakla başlayan bir dizi dinî davranış tavsiye edilmiş, böylece falın câiz olmadığı konusundaki tereddütlerin giderilmesine çalışılmıştır. Meselâ halk arasında geniş kabul gören Tefe’ülnâme-i Muhyiddin Arabî adlı eserin mukaddimesinde, bir işe başlayıp başlamama konusunda tereddüt eden bir kimsenin abdestli olarak kıbleye doğru oturup eûzü besmele, Âyetü’l-kürsî, En‘âm sûresinin 59. âyetiyle üç İhlâs, bir Fâtiha ve on salavât-ı şerîfe okuyup sevabını Hz. Peygamber’e bağışladıktan sonra tefe’ülde bulunması gerektiği ifade edilmektedir. Yine bu falnâmeden tefe’ülün bir nevi istihâre mahiyeti taşıdığı anlaşılmaktadır. Bazı falnâmelerde fal bakmadan önce okunması gereken Arapça dualar da kaydedilmiştir.

Falnâmeler kıyâfet (kıyafetnâme), firâset (firâsetnâme), ırâfet (ırâfetnâme) ve ta‘rîfât (ta‘rîfâtnâme) gibi bilinenleri yorumlayarak yeni bilgiler elde etme yollarını gösterenler ve kura esasına dayalı olarak ileride meydana gelecek olaylar hakkında fikir yürütme usullerini açıklayanlar şeklinde iki kısımda ele alınabilir (“istihrâcnâme”, “yıldıznâme” ve “ihtilâcnâme” adlarıyla anılan eserler de bir bakıma falla ilgili olmakla beraber falnâmelerden ayrı bazı özelliklere sahiptir). Asıl falnâme türünü meydana getiren eserler ikinci grubu oluşturanlardır. Fâtih Sultan Mehmed devri şair ve âlimlerinden Mevlânâ Hâmidî’nin Câm-ı Süḫangûy adlı kitabında olduğu gibi (geniş bilgi için bk. Ertaylan, s. 66-79) bazılarına yazarları tarafından özel isimler de verilen bu ikinci tür falnâmeler de genel olarak hazırlayan kişilere, fal bakılmasında kullanılan metinlere göre iki grupta toplanabilir.
Her grubu takip ettikleri metotlara veya tertip şekillerine göre sınıflandırmak da mümkündür. Hazırlayanların isimleriyle meşhur olan falnâmeler genellikle Hz. Ali, Ca‘fer es-Sâdık ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye nisbet edilen eserlerdir. Ancak bu eserlerin onlara ait olması uzak bir ihtimal olup mânevî otoriteleri dolayısıyla kendilerine izâfe edildikleri söylenebilir. Hz. Ali’nin ilim şehrinin kapısı ve peygamber sırlarının vârisi olarak kabul edilmesi, Ca‘fer es-Sâdık’ın güvenilir bir kişiliğe sahip oluşu, ikisinin de gizli ilimlere vâkıf ve cifri (cefr) en iyi bilen şahıslar olduğu, bilhassa Hz. Ali’nin kıyamete kadar olmuş ve olacak her şeyi Hz. Peygamber’den veraset yoluyla öğrendiği (DİA, VII, 1, 215, 217) inancından hareketle onların falnâme müellifi olarak gösterildiklerini söylemek mümkündür. İbnü’l-Arabî ise mânevî-bâtınî ilimlerdeki engin bilgisiyle tanınmış bir mutasavvıf olduğundan onun tertip ettiği kabul edilen bir tefe’ülnâme de çok yaygınlık kazanmıştır. Tefe’ülnâme-i İmâm Sühreverdî ile (İstanbul 1330), kütüphane kataloglarında Ahmed Bîcan adına kaydedilen Fâl-i Kur’ân ve Fâl-i Nebî adlı eserler de (Antalya Elmalı İlçe Halk Ktp., nr. 4986, 4987) tanınmış kişilere izâfe edilen falnâmeler olarak bu gruba dahil edilebilir.

Fal bakılmasında kullanılan metinlere göre falnâmeleri üç gruba ayırmak mümkündür. 1. Kur’an Falnâmeleri. Falnâmelerin en yaygın türü Kur’an’a dayalı olarak hazırlanan eserlerdir. “Fâlü’l-Kur’ân” adıyla anılan bu eserlere müstakil olarak veya bazı yazma Kur’an nüshalarının sonuna eklenmiş halde rastlanır (meselâ bk. Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 2; Hacı Selim Ağa Ktp., Kemankeş, nr. 9). Arapça, Farsça veya Türkçe olarak yazılan bu falnâmelerin başında genellikle Kur’an tefe’ülünün Hz. Peygamber tarafından tavsiye edildiği, hatta bazılarında bunun sünnet olduğu ifade edilip tefe’ülün âdâb ve usulünün anlatılması dikkati çeker. Bu tür falnâmeler de ikiye ayrılır.
a) Harflerin yorumuna dayalı falnâmeler. Bunlarda gerekli dualar okunduktan sonra Kur’ân-ı Kerîm açılır. Sağ sayfasında ilk karşılaşılan âyetin ilk harfinin Kur’an’ın hangi âyetlerine delâlet ettiği belirtilerek bu âyetlerin mânaları fala esas alınır. Bu türün daha karmaşık bir uygulaması da şöyledir: Kur’an açılıp sağ sayfada bulunan “Allah” adları sayılır. Daha sonra bu sayı kadar sayfa çevrilir. Bulunan sayfada yine aynı miktar satır sayılır. Ulaşılan satırın ilk harfinin ilgili olduğu âyetin mânasına göre hareket edilir. Her harfin ilgili olduğu âyet ve bunun yorumu falnâmede verilmiştir. “Elif”ten “yâ”ya kadar her harfe ait bu gibi yorumlara, “Elif gelirse kavlühû teâlâ ’اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ · لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ‘ te’vili hayırdır ve şâdılıktır. Eğer tekrar gelirse emektir, nesne hâsıl olmaz. Eğer ‘dâd’ gelirse kavlühû teâlâ ’ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا لِلَّذِينَ كَفَرُوا‘ te’vili hayrını şerrini Allah bilir, gayrı kimesnenin kuvveti vardır onun üzerine. Eğer tekrar gelirse evin adamı olursa dahi işlemeye” şeklindeki kayıtlar (Ertaylan, s. 14-15) örnek olarak verilebilir. “Kutbülârifîn Şeyh Fahreddin Efendi’nin kendi amel ettiği fal” diye takdim edilen bir falnâmede, “Hemen vahy menzilesindedir, şek getirmeyeler” kaydının bulunması dikkat çekicidir (a.g.e., s. 16).
b) Kur’an âyetlerine dayalı falnâmeler. Bu tür falnâmelerde yirmi sûreden seçilmiş bazı âyetlerin yorumu yapılır. Ca‘fer es-Sâdık’a izâfe edilen Türkçe Falnâme ile (Millet Ktp., Ali Emîrî Efendi, Şer‘iyye, nr. 549) bunun Farsça’sı Feʾlü’l-Ḳurʾân (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 4224, vr. 151b-154a) ve Arapça’sı (Süleymaniye Ktp., Giresun Yazmaları, nr. 108, vr. 170-176) bu falnâmelere örnek olarak gösterilebilir. Yirmi hâneli bir cetvelden kura ile belirlenen rakamın sûre adlarının numaralı olarak yer aldığı bir dairede tesbiti ve bunun altında mevcut olan aynı numaralı âyetin mânası fala bakan kişiyi sonuca ulaştırır.
MUSTAFA İSMET UZUN

İnmemiştir hele Kur‘an bunu hakkıyla bilin. Ne teze mezara okunmak, ne fal bakmak için.
İnsan merakını, insan duygusunu istismar eden

Falcı – medyum gibi insanların dedikleri ne derece doğrudur ? Dinimiz açısından bu işin sakıncaları nelerdir? İnanç noktasından bakıldığında fala baktırmak ve fala inanmak o kadar batıl ve tehlikelidir ki, Allah korusun insanı imandan bile çıkarabiliyor.
Bugün kenarda, köşede, neredeyse her mahallede çeşitli adlar altında kendilerine birtakım “masum” ve “modern” unvanlar takarak “meslek”lerini icra eden had ve hesaba gelmeyen falcılar kol geziyor. “Falcılık kadar insan merakını, insan duygusunu istismar eden bir başka yol yoktur” desek, mübalağa etmiş olmayız.

Falcılar gayb ve gelecek hakkında, insanın karakteri ve beklentileri üzerinde ahkâm kesmeye çalışırlar. Oysa geleceğin sahibi Allah’tır. Geleceği sadece ve sadece Allah bilir. Kur’an bu konuda der ki:
“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Başkası onu bilemez.” (En’am, 6:59)
“De ki: Allah’tan başka ne göklerde, ne de yerde hiç kimse gaybı bilemez.” (Neml, 27:65)
“De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır veya ‘Ben gaybı bilirim’ demiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım.” (En’am, 6:50)
Cebrail Aleyhisselamın, “Kıyamet ne zaman kopacaktır?” sorusuna Peygamberimiz: “Bu konuda sorulan, sorandan daha bilgili değildir” diyerek en büyük gelecek olan kıyamet hakkında bu kadar net bir cevap vermiştir. (Buharî, İman 37)

Gayb ve gelecek bilgisi Allah’ın elinde olduğuna göre, Allah’ın elçisi dahi Allah bildirmezse bilemeyeceğine, hiçbir İslam âlimi da gayb ve gelecek hakkında konuşmayacağına göre, falcıyı nereye koyarsınız? Yapıp durduklarına bir hak payı, bir inandırıcılık verebilir misiniz?
“Ama falcının dediği bazen çıkıyor” diyenler de yok değildir. Aynı sözü bir ara bir sahabe de söylemiş, fakat Peygamberimiz ona güzel bir cevap vererek yol göstermiştir. “Bu söz cinlerindir. Cin bilgiyi kapar da dostunun kulağına tavuğun gıdaklaması gibi gıdaklar. Bu şekilde ona yüz yalandan daha fazlasını karıştırır.” (Müslim, Selam 123)

Bütün falcıların doğrudan cinlerle ilişkisi var mı, yok mu, ayrı bir konu, ama falcılık dine, imana aykırı bir uygulama olduğuna ve Peygamberimizin kesin kes reddettiğine göre, olayın şeytanî yönünün olduğu şüphesizdir.
Şeytan da bir cin olduğuna göre, geleceği okuduğu iddiasında bulunan, gaybdan haber vermeye kalkan falcılar şeytanın elinde bir oyuncak haline düşmüşlerdir.
Hadisi şerif genel bir ölçüyü veriyor. Gerek kâhin, gerekse falcı veya medyum, tarotlar, hatta burçları okuyanlar, kendilerine hangi adı takmış olursa olsunlar, dinin izin vermediği bir konuda konuşuyor, hüküm veriyorlarsa, aynı kategoriye girerler. Söyledikleri bazen tutsa bile, bu yüz tane yalanın arasından çıkan bir doğrudur. Buna doğru demek bile su götürür. Yapanı da, yaptıranı da, inananı da tehlikeye sürükler.

Birer batıl inanç ve hurafe olan falcılığı İslam dini yasaklamasına rağmen, gerek Doğu’da, gerekse Batı’da, dünyanın her yerinde, tarih boyu insanlar kendilerini bu kötü alışkanlıktan kurtaramamışlardır.
İslam öncesi Cahiliye döneminde bazı fal çeşitleri vardı. Kum üzerine bazı çizgiler çizilerek bakılan bir fal türü vardı ki, buna hattü’rreml denirdi. Bunun yanında kelime ve isimlerle fal tutma, zarlarla fal açma, astrolojik fallar, koyunun kemiğine, kurbanın ciğerlerine bakarak fal açma, su falı, çay falı, kahve falı, bakla falı, kurşun dökme, tuz falı, balmumu falı, el yazısı falı gibi fal çeşitleri uygulanmıştır.
Bilim adamları da falcılığın birer huzursuzluk kaynağı olduğunu ifade ederler. Özellikle aile geçimsizliklerinin ve yakın akrabalar arasında düşmanlık tohumlarının ekilmesine sebep oldukların söylüyorlar.
Mesela, Psikiyatri uzmanı Prof. Dr. İlhan Yargıç diyor ki: “Falcılar, genellikle benzer söylemleri kullanır. Kadının kocasıyla sorunu vardır, problem aslında konuşulsa çözülebilecektir. Fakat falcı, birisinin kendisine büyü yaptığını söyler. Bu durumda kadın, tüm aile fertlerine karşı düşmanca tavır besler. Gerçekte böyle bir şey olmamasına rağmen, kehanet kendini kanıtlar ve aile ilişkileri kopar.” Medyumluk popüler olunca bunu hobi olarak yapanlar işi ticarete döktü. İyi kötü fark etmiyor. Toplumun ruh sağlığı gerçek anlamda tehlike altında; çünkü medet bulmak için gidilen kişilerin birçoğunun kendisi problemli. Bu işi yapanların çoğunun ruh sağlığı bozuk.”
Asıl kaynağı batıl din ve inançlar olan falın dinle, imanla, Kur’an ve İslam’la uzaktan yakından bir ilgisi ve alakası yoktur. İnanan bir insan böyle batıl şeylerle aklını, kalbini ve imanını tehlikeye atmamalı, her şeyin Allah’ın elinde olduğuna inanmalı, Rabbine itimat edip güvenmeli, dua ederek O’na yalvarmalı, kadere olan inancını sağlam tutmalıdır.
Tahavi

