logo

Bütün mutsuzluklar aynı dili konuşurlar.

mutluluk ve mutsuzluk

Gözün Kalmasın | Dr. Mehmet Dinç

Değersizlik duygusu, bireylerin kendilerini önemli biri gibi görmemelerine, kendi hayatları içerisinde değerli konuma koymamalarına neden olmaktadır. Her birey zaman zaman kendisini değersiz hissetmektedir. Ancak değersizlik duygusunun sürekli hissedilmesi ve kişilerin hayatını yönlendirmesi ile psikolojik ve duygusal zararlar ortaya çıkmaktadır.

Değersizlik duygusunu hisseden bireyler kendilerini hayatta amaçları yokmuş gibi hissetmektedir. Bu amaçsızlık, kendilerini değersiz konuma yerleştiren bireylerin hayat kalitelerinin düşmesine, yaşamdan zevk almalarına engel olmaktadır. Değersizlik duygusu, bireylerin kendilerini güzel ve olumlu şeylere yakıştıramamasına neden olmaktadır. Bu kişiler, kendilerinin biri tarafından sevilmeyi, başarılı olmayı hatta haklı olmayı bile hak etmediklerini düşünebilmektedirler. Değersizlik duygusu yaşayan insanlar depresyon gibi psikolojik rahatsızlıklara yatkın olabilmektedirler.

Değersizlik Duygusunun Nedenleri

Değersizlik duygusu, her bireyde farklı nedenlerden dolayı ortaya çıkmaktadır. Değersizlik hissinin nedenlerinden biri bireylerin yaşadığı psikolojik sorunlardır. Depresyon, kişilik bozuklukları, kaygı bozukluğu, şizofreni gibi sorunlara sahip kişiler kendilerini değersiz görmeye daha meyilli olabilmektedir.

Değersizlik duygusunun nedenlerinden bir diğeri de fiziksel rahatsızlıklardır. Yürüyememek, konuşamamak, tek başına yemek yiyememek gibi fiziksel bir sorunu veya ciddi bir hastalığı bulunan kişiler, kendilerini diğer kişilerden daha yetersiz ve değersiz görebilmektedirler.

Değersizlik duygusunun nedenlerin biri de kişilerin aile içerisinde ve çevrede kıyaslanmaya maruz kalmasıdır. Başkaları ile kıyaslanan bireyler, kendileri diğer insanlardan daha değersiz hissetmeye başlayabilir. Özellikle ebeveynleri tarafından diğer çocuklarla kıyaslanan kişilerin ileride özgüven ve öz saygı eksikliğinin yanı sıra, başka psikolojik sorunlarının da ortaya çıkması mümkün olabilmektedir.

Kendini Değersiz Hisseden Bireylerin Sergilediği Davranışlar

Kendisini değersiz hisseden bireylerin sergilediği davranışların en belirgini, kendisi ile ilgili olumsuz düşüncelere kapılmasıdır. Değersizlik hissi, birçok bireyde farklı şekilde kendini göstermektedir. Kendini değersiz hisseden kişilerin sahip olabileceği özellikler aşağıda listelenmiştir.

  • Kendisi ile ilgili sürekli olarak olumsuz düşünme
  • Mutsuzluk, umutsuzluk
  • Sık sık ağlama
  • Amaçsızlık, hedefsizlik
  • Sosyal ortamlardan uzaklaşma
  • Kendisi ile ilgili olumlu düşünceleri ve davranışları reddetme, yakıştıramama
  • İntihar düşünceleri

Değersizlik duygusu hisseden kişilerde ortaya çıkan belirtilerin uzun sürmesi ve giderek daha şiddetli hissedilmesi durumunda profesyonel bir destek alınması faydalı olacaktır.

Değersizlik Duygusunun Yol Açtığı Sorunlar Nelerdir?

Değersizlik duygusu, bireylerin kendilerini olumsuz konuma yerleştirmeleri nedeniyle yaşamdan zevk alamamalarına yol açmaktadır. Bununla birlikte değersizlik duygusunun yol açtığı birçok psikolojik sorun ve olumsuz davranış bulunmaktadır. Değersizlik duygusunun yol açtığı sorunlar aşağıda listelenmiştir.

  • Depresyon
  • Özsaygı eksikliği, özgüven eksikliği
  • Sosyal fobi
  • Kişisel bakımı ihmal etme
  • Alkol, sigara ve madde kullanma
  • İntihar girişimleri

Değersizlik Duygusunun Giderilmesi İçin Neler Yapılmalı?

Değersizlik duygusu, aşılamadığı takdirde hem psikolojik hem de fiziksel tehlikeler oluşturabilen bir sorundur. Değersizlik duygusunun yoğun hissedilmesi ve aşılamaması bireylerin intihara teşebbüs etmelerine dahi neden olmaktadır. Kendini değerli hissetmeyen kişiler, hayattan zevk almamakta ve güzel günlerin geleceğine inanmamaktadır. Değersizlik duygusu yaşayan kişilerin bir psikolog ile görüşmesi ve yardım alması tavsiye edilmektedir. Farklı psikoterapötik yöntem ve teknikler ile değersizlik duygusunun aşılması mümkündür. Bunların başında bilimsel olarak kanıtlanmış olan bilişsel davranışçı terapi sayılabilir.

Değersizlik duygusunun aşılması ve yerine özsaygının konulması için bireylerin kendileri de çaba harcamalıdır. Değersizlik duygusunu gidermek için kişilerin yapabileceği basit ama etkili uygulamalar aşağıda listelenmiştir. Bireylerin kendilerine karşı olumsuz olduğu kadar olumlu anlamda da gerçekçi olması gerekmektedir. Olumlu özelliklere yoğunlaşılması bireylerde özsaygının gelişimine katkı sağlamaktadır.

Bireylerin kendilerinden çok şey beklemesi, değersizlik hissine neden olmaktadır. Yapabileceklerinin ötesinde beklentilere giren kişiler, başarısız olduklarını gördüklerinde kendilerini yetersiz ve değersiz hissetmektedir. Bireylerin sınırlarını iyi belirlemesi, yapabildikleri şeylere odaklanması değersizlik duygusunun azalmasına yardımcı olacaktır.

Bireylerin kendilerini oldukları gibi sevmeleri önemlidir. Her kişi hata yapabilir. Yapılan hatalar, bireyleri değersiz, yetersiz kılmamaktadır. Yapılan hatalar o kişinin de bir insan olduğunun bir göstergesidir. Bireylerin hatalarını da kabul etmesi ve kendini bu şekilde de sevmesi değersizlik duygusunu azaltacaktır.

Psikoterapi Atölyesi

Her zaman ve her koşulda iltifat almayı gerçekten seviyor muyuz? Belki hayatımızın bir noktasında bir iltifat aldığımızda, hepimiz kendimizi rahatsız hissetmişizdir. Bu durum, beklediğinizden de daha yaygındır aslında. Ama en baştan başlayalım. İltifat tam olarak nedir? İltifat, bir kişinin olumlu özelliklerini vurgulayan belirli bir ifadedir. Övgü veya iltifatlar, sosyal destek görevi görür ve insanlar arasındaki etkileşimleri daha keyifli hale getirmeye yardımcı olur.

Başka bir deyişle, iltifat bir tür övgüdür. Bir iltifat aldığınızda, size iltifat eden kişi olumlu özelliklerinizden birini vurgulamaya çalışıyor olacaktır. Bu nedenle, birisi size iltifat ettiğinde kendinizi rahatsız hissetmek için aslında hiçbir neden yoktur. Bununla birlikte, bu tür övgü pek çok insanı rahatsız, hatta belki de çok rahatsız eder. Peki ama bu tarz bir şey neden olur?

İltifat aldığımızda bu iltifatları yeniden düşünmek

Daha önce de bahsettiğimiz gibi, ilke olarak bir iltifat duyuyor olmak hoş ve olumlu bir şeydir. İltifat etmek, başka birine güzel bir şey söylemektir. Uygulamada bu, insanların sevdiğimiz veya olumlu bir şekilde değer verdiğimiz özelliklerinden veya davranışlarından birine işaret etmek anlamına gelir.

Hepimiz kendimizle ilgili hoş şeyler duymayı ve dinlemeyi severiz. Bu her zaman için bize kendimizi iyi hissettiriyor olacaktır. Yine de, günümüzde, toplumumuzda olumlu sözlü mesaj alışverişinde bulunmak çok yaygın değildir. Nadiren olumlu pekiştirme kullanırız ve aslında cezalarla haşır neşir olmaya daha alışkınız.

“İyi”, “olumlu” veya “sevdiğimiz ve zevk aldığımız şeyler” olarak gördüğümüz şeyleri, “zaten olması gereken” olarak kabul ederiz. Öyleyse neden onlar hakkında konuşmalıyız? Nadiren iltifat etmemizin veya almamızın ana nedeni budur. Aslında, birisi size iltifat ettiğinde “utangaç”, “kaskatı”, “aptal”, hatta “gülünç” hissedebilirsiniz. Yine de, olumlu pekiştirmenin cezadan daha iyi olduğuna inanıyorsanız, bunu değiştirmek için motive olarak işe başlayabilirsiniz. Ayrıca, bir başkası size iltifat ettiğinde sizi şaşırtabilir, hatta bu durum biraz tuhaf görünebilir veya aşırı durumlarda, size iltifat eden kişiyi size güldürür. Bu yüzden övgüleri sadece vermek değil, nasıl alacağınızı bilmek de önemlidir.

Nasıl iltifat alacağını bilmenin faydaları nelerdir?

Pek çok insan için zor görünse de iltifat almak aslında kolaydır. Aslında, iltifatların nasıl alınacağını bilmenin birçok faydası vardır. Onlara birlikte göz atalım:

  • Onlar aracılığıyla, başka birinin sizin hakkınızda neyi sevdiğini keşfedersiniz.
  • Arkadaşlıklar kurmanıza yardımcı olurlar.
  • Bir şey söyleyemeyecek kadar utandığınızda, gergin olduğunuzda veya endişelendiğinizde hissettiğiniz gerilimi azaltabilirsiniz.
  • Başkalarını iyi hissettirirler. Başkalarının niteliklerimizi, erdemlerimizi ve yeteneklerimizi fark etmesini hepimiz severiz.
  • Olumlu davranışı, pekiştirirler. İltifat alan bir kişi, gelecekte daha fazla iltifat alma şansını artırmak için bu davranışı sergilemeye devam etmeye çalışabilir.

Nazikçe övgü almanızı engelleyen olumsuz düşünceler

Övgüleri nasıl güvenle alacağınızı bilmenin faydalarını artık bildiğinize göre, bir sonraki soruya geçiyoruz. Övgü almak bizi neden rahatsız ediyor? Bu rahatsızlığın arkasında, insanların yalnızca karşılığında bir şey istediklerinde bir şeyler yaptıkları inancı var. Bu inanç, övgüyü bir tehlike veya tehdit olarak görmenize neden olabilir. Bu nedenle güvensizlik, korku, endişe ve hatta sıkıntıyla tepki verebilirsiniz. Yine de, çoğu zaman böyle bir tehlike yoktur. İltifatlar genellikle sadece olumlu pekiştirme aracıdır.

Bazen insanların sizi manipüle etmek için iltifat kullandığı doğrudur. Bu nedenle, ilk başta olumlu duygular yaratabilen kelimeler daha sonra olumsuz olarak görülebilir. Bunu daha önce deneyimlediyseniz, iltifatları manipülasyon olarak yorumlayabilirsiniz.

Öne çıkma korkusu da nezaketle iltifat almanızı engelleyebilir. Bazı insanlar basit ve mütevazı olmanın en iyisi olduğuna inanıyorlardır, çünkü insanlar diğerlerini gölgede bırakanları kıskanıyor olacaktır. Bu inanç, kendiniz hakkında güzel şeyler söyleme yeteneğinizi bile yok edebilir.

İltifat almanın rahatsızlığıyla ilişkili bir başka inanç, bunun birebir karşılığı ile ilgilidir. Size iltifat eden birinin sadece bir iltifat almayı umduğunu düşünebilirsiniz. Bu inanç aslında mantıksızdır. Başka birinin ne düşündüğünü bilemezsiniz. İnsanların karşılık olarak hiçbir şey beklemeden kendiliğinden iltifat ettiğine inanmak en iyisidir.

İltifat aldığımızda duyduğumuz rahatsızlık

İltifat almanın rahatsızlığıyla ilişkili son bir inanç, size iltifat eden kişinin aslında sizinle dalga geçtiğidir. Sizi öven insanların alay ettiğini ve bunu sadece sizi kızdırmak için yaptığını sıklıkla varsayabilirsiniz. Sizin durumunuz buysa, bu inancı daha sağlıklı bir şeye dönüştürmek en iyisidir. Alaycı bir yorum olabileceğine ya da olmayacağına inanabilirsiniz. Her iki durumda da, bunu gerçek bir iltifat olarak kabul etmek en iyisidir. Eğer samimi olursa, sizin için iyidir. Aksi takdirde de, edilen iltifatı nazikçe kabullenmeniz, onların sizinle alay etme girişimlerini yine de mahvedecektir.

İltifat aldığınızda rahatsızlık duymanıza neden olan bu mantıksız inançları değiştirebilirsiniz. Bu şekilde, onları nezaketle karşılamaya daha da çok yaklaşacaksınız.

Psikolog Francisco Pérez

Evlilik Korkusu

Evlilik, birbirine değer veren iki insanın birlikte bir yaşam paylaşmak ve hayat arkadaşı olabilmek için yasal yollara başvurarak ortak hayallerini gerçekleştirebileceği bir yoldur. Ancak, birçok çiftin ortak hayali olan evlilik düşüncesi, bazı çiftler için evlilik tarihinin yaklaşmasıyla birlikte problem haline dönüşebilmektedir.

Evlilik korkusu, evlilikle ilgili yanlış inançlara neden olmakta ve evliliğin geleceği ile ilgili kaygı oluşturmaktadır. Yunanca evlilik anlamına gelen “gamos ve korku anlamına gelen “phobos” kelimelerinin türetilmesiyle oluşan “gomofobi” yani evlilik korkusu aynı zamanda bir tür bağlanma korkusudur. Kişinin yakın çevresinde gözlemlediği ya da kendi büyüdüğü aile ortamındaki kötü deneyimlerden yola çıkarak geliştirdiği bir korkudur.

Evlilik Korkusu Belirtileri:

Özellikle evlilik fikri düşünülmeye başladığında ya da evlilik tarihi yaklaştığı zaman bu korkuyu yaşayan kişide bazı fiziksel belirtiler meydana gelir. Bunlar; aşırı kalp çarpıntısı, heyecan, mide bulantısı, kusma, sinirlilik, yüz kızarması, korku, panik, nefes darlığı, baş dönmesi, bulanık görme, ağız kuruluğu ve ellerde titremedir.

Öncelikle evlilik korkusu yaşayan kişi, sağlıklı giden bir ilişkisi olsa bile partnerinin ilişkilerini evlilik yolunda devam ettirmek istemesiyle birlikte partnerinden uzaklaşabilir. Bağlılık hissi, kişinin korkularını tetiklemektedir. Evlilik fikrini düşünmek bile bunaltıcı gelebilir. İlişkiyi bitirme konusunda kendisine engel olamaz. En küçük bir gerginliği bile abartarak gözünde büyütebilir ve baş edemez. Hatta depresyon görülebilir. Bu nedenle “ uzun süreli ilişkilerin sonu evliliktir “düşüncesiyle kısa ya da çoklu partner seçiminde bulunabilir. Evliliği hayatında her şeye engel olarak algılar ve kendini evli birisi olarak hayal etmekte güçlük çeker. Düğün, nişan gibi organizasyonlara katılmaktan kaçınır. Çevresindeki evli çiftlerin negatif yönlerine odaklanır. Bu çiftlerle bir araya gelmekten kaçınır.

Evlilik Korkusunun Sebepleri:

Evlilik korkusunun birçok sebebi olabilir. Evlilik öncesinde, yapılan isteme, nişan vb. geleneksel uygulamaların kişiyi strese sokması, ailelerin arasında kalırım endişesi ve evliliğin aşkı öldüreceğine dair oluşan negatif inançlar evlilik hazırlığı sırasında korkuların oluşmasına yol açmaktadır. Bireyin evlilikle ilgili bilinçaltında yatan kaygılar yer almaktadır. Evliliği iyi gitmeyen bir ailede büyümek, çekişmeli bir boşanma dönemine tanık olmak, kötü deneyimlenen romantik ilişkiler ya da evlilikler kişinin evlilik korkusu yaşamasına zemin hazırlamaktadır. Özellikle kişi deneyimlediği ilişkilerde kaybetme korkusu yaşadıysa bu durum evlilik korkusunu pekiştirmektedir.

Mükemmeliyetçi bir kişilik yapısına sahip olmak da evliliğe dair korkuları tetiklemektedir. Narsistik kişilik yapısına sahip olan bireyin kendisine kimseyi layık görememesi, evlenecek olan kişinin antisosyal ya da asosyal kişilik özelliklerine sahip olması ve özgüven eksikliği evlilik korkusunu oluşturan sebepler arasındadır. Erkekler açısından bakılınca erkek arkadaş çevresinden kopmak, sorumluluk almaktan kaçınmak, kendini evliliğe hazır hissetmemek ve çocuk sorumluluğuna hazır olmamak gibi nedenler evlilik korkularını oluşturmaktadır.

Kadınlarda evlenince bağımsızlığını kaybedeceği ve kariyer hayatının engelleneceği düşüncesi bu fobinin oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Kadınlarda evlilik korkusunu tetikleyen bir diğer etken evlilikte ilk gece korkusudur. Daha çok eşler arasında kadınlarda sık gözlenir. Kendini hazır hissetmemek gibi cinsel kaygılar içeren düşünceler bireyleri evlilikten uzaklaştırmaktadır. Cinsel kaygılar psikolojik kökenli olduğu için bu konuda profesyonel destek alınması önerilir.

Özetle, evlilik konusu çiftler arasında konuşmaktan çok kaçınılan bir konudur. Genelde kadınlar erkekler üzerinde baskı kurmamak için bu konuyu konuşmayı tercih etmez. Erkekler ise, evlilik konusu netleşinceye kadar partnerlerine evlilik hakkında yorum yapmaktan kaçınır. Bu nedenle çiftler arasında duygular zamanla derinleşmeye başlar ve evlilik gündeme geldikçe bazı korkular tetiklenebilir.

Evlilik yolunda ilerleyen çiftlerin birbirine olan güven ve desteği karşılaştıkları problemlere çözüm sağlayabilmelerinde çok önemlidir. İlişkilerinizde duygu ve düşüncelerinizi partnerinizle açık bir dille konuşabilmek evliliğe olan bakış açınızı ve görüşlerinizi etkileyecektir. Sağlıklı bir yaşam sürdürebilmeniz ve evlilik korkusuyla baş edebilmeniz için bu korkunun altında yatan psikolojik sebeplerin araştırılması önemlidir.

Evlilik korkusunu aşabilmek için öncelikle bireyin tedaviye istekli olması gerekir. Sorunun çözümlenebilmesi için psikolojik destek alınması önerilir.

Psikolog Funda Buharalı.

Filofobi, Aşık Olma Korkusu

Aşk, insanı heyecanlandıran, birçok kişinin midesinde kelebekler uçuşturan, farklı ve çok özel bir duygudur. Bu kadar yoğun ve özel duyguyla tanışan birçok kişi kendini şanslı hissederken, kimileri için aynı durum söz konusu değildir. Yeni birisiyle tanışacağınız zaman ya da romantik bir ilişki ihtimali söz konusu olduğunda korku ve kaygı duymaya başlıyorsanız burada filofobiden söz edebiliriz. Bu yazımızda günümüzde giderek yaygın hale gelen “aşık olma korkusu” (filofobi) hakkında önemli bilgilere değineceğiz.

Filofobi Yunanca philos “sevmek” ve phobia “ korku” anlamına gelen kelimelerin birleşimiyle oluşmuştur. Aşık olmaktan ya da duygusal bir ilişki kurmaktan korkmak şeklinde tanımlanmıştır. Aynı zamanda güçlü sevgi bağını hissetmek ve bağlanmaktan korkmak şeklinde de yorumlanabilir.

Filofobi, DSM-5 ‘te ayrı bir başlık olarak yer almamaktadır. Tam olarak net bir sebebi olamamakla beraber yaşanan olumsuz ilişki deneyimlerinin filofobiye neden olduğu yönünde teoriler vardır. Tetikleyici travmatik bir ilişki deneyimi, hayal kırıklıkları, istismar, reddedilme, bağlanma eksikliği ya da son ilişkinin bitiş şekli (ani kayıplar, aldatılma vb.) nedeniyle ortaya çıkan bir durumdur.

Aynı zamanda güvensizlik nedeniyle de ortaya çıkabilir. İlişkide yaşanan ihanet, sancılı ayrılık süreci ve ani kayıplar sonucunda travmatik izler meydana gelir ve oluşan bu derin yaraların etkisi zamanla devam eder. Yaşanan kötü deneyimler sonucunda hayal kırıklığına uğramaktan ve zarar görmekten korkmak filofobiyi tetiklemektedir.

Kendini suçlama ve temelde özgüven eksikliği nedeniyle, kişinin sağlıklı ve yapıcı bir ilişki kurmasını engeller. Duygusal ilişki kurmak kişi için çok korkutucudur. Geçmiş deneyimlere dayanarak duygusal yakınlıkları genelleme durumu vardır. Daha ilişki başlamadan duvarları örerek bakış açılarını olumsuz yönde biçimlendirme davranışı vardır. Birisiyle bağ kurmak endişe verici bir durumdur.

Filofobiden muzdarip olan kişi çoğunlukla çekingen davranır. Duygusal yakınlık duydukları kişiyle aynı ortam içine girildiği zaman huzursuzluk ve panik duygusu hakimdir. Sosyal temastan kaçınma eğilimi mevcuttur. Romantik ilişkiye dair önyargıları vardır. Bu durum kişinin kendini yalnızlığa sokmasına yol açar. Hatta aile ve çevreden sevgiyi hissetme korkusunu da içinde barındırabilir. Duygusal yakınlık kurma mecburiyetinde kalınca anksiyete ve panik atak belirtileri baş gösterir. Bunun yanı sıra titreme, hızlı kalp atışları, terleme, uyuşma, mide bulantısı ve nefes alıp-vermede güçlük gibi fiziksel belirtiler eşlik eder.

Fobi olduğu için kaygı bozuklukları altında ele alınabilir. Kaygı bozukluğunda görülen ortak belirtilerin yanı sıra öfke ve depresif duygu durum da ikincil olarak gelişebilmektedir. Kişinin duygusal ilişkiler kurmasını zorlaştıran, aynı zamanda sosyal ilişkilerini de olumsuz yönde etkileyen bir durumdur.

Filofobinin tedavisinde; psikoterapi ve hekimin gerekli bulduğu vakalarda ilaç tedavisi önerilir. Kişinin yaşadıklarına yüklediği anlamlar tedavinin belirleyici ölçütleri arasındadır. Tedavide kademeli olarak korkulan duygularla yüzleştirmeler yapılır. Psikoterapi desteğiyle birlikte ilişkilere daha olumlu ve yapıcı bir bakış açısı kazanımı hedeflenir.

Psikolog Funda Buharalı.

Değersizlik, bireyin kendisini önemsiz, amaçsız hissetmesini sağlayan bir duygudur. Bu duygu, günlük yaşama devam etmeyi zorlaştırarak ruhsal sağlığı da olumsuz yönde etkilemektedir. Örneğin değersizlik duygusu, depresyonun yaygın belirtilerinden biridir. Düşük benlik saygısı veya benlik duygusuna tehdit, travma, ihmal, istismar gibi zor durumlarda da sıklıkla değersizlik duygusuna rastlanır. Değersiz hisseden kişiler, kendi yaptığı davranışların doğruluğunu sorgulamaya başlar, hedeflerini gerçekleştirme konusunda çabalarının yetersiz olacağını öngörür, umutsuzluk ve memnuniyetsizlik hisseder. Öz saygıyı zamanla yitirmeye başladığında hayattan zevk almak da oldukça zorlaşır. Değersizlik duygusu ile baş etmek için bireyin öncelikle içinde bulunduğu süreci anlaması ve kendi algıladıkları, hissettikleri üzerine düşünmesi önemlidir.

Değersizlik hissi, çok fazla kişide gözlemlenen ve sebebinin çoğunlukla çocukluk yıllarına dayandığı bir durumdur. Bireyler genellikle sorunun kaynağını bulmakta ve hislerini tarif etmekte zorluk yaşarlar. Hissedilen bu duyguda çocukluk dönemleri ve aile bağları çok etkilidir. Bağ kurmakta zorluk yaşayan ve hırpalanarak büyüyen kişilerde değersizlik duygusuna daha sık rastlanılmaktadır. Bu duygu hayatın tüm alanlarına etki eder, kişi başarılı olduğunda bile bu başarıyı kabul etmekte zorlanır. Bu zor durumlarla ve değersizlik duygusuyla baş edebilmek ve gerekiyorsa psikolojik destek almak önemlidir.

Dışarıdan alınan geri dönütler bireylerin kendisi ile ilgili değerini etkileyebildiği için çevre ile ilişki oldukça önemlidir. Ancak yalnızca sözlü olarak ifade edilmesi yerine, gösterilen değerin davranışlarla da pekiştirilmesi gerekir. Kendini değersiz hisseden bireyler sıklıkla kendilerini ispatlamayı hedefledikleri için çevresinde bulunan insanlardan onay almak isterler. İhtiyaç duyduğu onayı aldığında kısa süreli olarak kendilerini rahat ve iyi hissederler. Çevresinde bulunan ancak kendisine değer vermediğini düşündüğü kişilerin onayını almak için zaman zaman yüksek fedakarlıklar, boyun eğici davranışlar sergiledikleri gözlemlenmektedir. Ebeveynlerin çocuğa önemli ve değerli olduğunu sıklıkla ifade etmesi, sevildiğini söylemesi önemlidir ve davranışlarla desteklenmelidir. Çünkü söylemler ve davranışlar uyuşmadığında çocuk içsel çatışma yaşayarak kendi değerini sorgulayabilir. Yetişirken yaşanan bu hisler ve çatışmalar yetişkinlik hayatında özellikle romantik ilişkiler olarak tüm ikili ilişkilere etkiler.

Değersizlik Duygusu Kendisini Nasıl Gösterir?

* Kişinin kendisiyle ilgili olumsuz inançları
* Olumsuz düşünceleri sıklıkla dile getirme
* Sık sık ağlama
* Karamsarlık, umutsuzluk
* Sosyal anksiyete
* Yaşam amacı bulamama
* Duygusal ifadelerde donuklaşma
* İntihar düşünceleri
* İkili ilişkilerde artan problemler
* Öz bakımı önemsememe
* Vücutta şiddetli ve sebepsiz ağrılar
* Alkol, sigara veya madde kullanımı
* Çoğunlukla uykulu hissetme

Değersizlik Duygusuyla Baş Edebilmek İçin;

Görünüşünüz, karakteriniz, mizacınız, başarılarınız veya başarısızlıklarınız, yeterlilik veya yetersizlikleriniz tümünü fark edin ve onlarla barışın.
Kendinizi değersiz, önemsiz hissettiren, enerjinizi ve motivasyonunuzu düşüren insanları fark edin ve mesafenizi belirleyin.
Geçmişte yaşanan hiçbir şeyi değiştirmek mümkün değil ancak ders çıkarmak mümkündür. Şimdiki zamana odaklanarak geleceğinize yön verebilirsiniz. Geleceği düşünerek hayaller kurmak ve kurulan hayalleri gerçekleştirmek için çaba sarf etmek en iyi seçenektir.
Değersiz hislerin gün geçtikçe sizi daha da yıprattığını ve yalnız baş edemediğinizi düşünüyorsanız psikolojik destek almak doğru bir karar olacaktır.

YANKI PSİKOLOJİ

Stres teriminin tarihine bakıldığında fizikçi Thomas Young’ın 18. Yüzyılda yaptığı stres tanımı dikkat çekmektedir.  Young’a göre stres; maddenin kendi içinde olan bir güç ya da dirençtir. Madde, kendi üzerinde uygulanan dış güce kendi direnci oranında bir tepki gösterir. Elastik kütle, bir stres tepkisi sayesinde eğilip bükülerek bu dış gücü dengelemeye, ona uyum göstermeye çalışır. Ancak eğer dış güç elastik kütlenin kendi içindeki dirençten daha büyükse böyle bir dengeleme mümkün olmaz ve madde niceliksel bir değişime uğrar. Dıştan gelen gücün aşırı büyüklüğü durumunda ise niteliksel değişimler olabilir. Bu tanımlama ile birlikte stres kavramı biyoloji, fizyoloji, sosyoloji, tıp ve psikoloji gibi alanlara yayılmıştır. Stres terimine yüklenen anlamın yıllar içerisinde değiştiği görülmektedir, 17. Yüzyılda felaket, dert, keder, bela anlamlarında kullanılırken, 18. Ve 19. Yüzyılda kişiye, ruhsal yapıya, organlara ya da objelere karşı yöneltilen güç, baskı ve zorlama” anlamlarında kullanılmıştır. Yani kavrama yüklenen anlamlara bakıldığında stresin, organizmanın bedensel ve ruhsal sınırlarının tehdit edilmesi ve zorlanması ile ortaya çıkan bir durum, bir direnç olduğu söylenebilir.

Biyolog Walter Canon stresi bir “acil durum tepkisi” olarak tanımlamış ve temelinde “biyolojik varoluş ve uyum” ihtiyacını görmüştür. Cannon’a göre stres, organizmanın, kendi yaşamını ve çevreye uyumunu (yani dengeyi) tehdit eden bir unsura (uyarıcıya) gösterdiği ve varoluşsal değeri olan bir “savaş ya da kaç” tepkisidir. Yani canlı baş edebileceğine inanırsa savaşır ya da baş edemeyeceğine inanıp kaçar.

Stres ve geçirdiğimiz hastalıklar arasındaki ilişkiye dair çok sayıda araştırma yapılmıştır. Neredeyse tüm fiziksel hastalıklar psikosomatik kökenlidir. Yani düşünceler ve düşüncelere eşlik eden duygular hastalığın gelişimini tetikleyebilir. Strese sebebiyet verecek yaşam olayları ile hastalık gelişimi arasında bağlantı olduğu bulgulanan araştırmalar mevcuttur.

Baş etme kavramı, stres doğurucu olaylar ya da etkenlerin olumsuz etkileri ile mücadele etmek için kullanılan özgül davranışsal ve psikolojik çabaları içerir. Lazarus ve Folkman, baş etme yöntemlerini işlevlerine göre ele almış ve baş etmede problem odaklı ve duygusal odaklı olmak üzere iki ana boyut önermiştir: Problem odaklı baş etmede; problem olan durumu başkalaştırmak, üstesinden gelmek amaçlanır. Bu başa çıkma çabaları bilgi arama ve problem çözmeyi içerir. Kişi eğer strese sebep olan durumu kontrol edebileceğine inanıyorsa bu problem odaklı baş etmedir. Sosyal desteğe başvurarak baş etme, planlı baş etme gibi türleri vardır.

Duygu odaklı baş etmede; strese neden olan durumu değiştirmeden duruma ilişkin duyguları değiştirmek amaçlanır. Bu gibi baş etme çabaları strese sebep olan problemlerin minimize edilmesini içerir. Duygu odaklı baş etmede problem ortada dururken kişi kendini düzenler, problemi değiştirmeye çalışmaz. Kişi bu noktada olumsuz duyguların en aza indirilmesini amaçlayan stratejiler kullanır. Çaresiz, iyimser, boyun eğici, kaçıngan türde baş etme stratejilerini tercih etmek kişilik özellikleri ile ilgili olabilir. Stresin sağlık üzerindeki olumsuz etkisinde problem odaklı baş etmenin koruyucu rolü olduğunu gösteren araştırmalar mevcut iken kaçıngan türde baş etme becerileri için ise böyle bir etki gözlenmemiştir.

Stres ile baş etmede kullanılabilecek yöntemler zihinsel baş etme yöntemleri ve fiziksel baş etme yöntemleri olarak iki sınıfa ayrılmaktadır. Zihinsel baş etme yöntemleri olarak çoğunlukla karşımıza çıkan başlıklar şunlardır:

-Problem çözme becerileri

-Zaman yönetimi

-İletişim becerileri

-Meditasyon

Problem Çözme Becerileri

-Problemi saptama

Problem çözmek için ilk olarak söz konusu problem belirlenmelidir. Bu aşama kolay gibi görünse de bazen kişi için çok zor olabilir çünkü probleme sebep olan konu her zaman çok açık olmayabilir. McKay ve arkadaşlarına göre; problemin açıklığa kavuşması, belirsizliğin ve dolayısıyla stresin azalması yönünde etki edeceği gibi, aynı zamanda netleşen problem, çözümlenmek için daha hazır hale gelmiş olacaktır. Problemin açık hale getirilmesi, daha somutlaştırılabilmesi ve üzerinde çalışılabilir duruma getirilebilmesi için yapılması önerilen şey; bir ‘problem çerçevesi’ hazırlanmasıdır. Problem çerçevesi, sorun olarak görülen durum ve bu durumda kişilerin gösterdiği tepkiler ile ilgili detayların kaydedilmesi yoluyla oluşturulmaktadır. Problem çerçevesinin hazırlanması ile durum ve o durumda gösterilen tepki, kim, ne, ne zaman, nerede ve nasıl gibi sorular yoluyla irdelenir ve bu soruların cevapları kaydedilir. Bu soruların yanıtlanması problemin, zihinde daha fazla netleşmesine yardımcı olacaktır. Ayrıca, genelde atlanabilen ve akla gelmeyen detaylar açığa çıkacaktır. Yer, zaman, duygular, düşünceler ile ilgili detaylar önemlidir. Çünkü, bu detaylar sonraki basamaklarda üretilecek çözüm seçenekleri için ipucu sağlayabilirler.

-Seçenekleri listeleme

Problem netleştikten sonraki adım ise problemi çözmek için yapılması gerekenlerin belirlenmesidir. Bu sırada çözüm yolları düşünülür ve asıl amaç mümkün olduğunca çok çözüm seçeneği üretebilmektir.

-Bir çözüm yolu seçme

Bu aşamada amaç üretilen çözüm seçeneklerinden hangisinin eyleme döküleceğine karar vermektir. Bunu yaparken her stratejinin olumlu ve olumsuz sonuçları değerlendirilmelidir. Olumlu sonuçları ağır basan strateji uygulamaya konulması gereken stratejidir.

-Eyleme geçme

Bu aşamada seçilen çözüm yolu üzerinde düşünüp nasıl eyleme geçileceği planlanmalıdır. Planlamanın ardından eyleme geçilmelidir.

-Sonuçları değerlendirme

Eyleme geçmenin ardından kişi strese sebep olan durumun, problemin çözüme ulaşıp ulaşmadığını değerlendirmelidir. Eğer sonuçlar tatmin edici değilse, problem hala varlığını sürdürüyor ise kişi tekrar çözüm üretme aşamasına dönmelidir.

Bu ve buna benzer şekilde geliştirilmiş olan etkili problem çözme stratejileri kullanımının, stres yaşantısı ve strese eşlik eden olumsuz duygular ile baş etmede kişiye yardımcı olacağı öne sürülmektedir. Problem çözme becerilerinin etkinliğine inanan araştırmacıların temel varsayımı şudur: “Etkili problem çözücüler, zayıf problem çözücülere göre, daha az stres yaşantısı ve olumsuz duygu deneyimleyeceklerdir.

Zaman Yönetimi

Zaman yönetimi stresle baş etmede kullanılan zihinsel yöntemlerden biridir. Zaman yönetiminin stresle baş etmede rolü büyüktür çünkü zaman hızlı tükenen bir kaynaktır ve birçok insan için önemli düzeyde strese yol açmaktadır. Zamanı etkili kullanamayan bireyler daha yoğun stres yaşantılarına sahip olabilir. Zamanı etkili kullanmak için önce belirli zaman diliminde yapılacak olan işler önceliklerine göre belirlenir sonra da bu planlama belirlenen sıra ve zamana göre uygulamaya geçilir.

İletişim Becerileri

Kişiler arası iletişim sık rastlanan stres kaynaklarından biridir. Etkili iletişim becerileri kişinin stres yaşantısını azaltmada önemli role sahiptir. İletişimin kalitesini etkileyen bazı faktörler vardır, mesela iletilmek istenen mesajın doğru şekilde aktarılması yani etkili mesaj yollama bu faktörlerden bir tanesidir. Kişiler arasındaki yanlış anlaşılmalar iletişimin kalitesini bozabilir ve strese yol açar. Bu durumun önüne geçebilmek için kullanılan ifadeler net, açık ve anlaşılır olmalıdır. Kişiler arası iletişimdeki bir diğer önemli nokta etkili dinlemedir. Etkili dinleme ‘duyma’ değil ‘dinleme’ eylemini barındırır bu sebeple iletişimin anlaşılırlığı ve ilişkilerin sıcaklığı üzerinde etkilidir. İletişim sadece dil ile değil; ses tonlaması, beden hareketleri ve yüz ifadesi ile de gerçekleşir. Bu yüzden etkili iletişim için sözel olmayan iletişim kanallarına da dikkat edilmelidir.

Meditasyon

Meditasyon, günümüzde stresle baş etmede kullanılan önemli ve geçerliliği kabul edilmiş bir yöntemdir. Son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalar, meditasyon uygulaması ile stres yaşantısının zararlı etkilerinin azaltılabileceğini göstermiştir. Meditasyon, stresle baş etmede kullanılan en önemli zihinsel yöntemlerden birisidir.  Bu zihin ağırlıklı uygulama, kaba bir ifadeyle, düşmüş psikofizyolojik uyarılmaya aracılık etmektedir ve böylece, stresin beden üzerindeki zararlı etkilerini hafifletebilmekte veya yok edebilmektedir. Diğer bir deyişle, meditasyonun düzenli uygulaması, stres yaşantısı sırasında söz konusu olan sempatik sinir sistemi aktivitesinin şiddeti ve parasempatik sinir sisteminin devreye girme zamanı üzerinde olumlu etkiye neden olmaktadır. Düzenli meditasyon uygulaması, stres kaynağı karşısındaki bedensel uyarılmanın daha hafif olmasına yani bedenin stres kaynağı daha düşük seviyede uyarılma ile tepki vermesine yol açmaktadır. Meditasyon, bedenin, tehlike çanları karşısında daha ılımlı ve yavaş harekete geçmesini sağlamaya hizmet etmektedir. Günümüzde, meditasyon uygulaması bu amaca hizmet etmekteyse de ilk çıkış noktası, strese karşı insan sağlığını koruma fikri değildir. Strese karşı bir yöntem olarak kullanımının yaygınlaşması yakın geçmişte olmuştur. Meditasyonun çıkış noktası doğu felsefesi ve dinleri olsa da son zamanlarda herhangi bir dinsel amacı olmaksızın tüm dünyada farklı uygulamaları söz konusudur. Meditasyonun stresle baş etmede etkili olmasının sebebinin meditasyonun bir ‘dikkati terbiye etme egzersizi’ olması ve kişinin dikkatini tek bir uyarana yönlendirerek geçici duygusuzluk hali yaşaması olduğu düşünülmektedir.

