logo

Doğru soruyu sormak bilmenin yarısıdır.

Bugün Avrupa’da göçmenlere ve Müslümanlara karşı duyulan öfke ve ayrımcılık, organik bir davranış mı? Yoksa öğretilen bir davranış mı?

Bir meselenin bir değil, bin izahı olabilir. Öfke ve ayrımcılık var ama kimin öfkesi. Devletin mi, sokaktaki vatandaşın mı, kurulu düzenin mi öfkesi bu? Bir yanıyla evet sahici bir öfke. Nefret ve ayrımcılık var. Müslüman karşıtı ırkçılık, hatta terör var. Yeni Zelanda’da camide namaz kılarken öldürüldü Müslümanlar. Ancak bu nefret ve ayrımcılığı anlamaya çalışırken kendimizi merkeze alırsak yanılırız. Meselenin öznesi Müslümanlar değil. Kaynağı da onlar değil. Halkın öfkesi aslında bize de değil, ama bize yönlendiriliyor. Öncelikle bu nesneleştirme sürecinin farkında olmalıyız. Ama ırkçı faşist ve ayrımcı bir paradigma var. Evet, bu paradigmanın hedefinde farklı olan öteki olan herkes var. Diğer yandan Müslümanlığın kamusal görünümlerinin ve ifade biçimlerinin hedef alınması bu öfkenin seküler ve pagan karakteri hakkında da bir fikir veriyor. Eskiden Yahudilerdi, zencilerdi, şimdi Müslümanlar… Yani öfke ve nefret gösteren özneye karşı savunmacı veya hatta saldırgan olursak, onların bize saldırdığı yerden savunursak sadece bize biçilen bir rolü oynamış oluruz. Muhatabımıza ben hak ettiğim veya hatalar yaptığım için değil, sen hasta ve problemli olduğun için bana öfkelisin demeliyiz. Savunmacı pozisyon yanlış bir yol. Nedenini kendimizde ararsak yanlış çıkarımlar yapabiliriz. Neden Avrupa’da Müslüman karşıtlığı artıyor? Çünkü Avrupa’da işler iyiye gitmiyor. Müslüman çoğunluğun dindarlıkları, tutumları veya hayat tarzlarında önemli bir değişiklik yok. Irkçılık veya faşizm rasyonel değil, açıklayamazsınız. Her açıklama kendinizi suçlamayla neticelenebilir. Bu öfkenin nedenleri kadar onu nasıl karşılayacağımıza da kafa yormamız gerekiyor.

Müslümanlar öfkenin gerçek hedefi ama tek nesnesi değil. Yansıtıldığı ve araçsallaştırıldığı bir grup. Diğer yandan şunu da yok sayamayız: Hristiyan Batı da pagan ve seküler Batı da Müslümanları yadsır. Evet bu düşmancadır ve belli kodlarla bunu nesilden nesile taşınır. Bu kültürel ve tarihsel bir bilinçaltının tezahürü. Şu konunun açıklığa kavuşturulması gerek: Müslümanlar azınlık oldukları için mi, yoksa bizatihi Müslüman oldukları için mi hedefte. Belki ikisi birden. Diğer yandan siyasi açıdan da Müslümanlara yönelik nefret ve ayrımcılık hem iç hem de dış siyasette kullanışlı bir araç. Üstelik Avrupa bize yansıtılan “çok sesli ve farklılıklara açık” imajının aksine hep bir homojen toplum yaratarak var oldu. Farklılık meselesi çok vurgulanır çünkü kabulde ciddi sorunları var. Avrupa oldukça homojen bir yapıya sahip ve bunu uzun süren savaşlar neticesinde sağladı. Mezhep savaşları, sınıf savaşları vs… Müslümanlar da Avrupa’nın bu homojen yapısına uymuyor. Bir hizaya getirme ve format atma denemesi var. Bu bir toplumsal mühendislik. Bunu yaparken de Müslümanların tehdit oluşturduğu gibi bazı kurgulara ve ilerici Batı, gerici Doğu gibi bazı kodlara, kavramlara ihtiyacı var. Mesela radikal veya siyasal İslam gibi. Avrupa’nın Müslüman sorunu yoktu, sonradan icat edildi. Çünkü işe yarıyor. Bu Müslümanlara yönelik baskı rejimi üzerinden muhkim düzeni korumak için devlet eliyle gerçekleştirilen müdahaleleri de meşrulaştırıyor. Kabul edilemez yasalar, yasaklar ve baskılar kabul edilebilir hâle geliyor. O yüzden Müslüman karşıtlığı ve ayrımcılık; adil demokrat ve eşitlikçi herkesin sorunudur. Sadece Müslümanların değil.

Kişisel izlenimlerinizden de yola çıkarak tersinden şunu da sormak istiyorum: Öfke, ayrımcılık, sömürge vs… Avrupa’nın kötü sicili malûm. Ama Avrupa hep kötü mü? Bunu söylerken, kendimizi de iyilik kavramı üzerinde otorite olarak görüyoruz sanki…