Tarihin çok eski dönemlerine ait çeşitli kültürlerden birtakım şekil değişikliklerine uğrayarak günümüze intikal eden ve bütün toplumlarda bir bâtıl inanç ya da folklor unsuru olarak varlığını sürdüren fal kullanılan yöntem, malzeme ve yöneldiği konuya göre çeşitli adlar almıştır. Bunlardan Câhiliye dönemi Arapları arasında yaygın olduğu bilinen fal türleri şu şekilde sıralanabilir: Hattü’r-reml. Kum üzerine bazı çizgiler çizerek bakılan bir fal çeşididir.
Zecr, tıyere ve iyâfe. Çeşitli hayvan ve insanların ses, davranış ve izlerinden hareket ederek açılan fallardır. Irâfe. Su falı olarak anılabilecek olan bu tür falda arrâf, su dolu bir kaba bakarak suyun aldığı renk ve şekillerden birtakım anlamlar çıkarmakta, gelecek hakkında tahminlerde bulunmaktadır. İhtilâc.
İnsan vücudundaki çeşitli organların seğirme, kaşınma gibi hareketlerinden muhtelif mânalar çıkararak bunları iyiye veya kötüye yorma şeklinde yapılan falların ortak adıdır. Ketfe. Kürek kemiğinin rengine göre fala bakma yöntemidir. Tark (veya kehanet). Çakıl taşları, hurma çekirdekleri, nohut, bakla gibi nesnelerle açılan fal türüdür. Firâset (kıyâfe). İnsanların birtakım fizyolojik özelliklerinden onların karakter ve huylarını tesbit etme yöntemidir.
Âlemi duyular ötesi (âlemü’l-gayb) ve duyulur (âlemü’ş-şehâde) şeklinde ikiye ayıran ve her ikisinin de mutlak hâkimiyetinin Allah’a ait olduğunu bildiren (ez-Zümer 39/46; et-Talâk 65/12), duyuların idrak sahası dışında kalan her türlü gayb bilgisini de sadece Allah’ın bildiğini, O’nun bu bilgilerden dilediğini ancak dilediklerine bildireceğini önemle vurgulayan (Âl-i İmrân 3/179; el-En‘âm 6/50; en-Nahl 16/77; el-Cin 72/26-27) Kur’ân-ı Kerîm’de fal kelimesi geçmemekle birlikte Câhiliye dönemi âdetlerinden biri olan şans okları ile (ezlâm) fal tutup kısmet arama uygulaması şiddetle yasaklanmaktadır (el-Mâide 5/3, 90). Tevhid akîdesini zedeleyen, putlarla istişare etme veya onlardan yardım bekleme gibi Câhiliye âdeti izleri taşıyan, insanı sağlam bilgi kaynaklarına ve gerçek sebeplere başvurmaktan alıkoyan her türlü faaliyeti bâtıl addederek yasaklayan İslâm dini fal ve falcılıkla ilgili işlemleri de bu kapsamda mütalaa etmektedir.
Kehaneti ve kâhinlerin eylemlerini kesinlikle hoş karşılamayan Hz. Peygamber’in, Câhiliye dönemi Arap toplumunda görülen ve kuşların adları, sesleri ve uçuşlarından uğursuz anlamlar çıkarma yahut çakıl taşı, nohut, bakla vb. nesnelerle tefe’ülde bulunma gibi bütün fal çeşitlerini bu kapsamda mütalaa ederek yasakladığı bilinmektedir (Ebû Dâvûd, “Ṭıb”, 23). Yasağın temel sebebi, herhalde Câhiliye döneminde uğur ve uğursuzluğun, iyilik veya kötülüğün doğrudan doğruya Allah’a değil söz konusu işleme konu olan varlıklara isnat edilmesidir. Fal ve benzeri işlemlerin sonuçlarına itibar ederek bunlara inananların Muhammed’e indirileni inkâr etmiş sayılacağını, namazlarının kırk gün kabul edilmeyeceğini ve bunların cennete giremeyeceğini bildiren pek çok hadis bulunmaktadır (Müsned, II, 429; III, 14; IV, 68; V, 380; Müslim, “Selâm”, 125; İbn Mâce, “Ṭahâret”, 122; Ebû Dâvûd, “Ṭıb”, 21; Tirmizî, “Ṭahâret”, 102).

Âyet ve hadislerde gaybı bilme, insanın kaderini değiştirme iddiası taşıyan, Allah’tan başka varlıklardan yardım alma gayesi güden, insanları sağlam bilgi kaynaklarına ve gerçek sebeplere başvurmaktan alıkoyan her türlü hurafe, bâtıl inanç ve uygulamalar yasaklanmış olmasına rağmen bir kısmı Câhiliye döneminde de mevcut olan hattü’r-reml, kelime ve isimlerle fal tutma, zarlarla fal açma, astrolojik fallar, insan vücudundaki bir kısım organların kaşınması, seğirmesi gibi fizyolojik durumları bazı sonuçlara yorma, kesilmiş koyunun kemiğine ve kurbanın ciğerine bakarak fal açma, su falı, çay falı, kahve falı, bakla, kurşun dökme, tuz falı, bal mumu falı, el yazısı falı gibi fal çeşitleri uygulanagelmiştir.

Batı’da da genelde tıp, simya ve astroloji gibi ilimlerle ilgili basit fakat gizemli bazı bilgilere sahip kişilerce sürdürülen falcılık faaliyetinde özellikle Ortaçağ’da iskambil kâğıdı ve kristal küre gibi araçlar kullanılmıştır. Günümüzde gök cisimlerinin hareketlerinin yeryüzündeki olayları etkilediği inancına dayanan astroloji, harf ve sayıların insan üzerindeki esrarengiz bazı tesirleri olduğunu savunan numeroloji, el yazısını inceleyen grafoloji, el, yüz ve kafatasındaki çeşitli hatların incelenmesiyle meşgul olan kiromansi, fizyognomi ve frenoloji gibi bazı modern çalışmalardan söz edilerek insanların bilhassa kişilik özelliklerini okumaya yönelik falcılık faaliyetleri sürdürülmekte, bu iş için “tarot” adı verilen birtakım kartlar da kullanılmaktadır.
Çeşitli devletler, fal ve falcılık konusunda toplumlarda meydana gelen olumsuz gelişmeler karşısında tedbir alma ihtiyacını duyarak ülkelerinde falcılık faaliyetlerini yasaklamak zorunda kalmışlardır. Türkiye’de de bu tür faaliyetler, tekke ve türbelerle ilgili 13 Aralık 1925 tarihli kanunda yer alan özel bir hükümle yasaklanmıştır. Buna rağmen günümüz insanı da kendi geleceğine, yakınlarından birinin sağlığına, uzakta bulunan birinin durumuna ilişkin bilgiler almak, çalınan ya da yitirilen değerli eşyanın yerini öğrenmek gibi çok değişik maksatlarla, falcılık ve büyücülüğün iç içe girdiği birtakım esrarengiz yöntemler uygulayan, insanların gaybı ve istikbali bilme hususundaki zaafını istismar eden ve kendilerini ilgi uyandırıcı çeşitli ad ve unvanlarla topluma duyurmaya çalışan bazı kişilere başvurmaktadır.
Gazete ve dergilerde yer alan, bazı televizyon kanallarında çeşitli adlarla yayımlanan yıldız falları, modern iletişim araçlarının kullanımını özendirip körüklediği çeşitli özel hatlar, dünyada ve ülkemizde kanunlarla yasaklanmış bu faaliyetin bilhassa günümüz Türk toplumunda da ne ölçüde yaygınlaştığını ve tedbir alınması gerektiğini açıkça göstermektedir.
İLYAS ÇELEBİ

Arapça’da fâl (fe’l) “uğur ve uğurlu şeyleri gösteren simge” anlamına gelir. Batı dillerinde umumiyetle “gelecekten haber verme (kehanet)” anlamındaki Grekçe manteia (İngilizce’de mancy, Fransızca’da mancie) ekiyle yapılan ve fal türlerine göre değişen kelimeler kullanılmaktadır (geomancy = toprak falı; ornithomancy = kuş falı gibi).

İnsanoğlu tarih boyunca gerek kendisiyle gerek çevresiyle ilgili bilinmezleri anlayıp keşfetmeye, istikbalin neler getireceğini önceden öğrenmeye ve böylece kendi kaderine hükmetmeye çalışmıştır. Şüphesiz bunda esrarengize ve meçhule karşı olan merak ve tecessüs duygusunun da büyük payı vardır. Bir bakıma her şekle bir mâna verme ve her davranışa bir anlam yükleme insanın yapısından gelen bir özelliktir. İnsanın bilinmezi ve esrarengiz olanı keşfetmek için çeşitli yöntemler kullandığı bilinmektedir.
Zaman içinde onun bu ihtiyacını karşılamak üzere bu işi meslek edinenler çıkmış ve bunlar toplumda büyük itibar görmüşlerdir. Kâhin, sihirbaz, büyücü, şifacı, falcı ve bakıcı gibi isimlerle anılan bu kişiler mistik sezgi gücüne dayanarak, görünmez varlıklarla temasa geçerek, yahut tabiattaki bazı varlık ve nesnelerin durum ve davranışlarını yorumlayarak bu konuda söz sahibi olduklarını iddia etmişlerdir. Normal insanlar için meçhul sayılanı anlamaya ve deşifre etmeye, böylece ona hükmetmeye çalışan bu kişilerin iddiası ne olursa olsun alanları ve yöntemleri arasındaki benzerlikten dolayı bu meslekleri ifade eden kavramlar çok defa birbiri yerine kullanılmaktadır. Meselâ Batı dillerinde fal, kehanet ve bakıcılık “divination” kelimesiyle ifade edilmektedir. Ancak yine de falcılık, kehanet, büyücülük, bakıcılık ve sihirbazlık arasında farklar vardır.

Fal genelde ya bazı alet ve vasıtalarla ya da bazı yöntemlerle tahminlerde bulunma, içinde bulunulan zamanla ve gelecekle ilgili yorumlar yapma işidir. Kehanet ve bakıcılıkla ortak yönleri varsa da fal özü itibariyle farklıdır. Çünkü kehanet ve onun özel bir şekli olan bakıcılık cinler yardımıyla veya özel yeteneklerle (bakış, seziş vb.) icra edilir. Bu bakımdan falcı kâhin ve bakıcıdan farklıdır. Kâhin (şaman), riyâzet sırasında aç kalıp kendinden geçtiği ve vecde ulaştığı durumlarda gözle görülmeyen varlıklardan özel olarak bilgi aldığını iddia eder.

Bakıcı kâhinlerin göz yeteneği gelişmiş bir sınıfıdır; ateşe, suya, yağa ve diğer bazı şeylere bakarak açıklamalar yapar. Falcı da bazı şeylere bakar, belirli işlemler yapar, özel alet ve vasıtalar kullanır; ancak onun farklı bir yeteneği ve uymak zorunda olduğu zühd kuralları yoktur. Falcı bazı teknikler, kurallar ve söz kalıplarıyla belirli şeylerden anlamlar çıkarıp olumlu veya olumsuz sonuçlara ulaşır. Ayrıca falda şimdiki zamanla veya gelecekle ilgili bir tahmin söz konusu iken sihir ve büyüde mevcut durumu iyiye yahut kötüye yönlendirme ön plana çıkmaktadır.

Falda çeşitli araçlar ve teknikler kullanılmakta, buna göre de değişik fal türleri ortaya çıkmaktadır. Tarihin muhtelif devirlerinde çeşitli kültürlerde bilinen ve uygulanan başlıca fal türlerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Yıldız falı (horoscopy). İnsanın doğduğu günü dikkate alarak o günkü göğün durumu, yıldızların konumu ve insan üzerindeki etkilerinden hareketle onun kaderi hakkında yorum yapma işidir. Falın bu çeşidi, yıldızların konum ve tesirlerini inceleyerek insanın kaderini önceden bilmeyi amaçlayan astrolojiyle yakından ilgilidir.
El falı (chiromancy). Eldeki çizgilerden kişinin geleceğini okuma işidir. Kuş falı (ornithomancy). Kuşların uçuş şekli ve seslerinden bir anlam çıkarmak suretiyle gelecek hakkında bilgi verme işidir. Kâğıt falı (cartomancy). Üzerinde çeşitli şekil ve semboller bulunan kâğıtların muhtelif tekniklere göre açılıp dağıtılması ile ortaya çıkan sonucun yorumlanması işidir (iskambil ve tarot falı gibi). İç organlar falı (haruspicy, aruspice, extispicine). Bazı hayvanların iç organlarına bakarak yorum yapma işidir (Karaciğer falı [hepatoscopie], bağırsak falı [extaspicy] gibi). Kum (toprak) falı (geomancy). Kum, toprak, toz ve çakıl taşları ile tesadüfen tesbit edilen belli noktalar ve bunların şekilleri üzerine yapılan yorumdan ibarettir. Zar falı (lithomancy). Taşlarla veya zarla yapılan faldır. Kitap falı. Belli bir dilek ve niyetle bilhassa kutsal kitapları açıp bulunulan yerdeki ifadeleri yorumlama işidir.