Stresle baş etmede kullanılan fiziksel yöntemler stresin vücudumuz üzerindeki etkilerini azaltıp kişinin fizyolojik süreçlerine zarar vermesinin önüne geçilmesini sağlamaktadır. Fiziksel baş etme yöntemleri olarak karşımıza çıkan bazı başlıklar şunlardır:

-Nefes alma

-Egzersiz

-Beslenme

Nefes Alma

Strese maruz kalındığında nefes alma sıklaşır ve sığlaşır. Hızlı nefes alma göğsün üst kısmından nefes almayı içerdiğinden yetersizdir ve vücudu oksijenden yoksun bırakır. Stresi yönetebilmek için öncelikli olarak stres içerikli bir uyarıcıya maruz kalındığında, değişen nefes düzenini yeniden normale döndürmek gerekir. Gevşeme nefesi ya da stresi azaltma nefesi yavaş, gevşek ve derin nefes almayı ve gerilimin kontrolünü sağlar. Gevşeme nefesi stres için doğal bir panzehir ve güçlü bir önlemdir. Nefesin dengelenmesiyle beraber gevşeme oluşur, kas gerilimi azalır, enerji üretimi ve kan dolaşımı sağlanır. Gevşeme nefesi bir çiçek koklar gibi derin, uzun, yavaş ve karın şişirerek alınır; nefes verilirken karnın inmesine dikkat edilir ve bu süreç tekrar eder. Gevşeme nefesi alma becerisi geliştirildikten sonra, sabahları kalkınca ve akşam yatmadan önce nefes alma alıştırmaları uygulanarak, vücudun stresten arınmasına yardımcı olunur ve hem güne iyi başlanır hem de gece iyi bir uyku uyunur.

Egzersiz

Bedenimizin gösterdiği stres tepkileriyle baş etmenin bir yolu da fiziksel egzersizlerdir. Egzersiz ve stres arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmacılar egzersizin stres üzerinde olumlu bir etkisi olduğunu bulmuştur. Egzersiz yeterli süre ve sıklıkta yapıldığında kan dolaşımı, kalp atışları ve oksijen tüketimi artar, vücut ısısı yükselir, metabolizma hızlanır. Yapılan egzersizler sonrasında stresin azaldığı görülür, çünkü egzersiz bir süre yapıldığında nefes gücü artar, dolaşım ve oksijen kullanımı düzelir. Bu da stresi engelleyici, azaltıcı bir mekanizma işlevi görür. Kişi hangi egzersizin kendisine daha uygun olduğunu bulabilmek için sağlık kontrolünden geçtikten sonra bir uzman rehberliğinde egzersiz programı hazırlanmasını tercih etmelidir.

Beslenme

Stres karşısında dayanabilmek için tüm sistemleri ve organları sağlıklı bir vücut gerekir. Bunun içinde aşırı veya yetersiz beslenme değil, her besin grubundan yeterli miktarda alınan dengeli bir beslenme düzeni olması gerekir. Fast food tarzı besinler ve öğünler arasında aldığımız çay, kahve, kola gibi içecekler ve sigara tüketimi de stresi artıran beslenme alışkanlıklarındandır. Besin kaynaklarının herhangi birinin eksikliği ya da fazlalığında bedenimizde rahatsızlıklar ortaya çıkmaktadır, bu rahatsızlıklar da stresle mücadele sürecini olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle strese karşı dayanıklılığın artması için dengeli beslenmeye dikkat edilmesi gerekir.

Psikolog Şahika USLU

Ruh sağlığı alanında geleneksel anlayış, genellikle neyin yanlış gittiğiyle ilgilenmiş, nevrozlar, patoloji ve hastalık çerçevesinde ruhsal yapıyı tanımlamaya çalışmıştır. Ruhsal bozuklukların tanı ve tedavi sürecinde bireyde yanlış/eksik olan alanların etkisinden söz ederek bu alanlara yönelik terapi programları geliştirmiştir. Ancak bu yaklaşımın bireylerin güçlü yanlarını göz ardı ettiğinin, zor yaşantı ve koşulların travma yaratan etkilerini gidermekte yetersiz kaldığının anlaşılması ile birlikte, psikolojide olumluya odaklanmayı esas alan yeni bir anlayış yaygınlaşmaya başlamıştır.

İnsan gelişimini destekleyerek insan hayatındaki erdem ve güçlere yeterince önem verecek ve onu daha gelişmiş ve daha olgun bir varlık yapacak şartların oluşturulması için çaba sarf eden bir yaklaşım olarak tanımlanan pozitif psikoloji, ana akım psikolojiyi sağlıktan ziyade hastalığa, erdemden ziyade kusura odaklanmakla ve çoğunlukla insan tabiatına dair olumsuz durumlarla ilgilenmekle eleştirmiştir. Bu bağlamda, psikoloji biliminin yaşamı daha mutlu ve yaşanmaya değer kılmaya yönelik çalışması gerektiğine vurgu yapan pozitif psikoloji, insanların olumlu ve güçlü yönlerine odaklanmıştır.

Pozitif psikoloji yeni bir kavram değildir. Çağlar boyunca bütün düşünürler insanı anlamaya çalışmış, özellikle insan psikolojisi ve ruhsal yapı hakkında çıkarımlarda bulunmuşlardır. Yaşamın amacının mutlu, ahlaklı, erdemli ve diğer insanlarla uyum içinde oluşuna vurgu yapmışlardır. Örneğin Antik Yunan’da  Aristotoles “Nicomachean Ethics” adlı eserinde birey ve toplum için refahın kaynağının birey ve toplum mutluluğundan geçtiğini ifade etmiştir. Benzer şekilde iyi bir yaşam için özgür irade, ahlaki kriterler, özdenetim ve mutluluğu arama gibi bileşenlerin geliştirilmesi gerektiğini vurgulamıştır.

Modern psikoloji kökenlerini William James, John Dewey ve Granville Stanley’in çalışmalarında bulur. James özellikle insanın sağlıklı işleyişinin anlaşılabilmesi için bireyin öznel deneyimlerinin dikkate alınması gerektiğini vurgulamıştır. Bu nedenle James, Amerika Birleşik Devletleri’nde ilk pozitif psikoloji çalışanı olarak kabul edilebilir. Bireysel psikolojinin kurucusu olan Alfred Adler’in ise bilinemez ve kontrol altına alınamaz bilinçaltı yapıya vurgu yapan psikanalitik kuramdan uzaklaşarak bireylerin güçlü yanlarını, hedeflerini, gerek içinde bulunduğu topluma, gerekse insanlığa yaptığı katkıları merkeze alan Hümanistik psikolojisi de pozitif psikolojinin kökenleri arasında yer alır.  Alfred Adler 1937 yılında yayınlanan  “İnsanlığın Gelişimi” adlı makalesinde bireysel psikolojinin temellerinin “mutlu ve iyimser bir bilim” üzerine inşa edilmesi gerekliliğini vurgulamıştır. Yine hümanist bir psikolog olan Maslow sağlıklı ve yaratıcı insanların yaşamlarının incelenmesi gerektiğini söylemiştir. Maslow “Motivasyon ve Kişilik” (1954) kitabının son bölümünde Pozitif Psikolojiye Doğru başlığı ile pozitif psikoloji kelimesini ilk kez kullanmış ve şunları belirtmiştir: “Psikoloji bilimi olumlu yönlerden daha çok olumsuz özelliklerin incelenmesinde daha başarılı olmuştur. İnsanın eksiklikleri, hastalıkları, günahları ile daha çok ilgilenilirken; potansiyeline, erdemlerine, ulaşmak istediği amaçlara daha az önem verilmiştir.”

İkinci Dünya Savaşıyla birlikte dünya üzerinde geniş kitleler çok çeşitli travmalara maruz kalmışlardır. Gerek fiziksel bütünlüğe gerekse psikolojik sağlığa ciddi tehditlerin ve saldırıların olduğu savaş döneminden sonra psikoloji “iyileştirme bilimi” haline gelmiş ve insanın işlevselliğinde medikal model benimsenerek, kusurların tamirine odaklanılmıştır. Son yıllarda insanın olumlu özelliklerinin psikolojide yeterince ilgi görmediği, bilimsel araştırmaya konu edilmediği bir eksiklik olarak görülmüş ve böylece “pozitif psikoloji” akımı şekillenmeye başlamıştır.

Pozitif psikolojide amaç, psikolojinin ilgi alanının insanın olumlu yanını da kuşatacak  şekilde genişletilmesidir. Bu bağlamda pozitif psikoloji, bireyi daha güçlü, daha üretken yapmak; potansiyellerini aktif hale getirmek ve psikolojik rahatsızlıkları ortaya çıkmadan engellemek üzere koruyucu çalışmalar gerçekleştirmek için gayret sarf eder. Bu çerçevede pozitif psikolojinin ana konusunu hayatı daha kaliteli ve yaşamaya değer kılan temel güç ve erdemler oluşturmaktadır. Psikolojide ana akım, insanda yanlış olanı bulmaya yönelik gayret sarf ederken pozitif psikoloji, insandaki gücü ve dehayı araştırmıştır. Bu kapsamda pozitif psikoloji yaklaşımının önde gelen temsilcilerinden olan M. Seligman ve C. Petterson tarafından gerçekleştirilen araştırmalarda pek çok kadim dini ve felsefi gelenek taranmak sureti ile insanın temel erdem ve güçleri tespit edilmiştir. Onlar çalışmaları neticesinde hikmet ve bilgi (wisdom and knowledge), cesaret (courage), insanlık (humanity), adâlet (justice), itidal/ölçülülük (temperance) ve aşkınlık (transcendence) olmak üzere altı temel erdem belirlemişlerdir.

Pozitif psikoloji üç aşamada ele alınabilir: Geçmişte iyi olma hali, memnuniyet ve doyum; gelecek için umut ve iyimserlik; şimdiki zaman için akış ve mutluluk. Bireysel düzeyde olumlu özellikler; aşk ve meslek, cesaret, kişilerarası ilişki becerisi, estetik duyarlılık, sebat, bağışlayıcılık, özgünlük, geleceğe dönüklük, maneviyat, yüksek yetenek ve bilgelik. Grup düzeyinde ise sorumluluk, duygusal bakım ve destek, nezaket, ılımlılık, hoşgörü ve iş ahlakı gibi örgütsel, eğitimsel ve kurumsal uygulamalardır.

Pozitif psikoloji akımının amacı hayatı daha doyurucu hale getirmektir.  Nelerin bozuk olduğundan çok neyin yerinde olduğunu sorgular. Yani amaç, kişiyi -8 den 0 noktasına getirmek yerine, 0’ın üzerinde olan güçlerini yerinde tutmak veya daha pozitif değerlere ulaştırmaktır. Nelerin kötüye gittiğini incelemek gerekliliğini inkar etmeyen pozitif psikoloji gücün de zayıflık kadar önemli olduğunu söylemektedir. Kısaca hayatımızı üzerine bina ettiğimiz önemli şeyleri fark etmenin kötüyü tamir etmek kadar önemli olduğunun altını çizmektedir.

Pozitif psikoloji iyi oluş halini arttırmakla ilgilenir. Peki iyi oluş hali mutlulukla aynı şey midir? Tam olarak değil. Pozitif psikoloji akımının kurucularından biri olan Seligman iyi oluş halinin 5 temel üzerine kurulu olduğunu söyler.

İyi duygular

Yaşama bağlılık

İlişkiler

Hayatın anlamı

Başarılar

Pozitif psikolojide bir diğer önemli kavram olan ve akımın diğer kurucusu Csikszentmihalyi tarafından adlandırılan akış kavramı, bireyin yaptığı iş içinde kaybolması halini tanımlar.

Daha geniş bir anlatımla Akış Teorisi şunu söylemektedir; Eğer uğraşmakta olduğunuz iş sırasında; (Bu iş yemek yapmaktan, kitap okumaya, sınıfta ders anlatmaktan, parkta yürüyüş yapmaya kadar yaşamın her anını yansıtabilir)

  • Sahip olduğunuz bir beceriyi kullanmak için çaba sarf ediyorsanız,
  • Yaptığınız işin sizi nereye götüreceğini kestirebiliyorsanız,
  • İşin başına (çoğunlukla) zorunda olduğunuz için değil ama istediğiniz için oturuyorsanız,
  • Kendinizi derinlemesine yaptığınız işe veriyorsanız,
  • Otokontrol duygunuz varsa, dışarıdaki tüm uyaranları bir kenara bırakıp işinize odaklanabiliyorsanız,
  • Gösterdiğiniz çabadan mutluluk duyuyorsanız,
  • Zaman durmuş hissine kapılıyorsanız,

Akış halindesiniz demektir. Böyle durumlarda diğer durumlara oranla daha yüksek bir performans sergilersiniz. İşin daha da önemli yanı ise, bu gibi durumların sonunda geçirdiğiniz süreden ve yaptıklarınızdan memnun ve tatmin olmuş hissedersiniz. Yani kendinizi kaptırdığınız ve zaman duygunuzu yitirdiğiniz durumlardan bir haz duyarsınız. Bu da başlı başına yeteneklerinizi doğru kullandığınız zamanlarda deneyimleyebileceğiniz bir durumdur. Farkındalık bilinçli olarak dikkatimizi o anki deneyimlerimize yoğunlaştırmamızdır. Deneyim an ve düşüncelere, duygulara, fiziksel duyulara ve çevremize olan odaklanmamızdır. Farkındalığı uygulamak şimdiki zamanda yaşamak demektir. Faydaları arasında stresi, kaygıyı, depresyonu ve kronik ağrıları azaltmak sayılabilir.

Pozitif psikolojinin bir diğer önemli kavramı olan öğrenilmiş iyimserlik, haz alma kabiliyetinin öğrenilebileceğini ifade eder. Burada önemli olan ve pek çok bilimsel araştırmada da ortaya konan nokta, doyuma giden yolun büyük ölçüde çaba gerektirdiğidir. Yani kişinin içinde bulunduğu zorlukla mücadelesinde feraha ulaştıracak yol, bizzat kişinin çabası ve gayretiyle mümkün olabilir. Bunun aksini iddia eden,  bir iki seansta sihirli sözcükler ve popüler telkinler yoluyla değişim vaad eden, pazarlama tekniğiyle ortaya konmuş yaklaşımlardan uzak durmak gerekmektedir.

Öğrenilmiş iyimserlik kişinin olaylar üzerinde hiç bir gücünün olmadığını düşündüğü öğrenilmiş çaresizliğin tam tersidir. Bilimsel kanıtlar bize iyi oluşun sadece genetik yapımızla ilgili olmadığını söylemektedir. Çalışmalar insanların daha doyurucu bir yaşam sürebilmek için aktif olarak yapabilecekleri şeyler olduğunu gösteriyor. Profesör Howard Gardner  iyi ve mutlu yaşamı (good work) temsil eden birey ve kurumların kalitede mükemmel, sosyal sorumluluk içeren ve uygulayıcı bireylere anlamlı gelen işler ürettiklerini söylüyor. Ayrıca bireylerin kendileri için mükemmel olanın peşinden koşma motivlerinin toplumun bütünü için de faydalı olacağını belirtiyor.

Düzenli olarak akış halinde olacakları projelere katılmak ve daha yüksek seviyelerde doyum yaşacakları pozisyonları bulabilmek toplumun tüm problemlerini çözebilecek mi? Elbette ki hayır, çünkü herkes kendisi için en güzelinin olması beklentisindedir, ne var ki bu beklenti her zaman gerçekleşmez. Kişi sahip olamadığı şeylerin hayalini kurma yükünden kurtulup sahip olduğu kadarıyla mutlu olabilmeyi başarıyorsa olgun insan olma yolunda önemli bir adım atmış sayılabilir.

Bununla birlikte pozitif psikolojinin ortaya koyduğu temel prensipleri eğitim ve iş alanlarına uygulayabilir, bireyleri ve kurumları sahip oldukları güçlü yönler üzerine bina etmeye cesaretlendirirsek, hayatı yaşamaya değer kılan şeylere daha fazla enerji ayırabiliriz.

Kendi kendinize uygulayabileceğiniz Pozitif psikoloji tekniklerinden bazıları;

Umut aşılayın: Hayat kimi zaman baş edilmesi güç, zorlayıcı deneyimlerle kimi zamansa bitmesini hiç istemeyeceğimiz güzelliklerle dolu bir yer. Hayata bakış açımız erken çocukluk deneyimleri yoluyla şekillenen kişiliğimiz ölçüsünde belirlense de her olay ve durum karşısında bir parça da olsa umuda yaslanmak vazgeçilmez insani ihtiyaçlardan birisidir. Her ne kadar zor olsa da her olay aslında kişiye hayatı ve hayata bakışıyla ilgili bir şeyler söyler. Bunları anlamlandırmak ve ileriki yaşam için avantaja çevirecek adımları planlayabilmek krizleri fırsata dönüştürmekle mümkündür.

Güçlü yönlerinize odaklanın: Hemen her terapide öncelikli olarak danışanın o ana kadarki olumsuz koşullarla baş etmesinde yardımcı olmuş güçlü ve olumlu kaynakları gözden geçirilir. Her insan farklı yaratılmıştır ve herkeste kriz durumlarında kullanılacak beceriler mevcuttur. Kimi zaman bunlar işlevsiz kalabilir, bazen travma o denli büyük olur ki ruhsal enerjinin tamamı ketlenir ve kişi doğru çıkarımlar yapamaz. İşte bu noktada bir uzmanın desteği gereklidir.

Olağan ve ortalama bireyin baş etme gücünü aşmayan yaşam zorluklarında, içinize dönün, o ana kadarki yaşantınızı gözden geçirin, zor durumlarda size neler yardım etti, pek çok kişi tarafından sevilmenize ve aranmanıza neden olmuş naif ve ılımlı kişilik özellikleriniz mi, krizle mücadelede plan yapma ve uygulama yönünde size yardımcı olan bilişsel becerileriniz mi, sahip olduğunuz sosyal destek kaynakları mı, sizi dinleyen, anlamaya çalışan bir eş veya bir dost mu?

Pozitif duygulara odaklanın: Gün içinde içinize dönüp, kendinizi dinlemeye çalışın. Hissettiğiniz duyguların farkına varın ve adlandırın. Basit görünse de oldukça faydalı olan bu farkındalık çalışmasını zamanın yoğun ve hızlı akışı içinde unutabiliyoruz. İnsan kendinden uzaklaştıkça, duygularına yabancı hale gelebiliyor. Düşünce ve davranışlarımızın kaynağını sorgulayıp, neden belli bir kişi veya duruma karşısında o şekilde davrandığımızı irdelersek, kendimiz için oldukça faydalı bir şey yapmış oluruz. Duygularımızı tanımlayabildiğimiz ölçüde, kendimiz ve diğer insanlarla ilişkilerimizde sağlıklı bir orta yolu bulabiliriz.

Unutmayalım ki, birçoğumuzun düşündüğünün aksine, mutluluk bize olan değil, bizim gerçekleştirdiğimiz bir şeydir.

Uzm. Psikolog Melike İlerisoy

Öfke, endişe ve stresler uzadığında beklenenden çok daha can sıkıcı sonuçlara yol açabiliyor. Endişeli ve kuşkulu bir beynin gönderdiği olumsuz mesajlardan her hücre, doku, organımız etkileniyor ama en yoğun mağduriyeti böbreküstü bezlerimiz (Adrenal bezler) yaşıyor. Olup bitenlerden en çok da beynimiz etkileniyor.

Adrenal yorgunluk’ nasıl oluşuyor

Tıp dilinde hipotalamo pitüiter adrenal AKS (HPA) olarak bilinen yapılanmanın beyin ile böbreküstü bezlerimiz arasındaki ilişkilerinin düzenlenmesinde çok önemli rolü var. HPA sistemi kontrolsüz, sık ve aşırı uyarılınca tansiyonlarımız ve nabızlarımız anında fırlıyor. Uyku dengemiz altüst oluyor. Bağışıklık sistemimiz güçsüz düşüyor. Daha da önemlisi ağır, yönetilmesi güç, baş edilmesi zor bir “yorgunluk” ve “tükenmişlik” hali baş gösteriyor. Süreç daha da kontrol dışına çıkarsa kalp krizlerine, aritmi ataklarına, şeker fırlamalarına hatta kanserlere bile davetiye çıkıyor. Bir kez daha hatırlayalım: Stres her bir organ, doku ve hücremizi ama en çok da beynimizi etkiliyor. Beyin de HPA bağlantısı yoluyla böbreküstü bezlerini aralıksız dürtükler. Uzamış, dozu kaçmış, durmaksızın tekrarlayan bu tür uyarılarsa adrenal yorgunluk olarak tanımlanan, son derece can sıkıcı bir probleme yol açar.
Bu böbreküstü bezlerinin yorgun düştüğü, işini yapamaz hale geldiği, “benden bu kadar arkadaş!” deyip adeta “iflas bayrağı”nı çektiği durumdur.

Adrenal yorgunluk’ işaretleri

Stres kaynaklı “adrenal yorgunluk” deyimi böbreküstü bezlerinin beyinden gelen olumsuz uyarılar nedeniyle bitkin ve bitap düşmesi anlamına geliyor. Başlıca belirtileri ise şunlar:
◊ Bitkinlik ve yorgunluk hissi
◊ Uyku hali ya da uyuma isteği (Ama uykuya rağmen de asla dinlenememek. Her sabah yorgun uyanmak)
◊ Baş ağrıları
◊ İştah sapmaları (Aşırı yeme atakları, tatlı krizleri veya yemeden içmeden kesilme halleri)
◊ Terlemeler (Bilhassa boyun, baş bölgesinde aşırı terlemeler)
◊ Kararsızlık, konsantrasyon problemleri
◊ Unutkanlık
◊ Aşırı duygusal tepkiler (ani ağlamalar ve öfkelenmeler)
◊ Havasızlık duygusu, hava açlığı (Hava yetmiyor, nefes alamıyormuş gibi hissetmek)
◊ Kalp çarpıntıları
◊ El ve ayaklarda uyuşma, yanma ve karıncalanmalar
◊ Kramplar ve kas seğirmeleri
◊ Gaz, şişkinlik sorunları

Önce vagusunuzu yatıştırın

Beden ruhu, ruh da bedeni etkiler. Bu bilgi doğru ama çok daha mühim olanı şu: Ruh bedenden üstündür! Patron beden değil ruhtur! Son kararı beden değil, ruh verir. Beden-ruh ikilisini düzenleyen sistemse hem son derece karmaşık hem de inanılmaz ölçüde mükemmeldir. Bu ilişkide vagus siniri önemli görevler üstlenir ve gizemleri bugün bile tam anlaşılamayan “vagus siniri” ruh beden organizasyonunun temel oyuncularından biridir.
“Vagus” beyinden bedene yayılan en uzun sinirdir. Beyin mesajlarını göğüs ve karın içi organlara bu sinirle gönderir. Onlardan gelen “geri bildirimler” de yine bu sinirle beyne iletilir.
Özellikle organlardan beyne yönelen geri bildirimler söz konusu olduğunda “vagus” adeta bir “orkestra şefi” gibidir. İşte bu nedenle stres durumunda “vagusu yönetmek”, daha doğrusu yatıştırıp “sakinleştirmek” sağlığımız için çok önemlidir. Peki, bunun yolu ne? En etkilisi “iç yolculuklar” yapmak. Duanın, adanmanın, sığınma ve şükretmenin rahatlatıcı gücünden yararlanmak. Fırsat buldukça yürüyüşler yapmak. Uyku konusunda tavizsiz davranmak. Gerektiğinde de doğal takviyelerden fayda ummak.
Valerian özleri veya passiflora ekstreleri geçici olarak kullanılabilecek destekler. Magnezyum desteklerinin de faydası olabiliyor. Doktorunuz veya eczacınızdan yardım isteyerek bunlardan da faydalanabilirsiniz.

Stres yazın bile nezle yapıyor

Virüsleri ile zaten iç içe yaşıyoruz. Her an iç içe olduğumuz virüslerin bir grubu da nezle-soğuk algınlığı virüsleri. Bu yaz için de böyle. Yaz nezlelerinin en mühim nedenlerden biriyse “stres” sorunu.
Stres ürettiği yoğun kötü kimyasallar, özellikle de yapımını maksimuma vardırdığı “kortizol” sayesinde bağışıklık sistemimizin gücünü kırıyor. Savaşçı hücrelerimizi görev yapamaz hale getiriyor.

Reflünüz olabilir mi

Aşağıdaki dört sorudan üçüne evet diyorsanız siz de reflü sorunu yaşıyor olabilirsiniz.
En kısa zamanda bir gastroenteroloji uzmanına uğrayıp tavsiyelerini almanızda ve eğer öneriyorsa endoskopik bir inceleme yaptırmanızda fayda olabilir. İşte o sorular…
1- Midenizin üstünde ağrı, yanma, ekşime, kaynama ya da spazm gibi sorunlar hissediyor musunuz?
2- Zaman zaman ağzınıza acı, ekşi ya da tuzlu bir sıvının geldiği oluyor mu?
Ağzınızda metalik bir tat var mı? Bunlar sık sık tekrarlıyor mu? O sıvının içinde yemek artıklarının da olabileceğini fark ettiniz mi? Özellikle yatarken ağzınıza gelen bu artıklar ve sıvı yüzünden öksürerek uyandığınız, yataktan fırlamak zorunda kaldığınız oluyor mu?
3- Tekrarlayan ses kısıklığı probleminiz var mı? Kulak burun boğaz uzmanınız boğazınızda kızarıklık tespit ettiğini, ses tellerinizde ödem, şişme ya da tahriş belirlediğini söyledi mi?
4- Son zamanlarda nedeni bir türlü anlaşılamayan, özellikle de geceleri belirginleşen inatçı bir öksürük sorununuz var mı?

Beden ruhu, ruh da bedeni etkiler. Bu bilgi doğru ama çok daha mühim olanı şu: Ruh bedenden üstündür! Prof. Dr. Osman Müftüoğlu

Saldırganlık, kelime anlamı ile başka birine zarar vermeyi veya acı çektirmeyi amaçlayan kasıtlı davranışları içermektedir. Burada kastedilen acı, fiziksel olabildiği gibi sözlü ya da psikolojik bir acıyı da tanımlamaktadır. Saldırganlık aslında kişinin sınırlarını korumak ve kollamak adına gösterdiği bir davranışken, günümüzde kişinin çıkarlarına ulaşmak, ihtiyaçlarını tatmin etmek amacıyla saldırgan davranışlara başvurduğunu görebiliriz. Bu sebeple saldırganlığın tanımı, nereden köken aldığı ve neler yapılabileceği üzerine konuşalım istedim.

Saldırganlık öfkenin duygusal boyuttan çıkıp, dış dünyada gözlenebilen, bir nesneyi veya bir kişiyi etkisizleştirmeye veya onu yok etmeye yönelik davranışların tümü olarak adlandırılmaktadır. Saldırganlık ile ilgili literatüre bakıldığında sözel, ilişkisel ve fiziksel olmak üzere, 3 çeşit türü olduğu gözlemlenmektedir. Fiziksel agresyonla birlikte, kişi düşmanca bir saldırganlık gösterebilir ve acıya/yaralanmaya neden olabilmektedir. Çoğu zaman sözel saldırganlık için de kasti olarak yaralamayı amaçlayan bir niyet ararız. Kişiler sözel olarak kırıcı ve zarar verici konuşabilmektedirler. İlişkisel saldırganlık ise genellikle kadınlarda gözlemlediğimiz; ilişkilerini manipüle ederek diğer insana zarar verme şeklindedir. Örneğin, kötü bir dedikodu yapmak, etrafa yanlış bir dedikodu yaymak, kötülemek veya aşağılamak olarak değerlendirilebilir.

Genel olarak saldırgan davranışların ortaya çıkmasında çok çeşitli perspektifler bulunmaktadır. Biyolojik, psikolojik ve sosyo kültürel boyutlar saldırganlığın ortaya çıkmasında öncül olabilmektedirler. Tek biri yeterli olmasa da 3 boyutun kombinasyonun saldırganlığa yol açtığı düşünülmektedir. Öncelikle, bugün saldırganlığın biyolojik ve sosyo-kültürel boyutu üzerinde duracak olursak;

Biyolojik kökenine bakıldığında, bazılarımızda genetik olarak saldırganlığın kodlandığı düşünülmektedir. Aslında genlerle bizlere saldırganlık aktarılabilmektedir. Öte yandan testesteron hormonunun varlığı da saldırganlıkla ilişkilendirilmektedir. Bu hormonun fazla olmasının saldırganlığı arttıran bir faktör olduğu bilinmektedir. Bu hormon genellikle pek bilinmese de her iki cinsiyette de vardır ancak erkeklerde daha fazladır. Yapılan bir çalışmada, hapishanedeki şiddet suçu olan insanların, şiddet suçu olmayan insanlara göre daha fazla testesterona sahip olduğu bulunmuştur. Cinsiyet farklılıkları bir diğer etkendir. Hormonlardan ve evrimsel bakış açısından erkeklerin kadınlara göre daha saldırgan oldukları düşünülmektedir. Erkekler, fiziksel saldırganlık gösterirken, kadınlarda daha çok ilişkisel saldırganlığın olduğu bilinmektedir.

Cinsiyet ve saldırganlık faktörleri üzerine yapılan bir çalışmada 11 farklı ülkeden gençler, çatışma içeren hikâyeler okuyorlar ve gençlerden hikâyenin sonunu kendilerinin yazması isteniyor. Genç erkeklerin kadınlara nazaran, karmaşa ve çatışmayı şiddet içeren çözümlerle tamamlamaya daha fazla eğilim gösterdiği sonucuna varılıyor. Bu noktada, saldırganlığı evrimsel açıdan ele alacak olursak, bu durum, fiziksel saldırganlığın genetik olarak erkekler de programlandığını, çünkü onların gruplarını ve genlerini savunmalarını sağladığını savunuyor. Saldırganlığın evrenselliği, saldırganlığın hayatta kalma değerini gösteriyor ve en eski zamanlardan bu yana çeşitli nedenlerden ötürü erkeklerin genetiğinde bu durumun varlığı düşünülüyor.

Saldırganlık ile ilişkili davranışlar birçok kültür içerisinde çeşitli şekillerde tartışılmaktadır. Bazen biyolojik bir kökenden geldiği düşünülen agresyon bazen de sosyal açıdan ele alınmaktadır ve sosyo-kültürel durum, insanlar üzerinde hormonlardan veya genetik yatkınlıklardan bile daha önemli hale gelebilmektedir. Bazen sosyal koşulları değiştirmek, davranışı değiştirebilir örneğin, rekabetçi bir koşul varsa rekabet arttıkça saldırganlık artabilir. Ya da sosyal açıdan, ‘’namus kültürleri’’ diye adlandırabileceğimiz kültürlerde aile içi şiddet ve saldırganlığın daha fazla olduğu gözlemlenir. Bu tür kültürlerdeki bireylerin, bir erkeğin bir kadına, namusunu tehdit ettiğine inanıyorsa fiziksel olarak saldırmasının uygun olduğuna inanıldığı için saldırganlık sosyal bir patern haline dönüşebilir.

Yani çoğu zaman toplumsal kodlamalardan dolayı ve grup halinde düşünmekten ötürü, tek başımıza daha sakin verebileceğimiz bir tepkiye/karara, daha saldırgan bir açıdan yaklaşabilmekteyiz. Çünkü genellikle etrafımızdaki insanların ve grubun inandığı fikirleri benimseriz. Bu durumu bazen medyada da görüyoruz. Birisinin yüzüne karşı söyleyemeyeceğimiz şeyleri (örneğin, sosyal medya hesaplarındaki kötü yorumlar) etrafımızdaki insanlar kötü davranışlara teşvik ettiği için bizlerde saldırganlık içeren davranışları sergileyebiliyoruz. Yani sosyo-kültürel boyut hem grup halinde olmanın verdiği bir kimlik belirsizliğini hem de toplumsal kodlamalarla bizlere öğretilen fikirlerin saldırganlığı arttırabildiğine yönelik yaklaşımı savunmaktadır.

Gündelik hayatta çeşitli duygular deneyimliyor ve farklı durumlarda farklı tepkiler verebiliyoruz. Elbette öfke duygusunu da gün içerisinde hissettiğimiz zamanlar oluyor ve bu duyguyu bastırmakta bazen diğer hislere göre daha çok zorlanabiliyoruz. Her duygu da olduğu gibi öfkeyi de tamamen yok etmek ve ortadan kaldırmak istemeyiz. Ancak bu noktada önemli olan, öfkemizi ne şekilde kullandığımız ve dışarıya nasıl yansıttığımızdır. Öfkenin dışa vurum şekli, bizleri bir hayli problemlerle karşı karşıya bırakabilir.

Elbette yaşanan her duygu da olduğu gibi öfke hissettiğimizde de ilk olarak bedenimiz uyarılır. Kalbin hızlı atması, terlemek, kas ağrıları ve yüzün kızarması gibi belirtiler görülür. Bunun ötesinde, aslında bir şeye öfkelenmek için o duruma karşı içsel ya da dışsal nedenler belirleriz. Hayal kırıklığına uğratan, planlarımızı bozan, engellendiğimizi hissettiren, bizim görmek istediğimiz şekilde davranmayan, kırıldığımız, alındığımız ya da gücendiğimiz kişilere veya durumlara karşı içsel bir öfke hissetmemiz, öfkenin altında yatan nedenlerden olmaktadır.

Ancak tam bu nokta da önemli olan, yaşadığımız öfkeyi nasıl dışa vuracağımız ve bu nokta da kendimizi doğru yönlendirebilmemizdir. İlk olarak öfkeyi uygun bir şekilde dışa vurabilmek ve kendimizi doğru yönlendirebilmek adına;

  • ‘’Ben nelere öfkeleniyorum? ‘’
  • ‘’Hangi olaylar karşısında öfke gün yüzüne çıkıyor?’’
  • ‘’Kendimi ifade edemediğimde niçin öfkeleniyorum?’’
  • ‘’Bu öfke en çok ne tür kişilere karşı yöneliyor? ‘’
  • ‘’Öfkemin olumsuz sonuçları neler?’’
  • ‘’Öfkemi nasıl kabul edebilirim?’’ gibi sorulara cevap ararken, aslında etraftaki insanlarında söylemleri olan ‘’ Yine ne kadar öfkelisin!’’ cümlesini, hangi durumda, ne oluyor da duyuyorum ve gerçekten ne zaman öfkeleniyorum diye sorgulamak ve bunların üzerine biraz düşünmek gerekiyor.

Çünkü öfke içsel bir motivasyonla bir tetiklenmeyle ortaya çıkıyor olabilir ve bizi böylesi tehdit eden şeyin ne olduğunu ve neden bu öfkenin çıktığını anlamlandırmaya çalışmak son derece önemlidir. Şimdiye kadar yaşanan öfke kontrolleri veya kontrolsüzlüklerinde içsel olarak ne hissediyordunuz, bir kenara yazmak ve üstüne düşünmek gerekir. Çünkü, öfke, size dair, oldukça önemli bir noktayı işaret ediyor olabilir.

Buradaki amaç, şimdiye kadar bahsedilen tüm problemlerde ya da rahatsızlıklarda olduğu gibi meseleyi fark edebilmekle başlamaktadır. İlk olarak öfkenin nedenlerini sorgulamak son derece kıymetli olacaktır. Bu durumu fark ettikten sonra, öfkeli anlarımızda belki bu davranışımızı değiştirmek zor olsa da sonrasında, ‘’Ben burada başka ne şekilde davranabilirdim, başka nasıl yanıt verebilirdim?’’ diye düşünerek alternatif fikir üretmekte güzel bir adım olacaktır.

Öfkenin sağlıklı olabilmesi için, inkâr edilmemesi, bastırılmaması, kabul edilmesi ve kontrollü ifade edilmesi gerekmektedir. Öfke göstererek, problem çözmek mümkün değildir. Öfke, haklı olma yolu, başkalarını suçlama yolu, intikam alma yolu ya da problem çözme yolu değildir. Öfkeyle başa çıkabilmeyi önemsiyoruz çünkü baş edilmezse, bu durum saldırganlığa, şiddete, sosyal ve kişisel problemlere hatta beraberinde bir takım ruhsal şikâyetlere zemin hazırlayabilmektedir. Örneğin, depresyon, kaygı gibi ruhsal sıkıntılar gözlemlenirken, migren, kas ağrıları, baş ağrıları veya mide ağrıları gibi kaçınılmaz zorluklarda bedenle birlikte ortaya çıkabilmektedir. Bu nedenle duygularımıza farklı ifade yolları bulmaya çalışmak, bedenimizde neler oluyor anlamak ve öfkenin kökenini sorgulamak, etkili yöntemler arasındadır.

Unutulmaması gereken noktaysa; duyguların farkına varmak çok doğal olarak gelişir. Bir anda bir duygu fark edersiniz ve yavaş yavaş duygularınızı tanırken kendinizi de tanımaya başlarsınız. Öfke konusunda çoğu kez fark edeceğiz, çoğu kez karşısındaki kişi sizi öfkelendirmek için size yaklaşmaz, siz öfkelenirsiniz ve öfkelenmeniz tesadüfen olmaz…

Psikolog Sinem Hıdır

Peritravmatik risk faktörleri, travma yaşamış bir bireyde TSSB gelişip gelişmeyeceğini belirleyen unsurları ifade eder. Neden aynı travmatik olay karşısında bazı insanlar travma sonrası stres bozukluğu geliştirirken diğerleri geliştirmiyor? Bu sorunun cevabı, travma yaşandığında ortaya çıkan koşullar grubu olan peritravmatik risk faktörlerinde yatmaktadır. Travmatik bir olay, yalnızca bireyi bunalttığında travma sonrası stres bozukluğunun (TSSB) gelişimini kolaylaştırır. Aslında, Belloch (2020) tarafından tanımlanan “travma eşiğini” aşarak normal günlük işleyişte ciddi bir bozulmaya neden olur.