Bu bütünlük arayışının sonucu olan genellemeler zihnî bir konfor sağlıyor. Doğu-Batı, Avrupa, Asya vs. Rahmetli Attila İlhan’ın kitaplarına başlık olan soruları biz hep aklımızda tutmalıyız. Hangi Doğu, hangi Batı? Batı içinde Doğular, Doğu içinde nice Batılar bulabilirsiniz. Önce neden bahsettiğimi açıklığa kavuşturmak gerek. Merkeze insanı alan, ilahi bir referans kabul etmeyen, kapitalist bir paradigma ve bir Weltanschauung olarak batı veya bunun zıddı bir Doğu. Böyle bakınca ne Avrupa hep ve topyekûn Batı ne de Doğu hep “doğu”. Ne Avrupa hep kötü, ne biz hep iyiyiz. Ama kültürel kimlikler oluşturulurken öteki üzerinden bir karşıtlık üzerine kurulursa elbette herkes kendini olumlar. Daha mesafeli ve kesit kesit bakmak gerek. Nerde iyi, nerde kötü? Kime iyi kime kötü? Bir de böylesi bir “iyi Doğu” “kötü Avrupa” kurgusu ne işimize yarıyor? Yücelerde hep aynı şarkı terennüm edilirmiş. Bence Doğusu Batısı değil de zirveleri ve oranın bekçilerini kollamak gerekir.  Bu Batı-Doğu veya Türkiye’nin de makasın bir yanına konduğu ülke kıyasları anlamlı gelmiyor bana. Bu kıyaslar üzerinden bir şeyler yarıştırmak da yanlış. Ama kendi içinde bu yapıları değerlendirip bu iyi veya hayır bu insanlık hayrına değil diyebiliriz. Ben örneğin bir fert ve kadın olarak Avrupa’da daha rahattım ama bir Müslüman ve Türk olarak çok rahat ettirmediler. Neye göre kime göre. Hep bir bağlam içinde görmek lazım.

Medya bazında özellikle yapılan dezenformasyonlar, kitleleri gerçek hayatta düşündüğümüz kadar etkiliyor mu?

Medya hep bir kesit, yadsıma, hikâyeleştirme ve odaklaştırma üzerinden gider. Özellikle Avrupa gazeteciliği hikâye gazeteciliğidir. Vaka-i âdiyeden olaylar bile belli bir çerçeve, kurgu ve hikâye üzerinden verilir. Söylem ortaya koyulur. Nihayetinde etkilemek ister ve etkiler de. Örneğin Müslüman varlığının yok denecek kadar az olduğu Doğu Almanya’da Müslüman düşmanlığı çok fazla. Tuhaf değil mi? Tanımıyor, insan tanımadığına düşman denilebilir. Ama öyle de değil. Her tanımadığımıza düşman değiliz. Odağımıza özellikle ve belli bir çerçevede getirilen konulara tavır geliştiririz. Bizde örneğin Batı pek bilinmez ama hayranlık vardır. Orta Doğu hakkında pek malûmatımız yoktur ama düşmanlık ve kötü bir algı vardır. Çünkü medya veya diğer aygıtlarıyla birileri odağına buraları almış ve bu algıları üretmiş.

İnsanlar farklı bir gerçeklik yaşasalar bile en ufak bir olumsuzluk ve bu gerçekten sapmayı kendilerine sunulan bu çerçeve ve resim üzerinden algılayabilirler. Ve toplum mühendisliği için de zemin oluşur. Örneğin Türkiye’de de 28 Şubat döneminde ne okullarda ne de gerçek hayatta bir başı açık-başörtülü karşıtlığı, yani gerçek bir çatışma yoktu. Ama bu yapılacak bazı operasyonlar için üretildi. Toplum da bunlara tepki verir oldu ve yaşananlar ortada. Neticede insanların gündelik hayatta yaşadıkları medyayı her gün yalanlasa da en azından bu algı ve resimleri toplumsal mühendislik projelerinde kullanmak isteyenler için elverişli bir zemin oluşturulur.

Türkiye’de mikrofon uzatılan herkes konu ne olursa olsun öfkeyle başlıyor sözüne. Dünya halklarında da durum böyle mi? Medya dilinin bunda bir etkisi var mı? Ya da Türk medyasının müşterek bir dili var mı?

Türkiye’de tuhaf bir durum var. O da öfkenin öncelikli olarak ve acımasızca kendine veya kendinden olana yönelmesi. Çok fazla olumsuzluğa odaklanıyoruz. Türkiye’deki insanları dinleyince dünyanın en lanetli ülkesinde yaşadığımız düşünülebilir. Diğer yandan kapalı bir toplumuz. Öfkemiz de kendimize yöneliyor. Dışarıyı tanımıyoruz. Anlamakta mahir değiliz, donanımımız yok. Diğer yandan çok şeye maruz kalıyoruz. İnsanımız daha çok özne olmalı. Bunca maruz kalınma bizi çok yordu. Algılar üzerinden ezbere bir takım söylemler dolaşımda. Küreselleşme sonucunda medya ve internet üzerinden bize akan imajlar var yurt dışından. Gerçeği yaşamanız gerekir. Türkiye’yi tecrübe ediyor ama Avrupa’dan bize sunulan imajları izliyoruz. Gerçek acıdır. İmajlardansa hesap sorulamaz ve daha cezbelidir.  Kurgulanmış bir hayal ve gerçek yarışınca özellikle de gençlerin zihninde hayal kazanır

Diğer yandan öfke, çatışma hâlleri medya açısından da çok “seksi”. Herkes oraya bakar. Bu da izlenme oranının yüksek olması demek. Bu nedenle güzel yanlarımız, daha insaflı ve sakin yönlerimiz çok kadraja girmiyor.

Öfke adaletsizliğe, haksızlığa, adam kayırmacılığa vb. konulara yönelikse hakkaniyetli ve asil olabilir. Öfkenin de bir itibarı var. Benim endişem ilkelerden çok insanlarımızın kendi bireysel çıkarları üzerinden devşirdikleri bir öfkeyi tüm ülkeye hatta insanlara yöneltmesi. Şunun gibi; insanlar birilerinin kısa yoldan para kazanmasına mı öfke duyuyor, kendisi neden kazanamıyor diye mi öfkeleniyor. Kendisi de kazanırsa sorun çözülecek mi. Yahut insanlar liyakatsizliğe mi, yoksa kendi çocuğunun neden o kayırmacılıktan istifade edemediğine mi tepkili. Ancak öfke ister olumlu ister olumsuz bir yönde olsun neticede bir çaresizlik hâlinin dışa vurumu. Bu kadar çaresizlik gerçek olamaz ve çok yorucu.