Falın bunların dışında ateş falı (pyromancy), su falı (hydromancy), rüya yorumu (oneiromancy), astrolojik güçlerle etkilendiği söylenen vücut şekilleriyle ilgili fal (morphoscopy), başın şekline göre yapılan fal (phrenology), matematik uygunluklar falı (numerology), kura çekmek suretiyle yapılan fal (sortilege), çay falı (tasseography), kahve falı gibi fal türleri de vardır. Bazan öyle tekniklerle karşılaşılır ki onun bir çeşit fal olduğunu anlamak âdeta mümkün olmaz. Meselâ irade dışındaki vücut hareketleri, âni sancılar, seğirmeler, aksırmalar vb. şeylerden anlam çıkarmak, bunları yorumlamak; zehir, kaynar su gibi şeylerle ceza verip ona göre sonuçlar çıkarmak gibi yöntemler bunlardan sayılır. Bazı fallar tabii bir olayı gizemli sayarak onun şifresini çözmeye çalışır ve bu tür işlemlerde çok defa fal ile kehanet birbirine karışır veya karıştırılır.
Tarih boyunca bazı dinlerde din adamlarının aynı zamanda kâhinlik yaptıkları da bilinmektedir. Milâttan önce 4000 yıllarında Mısır’da, Çin’de, Bâbil’de ve Kalde’de falcılık-kâhinlik yapıldığını bugün bazı belgeler ortaya koymaktadır. Falın en eski menşei muhtemelen Mezopotamya’dır.
Geleceği bilmeye yönelik çok sayıdaki teknik Akkadlar döneminde gelişmiş, daha sonra bütün Asya ve Akdeniz bölgelerine yayılmıştır. Kullanılan tekniklerin çeşitliliği ve günümüze kadar ulaşan yazılı belgelerin çokluğu, bu tür işlerin bütün sosyal tabakalarda yaygın olduğunu göstermektedir. O dönemde en çok kullanılan fal tekniği iç organların incelenmesiydi (Eliade, I, 81, 85). Mezopotamya’da Sumerler’den itibaren rastlanan bu teknik milâttan önce II. binyılda oldukça gelişme gösterdi. Çok titiz kurallara bağlanan bu teknikte kurban edilen kuzuların iç organları ve özellikle de karaciğer, safra kesesi, akciğer ve bağırsakları inceleniyordu (EUn., V, 715). Bir diğer fal tekniği de suya bir miktar yağ dökmek suretiyle iki sıvının karışımından ortaya çıkan şekillerin yorumuna dayanmaktaydı. Buna “lecanomancy” denilmektedir (Eliade, I, 95).
Bâbil’de çocukların doğum ayları ve özürlü doğumlara göre yapılan yorumlar, tıbbî belirtiler, insan fizyonomisi, hayvan davranışları, rüya ve takvim falı ile astroloji gibi teknikler de kullanılıyordu. Diğer tekniklere göre daha sonra gelişen astroloji Kaldeliler’de, Babilonya’da ve Asur’da daha çok krallar tarafından krallık ve devletle ilgili olarak uygulanıyordu (Berthelot, s. 38-39).

Mezopotamyalılar’a göre yıldızlar göğün yazıları idi. Onlar, milletlerin ve insanların kaderinin orada yazılı olduğuna inandıkları için bu konuda bir yorum şekli geliştirmişlerdi. Önemli olayların vukuunda yıldızların ne durumda olduğu belirlenip benzeri durumlarda benzer olaylar beklenirdi. Astrolojide burçlara başvurmanın milâttan önce 700’lerden itibaren ortaya çıktığı sanılmaktadır. Bir kimsenin doğumu esnasında yıldızların durumundan hareketle onun kaderinin bilinebileceğine inanılırdı. Milâttan önce 29 Nisan 410’da doğan bir Kaldeli’nin kaderinin ne olacağını haber veren bir çivi yazılı metin ele geçmiştir.
Gökyüzü ile yeryüzü olayları arasındaki münasebetle ilgili müşahedeler astrolojik kodlar halinde belirlenmişti. İnsanlar hayat olaylarını yorumlamak için bu kodlardan faydalanıyorlardı. Hititler’de de genel olarak kehanet, özel olarak da fal mevcuttu. Yazılı belgelerde kendilerinden “bin tanrılı” diye bahseden Hititler, kaderlerini bu tanrıların yönettiğine inandıklarından tanrıların isteklerine cevap vermek veya kendi dileklerine cevap alabilmek için fala başvurmuşlardır. Tanrıların verdikleri işaretler olarak görülen olaylar Hitit dilinde “šagai” (işaret, belirti, omen) terimiyle ifade edilmekte, bunlardan bazıları iyi, bazıları da kötü belirti olarak yorumlanmaktaydı.

Hititler Bâbil’deki fal türlerinden en fazla astrolojik olanları benimseyip kullanmış, ay ve güneş tarafından verilen işaretler özellikle kral ve ailesi için geçerli kabul edilmiştir. Hititler, hayvan iç organları ve karaciğer bakıcılığından kendilerine has bir tür olan et (kuš) falını geliştirmişlerdir. Bu fal türünde amaç, organlarda gözlenen belirtilere göre Bâbil’deki şekliyle hangi olayların meydana geleceği hakkında kehanette bulunmak değil, kendi sordukları somut sorulara olumlu ya da olumsuz cevaplar bulmaktı. Hititler’de falın en çok kullanıldığı alanlardan biri de savaşlardı.
Hitit ordusunun takip edeceği yol, kışlayacağı şehir, saldırıya geçeceği yer ve zaman, kralın zafer ihtimali hep fal aracılığı ile belirlenirdi. Diğer taraftan herhangi bir kötü belirtinin sebebi, kimin için bir felâket bildirdiği de falla öğrenilmeye çalışılırdı. Falın kullanılmasında önce fal sorusu sorulmakta, sonra uygulanmasına geçilmekte ve falın cevabı alınmaktaydı. Cevap istenilen şekilde değilse diğer sorularla fal sürdürülür, yapılan bir fal diğer bir fal türüyle kontrol edilirdi. Hititler’de kullanılan başlıca fal çeşitleri talih falı (kin), kuşların uçuş falı (mušen), et falı (kuš), kızıl keklik falı idi (mušen hurri) (Dinçol, s. 6-10).

Eski Yunan’da rahiplerin yanında, gaipten haber vermekten ziyade gelecek için öğütlerde bulunma ve tanrıların isteklerini öğrenme niteliğine sahip “mantis” adını taşıyan kâhinler vardı. Bunlar Tanrı’nın isteklerini öğrenebilmek için başka usullere başvurmakla birlikte en çok kuşların uçuş tarzını inceleyerek yorumlar yaparlardı. Mezopotamya’da görülen, hayvanların bağırsak ya da karaciğerini inceleme usulü Yunanistan’da da yaygındı. Yunanlıların en büyük kehanet tanrısı Apollon’du; onun Delfoi’daki tapınağı ve bu tapınaktaki Pitya adlı kâhin büyük üne sahipti (Mansel, s. 143-216). Orfeus dininde rahipler geleceği önceden haber vermek, uğursuzlukları ortadan kaldırmak gibi işlerle meşgul olmuşlardı (a.g.e., s. 222).
Mânevî varlıklar ve beşerî olmayan yaratıklar tarafından gönderilen haberleri alma maksadı taşıyan falın (augury) eski Yunan ve Roma’daki klasik şekli kuşların uçuşunun tanrıların yönetiminde olduğu, ancak falcılarda da bir şifresinin bulunduğu inancına dayanır. Bütün diğer gizli haberler de “augurium” kelimesiyle ifade edilmiştir. Kuşların uçuşları, çığlıkları ve davranışları, Hint-Avrupa kavimlerinde olduğu gibi Yunan ve Romalılar’da da uğur-uğursuzluk sebebi olarak görülmüştür. Bu husus Aristo’nun kuşlarla ilgili komedisinden de anlaşılmaktadır. Aristo ayrıca insanın kaderini yüz çizgilerinden tahlil eden bir kitap yazmıştır. Yunan filozoflarından Pisagor bazı Asya ülkeleriyle Mısır’ı dolaşmış, Kaldeliler’in ve Mecûsîler’in gizli bilimlerini araştırmıştır. Bazı kaynaklar Eflâtun’un da fala inandığını belirtmektedir. Hemen bütün mitolojiler falcılarla ilgili hikâyelere yer vermektedir. Meselâ Yunan mitolojisine göre Apollon evlenmek istediği Kassandra’ya falcılık yeteneği vermiştir. Yine bilgi tanrısı Apollon zar şansıyla ilgili falı Hermes’e vermiş, böylece Hermes kumarbazların tanrısı olmuştur.
Eski Roma’da çok önemli bir rahip koleji vardı. Kuşların hareketlerini takip ederek onların verdiği işaretlerden dinî, dünyevî kararlar çıkaran rahipler, devlet memurlarının herhangi bir konuda ne yapmaları gerektiğini tavsiye edebiliyorlardı. Bu işleri “Libri Augurales” denilen kutsal prensipler düzenliyordu. Kuş falı âyinini ayrıntılarıyla tasvir eden çok sayıda Grek ve Latin metni vardır. Siyasî, askerî, dinî işlerle ilgili tanrıların tercihine delâlet eden işaretler bu falın malzemesidir. Kuş falı âyininin icrası esnasında rahip seçtiği kelimelerin vurgularına özen gösterir, böylece onun Tanrı ile insan arasındaki iletişimi sağladığına inanılırdı. Eski insanlarca yanılmaz bir bilgi kaynağı olarak görülen iç organlar falı Yunan ve Romalılar’ca da çok önemli kabul ediliyordu. Yine eski Yunan ve Roma’da içine bazı şeyler atılan su yüzeyi ile aynanın da yansıttığı görüntülerle geleceği bildirebileceğine inanılırdı. Ayrıca gök gürültüsü, şimşek gibi meteorolojik olaylar da falcılıkta kullanılıyordu.

Çin kültürüne ait meşhur beş klasikten biri I-Ching (Değişiklikler kitabı) en eski fal kitabı olarak bilinir. Çin’de kökü eskilere dayanan ve Chou hânedanı zamanında başvurulan “pa kua” falında altmış dört tane köşeli şekil bulunur. Bu ise Çin felsefî, kozmolojik spekülasyonlarının temelidir (I-Ching). Her pa kua üç çizgiden oluşur ve bu çizgilerin özel bölünme tarzları vardır. Bunların âlemin sırlarını ihtiva ettiğine inanılırdı. Bu çizgiler ayrıca kum falında da kullanılırdı

Hindu astrolojisi Çin ve Ortadoğu sistemlerinin karma şekliydi. Bu çizgili fal biçimi İslâm dünyasında “remil” diye bilinen fal türüdür. Uğurlu sayılanları yanında ölüm habercisi gözüyle bakılan güvercin ve baykuş Hindistan’da da kuş falı bakımından önemliydi. Hindistan’da fal ve kehanet işlerini Atharva rahipleri yürütürdü. Bunlardan başka önceleri dinî karakterleri olmayan falcılar da bulunmaktaydı. El, yüz vb. vücut organları ile yapılan fal çeşitlerinin de bulunduğu Hindistan’da milâttan sonraki yüzyıllarda gelecekten haber verme konusunda rüya yorumu gelişti.
Hindistan’da astrolojiye büyük önem verilmesine rağmen Buda mürşid olduktan sonra bütün sahte hünerleri, fal ve kehanet faaliyetlerini reddetti. Bununla beraber bu konuda kendisinden farklı düşünen şâkirdleri de vardı. Hindistan dışındaki Budistler’ce yerli fal gelenekleri sadece tanınmakla kalmamış; Budist keşişleri Hint astrolojisinin olumlu yanlarını Tibet, Moğolistan, Burma, Seylan ve Siyam gibi ülkelere de sokmuşlardır. Tibet’te Çin tarzı astroloji Hindistan’ınkine baskındı ve yaygın kura falının bir kılavuzu bulunuyordu. Kılavuzda sonuçlara göre şu başlıklar yer almaktaydı: Eve ait, yardımlar, hayat, tıbba ait, düşman, ziyaretçiler, iş, seyahat, kayıp mal, servet, hastalık.
Çinliler, Kuzeydoğu Asya ülkeleri ve bazı Batı ülkeleri gibi (meselâ eski Almanlar ve Yunanlılar) Japonlar da kürek kemiği falına bakarlardı. Bir geyik kürek kemiğini ateşe tutarak ısıttıktan sonra çatırtılarından anlamlar çıkarma şeklindeki fal uygulamasının hâlâ devam ettirildiği bölgeler vardır; ayrıca kaplumbağa kabuğu da öteden beri kullanılmaktadır. Japonlar arasında özellikle kadınlar ve âşıklar karanlıkta yere bir değnek diker, değneğin çevresine kutsal pirinç serpiştirir ve “yol kavşağı falı” denilen bu yolla tanrıların kısmetlerini karşılarına çıkarmasını beklerlerdi. Böylece onlar, belirledikleri yerden geçecek ilk erkeğin ya da eş adayının ne istediğini bilmeye çalışırlardı. Bu fal geleneği yakın zamanlara kadar sürmüştür.