“Belki de zihin sandığımızdan çok daha güçlüdür ve olumsuz düşünceleri ve travmatik anıları izole eder.”

-Armando Rodera-

“Aklımın içine hapsolmuş gibiyim, bana yaptıklarından hala çok korkuyorum”, “Her gün yeniden tecavüze uğruyorum. Sanki hiç bitmiyor gibi”, “Anahtar sesini her duyduğumda, sanırım biri eve geliyor ve beni öldürecek”, “Biri bana herhangi bir asansöre binmemi söylediğinde, korkudan donup kalıyorum ve bir asansörde dayak yediğimi hatırlıyorum”, “Yeniden yaşarken aynı sesleri duyabiliyorum ve aynı kokuyu alabiliyorum”, “Hiçbir şey hissedemiyorum. Sanki bir anda herhangi bir duyguyu yaşama yeteneğimi kaybetmiş gibiyim.”

Önceki tüm cümleler, TSSB’nin tipik semptomlarının örnekleridir. Bu durum, olaylar bir kişi için olağanüstü derecede tehlikeli veya hatta yaşamı tehdit edici olduğunda gelişir. Aslında o kadar korkunçlar ki duyusal ve bilişsel sistemlerine kazınmış durumdalar. Sonuç olarak, travmatik olayla ilgili en ufak bir uyaran, ateşe benzin eklenmesi gibi etki eder. Ağrının daha şiddetli yanmasını sağlar.

Bu kişiler anılarını tekrar tekrar geçmişe dönüşler şeklinde yaşarlar. Aslında, şu anda oluyormuş gibi hatırlıyorlar. Bu onlara çok büyük bir rahatsızlık verir ve kendilerini dehşete kapılmış ve çoğu zaman felçli hissederler. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, onlardan kaçınmaya çalışırlar.

Öte yandan, sürekli olarak çevreyi izliyorlar. Son derece gergindirler ve en ufak bir gürültü veya tehlike belirtisinde aniden irkilirler. Yukarıdakilerin tümü haftalarca sürer (DSÖ, 2021) ve yaşamları üzerinde olumsuz bir etkiye sahiptir.

“Kaygı, kabuslar ve sinir krizi, bir insanın sokaklara dökülüp çığlık atmaya başlayana kadar katlanabileceği pek çok travma vardır.”

– Blue Jasmine’deki Cate Blanchett –

Peritravmatik hasar, travmatik olayın ürettiği zihin ve ruh liflerindeki yırtılmaları ifade eder. Şiddet yaraları. duygusal istismarın ardından kalanlar… Bireyin geleceğe olan inancını ve umudunu yok ederler. Peritravmatik risk faktörleri, aynı travmatik olayla karşılaştıklarında neden bazı bireylerin TSSB geliştirdiğini ve diğerlerinin geliştirmediğini açıklayan bir unsurlar kümesidir. TSSB gelişimine zemin hazırlayan çeşitli faktörler tanımlanmıştır (Belloch, 2020):

  • Bir kişi travmatik olay meydana geldiğinde duygusal olarak kırılgansa.
  • İstismar geçmişine sahip olmak. Zaman içinde biriken ve şimdiki zamanda yaşanan stres, travma eşiğini düşürür.
  • Aile ve arkadaşlarla güçlü bağların olmaması. Bu, travmatik bir olay yaşandığında, yardım eksikliği olduğu anlamına gelir.
  • Değişen durumlara uyum sağlamada sorun yaşama. Bu da insanı çaresiz ve umutsuz hissettiriyor.
  • Önemli miktarda zaman süren sık travmatik olaylar.
  • Olayın türü. Örneğin, bir insan saldırganın TSSB’ye neden olma olasılığı, deprem gibi doğal bir olaydan daha fazladır.
  • Travmatik olay üzerinde kontrol eksikliği.
  • Daha yüksek travma şiddeti.
  • Askerde bulunmuş ve birini öldürmüş olmak veya bir meslektaşının başka bir insanı öldürmesini veya işkence etmesini izlemiş olmak.
  • Dissosiyasyon savunma mekanizması yoluyla travmaya tepki vermek.

Gördüğünüz gibi, peritravmatik risk faktörlerinin bir karışımı var. Travmatik olay sırasında olanlara atıfta bulunurlar ve büyük ölçüde neden bazı insanların bu bozukluğu geliştirip diğerlerinin geliştirmediğini açıklarlar.

Açıkçası, bu değişkenlere müdahale ederek TSSB gelişiminin nasıl önleneceği konusunda daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır. Ne de olsa, güçleri, bir bireyin TSSB geliştirip geliştirmediğini belirleyebilir.

“Bir kişi asla travmasına indirgenmemelidir.”

-Boris Cyrulnik-

Psikolog Gorka Jiménez Pajares

Zor insanlar, negatif insanlar, toksik insanlar. Bizi kıran ve büyük ihtimalle oldukça huzurumuzu kolayca kaçıran insanlar. Genellikle onları hayatımızda istemeyiz ancak onlarla karşılaşmak kaçınılmazdır. Muhalefet etme konusunda ustadırlar ve genellikle düşünmeden patlarlar. Onlarla anlaşmazlığa düşmek bizi çok rahatsız eder, aynı zamanda benliğimize uymaz. Büyük ihtimalle bizimle kişisel bir sorunları yoktur ancak kendileri ile büyük bir mücadele içinde olabilirler. Günün sonunda Gandhi’nin dediği gibi, kendisiyle savaş halindeki bir kişi tüm dünya ile savaş halindedir.

Hepimizin hem karanlık hem aydınlık yanı vardır, her birimiz birer baş belası olabiliriz

Sürekli haddinden fazla eleeştiren, dedikodu yapan, kavga etmek için fırsat arayan, tartışmak için yaşayan ve araları gayet iyi olan iki kişinin söylemediği şeyler uydurarak gerçeği işine geldiği gibi çarpıtan birinin yanı başında olmak yorucudur. Bu yüzden araya duygusal olarak mesafe koymalıyız. Negatifliği özümsememeli, saldırılarını içselleştirmemeli, kötü sözlerini üzerimize alınmamalıyız. Eğer alınırsak, bu, oldukça derinlere gidip, öz benliğimizde bir çökme yaratabilir.

Zor insanların yarattığı sorunlarla başa çıkmak

Birinin zor bir insan olup olmadığını anlamanın en iyi yolu kendisiyle mücadele içinde olup olmadığına bakmaktır. Uçsuz bucaksız bir kötülük kuyusu mu değil mi?

Onları anlamak için şu konuları kafamızda netleştirmeliyiz:

  • Zor insanlar vardır evet ancak bu kişilerin içlerinde savaş yaratan duygusal problemleri olduğunu hatırladığımızda fikrimiz değişir.
  • Bazen, belli çevrelerde hepimizin sorun çıkardığı olur. Gerçekten sevdiğimiz biri, intikam almaya can atan bir savaşçı gibi davranabilir. Böyle bir şey yüzünden, eşimizi, kardeşimizi, çocuğumuzu, arkadaşımızı ya da ailemizi daha az sevecek değiliz.
  • Zor insanların yarattığı sorunlarla başa çıkmanın bir başka yolu da bakış açınızı değiştirmek ve bizim yapmış olabileceğimiz bir hata olduğu fikrine kapılmaktan kaçınmaktır. Eğer bunu içselleştirirsek, bizi de yaşadıkları fırtınanın içine çekerler.

Sizi, yaşadıkları fırtınanın içine çekmelerine izin vermeyin

Başka insanların, bizi, yaşadıkları fırtınanın içine çekmesine izin veremeyiz. Neden mi? Bu örnek sayesinde neden olduğunu çok iyi anlayacağız:

– Eğer birisi size bir hediye ile gelirse ve onu kabul etmezseniz, hediyenin sahibi kim olur?

– Hediyeyi vermeye çalışan kişi, dedi öğrencilerden biri.

– İmrenme, öfke ve hakaret için de aynı şey geçerlidir, dedi öğretmen. Kabul edilmediklerinde, en başta ait oldukları kişide kalmaya devam ederler.

Her bir birey, pozitif olsun olmasın, içindekileri başkalarına verir. Bu, bizi inciten kişilerin onlar olduğu anlamına gelmez ama biz onların fikirlerine ve hareketlerine geçerlilik kazandıranlarız. Başka bir deyişle, ortada incitme yok ancak darılanlar var. İç mimarimiz saldırılara karşı kendini korumak için silahlarla donanmıştır. En güçlü üç silah şunlardır: mesafe koymak, anlamak ve önemsiz olanı görmezden gelmek. Kelimelerin rüzgarla birlikte uçup gitmesine izin verebiliriz ya da tam tersine içimizde kalırlar. En doğrusunun hangisi olacağına karar vermekte hiç kimsenin zorlanacağını sanmıyorum.

Ataraksiya durumundaki insanlar genellikle dingin ve huzurludur. Bununla birlikte, bu duygusal olgunluğun ve korkunun tamamen yokluğunun arkasında nörolojik bir değişiklik olabilir. Ataraksiya kavramının geçmişi antik Yunanistan ve Stoacılara kadar uzanır. Bu, hiçbir şeyin sizi etkilemesine izin vermemeniz ve zorluklar karşısında sakin kalmanız gerektiği anlamına gelir. Korku, endişe, öfke ve hayal kırıklığından arınmış bir zihin durumu pastoral görünüyor. Sonuçta, kim bu gönül rahatlığıyla yaşamak istemez ki?

Aslında bu gerçeğin sağlıkla ve hatta mantıkla pek ilgisi yok. Örneğin, Grimm kardeşlerin “Korkunun Ne Olduğunu Öğrenmek İçin Dışarı Çıkan Genç” hikayesi, hayatının büyük bir bölümünü insanları tanımlayan bu duyguyu tanımaya çalışarak geçiren bir gençten bahseder. Aslında, ne olursa olsun bir duyguyu duygusal kayıttan dışlamak ciddi sonuçlara yol açabilir.

Bu nedenle ataraksiya, ilham verici bir kavram olmaktan çok, aslında bir bozukluk olabilir. Dahası, nörolojik bile olabilir. Üzüntü, huzursuzluk ve sıkıntı can sıkıcı ve hatta rahatsız edicidir ancak hayatta kalma açısından tartışılmaz bir amacı yerine getirir.

“Onu o kadar mutsuz etmiştim ki, bir mizah anlayışı geliştirdi.”

– Rabo Karabekian

taraksiyanın tanımı ve semptomları

Yunan felsefesi, ataraksiyayı soğukkanlılık olarak tanımladı. Demokritos veya Herakleitos gibi figürler, bu eğilimi tutkuyu azaltmak için kullanmayı düşündüler ve aydınlanma ve ruhun asaleti ile eşanlamlı, sakin ve aşılmaz bir davranış olarak gördüler. Bu davranış ve tutum perspektifi, Epikürcüler, Stoacılar ve şüphecilerle birlikte ortaya çıktı. Bu bağlamda, Cambridge Üniversitesinden Dr. James Warren tarafından yürütülen araştırma, Epikürcülerin ataraksiyayı zihinsel sağlıkla eşanlamlı olarak düşündüklerini göstermektedir. Bunun nedeni, korkuları zihinden “sökebilir” olmasıdır.

Bu açıdan bakıldığında, pek çok kişi onu cesaret verici ve doğru olarak algılayacaktır. Kalıcı bir kayıtsızlık durumunda, hiçbir şeyin sizi etkilemeyeceği psikolojik bir alanda yaşamayı kim istemez ki? Ancak aslında, hayatın olumsuzluklarına bu şekilde tepki verecek olsaydınız insan olmazdınız. Bir zombi olurdunuz. Çevresel olaylara tepki verememe veya korkunun yokluğu birçok durumda nörolojik bir bozukluğu tanımlar.

Ataraksiyalı  bir kişi nasıl görünür?

Bu durum, Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabında (DSM-V) yoktur. Ancak yukarıda bahsettiğimiz gibi nörolojik bir sorunun belirtisi olabilir. Birkaç beyin değişikliği bu gerçeklik ve semptomlarıyla ilişkilidir:

  • Pasif davranış ve çevresel uyaranlara tepki verememe
  • Tıbbi ataraksiya sorunu olan bir kişi ruh halinde değişiklik göstermez. Bu nedenle, her zaman ne inişler ne de çıkışlar, neşe, korku veya hayal kırıklığı göstermedikleri bir duygulanımsal düzleşme halindedirler.
  • Hayal kırıklığı göstermezler. Başka bir deyişle, örneğin hata yapmak veya bir hedefe ulaşamamak gibi olayları sakince ve neredeyse kayıtsızca yaşarlar.
  • Eylemlerinden ne suçluluk duyarlar ne de sorumluluk hissederler.
  • Aynı şekilde, sınırlara uymamaları ve riskli davranışların farkında olmamaları da yaygındır

Ataraksiyanın kökeni

Klinik veya tıbbi ataraksiya, felsefi ataraksiyanın aşırı şeklidir. Başka bir deyişle, hayatın olayları karşısında sakin ve soğukkanlı bir karakter korunabilir. Ancak neşeyi, suçluluğu, korkuyu, ıstırabı, sevginin coşkusunu ve hatta zaman zaman hüznün tedirginliğini yaşamak beklenir ve tavsiye edilir. Bu duygular, değerli öğrenme araçları oldukları için hayatın beklenmedik olaylarına uyum sağlamanıza izin verir. Bununla birlikte, klinik ataraksiyası olan biri açık bir uyumsuz pasiflik gösterir. Bu durum, çevrelerine sosyal, mesleki ve duygusal olarak tepki veremeyen kişileri tanımlar. Bu sorunun kaynağı nedir?

Ataraksiyanın nörolojik kökeni

Birden fazla tetikleyici, ataraksiyayı açıklayabilir. En yaygın olanları beynin ön bölgesine travmatik şoklar ve serebrovasküler kazalardır. Urbach-Wiethe hastalığının tam bir korku yokluğuna neden olduğunu da belirtmeliyiz. Bu durum, amigdalanın bir lezyonu veya atrofisinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bildiğiniz gibi, bu bölge duygularınızın bir kısmını, en yaygın olarak da korku ve uyanıklık hissini düzenler. Böylece amigdala, tehlikeyle karşı karşıya kaldığında hemen beyin korteksine bilgi gönderir. Bu alan, gerçek riski objektif olarak değerlendirmek için bilişsel bir filtre uygular. Ancak ataraksiya olan bir kişi bu işlemlerin hiçbirini gerçekleştiremez. Bu nedenle, Grimm Kardeşlerin hikayesindeki Korkunun Ne Olduğunu Öğrenmek İçin Dışarı Çıkan Gencin aslında bir amigdala değişikliğinden muzdarip olması muhtemeldir.

Psikolog Valeria Sabater

Boş Yuva Sendromu

Boş yuva sendromu, çocukları evden ayrıldığında ebeveyn tarafından yaşanan depresif ve hüzünlü ruh hali olarak tanımlanır. Bu dönemde aynı zamanda menopoza girme veya kendi ebeveynlerinin bakımını üstlenme ihtimali yükselen kadınların olumsuz etkilenme olasılığı erkeklere oranla daha fazladır. Anne olmak, birçok kadının üstlendiği en önemli roldür ve çocukların evden gitmesiyle derin bir kayıp ve boşluk duygusu oluşabilir.

Gençlerde, eğitim, askerlik, iş hayatı, evlilik gibi yeni bir hayata başlarken aile desteğinden uzak kalmaya bağlı sorunlar yaşanması, anne-babanın yalnız kalması, uğraşlarının azalması buna bağlı kaygılar ve mutsuzluk gelişmesidir.

Gençlerin yeni sorumluluklar üstlenmeleri, hayatın doğal bir parçasıdır. Bunu yapamamaları, gençlerin kendilerine güvenlerinin kaybı, yetersizlik duygularına kapılmaları gibi başka sancılı süreçler başlatabilir. Bu nedenle, gençlerin ergenlikle birlikte başlayan aileden kopma ihtiyaçlarını doğal bir süreç olarak kabullenmek, ebeveynleri daha farklı anne-babalık rollerine hazırlamak gerekir. Gençlerin evden ayrılmaları, anne-babada kaygı bozukluğu, takıntılar, eş ile ilgili sorunlar(iletişimsizlik, sosyallik ve cinsellik), depresyon gibi durumlara yol açabilir. Gençler, aileden ayrılma sürecinde çok fazla zorluk çekebilir. Ailelere bu konuda danışmanlık almalarını önermek doğru olabilir. Aynı yaş döneminde menopoz, andropoz ve emeklilik gibi durumların birlikte olması sorunların daha şiddetli yaşanmasına yol açabilir. Bazı anne-babalar, bunu sahip oldukları bir rolü kaybetmek olarak düşünüp kaygılanabilirler.

Araştırmalar, ebeveyn-çocuk ilişkisinin kalitesinin boş yuva sendromu ile mücadelede etkili olabileceğini göstermektedir. Çocuklarla kurulmuş yakın ilişki bu geçiş döneminde ebeveynin boşluğa düşme riskini hafifletir. Anlaşmazlıklar, çatışmalar ve olumsuz duyguların hakim olduğu bir ebeveyn-çocuk ilişkisi ise yetişkinliğe geçiş yapan çocukların ve ileri yaşın zorluklarını yaşayan anne babaların birbirlerinden alacağı desteği azaltır.

Çocuğa yönelik harcanan zaman ve enerji artık hayatın farklı alanlarına kaydırılabilir. Eskiden zevk alınan uğraşlara yönelmek, yenilerini keşfetmek veya çalışmaya yönelik girişimlerde bulunmak sendromun etkisini azaltabilir. Araştırmalar çalışan kadınların bu durumdan daha az etkilendiğini gösterir. Böyle bir geçiş dönemi aynı zamanda çocuğun yeni hayatında farklı bir rol alınması ve ebeveyn kimliğinde değişim yaratmak için bir fırsattır. Çocukla daha arkadaşça bir ilişki kurulabilinir ve onların mahremiyetine duyulan saygı artabilir.

Boş yuva sendromuna yönelik içgörünün artması, çocuk daha evi terketmeden hazırlık yapmaya yönlendirir. Arkadaşlara, uğraşlara, kariyere ve farklı eğitimlere zaman ayırmak, herkes bir çatı altındayken aile ile geçirilen zamana özen göstermek ve çocukların bağımsızlığı ile elde edilecek zaman, alan ve maddi imkanları kullanmak için planlar yapmak ebeveyni çocukların ayrılışına hazırlar.

Bazı Anne Babalar Daha Duyarlı

Araştırmalar bazı anne babaların diğerlerine göre daha duyarlı olduğunu göstermektedir. Boş yuva sendromundan en fazla etkilenen insanların ortak bazı özellikleri şöyledir:

  • Değişimi stres verici bir unsur olarak algılamaktadırlar.
  • Evden ayrılmanın çocukları ve kendileri için zor bir duygusal deneyim olduğunu düşünürler.
  • Evliliği değişken, dengesiz bulurlar ve yeterince tatmin edici bulmazlar.
  • Bebeğin sütten kesilmesinde ya da çocuğun okula gönderilmesinde zorluk yaşamış olan anne babalar, bu durumdan daha çok etkilenirler.
  • Yüksek özgüven sahibi olan kişilere oranla düşük özgüven sahibi kişilerin, yoksunluk duygusunu yaşama olasılıkları daha güçlüdür.
  • Çalışan anne babalara göre, çalışmayan anne babalar boş yuva sendromundan daha çok etkilenmektedir.
  • Çocuklarının kendi sorumluluklarını üstlenemeyeceklerini düşünen anne babalar boş yuva sendromundan daha çok etkilenmektedir.

Yeni Mücadeleler

  • Boş yuva sendromunu yaşayan ve bu durumla baş etmek için çabalayan insanlar;
  • Yetişkin çocukları ile farklı ve yeni bir ilişki kurarlar.
  • Çocuklarla birlikte yıllarca aynı evde yaşamanın ardından, çocuklar evden ayrıldığında anne baba başbaşa kalır ve tekrar çift olma yolunda ilerler.
  • Anne babalar, evden ayrılan çocuğun ya da çocukların neden oluğu boş zamanları değerlendirirler.
  • Anne babaların, çocuğun ya da çocukların evden ayrılmasını olumlu ve sağlıklı bir durum olarak değerlendiren sosyal çevre tarafından anlayışa ve desteğe ihtiyaçları vardır.

Diğer Zorluklar

Boş yuva sendromu yaşayan anne babaların kederlerini, aynı anda gerçekleşen diğer yaşam olayları da etkilemekte ve acıyı şiddetlendirmektedir. Bu yaşam olayları şunlar olabilir:

  • Emeklilik
  • İş Kaybı
  • Menopoz-Andropoz
  • Eşin ölümü
  • Tekrar İş Yaşamına Dönme
  • Boş yuva sendromu yaşayan bazı anne babalar tekrar çalışmaya ya da eğitime dönüş yapabilirler. Anne babalara şunlar önerilebilir:
  • “Bir gün mutlaka yapacağım.” diye kendinize söz verdiğiniz hayallerinizin bir listesini yapın ve hayallerinizi gerçeğe dönüştürmeye başlayın.
  • Öncelikle ulaşılması kısa süren ve gerçekleştirilmesi diğerlerine göre daha kolay olan bir hedef belirleyin.
  • Arkadaşlarınızla iletişiminizi güçlendirin ve muhtemel iş fırsatlarını değerlendirin.
  • Hobi kurslarına, derneklere ve meslek kuruluşlarına katılın.

Depresyon ve Stres ile Başa Çıkma

Çocuğun evden ayrılması anne babalar için oldukça önemli bir stres kaynağıdır. Anne babalara, bu durumla başa çıkmak bazı öneriler şunlardır:

Kederinizi kabul edin. Sosyal çevrenizin ve hatta ailenizin sizi anlamadığını, size destek olmadığını düşünseniz bile, acınızı yaşamanız için kendinize izin verin.

Bazı uğraşlar size zorlandığınız bu değişimi kabullenmeniz için yardımcı olacaktır. Duygularınızı kabullenmeniz ve yaşayabilmeniz için evden ayrılan çocuğunuzun odasını yeniden dekore etmek, bahçe işleri ile uğraşmak, spor yapmak ve buna benzer hobilerle ilgilenebilirsiniz.

Eşinizle duygularınızı, düşüncelerinizi ve gelecekle ilgili planlarınızı paylaşın.

Arkadaşlarınızla duygularınızı ve düşünclerinizi paylaşın. Boş yuva sendromunu yaşamış olan arkadaşlarınızın önerileri ve destekleri oldukça yararlı olacaktır.

Kendinize bu önemli değişime uyum sağlamanız için zaman verin. Özellikle ilk bir kaç hafta ya da ilk bir kaç ay kendinizi zorlamayın.

İlgi alanlarınıza ve hobilerinize artık bol bol zaman ayırabileceğinizi unutmayın.

Kendinizi iyi hissetmenizi sağlayan uğraşılarınıza ağırlık verin. Ayrıca günlük tutmak gibi tamamen kendinize özel bir uğraş da kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlayabilir.

Çocuğunuzun evden ayrılmasının üzerinden bir kaç ay geçmesine rağmen, kendinizi üzüntülü ve bunalmış hissederseniz, profesyonel yardıma başvurun.

Yaşlılık ve Kadın

  • “Neden bu kadar yüksek bu ses?”
  • “Gözlüğüm nerede?”
  • “Hiç bir şey göremiyorum.”
  • “Kilo alıyorum az yemeliyim.”

Son yıllarda gelişen teknoloji ve insanların sağlık bilincinin güçlenmesi ile ortalama yaşam süresi uzamış, dünyadaki nüfus oranı ise artmıştır. 20. yüzyılın başlarında ortalama yaşam süresi 40 yıl iken, 1950–2000 yılları arasında bu süre 66’ya çıkmıştır.

Yaşlılık dönemi 65 yaş civarı olarak kabul edilmektedir. Bu dönemde kişi hem zihinsel, hem fiziksel hem de kişilik açısından değişimler gösterir.

Zihinsel Değişimler

Daha yavaş düşünme, algılamada ve yeteneklerde zayıflama, dikkatsizlik, öğrenme yetisinde azalma, motor kabiliyetlerin zayıflaması gibi özellikler zihinsel yaşlılık belirtileri olarak kabul edilir.

Kişilik Açısından Değişimler

Esneklikte azalma – yeni durumlara uyum sağlayabilme, yeni düşünceleri kabul etme, ilişkilerde daha seçici olma, insanlara şüphe ile yaklaşma, kendi ve kendi bedeniyle daha çok ilgili olma gibi özellikler kişilik açısından yaşlılık belirtileri olarak kabul edilir.

Fiziksel Değişimler

Yaşlandıkça dokular daha az elastik bir hal alırlar bu da dokuların doğal yapılarının bozulmasına sebebiyet verir. Dokuların normal yapısını kaybetmesi ise organ bozukluklarına yol açabilir. Yaşlılık engellenemez bir olgudur, zaman durdurulamayabilir fakat geride kalan yıllarda ne kadar sağlıklı yaşanılmış ise, o kadar geç yaşlanılır.

Yaşlılık ve Kültür

“İçinde Bulunduğum Toplum Beni Nasıl Görüyor?”

Yaşlılık kavramı her toplumda ve her konumda değişen bir kavramdır. Her toplumun veya ailenin konumuna göre yaşlılığa bakış açısı farklılık gösterir. Batı toplumlarının doğu toplumlarına göre daha bireyselci bir yaşam tarzı seçtiği düşünülür. Doğu toplumlarında ise günümüze kadar neredeyse hiç değişmeyen kolektif bir yaşam tarzı vardır

Batı toplumlarında, aile bireyleri bir arada yaşamak ile birlikte her işlerini ayrı ayrı bireyler olarak görürler. Çocuklar daha çok küçükken bile her işlerini kendileri halletmeyi öğrenirler. Böyle bir toplumda yaşlılığın, bilgeliğin pek de bir önemi yoktur, nasıl olsa herkes kendi başının çaresine bakabilmektedir.

Doğu toplumlarında yaşlılık bilgelik, yücelik, saygınlık olarak kabul edilir. Ailenin en yaşlısı o evin reisidir ve her zaman sözü dinlenilen kişi olmuştur. Görüldüğü üzere yaşlılık kavramının her kültürde farklı bir değeri vardır.

Yaşlılık ve Ekonomik Durum

Batı toplumlarından örnekle, yaşlılar sürekli bireyselleşen aileler için yalnızlığa mahkûm edilmiş durumdadırlar. Sürekli çalışıp eve para getiren bireyler yaşlı kimseyi bir yük olarak görmeye başlayabilir ve barındırmak istemeyebilirler. Ülkemizde yaşlı bakım evlerinin azlığı veya gerektiği kadar iyi işlemeyişi yüzünden yaşlılar her geçen gün kendilerini toplumdan daha da soyutlanmış hissedebilirler. Bunun yanı sıra aileden de soyutlanmış yaşlı bir kimse ekonomik olarak da çok zor durumda kalabilmektedir.

Yaşlılık ve Depresyon

“Bu değişime ayak uydurmak istemiyorum.”

Yaşlılık yaşamın her yönden değişime uğraması anlamına gelmektedir. Fiziksel değişimin yanı sıra insan hayatındaki çevresel faktörler de değişime uğramaktadır. Yaşlılık artık bir genç gibi deli dolu yaşamaya belli bir sınır getirmektedir. Ayrıca yaşlanmaya bağlı olarak sevilen insanların kayıpları çoğalmış, kişi daha da yalnızlaşmıştır. Kişinin artık bakıma ihtiyacı vardır ve ona bakacak bir ailesi olmadığı takdirde çok daha fazla yalnızlık çekebilir. Değişen ortam, yaşam koşulları ve yakın ilişkiler kişiyi bu dönemde mutsuzluk, çaresizlik ve sonuç olarak da depresyona sürükleyebilir.

Bilinenin aksine yaşlılık döneminde depresyon sanıldığı kadar normal değildir. Depresyon ister genç ister yaşlı kişilerde olsun tedavi edilmesi gereken bir unsurdur. Özellikle yaşlılarda tedavi edilmeyen depresyon işlevsellikte azalma, sağlık hizmetlerinin daha çok kullanılması ve en kötüsü intihar ile sonuçlanabilir.

Yapılan araştırmalarda bazı özelliklere sahip olmanın depresyon oluşma riskini artırdığı bulunmuştur. Bu özellikler; kadın olmak, sosyal destek azlığı, kronik fiziksel hastalığa sahip olmak ve düşük bir sosyoekonomik düzeye sahip olmaktır.

Yine yapılan araştırmalarda, 65 yaş üstü bireylerde

Majör depresyon görülme oranı %2–4

Depresif belirtilerin görülme oranı %10–15 olarak bulunmuştur.

Yaşlılık ve Kaygı

“Gittikçe daha da yalnızlaşıyorum, yalnız öleceğim.”

Yaşlıkta kaygı genellikle depresyon ile birlikte görülmekte ve çevresel faktörlerden doğan bir olgu olarak kabul edilmektedir. Yaşlılıkta değişen nesilleri görmek, aileden uzaklaşmak, sosyal ortamdaki değişiklikler, fiziksel ve zihinsel değişiklikler kişinin kaygı düzeyinin yükselmesine sebebiyet verebilir.

Bu dönemde asıl kaygıya sebep olan olgu ise kişinin “ölüm” kavramını daha yakından görmeye başlamasından kaynaklanmaktadır. Yapılan bir araştırmada yaşlılık ile birlikte eğitim ve sosyoekonomik düzey ile ölüm düşüncesi arasında anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Daha eğitimli ve daha iyi sosyoekonomik düzeye sahip olan kişilerin analitik becerileri daha çok geliştiğinden ölümü daha çok irdelemeye yönelmektedirler.

Yaşlılık ve Cinsellik

“Artık hiçbir yönden çekici değilim, kimse bana eskisi kadar değer vermiyor.”

Yaşlılık beraberinde ilişki problemlerini de getirebiliyor. Yaşlanan çift birbirine karşı daha az ilgi ve saygı duyabiliyor. Böyle bir durumda kadın kendini cinsellikten çekiyor. Erkek ise cinselliği bir haz alma durumu olarak gördüğünden eşinden göremediği ilgiyi başkasında aramaya yönelebiliyor. Kadının kendini cinsellikten emekli etmesi ve mutlu bir şekilde yaşlılığını geçirebileceği bir eş bulması erkeklerin kendilerine arzularını bastıracak bir partner bulmalarından daha zor olduğu kabul edildiğinden, kadınlar yaşlanmayı bir tehdit olarak görüyorlar.

Yaşlanan kadın eşi ile işbirliği yapmak yerine çoğu zaman estetik ameliyatlarına milyonlarca para döküyor, sürekli alışveriş yapıyor ve zamanının çoğunu güzellik merkezlerinde harcıyor. Oysa kocası ile işbirliği yapan ve hem güzel bir cinsel hayatı hem de huzur içinde yaşamayı seçen kadın hem daha az kaygı yaşıyor hem de maddi açıdan daha az sıkıntı çekiyor.

Tedavi

Yaşlılık döneminde yaşanılan depresyon, kaygı, ilişki problemleri veya kişisel problemler mutlaka ve derhal müdahale edilmesi gereken olgulardır. Yaşlılıkta kişi hem daha fazla yalnızlık çekiyor, hem daha fazla fiziksel yakınmaya sahip oluyor hem de daha fazla ölüm kavramına yaklaşıyor. Bu sebeple, bu dönemde aşırı mutsuz olan kişinin yaşayacağı ruhsal sorunlar daha tehlikeli, bir hal alıyor. Bu dönemde kişi mutlaka uzman bir hekimden yardım almalı ve yaşlanan kişinin değişen ortamına adaptasyonu birinci planda tutulmalıdır.

DOÇ. DR. ADNAN ÇOBAN PSİKİYATRİST-PSİKOTERAPİST

Evliliğe Uyum Ve İlişkilerde İletişim Sorunları

Beraberlik Öncesi Sorunlar

  • “Başaramazsam…”
  • “Rezil olurum…”
  • “Ya kabul edilmezsem…”

Birçok kişi karşı cinsle iletişim kurmakta sorunlar yaşayabilir. Karşı cinsle iletişim kurma sorunlarının çeşitli sebepleri olabilir. Bu sebepler arasında, kişinin yoğun bir şekilde sosyal kaygı yaşaması yer alabiliyor. Kişi “Rezil olurum, ya kabul edilmezsem” şeklindeki olumsuz otomatik düşünceler nedeniyle bir kaygı yaşar ve yaşadığı bu kaygı harekete geçmesini, karşı cinsle yakınlaşmasını engeller.

Beraberlik öncesindeki sorunlar arasında, kadının ilişki kurmaya hazır olmaması, önceki ilişkisi ile ilgili sıkıntılarının devam ediyor olması, çekingen kişilik özelliklerinin olması vb. sayılabilir. Aslında erkekten hoşlandığı ve beraberlik istediği halde bu sorunlar nedeniyle bir türlü harekete geçememekte, hoşlandığını ve istediğini gösterememektedir.

  • “Beni hiç aramıyor. Benimle ilgilenmiyor. Benim onun için bir değerim yok”
  • “Sürekli nerdesin, ne yapıyorsun demesinden sıkıldım. Resmen bana güvenmiyor. ”

İlişkinin başlangıcındaki beklentiler ve arzular kişiden kişiye farklılık göstermektedir. Bir kişi çok aranmaktan hoşlanırken bir diğeri beraber olduğu kişinin sürekli aramasından rahatsızlık duyabilir. Birlikte olduğu kişi hiç aranmıyorsa, ilgilenmiyorsa, kişi kendisini değersiz ve önemsiz hissetmeye başlayabilir. Her dakika nerdesin, ne yapıyorsun diye aranan kişi ise, bu durumdan sıkılabilir. “Bana güvenmiyor” düşüncesine kapılabilir.

Geçmiş Travmatik Deneyimler

  • “Hiçbir erkeğe güvenmiyorum”
  • “Hiçbir kadına inanmıyorum”
  • “Bu kişi de beni terk edecek”
  • “Ya terk edilirsem”

Önceki ilişkilerde yaşanan travmatik deneyimlerde (taciz, baba ile yaşanan sorunlar, fiziksel şiddet vb) kişinin beraberlik öncesinde sorunlar yaşamasına neden olabilir. Yaşanan travmatik deneyimler kişinin dünyaya, kendine olan güvenini etkilediğinden temel güven duygusu sarsılabilir. İlişkilerde de “Erkeklere/kadınlara güvenmiyorum” “Hiç kimseye güvenmiyorum” “Diğerleri gibi bu kişi de beni terk edecek” “Ya terk edilirsem” şeklindeki düşünceler bir ilişkinin başlangıç sürecine olumsuz bir şekilde yansıyabilir.

Beraberlik öncesi çiftlerin cinsellikle ilgili aynı yerde olmamaları da çatışma yaratabilir. Örneğin, erkeğin hemen cinselliği yaşama arzusu ve bu doğrultuda yapmış olduğu duygusal ve fiziksel baskılar kadın üzerinde travma yaratabilir.

  • “Beni anlamıyorsun…
  • “Benim istek ve arzularımı, beni önemsemiyorsun…”
  • “Beni sevsen, benimle evlenirsin”

Çiftlerin, birbirlerinin beklentilerini karşılayamaması, yeterli iletişim kuramaması da beraberlik öncesinde yaşanan önemli sorunlar arasındadır. Örneğin; kadının evlenmek istemesi, erkeğin cinsellik istemesi vb. Beklentileri karşılanmayan kişi de, öfke duygusu oluşmaktadır.

Evliliğe Uyum Sorunları

  • “Evliliğimin daha ilk akşamı bana hakaret etti”
  • “Evime, eşime alışmaya çalışıyorum”
  • “Eşimin bazı davranışları beni öfkelendiriyor. Ama şimdilik görmezden geliyorum”

Evliliğin ilk ayları, birlikte yaşamaya uyum ve alışma evresidir. Eşlerden birinin davranışı diğerinde öfke ve rahatsızlık yaratabilir. İlk aylarda, bu davranışları görmezden gelerek, kavga etmemek için içe atabilir. Biriken duygular, daha sonrasında bir tartışma ile tekrar harekete geçebilir. Tartışma esnasında söylenen sözleri eşler biriktirebilir. Bu sözleri uzun süre unutamayabilirler. Eşler, kavga esnasında birbirlerinin canını acıtacak noktaları bilirler. Çoğu zaman kişiliğine yönelik söylemlerde bulunabilirler.

“Çatışmalar, kavgalar giderek artıyorsa, eşlerden biri yada ikisi depresyon, kaygı vb. sorunlar yaşıyor olabilir.”

Çatışmaların, kavgaların sürekli olduğu evliliklerde, eşlerden birinin yada ikisinin de psikolojik sorunları da olabilir. Depresyon, kaygı, öfke, takıntı, cinsellik vb. sorunlara sıklıkla rastlanmaktadır.

Evlilik ve Cinsellik

Kadın veya erkek cinsellikten nefret ettiği için cinsellik olmadan devam eden birçok evlilik vardır. Bunun yanı sıra, bazı evliliklerde cinsellik devam etmektedir. Ancak kadın cinsel arzu duymamaktadır, cinsellik onun için bir anlam ifade etmemektedir. Cinselliği evliliğin sürdürülmesi için bir zorundalık olarak görmektedir. Cinsellik beraberliğin başından beri yoksa veya az yaşanıyorsa eşlerden biri bunun eksikliğini hissedebilir. Eksiklik duygusu, eşleri ayrılık aşamasına getirebilir, yeni birliktelikler arayışına sokabilir.

Bazı birliktelikler de ise, erkek cinsellikten uzak durabiliyor. Erkeğin uzak durmasının nedenleri arasında; yetiştirilme tutumları, sosyal fobik olması, içe kapanıklık vb. sayılabilir. Erkekte sertleşme, erken boşalma sorunu olduğunda, kadın isteksizlik yaşayabiliyor, orgazma ulaşamayabiliyor. Bununla birlikte, kadında vajinusmus, cinsellik esnasında ağrı vb. sorunlar yaşayabiliyor.