Kendimize yönelen bu öfkenin ve kötücül imajın nedenleri ne olabilir?

“Biz Türkler” diye başlayan her olumsuz cümle mazoşist ve hasta bir ruh hâlini yansıtıyor. Sanki bu öğretilmiş gibi. Birileri bize “Siz Türkler!” demiş biz de içselleştirerek, “Biz Türkler!” diye bunu tekrar edip bul algıyı yeniden üretiyoruz.  Mesela “Türkler hep geç başlar. İyi organize olamaz.” Akla ziyan bir genelleme. Gerçekten Türkler kötü organizatörlerse imparatorluk nasıl yürüdü. Demek ki Türkler değil, bazı Türkler. Yahut bir süredir Türkler şöyle böyle demek icap ediyor. Son 200 veya son 2 yıl üzerinden koca bir milletin ve ülkenin okuması yapılabilir mi? Ne ki bize geçmiş de öğretilmedi. Kendimizi fazla güzellemeden gerçeğimizi tanımamız lazım. Türkiye’nin gerçeği son 200 yıla sıkışmış olamaz. Ama ondan öncesi de değil tek başına. Bu bütünü görürsek sağlıklı bir Türkiye tasavvuru çıkar ortaya. Gerçekse ortada bir yerlerdedir. Lanetli bir ülke algısı da kutsal millet inancı da sorunlu ve gerçekle irtibatımızı kesiyor.

Tüm dünya halklarını tanımıyorum. Ama tecrübelerimden yola çıkarak diyebilirim ki insana dair ne varsa her yerde vardır. Tüm güzel ve çirkin taraflarıyla. Her toplumda öfke var. Ama bunların dışavurumları, ifade biçimleri farklı olabilir. Avrupalılar sofistikedir. Pasif agresif bir yapı var. Kör parmağım gözüne yapmazlar pek işlerini. Estetiktir, göze batmaz. Yani görmeyecek kadar incedir. Şiddet her yerde var. Bizde biraz orta yerde her şey. Akdenizli mizacı olabilir. Bizim sevgimiz de öfkemiz de gürültülü. İyi ya da kötü demiyorum, bu bir mizaç. Biz gerçeğimize en kaba hâliyle maruz kaldığımız, onu apaçık görebildiğimiz için bu denli öfkeliyiz kendimize. Avrupa’da bunu görmeniz güç; ama yaşarsınız. Çok erken yaşlarda kabullenir ve zaten sistemin içinde size ayrılan yere bile isteye oturursunuz. Çünkü örneğin ayrımcılık, sınıfcılık, kastvari bir toplumsal yapı vardır ve bunlar kurumsal olarak çok erken yaşlarda yapısal süreçlere sindirilerek oluşturulmuştur. Bir haksızlık hissetmezsiniz çünkü göremez ve sorgulayamazsınız.

Sanıldığının aksine çok kontrolcü bir toplum ve devlet de değiliz bence. Avrupa’da bazı şeyler temayül olarak yayılmaz. Öfke, adi suçlar, bir milletin kötü ve bayağı hâlleri ancak bulvar medyasında yer bulur. Bunun da itibarı yoktur. İstatistiklere yansıyan kadın cinayetleri, çocuk istismarları vb. suçlar medyada yer almaz pek. Temiz steril bir toplum algısı Avrupa’da böyle korunuyor.

Herkesin medyayı anlık olarak takip ettiği bir çağda, medyanın toplum mühendisliği ve duygu yönetimi hakkında düşünceleriniz nelerdir?

Medya diye apayrı bir güce inanmıyorum. Medyanın mühendisliği onu finanse eden, bağlı bulunduğu devlet, şirket veya kişilerden ayrı düşünülemez. Yani medya diye hudayinabit kendi başına var olmuş bir yapı yok. Duygu yönetiminin de özellikle sosyal medya üzerinden başarıldığını düşünüyorum. Ama medyatik operasyonların en zayıf yönü bunların birer kurgu olması. Gerçeğin gücüyse bizatihi gerçek olması. Medya, kurgu ve hikâyelere dayandığı için biz ana akım medyanın kurguladığı hikâyelerin karşısına ne kadar çok yeni ve gerçek hikâye koyarsak o kadar başarılı olabiliriz.  Ortaya konan resmin sorgulanması için alternatif hikâyelere ihtiyaç var. Bu tüketim çağında anlık tüketilen her şey gibi medya üretimleri de anlık tüketiliyor.

Sosyal medya üzerinden herkes kendi medyasını oluşturuluyor. Burada hesapverilebilirlik açısından yeni bir şeyle karşı karşıya toplumlar ve devletler. Bu yeni gerçeklikte medya etiği yeniden düşünülmek zorunda. Mevcut duygu manipülasyonlarına karşı acaba “neden bu” ve “neden şimdi” bana gösteriliyor diye sorgulamak; bize gösterilmeyenin ve neden gösterilmediğinin peşine düşmek gerekiyor. Bir şeyi olduğu gibi görmek çok zor artık. Her şeyi bize gösterildiği ve sunulduğu kadar görebiliyoruz. Gözün gördüğüne inanması çok güç artık. Çünkü göz olanı değil gösterileni görüyor sadece. Akıl ve bilgi sorgulayıcı olarak devreye girmek zorunda. Dijital okur yazarlık öğrenilmek zorunda.