Japonlar’da astroloji ve kuş falının bulunduğuna dair elde yeterli bilgi yoktur. Çin’de yaygın olan bu fal çeşitleri muhtemelen Japonya’da ilgi görmemiştir. Bununla beraber bu ülkede, üzerinde numaralar yazılı kura çubuğu falı vardı. Zelzele, fırtına ve sellerin savaşı haber veren alâmetler olduğuna inanılırdı. Japonlar güneş ana tanrıçasının tapınağına hevesle dönüp ondan geleceğe dair bir ışık kapmak isterler. Rüyada gelecekle ilgili şeylerin görüldüğüne inanırlar ve onun yorumuna önem verirler.

Türkler’in müslüman olmadan önceki dinî törenlerinde ve günlük hayatlarında falın önemli yeri vardı. Orta Asya Türkçesi’nde fal kavramı ırk kelimesiyle karşılanıyordu. Nitekim Kâşgarlı Mahmud Dîvânü lugāti’t-Türk’te bu kelimeyi “falcılık, kâhinlik ve bir kimsenin içinden geçeni bilmek” şeklinde açıklar. Türkler’de fal anlamına gelen kelimelerden biri de tölgedir. Suya ve aynaya bakma; kurşun, köz ve tütsü; kürek kemiği, kahve, bakla falları Türkler’de yaygın olan fal türlerindendir. Şamanlar kayıp kişilerden haber almak için ayna kullanmışlardır. Kürek kemiğiyle fal bakma Asya’nın birçok bölgesinde yaygınlık kazanmıştır.
Orta Asya Türkleri, Moğollar, Araplar, Yunanlılar, Romalılar ve bazı Balkan halklarında koyun ve keçi gibi hayvanların kürek kemiğiyle fala bakma geleneği vardır. Türkler arasında İslâm’dan önce de mevcut olan bu yöntem günümüzde Anadolu’nun hayvancılıkla geçinen bazı yörelerinde uygulanmaktadır. Bakla falı da eski Ön Asya ve Orta Asya menşelidir. Orta Asya Kazak ve Kırgızları ile Özbekler’de bu fal kumalak adıyla bilinir.

Yahudilik’te de geleceği keşfetme, bilinmezi anlama ihtiyacı ile bu işi yapanlar ve özel yöntemler mevcuttur. Bu ihtiyacın karşılanması için meşrû olan ve olmayan yollar vardır. Geleceği keşfetme ve bilinmezi anlamanın meşrû kabul edilen yolları peygamberî haber, sâdık rüya, Urim ve Thummim yoludur. Peygamberler gelecekle ilgili şeyleri Tanrı’dan öğrenip insanlara bildirmekte (I. Krallar, 22/5-23; II. Krallar, 3/11-16), onların gelecekle ilgili söyledikleri mutlaka tahakkuk etmektedir (Tesniye, 18/20-22). Ahd-i Atîk’te rüya yoluyla çeşitli kişilerin gelecek hakkında bilgilendirildiğine dair mâlûmat vardır (meselâ bk. Tekvîn, 37/5-10; 40/5-22, 41/1-8, 25-36; Daniel, 2/1-45; 4/4-27). Ahd-i Atîk’te meşrû kabul edilen bir diğer yol da Urim ve Thummim yoludur. Urim ve Thummim, İsrâiloğulları’nın onlar vasıtasıyla Tanrı’nın iradesini anladıkları mahiyeti bilinmeyen nesnelerdir.
Tanrı Hz. Mûsâ’ya Urim ve Thummim’i hüküm göğüslüğü içine koymasını emretmiştir (Çıkış, 28/30). Başkâhin, İsrâil milletiyle ilgili şüpheli ve tehlikeli durumlarda bunları kullanarak Tanrı’nın iradesini öğreniyordu (Sayılar, 27/21; I. Samuel, 14/41). Buna rağmen halk arasında yalancı peygamberlere, ücretle iş yapan kâhinlere ve falcılara müracaat edenler de vardı (Hezekiel, 13/17; Mika, 3/11).
Geleceği bildiren kâhinlerle peygamberler arasında ilişki kurulan Yahudilik’te bazı peygamberler kâhinlerin kullandığı bir kısım yöntemleri (müzik gibi) kullanıyordu (I. Samuel, 10/5; II. Krallar, 3/15). Peygamber de kâhin de gelecekten haber vermekle birlikte ikisi arasında verilen bilginin kaynağı itibariyle fark vardı. Kâhinlerin faaliyetleri Allah’ın mutlak kudretine, ona ait olana müdahale kabul edildiği için yasaklanmıştı. Diğer taraftan niyet tutma, tefe’ülde bulunma ve Allah’tan bir işaret bekleme câizdir. Hz. İbrâhim’in kölesi Eliezer Hz. İshak’a eş seçerken (Tekvîn, 24/14) ve Saul’ün oğlu Yonatan Filistin kampına giderken tefe’ülde bulunmuştu (I. Samuel, 14/9-10).
Yahudi kutsal kitabına göre gelecekle ilgili gizli bilgiler, peygamberî haberlerin dışında çeşitli isimlerle anılan kişilerce muhtelif yöntemler kullanılarak anlaşılmaya veya ortaya çıkarılmaya çalışılır. Bu tür insanları ifade eden üç ana terim vardır. Bunlardan menaheş “işaretleri gözlemek” anlamındaki nahaş kökünden gelir ve bazı işaretleri yorumlayarak gelecekten haber veren kişiyi ifade eder. Meonenin menşei tartışmalıdır; kuşları gözleyip uçuşlarını ve seslerini yorumlayan kişiyi anlatır. Kelimeye “ruh veya cin çağıran, bulutların durumunu inceleyerek yorum yapan” anlamı da verilmektedir. Kosem, kesem ise “ip, ok vb. araçlarla kehanette bulunma ve fal bakma” anlamında kullanılmaktadır.

Ahd-i Atîk’te ve yahudi dinî literatüründe zikredilen başlıca fal türleri şunlardır: Kâse falı (iki değişik uygulaması için bk. Tekvîn, 44/5, 15; Sayılar, 5/12-31); karaciğer falı (Hezekiel, 21/21); fal oklarıyla gerçekleştirilen fal (Hezekiel, 21/21); terafim falı (Hezekiel, 21/21; Zekarya, 10/2); çubuk, değnek falı (Tekvîn, 30/37; Hoşea, 4/12, I. Samuel, 20/20, II. Krallar, 13/15; Hezekiel, 21/21); ağaç falı (Hoşea, 4/12; Hâkimler, 9/37; II. Samuel, 5/24; Talmud döneminde “ağaçların dili” denilen bir fal türü vardı); kuş falı (Sifra Keduşim, 6; Sifrei Deuteronomy, 171); yıldız falı (İşaya, 47/13); gölge falı (Sayılar, 14/9); ölülerle konuşarak geleceği öğrenme (necromancie) (I. Samuel, 28/3, 7, 9; II. Krallar, 21/6; II. Tarihler, 33/6; İşaya, 8/19).
Bu fal türlerine rağmen yahudi kutsal kitabında her tür kehanet ve fal yasaklanmıştır. Tevrat’ta, “Gizli şeyler Allahımız Rabbindir” (Tesniye, 29/29) cümlesiyle gayb bilgisinin Allah’a ait olduğu ve bu alandan uzak durulması gerektiği vurgulanmış, “Aramızda oğlunu ve kızını ateşten geçiren, yahut falcı, yahut müneccim, yahut sihirbaz, yahut afsuncu, yahut büyücü, yahut cinci, yahut bakıcı, yahut ölülere danışan bulunmayacak” (Tesniye, 18/10-11) denilerek bunlar yasaklanmış, bu işlerle meşgul olanların öldürülmeleri emredilmiştir (Levililer, 19/31; 20/6, 27). Kral Saul bütün cincileri ve bakıcıları ülkeden kovmuş (I. Samuel, 28/3, 9), Yoşiya’nın dinî reformu çerçevesinde bunlar ortadan kaldırılmıştır (II. Krallar, 23/24). Diğer taraftan Yahuda Kralı Menasseh bütün bu yasakları çiğnemiştir (II. Krallar, 21/6; II. Tarihler, 33/6).
Talmud’da rabbiler kehanete karşı kararsız bir tavır benimsemişlerdir. Bir yanda her tür kehanet ve falcılığı yasaklayan ifadeler, öte yanda Babilonya bilginlerinin (amoraim) yaşadığı bölgedeki yaygın uygulama rabbileri, yasak olan kehanetle (nahaş) izin verilen “işaretler” (simanim) arasında belli bir ayırım yapmaya sevketmiştir. Maimonides bütün kehanet çeşitlerinin yasak olduğunu belirtirken Abraham b. David Posquières işaretlerin câiz olduğunu ileri sürdü. Bununla beraber bazı olaylarda neyin işaret neyin kehanet olduğu tam olarak ayırt edilememektedir.

Ortaçağ süresince hem yahudiler hem de hıristiyanlar gökyüzündeki cisimlere ve insan bedenine, el, yüz gibi organlarla aksırma gibi hallere bakarak falcılık yapmaktaydılar. Hayvanların hareket ve sesleri de bu doğrultuda değerlendiriliyordu. Meselâ acı acı havlayan bir köpek ölmüş birinin ruhunun şehirde gezdiğine, arkasını sürüyen bir köpek ise ölüm meleğinin yakınlarda olduğuna işaret sayılırdı. Diğer taraftan bazı yiyecekler hayra yorulurdu.
Nitekim yıl başında (Roş-ha-şana) yenilen yiyeceklerin hepsinin hayra yorulan anlamları vardı. Ortaçağ Yahudiliği’nde hıristiyan kaynaklarından ve Greko-Romen geleneklerden gelen inanışlar da vardı. Meselâ yılbaşı ile büyük kefâret günü (Yom Kipur) arasındaki on gün boyunca mum yakma âdeti bunlardandır. Eğer bu süre içinde mum sönerse fal bakan kişinin o yılın sonu gelmeden öleceğine, sönmezse yaşayacağına inanılırdı. Hem yahudiler hem de hıristiyanlar Kitâb-ı Mukaddes’i bir fal aracı olarak kullanmışlardır. Ayrıca Ortaçağ’larda özellikle Almanya’da define bulmak için çubuk falı uygulanmıştı.
Yahudilik’teki kadar olmasa bile fal ve kehanet Hıristiyanlık için de önemli bir gelenek teşkil etmekteydi. Hıristiyanlık’ta falcılığın temelleri Grek-Roma ve yahudi geleneğine dayanır. Ahd-i Cedîd’de falcılıkla ilgili bilgiler oldukça azdır. Rüya yoluyla bilgilendirme Ahd-i Cedîd’de de vardır (örnekleri için bk. Matta, 1/20; 2/13; 27/19). Ahd-i Cedîd’in “Resullerin İşleri” bölümünde hıristiyan olmayanlar arasındaki sihirbaz ve falcılarla ilgili bilgiler verilmiş (8/9’da Sâmiriyeli Simun, 13/6’da Kıbrıslı sihirbaz Elimas, 16/16’da kendisinde falcı ruhu olan kadın gibi), ancak bunlar hoş görülmemiştir.
İlk hıristiyanlar fal ve kehaneti büyünün bir kolu olarak kabul ediyorlardı. Hıristiyan teolojisinde insanla gerçek Tanrı arasındaki ilişki ortadan kalktığı, bunun yerine insanla insan tanrı Îsâ arasındaki yakınlık ortaya konduğu için kehanet ve faldaki iyi-kötü mücadelesi Îsâ ile şeytan arasındaki savaşın bir parçası olarak algılanmış, insana musallat olan kötülükler, medyumluk ve benzeri şeyler cinlerin işi sayılmıştır. Ancak astrolojik alâmetler, rüya yoluyla olması gerekeni anlama ve bir işi kura ile belirleme iyi karşılanmıştır. Roma İmparatorluğu’nda falcılıkla ilgili halk gelenek ve yöntemleri Hıristiyanlığa girmiş ve kaynağı ne olursa olsun Hıristiyanlık’taki falcılık geleneğinin gelişimi genelde hıristiyanlara hâkim olan imparatorların tutumuyla bağlantılı olmuştur.
Kilise literatüründe kâhin ve falcılara şu adlar verilmiştir: Incantator. Kelimelerle kehanette bulunup hastaları iyi eder, ölenleri kutsar veya onlara beddua eder, hava şartlarını yönlendirir. Arioli. Bir idolün etrafında dönerek mesleğini icra eder. Aruspice. Bunlar kürek kemiği veya kümes hayvanlarının göğüs kemiklerini kullanarak falcılık yaparlardı. Augure. Kuşların uçuş yönlerine göre fala bakardı. Astrolog, genethliaci, mathematici. Yıldızlara bakarak falcılık yaparlardı. Sortilegi. Kutsal metinden rastgele bir sayfa açıp fala bakardı.
Augustin, İskenderiyeli Clement ve Tertullian gibi ilk kilise babaları fal ve kehaneti reddetmişlerdir. IV. yüzyılda kilise fal ve kehanetle daha yakından ilgilenmeye başladı. Laodicia (343-381 [?]), Vannes (461 veya 465), Agde (506), Orleans (511) konsillerinin kanunları bu işleri zararlarına dikkat çekip yasakladılar. Papa II. Gregory’nin başkanlığında 721’de toplanan konsilde Roma kilisesi arioli, aruspice, incantatorların işleriyle diğer kehanet türlerinin tamamını yasaklayıp aforoz etti. Buna rağmen kehanet ve falla ilgili telakki ve uygulamalar sürmüştür. Kilisenin göz yumduğu ve Ortaçağ’larda en çok yaygınlık kazanan tür astroloji idi. Ortaçağ ve Yeniçağ hıristiyan dünyasında en yaygın fal türleri küreye bakma, rüya yorumculuğu, el falı ve numerolojidir. İskambil falı da oldukça yaygın olup kabalistik mistisizmin etkisini temsil eder. Doğudaki Bizans Hıristiyanlığı’nda en gözde fal türleri aynaya bakma, su falı, tabak, fincan falı, kum falı ve rüyalardı.
Rönesans ve reform bu hareketleri suçladıysa da kehanet, rüya ve kutsal kitap falı bu çevrelerde de varlığını sürdürdü. Halk kesimlerinde bu tür faaliyetlerin devam etmesine karşılık kilise her tür kehanet ve fala olumsuz gözle bakmıştır. Câhiliye devri Arapları’nda da diğer kavimlerde olduğu gibi fal, bakıcılık ve kehanet birbirine karışmış olarak yaşamaktaydı.
MEHMET AYDIN