Cinsellik esnasında çiftin karşısındakinin isteklerini, arzularını düşünmeden yaşaması da (örneğin, erkeğin kadını düşünmeden yaşaması, kadını uyarmayı, tatmin etmeyi düşünmemesi) cinsel uyum sorunlarının açığa çıkmasına neden olabilir.

Evlilik ve İletişim Sorunları

  • “Evlendikten sonra çok değiştin.”
  • “Beni hiç anlamıyorsun”
  • “Beni artık sevmiyorsun”

Evli çiftlerden bazıları, hayatı gidişatına bırakıp daha önce yaptıkları faaliyetleri yapmamaya başlarlar. Çoğunlukla da, bu durumun normal olduğunu, evliliğin böyle bir şey olduğunu düşünürler. Kadın evliliğine enerji verecek girişimlerde bulunmaktan vazgeçebilir, erkek de giderek duyarsızlaşabilir, kadının istek ve arzularını görmezden gelmeye başlayabilir. Dışarıdan bakıldığında, aynı evin içinde sorun yok gibi gözükmekte ancak kişiler giderek duygusal anlamda birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar. Göz göze bakışmalar, dokunmalar giderek azalır. Eşler bazen de iletişimsizliği mantıklaştırabilirler (örneğin; çok yorgunum, uyuyacağım vb.)

Paylaşımların azalması, tahammülsüzlük, olayları olduğundan fazla büyütme ve aşırı tepkiler verme beraberlik de sorunların olduğunun sinyalini vermektedir. Kadının duygusal ihtiyaçlarının karşılanmaması, kadınla ilgilenilmemesi de kadını şiddete maruz bırakmaktır. Örneğin; özenerek farklı bir yemek yapmış olan kadına eşinin eline sağlık dememesi ve fark etmemesi vb. Bu durumda, eşlerin duygu, düşünce ve beklentilerini karşısındakine ifade edebilmesi, karşısındakini dinlemesi evliliğin doyuma ulaşmasını sağlayacaktır.

  • “Eşimle konuşmaktansa internete girmeyi tercih ediyorum”
  • “Onunla konuşamıyorum”
  • “Eşimin sürekli olarak tartışmak için bir konu gündeme getirmesinden bıktım.”
  • “Sürekli kuaförde”

Evlilik yaşamındaki uyum, ilişkilerin ve iletişim becerilerinin yeterli düzeyde olması ile ilgilidir. Eşlerin birbirlerine gerekli anlayışı göstermeleri, iletişimde, çiftlerin “ben” dilini kullanması, dinlemesi, isteklerini dile getirirken emir cümleleri kullanmaması önemlidir.

Çiftler zaman zaman pasif agresif veya agresif tutumlar sergilemeye başlayabilirler. Örneğin; evlilikte bir kişinin çok konuşması, diğerinin susması, kadının bir konu gündeme getirmesi ve tartışması, erkeğin yeter artık demesi, kadın odasında internete girmesi, işyerinden geç çıkma, sürekli kuaföre gitme veya evden çıkmama vb. Eşlerin birbiri ile uyumlu olması, iletişim becerilerinin yeterli düzeyde olması evliliğin sağlıklı yürümesini sağlamaktadır.

Kültürün ve Diğer Unsurların Evliliğe Yansımaları

Kültürel farklılıklar, toplumun değer yargıları, otoriter anne baba tutumu, çocuk yetiştirme tutumları karşı cinsle iletişim kurmayı ve sorunlar için çözüm bulmayı etkileyecektir. İletişim sorunları karşı cinsle ilgili deneyim eksikliğinden veya aile içerisindeki yaşantılarından ( anne babanın hiç konuşmaması vb) kaynaklanabilir. Kişinin, ergenlik döneminde karşı cinsle iletişim kurma çabası ile ilgili yaşantıları, aile içinde yaşadığı sorunlarla nasıl baş ettiği bu süreci etkileyebilir

Çocuk ve Evlilik

“Çocuğumuzun doğumundan sonra eşim benimle eskisi gibi ilgilenmiyor” “Cinsel isteksizlik yaşıyorum” “Artık anneyim”

Çocuğun doğumu ile birlikte kadın kendini çocuğun bakımını ile ilgilenmeye verebilir. Bu durumda, eş kendisini ikinci plana atılmış hissedebilir. Gebelik esnasında ise, kadın cinselliği yaşamama, cinselliği yaşarsam çocuğuma zarar verebilirim şeklinde gerçek dışı düşüncelere kapılabilir. “Artık anneyim” düşüncesi ile kadınlığını geri plana itebilir. Cinsel isteksizlik yaşayabilir. Anne olduğu için cinsel isteksizlik yaşayabiliyor. Çocuk ya odaya gelirse, duyarsa, öğrenirse vb. düşünceler kadının geri çekilmesine neden olabilir. “Çocuk olsun, düzelir”

Evlilik iyi gitmediğinde, eşlerden biri veya çevre çocuğun bir kurtuluş ve çözüm olabileceğini düşünür. Çocuğun bir kurtuluş veya çözüm olarak görülmesi, ilerde sorunun daha da büyümesine yol açabilir.

Kadın ve Estetik

Kadınlarda görünüme ve estetiğe verilen önem tarihteki her dönem boyunca yüksek olmuştur. Bu durum, kadın doğasının bir parçasıdır ve ne bir sorun ne de bir güçsüzlük göstergesidir. Bilakis, bir kadının görünümüne ve estetik durumuna kayıtsız ve duyarsız olması psikolojik bir sorun olduğuna dair önemli bir işarettir.

Estetik bağımlılığı ya da takıntısı diyebileceğimiz durum ise kadın doğasının normal estetik ihtiyacının ve arayışının ötesinde oldukça sorunlu bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Son dönemlerde, teknolojik gelişmeler ve estetik operasyonların kolaylıkla ulaşılabilir ve satın alınabilir bir hale gelmesi ile beraber bağımlılık ve takıntı boyutunda bir ‘estetik çılgınlığı’ kendini göstermektedir.

‘Estetik Çılgınlığı’

Estetik ameliyat yaptıran kadın ve genç kızların sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Bir hastalığa bağlı veya doğuştan gelen fiziksel sorunları gidermek amacıyla çalışan estetik cerrahiye, son yıllarda işlevselliği bozmayan ve fiziksel sağlığı etkilemeyen durumlarda dahi başvurulmaktadır. Kadının kendisinden ya da vücudunun bir bölgesinden hoşnut olmaması bu teşebbüslerin genel nedeni olmaktadır. Bu hoşnutsuzluğun temelinde yatan kendini beğenmeme ve özgüven eksikliği gibi psikolojik durumlar görmezden gelinerek, bedende estetik değişiklikler yapıldığında mutlu olunacağına ve iyi hissedileceğine inanılmaktadır.

Sağlıklı çözüm yolu olan durumlarda da estetik operasyonlara başvurulmaktadır. ‘Liposuction’, yani bedenin belirli bölgelerinden yağ alınması, en çok görülen estetik operasyonlardan biridir. Sağlıkla ilgili bir tehlike olmadığı ve alternatif yollarla kilo vermek mümkün olduğu durumlarda dahi bu yönteme sıkça başvurulmaktadır. Bu tür sorunların altında da büyük oranda kendine güven eksikliği, yeme bağımlığı gibi psikolojik unsurlar yatmaktadır. Tahammül sınırının düşük olması, dürtüsel kontrolsüzlük gibi psikolojik unsurlar, kişinin yeme davranışını düzenleyerek ideal kilosuna ulaşma konusunda, atması gereken makul adımları atamamasına neden olmaktadır. En büyük sorun ise altta yatan esas sorunların farkında olunmayıp, sorunun sadece kilo ve görünüşle ilgili olduğuna kişilerin kendini inandırmaları ve operasyonla mutlu olacaklarına dair sarsılmaz inançlara sahip olmalarıdır.

Ruhsal tatminsizliğin bir göstergesi olan estetik çılgınlığı, gelişmiş ülkelerde git gide artmaktadır.

  • Çin’ de her yıl yaklaşık 1 milyon kişi bıçak altına yatmakta, resmi verilere göre Çinliler estetik ameliyatlar için yılda 3 milyar dolar harcamaktadır.
  • Estetik tutkusu Amerika’ da artmakta, bu ülkede 2003’e göre 2009’da estetik girişimlerin sayısı 17 kat arttığı tespit edilmiştir.
  • ABD’ de en sık yapılan estetik operasyonun başında “liposuction” yani yağ aldırma gelmektedir.
  • Bu ameliyatların %92’ si kadınlara uygulanmaktadır.
  • Yaklaşık 478 bin Amerikalı yağlarını aldırmış. Bunu meme ameliyatı izlemiş. Cerrahi olmayan girişimlerde de, “botoks” başı çekmiş. Toplam 2.8 milyon kişi botoks yaptırmış.
  • 1.4 milyon Amerikalı ise lazerli epilasyonla tüylerinden kurtulmuş. Bu girişim özellikle erkeklerde yükselen bir orana sahip.
  • Lazerli epilasyon yaptıranların sadece yüzde 10’u erkek, ama bu rakam 1997’den bu yana %300 artmış.

Estetik Çılgınlığının Sebepleri

Çılgınlığın en önemli sebebi psikolojik sorunlardır. Depresyon, tatminsizlik, kendine güven düşüklüğü, beden algısındaki bozukluklar en çok karşılaştığımız psikolojik nedenlerdendir. Beden algısı bozukluğu, kişinin fizik görünümündeki gerçek fakat önemsiz bir kusur ile ileri derecede meşgul olmasıyla kendini gösteren bir sorundur. Bu kişiler, bedenlerindeki en ufak bir kusuru aşırı büyütür hatta kendilerine hayali kusurlar yaratıp tüm zamanlarını buna takarak geçirebilirler. Kişi burnunun uzun, yassı veya eğri olması, saçlarının çok seyrek, kıvırcık, göğüslerinin çok büyük, sarkık veya küçük olması gibi bir kusurlarla sürekli uğraşır durur. Bu yüzden aşırı ve süreklilik arz eden bir biçimde huzursuzluk ve kaygı duyar. Çevresindeki insanlar bu kusur veya kusurların önemli olmadığını söyleseler de ikna olmaz ve takıntısından bir türlü vazgeçemez. Bu kişiler, sürekli güzel görünmedikleri, kusurlarının olduğu ile ilgili düşünürler ve/veya etraflarındaki kişilere yakınırlar.

Bu durumun en aşırı hali ‘Vücut Disformik Bozukluğu’ denilen bir rahatsızlıktır. Bu sorun kişinin bedenindeki bir bölgeden rahatsız olma ve bu bölgeyi değiştirmek istemeyi düşünmeden edememe haliyle sınırlı kalmayan ve bedenle ilgili ciddi algılama bozukluklarının olduğu bir durumdur. Vücut dismorfik bozukluğu olan hastalar günlük yaşamlarına, işlerine, sosyal ortamlarına da takıntılarını yansıtırlar. Bu sebeple ciddi psikolojik sıkıntılar yaşarlar ve normal seviyenin oldukça altında bir yaşam kalitesine sahiptirler.

Bedeninin her hangi bir bölgesinden hoşnut olmayan, bunu kafasına takan ve estetik operasyona başvuran her kadın vücut dismorfik bozukluğu yaşıyor değildir. Büyük çoğunlukla, insanlar içinde bulundukları kaygı, depresyon, takıntı, bunaltı gibi psikolojik sıkıntılar gibi nedenlerden dolayı bedenlerindeki bölgelerle ilgili aşırı hassasiyet geliştirirler. Bedenine aşırı duyarlı bu insanlarda en çok gördüğümüz temeldeki sorunlar depresyon ve kaygı bozukluğudur. Kişi kötü hissetme halinden kurtulmak için estetik değişim arayışına girer. Genellikle bunun farkında olunmaz; kişi bedensel değişimin gerçek bir ihtiyaç olduğuna inanır ve bu değişim olunca mutlu olacağını düşünür. Estetik operasyon olduktan sonra ya derin bir hayal kırıklığı ve yeni görünüşüne alışamama hali olur ya da kısa bir dönem değişimden ötürü iyi hissetse dahi kendini kötü hissetme durumuna geri döner; tekrar estetik operasyon yaptırmayı kafasına takar ya da hayatındaki başka durumlar ile ilgili hoşnutsuz ve mutsuz olmaya başlar.

Vücut Disformik Bozukluğu

Vücut dismorfik bozukluğu çoğunlukla büyüme döneminde; ergenlik çağına girerken veya ergenlik çağında başlar. Kız veya erkek ergenler bu dönemde kendi bedensel gelişimleriyle aşırı ilgilidirler. Bu dönemde ergenlerde bir güzellik tutkusu ve takıntısı başlar. Eğer ergenin içinde yaşadığı toplum, gelişmiş ülkelerdeki gibi aşırı zayıflığa, fiziksel güzelliğe ve estetiğe aşırı takıntılı ise kişinin geçirdiği dönemdeki fiziksel endişeler daha saplantılı bir hal alır. Kişi sürekli kendinde kusurlar bulmaya, kendini beğenmemeye, kendini eve kapatmaya başlar. Ayrıca bu dönemde lise çağındaki ergenler birbirlerinin fiziksel özellikleri ile alay etmeye çok meyillidirler. Eğer kişi bu gibi durumlara çok kez maruz kalırsa ve bu konuda bir uzmandan yardım almadan bu dönemi atlatmaya çalışırsa, bu dönemde veya ileriki hayatında bedenini algılama hususunda ciddi sorunlar yaşayabilir ve vücut dismorfik bozukluğu oluşabilir.

Kişilik yapısıyla vücut dismorfik bozukluğu arasındaki ilişkiye bakıldığında, klinik gözlemler, genellikle takıntılı, titiz, kendi bedenlerini sürekli inceleyen, güvensiz, karamsar ve çeşitli ruhsal çatışmalar içinde olan kişilerde bu hastalığın olduğu doğrultusundadır.

Yeme Bozuklukları

Çoğu ülkede zayıflık güzellik anlamına geldiğinden vücutlarına aşırı takıntılı olan kadınlar bulimia nervosa ve anoreksiya nervosa gibi yeme bozuklukları geliştirebilirler (Bu sorunlarla ilgili detaylı bilgiye ‘Yeme Bozuklukları’ başlığından ulaşabilirsiniz). Kısaca bahsetmek gerekirse, bulimia nervosa, kişilerin tıkınırcasına aşırı yemek yedikten sonra alınan fazla kaloriden kendini kusturarak, bağırsak düzenleyici ilaçlar kullanarak, aşırı egzersiz yaparak, sürekli oruç tutarak kurtulmaya çalışma şeklinde kendini gösteren bir rahatsızlıktır. Bu davranışlar her yeme işleminden sonra tekrarlandığından bir süre sonra alışkanlık halini alır ve kişinin sağlığını ciddi boyutta etkileyecek bir hastalığa dönüşür. Anoreksiya nervosa, kişilerin kilo almaktan aşırı derecede korktuklarından yemek yemeyi reddetmeleri ve ne kadar zayıf olsalar da kilolarını hep aşırı bulmaları ile karakterize olan bir sorundur. Bir kişide vücut dismorfik bozukluğu ile bulimia nervosa sorunu beraber görülebilir. Anoreksiya nervosa sorunu olan bir kişide neredeyse her zaman vücut dismorfik bozukluğu da vardır.

Ameliyatların Kişiyi Tatmin Etmemesi

Gerek depresyon, takıntı hastalığı, kaygı bozukluğu gibi psikolojik sorunların sonucunda ortaya çıkan bedeninden hoşnut olmama, beden algısında kısmen bozulma ve bunu operasyon ile değiştirmeye yönelik güçlü bir dürtü olsun, gerek vücut dismorfik bozukluğu olan hastanın bedeninde değişim yapma doğrultusundaki yoğun isteği olsun, sorun tamamen psikolojiktir. Kişinin ameliyat olması, esas sorunu ortadan kaldırmadığı gibi travmatik etki yaratır ve yeni sorunlar yaşanmasına sebep olur. Kişiler defalarca ameliyat olur, ama bir türlü tatmin olmazlar. Her girişim sonrasında tablo daha da şiddetlenir. Şiddetli depresyon ve intihara kadar gidebilen tehlikeli sonuçlarla karşılaşma riski ortaya çıkar. Bu nedenle, estetik operasyon yaptırma isteğinin altında psikolojik kaynaklı nedenlerin olma ihtimaline karşı, kişinin yakınlarının ve estetik cerrahların bu konuda çok dikkatli ve titiz olması gerekmektedir. Şüphelenilen durumlarda psikiyatristten yardım talep edilmesi gerekir. Aksi takdirde geri dönüşümü olmayan trajediler yaşanabilmektedir.

Evlilik ve Estetik Takıntısı

İlişki sorunları da kadınlarda estetik operasyonlara yönelmeyi sağlamaktadır. Günümüzde, yine hayatın stresinden kaynaklı olarak evlilikler çok zor yürümekte, çoğu sürekli sallantılı bir halde durmaktadır. Çiftlerin yaşadığı ilişki sorunları çözümlenmediğinde ilginin başka kişilere kayması ve aldatma olayları görülmektedir. Son zamanlarda bu durum artış göstermektedir. Çitlerin yaşadıkları çözümsüz kalan sorunlar ayrıca kadınların normalin üzerinde bir sıklıkla kuaförleri, spor salonlarını, güzellik merkezlerini ziyaret etmelerine neden olmaktadır. Son yıllarda estetik ameliyatlarının daha göz önünde bulunması ve kolay satın alınabiliyor olması sebebiyle, hayatlarından ve evliliklerinden memnun olmayan kadınlar çareyi keyfi estetik ameliyatlarda aramaktadırlar.

Kadınların, sorunlu bir ilişki içinde iken ve/veya aldatılma endişesiyle estetik değişim arayışına girmelerinin yanı sıra yanlış tutum ve davranışları olan ya da takıntısı olan erkekler de kadınların estetik çılgınlığına kapılmalarına yol açabilmektedirler. Bazı erkekler eşlerinin bedenlerindeki bir veya birden çok alana takarlar ve sürekli olarak bu konuyu takıntılı bir şekilde gündemde tutarlar ya da alay konusu haline getirirler. Beğenilmediğini düşünen kadın sonunda çare olarak estetiğe başvurur. Ancak bu durumda da esas sorun, yani eşler arasındaki ilişki sorunu çözümlenmediğinden yapılan operasyon kısa süreli bir iyi hissetme sağlasa bile, ki genellikle böyle olmaz, eşler arasındaki sorunlar ve sıkıntılar devam eder gider. Esas sorun giderilmediği için operasyon yaptıran kadınların birçoğu olan değişimden memnun olmazlar, aşırı pişmanlık hissederler ve/veya kendine yabancılaşma, depresyon gibi daha büyük sorunlar yaşarlar.

Vücut dismorfik bozukluğu, depresyon, kaygı bozukluğu, takıntılar gibi psikolojik sıkıntılar, çiftler arasında yaşanan sorunlar gibi temel sorunların kadınlarda estetik değişimler yapma konusunda çok güçlü dürtü ve istek uyandırabildiğini biliyoruz. Estetik değişime yoğun bir şekilde ihtiyaç duyulmasına neden olan bu sorunların giderilmesi, kadınların boş yere maddi zorluklar içine girmelerinin, ciddi ölçülerde hayal kırıklığı yaşamalarının ve estetik operasyon sonrasında travmatize olmalarının önüne geçmenin yanı sıra esas olarak içinde bulundukları psikolojik sıkıntıların yarattığı bireysel, ilişkisel ve cinsel sorunların ortadan kaldırılması için özellikle önemlidir. Kadınlar çeşitli nedenlerle yaşıyor oldukları psikolojik sıkıntılar nedeniyle estetik operasyonların yanı sıra internet, alkol, alışveriş, temizlik takıntısı, cinsel takıntılar gibi esas sıkıntı kaynaklarından kaçınmaya yönelik pek çok ikincil sorunlar geliştirebilmektedir. Bu durumda, temeldeki sorunlara bir de bağımlılık ve takıntı sorunları eklenmekte ve psikolojik sıkıntı düzeyi kat kat artmaktadır. Yapılması gereken, sorunların temeldeki kaynaklarının ortadan kaldırılmasının gerekliliği konusunda kadınları bilinçlendirmek ve gerekli danışmanlık, psikoterapi ve psikiyatrist desteklerinden yararlanmaları hususunda çiftleri ve aileleri yönlendirmektir.

DOÇ. DR. ADNAN ÇOBAN PSİKİYATRİST-PSİKOTERAPİST

Hamilelikte Görülebilen Sorunlar

Gebelik ve doğum, gelecek nesilleri sürdürme açısından insan hayatındaki en doğal içgüdülerden biridir. Hamilelik 40 hafta süren ve 3 adet 3 aylık periyodu kapsayan bir süreçtir. Hamilelik sırasında kişide belirgin oranda biyolojik, fizyolojik ve ruhsal değişiklikler gözlemlenir. Bu süreçler, kadının hamileliğe adaptasyon süreçleridir.

3 Aylık Periyotlarda Görülen Ruhsal Değişimler

İlk 3 Aylık Periyot

Bu dönemde kişi belki kendinin de fark edemeyeceği belirgin değişiklikler yaşar. Kadın, ilk üç aylık dönemde aşırı düzeyde bebeğini kaybetme kaygısı yaşar. Kişi aynı zamanda artık yeni bir kişinin daha sorumluluğunu alacağından dolayı olgunluk kaygıları yaşayabilir. Özellikle genç anneler veya beklenmeyen hamileliklerde bu dönem daha fazla kaygıya yol açabilir.

İkinci 3 aylık periyot

İlk dönemin stresi ve kaygısını atlatan anne, ikinci dönemin duygusal değişikliklerini yaşamaya başlar. Bu dönemde yaşadıkları değişimler ilk döneme göre daha az yoğundur. Vücutta beliren fizyolojik değişimlerden dolayı kadın artık kendinin farkına varmaya başlar. Alınan kilolar kişiyi strese sokabilir hatta beğenilme kaygısı olan kadınları endişeye sokabilir ve kendine olan saygıda azalmalar görülebilir. Bu dönemde annelik duyguları daha da belirginleşir ve kadın çevresindeki tüm uyaranlara karşı aşırı duygusal hale gelir.

Üçüncü 3 aylık periyot

Bu dönemde kişinin daha önceki dönemlerde yaşadığı fiziksel değişimlere karşı hisleri ve bebek kaybı ile ilgili olan kaygılarında azalmalar görülür. Kişi bu dönemde doğum yaklaştıkça doğumun kendisi ile ilgili yeni endişeler geliştirmeye başlar. Yeni doğacak olan bebeğin sorumluluğu anneyi daha çok endişeye sokar. Hem anne hem baba nasıl bir disiplin uygulayacakları konusunda stres yaşayabilirler.

Hamilelikte Stres

Hamilelik kadının neredeyse tamamen başka bir yaşama adım atmasıdır. Bundan sonra artacak sorumluluklar kişiyi strese sokabilir. Kişi bu süreçte hem bebeği hem kendi hem de evliliği hakkında endişeler duymaya başlayabilir. Bu sebeple kişinin bu dönemde sosyal ve kişisel hayatı büyük ölçüde etkilenir.

Kişi, bu dönemde annelikle ilgili kaygılar duymaya başlar. Mükemmel bir anne olmalıyım, hata yapmamalıyım, çocuğum herkesten zeki ve sağlıklı olmalı gibi düşünceler geliştirir. Bu tür kaygılarından dolayı kendini değersiz ve yetersiz görmeye başlayabilir. Sürekli olumsuz düşünmekten uykuları kaçabilir, yeme düzeni bozulabilir. Aşırı kaygı düzeyi, kişiler arasındaki iletişimin (özellikle eşler arasında) bozulmasına yol açabilir.

Hamilelikte Depresyon

Hamilelikte yeni bir hayata adaptasyon çabasından doğan stres kişiyi huzursuz ve mutsuz hale getirebilir. Yapılan çalışmalara göre, hamileliğin kendisi depresyona yol açmaz, aksine genetik yatkınlığı olan kadınlarda depresyonu tetikleyebilir. Bu dönemde normalde bulunan hormon seviyelerinden çok değişen hormon seviyeleri depresyonun oluşumuna sebebiyet verebilir. Bu süreçte annelerde mutsuzluk, alınganlık, kaygı, stres ve takıntılar gözlenebilir. Anne ya çocuğuma zarar verirsem, ya bana bir şey olursa gibi düşünceleri takıntı haline getirebilir. Anne aynı zamanda kendi hayatı ile de ilgili kaygılar yaşamaya başlayabilir. Çalışan anneler kariyerleri ile ilgili büyük ölçüde endişe duymaya başlayabilirler. Bir çocuğa sahip olmanın hayatlarındaki birçok şeyin sonu olduğunu düşünebilirler.

Hamilelikte Kadının Beden Algısı

Hamilelik sırasında vücudun her yerinde fizyolojik değişimler meydana gelir. Göğüsler emzirmeye hazırlamak amaçlı büyürler, karın genişler ve vücudun belli bölgelerinde çatlaklar oluşur. Bu dönemde kilo alımı en büyük sorunlardan biridir. Kilo alımının yanı sıra vücut su toplar ve ödem yapar. Kişi, bu fiziksel değişimlerden dolayı bedeni ve görünüşü ile ilgili ciddi kaygı yaşar. Artık çekici olmadığını, beğenilmeyeceğini düşünür. Kendi kişisel bakımından vazgeçebilir ve özgüveninde azalma görülebilir. Bu dönemde eşlerin desteği kadının kendi algısı açısından büyük önem taşır.

Hamilelikte İletişim ve Cinsellik

Normal bir hamilelik sürecinde istifra etme döneminin bittiği 5. ve 8. hafta dönemlerinde kadınlarda cinsel istek artar. Fakat kadın eğer kendini fiziki açıdan rahatsız hissediyor, kimsenin kendisini beğenmeyeceği artık çekici olmadığı yönünde düşünceler geliştiriyor ise cinsel istekte azalma görülebilir. Kendini değersiz hissetmesi ve bu sebeple kendi kişisel bakımlarını aksatması kişinin eşini de etkiler.

Gebeliğin son 3 ayında ise kadında cinsel istek açısından azalmalar görülür. Aynı zamanda erkeklerde de cinsel isteksizlik başlayabilir. Erkekler gebe kişiyi uygun olmayan bir cinsel arzu objesi olarak görmeye başlayabilirler. Bu dönemde eşlerin kadınların fiziklerinden çok onlara duydukları sevgilerini göstermeleri son derece önemlidir. Hormonal ve fiziki değişimden etkilenen kadın erkeğin kendisine olan sevgisinin fiziki boyutta olmadığını görmek ister.

Hamilelik döneminde ayrıca eşler arası iletişimin bozulması da muhtemeldir. Anne, bebeğini daha yakından tanımaya ve onunla yakınlaşmaya başlar. Arkadaş ve aile çevresi de hem anneye hem bebeğe çok fazla ilgi gösterdiklerinden bu durumda erkek kendini saf dışı bırakılmış hissedebilir. Ayrıca kadın iletişime geçse bile konuştuğu konular genellikle yeni doğacak bebeğini kapsayan konular olur. Bu dönemde hamileliğe erkeği de dâhil etmek, gelecek konusunda beraber planlar yapmak, bebek dışında konular da paylaşmak son derece önemlidir.

Ergenlik Döneminde Hamilelik

Eski çağlara oranla günümüzde tutucu ailelerin sayısı düşmekte, muhafazakâr düşünceler yumuşamaktadır. Gelişen teknoloji ile de tanışan gençler, ergenlik dönemlerinde yaşadıkları cinsel arzuları bu yolla bastırma eğilimine girerler. Daha tutucu ailelerin çocukları arzularını genellikle internet üzerinden veya gizli gidermeye çalışırlar. Daha serbest ailelerin çocukları ise, daha çok genç yaşlarda cinsel deneyim yaşamaya başlarlar. Bu dönemde cinsel açıdan aşırı merak ve arzu gençleri yanlış ve sorumsuz birleşmeler yaşamaya itebilir. Son zamanlarda bu sorumsuzluktan doğan sorunlardan ötürü çoğu okullarda hem ailelere hem de gençlere yönelik cinsel eğitimler verilmeye başlanmıştır.

Erken yaşlarda gebe kalmak hem anne için hem de bebek için birçok yönden sağlıksızdır. İlk olarak anne genç yaşta hamile kaldığından ciddi derecede ruhsal sorunlar yaşayabilir. Daha bir kariyer planı bile oluşturmamış ergen, birden anne olmanın tüm sorumluluklarıyla karşı karşıya kalır ve ciddi boyutta endişe yaşar.

Ruhsal boyut dışında genç yaşta hamilelik fizyolojik açıdan da son derece sağlıksızdır. Erken yaşta hamile kalan annenin kansızlık ve hipertansiyon hastalığına kapılma riski çok fazladır. Doğacak olan bebeğin prematüre, normal kilonun altında ve zihinsel gerilikle doğma olasılığı çok yüksektir. Ayrıca tam gelişmemiş bebeğin bağışıklık sistemi çok zayıf olacağından sürekli hastalık kapma riski de çok fazladır. Ayrıca bebek de anne kadar ruhsal olarak etkilenir. Sorumluluk alamayan, genç yaşta bir bebekle baş edemeyen annenin bebeği bu durumdan oldukça etkilenir ve eğer bebek sağlıklı yetişse bile ileriki hayatında bu izleri taşıma olasılığı çok yüksektir.

DOÇ. DR. ADNAN ÇOBAN PSİKİYATRİST-PSİKOTERAPİST

Doğum sonrası depresyon, doğumdan sonra ilk bir yıl içinde görülebilen kaygılı, takıntılı, endişeli, umutsuz, çaresiz ve yalnız hissetme gibi duygularla karakterize olan bir duygu durum bozukluğudur. Doğum sonrası depresyonda, kendine veya bebeğe zarar verme ile ilgili takıntılı düşünceler ve intihar düşünceleri görülebilir. Bu sorun doğumdan hemen sonra başlayabildiği gibi doğumdan sonraki 1 yıl içinde her hangi bir zaman diliminde de ortaya çıkabilir.

Doğum Sonrası Depresyon (Post Partum Depresyon) Belirtileri Nelerdir?

Doğum sonrası depresyonda diğer tür depresyonlarda olan belirtilerin yanı sıra bu depresyona özgü belirtiler de görülmektedir. Depresif durum, normal sayılan bir hüzünlülük halinden, psikotik depresyona kadar giden bir gelişim gösterebilir ve belirtileri doğumu takip eden bir yıl içinde, herhangi bir zaman diliminde ortaya çıkabilir. Doğum sonrası depresif durumda görülen belirtiler, genel depresyon belirtilerinden farklı olmamakla beraber bireydeki depresif durumunun şiddetini veya varlığını tanımlayan ölçeklerle ifade edilen, alışılmadık, ancak patolojik olmayan üzüntü/keder duyguları ve depresif semptomları (ağlama, değersizlik, umutsuzluk, karamsarlık, sosyal izolasyon, cinsel istekte azalma, dikkat zayıflığı, kararsızlık, intihar düşünceleri, iştahta azalma ya da artma ve buna bağlı kilo değişiklikleri, uyku düzeninde değişiklikler gibi) içerir.

Annenin ne kendisiyle ne de bebekle ilgilenemediğini düşünmesi: Bu durum yoğun suçluluk duygusu ile olabileceği gibi, suçluluk duygusu eşlik etmeden de yaşanabilir. Ayrıca bebeğe yabancılaşma söz konusu olabilir ve anne bebeğin kendisine ait olmadığı duygusunu yaşayabilir.

Özellikle de sabahın ilk saatlerinde enerjinin dibe vurduğunu hissetmesi: Doğum sonrası depresyon, ruhsal ve fiziksel enerji kaybına neden olarak ve bireyin aile, iş ve sosyal yaşamını olumsuz etkileyerek yaşam kalitesini düşürür.

Devamlı ağlamaklı halde dolaşma: Bu dönemde kadınlarda duygulanımda dalgalanmalar ve yaşamdan zevk alamama gibi belirtiler görülebilir.

Suçluluk veya yetersizlik duygusu yaşama: Suçluluk duygusu, aslında sadece kadının anneliğinden ötürü suçluluk duyması değildir. Bu duygu durumuna eşlik eden temel duygu annenin kendini yetersiz hissetmesi halidir. Kadının bir birey olarak sadece çocuğunu değil, kendisini de ihmal etmesi söz konusudur.

Dikkati bir konuya odaklama konusunda güçlük yaşama: Gazete okuma, televizyon izleme, alışveriş yapma gibi günlük aktivitelerde dikkati odaklamada güçlük yaşayarak bu aktiviteleri yerine getirememe söz konusudur.

En ufak olayların bile kişiyi oldukça sinirlendirmesi: Her duruma ve olaya öfkelenme söz konusudur ve kişi yaşadıklarından dolayı sürekli kendi dışındaki kişileri suçlama eğilimindedir. Özellikle babanın bebekle ilgilenmemesi ve yardımcı olmaması tartışmaları başlatabilir.

Bebeğe ve/veya kendine zarar vermeye yönelik düşünceler yaşama: Bebeğe ya da kendine zarar vermekle ilgili tekrarlanan düşünceleri ve korkuları vardır. Bu tekrarlanan düşüncelerden dolayı suçluluk duygusu da ortaya çıkar ve bu suçluluk duygusu zarar verme düşüncelerini ve korkularını daha da güçlendirir.

Geceleri uyuyamama ve/veya gün boyu uyumak isteme: Postpartum dönemde uyku düzeninin bozulması, günlük planlarının değişmesi ve fiziksel görünümün bozulması gibi bu süreçte yaşanabilecek durumlar, annede ilk depresif belirtilerin ortaya çıkışını tetikleyebilir.

İştahsızlık ya da aşırı miktarlarda yemek yeme: Depresyondaki kişinin yeme alışkanlıkları da değişir. Kişi ya daha fazla yemeye başlar ve kilo alımı söz konusudur ya da iştahsızlık belirginleşir ve ani kilo kayıpları görülür.

Eve kapanma ve insanlardan uzaklaşma isteği: İçe kapanma, kimseyle konuşmak istememe, önceden yaptığı aktivitelerden zevk almama gibi durumlar söz konusudur ve kişi bu nedenlerle eve kapanır ve insanlardan uzaklaşır.

Öz bakıma (üstüne başına vb.) dikkat edememe: Kişi kişisel bakımını ihmal etmeye ve kendine bakamamaya başlar. Temizliğini, giyimini, bakımını ihmal eder

Cinsel isteksizlik yaşama: Cinsel istek azalır ve orgazm olamama söz konusudur. Eşin cinsel talepleri işkence gibi gelmeye başlar. Eğer eş anlayışlı değilse, hastalık bahaneleri uydurarak eşini kendinden uzak tutmak ister.

Doğum Sonrası Depresyon (Post Partum Depresyon) Nedenleri Nelerdir?

Evlilik sorunları: Eşler arasında güvensizlik, iletişimsizlik, cinsellikle ilgili sorunlar gibi evlilikte yaşanan sıkıntılar, doğum sonrasında annenin bu sorunları daha ağır ve çözümsüz algılamasına neden olabilir.

Beklenmedik yaşamsal olaylar: Ölüm, ayrılık, boşanma gibi ani ve beklenmedik yaşamsal olaylar depresyona neden olabilir.

Planmamış gebelikler: Planlanmamış bir gebelik annenin kaygı ve korkularının artmasına neden olabilir.

Daha önceki gebeliklerde depresyon geçirilmiş olması: Bu durum annenin depresyona eğilimi olduğunu gösterir ve doğum sonrasında mutlaka gözlenmesi gerektiğinin bir göstergesidir.

Yüksek riskli bir gebelik yaşamış olması: Annenin gebelik süreci boyunca aşırı strese maruz kalmış olması, doğum sonrası depresyon riskini arttıran bir unsurdur.

Kayıpla sonlanan gebelik ve doğum deneyimleri: Bu tür deneyimler gebelik sırasında kaygıları ve korkuları arttırabilir ve gebeliğin aşırı stresli geçmesine neden olabilir. Bu kaygılar ve korkular doğum sonrasında da devam edebilir ve depresyona neden olabilir.

Erken anne-bebek ayrılığı: çeşitli nedenlerden dolayı annenin bebeğinden fiziksel olarak ayrı kalması durumunda postpartum depresyon kendini gösterebilir.

Bebeğin bakımı ile ilgili duyulan kaygılar: Annenin içinde bulunduğu durumu başaramama algısında olması ve çaresiz hissetmesi, beraberinde depresyonu getirebilir.

Kadının ya da eşinin işsiz kalması: Başlı başına aşırı bir stres kaynağı olan işsizlik söz konusu olduğunda, bebeğin bakımı ve sağlığı ile ilgili maddi kaynakların yetersizliği de kaygı ve korkulara neden olmaktadır.

Sosyal desteğin yetersiz olması: Yeni doğan bebek ile anne yalnız bırakıldığında, aile ve sosyal çevre desteği sağlanmadığında, kaygılar ve korkular daha da artacak, annenin çaresizlik ve başarısızlık duyguları bu duruma eşlik edecektir.

Daha önce yaşanmış olan travmalar: Annenin kendi çocukluğunda fiziksel/duygusal/cinsel tacize-istismara maruz kalmış olması, duygusal ihmal yaşamış olması, uygun olmayan aile ortamında büyümüş olması, kayıplar yaşamış olması gibi travmatik deneyimlerin doğum sonrası depresyon oluşumunda ciddi etkileri bulunduğu klinik deneyimlerin gösterdiği bir durumdur.

Lohusalık Hüznü (Postpartum Blues)

Postpartum hüznü, yeni doğum yapmış annelerin yüzde 50-70‘nde görülen normal sınırda olan bir üzüntü, karamsarlık, mutsuzluk, zihin bulanıklığı, yorgunluk ve bitkinlik veya endişe hali, kolay ve sık ağlama, en yakınlarına sıkıca bağımlılık tablosu şeklinde ortaya çıkar. Bu durum genellikle en fazla on gün sürer ve belirtiler kendiliğinden yakınların sosyal desteği ve ilgisiyle kaybolur.

Lohusalık hüznüne sebepleri arasında; regl öncesi gerginliğini şiddetli yaşamak, istemeyen gebelik, kadında doğumla birlikte ani gelişen hormonal değişiklikler, doğum süreciyle ve bebekle ilgili endişeler ve annelik rolünün kadına getirdiği sorumlulukların farkındalığı gibi unsurlar sayılabilir.