SÖYLEŞİ: SAMED KARATAŞ

Zeliha Eliaçık: “Öfke ister olumlu ister olumsuz bir yönde olsun neticede bir çaresizlik hâlinin dışa vurumu”

Dijital Çağda Gerçeklik Sorunu

Yeni dijital çağ üzerine düşüncelerinizi açıklarken yeni çağda gerçeklik sorunundan, “Mağaraya dönüşten” ve zihin algoritmasının değişiminden bahsediyorsunuz. Her biri ontolojik değer ifade eden bu kavram ve değerlendirmelerinizi biraz açar mısınız?

“Ontolojik değer” kavramından başlayalım… Mevcudun varoluşsal özelliklerini ve karakteristiklerini, onun kendini gösteriş veya algılanış biçimini “ontolojik” diye adlandırıyoruz. Neden ontolojik/varoluşsal özellik kavramını söz konusu ediyoruz? Eğer dijital çağ kavramı altına yerleştirilmeyi hak eden bir çağ gerçekten varsa, bu çağın kendine özgü karakteristiklerinden söz edilebiliyorsa, bunları, bu çağı, özsel nitelikleri bakımından ortaya koymak lazımdır. Bu bakış açısından, bu çağda birçok şeyin farklılaştığını görmek mümkündür. Varolan, gerçek olandır, gerçekten mevcut olandır. Ortada şöyle bir tablo mevcut: Bilinen anlamıyla, yani bizi kuşattığını ve algıladığımızı düşündüğümüz, dolayısıyla hakikaten dış dünyada mevcut olduğunu kabul ettiğimiz “gerçeklik”, dijital çağda, bir sorun haline gelmiş durumdadır. Sanal gerçeklik, artırılmış gerçeklik, post truth, metaverse… Bu kavramlar bize gerçekliğin yapısındaki değişimi anlatmaktadır. Yani bu çağda ilk sorun, gerçekliğin bizatihi kendi yapısıdır, gerçekliğin yapısının değişmesidir.

Gerçeklik karşısındaki tutum da başka bir sorundur. Özellikle post-truth kavramı, yani gerçeklikten bireyin bizatihi kendisinin gönüllü vazgeçişi, karşısındaki gerçekliği bizzat yaşamayı değil sadece onu görsel olarak sergilemeyi önemli görme, reel ilişkileri alt düzeye indirip sanal ilişkileri öne çıkarma, dünyaya dijital perspektiften bakma… Ayrıca “gerçek ötesi” şunları da ifade edebilir: Fiziksel gerçeklikten kopmuş dijital bir âlem, sanal âlem, adeta bir rüya âlemi! İşte burada neyin gerçek neyin sahte olduğu tamamen birbirine karışmaktadır.

Bu gerçeklik algısı veya gerçekliğin değerlendiriliş biçiminin değişimi, düşünüş biçiminin değişimini de beraberinde getirmiştir. Buna “zihin algoritmasının değişmesi”, yani zihnin işleyiş biçiminde meydana gelen değişim denir. Algılarken veya düşünürken, zihinde, imgeler/ideler arasında bağlantı kurulur. Bu bağlantının her zihinde kendine özgü bir sistematiği vardır. Aynı sosyal-kültürel dünyada yetişen zihinler arasında, özellikle temel kabullerde, bazı müştereklikler de oluşur. Ancak bu bağlantı sisteminin değişmesi, algılama ve muhakeme biçimini, karar verme ve eyleme tarzını da değiştirir. Böyle bir değişim aslında kişinin kendilik algısını, hayata, dünyaya ve varoluşa yüklediği anlamı da kökten farklılaştırır. Başka bir deyişle, zihin algoritması değişmiş, kişi bambaşka bir şahsiyet olmuş olur. Zihin algoritmasının değişimi, yepyeni bir kimlik, kişilik ve bakış açısına sahip bir öznenin ortaya çıkması demektir. Bu değişim, insanlık tarihinin doğal etkileşim ve gelişim süreci içinde gerçekleştiğinde, bireysel yahut sosyal problemler yaşanmaz. Çünkü kuşaklar arasındaki bağlantıyı ortadan kaldıran kökten kopuşlar söz konusu olmaz. Fakat iletişim ortamının kontrolsüz ve sayısız çokluğu/çeşitliliği altında bir algoritma değişimi yaşanıyorsa, örneğin yepyeni ve bilfiil yaşanan deneyimlerle değil tamamen iletişim dünyasıyla sınırlı deneyimler yoluyla zihinler biçim kazanıyorsa, bu ortamda baskın/etkin güç kendi istediği algoritmayı oluşturuyor olabilir.

Dijital çağda epistemolojik bir çöküşten bahsedebilir miyiz?

Epistemoloji kavramı, bilginin kaynağı, doğruluğu, anlamı, önemi, değeri ve niteliği üzerinde duran bir felsefe disiplinidir. Amaç, hakikati taşıyan bilginin niteliğini soruşturmaktır. Temelde bilginin değerli olduğu kabulünden yola çıkılır. Bir an için, bu sorunların önemini kaybettiğini, bilginin artık değersizleştiğini varsayalım; bu ortamda hakikat arayışı ve bilgi talebi artık ortadan kalkmaz mı? Böyle bir tablo felsefe tarihinde hiç yaşanmadı. Çünkü bilgi, hep değerli bir şeydi. Ancak dijital çağda durum farklılaşmış gibi görünmektedir. Artık bilgi talebi, bilgiye verilen değer, bilgi üzerine sürdürülen zihinsel etkinlik, eski çağlardaki gibi değildir. Dijital dünyada sayısız bilgi hem de kolayca paylaşılmaktadır. Bilgiye kolayca erişilebilmektedir. Ancak bilginin anlamı, önemi ve işlevi bir değer ve ilgi kaybına uğramışsa, bilgi değil de bilgi etrafındaki kabul, kavram, soru ve cevaplar çökmüş demektir. Dijital çağda epistemolojik çöküşe yol açan unsurlardan biri sanal gerçeklik uygulamaları, diğeri artırılmış gerçeklik, en önemlisi de “derin sahte”dir. (deep fake) Bunlar arasında en etkili olan, derin sahtedir. Çünkü artırılmış gerçeklikte gerçek ile gerçek olmayanın sınırı karışır; ama gerçek olmayan, gerçeğin uzantısı gibi durur. Halbuki “derin sahte”de, gerçek diye sunulan şey tamamen gerçek olmayan bir şeydir. Artırılmış gerçeklikte gerçek daha etkin hale getirilmiş; derin sahtede gerçeğin bizatihi kendisi değişime uğratılmıştır. Yani gerçek olmayana gerçek hüviyeti verilebilir veya bir gerçek, kendi niteliklerinin/doğasının tam tersi bir kılığa sokulabilir. Örneğin kişiye, hiç yapmadığı bir konuşma yaptırılabilir. Kişinin hiç sergilemediği görüntüler oluşturulabilir.