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. Başkası onu bilemez.”(En’am, 6/59)“De ki: Allah’tan başka ne göklerde, ne de yerde hiç kimse gaybı bilemez.”(Neml, 27/65)“De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır veya ‘Ben gaybı bilirim’ demiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım.”(En’am, 6/50)
Gayb ve gelecek bilgisi Allah’ın elinde olduğuna göre, Allah’ın elçisi dahi Allah bildirmezse bilemeyeceğine, hiçbir İslam âlimi da gayb ve gelecek hakkında konuşmayacağına göre, falcıyı nereye koyarsınız? Yapıp durduklarına bir hak payı, bir inandırıcılık verebilir misiniz? “Ama falcının dediği bazen çıkıyor” diyenler de yok değildir. Gerek kâhin, gerekse falcı veya medyum, tarotlar, hatta burçları okuyanlar, kendilerine hangi adı takmış olursa olsunlar, dinin izin vermediği bir konuda konuşuyor, hüküm veriyorlarsa, aynı kategoriye girerler. Söyledikleri bazen tutsa bile, bu yüz tane yalanın arasından çıkan bir doğrudur. Buna doğru demek bile su götürür. Yapanı da, yaptıranı da, inananı da tehlikeye sürükler.

Bilim adamları da falcılığın birer huzursuzluk kaynağı olduğunu ifade ederler. Özellikle aile geçimsizliklerinin ve yakın akrabalar arasında düşmanlık tohumlarının ekilmesine sebep oldukların söylüyorlar. Psikiyatri uzmanı Prof. Dr. İlhan Yargıç diyor ki: “Falcılar, genellikle benzer söylemleri kullanır. Kadının kocasıyla sorunu vardır, problem aslında konuşulsa çözülebilecektir. Fakat falcı, birisinin kendisine büyü yaptığını söyler. Bu durumda kadın, tüm aile fertlerine karşı düşmanca tavır besler. Gerçekte böyle bir şey olmamasına rağmen, kehanet kendini kanıtlar ve aile ilişkileri kopar.” Bir medyumcunun itirafı da dikkat çekici, diyor ki:
“Medyumluk popüler olunca bunu hobi olarak yapanlar işi ticarete döktü. İyi kötü fark etmiyor. Toplumun ruh sağlığı gerçek anlamda tehlike altında; çünkü medet bulmak için gidilen kişilerin birçoğunun kendisi problemli. Bu işi yapanların çoğunun ruh sağlığı bozuk.”

Birer batıl inanç ve hurafe olan falcılığı İslam dini yasaklamasına rağmen, gerek Doğu’da, gerekse Batı’da, dünyanın her yerinde, tarih boyu insanlar kendilerini bu kötü alışkanlıktan kurtaramamışlardır.
İslam öncesi Cahiliye döneminde bazı fal çeşitleri vardı. Kum üzerine bazı çizgiler çizilerek bakılan bir fal türü vardı ki, buna hattü’rreml denirdi. Bunun yanında kelime ve isimlerle fal tutma, zarlarla fal açma, astrolojik fallar, koyunun kemiğine, kurbanın ciğerlerine bakarak fal açma, su falı, çay falı, kahve falı, bakla falı, kurşun dökme, tuz falı, balmumu falı, el yazısı falı gibi fal çeşitleri uygulanmıştır.
Asıl kaynağı batıl din ve inançlar olan falın dinle, imanla, Kur’an ve İslam’la uzaktan yakından bir ilgisi ve alakası yoktur. İnanan bir insan böyle batıl şeylerle aklını, kalbini ve imanını tehlikeye atmamalı, her şeyin Allah’ın elinde olduğuna inanmalı, Rabbine itimat edip güvenmeli, dua ederek O’na yalvarmalı, kadere olan inancını sağlam tutmalıdır.

Hadi insanları yıldız konumlarına göre tahlil etmek tamam da bu yıldızların oluşturduğu ve sadece bizim açımızdan bakıldığında bazı hayvan vb. şekillere benzetilen takımyıldızların insanlara da bu benzedikleri hayvanın karakterini vermeleri doğrusu pes dedirtiyor. Eğer yıldızlar bizi ışınlarıyla etkiliyorsa, hepimizde en yakın yıldız olan güneşin verdiği karakteristik özelliklerin bulunması gerekiyor. Çünkü eğer güneş ile dünya arasındaki uzaklığı gözünüz ile şu anda okuduğunuz dergi arasındaki mesafe olarak küçültürsek. En yakın yıldız (Proxima Centauri ) Newyork’ta olacaktır. 40 cm. ötenizde yanan bir ateş varken birilerinin Newyork’ta yaktığı ateşin sizi etkilediğini söyleyebilir misiniz? Kaldı ki 12 burcu oluşturan yıldızlar, bahsedilen yıldızdan çok daha uzaktadır.
İnsanın, yaratıldığı ilk günden 21. yüzyılın şu yaşadığımız günlerine kadar sürmüş olan en büyük meşguliyeti kendini tanıma çabası olmuştur. Bazı insanlar doğduğunuz gün ve saate göre sizin hayatınızın kısa bir özetini ve karakter özelliklerinizi verebildiklerini iddia ediyorlar. Böylece de bu “ezelden gelen” merakımız sayesinde epey iyi para kazanıyorlar. Buna sebep olarak da doğduğumuz anda, esas olarak güneşin bulunduğu burç ve diğer bazı burçların ve gezegenlerin konumlarına göre ilgili yıldızlardan bazı ışınların bizi etkilediğini ve özelliklerimizi şekillendirdiğini söylüyorlar. Oldukça da enteresan yaklaşımları var konuya. Meselâ oğlak burcunda olanların keçi gibi inatçı olduğunu ya da yengeç burcundakilerin aynı bu böceğin yürümesi gibi hafifçe yan yürüdüğünü iddia ediyorlar. Bu dediklerimi hemen her astroloji kitabında görebilirsiniz.

En yakın yıldız olan proxima centauri yaklaşık dört ışık yılı uzaktayken, Başak takım yıldızının en parlak üyesi Spica (alpha virginis) 281 ışık yılı uzaklıktadır. Yani Newyork örneğinden yaklaşık yetmiş kat daha uzak.! Bunu aynı ölçeğe koymaya kalksak mesafeler yetmiyor ve yine dünyanın dışına, uzaya çıkmak zorunda kalıyoruz… Bu yine de iyi bir örnek. Bazı burçları oluşturan yıldızların içinde dünyadan binlerce ışık yılı uzakta olanlar bile var. Mesela Kova takımyıldızının en parlak iki üyesi alfa ve beta aquarius (Sadalmelik ve Sadalsuud) sırasıyla 1359 ve 2174 ışıkyılı uzaklıktalar. Bu durumu az önceki örneğe aktarırsak, Newyork’taki ateşi ayın da ötesine taşımak gerekiyor.
Fakat burçları oluşturan yıldızlar arasındaki mesafe, çoğu zaman bizim onlara olan uzaklıklarımızdan daha fazla. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. İstanbul’dan doğuya bakan bir kişi en yakındaki İzmit ile en uzaktaki Kars ilimiz arasında iki boyutlu ölçekte sadece birkaç metre varmış gibi bir izlenime kapılır, ancak arada bin kilometreden fazla mesafe vardır. Biz de uzaya baktığımızda derinliği algılayamıyoruz. Yanyana duran iki yıldızı birbirinin kapı komşusu zannediyoruz. Ancak aralarında binlerce ışıkyılı mesafe olabiliyor. Belki de biz yakın olan yıldıza komşu zannettiğimiz diğerinden çok daha az uzaklıkta yer alıyoruz. Örneğin Akrep takımyıldızında birbirine çok yakın görünen Antares (Alpha Scorpii) ve Sigma scorpii yıldızları arasında en az 1277 ışık yılı mesafe vardır. Ama bunlardan bize yakın olanı Antares dünyaya 276 ışık yılı uzaklıktadır. Aynı takımyıldıza dahil edilen bu iki yıldızın aralarındaki mesafe bizim yakın olanı ile aramızdaki uzaklıktan dört kat fazladır. Tabi bunu yeni öğreniyoruz. Daha önce bunların uzaklıklarını hesaplama şansımız yoktu. Ama insanlar binlerce yıldır bunları komşu zannediyordu.
İnsanların burçları doğum gününde güneşin dünyaya göre bulunduğu veya geçmekte olduğu takımyıldıza göre belirleniyor. Örneğin her yıl Kasım ayının ilk yarısında güneş Akrep takımyıldızında bulunur ve bu günlerde doğanlar akrep burcuna dahil olarak kabul edilirler. Bu kişilerin özelliklerinin bu takımyıldızın etkisinde olduğu kabul edilir. Ancak büyük bir gerçek vardır. Güneşin bir burçta bulunduğu an aslında o burcun dünyaya en uzak olduğu andır. Çünkü söz konusu burcun dünyaya olan ortalama uzaklığına bir güneş dünya mesafesi daha eklenmiş olur. Tabii eğer bir de gece doğduysanız güneşin o anda bulunduğu burçtan gelen ışınların dünyanın tüm toprak kaya ve magma tabakasını delerek size ulaşması lâzımdır. Çünkü güneşin bulunduğu burç güneşle birlikte batar ve gece dünyanın öteki tarafında kalır.! Neyse bu duruma da yükselen burç kavramıyla bir çare bulunmuş.

Gezegenlere gelince Güneş yörüngesinde bugüne kadar keşfedilmiş dokuz gezegenin en büyüğü olan Jüpiteri ele alırsak ,bu gezegenin dünyaya ortalama uzaklığı Güneşinkinin yaklaşık beş katıdır. Güneş dünyadan hacim olarak 1.300.000 kat daha büyükken, Jüpiter, sadece 1.300 (bin üçyüz) kat büyüktür. Ayıca Güneş bir yıldız özelliği gösterirken Jüpiter dev bir gaz topudur. Güneşle Jüpiter arasındaki bu 1000 (bin) katlık farka bir de mesafeyi eklememiz gerekiyor. Fizikte ışık ve kütleçekim etkileri uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak azalır. Yani Güneşe göre bize beş kat daha uzak olan Jüpiter, boyut farkıyla birlikte eğer bir yıldız dahi olsaydı 25.000 (yirmi beş bin) kat daha az etkili olacaktı üzerimizde. Böylece gezegenlerin en büyüğünün dahi ne kadar önemsiz kaldığı ortaya çıkmış oluyor Güneşin yanında.
Bir büyük yanlışlık ise, geçmişteki şahsiyetlerin burçlarının hesaplanmasında yapılmaktadır. Dünyanın 26.000 (yirmi altı bin) yılda bir tamamladığı bir spin (dönme) hareketi vardır ki, bu yaklaşık her 2.300 (iki bin üç yüz) yılda bir burçların bir kademe ileri kaymasına sebep olur. Yani 1 Ocak 2000 tarihinde doğan bir kişi oğlak burcundadır, ama 1 Ocak M.Ö. 300 yılında doğmuş olan başka bir kişi kova burcunda olmak durumundadır. Yani Hz. İsa 25 Aralık M.Ö 1. yılında doğduğunda Güneş Kova burcundaydı. Fakat bu günkü gökyüzünde 25 Aralık 2000 tarihi Oğlak burcuna denk gelmektedir. Siz bu günkü duruma göre hesap yaparsanız geçmiştekilerin burçları yanlış çıkar ve bu konudaki çoğu istatistik bilgi birikimi yanlışlarla dolu olur.