Tedavi

Kullanılan tüm ilaçlar anne sütüne geçtiği için çok mecbur kalınmadıkça emziren annelere hekimler tarafından ilaç tavsiye edilmez ve verilmez. Ancak gerekli olduğu takdirde, anne sütüne geçtiği halde bebekte ciddi yan etkilere neden olmayan bazı antidepresan ilaçlar kullanılabilmektedir. Aynı zamanda bebeği korumak adına doğum sonrası depresyonun tedavisiz bırakılması, annenin durumunu iyice kötüleştirerek bebeği de tehlikeye atacaktır. Doğum sonrası depresyon annenin bebeğe iyi bakmasına engel olur hatta anne bazen bebeğe bakamayacak duruma gelir. Tedavide öncelikle ilaçsız yöntemler tercih edilir. Psikoterapi bu sorunun üstesinden gelinmesinde çok önemli bir role sahiptir. Annenin yaşadığı depresif hal güncel ve/veya geçmiş stres yükleri ile ilgili olduğundan bunların çözümlenmesi son derece önemlidir. Şiddetli yaşanan depresyonlarda, özellikle intihar riski söz konusu ise, anneyi hastaneye yatırmak gerekebilmektedir.

Doğum Sonrası Depresyonun (Post Partum Depresyonun) Sıklık / Yaygınlığı nedir?

  • Doğum sonrası (post partum) depresyon sıklığı %5-20 arasında bildirilmekte, kadınlarda doğum sonrası depresyon geçirme oranı %10-15 olduğu kabul edilmektedir.

Menapoz

  • “Sürekli sıcak basıyor”
  • “Göğsüme ağrı giriyor”
  • “Başım çok ağrıyor”
  • “Kilo alıyorum”
  • “Zaten artık kimse de beni anlamıyor”
  • “Cinsel yönden çok isteksizim”
  • “Ben yetersizim”
  • “İşe yaramıyorum”
  • “Yaşlandım, çirkinleştim”

Menopoz, bir kadının hayatındaki iki dönemden ikincisine adım atmasıdır. Bu döneme giriş, kadının hayatındaki üretken yılların sona ermeye başladığının habercisidir. Genellikle bu dönem, 45–55 yaş aralığında başlar. Bu dönem her ne kadar 45–55 yaş aralığında başlasa da, başlamadan 2–6 yıl öncesine kadar belirtilerinin görülmesi mümkündür. Menopoza giriş sırasında vücut, hormonal değişiklikler sebebiyle bazı semptomlar göstermeye başlar; Her kadın bu dönemi farklı düzeyde yaşar, bazı kadınlarda hiç belirti yok iken (%20), bazı kadınlar hafif semptomlar (%60), bazı kadınlar ise ciddi semptomlar (%20) yaşarlar.

Neden Menopoz Yaşarız?

Kadınlar, yumurtalıklarında milyonlarca fonksiyonel yumurta ile dünyaya gelirler.

Yaşamımızdaki üretken zamanlarımız süresince, 400–500 tane yumurtamız adet gördüğümüz zamanlar salınır.

35–40 yaşlarına gelindiğinde ise, yumurtalığımızda kalmış olan yumurtaların oranı hızla düşer ve tamamen kesilene kadar adet düzensizliği başlar.

Kadın vücudunda, kadınlık hormonu olarak bilinen östrojenler yumurtalıkların etrafındaki hücrelerde bulunur. Yumurta sayımız düştükçe ve daha fazla fonksiyon sağlayamadıkça östrojen hormonunun miktarı da düşmeye başlar. Bu durumda, vücuttaki hormonlar hızlı bir şekilde yükselip düşme eğilimi gösterirler.

Menopoz Döneminde Kadınlar Ne Yaşarlar?

Menopoz dönemi bir hastalık değil, fizyolojik bir oluşumdur ve her kadın hayatının bir döneminde bu sürece girer. Menopoz döneminde yaşanılan hormonal ve fiziksel değişimler kadının yaşam kalitesini belli oranda azaltır.

Menopoz ve Ruhsal Sorunlar

Menopoz döneminde kadın hormonal, ruhsal, fiziksel ve toplumsal değişiklikler yaşar. Bu dönem kadının orta yaş dönemine denk gelmekte ve hayatının 1/3’ünü kapsamaktadır.

Menapoz ve Depresyon

“Uyuyamıyorum… Hiçbir şey yapmak istemiyorum… Cinsel yönden isteksizim”

Menapoz dönemi bir kadın için biyolojik olduğu kadar ruhsal değişimlere de sebep olur. Birçok kadın ileriki yaşlarda cinsel istek azlığı, uykusuzluk, baş ağrısı, ateş basması, titreme, terleme gibi şikayetler yaşar. Şikayetlerin bir çoğu hormon düzenleyicilerle kontrol altına alınabilir. Ancak bazı kadınlarda derin ruhsal yaralanmalara da sebebiyet verir. Nitekim yapılan araştırmalar menapozda depresyon riskinin üç kat arttığını ortaya koymuştur. O yüzden menapoz döneminde psikiyatri uzmanı ile iletişimde olunması, olası bir depresyonun önceden tespit edilip giderilmesi açısından önemlidir.

“Beni hiç kimse anlamıyor… Kendimi yalnız hissediyorum”

Menopoz dönemi kadının yaşlanma sürecinde başladığından, eş ve arkadaş kayıpları bu döneme rastlayabilir. Kadın bu dönemde emeklilik, çocuğunun evden ayrılması ve kendi özgürlüğünü ilan etmesi, ebeveynlerinin yaşlanması ve bakımı gibi durumlarla karşı karşıya kalabilir. Özellikle de çocukların büyümesi ve kendi sorumluluklarını kendilerinin almaya başlaması kadında belli oranda kaygıya sebep olabilir. Kadın bu olguyu kendisinin en çok desteğe ihtiyaç duyduğu dönemde yalnız bırakılması olarak algılayabilir. Yapılan bazı araştırmalardaki bulgulara göre, geç doğurmuş kişilerin çocuklarının ergenlik ve büyüme döneminin menopoz dönemine denk gelmesi kadında çok daha fazla ruhsal sıkıntıya yol açabileceği yönündedir.

Mutsuzluk ve Alınganlık

“Kimse bana değer vermiyor… Ben çirkinim… Yaşlanıyorum… Bütün çekiciliğimi kaybettim”

Kadın menopoz döneminde değişen hormon seviyelerine bağlı olarak belirli fiziksel değişimlere uğrar. Bu değişimler arasında vücut şeklinin değişmesi ve kilo alımı, kemik erimesi yer alabilir. Kadın o dönemde yaşadığı sıkıntıların beraberinde kendini çirkin, değersiz ve çekiciliğini kaybetmiş olarak görmeye başlayabilir. Bu gibi durumlarda sürekli bir mutsuzluk başlar. Ayrıca özgüveni eksilen kadın her şeye alınmaya başlayabilir.

Menopoz ve Kişilik

Menopoz döneminde yaşanılan ruhsal sorunlar ayrıca kadının kişilik özelliklerine bağlı olarak da gelişir. Kadın eğer menopozdan önceki dönemde kendine çok değer veren, fiziksel görünüşe çok önem veren bir kadın ise, menopoz dönemi kişiyi daha derinden etkileyebilir.

Menapoz ve Kadının Beden Algısı

“Bütün çekiciliğimi kaybettim… Kimse bana eskisi gibi değer vermeyecek…”

Menopoz döneminde kadınlar artık cazip olmadıklarını düşünürler ve yetersizlik duygusu yaşayabilirler. İnsanların kendisine eskisi gibi değer vermeyeceğini düşünürler. Kendi hayatlarından yüksek beklentisi olan kadınları menopoz daha çok etkileyebilir. Menopoz orta yaş dönemine geldiğinden bazı kadınlar için iş yaşamında kariyerlerinin doruk noktasına denk gelebilir. Eğer kadın veya içinde bulunduğu toplum iş hayatında fiziksel güzelliğe çok önem veriyor ise, kendisini artık çekici olmayan ve değersiz gören kadın kaygıya düşebilir hatta bu olgu depresyona yol açabilir.

Menopoz ve Evlilik

“Eşim beni anlamıyor, bana destek olmuyor….”

Menopoz döneminde yaşanan ruhsal değişiklikler kadının evliliğini veya ilişkilerini de etkiler. Bu dönemde kadınlar, çocukların okuması veya evlenmesi gibi evden ayrılma sebeplerinden dolayı eşleriyle yalnız kalma imkânı bulurlar. Bu sebeple, kadının o dönemdeki alınganlığı, stresi, mutsuzluğu eşini de etkiler. Kadının kendine olan tatminsizliği ve özgüveni bir süre sonra bu durumu anlayamamakta olan eşi zorlar ve evlilik sıkıntılı bir sürece girebilir.

Menopoz ve Cinsellik

“Ben eksiğim… Eşim beni artık istemiyor… Değersizim…”

Menopoz döneminde kadınlar, kendilerini eksik hissedip artık tam bir kadın olamadıkları yönünde düşüncelere kapılabilirler. Artık eskisi kadar çekici olmadıklarını düşünürler, bu sebeple de kişisel bakımlarında azalmalar görülebilir. Bu dönemde ayrıca cinselliğin eskisi kadar tatminkâr olmayacağı düşünülür. Fakat düşünülenin aksine menopoz dönemi cinsel isteği tek başına azaltmaz. Kadının o dönemdeki ruh hali içinde bulunduğu atmosferi de büyük ölçüde etkiler. Kadının artık değerli olmadığı yönündeki düşünceleri cinsel isteksizliğin en önemli nedenleri arasındadır. Çünkü kadın, kendini değersiz hissettikçe eşinin veya partnerinin de artık onu istemeyeceği yönünde inançlar geliştirir. Düşünülenin aksine menopoz dönemindeki hormonal değişim cinsel ilişki sırasında salgılanması gereken vücut sıvısının az miktarda salgılanması sebebiyle ağrılı bir birleşmenin olmasına sebebiyet verir. Azalan hormon seviyesi bu dönemde hormon tedavileri ile büyük ölçüde giderilir. Fakat bu dönemde oluşan en büyük problem kadının ruhsal sağlığıdır ve kişi mutlaka bir uzmandan destek almalıdır.

Menopozun Mali Boyutu

Menopoz dönemi maddiyat açısından da önem taşır. Menopozda görülecek olan hormon tedavileri, psikolojik terapiler ve ilaçlar kişinin maddiyatını etkiler. Kişinin bu dönemde iş yerindeki devamsızlığı veya iş yerindeki verimsizliği ise menopoz döneminin toplumsal açıdan maddi boyutunu etkiler.

Tedavi(Biz Neler Yapıyoruz?)

Bu dönemde hormonal değişiklik ile ilgili olarak yapılacak ilaç tedavisinin yanı sıra ruhsal sorunları çözme çok büyük önem taşır. Kadın daha önceki dönemde hiç alışık olmadığı bir durumu kabullenmek zorunda kalır ve artık yaşamının geri kalanını bu olguya göre düzenlemelidir. Bu dönemde oluşacak ruhsal sorunlar için kişi mutlaka uzman bir hekime danışmalıdır. EMDR yöntemi ile kişinin yeni hayatını olumlu karşılaması için adaptasyon ve uyum çalışmaları yapılır, bu dönemde geliştirilen yanlış inanışlar çözümlenir. Sonuç olarak kadının eski yaşam standartlarını geri kazanmasının sağlanması amaçlanır.

“Kadının hayatının 1/3’ünü kapsayan ve normal gelişen menopoz dışında gelişebilen iki menopoz türü de erken menopoz ve cerrahi menopoz’dur. Bu iki tür menopoz kadını hem ruhsal sağlığı açısından etkiler hem de travmatik etkilere yol açabilir.”

Erken Menapoz

“Ben şimdi ne yapacağım… Bu çok erken… Artık hiçbir şeyden zevk almıyorum… Mutlu olamıyorum… İşe gitmek, evde yemek yapmak hiçbir şey istemiyorum”

Yapılan araştırmalara göre normal bir menopoz döneminin başlangıcı ortalama 51 yaş olarak bulunmuştur. Bazı kadınlar bazı nedenlerden dolayı (genetik, stres, hastalık, kullanılan ilaçlar) 40 yaşından önce menopoza girme eğilimi gösterirler. Böyle durumlarda doktorlar kişinin gerçekten menopoza girip girmediğini anlamak için bazı testler yapar bu sebeple uzun süreli adet düzensizliklerinde ve adet kesilmelerinde bir doktor tarafından görülmek son derece önemlidir.

Erken Menapoz Nedeni STRES

Ani stres veya uzun süre stres altında kalan kadınlarda erken menapoz görülebilir. Strese maruz kalan kadınlarda hormonal bozukluklar ve adet düzensizlikleri baş gösterebilir. Önce geçici bir durum olan stresin uzun sürmesi, depresyon ve kaygı bozukluğu gibi ciddi psikiyatrik tablolara dönüştüğünde geri dönüşümsüz menapoz gelişebilmektedir.

Erken Menopoz ve Ruh Sağlığı

Erken menapoza giren kadın normal gelişen menapoz dönemindeki kadın ile aynı hisleri paylaşır fakat erken menapoza giren kadın hayatının çok daha erken zamanında kendini değersiz görmeye başlar ve özgüvenini kaybeder. Normal gelişen menapozda kadın orta yaşlarında iken erken menapoz çok daha erken yaşlarda başlayabilir. Bu dönem idealleri olan, çocukları daha gelişmekte olan ve bir kariyere sahip olan kadın için zorlayıcı bir dönem olur. Bu sebeple, erken menapoz kadın üzerinde Travmatik bir etki bırakabilir. İş performansı düşebilir, annelik ve eş olmak konusunda isteksizlik duyabilir, cinsel tatminsizlik yaşayabilir veya genel olarak hayata karşı tüm isteğini kaybedebilir.

Adet Dönemindeki Ruhsal Sorunlar

(Premenstrüel Disforik Bozukluk)

  • “Mutsuzum…”
  • “Eşim beni hiç anlamıyor…”
  • “Kendimi çirkin hissediyorum…”
  • “Kendimi değersiz hissediyorum…”
  • “Sürekli bir şeyler yemek istiyorum…”
  • “Midem bulanıyor, yemek kokularından nefret ediyorum…”
  • “Başım ağrıyor…”
  • “İşe gitmek istemiyorum…”
  • “Her yerim ağrıyor…”

Adet Dönemindeki Ruhsal Sorunlar (Premenstrüel Disforik Bozukluk) Nedir?

Kadınlarda her ayın dörtte birini kapsayan, adet döneminden önce ve adet dönemi sırasında görülen birden çok hal, durum, davranış ve somatik (fiziksel) semptomlar adet dönemi ruhsal sorunlar (premenstrüel sendrom) olarak adlandırılır. Eğer bu dönemde yaşanılan çeşitli semptomlar günlük yaşantının gidişatını bozacak derecede ise, buna Premenstrüel Disforik bozukluk adı verilir. Adet dönemi (Premenstrüel) semptomları ortalama olarak kadınların %70’inde görülürken, premenstrüel Disforik bozukluk toplumun çok az bir kısmında görülür. Bu bozukluk, psikiyatrik tanı kitabı olan DSM-IV’te duygu-durum bozukluğu olarak kategorize edilmiştir.

Sıklık

Amerika’da, adet dönemindeki ruhsal sorunlar (premenstrüel disforik bozukluğun) toplumun %2-%10’u arasında görüldüğü saptanmıştır. Orta dereceli semptomlar ise toplumun %30-%80’inde görülmüştür. Yapılan bir çalışmada Afrikan- Amerikan kadınlar ile beyaz kadınlar arasında eşit oranda görüldüğü saptanmıştır. Yapılan çalışmalarda semptomların ortalama görülme yaşı 20’li yaşlar, tedavi için başvuranların yaşı ortalama 30’lu yaşlar olarak gözlemlenmiştir. Nijerya’da yapılan bir araştırmada kadınların %7,5’inin bu dönemde işe gitmediği saptanmıştır. İsveç’te yapılan bir çalışmada ise, kadınların %73’ünün adet öncesi semptomları olduğu ve %2’sinin bu dönemde işe gitmediği gözlemlenmiştir. Diğer araştırmalar bu bozukluğa sahip kişilerin birinci veya ikinci dereceden akrabalarında da duygu-durum bozukluğu olduğunu gözlemlemiştir. Bu alanda yapılan bir araştırmada, hastaların %65’inin birinci dereceden akrabalarında majör depresif bozukluk olduğu saptanmıştır.

Semptomlar

  • Mutsuzluk, karamsarlık, sürekli ağlama
  • Ölme isteği, intihar fikirleri
  • Çaresizlik hissi
  • Anksiyete, ciddi kaygı, gerginlik
  • Duyguların birden/aniden değişmesi
  • Öfke kontrolsüzlüğü, aşırı sinirlilik, tahammülsüzlük
  • Daha önce yapılan aktivitelere artık ilgi duymama
  • Enerji yoksunluğu, sürekli yorgunluk, rehavet, bezginlik
  • İştah kapanması, aşırı yeme, belli başlı yiyecekleri aşerme
  • Uykusuzluk, aşırı uyku
  • Unutkanlık
  • Boğulma hissi, kontrolden çıkmış gibi hissetme
  • Fiziksel semptomlar; çarpıntı, terleme, baş ağrıları, eklem ve kas ağrıları, kilo alımı, ses ve kokulara aşırı hassasiyet, aşırı şişkinlik ve göğüslerde hassasiyet (DSM-IV).
  • Bu durum, kişinin iş ve özel ilişkilerinin bozulmasına sebep olabilir.

Ruhsal Sorunlar ve Sosyal Boyut

Adet dönemi (Premenstrüel) kişiler şiddetli bir depresyona girebilir, bazen hiç evden çıkmayabilirler. Genellikle bu kişiler bu dönemde işe gitmez veya işte yeteri kadar verim göstermezler. Kişilerin akademik performansları düşer. Sürekli devam eden öfkeden dolayı kişiler arası çatışma yaşayabilirler ve sosyal ilişkileri ciddi anlamda bozulabilir.

Topluma Olan Maliyeti

Bu bozukluğa sahip olan kişiler işyerlerinde çok fazla devamsızlık yaparlar bu da işyerinin o dönemde yeteri kadar verimli olmamasına sebep olur. Bu dönemde yapılan ilaç masrafları kişinin maddi durumunu ciddi boyutta etkiler. Aynı zamanda evden çıkmama ve sürekli yemek yeme de kişilerin maddi durumunun kötüleşmesine sebep olur.

Adet Döneminde (Premenstrüel Dönem) İlişkiler ve İletişim

Bu dönemde gerçekleşen yoğun hormon değişikliği sebebiyle kadınlar bazen aşırı duygusal, bazen aşırı öfkeli, bazen ise aşırı kaygılı davranabilirler. Bu sebeple, bu dönemde dikkat edilmesi gereken en hassas konulardan biri de ilişkilerdir. Erkekler bu dönemlerde kadınların hormon seviyelerinde oluşan değişikliklerden haberdar olmadıklarından kadınların aşırı duygusallığını veya sürekli değişen ruh hallerini fazla naz gibi görebilirler. Bu sebeple de ilişkilerin yıpranma olasılığı yüksektir.

Kadın, içsel değişikliklerin yanı sıra bu dönemde bazı fiziksel değişikliklere de uğrar. Vücut su toplar ve şişer. Yüzde ve vücutta akneler oluşur. Bazen aşırı terleme de görülebilir. Hem değişen hormon seviyeleri hem de fiziksel özellikler sebebiyle kadın normalde olduğundan daha kötü bir görünüşe sahip olduğuna inanır ve kendini değersiz hissetmeye başlar.

İlişkilerde yaşanılan sorunlar ve kadının kendi hakkındaki algıları birleşince depresyona kadar varabilecek durumlar ortaya çıkabilir.

Eşlere Öneriler – Zihinsel Notlar

Erkeklerin bu dönemde kadınları anlamalarını sağlayacak ve kadınların bu dönemde oluşan değişken ruh hallerine ayak uydurmalarını sağlayacak bazı ipuçları;

Eşiniz veya partnerinizin o dönemdeki davranışları, yapmaktan hoşlandığı şeyleri ve yemekten hoşlandıkları şeyleri zihinsel olarak not edin.

Kadınlar adet öncesi dönemde tatlı şeyler yemeye bayılırlar, akşam eve giderken veya partnerinizle buluşurken ona çikolata götürmek güzel bir fikir olabilir. Partnerinizin o dönemde canının neler çektiğini gözlemlemek çok önemli. Hem onu düşündüğünüzü göstermiş olursunuz, hem de onun ruh halini biraz yumuşatmış olursunuz.

Kadınlar adet öncesi dönemde biraz tembelleşme eğilimi gösterirler. Bu sebeple, bir gün evi düzenleyerek veya ona bir gece yemek yaparak onu şaşırtabilir ve mutlu edebilirsiniz.

Kadınların adet öncesi dönemlerinde ve sırasında giydiklerini gözlemlemek de çok önemlidir. Bu dönemde iken şiş bir vücuda kadınlar genellikle bol şeyleri tercih ederler. Adet süresi boyunca giydikleri ile ve fiziksel özellikleri ile ilgili ince espriler yapmamak çok önemlidir. Bunun yerine mantıklı iltifatlar kabul görebilir.

Kadınlara Adet Dönemi (Premenstrüel) ile İlgili Öneriler

  • Kafein ve alkol tüketmeyin.
  • Azar azar ve sık sık yiyin.
  • Portakal, elma, armut, lahana, kuru fasulye, nohut, karnabahar gibi şişkinliğe sebep olacak gıdalardan kaçının.
  • Yürüyüş yapın.

Tedavi Yaklaşımları

Bu sendromun sebebi her ne kadar hormonal olsa da tedavisi psikiyatriktir. En etkili ilaçlar antidepresanlardır. Beraberinde kalsiyum, magnezyum, A, E ve B6 vitamin takviyesi yapılabilir. Adet dönemi sendromun tedavisi adet döneminde başlayıp biten bir süreç değildir. Bu bozukluk için hem ilaç tedavisi hem de psikoterapi daha kalıcı çözümler sunar. Psikoterapide önemli olan kadınların bu dönemde geliştirdikleri olumsuz düşünceleri bilinçaltından çıkarmaktır. EMDR terapisi bu konuda başarı sağlayabilir.

Kadın ve Cinsellik

Genel Bilgiler

Toplumumuzda kız çocuklarının, cinsellikle ilgilenmemeleri öğretilmektedir. Masturbasyon yapmaları hoş karşılanmamaktadır. Bu nedenlerle, kadınların önemli bir kısmı ön sevişme esnasında eşlerine katılamamakta, cinsel birleşme esnasında hareketsiz kalmakta, hazlarını arttıracak tutum almaktan kaçınmaktadır.

Toplumumuzda cinsellikle ilgili sorunlar ve cinsel işlev bozuklukları sık görülse de, bunların önemli bir kısmı doktora gitmemekte ve bu konuyu doktora açma konusunda isteksizdir.

İstatistikler

Amerika’da yapılan bir çalışmaya göre, kadınların%60’ının cinsellikle ilgili problemleri olduğu ortaya çıkmıştır. Problemi olan kadınların %30’u hiçbir şekilde cinsel isteklerinin az olduğu veya cinsel istek duymadığı, %20’si seksi haz verici bulmadıklarını, %15’i ilişki esnasında acı duyduklarını, %50’si cinsel ilişkiden önce uyarılmakta güçlük çektiğini, %50’si çok zor orgazm olduklarını, %25’i ise hiçbir şekilde orgazm olamadıklarını belirtmişlerdir.

Bir başka çalışmada ise, evliliği yolunda giden kadınların %35’i cinsel ilişkiye karşı ilgilerinin zaman içinde azaldığını, %10’u hiç orgazm olamadıklarını, %47’si ilişki esnasında yeterince gevşeyemediklerini, %38’i ilişki esnasında ön sevişme dönemlerinin kısa sürdüğünü, %25’i cinsel ilişki sonrasında eşlerinden yeterince yumuşaklık ve sevecenlik göremediklerini belirtmiştir.

Cinsel olarak aktif olan kadınların yarısı ayda birkaç kez ilişkiye girerken, %30’u haftada 2-3 kez, %7’si 4 veya daha sık ilişkiye girmekte, %12’si ise senede ancak birkaç kez ilişkiye girmektedir. Tüm kadınların %3’ü ömür boyu hiçbir ilişkiye girmemiştir.

Ülkemizde, %66 gibi yüksek rakamlarda seyreden vajinismusu, %25 ile “cinsel istek azlığı”, %17 ile “orgazm bozuklukları” izliyor. Araştırmalara göre, Türkiye’de kadınların ilk cinsel birleşmeyi yaşama yaşı 19.5’ dur.

Çocukluğunda ve gençliğinde “iyi kız” olarak kendisini tanımlayan her 10 kadından 9’u yetişkinlikte orgazm olamıyor.

Kadınlarda Cinsel İşlev Bozuklukları

WHO’ya göre, cinsel işlev bozukluğu “bir kişinin arzu ettiğinde cinsel bir ilişkiye katılamama halidir”. Biyolojik, psikolojik, kişilerarası belirleyicileri olan çok boyutlu bir durumdur.

1.Cinsel İstek Bozukluğu

  • Azalmış Cinsel İstek Bozukluğu
  • Cinsel Tiksinti Bozukluğu

2.Cinsel Uyarılma Bozukluğu

3.Orgazmik Bozukluklar

4.Cinsel Ağrı Bozuklukları

  • I.Disparoni
  • Iı. Vajinusmus
  • Iıı. Non-Koital Seksel Ağrı

Cinsel İstek Azlığı

  • “Cinsellikten zevk almıyorum”
  • “Çok istekli gözükürsem, eşim benimle ilgili yanlış düşünür”
  • “Ya gebe kalırsam”
  • “Eşim cinsel ilişki esnasında benim isteklerimi yok sayıyor”
  • “Cinsel partnerim beni aldatıyor”

Ülkemizde tedaviye başvuran her üç kadından birinde cinsel istek bozukluğu görülmektedir. Sürekli olarak ya da yineleyici bir biçimde cinsel fantezilerin ve cinsel etkinlikte bulunma isteğinin az olması (ya da hiç olmaması) durumudur. Kültürel, sosyal, dini, psikolojik ve fiziksel etkenlerle etkileşim içindedir.

Cinsel İstek Azlığının Nedenleri

  • Kadınların cinsellikten zevk almamaları
  • Masturbasyon yapmalarının, cinsel fanteziler kurmalarının ya da cinsel etkinliği başlatmanın ayıp ya da günah sayılması
  • Cinsel eğitimde yetersizlik, yanlış cinsel bilgi ve inançlar
  • Depresyon ya da psikolojik bir travma, menapoz ve kullanılan ilaçların yan etkisi.
  • Evlilik çatışmaları, eşler arası uyumsuzluk
  • Stres (İş, aile içinde hasta bir bireyin varlığı, yakın akrabalardan birinin kaybı, maddi problemler, taşınma, yoğun iş temposu, çocuklarla ilgili problemler vb. )
  • Cinsel partnerin yeterli uyarı sağlamadan ilişkiye girmek istemesi, cinsel ilişki sırasında bayanın isteklerini görmezden gelmesi, duygu ve düşüncelerine değer vermemesi.
  • Güven problemleri ve çatışmalar (Cinsel partnerine güvenememe, aldatılmak, cinsel eş ile arasındaki iletişim bozukluğu, geçimsizlik, çatışma, partnerde görülen erken boşalma gibi bir cinsel işlev bozukluğu)
  • Gebe kalma korkusu ya da kürtaj korkusu
  • Bakire kızlarda kızlık zarını kaybetme korkusu
  • Daha önce yaşanmış çeşitli olumsuz ve rahatsız deneyimler.
  • Cinsel taciz ya da tecavüze maruz kalmak
  • Ailenin cinsel konularda katı, baskıcı tutumu
  • Kadının istekli olması halinde partnerin onun hakkına kötü kadın olduğunu düşüneceği ile ilgili kaygılar.
  • Cinsel konuda geliştirilen özgüven eksikliği

Tedavi

Cinsel isteksizliğin giderilmesinde temel amaç, bu sorunu yaşayan kişide terapi ile, davranış ve düşünce kalıpları farklılaştırılarak cinsel isteği engelleyen nedenlerin bulunup ortadan kaldırılması ve kadının cinsel arzularıyla uyumlu bir cinsel yaşamı sağlamaya çalışmaktır.

Cinsel Tiksinti Bozukluğu

Sürekli olarak ya da yineleyici biçimde, cinsel eş ile genital ilişki kurmaktan aşırı tiksinti duyma ve bundan tümüyle kaçınma.

Bu tip sorunlar genellikle fiziksel veya cinsel suistimal ile çocukluk çağı travmalarıyla ortaya çıkabilir.

Cinsel Uyarılma Bozukluğu

Sürekli olarak ya da yineleyici bir biçimde, cinsel uyarılmanın yeterli olmaması ya da cinsel etkinlik bitene kadar bunun sürdürülememesi durumudur. Genital (ıslanma-kabarma) ya da subjektif heyecan tepkisi yada diğer somatik cevapların eksikliği/yokluğudur.

Cinsel Uyarılma Bozukluklarının Nedenleri

  • Yeterli cinsel eğitimin ve cinsel deneyimin olmaması.
  • Cinsel etkinliğe yeterince hazırlanmama, yeterli ön sevişme olmaması ya da partnerinde “erken boşalma” sorunu olması.
  • İlaçlar; antidepresifler, antihistaminikler, antihipertansifler
  • Organik nedenler; menapoz, atrofik vaginit, DM, Pelvik bölgeye radyoterapi uygulanması.

Orgazm Bozukluğu

  • “Aldatılıyorum”
  • “Kendimi, vücudumu beğenmiyorum”
  • “Mutsuzum”
  • “Cinsel ilişki esnasında kontorlümü kaybetmemeliyim”
  • “Partnerim beni ya beğenmezse, çekici bulmazsa”

Olağan bir cinsel uyarılma evresinden sonra orgazmın sürekli ya da yineleyici bir biçimde gecikmesi ya da hiç olmamasıdır.

Normal bir uyarılma döneminden sonra orgazm olamama durumu cinsel tecrübesi az olan ve cinsel ilişkiye yeni başlamış olan kadınlarda sık görülür. Kadınların %5-10’u hayatlarının hiçbir döneminde orgazm olamaz ve buna birincil anorgazmi (orgazm olamama) adı verilir. Anorgazminin en sık görülen psikolojik nedenleri arasında;

Takıntılı bir şekilde ilişkinin nitelikleriyle ilgilenme,

Hata yapma korkusu

Kendini aşırı eleştirme

Başaramama korkusudur.

Nedenler

  • Emosyonel travma gibi psikolojik nedenler (geçmişte cinsel tacize maruz kalmış olmak vb.)
  • Özgüven azlığı
  • Vücudunu beğenmeme,
  • Kontrolünü kaybetme korkusu
  • Depresyon, Anksiyete bozuklukları, alkol ya da uyuşturucu madde kullanımı ile ilgili bazı ilaçlar
  • Menapoz
  • Kronik hastalıklar
  • Nörolojik hastalıklar
  • Yoğun ilaç kullanımları
  • İlişki problemleri (Aldatılma ya da aldatılma kuşkuları)

Tedavi

Tedavide öncelikle altta yatan organik ve psikolojik nedenler araştırılır. Cinsel eğitim ve bireysel ve çift terapisi uygulanır. Çiftelere cinsel birleşme teknikleri aktarılmaktadır.

Cinsel Ağrı Bozuklukları

Disparoni

Seksüel ilişki ile birlikte kalıcı veya yineleyici genital ağrı olarak tanımlanır. Uzun süre devam etmesi durumunda anorgazmi ve istek azlığını da beraberinde getirebilir. Hem psikolojik hem fiziksel nedenlere bağlı olarak ortaya çıkabilir. Kadınların üçte ikisi hayatlarının bir döneminde bu durumu geçirebilirler.

Nedenler

  • Kronik enfeksiyonlar ve klitorisin irritasyonu ve aşırı duyarlılığı yer alır. Kalın himen (kızlık zarı), epizyotomi nedbesi, vajinit, ilişkiye hazır olmadan (yani yeterince ıslanma olmadan) başlanması nedeniyle ortaya çıkan tahriş ve menapozda ortaya çıkan Vajinal atrofi (vajina dokusunun zayıflaması).
  • Kısa vajina (doğumsal), mesane anfeksiyonları (sistit) ve uretrit, kronik enfeksiyonlar, endometriozis, pelviste kitleler, barsak hastalıkları, genital organlarda sarkma.
  • Cinsellikle ilgili çocukluktan gelen olumsuz önyargılar, cinsel taciz öyküsü, ilişkiyle ilgili olumsuzluklar vb.

Vaginusmus

Vaginanın dış üçte birindeki kaslarda koitosu engelleyecek biçimde yineleyici ya da sürekli olarak istem dışı kasılmaların olmasıdır. Bu kasılmaya tüm bedendeki kasılmalar, bacakların kapanması, korku, kaçınma tepkisi, girişin olmayacağı inancı eşlik etmektedir. .

CETAD’ ın yapmış olduğu araştırmaya göre, Türkiye’de her 10 kadından biri bu sorunu yaşamaktadır. Kanada’da yapılan bir araştırmada kadınların sadece %1-6’sı vajinusmus yaşadığını belirtmiştir.

Evlendikten sonra birçok kadın yorgun olduğu, başının ağrıdığı gerekçesiyle cinsel birleşmeden kaçıyor. Vajinusmuslu kadınların kurallara uyan, kızgınlığını dışa vurmayan, sürekli kabul ihtiyacı içinde olan iyi kızlar olduğu saptanmıştır. Bu kadınların başka özelliği, genellikle baskıcı ve otoriter olan babalarının tersi özelliklerini gösteren erkekleri eş olarak seçmeleridir.

“Çocuk sahibi olmak istiyorum.”

“Evlilik yaşamım tehdit altında”

Vajinusmus, en sık başvuru nedenini oluşturmaktadır. Toplumumuzda kadınlarda cinsel istek azlığı, orgazm güçlüğü ya da cinsel istek azlığı vajinismusa oranla daha sık görülmektedir. En sık başvuru nedeni olmasının temelinde;

  • Çiftin çocuk sahibi olma arzusu
  • Evlilik yaşamını ciddi biçimde tehdit etmesidir.

Nedenler

  • Geleneksel tutum
  • Muhafazakar yapı
  • Eğitimsizlik
  • Koruyucu aile yapıları
  • Kızlık zarının hala kadının namusu olarak görülüyor olması
  • Cinsel taciz gibi ciddi psikolojik travma, ağrılı jinekolojik muayene, ilk ilişkinin çok ağrılı olması psikolojik tahribat yapmış olması.
  • Endometriozis, kronik enfeksiyonlar, kızlık zarının gergin olması gibi durumlar
  • Kadının genital bölge ve vajinanın boyutu hakkında yanlış inançlarının olması

Tedavi

  • Vajinadaki istem dışı kasılmanın aşamalı egzersizlerle ortadan kaldırılması
  • Kadının genital anatomisiyle ilgili temel bilgileri edinmesi için eğitim verilir
  • Gevşeme, imajinasyon, duyarsızlaştırma tekniklerinin kullanılması
  • Vajinusmusa yol açan etkenlerin çözümlenmesi

Non-Koital Cinsel Ağrı Bozuklukları

Israrcı ve tekrarlayan tipte cinsel birleşmeden bağımsız olarak genital ağrı/acı durumudur. Anatomik veya inflamatuar durumlarda ortaya çıkabilir.

Cinsel İşlev Bozuklukları ve Terapi

Cinsel terapiye başlamadan önce danışanlara çok yönlü multidisipliner bir muayene, tetkik ve değerlendirmeler yapılmaktadır. Cinsel terapide öncellikle kişinin cinsel yaşam öyküsü ele alınmaktadır.

  • Cinsel eğitimini kimden aldığı
  • Masturbasyon
  • İlk cinsel deneyimi
  • Cinselliği nasıl algıladığı
  • Çocukluk ve ergenlik döneminde tacize uğramış mı?
  • Terapiye getirdiği cinsel sorun hakkında detaylı bilgiler edinilmektedir. Değerlendirmenin ardından kişinin herhangi bir sağlık problemi var olup olmadığı değerlendirilmektedir.

İlişkiden kaynaklanan birtakım sorunların olup olmadığını değerlendirmek için çift olarak terapiye almak önemlidir.

Cinsel soruna yol açan faktörler tespit edildikten sonra çifte cinsel terapi uygulanabilmektedir. Nefes ve gevşeme egzersizleri öğretilir. Bazı özel tekniklerin ve egzersizlerin öğretilmesinin yanı sıra, cinsellikle ilgili yanlış inanç ve düşünce sistemlerinin üzerinde durulması amaçlanmaktadır. Cinsellikle ilgili olumsuz düşünceler kişinin hayatında alışkanlık haline gelebilir, kişi bu olumsuz düşüncelerin farkına varamayabilir. Olumsuz düşüncelerin yerine kişinin alternatif düşünceler geliştirmesini sağlamak önemlidir. Yeni bakış açısının cinsel hayata nasıl aktarılacağı konusunda “ev ödevleri” verilmektedir.

DOÇ. DR. ADNAN ÇOBAN PSİKİYATRİST-PSİKOTERAPİST

Çoğu kadın anne olduktan sonra duygusal değişiklikler yaşar. Bu duygusal değişimler doğumdan sonraki ilk iki hafta içinde görülür ve kendiliğinden düzelir. Bu döneme lohusalık sendromu yani anne – bebek hüznü denir.

Çiftler için bebek sahibi olmaya karar vermek önemlidir. Ve gebeliğin başlangıcından itibaren karı-kocanın yeni rolü anne-baba olmaktır. Bebekli yaşama hazırlanırken kaygı ve endişe yaşanabilir. Bu durum yaşamın işlevselliğini, eşler arasındaki ve yakın çevre ile olan ilişkileri bozmuyorsa normaldir. Ancak ilk 2 haftadan sonra duygusal inişler ve çıkışlar devam etmeye ya da fazlalaşmaya başlıyorsa, anne de yoğun ağlama krizleri, mutsuzluk, aşırı kırılganlık ve alınganlık, sürekli bebeğe ve kendisine kötü bir şey olacakmış hissi, özellikle akşam olduğunda evde kalmak istememe, nefes almada güçlük, tahammülsüzlük, bebekle bağ kuramama gibi belirtiler görülüyorsa, bunlar doğum sonrası depresyonun belirtileridir.