Epistemolojik çöküşü hızlandıracak bir başka gelişme, son dönemlerde ortaya çıkan bir olgu, bir yapay zekâ uygulaması olan chat gpt’dir. Bu uygulama, artık araştırmaya bile gerek duyulmayacak tarzda, talep edilen bilgiyi araştırarak bir metin halinde sunabilmektedir. Bu ise araştırarak öğrenme eğilimini ortadan kaldırmakta, okul eğitimini öğrenci gözünde anlamsızlaştırmakta; ama sonuç itibarıyla da gerçek manada eğitim ve öğrenmenin gerçekleşmesini sağlayamamaktadır. Bütün bu süreçte ve bu koşullar altında, bilgi sıradanlaşmakta, öğrenme basitçe yüzeysel vukufiyetten ibaret hale gelmektedir. Öğrenme arzusu, merak araştırıcı ruh, kendini geliştirme isteği gerilemekte; zihin eğitimi, kimlik ve kişilik eğitimi anlam ve önemini kaybetmektedir. Bu tabloyu çöküş diye nitelendirmek yanlış olmayacaktır.

Bu şartlar ve yeni dijital çağ, “sığınılacak güvenli bir liman arayışını” da beraberinde getiriyor. Değer ve inanç dünyası, erdem sorunu olarak ifade edilen konular, dijital çağda bir etik yoksunluk ifadesi midir? Dijital çağda geleceğin inşası açısından bu durum bir problem olabilir mi?

Biz de soruyla başlayalım: Limana sığınmak ne demektir? Niye eski limanlar sığınak olmaktan çıkmıştır? Neden yeni bir limana sığınalım? Tüm değeler ve duygular bilfiil hayatın içinde, yüz yüze ilişkilerle, eğitim veya deneyimle kazanılır. Sanal ortamlar, sanal iletişimler, sanal sosyalleşmeler bu insani özellikleri/donanımları güçlü biçimde kazandırmaya veya mevcut olanı yeterince tekâmül ettirmeye yetmez. Çünkü bu donanımlar bilfiil yaşantının parçası olduğu, paylaşıldığı veya bizzat içinde olunduğu takdirde içselleştirilir. Öbür türlü, kişi daima mesafeli tanık olmaktan öteye geçmez. Bu da, değer ve duygu dünyasını tüm derinliği ile sarıp kuşatamaz ve harekete geçiremez.

Dijital dünya ise değer yıkıcı bir dünyadır. Özellikle sosyal medya bağımlılığı ve oradaki paylaşımlar, sosyal medya ortamına gösterilen ilgi, bunu açıkça göstermektedir. Alınan izlenimler ve karşılaşılan telkinler değer inşa edici değildir. Bütün bunlar zihinlerde adeta kaos meydana gelmektedir. Bu dünyadaki sunumlarda da erdem ve erdemlilik telkini yoktur. Bireyler kendi varoluşlarını, zihinsel veya ruhsal durumlarını garanti altına almak, değerleriyle birlikte varlıklarını sürdürmek isterler. İşte dijital çağda kişi değer dünyamızı tehdit altında görünce güvenli liman aramaya başlar. İçinde yaşadığı sosyal ve tarihsel sığınaklar; yaşadığı toplum, onu güvende tutamamaktadır ve birey bunu görür. Burada kaygının asıl nedeni, çocukların yetiştirilmesidir. Belli yaştaki kişi kendini güvende görse bile, çocukları güvende değildir. Her etki değer yıkıcı olmakta, kişinin mevcut yaşama ortamı bu yakıcı veya aşındırıcı etkileri engellemeye yetmemektedir. Kişi bundan dolayı yeni bir liman aramaya başlar. Bahse konu bu süreç, kültürel etkileşimden çok farklıdır. Bu tarz olgular daha önceki dönemlerde sosyal değişme yahut kültür değişmesi kavramlarıyla anlatılabilmekteydi. Fakat bu çağda, değişme kavramı olup bitenleri anlatmaya yetmemektedir. Bu çağda yaşanan tablo, bir “altüst oluş”tur.

Kapitalizmden kimlik sorununa kadar dijital dünyanın günümüze vurduğu damgayı, insan adına nasıl değerlendirmeliyiz? Tüm gelişmelere olumsuz diyebilir miyiz? Farklı bir paradigma alanı açılabilir mi?