İnsanların burçları doğum gününde güneşin dünyaya göre bulunduğu veya geçmekte olduğu takımyıldıza göre belirleniyor. Örneğin her yıl Kasım ayının ilk yarısında güneş Akrep takımyıldızında bulunur ve bu günlerde doğanlar akrep burcuna dahil olarak kabul edilirler. Bu kişilerin özelliklerinin bu takımyıldızın etkisinde olduğu kabul edilir. Ancak büyük bir gerçek vardır. Güneşin bir burçta bulunduğu an aslında o burcun dünyaya en uzak olduğu andır.
Çünkü söz konusu burcun dünyaya olan ortalama uzaklığına bir güneş dünya mesafesi daha eklenmiş olur. Tabii eğer bir de gece doğduysanız güneşin o anda bulunduğu burçtan gelen ışınların dünyanın tüm toprak kaya ve magma tabakasını delerek size ulaşması lâzımdır. Çünkü güneşin bulunduğu burç güneşle birlikte batar ve gece dünyanın öteki tarafında kalır.! Neyse bu duruma da yükselen burç kavramıyla bir çare bulunmuş.

Fakat burçları oluşturan yıldızlar arasındaki mesafe, çoğu zaman bizim onlara olan uzaklıklarımızdan daha fazla. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. İstanbul’dan doğuya bakan bir kişi en yakındaki İzmit ile en uzaktaki Kars ilimiz arasında iki boyutlu ölçekte sadece birkaç metre varmış gibi bir izlenime kapılır, ancak arada bin kilometreden fazla mesafe vardır. Biz de uzaya baktığımızda derinliği algılayamıyoruz. Yanyana duran iki yıldızı birbirinin kapı komşusu zannediyoruz. Ancak aralarında binlerce ışıkyılı mesafe olabiliyor. Belki de biz yakın olan yıldıza komşu zannettiğimiz diğerinden çok daha az uzaklıkta yer alıyoruz.
Örneğin Akrep takımyıldızında birbirine çok yakın görünen Antares (Alpha Scorpii) ve Sigma scorpii yıldızları arasında en az 1277 ışık yılı mesafe vardır. Ama bunlardan bize yakın olanı Antares dünyaya 276 ışık yılı uzaklıktadır. Aynı takımyıldıza dahil edilen bu iki yıldızın aralarındaki mesafe bizim yakın olanı ile aramızdaki uzaklıktan dört kat fazladır. Tabi bunu yeni öğreniyoruz. Daha önce bunların uzaklıklarını hesaplama şansımız yoktu. Ama insanlar binlerce yıldır bunları komşu zannediyordu.

Bir büyük yanlışlık ise, geçmişteki şahsiyetlerin burçlarının hesaplanmasında yapılmaktadır. Dünyanın 26.000 (yirmi altı bin) yılda bir tamamladığı bir spin (dönme) hareketi vardır ki, bu yaklaşık her 2.300 (iki bin üç yüz) yılda bir burçların bir kademe ileri kaymasına sebep olur. Yani 1 Ocak 2000 tarihinde doğan bir kişi oğlak burcundadır, ama 1 Ocak M.Ö. 300 yılında doğmuş olan başka bir kişi kova burcunda olmak durumundadır. Yani Hz. İsa 25 Aralık M.Ö 1. yılında doğduğunda Güneş Kova burcundaydı. Fakat bu günkü gökyüzünde 25 Aralık 2000 tarihi Oğlak burcuna denk gelmektedir. Siz bu günkü duruma göre hesap yaparsanız geçmiştekilerin burçları yanlış çıkar ve bu konudaki çoğu istatistik bilgi birikimi yanlışlarla dolu olur.

Zaten bilimsel olarak kendini ispatlamış olan NASA veya ESA gibi büyük merkezlere bakarsanız ki, buralarda astroloji değil astronomi ilmiyle ilgili binlerce çalışma yürütülüyor; kesinlikle yıldızların veya Güneş sisteminin astrolojik özellikleriyle ilgili birilerini bulamazsınız. Çünkü bahsettiğimiz mesafeler ve özellikler oradaki bilim adamlarınca çok iyi bilindiğinden, kimse müspet bilimin üzerinde kavramlarla vakit kaybetmez.

Semada gördüğümüz harikulade düzen Yaratıcısını göstermenin yanında bazı olaylara gerçekten işaret ediyor olabilir. Fakat bu bizim maddi manevî özelliklerimizin kaynağı değil, ama olsa olsa göstergesidir.
Sonuçta hayatımız üzerinde Rabbimiz’den başka bir tesir sebebi aramak boşunadır. Gaybı Allah’tan başka bilen olmadığı gibi, onun kullarını yaratırken verdiği karakter ve diğer özellikleri de yıldızlardan gelen ışınlara bağlamak da yanlıştır. Dünyada birbirinin eşi iki insan yoktur. Aynı gün, aynı saat, aynı yer ve aynı anneden doğan eş yumurta ikizleri bile çok farklı karakterlere sahip olmaktadır. Kardeşliğin ötesinde bu ikizleri bağlayan genetik yapı da dahil olmak üzere binlerce sebep varken bu ayrılık niye? Eğer karakter ve kaderimize yıldızlar yön verseydi, en azından bunun gibi ikizlerin her özelliğinin aynı olması gerekirdi. Ayrıca insana gerçek mânâda karakter ve diğer hissî özelliklerini veren varlık ruhtur. Ruhlarımız ise yıldızlardan önce yaratılmıştır.

İnsanların en çok merak ve takip ettiği yeni bir konuyla beraberiz.
Bu gece Rabbim izin verirse.

2*0*2*3
Burçların veya halk tabiriyle yıldızların insan üzerindeki etkisine inanmak, İslâm’ın ilâhî iradeye atfettiği mutlak hâkimiyet prensibiyle çatışmaktadır. Konunun İslâm inancı bakımından önemli görülen diğer bir yönü de geçmiş devir ve kavimlerde görüldüğü üzere, burç ve yıldızlar gibi semavî cisimlere müstakil bir kudret nisbet eden ve onlara tapmaya varan inanışların tevhid akîdesiyle bağdaşmayışıdır. Buna yıldızlara bakarak geleceği bilme iddiasıyla ortaya çıkanların söz ve davranışlarını da eklemek gerekir. Ayrıca eski astrolojik telakkilerin bu şekilde bir falcılık ve kehanet sanatına dönüştürüldüğü, geçmişte olduğu gibi günümüz insanını da yaygın şekilde etkisi altına aldığı bilinmektedir. Bu sebeplerle tarih boyunca İslâm âlimleri gereken hassasiyeti göstererek müslümanları konunun akîdeye yönelen tehlikelerinden korumak için sert uyarılarda bulunmuşlardır. İLHAN KUTLUER
Bununla birlikte bazı mutasavvıflar, bir kısım İslâm düşünürleri ve sanatkârlar astrolojik sistemle buna bağlı sembolleri, kâinatı bütünüyle kavramaya imkân veren bir cazibeye sahip olmalarının da tesiri altında ilgiyle karşılamışlardır. Böylece burçlarla ilgili semboller geniş bir şekilde İslâm sanat ve edebiyatına da yansımıştır.

İslâm düşünce ve bilim tarihinde XI. yüzyıla kadar astronomi ve astroloji arasındaki ayırım pek belirgin değildi. Müslüman filozof ve bilginlerin bir kısmı, astronominin yanı sıra “yıldızların mevkilerinden belirli anlamlar çıkarma sanatı” şeklinde nitelendirilen astrolojiyi (ilm-i ahkâm-i nücûm veya tencîm) bir matematik veya tabiat bilimi olarak kabul etmiş, bir kısmı ise reddetmiştir. Ancak astroloji, birçok ilim adamı tarafından reddedilmesine ve bir hurafe olduğunun iddia edilmesine rağmen (Fârâbî, s. 87-88) gerek gizli bilim gerekse sembolizm temelinde önemini daima korumuştur. Burçlar kuşağı ise astronomi ve astrolojinin açıklama tarzlarında gezegen-yıldızların hareketini tayin eden veya anlamlı kılan bir sabit referans sistemi olarak iş görmüştür. Abdurrahman es-Sûfî’nin Batlamyus’un el-Mecisṭî’sine dayanarak hazırladığı ve burçlar kuşağını da incelediği (bk. Ṣuverü’l-kevâkib, s. 177-311) resimli gök atlası türünden eseriyle Bîrûnî’nin astrolojinin ilkelerini tartıştığı Kitâbü’t-Tefhîm’i gibi eserlerin etkili olduğu İslâm felekiyyât literatürü, burçlar feleğini merkezî bir kavram olarak kullanmıştır (Nasr, İslam ve İlim, s. 95-134).
Özellikle âlemin ve âlem-insan münasebetlerinin bir bütünlük içinde ele alındığı kozmolojik izahlarda burçlar feleği âdeta metafizik âlemle fizik âlemi birleştiren bir kuşak ve metafizik varlık nurunun içinden geçip farklılaştığı ve kutuplaştığı bir prizma gibi düşünülmüştür. Zuhur âlemini varlığın çeşitli renklerine büründüren bu prizma, Allah’ın varlığının hem perdelendiği hem de zuhur ettiği nesnelerin başlangıçtaki ilk ve ilâhî örnekleri olan “enmûzec-i evvel”leri (Gr. arkhetypos, arketip, ilk örnek) meydana getirir.
Varlığın zaman, mekân ve sayı nisbetleri içinde belirmesi şeklinde yorumlanan bu tasavvur, göklerin yer üzerine yaptığı farzedilen tesir hakkındaki eski inanışla birleştirilmiş ve böylece burçlar, yön ve zaman ölçümünden tabii hadiselerin oluşumuna, buradan da olayların tahminine kadar uzanan birçok açıklamanın semavî ilkesi durumuna getirilmiştir. Sayılarla unsurlar ve unsurlarla keyfiyetler arasında kurulan ilişki, mevsimlerin ve rüzgârların zamanı, yönü ve keyfiyetiyle ilgili meteorolojik tezahürlerin ilkesini oluşturmuştur.
Dört unsur, dört keyfiyet ve dört ahlâtla ilişkisi içinde kâinatın küçük bir numunesi olan insan da doğumundan ölümüne kadar aynı semavî etkilere açıktır; böylece organları ve vücut salgıları ile insan fizyolojisi burçlarla ilişkiye girmiş olur. Her organa karşılık bir burcun bulunuşu veya burçların dört unsur ve dört ahlât ile ilgili özellikleri, geleneksel İslâm tıbbında da bir bilgi disiplini olarak önem kazanmıştır. Bîrûnî’nin Kitâbü’t-Tefhîm’de, İhvân-ı Safâ’nın derlediği bilgiye çok şey ekleyerek incelediği bu konular daha sonra Muhyiddin İbnü’l-Arabî tarafından sembolik anlamlar katılarak zenginleştirilmiştir.
Onun ortaya koyduğu kozmolojik şema, âlemi vahdet içinde tefekkür edebilmek için bir yoğunlaşma aracı görünümündedir. Bu şemada burçların arketip özelliklerine tekabül eden varlık mertebeleri, ilâhî isimlerin fizik ve metafizik âlemdeki “taayyün”lerine de karşılık olacak şekilde sıralanır. İlâhî nefes ile özdeşleştirilen ilk maddeden arşa kadar uzanan âlem, bu nefesin harflere dönüşmesiyle beliren nesneleri belli bir sayı ve harf sembolizmi içinde ihtiva ederken burçların kuşatıcı etkileriyle çevrelenir. Yedi feleğin her birinde bir büyük peygamberin ruhaniyetinin bulunduğu bu semavî âlem, burçlarla ilişkisi çerçevesinde Hz. Muhammed’in mi‘racında anlatılan bir kâinat suretine veya kutsal bir coğrafyaya dönüşmüş olur (Burckhardt, s. 32-33).

İhvân-ı Safâ, burçların çeşitli isimler alması konusu üzerinde birçok bakımdan ayrıntılı şekilde durmuşlardır (bk. Resâʾil, I, 115-135). Yükselip alçalmalarına, kuzey veya güneyde bulunmalarına, gece ve gündüz doğmalarına, dört unsur (anâsır-ı erbaa), dört ahlât (ahlât-ı erbaa) ve dört keyfiyete olan nisbetlerine göre çeşitli isimler alan burçlar, böylece gerek gözlemcinin yerdeki konumu, gerekse gök ve yer arasındaki tabiat düzeninin tasviri açısından belli nitelikler kazanır. İhvân-ı Safâ’ya göre burçlar bir kare ve dört üçgenin daireyi on iki kısma ayırmasıyla gruplanır. Onların yaptığı bu gruplandırma esas itibariyle dairenin on iki bölmeye ayrılmasına dayanır. Güneşin yıllık hareketiyle takip ettiği yol kuşak dairesi üzerinde ilkbahar ve sonbahar ekinoksu ile yaz ve kış inkılâbı noktalarını tayin eder. Bu şekilde daire üzerinde bir kare teşkil edilmiş olur. Bu dört noktanın teşkili, dairenin bir altıgenle bölünmesi ve ayrıca üçer üçer dilimlenmesi suretiyle on iki noktayı kendiliğinden ortaya çıkarır. Dolayısıyla burçlar bir daire üzerinde hem üçgen hem de kare ilişkisi içinde bulunurlar (krş. Nasr, An Introduction to Islamic Cosmological Doctrines, s. 152-154). Böylece meselâ birinci üçgen Hamel, Esed ve Kavs burçlarını gruplandırır; bu burçların ortak tabiatı kuruluk ve sıcaklık keyfiyeti, ateş unsuru ve tabiata mensup oluşlarıyla biçimlenir. İkinci üçgenin gruplandırdığı Sevr, Sünbüle ve Cedî burçlarının ortak karakteri ise toprak unsuruna mensup soğuk, kuru ve güneye ait oluşlarıdır; öteki üçgenler de benzeri gruplandırmaları gerçekleştirir. Burçların dört üçgenle belli özelliklere sahip ana gruplara ayrılmalarının yanı sıra bir burcun üçte birinin veya yarısının bile kendilerine göre etkileri bulunmaktadır.
Burçların kendi aralarında olduğu kadar güneş, ay ve diğer beş gezegenle olan münasebetleri de önemlidir. Gezegenlerin burçlara nisbetle “beyt-vebâl”, “şeref-hubût”, “evc-hadîd” şeklinde anılan belli mevkileri vardır ve bunlar, özellikle ayrıntılı astrolojik haritaların çıkarılması ve gezegenlerin etkilerinin en yüksek güce ulaştığı yerlerin bulunması açısından önemlidir. Söz konusu münasebetleri bilen müneccim, bir olay cereyan ettiğinde veya bir karar verildiğinde zaman ve yere göre yıldızların bir şemasını çıkarıp sabit ve seyyar yıldızların mevkileri arasındaki münasebetleri tesbit ederek geleceğe ait tahminlerde bulunabilir.