ERKEN YAŞTA ANNE OLMAK DEPRESYONA YOL AÇABİLİR

Doğum yapan kadınların yüzde15’inde doğum sonrası depresyon görülür. Erken yaşta anne olan kadınlarda depresyon oranı yüzde 30-35 civarındadır. Daha önce depresyon ya da psikiyatrik rahatsızlığı olan annelerde görülme oranı yüzde 25’tir. Daha önceki doğum sonrası depresyon yaşayan annelerde depresyon görülme oranı ise oldukça yüksektir.

BİYOLOJİK VE PSİKOLOJİK YATKINLIK ÖNEMLİ

Doğum sonrası depresyonun nedenleri arasında kişinin depresyona biyolojik ve psikolojik olarak yatkınlığı önemlidir. Özellikle gebelik boyunca ve gebelik sonrasında artış gösteren östrojen ve progesteron yani kadınlık hormonlarının, doğumdan sonra birden düşmesi depresyona yol açabilir. Hormonal nedenler arasında sayılan böbrek üstü bezlerinin salgıladığı steroidlerin, doğumdan sonra hızla düşmesi de depresyonu tetikleyebilir.

Bu biyolojik nedenlerin yanında psikolojik ve sosyal faktörlerde çok etkilidir. Doğum anne adayı için başlı başına bir stres kaynağıdır. Özellikle doğum korkusu olan anne adaylarında doğum sonrası depresyonun görülme oranı daha yüksektir. Bununla birlikte bebeğin aileye katılması, sorumluluk duygusu, bebeğe bakamayacağını düşünme, bebeği ihmal etme ile ilgili korkular, sosyal destek yoksunluğu ve bebeğin bakımı gibi faktörler de doğum sonrası depresyonu arttırabilir.

Hamilelik öncesi psikiyatrik bir rahatsızlık geçirme, zor ve riskli gebelikler, yoğun doğum korkuları, stresli bir yaşama sahip olma, genç yaşta anne olma, ilk kez doğum yapma, evlilik sorunları, ailede ruhsal hastalık öyküsü, yakın aile ve sosyal çevreden destek görememe gibi nedenler doğum sonrasında depresyon görülme riskini arttırır. Bebek doğduktan sonra annenin uykusuz kalması da durumu ağırlaştırır. Çünkü uykusuzluk, her birey için gerginlik getirir.

DOĞUM SONRASI YAŞANAN DUYGUSAL DEĞİŞİMLERİN TEDAVİSİ MÜMKÜN

Doğum sonrası depresyon belirtileri; şiddetli hüzün ya da mutsuzluk, aşırı yorgunluk, bitkinlik ve enerji kaybı, bedensel rahatsızlıklar, sosyal aktivitelere karşı ilgisizlik, dikkat ve konsantrasyon güçlüğü, ağlama, uykusuzluk, iştahsızlık, depresif ruh hali, bebekle ilgilenmek istememe, intihar ve ölüm düşünceleridir. Annenin psikolojik, hormonal, sosyal ve duygusal özellikleri bu semptomların şiddetini belirler. Her anne şikayetleri aynı oranda yaşamaz. Doğum sonrası yaşanılan duygusal değişimlerin tedavisi mümkündür. Doğumdan sonra görülen lohusa sendromunda eş ve aile desteği oldukça önemlidir. Özellikle babanın anneye duygusal olarak yardımcı olması gerekir. Ailelerin de bebek bakımında anneye destek olması, anneyi annelik rolüne daha kolay hazırlar. Anne doğumdan sonra kendisine zaman ayırmalı, eşi ile baş başa zaman geçirmeli, sosyalleşmeli, düzenli olarak fiziksel aktivitelerde bulunmalıdır. Bu dönemde de anneler inişli çıkışlı duygular yaşarlar fakat bu duygular anneleri aşırı rahatsız etmez. Bunun için tedaviye gerek yoktur.

DEPRESYON 2 HAFTADAN UZUN SÜRÜYORSA PROFESYONEL YARDIM GEREKİR

Doğum sonrası depresyon tedavisinde depresyonun başlama zamanı bilindiği için annenin eşi, ailesi ve sosyal çevresi anneyi bu dönemde iyi gözlemlemelidir. İki haftadan uzun süren belirtilerde profesyonel yardım alınmalıdır. Tedavi üç aşamada şekillenir. Birincisi psikiyatristin belirlediği ilaç tedavisi, ikincisi psikoterapi, üçüncüsü ise eş, aile ve sosyal destektir.  Çoğu anne bebeklerini emzirirken ilaç kullanıp kullanmamak konusunda kaygılıdır. Psikiyatrist gözetiminde emziren çoğu anne antidepresan kullanmaktadır. Tedavi olmayan annelerin bebekleri ile arasındaki ilişkinin bozulması, bebeğin psikolojik gelişimi için önemlidir. Bebek ilk yıllarında doğru şekilde desteklenirse; bebeğin beyin gelişimi, kişiliği ve duygusal gelişimi için iyi bir zemin hazırlanmış olunur. 

EŞİN DESTEĞİ ŞART

Her kadın için gebelikte, doğumda ve emzirme sürecinde duygusal ve fiziksel değişimlerin yaşanacağı unutulmamalıdır. Doğumdan bir yıl sonra anne, gebelik öncesi eski vücuduna kavuşabilir. Bu dönemde anne için eş desteği çok önemlidir. Yeni yapıya bireysel olarak değil karı-koca birlikteliği ile adapte olmak gerekir. Unutulmamalıdır ki iyi anne- baba olmak, iyi karı-koca olmanın ön koşuludur.

EŞİNİZ VE AİLENİZ İLE İŞ BÖLÜMÜ YAPIN

Bebek bakımı ile ilgili aile desteği alın. Size nasıl yardımcı olabilecekleri hakkında açık konuşun, yardım almaktan çekinmeyin. Sizi üzen, gergin hissettiren kişilere karşı sınır koyun. Bebek uyuduğunda mutlaka dinlenin ya da uyuyun. Eşiniz ve aileniz ile iş bölümü yapın. Kendinize zaman ayırın. Egzersiz yapın, düzenli duş alın ve bol su için. Size uygun olan diyet ile kilo verin. Sosyalleşin, eşiniz ile baş başa vakit geçirin. Bebek ile ilgili konularda geri planda kalmayın. Unutmayın ne kadar çok vakit geçirirseniz birbirinize o kadar kolay adapte olursunuz. Hata yapmaktan korkmayın. Bazı günler zor geçebilir bu da bebeğin yeni hayatına uyum sürecinin bir parçasıdır. Siz ve eşiniz bebeğiniz için her zaman en doğru kararı verecek kişiler olacaksınız.

Bu dönemi daha kolay geçirmenizi sağlayacak gebelere ve babalara yönelik ebeveyn rolleri, hamilelik, doğum ve bebek bakımı ile ilgili eğitimlere katılabilir, bu dönemler ile ilgili kitaplardan faydalanabilirsiniz. Gebeliğin başlangıcından itibaren uzmanlardan düzenli olarak psikolojik destek alabilirsiniz.

CENTRAL HOSPITAL

Üzerinde herkesin hemfikir olduğu bir ‘mutluluk’ tanımı olmasa da genel olarak bir kişinin hayatının toplam kalitesini ne kadar olumlu olarak değerlendirdiği onun mutluluk düzeyidir diyebiliriz. Bir görüşe göre ise acıdan kaçınmak ve hazzı aramak insan doğasının temel kurallarından biridir. Mamafih, bu kadar karmaşık hale gelmiş bir yaşam ve bu kadar ilerlemiş bir insan zekasının sadece hazzı arayıp , acıdan kaçınarak mutlu olmasını beklemek pek mümkün değildir.

Hayatta acıdan kaçmak ve bedensel hazlar açısından doyuma ulaşmış olmak elbette belirli bir mutluluk düzeyi sağlar ancak bunların ötesinde daha kalıcı mutluluk düzeyleri sağlayan şeyin, belirli bir amaç doğrultusunda , emek harcayarak anlamlı düzeyde bir ilerleme kat etmek olduğu iddia edilmektedir.

Örneğin , bazen bir doktora derecesi almak, iş hayatınıda bir kademe atlamak, birkaç sene uğraşıp bir spor alanında derece yapmak, seks yapmaktan daha mutluluk verici olabilmektedir.

Tarih boyunca ‘nasıl daha mutlu olunabilir’ kavramı üzerinde düşünen birçok düşünür olmuştur, ancak temel olarak bu sorularla çok üğraşan birisi eski yunan felsefecilerinden biri olan Epikür (Epicuros) tur. Epicuros, biraz da yanlış anlaşılarak haz almayı mutluluğun temel gereği olarak tanımlamakla suçlansa da gerçek pek öyle değildir, kendisi , ona inanan belli bir arkadaş grubu ile birlikte şehrin dışında mütevazi bir hayat süren, kendi ürettikleri sebze ve meyvelerle beslenip, felsefe yapmakla geçen bir hayat yaşamıştır. ‘Dünya zevkleri’ olarak tanımlanan birçok uğr-aşla hiç ilgilenmemiştir.

Epiküryen felsefeye göre mutlu olmanın temel koşullarından biri ‘dost edinme yetisi- dostların olması’dır.Yanında bir dostu olmadan yemek yemek sadece aslanlar ve kurtlara özgüdür, insan yalnız kalmamalıdır’ der .

Bir diğer önemli mutluluk kaynağı, ruhen, fikren ve bedenen özgür olmaktır, istemediğimiz işler yapmak, sevmediğimiz veya inanmadığımız bir kişi için veya bir amaç uğruna çalışmak hep kronik mutsuzluk kaynaklarıdır. Gündelik hayatın kavgaları ve politika , Epiküyen felsefeya göre uzak durulması en zaruri olan şeylerdir.

İnsanın hayatta varoluşu ve üzerinde uğraşıp emek harcamadan, hayatın kendi başına anlam verilmesi zor bir kavram olması, insanı devamlı iç huzursuzluğuna iter, ve bu durum varoluşsal gerginliğimizn temel sebeplerinden biridir, bu durumu aşmak ancak daha çok okumak, hayat üzerine ve bizim hayatımıza katacağımız anlam üzerinde kendimizle ve dostlarımızla durmadan fikir alışverişi yapmakla belki biraz mümkün olur. Düşünmek huzursuzluğu azaltır. Boş, amaçsız ve umarsız yaşamak da kronik bir mutsuzluk sebebidir.

Dostluk yoksa zenginlik, özgürlük yoksa bir 4×4, huzura kavuşturan düşünceler yoksa bir dağ evi mutluluk düzeyimizi arttırmaz.

Mutluluk konusunda sosyal bilimlerin tüm alanlarından, bilhassa ekonomistlerin ciddi araştırmaları vardır. Economic Journal da Temmuz 2004 de yayınlanan bir araştırmada, daha çok para kazananların, daha az para kazananlara göre daha mutlu oldukları, ancak belirli bir gelir düzeyinin üzerinde daha çok paranın mutluluk düzeyine olan katkısının azaldığı ortaya konmuştur.

Ailelerde çocuk sayısısının ikinin üzerine çıkması muhtemelen ekonomik kaygılar nedeniyle bildirilen mutluluk düzeyini azaltmaktadır. Düzenli bir ilişkisi olanlar yalnız kimselere göre kendilerini daha mutlu hissettiklerini ifade etmişlerdir.

Eğlenceli bir yaşantısı olanlar ve yaşamlarının ana odağına ‘haz’ prensibini koyanlar daha mutludurlar ancak bu tarz mutluluklar genelde geçici-sabun köpüğü-mutluluklardır.

Tüm bu yukarıda belirtilenler, ekonomik durum, aile, çocuk sayısı, kişinin bedensel sağlığı, eğlenceli bir hayatı olup olmadığı mutlaka ne kadar mutlu hissettiğimiz açısından çok önemlidir, ancak bu mutluluğu kalıcı hale getimek için çok önemli iki kavram vardır, bu kavramlar, üretkenlik ve anlam’dır.

Çalışan insanlar daha mutludur. Problem çözen, ileriye giden ,sorumluluk alan ve yaratıcı olan kişiler kaçınılmaz bir tatmin duygusu içindedirler. TV’yi kapatmak veya bir yemek davetini reddedip işinizle ilgili bir rapor hazırlamak zor gelecektir ama işin gerçeği bu uğraş toplam mutluluğunuzu daha çok arttırmaktadır.

Ancak; yaptığınız işler, yaşadığınız hayat veya üretiminiz size bir anlam ifade etmiyorsa , ne kadar üretken olursanız olun mutlu olamazsınız.‘ Anlam’ olmadan mutluluk formülü tamamlanamaz.

Birçoğumuz için hayatımıızn büyük kısmı yapmakta olduğumuz iştir.Bu nedenle işimize bir anlam yükleyebilirsek tatmin olma düzeyimiz ve dolayısıyla mutluluğumuz artacaktır. Ancak Amerika Birleşik Devletlerinde yapılan bir araştırma çalışanların %75’inin işlerinden ‘nefret’ ettiklerini göstermiştir. Bu durumda işimizden tatmin olmuyorsak, ‘anlam’nerede bulunabilir?

Mutlu kişilerin en önemli özelliklerinden biri gönüllü olarak hayır işlerinde ve sosyal projelerde görev almalarıdır.Modern hayatla birlikte insanların birbirine ihtiyaçları giderek azalmıştır, bu üzerinde herkesin hemfikir olduğu bir tespittir. Günümüzde s eğer istiyorsak tüm osyal bağlarımızdan uzak ve birey olarak özgür bir şekilde kendi kaderimizi yaşama şansımız bulunmaktadır .

Ancak yüzelli bin yıllık insanlık tarihi boyunca insan, hep bir yere aidiyet ve sorumluluk hissi ile yaşamıştır.Bu nedenle artık birilerine ihtiyaç duymasak bile ‘birilerinin bize ihtiyaç duymasına ihtiyacımız vardır’. Bu eksiği sadece karşılıksız –gönüllü olarak insanlara yardım ederek giderebiliriz. Mecbur olmadığımız halde insanlar için iyi birşeyler yapıyor olma duygusu oldukça tatminkar bir mutluluk kaynağıdır.

Mutluluk için maalesef tek cümlelik mucizevi bir formül vermek mümkün değildir, ancak , eğer bu makaledeki önerilerin büyük kısmı hayatınızda var ancak yine de bir tatminsizlik, boşluk ve mutsuzluk hissi yaşıyorsanız o zaman psikoterapi sizin için doğru bir seçenek olabilir.

Dr. Özgür Öztürk / Psikolog

Günlük sosyal durumlar bile kendinizi mahcup ve korkmuş hissetmenize neden oluyorsa, bu iyi test edilmiş teknikleri denemenin zamanı geldi. Zeki, çalışkan bir öğrenci, iletişim dersinde başarısız oluyor. Derse katılım, notunun yüzde 25’ini oluşturuyor, ancak sömestr başladığından beri sınıfta konuşmadı çünkü aptal gibi görüneceğinden endişeleniyor. Bir kodlama dehası ilk oyununu tasarlamıştır. Yeteneklerine ve saygın bir bilgisayar bilimi programından yeni mezun olmalarına rağmen işsizler. İş görüşmesine gitmekten korktukları için iş başvurusunda bulunmadılar.

Beş yıldızlı bir atlet, hızlı temposu ve yenilikçi oyun kuruculuğuyla futbol sahasına hükmediyor. Muhabirler maçtan sonra peşine düştüğünde, soğuk ve ilgisiz görünüyor. Aslında, kısa cevaplar vermesinin nedeni, kibirli görünmekten korkmasıdır. Bu insanların her birini birleştiren nedir? Sosyal anksiyete. Bu tanımlardan herhangi biri size uyuyorsa, belki de siz de sosyal anksiyete ile yaşıyorsunuz. Bu kılavuz, bu durumu anlamanıza ve bu durumu nasıl ele alacağınızı öğrenmenize yardımcı olacaktır.

Sosyal kaygının nedenlerini anlayın: 

Özünde, sosyal kaygı, olumsuz değerlendirilme ve reddedilme korkusudur. Sosyal olarak endişeli hissettiğinizde, başkalarının sizin hakkınızda ne düşündüğü konusunda endişelenir ve iyi bir izlenim bıraktığınızı umarsınız.

Çoğu duygu gibi kaygı da size yardım etmeye çalışır. Anksiyete, beyninizin yaklaşan bir tehdide karşı sizi uyarma şeklidir. Düşünün ki kolunuzdan yukarı tırmanan bir yılan var. Sosyal kaygı aynı şeyi yapmak için tasarlanmıştır: sizi sosyal tehditlere karşı uyarır. Sosyal tehditler, alay edilmek veya bir gruptan atılmak gibi reddedilmenizi içeren her şeydir. Sosyal kaygı patlak verdiğinde şöyle der: ‘Hey, şu anda reddedilme ihtimalin yüksek.’ Bu durumlarda, reddedilme şansını düşürmek için onaylamayan yüzler bulma amacıyla odayı tararsınız; insanların nasıl davrandığını analiz edersiniz; duruşunuza, konuşmanıza ve yüz ifadelerinize aşırı odaklanırsınız. Bu hızlı değerlendirmeden sonra, davranışınızı uyması ve reddedilmekten kaçınması için eşleştirmeye çalışırsınız. İşte! Teşekkürler, sosyal kaygı.

Sosyal kaygı bir kişi olsaydı, iyi niyetli olduklarını söyleyebilirdiniz. Ancak bazen, sosyal kaygı yanlış anlıyor. Bu durum, sosyal kaygı gerçekte var olmayan sosyal tehditler için alarm zilleri gönderdiğinde olur- veya daha kötüsü, gittiğiniz her yerde kesintisiz bir alarm zili olur.

Şöyle düşünüyor olabilirsiniz: “Pek sosyalleşmiyorum ama bundan rahatsız da değilim.” Ben sadece yalnız olmayı tercih ederim.’ Bu içe dönüklüktür ve sosyal kaygıdan farklıdır. İçe dönüklük, daha çok sosyalleşme tercihinizle ilgili bir kişilik özelliğidir: ne sıklıkta, kiminle, büyük veya küçük gruplarla vb. Buna karşılık, sosyal kaygı, sosyalleşme korkusuyla ilgilidir. Sosyal kaygılı veya kaygısız içe dönük olabilirsiniz ve içe dönük veya içe dönük olmayan sosyal kaygınız olabilir. Sosyal kaygı, sosyal bir ortamda biraz tedirginlik veya çekingenlik hissettiğinizde ortaya çıkan utangaçlıktan da farklıdır. Yeni insanlarla tanıştığınızda veya başkalarının önünde performans sergilediğinizde olduğu gibi, ara sıra utangaç hissetmek yaygındır. Sosyal kaygı ile mücadele etmiyorsanız, genellikle utangaçlık ortaya çıktığında hızla adapte olabilir ve sosyal etkileşimin tadını çıkarmaya devam edebilirsiniz.

Sosyal kaygı, güçlü sosyal ilişkiler kurmanın, okulda ve işte elinizden gelenin en iyisini yapmanızın ve kendinizi rahat hissetmenizin önüne geçer. Ayrıca maddeyi kötüye kullanım, depresyon ve hatta intihar gibi diğer ruhsal problemlere de yol açabilir.

Birçok sosyal durumda çok endişeli hisseden insanlar, sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) ile mücadele ediyor olabilir. Kişiler aşağıdakiler gibi çok sayıda sosyal durumda sürekli rahatsız edici kaygıyı içerir: sunum yapmak, başkalarının önünde performans sergilemek, yabancılarla etkileşim, randevu almak, kısa konuşmalar yapma; veya başkalarının önünde yemek yemek veya içmek.

“SAB” nuz olduğunda, bu listelenen günlük sosyal durumlar başarısız olma fırsatınız gibi gelir. Bir yabancıyla etkileşim kurmak, aptalca bir şey söylemeye kapı açar; bir randevuya çıkmak, reddedilme şansınızı birdenbire artırır; havadan sudan konuşmak garip bir sessizliğe ya da sözcüklerinizde tökezlemeye yol açabilir ve başkalarının önünde yemek ve içmek, her yudumunuzun ve çiğnemenizin bir büyüteç altında olduğu bir performans gibi gelir.

Bu kaygının bir sonucu olarak, “SAB” si olan kişiler, durumlar onlar için önemli olsa bile, sosyal etkileşimleri başlatmaktan veya bunlara katılmaktan kaçınırlar. 
Resmi psikiyatrik kriterlere göre SAD teşhisi konması için aşağıdaki semptomların her birini karşılamanız gerekir: 
– Sosyal durumlarda belirgin, sürekli korku
– Korkulan sosyal durumlar neredeyse her zaman kaygı uyandırır 
– Durumla ilgili korku gerçek tehdide orantısızdır 
– Durumlardan kaçınılır veya yoğun bir kaygıyla bunlara katlanılır
– Kaygınız ve/veya kaçınmanız önemli yaşam alanlarında bozulmaya neden olur ve semptomlar en az altı aydır mevcuttur.

“SAB”, dünyadaki en yaygın ruhsal hastalıklarından biridir. Dünyanın dört bir yanındaki insanların yaklaşık %4’ü hayatlarının bir noktasında bu teşhis kriterlerini karşılayacaktır. 8 milyarlık mevcut nüfus tahminlerine göre, bu kabaca 320 milyon insan!

İşte iyi haber: sosyal kaygı gayet tedavi edilebilir. Sosyal kaygı ara sıra ortaya çıksa veya hayatınızın tek bir alanını etkilese bile, bununla mücadele etmek için etkili araçlar vardır.

Harvard Tıp Okulu’nun McLean psikiyatri hastanesinde bir yıllık rotasyon da dahil olmak üzere klinisyen olarak geçirdiğim yıllar boyunca, sosyal kaygısı olan birçok genç ve yetişkinle çalıştım. Sık sık her insanın durumunun benzersizliği beni çok etkiledi- sosyal kaygılarının kökenleri, onlar için nasıl ortaya çıktığı ve başa çıkma yolları. Ancak insanların aynı denenmiş ve gerçek tedavi araçlarını kullanarak ne kadar çabuk iyileştiği beni daha da çok etkiledi. Artık evlerinden çıkamayacak kadar yıkıcı sosyal kaygıları olanlar için bile çok yararlı oldular. Açık olmak gerekirse, sosyal kaygıyı ele almak, parkta yürümek değildir. Korkularınızla kafa kafaya yüzleşmek cesaret ister. Ancak biraz çaba ve destekle, ne kadar çabuk daha iyi hissetmeye ve yaşamak istediğiniz hayatı yaşamaya başladığınıza şaşırabilirsiniz.

Ne yapalım?

Hedeflerinizi belirleyin: Sosyal kaygınız üzerinde çalışırken hedefler size rehberlik edecektir, bu nedenle sizin için neyin önemli olduğunu düşünmek başlamak için iyi bir yerdir. Sosyal hayatınızın geliştirmek istediğiniz alanlarını belirleyin, örneğin: romantik bir partner bulmak, daha fazla arkadaş edinmek, grup ortamlarında daha fazla konuşmak, daha iddialı olmak veya yeni insanlarla tanışmak. Kendinize ‘nedeninizi’ (hedeflerinizi) hatırlatmak, motive kalmanıza ve devam etmenize yardımcı olur.

Yararsız düşünme alışkanlıklarını kırın: Sosyal kaygı, belirli durumların kaygıya neden olduğuna inanmanız için sizi kandırır, ancak gerçekte, durumlarla ilgili düşünceleriniz kaygınızı tetikler. Bu nedenle bir sonraki adım, korkulu düşüncelerinizi düşünmek ve onlara meydan okumaktır. Öğle yemeği için bir iş arkadaşınızla buluşmak üzere olduğunuzu hayal edin: 
Senaryo 1. “Onları daha yakından tanımak için can atıyorum!” diye düşünüyorsunuz. Restorana girdiğinizde heyecanlanıyorsunuz. Hayatınızdaki yeni olaylar hakkında birbirinizi bilgilendirirsiniz. Minnettar hissederek ayrılıyorsunuz.
Senaryo 2. “Söyleyecek ilginç bir şeyim yok” diye düşünürsünüz. Restorana girdiğinizde kendinizi endişeli hissedersiniz. Konuşma sırasında kendinizi geri çekersiniz. Utanmış hissederek ayrılırsın.

Bu senaryolarda, durum (bir iş arkadaşınızla öğle yemeği) aynıdır, ancak olay hakkındaki düşünceleriniz büyük ölçüde farklıdır. Bu düşünceler, davranışlarınızı (konuşma sırasında söylediklerinizi) ve sırasında ve sonrasında duygularınızı yönlendirir. Sosyal kaygı ile mücadele ettiğinizde, sosyal gezileriniz Senaryo 2’ye benzeme eğilimindedir. Sosyal olayları açık bir şekilde berbat (“Hiçbir şey yolunda gitmedi”) olarak görebilir veya belirsiz durumları felaketler olarak görebilirsiniz (“Sınıf arkadaşlarım benden nefret ediyor olmalı çünkü beni grup sohbetine dahil etmediler”). Bu olumsuz düşünme kalıpları, sosyal durumlardan önce, sırasında ve sonrasında ortaya çıkabilir. Olumsuz düşünceleriniz bazen gerçeklere dayalı olarak doğru olsa bile, onları tekrarlamak genellikle endişenizi artırır ve sizi bir kaçınma döngüsüne saplanıp bırakır. Bunları nasıl kıracağınız aşağıda açıklanmıştır:

Endişeli hissettiğiniz bir sosyal durumu tanımlayın. Kimin, ne, ne zaman ve nerede olduğunu ayrıntılarıyla açıklayın, örneğin: cuma gecesi Sarah ile Bentley’s Bar’da partide tek başıma köşede durmuş içkimi yudumluyorum. Olumsuz düşüncelerinizi açıklayın: Kendimi aptal durumuna sokacağım. Kanıtları sorgulayın. Kendinize karşı dürüst olun: Olumsuz düşüncelerinizi destekleyen veya çelişen veriler nelerdir? İpucu: Geçmişte benzer durumları nasıl yönettiğinizi hatırlamak, mevcut durumunuzun kanıtlarını daha nesnel bir şekilde değerlendirmenize yardımcı olur. Kendimi aptal durumuna sokacağım düşüncesini destekleyen kanıtlar: İnsanlar benimle daha önce de dalga geçmişti ya da gergin olduğumda kendimi ifade etmekte zorlanırım. Kendimi aptal durumuna sokacağım düşüncesiyle çelişen kanıt: Kristal kürem olmadığı için aptalca bir şey yapıp yapmayacağımı kesin olarak bilmiyorum. Her şey olabilir. Veya: Eylemlerimin kontrolü bende. İyi sonuçlanabilecek bazı şeyleri söylemeyi veya yapmayı seçebilirim. Veya: Geçmişte benzer sosyal durumları iyi idare ettim.

Dengeli bir alternatif oluşturun. Bu durum hakkında başka nasıl düşünebilirsiniz? Yukarıda listelediğiniz kanıtları ve durumdan ne elde etmek istediğinizi dikkate alan dengeli düşünceler bulun. İpucu: gerçekçi olun. Başarısızlığa uğramasının en hızlı yolu kendine yalan söylemektir. Garip bir şey söyleyebilirim ki bu gerçekten utanç verici olabilir. Ancak birkaç garip yorum yapsam bile, komik veya ilginç bir şey de söyleyebilirim. Kendimi tamamen aptal durumuna sokmam kesinlikle mümkün. Bu olursa, acı verici olurdu ama dünyanın sonu da olmazdı. Bu tek bir gece kim olduğumu tanımlamıyor ve arkadaş edinmek için başka fırsatlarım olacak. Ne olursa olsun, kendimi aptal yerine koyma konusunda endişelenmeye devam etmenin faydası yok- böyle yapmak beni sadece kafamın içinde tutacak ve bu gece arkadaş edinmemi zorlaştıracak.

Konuşma becerilerinizi geliştirin: Sosyal etkileşimlerden kaçınıyorsanız, konuşma becerileriniz biraz paslanmış olabilir. Sosyal becerilerinizi yükseltmek, sosyal kaygınızı ele almak için diğer herhangi bir taktik kadar önemlidir çünkü işte acı gerçek: sosyal kaygı aslında tam da korktuğunuz şeyi, yani reddedilmeyi artırabilir. Bir randevuda olduğunuzu ve korkunç garip sessizlik için endişelendiğinizi hayal edin. Randevudan önce, konuşma konularının bir listesini oluşturur ve bazı cevapların provasını yaparsınız. Randevuya geldiğinizde, konuşmanın ölmesinden korkarak titriyorsunuz. Randevunu sorularla dolduruyorsun. Konuşurlar ve sonra duraklarlar ve siz sessizliği bastırmak için devreye girersiniz ve yanlışlıkla onların sözünü kesersiniz. Bunu birkaç kez yapıyorsun. Konuşma kesik kesik bir akışa sahip. Randevuya çıktığınız kişi, davranışınızı yanlış yorumlayabilir ve sohbete hükmetmek istediğinizi düşünebilir veya söyleyeceklerini umursamadığınızı hissedebilir. Elbette bu yorumlar doğru değil ama sosyal kaygınız onlara aksini söylüyor.

Sohbet başlatma: Bir konuşma başlatmak, onunla ve söyleyecekleriyle ilgilendiğinizi gösterir. Ancak ne söyleyeceğinizi veya nasıl söyleyeceğinizi bilmediğiniz için endişelenebilirsiniz. Üzerinizdeki baskıyı azaltabilirsiniz: Sohbet başlatmak için gizli bir şifre yoktur. Bir sohbeti nasıl başlatacağınız konusunda sebat etmek yerine, onu neden başlattığınıza odaklanın. Sohbetten ne kazanmayı umuyorsunuz? Oradan, açılışınıza karar verin. Basit tutmak genellikle en kolay olanıdır. Yakın tarihli bir kültürel etkinlik, ortak bir deneyim veya evet, hava durumu gibi ortak noktaları hedefleyin.

Odayı okumak: Odayı nasıl okuyacağınızı bilmek, bir sohbete ne zaman ve nasıl katılacağınızı bilmek de dahil olmak üzere her türlü sosyal durumda gezinmenize yardımcı olacaktır. Örneğin, Batı kültürlerinde göz teması genellikle ilgi uyandırır. Birisi söylediklerinizle ilgilendiğini göstermek için mi size bakıyor, yoksa gözleri çevredeki ortama mı kayıyor (belki can sıkıntısına işaret ediyor) veya saatine mi (sonlandırmak isteyebileceğini gösteriyor)? Benzer şekilde, açık bir vücut duruşu, sıcak bir gülümseme veya başını sallama, sizinle veya konuşmanızla ilgilendiklerini gösterebilirken, kapalı bir duruş veya kaşlarını çatma, ilgi eksikliğini gösterebilir. Burada önemli bir uyarı: İnsanların ruh halleri ve ilgileri her zaman anlaşılamaz ve bir kişinin her kas hareketini çok fazla analiz etmek istemezsiniz. Bunun yerine, bir sohbeti başlatıp sürdürmemeniz veya çabalarınızı başka bir yere yönlendirmeniz gerekip gerekmediğini belirlemek için bir kişinin vücut dilini genel bir kılavuz olarak kullanın.

Güzel sorular sormak: İyi sorular sormak, sohbeti devam ettirmenin anahtarıdır. KCS yöntemini deneyin: Katılın: “aktif bir dinleyici” olmayı hedefleyin- kişinin bahsettiği ana konular nelerdir? Heyecanlı göründükleri veya hakkında bilgi almak istedikleri belirli konular var mı? Cevap: Konuşmayı kestiklerinde, söyledikleri bir şeye yanıt vererek onları dinlediğinizi gösterin. Bir ayrıntı yerine ana bir noktaya yanıt vermek genellikle daha iyidir, ancak yanıt vermek için ‘doğru’ şeyi seçme konusunda endişelenmeyin (bu mevcut değildir). Size en kolay veya en doğal gelen şeyi seçin. Sor: onlar hakkında daha fazla bilgi edinmek istediğinizi göstermek için bir soru ile devam edin. Soru basit bir takip (“Seyahatinizin en sevdiğiniz kısmı hangisiydi?”) veya daha kişisel bir soru (“Bunu size söylediklerinde ne hissettiniz?”) olabilir. KCS yöntemi, iyi sorular sormak için bir araçtır, ancak formülsel olması amaçlanmamıştır. Sohbetin gidişatını kaybetmeniz önemli değil (bazı insanlar saçmalamayı sever!). Bir kişinin söylediği her kelimeyi hatırlamaya kendinizi kaptırırsanız, konuşma vaktiniz geldiğinde muhtemelen dikkatiniz dağılmış veya gerçek dışı görünecektir. En ödüllendirici sohbetler genellikle doğal olarak akan sohbetlerdir. Buradaki fikir, birinin söylediklerinin ana fikrini dinlemek ve ona yanıt vermek için elinizden gelenin en iyisini yapmaktır.

Maruz kalma: Seni korkutan şeyleri yap Maruz kalma, korktuğunuz sosyal durumlara kasıtlı olarak ve tekrar tekrar dahil olmayı içerir. Maruz kalmaları, korkunç en kötü durum senaryonuzun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini test etmek için davranışsal deneyler olarak düşünün. Spoiler uyarısı: bu deneyimler, size en kötü durum senaryonuzun muhtemelen gerçekleşmeyeceğini ve korktuğunuz durumların muhtemelen düşündüğünüz kadar kötü olmadığını göstererek işe yarar. Sosyal kaygının sinir bozucu bir yanı, bir defaya mahsus maruz kalmayla nadiren iyileştirilebilmesidir. Bunun yerine, pratik yapmaya devam etmelisiniz. Ne kadar çok maruz kalırsanız, o kadar iyi hissedeceksiniz. Başlamak için, sizi endişelendiren tüm sosyal durumları listeleyin, örneğin: flört uygulamasında birine mesaj göndermek, kendimi bir yabancıya tanıtmak, tek başıma bir “happy hour” a katılmak, sınıfta elimi kaldırmak veya bir iş arkadaşına kritik geribildirim vermek. Filtrelemeyin; Aklınıza gelen birçok durumu yazın. Ardından, her bir durumu 0’dan (endişe yok) 100’e (maksimum kaygı) kadar derecelendirin ve en az kaygı uyandırandan en çok kaygı uyandıran duruma doğru sıralayın. İlk maruz kalma girişiminizi seçmeye gelince, kaygı termometrenizde daha düşük olan durumlardan biriyle başlayın; daha sonra, listede kademeli olarak yukarı çıkın.

Her maruz kalmada için aşağıdaki adım adım süreci izleyin.

Maruz kalmadan önce:

En büyük korkularınızı tanımlayın. Bu özel durumda en çok ne olmasından korkuyorsunuz? Bu, sana aptal olduğunun söylenmesi veya alay konusu olmak gibi bir şey olabilir.
Bir plan yapın. Maruz kalmayı nerede yapacaksın? Kiminle? Bazı ayrıntıları önceden sıralayın ve ardından maruz kalmayı yapmak için bir zaman planlayın. Planlama, takip etme olasılığınızı artırır. 

Ulaşılabilir bir hedef belirleyin. Maruz kalma sırasında başarmak istediğiniz bir şeyi belirleyin. “İki soru sor” veya “onları kahveye davet et” gibi nesnel bir davranış seçin. Duygulara dayalı hedeflerden (örneğin, ‘endişelenme’) kaçının çünkü bunların ölçülmesi zordur ve bir maruz kalmanın başarılı olup olmadığını size söylemez. Kendinizi çok endişeli hissedebilir ve başarılı bir etkileşime sahip olabilirsiniz! Ayrıca diğer insanların algılarıyla ilgili hedeflerden (örneğin, ‘akıllı görünmek’) uzak durmayı tercih edebilirsiniz çünkü zihin okuyucu değilsiniz ve başkalarının ne düşündüğünü asla bilemezsiniz.

Maruz kalmanız sırasında:

Psikologların “güvenlik davranışları” dediği şeyi düzenleyin ve ortadan kaldırın. Güvenlik davranışları, daha rahat hissetmek ve korkularınızla doğrudan yüzleşmekten kaçınmak için yaptığınız güç algılanan şeylerdir; örneğin, konuşmaktan kaçınmak için telefonunuzu kontrol etmek, titreyen elleri meşgul etmek için bir içeceği sıkıca tutmak veya soru sorulmasını önlemek için göz temasını önlemek gibi. Bazen insanlar sosyal durumlarda kendilerini daha rahat hissetmek için alkol veya esrar gibi maddeler kullanırlar. Örneğin, “sıvı cesaret” ifadesi, insanların alkol aldıklarında hissettikleri artan sosyal güveni ifade eder. Daha az endişeli hissetmek için madde kullanmak, bir kişinin sosyal bir duruma katılmak veya sosyal bir durumdan zevk almak için maddelere ihtiyaç duyduğunu giderek daha fazla hissettiği sorunlu bir modeli kolaylaştırabilir. İşe maruz kalmalar için, durumla tamamen karşılaşmanız gerekir- bu, güvenlik davranışlarınızı bırakmanız anlamına gelir. Aksi taktirde, kendinize durumun ancak belirli yönlerinden kaçınırsanız üstesinden gelebileceğinizi öğretirsiniz.

Maruz kaldıktan sonra:

Bilgilendirme. İki soruyu cevapla. İlk olarak, en büyük korkunuz gerçek oldu mu? Çoğu zaman olmaz (veya olup olmadığını belirlemek için yeterli kanıtınız yoktur!). İkincisi, bu durumdan ne öğrendiniz? Birkaç bilgi not edin. Örneğin, beklediğinizden daha az endişeli hissettiğinizi veya etkileşimin bazı anlarından keyif aldığınızı fark edebilirsiniz. Zamanla, bu maruz kalmaları tekrar ettikçe, sosyalleşmenin korkunç yönlerini ‘unutacak’ ve yenilerini ‘yeniden öğreneceksiniz’- sosyal etkileşimlerin ne kadar harika olabileceği de dahil. 
Kendini ödüllendirKorkularınızla yüzleşecek kadar cesurdunuz ve muhtemelen bundan biraz yoruldunuz. Bir ödül kazandınız. Bir sonraki maruz kalma için ekstra bir motivasyon dozu olarak pekiştiren bir ödül seçin. 
Bir sonraki maruz kalma için plan yapın. Bir sonraki maruz kalmayı planlayarak ivmeyi sürdürün. Kaçınma kaygının en iyi arkadaşıdır- maruz kalmalar arasındaki boşluklar ne kadar uzunsa, tekrar başlamak o kadar zor olacaktır. Maruz kalmayı bir alışkanlık haline getirin. Ve bu maruz kalma egzersizlerini yapmakta gerçekten zorlanıyorsanız, bazı ek ipuçları için aşağıdaki Daha Fazla Bilgi Edinin bölümüne geçin.