Daha en baştan, teknoloji üzerine yapılan değerlendirmeler karşısında sergilenen tutumlara ilişkin kanaatimizi belirtelim: Bir problem duruma işaret edilmesi, hemen “teknolojiye karşı olma” gibi bir algıya konu olmaktadır. Olguyu, yani dijital teknolojiyi analiz etmek, ona karşı olmak değildir. Dijital teknoloji, bir yönüyle, insan hayatını olağanüstü derecede kolaylaştırmıştır. Bunu dile getirmeye gerek yoktur. Fevkalade faydalı ve işe yarayan bir araç gereç veya olgu, sunduğu faydayla, zaten güncel hayatta yerini alır ve kullanılır. Onun övülmeye ihtiyacı da yoktur. Esas olan, bu olgu (dijital teknoloji) üzerinde tefekkür edildiğinde, bir tehdit veya tehlike olasılığı izlenimi edinilip edinilmediğidir. Eğer güncel hayatı güzelleştiren bir araç gereç/teknoloji, sosyal yapıdan ekonomik işleyişe, kimlik ve kişilik sorunlarından insani varoluşa kadar birçok tehdit barındırıyorsa bunu dile getirmek gerekir. Olacak olan olup bittikten sonra onun üzerinde konuşmanın anlamı yoktur.

Örneğin, kapitalizm artık dijital kapitalizm halini almaktadır. Dijital dünya ile kurulan ilişki, doğrudan bilinci, zihni etkilemektedir. Adeta zihinler formatlanmaktadır. Bu da düşünüş biçiminden akıl kullanımına, iletişimden dil kullanımına kadar her şeyi kökten ve oldukça olumsuz biçimde değiştirmektedir. Dijital teknoloji adeta bir “felaket hediyesi”ne dönüşmektedir. Öyleyse yapılması gereken, hayatın konforunu artırıyor diye, bütün dijital ürünleri kontrolsüzce ve hayranlıkla tüketmek değildir. Bu ürünlerde güncel hayatı kolaylaştıranları kullanmak, diğer yandan da bu teknoloji ve bu teknolojinin eseri olan çağ üzerine eleştirel olarak düşünmek gerekir. Başka bir deyişle, güncel hayatın içindeki bilfiil organizasyonlar, haberleşme, bilgilenme vs. bakımından olumsuz bir tablodan söz edemeyiz. Ama sorun, bu dijital teknolojinin, sadece bu vakıalarda kullanımı değildir. Aslında sorun, dijital teknoloji ile sonradan tanışanlar değil, dünyaya gözünü dijital teknoloji ortamında açanlardır. Onlar ayrı bir dünya algısıyla büyümektedir ve onların dünyası reel hayattan kopuk bir dünyadır. Dijital teknoloji ile sonradan tanışanlar bile bir anafora kapıldıklarına göre, yeni kuşaklar bambaşka bir algıya sahip olmaktadırlar. İşte olumsuzluk burada başlamaktadır. Kimlik sorunları derinleşmektedir. Ekonomik hayat dijital kapitalizmin aktörleri tarafından zapturapt altına alınmaktadır. Yegâne takas vasıtası olan para bile dijitalleşmekte, nakit para adeta ortadan kalkmaktadır.

18. yüzyıldaki sanayi devriminden sonra 21. yüzyılda dijital bir çağa girdik. Dijital teknolojinin sunduğu büyük imkânlar, insani varoluş ve insan doğası için büyük tehditler barındırmaktadır. Bu konudaki çekincelerinizi alabilir miyiz?

Teknoloji toplumsal dokuyu, hayatı, insanı etkiler ve bu da doğaldır. Sorun, bu etkinin niteliği ve boyutlarıdır. Eğer gelişmeler sadece pratik hayatı etkileseydi, kısmi olumsuzluklardan söz edecektik, hatta söz etmeye bile değer bulmayacaktık. Ama dijital dünyada, etkilenmenin biçimi ve kaynağı farklıdır. Kaynaklar belirsizdir, etki kaynakları herhangi bir insani değer kaygısı gözetmemektedir. Örneğin sosyal medyadaki sunumlar… Diğer yandan, bunlar, bireyin tutkularını harekete geçirmektedir. Bu ortam ayrıca cazibe merkezidir, bağımlılık da oluşturmaktadır. Kişi, hiç sıkıntı duymadan, saatlerini bu dünyada geçirebilmektedir. Bu süreçte, zihinler formatlanabilmektedir. Hal böyle olunca da özgürce düşünebilme, aklını yetkin biçimde kullanabilme, gerçekten tehdit altına girmektedir.

Bu süreçte asıl sorun, belirttiğimiz gibi, yeni kuşaklardır. Biyolojik devridaim devam etmektedir. Geleceği yeni kuşaklar kurup taşıyacak. Onların topluma, dünyaya, hayata, insanlığa yükledikleri anlam, içinde yetiştikleri toplumdan çok farklı olursa, yeni toplumsal dünya nereye doğru evrilecektir? Üstelik bugüne kadar bizi güvende tutan hiçbir ortam veya kabul, üzerimize gelmekte olan çığdan bizi koruyabilecek durumda değildir. Belirttiğimiz gibi, herkes; dindarlar kadar dindışı olanlar da, tarikat veya cemaat gibi kapalı topluluklar da tehdit altındadır. Çünkü bu toplumsal sığınaklar şimdiye kadarki sosyal ve kültürel problemlere çözüm üretebilmiş, varoluş için güven sağlayıcı ortamlar olmuştur. Ama dijital çağ yenidir ve bunun kapımıza taşıdığı tehlikelerle baş edebilmemizi sağlayacak olan bir deneyim hazinemiz yoktur. Bu, sadece bizim ülkemizle ilgili bir sorun değildir. Bütün dünyada böyle bir süreç yaşanmaktadır. Bu nedenle de dijital teknoloji üzerinde düşünülmesi, bu teknolojinin doğru kavranması, doğru kullanılması gerekmektedir.