Mezopotamya medeniyetlerinden bu yana genelde hayvanlarla temsil edilen burçlar sembolizmi kültürden kültüre az çok farklılık göstermektedir. Grekçe’de “zôdiakos kyklos” (hayvanlar dairesi) veya “to zôdia” (küçük hayvanlar) olarak anılan takımyıldızlar dizisi, İslâm felekiyyâtında “felekü’l-burûc” veya “dâiretü’l-burûc” adını almıştır. Esas itibariyle Batlamyus’un el-Mecisṭî’sindeki şekliyle benimsenen burçlar kuşağı, İslâm astronomi literatüründe güneş ve diğer gezegenlerin hareketini açıklamada daima başvurulan bir merhaleler düzeni olarak aynı geleneği sürdürmüştür. Güneşin gökyüzündeki hareketi sırasında belli tarihlerde girdiği burçların isim ve sıraları Latin kültüründe de benzer şekillerde benimsenmiştir. 360 derecelik dairevî kuşağın 30’ar derecelik on iki bölüme ayrılması sonucu oluşan burçlar, Arapça ve Latince karşılıkları ve güneşin burca girdiği tarih itibariyle şu şekilde sıralanmaktadır:
Koç (Hamel, Aries: 21 Mart), Boğa (Sevr, Taurus: 20 Nisan), İkizler (Cevzâ, Gemini: 21 Mayıs), Yengeç (Seretan, Cancer: 22 Haziran), Aslan (Esed, Leo: 23 Temmuz), Başak (Sünbüle, Virgo: 23 Ağustos), Terazi (Mîzan, Libra: 23 Eylül), Akrep (Akreb, Scorpius: 22 Ekim), Yay (Kavs, Sagittarius: 22 Kasım), Oğlak (Cedy, Capricornus: 22 Aralık), Kova (Delv, Aquarius: 20 Ocak), Balık (Hût, Pisces: 19 Şubat). Güneşin burçlar kuşağı üzerindeki bu hareketi mevsimlerin başlangıç ve bitiş noktaları gibi gündüz ve gecenin uzayıp kısalmasını da takvime bağlar.

İslâm Literatüründe Burç. Kur’ân-ı Kerîm’de dört defa çoğul şeklinde geçip bir sûrenin de adını (el-Burûc) oluşturan kelime, bir yerde “kale burcu” (en-Nisâ 4/78), diğerlerinde “gökteki burç” (el-Hicr 15/16; el-Furkān 25/61; el-Burûc 85/1) anlamında kullanılmıştır. Müfessirler bu iki anlamı bazan “semavî surların kuleleri” şeklindeki bir benzetmeye yol açacak şekilde birleştirmişlerdir. Genellikle burç kelimesinin “zuhur eden, yüksekte olan; kale veya saray burcu” anlamlarından hareketle açıklamalarda bulunmuşlar ve göklerdeki burçlara da benzetme yoluyla bu ismin verildiğini belirtmişlerdir. Yine onlara göre burçlar aynı zamanda ayın menzillerini de işaretleyen yıldızlardır. Zaman zaman “gök kapıları” anlamında kullanılan burç kelimesine bazan da -dikkat çektiği için olsa gerek- “büyük yıldız” anlamının verildiği görülmektedir (Zemahşerî, II, 534).
Tefsirinde kozmolojik teorilere geniş yer vermesiyle tanınan Fahreddin er-Râzî de burçları gezegenlerin katettikleri merhaleler düzeni olarak anlar ve onları gökteki yüksek saraylara benzetir. Burçlar güneşin ve ayın geçtiği konaklardır; ayrıca Allah’ın üzerlerine yemin ettiği “yıldızların mevkileri” ifadesi de (el-Vâkıa 56/75) yıldızların doğdukları veya battıkları yerler anlamına geliyor olmalıdır. Râzî’ye göre âyetteki “mevâkıu’n-nücûm” tabiriyle şeytanların göklerden kovuldukları veya yıldızların kıyamet günü saçılacakları esnadaki mevkiler de kastedilmiş olabilir (Mefâtîḥu’l-ġayb, XXIV, 106; XXIX, 188; XXXI, 113). Burçların bu şekilde şeytanların gayb âlemine sızmalarını önlemek üzere taşlandıkları gök surlarının kulelerine benzetilmesi güzel bir istiare örneğidir.
Klasik açıklamaları ana hatlarıyla tekrarlayan Elmalılı Muhammed Hamdi de kelimenin Batlamyusçu anlamının, söz konusu benzetmelerin ötesinde gittikçe yaygınlaştığına işaret ederek burçların gökteki belirgin konumlarını, bir şehrin planındaki yüksek binaların veya bir ülkenin haritasındaki önemli şehirlerin farkedilirliğiyle kıyaslamaktadır. Burçlar kuşağının bölümlenmesi ve adlandırılması konusunun çok eskilere dayandığını belirten Elmalılı, geleneğin İslâm kültüründe felekiyyâtın kurucusu olarak tanınan Hz. İdrîs’e kadar uzandığını kaydetmektedir (Hak Dini, V, 3608-3609; VII, 5688-5689).


Oysa, “büyük sanatçıların çıktığı” iddia edilen burçlar haricinde, herhangi bir diğer burçtan çıkan büyük sanatçıları veya bilim insanlarını ayrı ayrı listelediğinizde o iddia edilen burç mensupları ile eşit sayıda olduklarını görürsünüz. Çok ünlü ve başarılı insanlar da aynı biçimde her burçtan eşit sayıda çıkar; çok kötü, nefret edilesi insanlar da… İstatistik bilimi tüm bunları net biçimde ortaya koymasına karşın, astroloji safsatasını savunan insanlar ısrarla burçlara ve kaderlerini gezegenlerin, yıldızların konumlarının belirlediğine inanmayı sürdürürler. Bir gezegenden veya yıldızdan gelebilecek “herhangi” bir fiziksel etkinin çok çok daha fazlasını çevrenizde bulunan cisimler size uygular demiştik. Ve bildiğiniz gibi çevrenizdeki bu cisimler sürekli bir değişim halindedir. O halde kaderinizi veya ruhsal durumunuzu gökcisimlerinde değil, bu cisimlerde aramanız daha mantıklı olacak. Tabii bunda bir mantık görebiliyorsanız. / Zafer Emecan
Ünlü bir gökbilim profesörü olan Ethem Derman’ın söylediği gibi: “Doğum anında ebenizin etkisi Satürn’ün etkisinden daha fazladır”.

Enerji ve enerji formu tanımlamaları her ne kadar mistik ve havalı dursa da, enerji dediğiniz şeyin e=mc2 ile açıklanabilen, maddenin bir hali olduğu gerçeğini unutmamalısınız. Enerji, olağanüstü garip, mistik bir şey değildir. Maddenin etkisini anlayabilmemize yarayan bir tanımlamadır. Enerji bir araya geldikçe bildiğimiz maddeyi oluşturur ve aynen tahmin edeceğiniz gibi, bildiğimiz fizik kurallarına tabidir.

Ayrıca yeri gelmişken söyleyeyim, “foton kuşağı” diye bir şey yoktur. Foton şartları yapay olarak (laboratuvar ortamında) aşırı zorlamadığınız sürece hareketsiz kalamaz. Hareketsiz kaldığında ise hızla ilk yola çıktığı andaki enerjiyi etkileşim yoluyla kaybeder. Kara delik gibi yoğun çekimli ortamların olay ufku haricinde öyle bir yerde durup, dolanıp kuşak falan da oluşturamazlar. Hoş, foton kuşağı savunucularının bahsettikleri kuşağın ne olduğundan da haberleri yoktur ama, bol keseden sallamak bedava olduğu için bol bol konuşurlar.
Burç yorumlayarak para kazanmayı meslek edinmiş astrologlar, süslü püslü resimlerle mistik bir hava yaratmayı severler. Unutmayın, astroloji bir bilim dalı değil, kahve falcılığından farkı olmayan bir meslektir. Astrologların, yaptıkları şeyin bilim olduğunu iddia etmeleri, yere çakıl taşı atarak gelecek ve karakter tahmini yapan kabile şamanlarının yaptıklarından farkı yoktur.

Burç yorumlayıp para kazananlar ise size derler ki; “yok biz kütle çekimini kastetmiyoruz”. Sürekli bir “enerji” kelimesi dolanmıştır dillerine. Bu sürekli bahsettikleri sözde enerjinin ne olduğunu söylemedikleri gibi, ne olduğunu bulmaya dair herhangi bir çalışmaları da bulunmaz. Gezegenler dikkate alınabilecek enerji kaynağı da değillerdir. Jüpiter ve Uranüs haricinde hiçbir gezegenin denklemlere katılmayı hak edecek derecede bir iç enerji kaynağı yoktur. Bunlar, doğrudan Güneş’ten aldıkları ışığı yansıtırlar. Ama burç yorumlayıp para kazananlar size “kastettiğimiz enerji bu değil, kozmik bir enerji var, bilim henüz keşfedemedi” cümlesini söylemekten geri durmazlar. Onlara göre ne kadar çok bilinmez mistik alan olursa, inandırıcılıkları da o kadar yüksektir.

Hinduizm’de nakşatra denilen yirmi sekiz burç vardır. Burçlar Hindu literatürüne göre ayın karıları ve Daksa’nın kızlarıdır. Budizm’de de Hinduizm’in etkisi altında gelişen yirmi sekiz burç mevcuttur ve bunlar aynı şekilde nakşatra adını alır. Budist telakkiye göre tanrı niteliği taşıyan burçlar insan üzerine doğrudan etkilidir. KÜRŞAD DEMİRCİ
Sâsânî dönemine ait İran metinlerinde on iki, Çin geleneğinde de siu adını alan yirmi sekiz burç vardır.
İslâm öncesi telakkilerde burçların astronomik detaylardan ziyade insan üzerine olan etkilerinin işlenişi, bu telakkinin dinle olan yakın temasından ileri gelmektedir. Buna göre ilâh olan gök cisimleri insan eylemlerini yönetmektedir. İlâhlarla ve dolayısıyla gök cisimleriyle ilişki kurma çabasından da özel kehanet formülleri geliştirilmiştir. Böylece burçlarla kehanet yahut da fal arasında çok yakın bir ilişkinin bulunduğuna inanılmaktadır.



Burçların insan üzerine yaptığı etki hakkında en ayrıntılı bilgiler Mezopotamya ve özellikle Asur geleneğini takip eden Yahudi-İbrânî literatüründe görülür. İbrânîce’de burç mezzolot adını alır. Eski Ahid’in çeşitli yerlerinde (Eyub, 9/9, 38/31-32; Amos, 5/8; İşaya, 13/10) burçlara atıflar vardır. Eyub ve Amos’ta zikredilen burçların Oriyon ve Ülker olması mümkündür (IDB, IV, 242). İbrânî literatüründe Kitâb-ı Mukaddes dışında burçlara ait en erken bilgiler, Lut gölü civarında bulunan Kumran’daki dördüncü mağarada ele geçirilen metinlerde tesbit edilmiştir.
Bu fragmanlarda Mandeenler’inkine benzer şekilde zodyak burçlarının simgeleri sıralanmıştır (JNES, XLVIII, 201). Yörüngenin burçlara bölünmesine ait ilk net bilgilerse Ortaçağ’lara ait Sefer Yesirah adlı bir kitapta ortaya çıkmıştır. Buna göre İbrânî literatüründeki on iki burcun adı şöyledir: Taleh (Koç), Shor (Boğa), Te’omim (İkizler), Sartaz (Yengeç), Aryeh (Aslan), Betullah (Başak), Moznayim (Terazi), Akrav (Akrep), Keshet (Yay), Gedi (Oğlak), Deli (Kova), Dagım (Balık). Bu burçların tekabül ettiği zaman dilimleri bugün kabul edilen sıranın aynıdır (EJd., XVI, 1191).