Özetle, sosyal kaygınızla üç stratejiyle başarılı bir şekilde başa çıkabilirsiniz: konuşma becerilerinizi geliştirmek, yardımcı olmayan düşünme alışkanlıklarınızı yakalamak ve düzeltmek ve kasıtlı olarak korkutucu sosyal durumlara katılmak. Sosyal kaygınız üzerinde çalışırken, kendinize bunu neden yaptığınızı ve çabalarınızın diğer tarafında hayatınızın nasıl görünebileceğini hatırlattığınızdan emin olun.

Anahtar noktalar – Sosyal kaygının üstesinden nasıl gelinir?

1. Sosyal kaygının nedenlerini anlayın. Özünde, sosyal kaygı reddedilme korkusuyla ilgilidir. Sosyal olarak endişeli hissettiğinizde, başkalarının sizin hakkınızda ne düşündüğü konusunda endişelenir ve iyi bir izlenim bıraktığınızı umarsınız. 

2.  Hedeflerinizi belirleyin. Daha fazla arkadaş edinmek veya toplantılarda konuşmak gibi sosyal hayatınızın geliştirmek istediğiniz alanlarını belirleyin- bu hedefler, sosyal kaygınız üzerinde çalışırken size yol gösterecektir.
3. Yararsız düşünme alışkanlıklarını kırın. Sosyal durumlar hakkındaki olumsuz düşünceleriniz kaygınızı artırır. Bu düşüncelerin kanıtlarını sorgulayın ve daha dengeli bir bakış açısı oluşturun. 
4. Konuşma becerilerinizi geliştirin. Üç sosyal beceri, sosyal güveninizi artırabilir: sohbet başlatmak, odayı okumak ve iyi sorular sormak. 
5. Maruz kalma: seni korkutan şeyleri yap. Yavaş yavaş ve sistematik olarak farklı sosyal durumlara katılın, böylece sosyalleşme pratiği yapabilirsiniz, En Kötü Durum Senaryonuzun muhtemelen gerçekleşmeyeceğini öğrenin ve sosyal ilişkilerin güzelliğinin tadını çıkarın.

Maruz kalma engellerinin üstesinden gelmek:

Kendinizi kasıtlı olarak kaygı uyandıran sosyal durumlara sokmak (“maruz kalma” uygulamak), sosyal kaygının üstesinden gelmenin anahtarıdır, ancak daha önce de söylediğim gibi, harekete geçmek çoğu zaman zorlayıcı (ve korkutucu!) olabilir. İnsanların maruz kalma yaparken karşılaştığı bazı yaygın engellerin önüne geçmenize yardım etmeme izin verin, böylece ortaya çıktıklarında hazırlıklı olursunuz.

Engel 1: Maruz kalmayı nasıl yapacağınızı bilmiyorsunuz.

Korkulan durumu canlı bir şekilde hayal ettiğiniz hayali bir maruz kalma deneyin. Durumun tam olarak nasıl ilerleyebileceğini ve ne söyleyip ne yapabileceğinizi gözden geçirin. Birkaç yinelemeden geçin, böylece ne olursa olsun hazırlıklı olursunuz. Bu, korkularınızla daha güvenli bir ortamda yüzleşmenize ve gerçek hayatta maruz kalacağınız zamanlar için fikir üretmenize yardımcı olur.

Engel 2: Maruz kalmaya başlamak için çok fazla endişeli hissediyorsunuz.
Anksiyeteye kalp çarpıntısı, titreme, kas gerginliği ve terleme gibi bir dizi fiziksel duyum eşlik eder. Gevşeme teknikleri, sosyal bir etkileşime girmeden önce bu fiziksel semptomların rahatsızlığını ve yoğunluğunu azaltabilir. İşte üç gevşeme tekniği: Tempolu nefes alma. Anksiyete hızlı, sığ nefes almaya neden olur. Tempolu nefes alma kaygıyı azaltmanın şaşırtıcı derecede etkili ve hızlı bir yoludur. Beş saniye boyunca burnunuzdan yavaşça nefes alın, ardından beş saniye boyunca ağzınızdan yavaşça nefes verin. Altı ila sekiz döngü tempolu nefes almayı deneyin. Nefes alırken midenizi (göğsünüzü değil) hava ile doldurun, böylece mideniz bir balon gibi genişler. Nefes verirken balonu yavaşça söndürdüğünüzü hayal edin. Aşamalı kas gevşemesi. Bu teknik, belirli kasları germek ve gevşetmek arasında yavaşça geçiş yapmayı içerir. Elinizi sıkıca sıkarak yumruk yapın. Elinizdeki gerginliğe dikkat edin. Beş saniye sonra yumruğunuzu yavaşça açın ve elinizdeki gerginliğin kaybolduğunu fark edin. Bu işlemi farklı kaslarla tekrarlayın. Duyularınızı harekete geçirin. ‘54321’ tekniği, odağınızı olumsuz düşüncelerden şimdiki ana kaydırmak için beş duyunuzu harekete geçirir. Gördüğün 5 şeyi, hissettiğin 4 şeyi, duyduğun 3 şeyi, kokladığın 2 şeyi ve tattığın 1 şeyi söyleyin. Yüzünüzü buz gibi suya daldırarak vücut ısınızı büyük ölçüde değiştirmek gibi duyularınızda da aşırı değişiklikler deneyebilirsiniz. Bu, kalp atış hızınızı yavaşlatabilir ve sizi sakinleştirebilir.

Engel 3: Bazı maruz kalmaları tamamladınız, ancak daha az endişeli hissetmiyorsunuz.

Unutmayın: Maruz kalmaların işe yaraması için tekrar ve tutarlılık gerekir. Değişim doğrusal değildir; kaygınız, motivasyonunuz ve maruz kalma ilerlemeniz dalgalanacaktır. İstikrarsız ilerleme, gelişmediğiniz anlamına gelmez. Aksilikler, daha iyiye giden yolun kaçınılmaz bir parçasıdır. Motivasyonunuzu kaybettiğinizde kendinize bu işi neden yaptığınızı hatırlatın. Kendinizi değerlerinize demirleyin. Senin için önemli olan ne? Size bir amaç ve anlam duygusu veren nedir? Hayatının nasıl görünmesini istiyorsun? Cesaretinizin kırıldığını hissettiğinizde gerçekçi bir öz-şefkat gösterin. Kendinize adil davranın ve kendinizi nezaketle kucaklayın- tıpkı sevdiğiniz birine yapacağınız gibi.

Engel 4: Desteğe ihtiyacınız var
Ruhsal sağlığınız üzerinde çalışmak izole edici hissettirebilir ve maruz kalmak zor bir iştir. Yardım istemek zayıflık değil cesaret göstergesidir. Bir arkadaşınızdan veya aile üyenizden yardım almayı deneyin. Bir maruz kalma planlamanıza, sizin için bir model oluşturmanıza ve hatta sizinle maruz kalma yapmanıza yardımcı olabilirler.

Tutarlı bir destek kaynağı olabilecek ve maruz kalma sürecinde size rehberlik edebilecek bir akıl sağlığı uzmanıyla çalışmak da yararlı olabilir. Aynı zamanda kaygı ile mücadele eden küçük bir grup insanla maruz kalma ve diğer sosyal kaygı araçları üzerinde birlikte çalıştığınız grup terapisini denemeyi de düşünebilirsiniz. Anksiyete için de çevyararlı olabilecek ilaçlardan fayda görebileceğinizi düşünüyorsanız, bir psikiyatrist veya hekiminizle görüşmeyi düşünün.

PROF. DR KEMAL SAYAR

Fallon Goodman 

Çeviren: Irmak Ergi

Hayat Planladığımızın Dışında Seyrederken Mutluluğu Bulabilmek.

Aradığımız mutluluk hiç beklemediğimiz bir yerde olabilir.
En büyük çabalarımıza rağmen, hayatımız adına kurduğumuz hayaller her zaman meyvesini vermiyor. Bir ilişki ayrılıkla bitebilir, kariyer veya ebeveynlik özlemleri sonuçsuz kalabilir, kronik hastalıklar veya yaralanma yapabileceğimiz şeyleri sınırlayabilir. 

Kalıcı olan ve istenmeyen değişikliklere uyum sağlamak zorlayıcı olabilir. Kaybedilen her neyse ardında bıraktığı boşlukta, bizi diğerinin yapabileceği şekilde tatmin edecek alternatif bir yolun varlığını düşünmek zor olabilir. Ancak araştırmalar, genelde düşündüğümüzden daha dayanıklı olduğumuzu ve mutluluğun hiç beklemediğimiz şekillerde mümkün olabileceğini gösteriyor. 

Aşağıda, planladığımızdan farklı gerçekleşen bir hayat akışını benimsememize yardımcı olabilecek 4 stratejiden bahsetmek istiyorum.

1. Gerçekten arzu ettiğiniz ama ulaşamadığınız hayat için kederlenin

Yasın, genellikle sevilen birinin ölümü bağlamında gerçekleştiğini düşünürüz. Farklı da olsa diğer kayıp türleri de kedere sebep olabilir. Ancak bunu çoğu insan kabul etmez. Gerçekleşmeyen ve eksik kalan keder üzerine yapılan araştırma sonuçlarına göre; kederin ve yasın meşru olarak kabul edilmediği durumlarda, acı çekenlerin destek alma olasılıklarının daha düşük olabileceği ve bunun da ruh sağlığına zarar verebileceği bulunmuştur. İlk adım olarak, acı verici bir kaybın merhamete değer bir deneyim olduğunun farkına varmak uzun bir yol kat etmemize yardımcı olabilir. 

2. Başkalarının hayatlarını idealize etmekten kaçının

Bir kaybın hatırlatıcıları her yerde ortaya çıkma eğilimdedir. Örneğin, bir ayrılıktan sonra, sizin dışınızdaki herkes mutlu bir şekilde birleşmiş gibi görünebilir. Ancak başkalarının hayatlarına girdiğimiz kısa anlar yanıltıcı olabilir. Çünkü insanlar genellikle iyi şeyleri paylaşırken daha zor şeyleri gizli tutarak rahat hissetme eğilimindedir. 
Araştırma sonuçlarına göre, bu dengesizlik başkalarının acılarını hafife almamıza, bu da kendimizi daha izole hissetmemize ve hayatlarımızdan daha az memnun olmamıza neden olabiliyor. Her zaman mükemmel resme sahip olamayacağımızı kabul etmek, yalnızca başkalarının mücadelelerine karşı daha dikkatli ve destekleyici olmamıza yardımcı olmaz; ayrıca kendimizi daha az yalnız hissetmemiz konusunda destekleyici olabilir.  

3. Güzel şeylerin tadını çıkarın

Zaman sınırlaması olmadan yas tutmak için kendimize izin vermemiz ne kadar önemliyse, bunun akıl dışı olduğunu söyleyen içimizdeki sese rağmen mutlu olmak da aynı derecede önemlidir. Belirli türdeki kayıplardan sonra, bize neşe getiren bazı faaliyetler artık mümkün olmayabilir. Ama yine de yeni arayışlarda farklı türlerde neşeler bulabilir veya eskilerde daha derin ve anlamlı keyifler keşfedebiliriz. 

Araştırmalar; doğada vakit geçirmek veya iyi bir yemek gibi temel şeyler bile olsa, olumlu deneyimlerden tat alabilme yeteneğinin, iyilik haliyle ilişkili olduğunu ortaya koyuyor. Tadını çıkarmak; anda kalabilmekten, yaşadıklarımıza dikkat etmekten ve bize getirdiği zevki takdir etmekten geçer.

4. Tatmin edici bir hayatın nasıl olduğunu yeniden hayal edin

Hayatımızın sorunsuz bir şekilde seyretmesini umabiliriz, ancak beklenmedik zorluklarla dolu bir hayat da sonunda anlamlı hale gelebilir. Son zamanlarda yapılan araştırmalar, insanların hayatlarını birçok popüler kitap ve filmde görülen bir tür olan Kahramanların Yolculuğu’na benzer şekilde düşündüklerinde, stresli zamanlarda daha iyi toparlanabildiklerini ve daha büyük bir amaç duygusu hissedebildiklerini bulmuştur. 

Bu çerçeve; bir kahramanın maceraya çağrılmasını, engellerle yüzleşmesini, yeni deneyimler ve ilişkilerle dönüşmesini ve nihayetinde topluluklarına geri dönmesini içerir. Bu açıdan bakıldığında, yıkıcı bir olay gibi hissedilen şeyler yeni bir macera yolculuğunu harekete geçiren çağrımız olabilir. 

Planladığımız hayat harika olabilir ancak mutluluğun garantisi değildir. İstedikleri her şeyi elde eden insanlar bile hayal kırıklığı ve pişmanlıktan muaf değildir. Beklenmedik bir yaşam, öngörülebilirlik veya kolaylıktan yoksun olsa da, her şeye rağmen, olasılıklarla birlikte isteğimiz hayat olarak sonuçlanabilir.

PROF. DR. KEMAL SAYAR

Çevirien: Uzman Psikolog Lamia Kalender Ergül

Juliana Breines

Duygulardan Kaçış Ve bu kaçış nasıl önlenebilir?
Sandra Parker

Duygularınızdan kaçınmak akıl sağlığımız için iyi değildir. Bir psikolog, bu alışkanlığı nasıl kıracağınızı ve savunmasızlığınızı nasıl kabullenebileceğinizi açıklıyor.

En son ne zaman gergin hissettiniz, vücudunuz adeta kasılmış ve sınırında gibiydi? Eşinizin eve geç gelmesi ve ona cep telefonundan ulaşamamanız, son teslim tarihinden hemen önce bilgisayarınızın çökmesi, çocuğunuzun markette tam bir öfke nöbeti geçirmesi veya tıbbi test için bekliyor olmanız sonucu böyle hissetmiş olabilirsiniz. Peki o anda, duruma nasıl tepki verdiniz?

Belki bir torba dolusu şekerleme aldınız ya da mutfağı toplamak için ani bir dürtü hissettiniz veya kendinizi o inanılmaz derecede kullanışlı soğan doğrayıcı için internetten alışveriş yaparken buldunuz. Belki de hızlı atan kalbinizi veya daralan nefesinizi fark ettiniz ve bir hastalık geçireceğiniz konusunda endişelenmeye başladınız. Belki de yapılacaklar listenizdeki 14 şeyle uğraşarak dikkatinizi dağıttınız. Veya sosyal medya akışlarınızı kontrol etmek veya sonsuz bir şekilde TikTok’da dans eden kedileri izlemek için karşı konulamaz bir dürtü hissettiniz. Ya da belki kendinize tehdit edici hikayeler anlatmaya başladınız (“Ya kaza geçirmişlerse?”; “Bende bir sorun var”; “Başa çıkamıyorum”; “Böyle hissetmemeliydim”).

30 yıldır danışanlarıyla çalışan bir psikolog olarak deneyimlerime göre, bu anlarda olan şey, içsel yaşamlarımızdan kaçmamızdır ve bu, kırılganlıkla karşılaştığımızda olur. Vücudumuzda, altta kıpırdanan duyguların habercisi olan rahatsız edici hisler tarafından tetikleniriz ve onlarla yüzleşmek yerine her şeyi yaparız.

Bundan birçok türde ıstırap doğabilir. Gerçekten de araştırmalar, duygudan kaçınan insanların daha yüksek ağrı seviyelerine, artmış kardiyovasküler riske ve daha yüksek kanser oranlarına sahip olma eğiliminde olduklarını ve ayrıca depresyon, kaygı ve ilişkilerde problemlerinin arttığını gösteriyor.

Savunmasız olduğumuzda hissettiklerimizden kaçınmak yerine yaklaşımımızı değiştirmeliyiz. Yavaşlamamız ve bedenlerimizi gerçekten hissetmemiz gerekiyor, böylece sinir sistemimizi yatıştırabilir ve altta yatan duygularımıza erişebiliriz. Danışanlara bunu yapmaları için rehberlik ettiğimde, kaygı sorunlarına yol açan acil kesinlik ve kontrol ihtiyacından kurtulabiliyorlar, kayıtsızlığa ve depresyona yol açan özeleştiriyi bırakabiliyorlar ve savunmasızlıklarıyla birlikte orada kalıp duygunun sağlıklı gücünden faydalanabiliyorlar. Ve bu, sizin de yapmayı öğrenebileceğiniz bir şey.

Huzursuzluk Nasıl Anlaşılabilir

Bizim için önemli olan şeyler üzerindeki sınırlı kontrolümüz sebebiyle her zaman savunmasızız aslında. Belki ağabeyinizin içkiyi bırakmasını, çocuklarınızın iyi geçinmesini, patronunuzun bu kadar eleştirel olmayı bırakmasını istiyorsunuz, sevdiklerinizi zarar görmelerinden korumak istiyorsunuz, dünyadaki açlığın ve iklim değişikliğinin sona ermesini istiyorsunuz veya bayramlarda herkesin bir arada olduğu anlardaki, yakınlık ve bağlılık hissettiren o büyünün sonsuza kadar sürmesini diliyorsunuz. Sevdiğimiz şeylerin hep aynı kalmasını, istemediğimiz şeylerin değişmesini istiyoruz, fakat bu tamamen bizim elimizde değil. Ve tam savunmasızlığımızla yüz yüze geldiğimizde, fiziksel bir duygu bizi rahatsız eder.

Ben buna “huzursuzluk” diyorum: uyum sağlamak ve büyümemizi sağlamak için ideal anı gösteren fiziksel kırılganlık deneyimimiz. Ve bu durumda bir çıkmaz yaşanır: Huzursuzluk, sinir sistemi aktivasyonuna neden olur – midede bir düğüm, gergin kaslar, sığ nefes alma, terli avuçlar, daha hızlı kalp atış hızı – ve beyin bilinçsizce bu durumu tehlike olarak yorumlar.

Bu, genellikle sırtımızı sosyal medyaya, yemek yemeye veya üretkenliğe çevirdiğimiz anlara sebep ama buna mecbur değiliz. Duygularımızı kucaklamanın ilk adımı, huzursuzluğu korku ve endişeden ayırmaktır. Bunu yapmak kolay değildir çünkü huzursuzluk, endişe ve korku beynin aynı bölgesini harekete geçirir. Bu sebeple, aslında çok farklı işlevlere hizmet etmelerine rağmen vücutta aynı hissi verirler.

Endişeyi, huzursuzluk sizi harekete geçirdikten sonra, dikkatinizi dağıtmak veya vücudunuzdaki fiziksel rahatsızlığı gidermeye çalışmak için yaptığınız kaçınma eylemi olarak tanıyabilirsiniz. Kaygı, sonuçları kontrol edebileceğimizi hayal etmemize yol açar -sık sık oyalandığımız “keşke”’lere yol açar. Ne yazık ki, kaygımız bize aittir ve (deneyimlerime göre) rahatsız edici bedensel hislerimizi büyütebilir.

Bu arada korku, bizi yaşam ve uzuvlara yönelik acil tehdit konusunda uyaran, savaşmaya veya kaçmaya yönlendiren temel duygudur. Hızlandırılmış reaksiyonlar, güçlendirilmiş kaslar ve geliştirilmiş akciğer kapasitesi hayat kurtarıcıdır. Bu durumlarda, fiziksel tepkilerimiz bir sorun oluşturmaz; çok fazla veya “stresli” hissedilmezler. Gelecekteki veya geçmişteki bir şeyden korkarsak -tehlikeli bir olasılığı tahmin ederek veya geçmişteki bir tehlikeyi hatırlayarak- korku değil endişe yaşarız. Bu, kronik kaygılı insanlar için kabul edilmesi en zor şeylerden biridir: Endişelerinin bir hikaye, bir tahmin, bir olasılık olduğu ama tehlike olmadığı.

Duygularımızdan Kaçmak için Kullandığımız Dört Yol

Tipik olarak kaçınma ve kaçma yollarına aşina olmak, ilk huzursuzluk çağrısını kaçırmış olsanız bile uyum sağlamanıza, bedeninize dönmenize, huzursuzluğu yatıştırmanıza ve hissetmenize izin verir. İşte dikkat edilmesi gerekenler.

Küçümseme ve Dikkat Dağıtma

İç deneyimi “önemli değil” diyerek geçiştirebiliriz. Rahatsızlığa kayıtsızlığımızın güç olduğunu bile hissedebiliriz ve özellikle sonuçları irademize göre yönlendiremediğimizde hissetmenin bir anlamı yoktur. Vücudumuz stres belirtilerini görmezden gelir ve ihmal ederiz. Bitkinlik, tükenmişlik, depresyon ve fiziksel hastalık riskine girene kadar sınırlarımızı zorlayabiliriz. Örneğin, müvekkilim Aaron ne kadar heyecanlı ve gergin olduğunun farkında bile değildi. Alışkanlığı, duygularını görmezden gelmek ve işler ters gittiğinde kendini suçlayarak işine devam etmekti. Uykusu daha da kötüleşti ve meslektaşlarına karşı sabırsız hale geldi. Ancak doktoru mide-bağırsak sorunlarının stresten kaynaklandığı konusunda ısrar edince yardım arama kararı aldı. 

Kontrol ve Endişe

Sophia endişe konusunda yardım almak için ofisime geldi. “Ben çok gerginim. Yıllardır düzgün uyuyamadım. Geceleri uyanıyorum ve tekrar uyuyamıyorum…Hayatımdaki bazı zorlukları düşünüyorum ve bırakamıyorum; aklım asla durmuyor. 

Sophia, kendisini vücuduna uyum sağlamış biri olarak görüyordu. Ancak sorun dikkat eksikliği değildi, sadece kaygıyı “düzeltmek” veya “uzaklaştırmak” için kontrol etmeye çalışmasıydı. Sophia gerçeklikle tartışıyor, kesin bir şekilde olması gerektiğini hissediyor, kontrol ve kesinliğin olmadığı bir dünyada kontrol ve kesinlik elde etme çabasıyla endişeleniyordu.

Kendi Kendine Saldırı

Özeleştiri köklü bir alışkanlıksa, güçlü duyguların olduğu anlarda yalnız bırakıldıktan sonra kırılganlığınızın terk edilmeye yol açtığını çocuklukta öğrenmiş olabilirsiniz. Ve böylece kendinize; daha çok çalışırsanız, daha akıllı, daha iyi bir insan, daha sevimli, daha çekici, daha güçlü, daha uyanık, daha sabırlı veya daha erken davranırsanız… o zaman her şeyin daha iyi gideceğini söylersiniz. Bu yalanlar, düzleştirilmiş duygusal deneyime, düşük öz-değere ve potansiyel olarak depresyona yol açabilen sert bir iç dünya yaratır.

Duygusal Maskeli Balo

Hüzün gibi görünüp, hüzün gibi yürüyor ve hüzün gibi konuşuyorsa, hüzün müdür? Hayır. Bazen sizi acıdan uzaklaştırmak için başka duygular kullanılır. Çocukluk ortamınızda öfke iyi karşılanmıyorsa, partnerinizle tartıştığınızda ağlayabilir ve üzgün görünebilirsiniz. Üzüntü zayıflık olarak kabul edilirse, üzgün göründüğünüzde kızgın görünebilir ve insanları uzaklaştırabilirsiniz. Önem verdiğiniz birine kızdığınızda kendinizi suçlu hissedebilirsiniz. Alttaki duygulara erişmezseniz, bu “sahte duygular” sizi sıkıştırabilir.

Huzursuzluk nasıl Kabullenilebilir

Huzursuzluğu kucaklamak, mükemmel bir son noktası olmayan bir yaşam yolculuğudur. Kendinizi iyi hissetmediğinizde kendinizle birlikte olma şeklinizi değiştirmekle ilgilidir, bu nedenle huzursuzluk çağrıları geldiğinde rahatsızlığa yaklaşır ve duygularınızın gücüne erişirsiniz. Aşağıda, huzursuzluğu fark etmek ve yatıştırmak için beyninizi yeniden yapılandırmanıza yardımcı olacak iki uygulama bulunmaktadır.

1- Zil sesiniz nedir? Aynı bir telefon gibi, huzursuzluk hissinin de sadece bize özel olduğunu anlamamızı sağlayan benzersiz bir zil sesi vardır. İşimiz zil sesimizi öğrenmek, böylece çağrıyı hemen fark edip cevap verebilmektir. Birkaç cümleyle, sizi rahatsız eden bir şeyi not edin. İstediğiniz şey ile sonuç üzerindeki nihai kontrolünüz arasındaki boşluğun farkında olmanıza izin verin. Savunmasız durumunuzu anlatırken kendinizi videoya çekmek için telefonunuzu elinize alın. Tam olarak tanımladığınızda, kamerayı kapatın ve videoyu tekrar oynatın. Videoda vücudunuzu gözlemleyin. Meraklı olun ve zil sesini gerçekten “dinleyin”. Yüzlerce kasınız var ve bazıları diğerlerinden daha yoğun sinyaller verecektir; ayak parmaklarınıza hafifçe vurduğunuzu, nefesinizi tuttuğunuzu, kaşlarınızı çattığınızı, kıpır kıpır parmaklarınızı veya kalkık omuzlarınızı fark edebilirsiniz. Görebildiğiniz tüm huzursuzluk sinyallerini yakaladığınızdan emin olmak için videoyu birkaç kez oynatın. İlk üç huzursuzluk duygunuzu belirlemeye çalışın.

Duygu Dalgasında Yüzmeye Çalışmak

Beden sakinleştiğinde, kaçındığımız duygulara yer açacak kadar güvende hissederiz. Birçok danışana bu süreçte rehberlik etmiş biri olarak, bunun şöyle bir şey olduğunu fark ettim: Huzursuzluk, bir kırılganlık anının habercisidir; istediğiniz o şeye ulaşmak tamamen sizin elinde değildir. Sağ omzunuz kasılır ve onu görmezden gelmek yerine, gergin kaslara odaklanarak duraklarsınız. Bir anlık kesin, sıcak ilgiden sonra kaslarınız gevşer ve omzunuzun hafifçe alçaldığını hissedersiniz. Vücudunuz, farkındalığınızı kaydeder ve sakinleşir.

O anda bedeniniz, sinir sisteminizi harekete geçiren her ne ise, hiçbir tehlike olmadığını anlayacaktır çünkü eğer olsaydı, içeriye değil, dışarıya odaklanırdınız. Vücudunuz, sizi güvende tutmak için birincil koruma mekanizmasından kurtulmuş oldu. Bu güvenlik, içinizde bir hüzün dalgasının geçmesine izin veren kanalı açar. Bu hüzün, sizi kaçındığınız gerçeğe taşımak için vardır.

Belki de her şeyi halletmek için çok çalıştığınızın ama bunu tek başınıza yapamayacağınızın farkındasınızdır. Belki daha verimli olmayı ve daha fazla zamana ve enerjiye sahip olmayı diliyorsunuzdur. Fakat siz gerçekten sadece insansınızdır. Üzüntü yükselir ve göğüs kafesinizin tam ortasına ağır bir baskı biner. Tepeye tırmanırken ve sonra alçalırken rahatsızlığa nefes vermiş olursunuz. Kendi içinizde önemli olduğunuzu hissettiren bir boşluk bulursunuz. Kendinizi sınırlarınızda kabul etmiş olursunuz. Kendinizi daha az yalnız hissedersiniz, kendinize sabır ve şefkat gösterme konusunda daha yetenekli olursunuz, artık daha fazla yardım isteyebiliyor olursunuz. 

Vücudunuza dikkat ettiğinizde ortaya çıkan savunmasız gerçekler sizi şaşırtabilir:
• “Bu fırsatı gerçekten istiyorum ama garanti edemem, bu beni kızdırıyor ve üzüyor.”
• “Vücudum gergin çünkü anlaşmazlığımızda hasret ve sınırlarla karşı karşıyayım.”
• “İlişkimize değer veriyorum ve gerçeğimi söylemek istiyorum, ancak itirazımın bağımızı tehdit etmeyeceğinden emin olamam.”

Duygularınızla bu şekilde temasa geçmek, ilişkilerinizi geliştirebilir ve zihinsel sağlık açısından derin faydalar sağlayabilir. Araştırmalar, duyguya erişmenin hayatın anlamı ile ilgili deneyimimizi derinleştirdiğini, stresi tamponladığını, karar vermeye yardımcı olduğunu ve ruh sağlığının iyileştirilmesinde önemli bir faktör olduğunu gösteriyor. Ayrıca, duyguyu deneyimlemek büyümeyi teşvik eder ve daha yüksek seviyelerde esneklik ve özgünlüğe yol açar.

Hayatın acısından ve güzelliğinden kopmak, uyuşmak, kaçınmak ve dikkatinizi dağıtmak niyetinde değilsiniz. Tutunmadan, kontrol etmeden veya bunalmadan derinden ilgilenmeniz gerekiyor. Savunmasızlığınız gücünüzdür ve sizi büyütür. Duygularınız, sizi dönüştürecek ve sizi en zengin ve otantik hayatınıza doğru itecek enerjidir.

Prof.Dr. Kemal SAYAR| Psikiyatrist & Psikoterapist

Çeviren: Zeynep Acar

Hipokondriazis, ciddi bir tıbbi hastalığa sahip olmanın kalıcı bir korkusudur. Bu bozukluğu olan bir kişi normal duyumları, bedensel fonksiyonları ve hafif semptomları korkunç bir sonucu olan bir hastalığın işareti olarak yorumlama eğilimindedir. Örneğin, bir kişi normal sindirim, terleme veya cilt üzerindeki işaretlerin ciddi bir hastalığın belirtisi olabileceğinden korkabilir. Hipokondriazisi olan bir kişi, özellikle kalp veya sindirim sistemleri gibi belirli bir organ sisteminden endişe duyabilir. Bir doktorun güvencesi ve hatta tam bir tıbbi değerlendirme çoğu zaman kişinin korkularını sakinleştirmez ya da onları sakinleştirirse, diğer endişeler günler sonra ortaya çıkabilir.

Genel olarak, bu bozukluğu olan insanlar somatik yanılsamalar geliştirmez (sağlık hakkında gerçeklikten tamamen ayrı tutulan fikirler). Bu hastalığa dair yaygın bir bakış açısı sağlık endişesinin o kadar büyük olduğudur ki, güvence sadece en iyi şekilde geçici olarak yardımcı olabilir. Ciddi formlarda, doktordan doktora gitme eğilimi vardır, bu da öngörülen hastalığı doğrulayacak birini aramaktır. Hipokondriyazis, obsesif-kompulsif bozukluklara benzer şekildedir. Aslında, bazı araştırmacılar bunu ilişkili bir bozukluk olarak görüyor. Kişi, takıntılı bir şekilde hastalığın düşünceleri ile doludur ve hissettiği endişeyi gidermek için kendisini doktora gitmeye mecbur hissedebilir.

Bu bozukluğu olan bazı insanlar geçmişte, genellikle çocukluk döneminde ciddi bir hastalık geçirmişlerdir. Genellikle hipokondriazis genç erişkinlikte başlar ve uzun yıllar sürebilir. Ancak her yaşta ve hem erkek hem de kadınlarda ortaya çıkabilir. Belirtiler stresli bir olaydan sonra, örneğin sevilen birinin ölümünden sonra daha yoğun olabilir. Daha az sıklıkla, kişi, uyuşturucu ya da maddi yardım almak ya da bir işten ya da yasal sorumluluktan kaçınmak gibi açık bir kazanç elde etmek için hastalık hissedebilir. Birinin bilinçli olarak bu tür avantajlar aradığı durumlarda, duruma malingering denir. Ancak hipokondriazis malingering değildir. Hipokondriyaziste, hasta numara yapmıyor, hastalığın gerçek olduğuna ve gerçekten hasta olduğuna inanmaktadır.

Hipokondriazisi olan kişilerde ayrıca depresyon, anksiyete veya psikoz olabileceğinden, bu koşullar değerlendirilmeli ve tedavi edilmelidir. Hipokondriazis semptomları, başka hiç bir psikiyatrik hastalık bulunmasa bile, bir antidepresan ile hafifletilebilir. Bazı tedavilerin hipokondriazisi olan insanlara yardım edebileceğine dair kanıtlar vardır: bilişsel terapi, davranış terapisi, bilişsel davranış terapisi ve stres yönetimi. Terapistler, hastaların semptomlarına daha az odaklanmalarına yardımcı olur ve bunun yerine stres, kaygı ve depresyonun psikolojik rahatsızlıklarını nasıl arttırdığı hakkında konuşurlar. Terapistler, hastaların kaygıyı hafifletmek için yaptıkları eylemlerin genellikle işleri daha kötü hale getirdiğini açıklar.

Uzman Klinik Psikolog Deniz Akıncı

Son dönemlerde fiziki olarak herhangi bir rahatsızlığı bulunmadığı halde yaşadığı bazı belirtileri kendince yorumlayarak ciddi bir hastalığı olduğunu düşünen ve yoğun bir kaygı problemi yaşayan kişilerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Bu durum hipokondriyazis ya da hastalık kaygısı bozukluğu olarak adlandırılıyor. Bu rahatsızlık ile karşı karşıya olanların günlük problemlerle başa çıkma becerisi azalabiliyor, yaşam kalitesi düşüyor ve kişi doktora gitmekten de kaçınabiliyor. 

Hasta olma korkusu iş ve sosyal yaşamı olumsuz etkiliyor

Hastalık kaygısı bozukluğu kişinin ciddi bir hastalığa yakalanma korkusu veya kişinin zaten bu hastalığa sahip olduğu inancıyla ilgili yoğun kaygı ile kendini gösteren bir rahatsızlıktır. Ciddi bir hastalığa yakalanma olasılığını diğer insanlardan daha yüksek olarak değerlendirirler. Kişi; çarpıntı, terleme, kas ağrısı, uyuşma, sırt, karın ağrısı, şişkinlik, öksürük, baş ağrısı gibi belirtileri ciddi algılayarak önemli bir rahatsızlığın belirtisi olarak yorumlar. Yeterli düzeyde tıbbi tetkik ve değerlendirmeler yapılmasına rağmen, kişinin bedensel bir rahatsızlığı olduğuna dair inancı devam eder. Bu kaygıların dış görünüm ile ilgili olmaması ve bu yoğun kaygı ve bedensel uğraşın en az 6 ay sürüyor olması toplumsal, mesleki ve diğer alanlarda işlevsellik kaybına yol açması diğer tanı kriterlerindendir.

DSM (Mental Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı) 5 Tanı Kriterleri’ne göre hastalık kaygı bozukluğuna sahip insanlarda bu belirtiler bulunur:

  • Kişi ağır bir hastalığı olduğunu ya da olacağını düşünüp durur.
  • Kişide bir hastalık belirtisi yoktur ya da çok hafif belirti vardır. Ailesinde bir hastalık öyküsü bulunuyorsa ya da hastalık riski varsa bunu sürekli ve aşırı düzeyde düşünür.
  • Kişi sağlığıyla ilgili kolaylıkla korkuya kapılır ve yüksek düzeyde bir kaygı duyar.
  • Başka bir rahatsızlık durumu varsa ya da hastalık çıkma olasılığı yüksekse, (örneğin ailede bir hastalık öyküsü varsa) bu konuda sürekli düşünüp durmak aşırı bir düzeydedir
  • Kişi hastalık belirtilerine karşı vücudunu sürekli araştırır ve doktor ya da hastaneye gitmekten de kaçınır.
  • Hastalıkla ilgili düşünüp durma; bedensel belirti bozukluğu, panik bozukluğu, bedensel algı bozukluğu, takıntı-zorlantı bozukluğu ya da sanrılı bozukluk, bedensel tür gibi başka bir ruhsal hastalıkla daha iyi açıklanamaz.
  • Hastalıkla uğraşıp durma süresi en az altı aydır ancak korkulan özgül hastalık bu süre zarfında değişebilir.

Küçük bir hastalık belirtisi bile çok ciddi algılanıyor

Hastalık kaygısı bozukluğuna sahip kişiler bu durumun çok mantıklı olmadığının farkında olsalar bile kaygılanmaya devam ederler. Düşünceleri ve konuşmaları genellikle fiziksel hastalıklarla ilgili endişeler etrafında döner. Bazı olgularda ise kişi düşünce ve bedensel uğraşlarının mantıksız olduğunun bilincinde olmayabilir. Bir hastalığı olduğuna dair yoğun kaygı yaşamaları küçük fiziksel değişimleri dahi (yorgunluk, ağrıyan kas, küçük bir yara gibi) ciddi bir rahatsızlığın habercisi olarak yorumlamalarına sebep olur. Cinsiyet ve diğer sosyodemografik (eğitim, medeni durum gibi) özellikler bu rahatsızlıkta belirleyici değildir.

Tedavide ilaç desteği ve psikoterapi iyi sonuçlar veriyor

Hastalık kaygısı, bozukluğu genç yaşta başlamakla birlikte, 40-60 yaş arasında da sıkça rastlanmaktadır. Tedavide en iyi sonuç, doktor kontrolünde ilaç desteği ve psikoterapi kombinasyonu şeklindedir. Psikoterapi desteği ile kişinin bedensel belirtilerini felaket olarak görmesine  yol açan tetikleyici etkenler ve bu kaygıya özdeş belirtiler üzerinde durulur. Tedavi uygulandıkça da kişi daha üretken, daha işlevsel ve daha iyi hissedebilmektedir.