Dijital Çağda Gerçeklik Sorunu / Prof. Dr. Milay Köktürk

“Ben ötesi Psikoloji” adı altında yapılan çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

Burada psikolog ve psikiyatristler için bir kendini tanıma faaliyeti var. Öğrenme analizi yapılıyor, öğrenme analizi çok önemli. Yani evvela kendini tanıyacaksın ki sonra diğer insanları tanımaya talip olacaksın. “Öğrenim analizi” denir buna. Genç psikiyatristler ve psikologlar hem bireysel terapiye geliyorlar, hem de grup terapisine… Burada kendilerini tanımak için bazı çabaların içine giriyorlar. Bu mesleği yapmak için, yani psikoterapi yapabilmek için. Bir şekilde insanın kendisini tanıması gerekir. Kendisini tanıma sürecinde de normal bizim klasik tıp eğitimi var. Yani bir tıp fakültesini bitirip hatta psikiyatri uzmanı olarak çıkan bir kişi, eğer bireysel bir terapiden geçmemiş ise yani bir şekilde kendisini tanımak için artı bir çaba sarfetmemiş ise kendisini tanıyamıyor, bilemiyor. Kendisini tanıyamayan bir insan, kendisini bilmeyen bir insan, ne diğer insanları bilebilir ne de Rabbi’ni bilebilir. Hadis-i şerifte buyrulduğu gibi: “Nefsini bilen Rabbi’ni bilir.”

Ortak bir “ben”den mi harekete geçiyoruz? Yani herkesin öğrenmesi gereken ortak bir “ben” mi var burada?

Şimdi evvela ortak “ben”den ziyade, o ortak ben tabi işin deruni yönü; her insan hazreti insan.. İnsan, derinliğinde o potansiyeli taşıyor. Oraya gelmeden evvel nefs yapısını anlamamız lazım, yani insanın “nefs yapısı” nedir? Bunu da hem anlamamız hem de modern psikolojik dile tercüme edebilmemiz lazım. Çünkü psikoloji artık oturmuş bir bilim. Dünyanın her tarafında gerek Batı ülkelerinde gerekse Müslüman ülkelerde birçok insan psikiyatrist ve psikologlara gidiyor, ihtiyaç duydukları zaman. Dolayısıyla psikolojinin bizim insan telakkimizle, yani İslam ve tasavvufun bize “İnsan budur.” dediği yönüyle barışması lazım, köprülerin kurulması lazım. Yoksa bir örnek vereyim: Freud’ un insan kavrayışına göre; “İnsanın aslı kötüdür, çocuk çok yönlü sapıktır, kadın bir ömür boyu şu kadarcık bir cinsel uzvu yok diye erkeğe kıskançlık duyar.” Bu neyi anlatıyor? İnsanı çok kısıtlı bir şekilde, çok yetersiz bir şekilde anlatıyor ama
bütün bir medeniyet hareketini oluşturmuş bu Freud’un yaklaşımı. Yani “psikanaliz medeniyeti” diye bir medeniyet var. Mesela bugünkü kadının dramına baktığımız zaman, kadın; erkeksi bir var oluş tarzı sürdürdüğü takdirde değerli olabileceğine inandığı için, yani bizim İslamî, tasavvufî dile çevirirsek sadece Rabbimiz’in “celal” isimlerini isim olmaya değer olduğunu zannettiği için, “cemal” yönlerini tamamen unutuyor. Hepimizin bildiği gibi Esmaü’l Hüsna’nın büyük çoğunluğu cemal isimleridir. Yani Rahman, Rahim, Vedud, Hafız isimleri şeklinde sanki olmaması gereken, sanki ikincil insani yönler gibi görüldüğü için, kadın da mecburi bir şekilde erkek dünyasında erkek gibi olma gayreti içine girmiş. Bu neyi getiriyor? Ailenin çöküşünü getiriyor… Gitgide, daha ilerleyen yaşlarda kadınlar ve erkekler evlenmek istiyorlar. Halbuki kadının bazı kadın hallerini yani cemal isimlerini yaşaması bir ontolojik zarurettir, fıtrî bir zarurettir. Kadın bunu yaşamadığı takdirde bir eksiklik hisseder. Dolayısıyla bunu aşmak için, bir şekilde artı bir çaba içine girer.

İnsan-fıtrat ilişkisinden yola çıkarak, sıfatların tecellisinden hareketle insanı yorumluyorsunuz şu an. Kadına böyle bir yorum getirdiniz…

Eyvallah eyvallah… Başka türlü insanı anlamak mümkün değil. Mesela bu söylediğimi Batı psikolojisi kısmen anlamış… Celal-cemal potansiyelinin önemini ve bu celal cemal potansiyelinin dünyaya yansımasını, mesela Yung çok iyi anlamış… Yung’un “anima” ve “animus” kavramları bunu çok güzel açıklar. Maalesef Yung olayı sadece rasyonel aklıyla anlama gayretine girip de gönlüyle anlayamadığı için, ilahi bağlantısını kuramaz. Anima, animus makamı nedir? Her erkeğin içinde bir cemal potansiyeli vardır, bir anima vardır. Yani çok böyle -tabiri mazur görün- kaba saba, maço dedikleri bir erkek ki örneklerini çok görüyoruz; aslında kemale ermemiş bir erkek tipidir. İçindeki “hilm” yönünü, içindeki “cemal” yönlerini keşfettiği takdirde bir erkek, yavaş yavaş bütünlüğüne yani nefsanî açıdan, nefs yapısı açısından olgunluğuna erişir.

Sorunlarımızın Temelinde Ne Yatıyor? / Psikiyatrist Dr. Mustafa Merter

İnsanın huzur arayışına dair kıymetli bir kitabınız çıktı. Orada ifade ettiğiniz şekliyle “huzursuzluğun anatomisinde” neler var?