İslâm Öncesi. Burçla ilgili en erken tarihî bilgilere, Sumerler’e ait çivi yazılı metinlerde muğlak bir şekilde rastlanmaktadır. Bununla birlikte Ön Asya’da buna ait sistemli bilgiler, milâttan önce II. binyıldan itibaren yazılan Akkadca, Elamca ve Hititçe metinlerde göze çarpmaktadır. Ninevâ’da (Ninova) Asurlular’a ait kral kütüphanesinde ele geçirilen metinler, Tanrı Marduk’un yörüngeyi nasıl on iki burca böldüğünü anlatır. Ancak milâttan önce I. binyıldan itibaren tam olarak ele geçen Asur-Bâbil burç isimleri şöyledir (Brown, s. 180): Kusarikku (Koç), Alpu (Boğa), Tuâmu rabûti (İkizler), Pulukku (Yengeç olmalı), Arû (Aslan), Siru (Başak), Zibânitu (Pençe, tam bilinmiyor), Akrabu (Akrep), Qastu (Ok), Saha (Keçi, tam bilinmiyor), Kâ (Kova olmalı), Nunu (Balık).
Daha erken devirlere ait metinlerde adları tam olarak tesbit edilemeyen bu burçların yılın belli dönemlerinde sabit bir yörünge boyunca hareket ettiğine ve bu hareketlerinin yeryüzündeki hayatı etkilediğine inanılırdı. Mezopotamya geleneğinde gök cisimlerinin tanrı olarak kabul edilmesi ile bu inanç arasında yakın bir ilişki mevcuttur. Buna göre insanlar hangi burcun altında doğarlarsa o burcun tanrısının etkisi ve himayesinde olurlardı.
Meselâ Akrep döneminde doğanlar en kızgın ilâhların hâkimiyetinde oldukları için tehlikeli insanlardı. Boğa döneminde doğanlar ise savaş tanrılarının himayesinde bulunduklarından iyi birer savaşçı özelliği taşırlardı. Mısır’da Helenistik döneme kadar burçlarla ilgili herhangi bir kayda rastlanmamış, orta krallık döneminde ise “dekan” adı verilen değişik bir burç sistemi ortaya çıkmıştır.


Bilindiği gibi, gerek oportinist bir yaklaşımla olsun gerekse bilimsel bazı verilere dayalı olarak olsun insan kişiliğinin oluşmasında, gelişmesinde ve değişmesinde doğum tarihindeki gezegen hareketlerinin belirli etkilerinin olduğu, özellikle doğum tarihine göre etkin olan gezegenin kişiliği ve karakteri şekillendirdiği varsayılmaktadır. Bir bakıma kişilik ve onu oluşturan bütün unsurlar bundan etkilenmektedir düşüncesi yaygınlık kazanmaktadır. Spekülatif söylemler teorik olarak üretilebilir ve değişik amaçlarla kullanılabilir; özellikle, insanların, metafizik konularda ve gizem içeren oluşumlarda çok meraklı ve ilgili bir psikolojik yapı sergilemeleri bu tür söylemlerin yaygınlaşmasını ve günlük gazete ve magazin dergilerinde kendilerine yer bulur hale gelmesine zemin hazırlamalarını kolaylaştırmaktadır.
Her şeyden önce şunu da belirtmek gerekmektedir; iki olgu ya da olay arasında bir ilişkiden söz ederken, bu ilişkinin aynı zamanda bir etkiyi de içerip içermediğinin belirtilmesi gerekmektedir. Bu konuda bizim yaklaşımımız şu olacaktır. İlişki ve etki aynı şeyler değildir. Biri diğerinin etkisinde olabilir; bu, iki olgu ya da olaydan birinin neden diğerinin sonuç olduğu anlamını taşımaz/taşımayabilir. Bu bağlamda, aralarında bir ilişkiden söz edilen durumlar da her zaman aynı sonucu/etkiyi doğurmaz. Dolayısıyla etki ve ilişki kavramlarına bu sınırlama ya da anlamlandırma çerçevesinde yaklaşmak yararlı olacaktır.

Tutum (alm. Haltung; fr. ve ing. Attitude), herhangi bir uyaran karşısında gösterilen az ya da çok heyecansal öğrenilmiş tepki demektir. Diğer bir tanım ile tutum, kişinin objektif bir durum karşısında o durum ile ilgili düşünce, duygu ve davranışlarını düzenli bir biçimde belirleme tarzıdır. Diğer bir tanımla tutum; motivasyon, heyecan ve algılama süreçleriyle öğrenme sürecinin, bireyin dünyasının bir yönüne göre devamlı bir organizasyondur. Derinlik ve yoğunluk itibari ile tutumların dereceleri vardır. Tutumlar ait oldukları konuya, akla ve mantığa yakınlık derecelerine göre iyi de olabilir kötü de. Çünkü tutumlar, bilişsel (düşünceyle ilgili), duygusal ve davranışsal öğelerden oluşan yapılar olarak düşünülmektedir. Tutumların düşünceye ilişkin unsuru, bireyin, o tutumuna konu teşkil eden objeye dair bilgi görüş ve inançlarıdır. Tutumun ihtiva ettiği duygu unsuru, bireyin o objeden hoşlanması ya da hoşlanmaması, onu sevip sevmemesi durumudur. Tutumun davranışa yönelik unsuru ise, tutuma ilişkin bir davranışa hazır olma eğilimini belirtir.
Tutumlar uzun sürelidirler. Geçici olarak bireyin gösterdiği bazı eğilimleri, o bireyin tutumu olarak görmemek gerekir. Bu eğilimlerin tutum olabilmesi için, bireyin o eğilimi oldukça uzun süreli olarak göstermesi gerekir. İnançlar, tutumlar ve bilgiler insanların içinde bulundukları değişik durumları algılama ve tanımlama biçimini, bu durumların kendileri için ne anlama geldiğini, onlar karşısındaki tutum ve davranışlarına nasıl bir yön verdiğini gösterirler. Hangi amaçların izlenmeye değer olduğu, nasıl yerine getirilmesi gerektiği gibi konular da bir toplumda ya da bir toplumsal kümede ortaklaşa benimsenen inanç, tutum ve bilgiler, toplumsal dayanışma ve bütünleşmede de etkili olur.
Diğer bir yaklaşımla tutumlar, bireyin psikolojik varlığının devamlılığını sağlar. Günlük eylemlerine anlam kazandırır. Bundan dolayı bazı sosyal psikologlar tutumları, insanın psikolojik dünyasını kuran tuğlalar olarak nitelerler. Dolayısıyla tutumlar olmasaydı, kişi her yeni durumda başka bir insan olurdu. Davranışlarında tutarlılık bulunmazdı.
Farklı davranış ve tutumların nedeni genel olarak kişilerin farklı durumlarda ve koşullar altında yaşamalarıdır. Kişinin sosyo-ekonomik, demografik ve kültürel özellikleri ona toplum içinde bir statü sağlar, sınıfını belirler. Bundan dolayı, bireyin özellikleri ile davranış ve tutumları arasında önemli ilişkilerin olması doğaldır. Bireyin özelliklerinin yanında içinde yaşadığı grubun ve toplumun özelliklerini de göz önünde tutmak gerekmektedir. Genel olarak çevresel faktörler diye adlandırılan grubun veya toplumun
özellikleri de kendi içinde derecelenmektedir. Kişinin içinde yaşadığı ülkenin, ülke içindeki farklı bölgelerin, bölgeler içindeki farklı yerleşim birimlerinin özellikleri davranış ve tutumları ayrı ayrı etkiler denilebilir. Kişinin aile çevresi dışında yüz yüze ilişkide bulunduğu grup, davranış ve tutumunu etkileyen en önemli sosyal çevredir.



Astroloji ile ilgili olarak şu durumu da belirtmekte yarar var: Astroloji ile ilişkisi bakımından insanların temel de üçe ayrıldıklarını belirtebiliriz. Birinci grup, onu tamamen falcılığın bir aracı olarak kullanma eğiliminde olanlar. İkincisi, astrolojiyi bir bilim dalı olarak görüp, gerçekten kişisel gelişim ile gezegenlerin hareketleri arasında bir ilişki olupolmadığını diğer bilimlerin de verilerinden yararlanarak bilimsel şüphecilikle araştırmalarını sürdürenler. Üçüncüsü ise, bu konuda herhangi bir araştırma yapmaksızın, katı materyalist bir yaklaşımla onunla ilgili olumsuz bir tutumla reddetme eğiliminde olanlar.
Bilimsel yöntemlerle astroloji ile ilgilenenlerin bakış açısının şöyle olduğunu söyleyebiliriz: İnsanın geleceğini bilmek, onu değiştirmek astrolojinin konusu değildir. Astrolojinin konusu, gezegenlerin hareketlerinin genel olarak yeryüzünde bir etkisinin olabileceği, bu etkinin bireylerin doğum anındaki gezegenlerin konumuna bağlı olarak bireysel gelişim aşamalarında etkisinin gözlenebileceği ile ilgilenmektir.
Astrolojinin temel yapı olarak bazı psikologlarca kişilik tiplemelerini anlamlandırmada (Örneğin, Jung, Heymans, Corman ve Le Senne) veri kaynağı olarak kullanıldığını görmekteyiz. Bunun böyle olmasının temelinde Aristo’nun kişilik tiplemesi ile Hippokrates’in bu tiplemelere karşı kullandığı Toprak, Hava, Su ve Ateş dörtlüsü gezegenlerin temel maddeleri olarak yerini almıştır
Kelime olarak davranış, eyleme yönelme ve gerçekleştirme biçimi ile tepkide bulunma şekli olarak tanımlanabilir. Psikolojide ise, organizmanın uyaranlar karşısındaki tepkilerinin hepsine denir. Bireyin gözlenebilen ve gözlemlenemeyen etkinliklerinin hepsine davranış denir. Reflekse dayalı, içgüdüsel ya da öğrenme ürünü olan her türlü bedensel faaliyetlerin yanı sıra konuşma da gözlenebilir olduğu için bir davranış biçimidir. Bu arada heyecan belirtisi olarak kabul edilen gülme, ağlama, haykırma, kızarma, sararma, titreme gibi tepkiler, yüz ifadeleri ve jestler davranış biçimleri olduğu gibi, bir problemin çözümünü düşünürken dışa yansıyan işlem basamakları da davranış biçimidir.

Bilim ve bilim felsefesi tarihine baktığımızda, genellikle katı pozitif anlayışın egemen olduğunu görülmektedir. Özellikle, 19.yüzyılın ikinci yarısı ve 20.yüzyılın ilk çeyreğinde bu anlayışın fen ve sosyal bilimlerde hakim anlayış olduğunu ve araştırmaların bu anlayış çerçevesinde şekillendiğini söyleyebiliriz. Örneğin,psikoloji biliminin bağımsız bir bilim dalı haline gelmeye başladığı günlerden itibaren uzun yıllar sadece deneysel yöntemleri kullandığını ve bu bilimin gelişiminin ancak bu yöntemle olabileceği görüşünün ağırlığını hissettirdiğini görmekteyiz. Bilim dünyası yüzyıllardır burçlar ile bireyin düşünce, tutum ve davranışları arasında bir ilişkinin olup-olmadığı konusunda değişik yaklaşımlara sahip olmuştur. Kimileri burçları aslı olmayan, yerel uydurmalarla dilden dile aktarılarak günümüze kadar gelen ve mitosla beslenen, ne olduğu belli olmayan bir nitelikte algılamakta, kimileri ise, burçları, gezegenlerin ve diğer galaksilerin hareketi ile doğrudan ilişkili olarak kişilerin fizikî, sosyal ve kişilik özelliklerini şekillendiren temel yapıtaşları olarak görmektedir. Biz bu makalede, bu iki değerlendirme biçiminden birini tercih etmek gibi bir anlayışa sahip olmayacağız. Temel yaklaşımımız, anket yöntemiyle elde ettiğimiz verilerden hareketle burçlarla dinî tutum ve davranış arasında bir ilişki olup-olmadığını tespit etmeye çalışacağız ve yorumu okuyucuya bırakacağız. Her şeyden önce araştırmada geçen temel kavramları tanımlamak gerekmektedir. Bu, hem araştırmanın sınırlarının tespit edilmesine hem de verilerden hareketle ulaşacağımız sonuçların daha anlaşılır olmasına katkı sağlayacaktır. / Yrd. Doç. Dr. Halil APAYDIN
Temel kavramlardan bir tanesi astroloji/yıldızbilim/burç kavramıdır. Bu kavramlardan hangisinin kullanılabileceği ya da kullanılamayacağı diğer disiplinlerle beraber gündeme gelmekte ve her kavrama itirazlar yükselmektedir. Yıldız bilim’in nesnellik içermesi gerektiği; (Astronomi ile olan ilişkisinden hareketle) oysa, astroloji ya da burçlar bilimi denildiğinde daha spekülatif ve soyut durumların ele alındığı, bir anlamda yıldızların hareketlerinin etkilerinin neler olabileceği konusu gündemde olduğu için bu kavrama da itirazlar yükselmektedir. Ancak, gerek bilim olarak kabul edelim, gerekse etmeyelim astroloji kavramını kullanmak ve söylenenleri onun üzerinde değerlendirmek biraz daha tutarlı gibi gözükebilir.