Uzman Klinik Psikolog Gizem Mine Çölümlü

MEMORIAL

İşsizlik Depresyonu

İşsizlik depresyonu birey için işini kaybetmek ekonomik anlamda hayat standardının düşmesi demektir. Kişi yaşadığı bu büyük kayıp duygusuyla geleceğe daha endişeli ve kaygılı bakma eğiliminde olur. Daha büyük felaketlerin başına geleceğine dair derin bir korku ve belirsizlik duygusuyla baş başa kalır. İşsiz bireyi en çok etkileyen duygu da budur; belirsizlik duygusu. İşsizlik süreci uzadıkça bireyin duygularında, düşüncelerinde ve davranışlarındaki negatif tutum artmaya başlar. Bu süreçte kişi kendisine karşı aşırı eleştirel bir tutum sergileyebilir, kendisini başarısız, işe yaramaz, beceriksiz, değersiz gibi algılayabilir

Kişinin yaşadığı bu duygular çocukluk yaşantısına bağlı olarak farklılık gösterir. Çocukluktan itibaren okul başarısı ile anılan bir yetişkin işini kaybettiği zaman hayatta varolma şeklini kaybettiğini hisseder. Yaptığı işi güçle ilişkilendiren bir yetişkin işini kaybettiğinde güçsüz hisseder. Hayatta değerli olma biçimini işiyle eşleştiren kişi ise işini kaybettiğinde değersiz hisseder. Dolayısıyla her insanın işsizlik döneminde yaşadığı olumsuz duygular bireysel geçmişleriyle bağlantılı olarak farklılık gösterir. İşsizlik sürecinin uzaması ise kişinin travmatize olmasına, kendisine güven duygusunun azalmasına sebep olur.

İşsiz kalan kişiler yaptıkları iş başvurularından olumsuz geri dönüşler aldıkça içine kapanma eğilimindeki artış kaçınılmaz olur. İçine kapanan kişi bir süre sonra iş aramaktan vazgeçip yaşadığı acıyı bastırabilmek için televizyon izleyerek, bilgisayar oyunu oynayarak, kahveye giderek, uyuyarak, ,aşırı yemek yiyerek, uyuşturucu madde kullanarak zamanını geçirmeye başlayabilir. Sürecin uzaması ise kişide intihara kadar giden sonuçlar doğurabilir. Özellikle yetişkinlik dönemi insanın en üretken olduğu dönemdir.Yapılan araştırmalar özellikle yetişkinlik döneminde yaşanan (30 yaş ve üzerinde) işsizliğin kişide derin bir depresyon duygusuna sebep olduğunu göstermektedir. Bu dönemde yaşanan işsizlik kişide çaresizlik duygusu yaratmakta, kişinin geleceğe dair umudunu yitirmesine sebep olmaktadır.

Yetişkin bir bireyin yaşamının sürekliliğini sağlayabilmesi için, özgür olabilmesi için çalışması gerekir. İnsan ruhu temelde üretkendir, çalışmaktan, yeni bir şey üretmekten haz alır. Bir işte çalışmak kişinin işe yarar hissetmesini, değerli hissetmesini, aidiyet duygusunu besler. Toplumsal açıdan baktığımızda ise toplum başarı yönelimlidir, başarılı ve mutlu insanlara özellikle de gençlere büyük değer verir. Böyle olmayan herkesin değerini görmezden gelir. Toplum içinde işsiz olmak yararsız olmakla eşleşir, yararsız olmak ise anlamsız bir hayat sürmekle Çalışmak kişinin para kazanmasını ve sosyalleşmesini sağlar, kişiye güç ve statü verir, yaşamak için bir anlam ve amaç sağlar. İşsizlik ise bütün bunların yitimi demektir. İşsiz kalan bireyin işsizliğe tepkisi kişiden kişiye farklılık gösterir. Bu farklılığın temel sebebi ise çocukluk yaşantılarıdır. İşsizliğin üç temel boyutu vardır; psikolojik, sosyolojik ve ekonomik.

İşsizlik Erkekleri Kadınlardan Daha Fazla Etkiliyor

Yapılan araştırmalar işsiz kalan erkeklerin kadınlara oranla kendilerini daha fazla eleştirdiğini ve özsaygısını daha fazla yitirdiğini gösteriyor. Erkeklerin toplum içinde var olma şekli yaptığı meslek, işindeki başarısı, statüsüyken kadının var olma şekli fiziksel görünüşü, bir çocuk dünyaya getirip büyütmesi, ev işlerindeki becerisi gibi algılanıyor. Kadınların eğitim oranının artmasıyla beraber bu durum değişmiş gibi görünüyor olsa da toplum açısından bakıldığında durum pek de öyle değil. Toplum kadının işsiz kalmasını daha anlayışla karşılama eğiliminde, toplumda erkeğin işsiz kalması ise daha kabul edilemeyen bir durum.

İşsiz kalan kişinin özellikle bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi var ise durum daha da karmaşıklaşıyor. İşsiz kalan kişi bu süreçte ailesine, çocuklarına karşı karışık duygular hissediyor. Ailedeki huzursuzluk ve çatışma artıkça kişinin kaygı düzeyi de artmaya başlıyor. Çalışmak kişinin bedensel ve ruhsal olarak daha sağlıklı, daha zinde, daha işlevsel hissetmesini sağlar. Çalışmak ekonomik olarak kişinin özgür olmasını, başka birine muhtaç olmamasını sağlar. İşsiz kalan kişilerde ruhsal sıkıntılara paralel olarak bedensel hastalıklar da baş gösterir. Somatizasyon dediğimiz bu hastalıklar kişinin iç dünyasındaki sıkıntılar gerginlikler, heyecanlar sonucu gelişen mide ülseri, tansiyon yüksekli ği, baş a ğrısı, kas ağrıları, eklem ağrıları gibi hastalıklardır.

Çözüm Önerileri

Bazı insanların kendilerini tek ifade edebilme şekli iştir. Bu kişilerin aklı fikri sürekli işle meşguldür. Eşiyle, ailesiyle, çocuğuyla geçirdiği zaman yok denecek kadar azdır, sosyal çevresi çok azdır. Bu kişiler işlerini kaybettiklerinde yaşamlarındaki en önemli haz kaynaklarını kaybeder.  Dolayısıyla bütün hayatı iş olan kişiler ağır bir depresyona girer, boşluk hissi, anlamsızlık hissi bu depresyonun en temel belirtisidir.

Haz kaynaklarınızı artırın; Kişinin yaşamdan aldığı haz kaynakları ne kadar geniş bir yelpazedeyse işsizlikten etkilenme oranı da o derece az olur. Kişinin arkadaş çevresi, hobileri, ailesi ile ilişkileri ne kadar iyiyse o oranda kendine güven duygusu artar.

İnsanoğlunun temel ihtiyacı takdir görmek, beğenilmektir. Takdir alma davranışımızı sadece işe bırakmamalıyız. Takdir alma alanı sadece işiyle sınırlı olanlar işten çıkartıldıklarında ya da istifa ettiklerinde işsizlik depresyonuna çok daha ağır girer. Hayattaki yatırılarımız ne eş, ne iş, ne de partner sadece birine bağlı olmamalı. Çalışmak para kazanmak çok önemli ama dışardaki akıp giden bir hayat olduğu da unutulmamalı. Hayattaki dengeyi sağlarsak dışardaki hayatımıza da yeteri kadar önem verip zaman ayırırsak benlik değerimizi yaptımız işin sonucuna göre belirlemeyiz.

Psikoterapist – Aile Danışmanı Gülcem Yıldırım

İşsizlik Psikoloji ile Başa Çıkma Yöntemleri! İşsizlik, günümüzde milyonlarca insanın karşı karşıya kaldığı sorunlardan biridir. Yetişkinlerin yaşamını sürdürebilmesi, ekonomik özgürlüğe sahip olabilmesi için çalışmaya ihtiyacı bulunmaktadır. Üstelik insan ruhu üretken bir varlık olduğundan, çalışmak insanı mutlu etmekte, psikolojik açıdan kendini yeterli ve işe yarar hissetmesini sağlamakta, aidiyet duygusunun beslenmesine yardımcı olmaktadır. Dolasıyla çalışmayan insanlarda işsizliğin psikolojik etkileri oldukça büyük olurken, kimi insanlarda ruhsal bir çöküntüye neden olmakta, kendisine işe yaramaz hissetmesini sağlamaktadır.

İşsizlik Psikolojisi Nedir?

İşsizlik psikolojisi, çeşitli nedenlerden dolayı çalışamayan ya da iş bulamayan insanlarda görülen ruhsal bir problemdir. İşsizlik psikolojik açısından bireylerde çeşitli sorunlara yol açmakta ve hayatı pek çok yönden olumsuz olarak etkilemektedir. Kadınlara kıyasla erkekleri daha çok etkileyen işsizlik psikolojisi, kişinin depresyona girmesine, derin bir korku ve belirsizlik ile karşı karşıya kalmasına neden olabilmektedir.

İşsizlikten Depresyona mı Giriyorsunuz?

İşsizliğin psikolojik etkileri oldukça fazla olurken, bunlardan biri de depresyondur. Birey işini ve dolayısıyla gelirini kaybetmekle beraber hayat standartlarında da önemli bir düşüş yaşamaktadır. Yaşanan bu ani düşüş ise işsizlik bunalımına ve depresyona neden olmaktadır.

Özellikle de yaşamının büyük çoğunluğunu iş hayatına bağlayan insanlar işlerini kaybettiğinde oldukça büyük bir bunalım yaşamakta ve ağır depresyona girmektedir. Kendilerini yalnızca yapmış oldukları işlerle ifade eden bireyler, sosyal çevresi olmadığından eşi, ailesi ya da çocukları ile geçirecek vakti olmadığından yalnızca işi ile mutlu olmakta ve haz duymaktadır. Dolayısıyla işini kaybeden bu insanlarda depresyon ve bunalım kaçınılmaz bir hal almaktadır.

İşsizlik bunalımından kurtulma için bireyin haz ve mutluluk kaynaklarını artırması, daha farklı şeylerden de mutlu olmayı öğrenmesi gerekmektedir. Örneğin; bireyin ailesi, arkadaş çevresi ile vakit geçirmesi, spor yapmak, hobiler edinmek ve bunun gibi yöntemler işsizlik bunalımından kurtulma yolları olarak gösterilebilmektedir. Bu yöntemlerin yeterli gelmediği durumlarda ise mutlaka bir psikologdan yardım alınmalıdır.

Psikologdan Yardım Alabilirsiniz!

Günümüzde pek çok psikolog, çeşitli ruhsal problemlerle karşı karşıya olan insanların saha sağlıklı bir yaşam sürdürebilmesi ve sorunlarının üstesinden gelebilmesi için terapi yöntemleri uygulamaktadır. Bu alanda uygulanan özellikle bilişsel ve davranışçı terapi yöntemi, sorunların üstesinden gelme ve işsizlik bunalımından kurtulma konusunda oldukça etkili olabilmektedir.

Uzman Psikolog Mehmet Cem Yiğit

Tükenmişlik duygusal, davranışsal ve fiziksel bazı belirtilerle kendini gösterir. Tükenmişlik yaşayan birey kendini işine veremez, etrafındaki insanlarla sorunlar yaşamaya başlar, verimi düşer, yaptığı hiçbir şeyden zevk almamaya başlar. Kendini yorgun, bitkin, bezmiş ve halsiz hisseder.

Tükenmişliğin çalışan üzerinde çok fazla etkisi vardır fakat her çalışan birey üzerinde aynı etkileri yaratmadığı gibi etkinin şiddeti de farklı değişkenlere bağlı olabilmektedir ve bireyin yalnızca iş hayatını değil aile ve sosyal yaşamını da derinden sarsabilir. Bu sebeple iş hayatında tükenmişlik yaşayan bireye başta ailesi ve yakın çevresi tarafından olmak üzere gereken önem verilmeli, çok geç kalmadan çözümler üretilmeli ve uzman kişilerin desteği sağlanmalıdır.

İşyerindeki çalışma ortamı ve kurulan ilişkiler çalışanlar üzerinde baskı oluşturarak strese sebep olabilir. İş hayatında uzun süre stres altında kalan ve desteklenmeyen bireylerde tükenmişlik ortaya çıkabilir. Tükenmişlik, duygusal taleplerin yoğun olduğu ortamlarda uzun zaman çalışmaktan kaynaklanan, fiziki yıpranma ve buna bağlı olarak işyerinde çalışanlara ve hayata karşı olumsuz tutumlar geliştirilmesi gibi belirtilerin eşlik ettiği bir durum olarak tanımlanır.Tükenmişlik oldukça yaygın rastlanan bir durumdur. Çalışan bireylerin %80’i iş hayatlarının bir noktasında tükenmişlik ile karşı karşıya kalabilmektedirler

Tükenmenin iş kaybından aile içi problemlere, psikosomatik hastalıklardan, alkol-madde-sigara kullanımına ve yorgunluk hissi, uykusuzluk, başta ağrılar, duygusal çökmüşlük, çabuk öfkelenme hali, anksiyete, benlik saygısında azalma, eleştiriye aşırı hassasiyet ve alınganlık gibi duygusal sorunlara sıkça yol açtığı görülmektedir.

Tükenmişliğin boyutları aşağıda bulunan 3 başlıktaki gibi açıklanmaktadır.

Duygusal tükenme, kişinin çalıştığı iş dolayısı ile kişiye aşırı yüklenilmesi ve kişinin tüketilmiş olma duyguları ve bitmiş duygusal kaynakların ve enerji eksikliğinin hissedilmesi biçiminde tanımlanmıştır. Bu boyut kaynaklarda tükenmişliğin en kritik ve en belirleyici boyutu olarak belirtilmektedir. Duygusal tükenme tükenmişlik kavramının içsel boyutudur.

Duyarsızlaşma. Tükenmişlik kavramının kişilerarası boyutunu ifade eder. Duyarsızlaşan bireyler, çalışma arkadaşlarıyla fazla iletişim kurma çabasına girmemeye özen gösterir, kaba hareket ve tutumlar sergiler, umursamaz tavırlar geliştirirler. Bu durum bir açıdan bireylerin kendilerini, tükenme, hayal kırıklığından korunma ve yaşadıkları psikolojik gerginlikten bilinçli bir biçimde uzaklaştırabilmek için uyguladıkları bir savunma stratejisidir.

Düşük kişisel başarı hissi.  Tükenmişliğin kişisel gelişme boyutunu temsil etmektedir Çalışan bireyin kendisini işinde başarısız ve yetersiz olarak görmesini ifade etmektedir. Kendini başarısız olarak gören kişi bu durumda başarabileceği ya da gerçekleştirebileceği işleri yapamamaya ve kendini pasifleştirerek mesleki davranımlardan kaçınmaya başlar. Tükenmişliğin bu boyutunda kişilerde, iş nedeniyle karşılaşılan kişilere bağlı başarı ve yeterlilik duygularında belirgin bir azalma görülür.

Suçluluk duygusu, sevilmeme hissi ve başarısızlık, özsaygıyı azaltarak kişiyi depresyona sürükleyebilmektedir.

Tükenmişliğin Nedenleri

İçinde bulunulan koşullar, çalışma ortamı, kişinin fiziksel ve psikolojik durumundaki farklılıklar tükenmişliğin sebepleri olarak ele alınabilir. Genel anlamda tükenmişliğe yol açan iki temel başlıklı neden grubu vardır. Bunlardan birincisi çevresel nedenlerdir. Çalışılan işin niteliği, çalışma saati, işyerinin özellikleri, hizmet verilen kesim, iş yükü, iş gerilimi, iş arkadaşlarının düşük desteği, gelecekte ilerleme fırsatlarının olmayışı/yetersizliği, örgütsel desteğin azlığı, rol belirsizlikleri, ödüllendirme sisteminin olmaması, yönetici baskısı, yetersiz ücret, yönetimin takdir etmemesi, kararlara katılımın olmaması ya da yetersiz olması, çalışanların gereksinimlerinin tam anlamıyla karşılanamaması, iş ortamındaki iletişim, araç gereç yetersizliği, ailevi, ekonomik ve toplumsal etkenler olarak sıralanmaktadır.

İkincisi ise bireysel nedenlerdir. Bütün insanların tükenmişlik yaşama olasılığının var olduğu kabul edilmekle beraber, belirli özellikteki bireylerin bu riski diğerlerine oranla daha çok taşıdığı kabul edilmektedir. Yaş, evlilik, çocuk sahibi olma ve çocuk sayısı gibi nüfus özellikleri herkes için tükenmişliğe yol açabilecek doğal nedenler içerisinde sayılırken; işe aşırı bağımlı olma, kişisel beklentiler, motivasyon, performans, mesleki doyum gibi özellikler, daha çok tükenmeye sebep olan bireysel nedenler arasında sayılmaktadır.

Tükenmişliğin Evreleri

Tükenmişlik kavramı dört evre ile açıklanmıştır. Ancak tükenme bireyin bir evreden diğerine geçtiği kesikli ve keskin bir süreç değildir. Tükenme sürekliliği olan bir olgudur.

Tükenmişlik dört evrede gerçekleşir. Bunlardan ilki şevk ve coşku evresidir. Kişinin bu evrede motivasyonu ve hevesi yüksektir. Diğer evre olan durağanlaşmada beklentilerinin karşılığını bulamayan birey durgunlaşmaya başlar. Üçüncü evre engellenme evresidir ve birey kendini engellenmiş sıkışmış hissetmektedir. Son evre ise artık başa çıkamayan tükenmiş birey yaşadıklarını ve etrafındakileri umursamamaya başlar bu da umursamamazlık evresidir.

Tükenmişliğin Belirtileri

Fiziksel belirtiler. Tükenmişlik fiziki manada öncelikle hafif belirtiler olarak kendisini göstermektedir. Bu belirtiler; yorgunluk hali ve bitkinlik hissi, baş ağrısı, uyuşukluk, uykusuzluk olarak sıralanmaktadır. Önlem alınmazsa devam eden süreçte; geçmeyen soğuk algınlıkları, enfeksiyonlara karşı dirençte azalma, zayıflama veya şişmanlık, solunum zorluğu, genel ağrı ve sızılar, mide bağırsak rahatsızlıkları, yüksek tansiyon, yüksek kolesterol, kas gerilmeleri, kalp çarpıntısı ve deri hastalıkları oluşmaya başlayabilir.

Psikolojik belirtiler. Tükenmişlik yaşayan bireylerde görülebilecek diğer belirtilere göre daha az belirgindir. Bu belirtiler; engellenmişlik duygusu ve sinirlilik, psikolojik kırılmaya açıklık, nedeni belirsiz huzursuzluk ve tedirginlik hissi, sabırsızlık, özgüvende düşme, çevreye karşı düşmanlık duygusu, güçsüzlük, enerjide azalma, iş ile ilgili ümitsizliğe kapılma, diğer insanları eleştirme, ilgisizlik, aile içi problemlerde artış, tatminsizlik, hayata karşı negatif tutum ve davranışlar geliştirme, nezaket, saygı ve arkadaşlık gibi olumlu duygularda azalma, düşüncelerde belirsizlik ve karmaşıklık, asılsız şüpheler ve paranoya, depresyon, suçluluk hissi ve çaresizlik şeklinde sıralanabilir.

Davranışsal belirtiler. Fiziksel ve psikolojik belirtilere oranla başka insanlar tarafından daha kolay gözlenebilen tükenmişlik belirtileridir. Bu belirtiler unutkanlık, aile içi çatışmalar, konsantrasyon düşüklüğü, ani öfkelenme, sinir patlamaları, sık gelen ağlama krizleri, yalnızlık isteği, alınganlık ve takdir edilmediği düşüncesi, işi yavaşlatma, hırsızlık eğilimleri, işten kopma, işine karşı sürekli artan hoşnutsuzluk, hizmetin niteliğinde bozulma, hizmet verilen kişilere hatalı müdahaleler ve hizmet verilenlerin şikayetlerindeki artış, evrakta sahtecilik, düşük iş performansı, birlikte çalıştığı insanlara karşı alaycı ve suçlayıcı olma, iş tatminsizliği, yeni bir mesleki eğitim alma eğilimi, işe geç gitme ve gitmemeler, örgütsel bağlılıkta azalma, hastalık kaynaklı sebeplerle işe gelmemelerde ve geç gelmelerde çoğalma, işten ayrılma ve başka iş alanlarına geçme isteği şeklinde sıralanabilir.

Tükenmişlik sendromu aniden ortaya çıkan bir durum değildir, tam tersi yavaş ve sinsice gelişme gösteren bir belirtiler yumağıdır. Tükenmişlik belirtilerinin göz ardı edilmesi de onun ilerlemesine ve tahammül edilemez hale gelmesine sebep olmaktadır. Bu nedenle tükenmenin sürecinin belirtilerinin iyi bir şekilde bilinmesi ve vaktinde teşhis edilerek gerekli önlemlerin alınması çok önemlidir.

Tükenmişlikle Başa Çıkma Yolları

Bireyin tükenmişlik içerisinde olduğunu anlamayışı durumun ilerlemesine ve sorunun ciddiyetinin artmasına sebep olabilir. Bireysel ve örgütsel olarak başa çıkma yolları vardır. Tükenmişlik içerisinde olan bireyin bu durumu erkenden fark etmesi ya da çevresindekiler tarafından fark edilmesi çözümü kolaylaştıracaktır. İş ortamında gerekli destek sağlanmalıdır. Birey kendine zaman ayırmalı; eğlenebileceği, kafasını dağıtabileceği etkinliklerde bulunmalıdır. Bu sayede tükenmişliğin etkisi azaltılabilmiş ya da yok edilmiş olacaktır.

Tükenmişlik sendromu aniden ortaya çıkan bir durum değildir, tam tersi yavaş ve sinsice gelişme gösteren bir belirtiler yumağıdır. Tükenmişlik belirtilerinin göz ardı edilmesi de onun ilerlemesine ve tahammül edilemez hale gelmesine sebep olmaktadır. Bu nedenle tükenmenin sürecinin belirtilerinin iyi bir şekilde bilinmesi ve vaktinde teşhis edilerek gerekli önlemlerin alınması çok önemlidir.

PsikoEvim

Çağın hastalığı olan depresyon herkesi olumsuz etkileyen bir rahatsızlıktır. Ancak kadınlar depresyondan çok daha olumsuz bir şekilde etkilenmektedir. Peki kadınlar neden depresyona daha fazla girerler bunun nedenler ne olabilir diye sormadan önce depresyonun genel anlamını bilmek önemlidir. Canlıların hepsi yaşamını sürdürmek için hem ruhsal hem de bedensel ihtiyaçlarını gidermelidir. Depresyon da kişinin ruhsal olarak ihtiyaçlarını gideremediği ve boşlukta kaldığı bir dönemi ifade etmektedir.

Depresyonun ruh hali bozukluğu olduğunu söylemek mümkündür. İnsanın yaşam enerjisi çekildiğinde aniden hüzün ve çaresizliğe düşmektedir. Kadınlarda erkeklerden daha duygusal ve çok yönlü varlıklar olduğundan daha kolay depresyona girme eğilimi göstermektedirler. Her ne kadar erkekler ve kadınlarda depresyon belirtileri farklı gibi gözükse de genel olarak çaresizlik ve geçmeyen olumsuz ruh hali her ikisinde de benzer şekilde seyreder. Bir bakımda depresyon kişinin karşı karşıya kaldığı olumsuzlukları ya da içinde bulunduğu durumları kabullenemediği anlarda ortaya çıkmaktadır.

Uzmanlar kadınların depresyona daha meyilli olduğunu göstermektedir. Peki kadınlarda depresyon neden olur? Öncelikle kişinin genetik yatkınlığı, geçmişinde aşamadığı travma temelli durumlar, fiziki, cinsel ve duygusal istismara maruz kalmak kadınlarda depresyonu tetikleyen konular arasında yer alır. Bazen kullanılan ilaçların, regl döngüsüyle menopozun başlangıcı da kadınların depresyona girmesine neden olabildiği de belirtilmektedir.

Kadınlarda depresyon ne kadar sürer konusu pek çok kişi tarafından merak edilmektedir. Depresyon aslında çok kişisel bir durumdur. Bu nedenle depresyonun nedenlerine ve kişinin genel karakterine bağlı olarak süresi de değişebilmektedir. Bazen aylar içinde geçen depresyon bazı ciddi durumlarda yıllarca sürerek kişiyi ruhsal olarak yıpratmaktadır.

Kadınlarda Depresyon Belirtileri

Kişiden kişiye değişebilmekle beraber uzmanlar kadınlarda depresyon belirtilerini genel olarak şu şekilde sıralarlar,

  • Üzüntü, anlamsız/umutsuz hissetme ve aniden boşluğa düşme,
  • Herhangi bir olaydan dolayı kendini suçlu, endişeli ve sinirli hissetme,
  • Uzun süren yorgunluklar,
  • Önceden keyifle yapılan faaliyetlerden uzaklaşma ve onlara karşı ilgisiz kalma,
  • Olayların ayrıntılarına takılma,
  • İntihara meyletme ve girişme,
  • Fazla uyku ya da yetersiz uyku,
  • Fazla yeme ya da tersine iştahsız hissetme,
  • Geçmeyen baş ağrıları, kramp, sindirim sistemi sorunları, göğüslerin hassas olması, şişkinlikler gibi fiziki belirtiler,
  • Enerjinin düşmesi,
  • Ani gelen panik atak nöbetleri,
  • Sıklıkla aniden ağlamalar ve duygu değişimleri,
  • Gergin hissetme,
  • Kontrolün elden gitme kaygısı,
  • Gündelik işleri yerine getirmede isteksizlik

Kadınlarda Depresyon Tedavisi

Aniden kişinin karşı karşıya kaldığı depresyon bütün yaşamını olumsuz etkiler. Dolayısıyla kadınlarda depresyon tedavisi nasıldır sorusunun yanıtı çok önemlidir. Kişi bazen duygusal ve düşünce anlamında içinden çıkılamaz bir duruma girer. Ancak çoğunlukla bu girdaplardan tek başına çıkmaz mümkün değildir. Bazı durumlarda yakın arkadaşlar ya da hobi faaliyetleri kişinin depresyondan kurtulmasını sağlarken bu çoğunlukla işe yaramaz. 

Çünkü bir uzman tarafından depresyon nedeninin tespit edilmesi gerekmektedir. Hatta uzman görüşüne bağlı olarak kişi depresyondan kurtulabilmek için ilaca bile ihtiyaç duyabilmektedir. Kadınlar sıklıkla depresyona maruz kaldığından olumsuzlukların kişinin günlük yaşamına devam edemeyecek seviyeye gelmemesi için kısa zamanda bir uzmanla görüşmekte fayda vardır.

Kadınlarda Depresyon

Kadınlarda Depresyon Cinselliği Etkiler Mi? Bir diğer önemli soru da kadınlarda depresyon cinselliği etkiler mi konusudur. Depresyon cinselliği çok fazla etkileyen bir faktördür. Özellikle depresyon sorunuyla karşı karşıya kalan kadınlarda belirgin düzeyde cinsel istekte azalma olur. Çünkü depresyon kadınlarda libidonun düşmesine yol açar. Dolayısıyla kadınlarda depresyonun cinselliği etkilediğini söylemek mümkündür.

“Erkek adam depresyona girmez!” şeklinde bir inancı olanlardan mısınız? Öyleyse bu inancınızı değiştirmek için bir an önce bu yazıyı okumalısınız, çünkü tedavi edilemeyen depresyonlar ölümle sonuçlanabilir.

Depresyon sosyal, psikolojik ve biyolojik faktörlerin birleşimi ve birbiriyle etkileşimi sonucu ortaya çıkar. Tedavi edilmediğinde tehlikelidir. Kişinin yaşadığı duygusal acılar fiziksel acılardan bile ağır hale gelebilir. Kişi, ölümü bu acılardan kurtulmak için tek çare görür. Dünya Sağlık Örgütü, yılda yaklaşık 1 milyon kişinin intihar neticesi öldüğünü tespit etmiştir. Depresyon, intihar nedenlerinin ilk sırasında gelmektedir. Depresyon; kişilerin geçmişte keyif aldıkları aktivitelerden ve insanlardan keyif alamaması, hüzün, çaresizlik, içine kapanma gibi şikayetler ile kendini gösterir. Hepimiz buna benzer duygular yaşayabiliriz ve zaman içinde kendimizi daha iyi hissederiz. Kişiye depresyon tanısının konulabilmesi için bu ve benzeri şikayetlerin iki haftadan fazla sürmesi gerekmektedir.

Son yıllarda yapılan araştırmalar, depresyonun kadınlar ve erkekler arasında belirgin farklılıklar gösterdiğine işaret ediyor. Öncelikle erkekler kadınlara oranla, depresyona girdiklerini çok daha ender kabul ediyor ve yardım arayışına giriyorlar.

Erkeklerin depresyonu yaşama şekilleri de kadınlara nazaran farklı. Kadın depresyondayken çoğunlukla hüzün, değersizlik, suçluluk duyguları yaşarken, erkek yorgun, sinirli, huzursuz duruma geliyor. Kadına nazaran daha sıklıkla alkol kullanma eğiliminde oluyor. Erkeklerde depresyon şu şekilde kendini gösteriyor:

◊ Kızgınlık, sinirlilik, saldırganlık
◊ Kaygı, huzursuzluk
◊ İşe, aileye, eskiden keyif veren aktivitelere karşı ilgisizlik
◊ Cinsel isteksizlik ve performans sorunları
◊ Hüzün ve umutsuzluk
◊ Konsantrasyon sıkıntıları, unutkanlık
◊ Sürekli yorgun olmak, uyuyamamak ya da çok uyumak
◊ Çok yemek ya da iştahsızlık
◊ İntihar düşünceleri ya da denemeleri
◊ Fiziksel ağrı ya da acılar, baş ağrısı, sindirim sistemi problemleri
◊ İşle, aile ile veya diğer önemli aktivitelerle ilgili sorumlulukları yerine getirememe
◊ Riski yüksek olan aktiviteler ile uğraşma
◊ Alkol veya diğer ilaç ve uyuşturuculara ihtiyaç duyma
◊ Arkadaş ve aileden elini eteğini çekme, yalnızlığı tercih etme

Yaşlı erkeklerin depresyonu da gözden kaçan önemli bir konu. Kalp hastalığı, felç, kanser gibi hastalıklar depresyona neden olabilirken, verilen bazı ilaçların yan etkileri depresif semptomlar olabiliyor. Yaşlı erkeklerde depresyonu teşhis etmek özellikle çok önemli çünkü intihar vakaları yaşlı erkeklerde epey yaygın. İntihar vakaları en fazla orta yaş erkeklerinde görülüyor, ikinci sırada ise 85 üstü erkekler geliyor.
Depresyon ile ilgili bilgi sahibi olmak, bu konuda açık açık konuşabilmek çok önemli. Çünkü depresyon kendiliğinden geçmez, mutlaka tedavi ve destek almak gerekir. Tedavi edilmediğinde şikayetler artarak kişinin hayatını daha da olumsuz etkileyebilir, depresyon ağırlaşabilir. Kendiliğinden geçmez destek almak şarttır. / Dr Basak Demiriz Klinik Psikolog

İster maddi veya manevi kişisel problemlerle boğuşuyor olun, ister başkasının sıkıntısına ortak olun, ister ülkenin durumuna dertlenin, zor zamanlardan geçerken insanın psikolojisinin alt üst olmaması mümkün değil. Düzen bozuldu mu insanın psikolojisi de bozulur; daha stresli, daha endişeli, daha gergin, daha hüzünlü, daha mutsuz olur.

Psikolojisi bozulunca, işlevselliği bozulur, potansiyelini, öz kaynaklarını kullanamaz, verimliliği azalır. Daha basit bir ifadeyle insanın canı hiçbir şey yapmak istemez. İşin kötüsü, bozuk bir makinenin iş görememesi gibi, kapasitemizi tam kullanamadığımızda bu zorluklarla baş etmemiz daha da zorlaşır. Yani hiç farkına bile varmadan bir kısır döngü içine giriveririz.

Mutsuz olunca evde oturmak, evde oturdukça daha da mutsuz olmak, daha da mutsuz olunca iyice eve kapanmak gibi… Ya da gergin olunca iş yapamamak, iş yapamayınca daha da gerilmek, daha da gerilince iyice atıl kalmak, işi bitirememek, para kazanamamak ve sonucunda daha büyük sorunlar yaşamak gibi…
Bu kısır döngüden çıkabilmek için mutlu olabilmenin yollarını öğrenmek gerek.

Mutluluk konusunu araştıran psikologlar, kimlerin daha kolay mutlu olduğu, mutlu insanların ortak özellikleri, zor zamanlarda insanların nasıl mutlu olabileceği gibi konular üzerine sürekli araştırmalar yapıyorlar. Siz de nedeni ne olursa olsun zor zamanlar yaşıyorsanız, “Mutlu olmayı unuttum artık” diyorsanız, araştırma sonuçlarına bir göz atıp mutlu olmanın yollarını deneyebilirsiniz.

GÜLÜMSEME TAKLİDİ YAPMAK BİLE ETKİLİ: Mutlu insanlar başkalarının mutluluğundan da mutlu olabiliyorlar, çünkü genel olarak insanları daha çok seviyorlar. Mutlu insanlar, mutluluğun sadece başarıdan gelmediğini keşfetmişler. Daha fazla başarı, daha fazla para, daha yüksek statü, daha büyük ev, daha fazla eşya insanı mutlu etmiyor. Öyleyse, bunlara sahip olunca mutlu olacağım yanılgısından kurtulmak ve “şimdi nasıl mutlu olabilirim” sorusunun cevabını bulmak gerek. Mutlu insanlar, zamanlarını daha iyi yönetiyorlar. Dolayısıyla hayatlarını istedikleri gibi kontrol edebiliyorlar. 24 saat içinde ne kadar çok şey yapabildiklerini keşfettikleri için de zaman öldürmeden, hedeflerine küçük adımlarla ve organize bir şekilde ulaşabiliyorlar.

Mutlu insanlar daha fazla gülümsüyorlar. Araştırmalar, gülümseme taklidi yapsanız bile daha iyi hissedebileceğinizi söylüyor. İsterseniz bir deneyin. Önce suratınızı asın, sonra gülümseyin. Hangisi daha iyi hissettirdi?

YETER Kİ BİRAZ HAREKET OLSUN

Mutlu insanların çeşitli uğraşıları var ve bu uğraşıları yaparken kendilerini unutabilecek kadar yoğun bir şekilde meşgul olabiliyorlar; bu ister bulmaca çözmek olsun, ister örgü örmek… Kendi becerilerine, ilgilerine yakın olan işler yaparken iyi hissettiklerini biliyorlar ve her fırsatta bunları yapmaya çalışıyorlar.

Artık bütün araştırmalar gösteriyor ki hareket etmek insana kendini iyi hissettiriyor. Mutlu insanlar hareket etmeyi seviyor. Yürüyüş, koşu, yüzmek, yoga, aklınıza ne gelirse gelsin üşenmeyin yapın, yeter ki hareket olsun.

Mutlu insanlar, bedenlerine ihtiyaçları olan molayı da veriyor. Düzenli uyku, dinlenme, kestirme, kendini yenilemek için şart. Uykusuzluk ve depresyon arasında bir bağ olduğu biliniyor. Uykusuzluk insanı daha hassas ve gergin yapıyor. Olumsuzluklarla baş etmeyi zorlaştırıyor.

Mutlu insanlar, iç seslerini yönetmeyi biliyor. Hepimizin bir “eleştirel iç ses”i var! Kimi insanda bu ses çok daha yüksek volümle, çok daha sık ve daha saldırgan konuşuyor. Bu seslerle baş etmeyi öğrenmek ve mantıklı olmayan iç seslere karşı gelebilmek, iç huzuru yakalamanın önemli koşullarından biri.

HAYDİ ŞİMDİ DIŞARI YALNIZ KALMAK YOK

Mutlu insanlar, kızgınlıklarını sürdürmenin kendilerine zarar verdiğini biliyor. Şu sözü hatırlayın: “Kızgınlık, yanan kömürü başkasına atmak için elinde tutmak gibidir, sonunda yanan siz olursunuz!”

Başkalarıyla zaman geçirmek için kendilerini zorlayan insanlar, birileriyle vakit geçirmenin daha iyi hissettirdiğini biliyorlar. Kötü hisseden kişi kötü düşünceler içindedir. Yalnız kaldığında kafalarının içinden bu kötü düşünceler dışında düşünce geçmez, bu düşüncelerin bazen rasyonel olmadığını bile fark edemezler, kendilerini çözümsüz, çaresiz hissederler. Başkalarıyla vakit geçirirken hem bu düşüncelerin acımasız çarkından kurtulur hem de olaylara karşı daha objektif fikirler duyabilirsiniz. Birebir biriyle görüşemeyecek olsanız bile, parka gitmenin, sokakta yürümenin, insanların arasına karışmanın insana kendini daha iyi hissettirdiği ispatlanmıştır. Öyleyse yalnız kalmak yok!

Mutlu insanların, kendilerini yakın hissettikleri kişilerle ilişkileri iyidir. Sizin iyi değilse bir an önce düzeltmeye çalışın. Onlara karşı daha anlayışlı, fedakar, sıcak, şefkatli olun. Eşinizi, anne-babanızı, kardeşlerinizi, yakın arkadaşlarınızı düşünün, onlarla aranız kötü olduğunda nasıl hissediyorsunuz? Onlarla aranız iyi olduğunda nasıl hissediyorsunuz? Şu bir gerçek ki sevdiklerinizle aranız iyi olduğunda, onlarla geçirdiğiniz vakitler çok daha iyi hissetmenize yardım eder.

Mutlu insanlar sadece kendilerini düşünmezler. Unutmayın, vermek almaktan daha iyi hissettirir. Sadece almak yerine, etrafınızdakilere hangi şekilde ne verebileceğinize odaklanın. Bir araştırma, daha çok kişi ile bağlantısı olan ve onlara daha verici, daha yardımsever davranan kişilerin daha uzun yaşadığını ortaya çıkarmış. Haftada en az iki saatinizi gönüllü olarak çalışmaya ayırdığınızda kendinizi çok daha mutlu hissedeceğiniz söyleniyor. Dr Basak Demiriz Klinik Psikolog

Mutlu insanlar, güzel havaları kaçırmazlar. Araştırmalar, güzel havalarda 20 dakika bile dışarıda vakit geçiren kişilerin sadece kendilerini daha iyi hissettiklerini değil aynı zamanda düşünce ve hafızalarının da olumlu etkilendiğini söylüyor. İngiltere’de yapılan bir araştırmada, her fırsatta doğanın içinde olan, temiz hava almak için çaba gösteren, açık havada aktiviteler yapan kişilerin, yapmayanlara nazaran çok daha mutlu olduğu bulunmuş. Amerikan Meteoroloji Kuruluşu’nun 2011 yılında yayınladığı bir araştırmada, nem, rüzgar, basınç gibi hava koşullarının insanın mutluluğunda önemli bir faktör olduğunu ve hava sıcaklığı 13.9 derece olduğunda mutluluğun maksimize olduğunu söylüyor.

Comments are closed.