Her şey kendi fabrika ayarlarımızdan uzaklaşmakla başladı belki de. Bu uzaklaşma ve yabancılaşma zamanla hem iç dengemizi hem içinde yaşadığımız dünyanın dengesini bozmaya başladı. Böylece kendimize yabancılaştık, yaşamla kurduğumuz temas bozulmaya başladı ve insanlarla kurduğumuz ilişki giderek zehirleniyor. Huzursuzluk tam da böyle bir zeminde kök salmaya başlıyor. Fabrika ayarımız fıtrata uygun yaşamak denilen süreci ifade ediyor. Fıtrata uygun yaşam da kendimizle, insanlarla ve içinde yaşadığımız kâinatla uyumlu bir yaşamı ifade eder. Gerçek huzur da ancak bununla mümkün hale geliyor: Her ne için varsak onun için ve ona göre yaşamak. Ancak çoğu insan bunu başaramıyor. Bu yüzden içsel huzursuzluk çağın yeni salgınlarından biri haline geliyor. Fıtrattan, doğadan, kendimizden uzaklaşmak bizi huzursuz ve mutsuz hale getiriyor. İnsanlar bununla baş etmek için de bulabildikleri her türlü anlamlı veya anlamsız sebeplere sarılıyorlar.

Huzurumuz yok çünkü hayatımızın sürücü koltuğunda hep başka insanların kararları, fikirleri, yönlendirmeleri var. Hep insanlar ne derler, ne düşünürler, nasıl bakarlar diye adım atıyor, sürekli birilerini memnun etmek üzere hayatlarımızı şekillendiriyoruz. Bu bir noktaya kadar güzel bir hassasiyet ancak kendi hakkımıza girmeye ve kendimize zulmetmeye dönüştüğü noktada hem bize hem de sevdiğimiz insanlara zarar vermeye başlıyor böylesi bir tutum.

Huzurumuz yok çünkü yaşam sermayemizi doğru kullanmayı bilmiyoruz; aklımızı, kalbimizi ve vicdanımızı her türlü gereksiz ve faydasız fazlalığın toplandığı bir çöp alanına dönüştürüyoruz. Güzel işlere, güzel uğraşlara, güzel hayallere vaktimiz ve enerjimiz kalmıyor.

Huzurumuz yok çünkü tek kanatlı kuşlar gibi yaşıyoruz. Ruhlarımız sürekli dünyalık kaygıların peşinden koşarken yorulup nefessiz kalıyor. Maddi dünyanın içine hapsolup manevi ve insani olan alana yabancılaşıyoruz.

Huzurumuz yok çünkü çok fazla bitirilmemiş işimiz var. Ertelenmiş, yarıda bırakılmış, ifade edilmemiş, tamamlanmamış her iş keyfimizi kaçırmaya ve bizi rahatsız etmeye devam ediyor. Huzurumuz yok çünkü çok fazla beklentimiz var. Her şeyin yolunda gitmesini, herkesin bize iyi davranmasını, dünyanın durup bize yol vermesini, önümüze engellerin çıkmamasını bekliyoruz. Dünya böyle bir yer olmayınca sürekli hayal kırıklıkları yaşıyoruz.

Huzurumuz yok çünkü hayatımızda tutunabileceğimiz güçlü bir anlam yok. Her şeyimizi yitirdiğimizde bizi ayakta tutacak şeyin ne olduğu sorusuna bir cevabımız yok. Huzurumuz yok çünkü hep daha fazlasını istiyoruz. Sahip olduğumuz şeylerle yetinmek, bunlar için şükretmek bizi eksik, yetersiz, değersiz hissettiriyor. Herkesin sahip olduğundan daha fazlasına sahip olmak zorunda hissediyoruz. Sürekli bir yarış halindeyiz. Huzurumuz yok çünkü çok hızlıyız ve durup ince şeyleri, güzel şeyleri, anlamlı şeyleri düşünmeye vaktimiz yok.

“İnsanı ilişkiler bozar ve ilişkiler düzeltir” derler. Siz, huzuru elde etmek için ilişkiler bağlamında neleri tavsiye ediyorsunuz?

Ünlü bir psikolog olan William Glasser şöyle bir ifade kullanır; “Kırk yıldır yaptığım psikiyatri uygulamalarım sırasında mutsuz insanların hepsinin probleminin aynı olduğunu gördüm: İnsanlar iyi geçinmek istedikleri insanlarla iyi geçinememektedirler. Bu yüzden dünya hayal kırıklığına uğramış, öfkeli ve mutsuz insanlarla dolu. Bunlar, hiçbir mutlu insana yakın olmayı başaramayan insanlar. Başlıca iletişim tarzları: Şikâyet etme, suçlama ve eleştirme.” Bizi hasta eden de iyileştiren de en nihayetinde ilişkilerimizdir. İnsan insana hem şifa hem zehir olabilir. İnsan insana hem sığınak, hem hapishane olabilir. Huzurun yolu da hem şifa ve sığınak olmak, hem de bize şifa ve sığınak olacak ilişkiler geliştirmektir.

Hayattaki sorunlarımızın önemli bir kısmı ilişkisel sorunlardır. Yaşadığımız sorunların çoğunun temelinde sevdiğimiz veya sevmediğimiz insanlarla kurduğumuz veya kuramadığımız ilişkiler yatar. Herkesi memnun etmeye çalışan, her söyleneni ciddiye alan, her yanlış anlayanı düzelten, her anlamak istemeyene cevap yetiştirenin anlamlı bir uğraş için enerjisi kalmaz. Çoğumuz yaşam enerjimizin önemli bir kısmını diğer insanların ne yaşadıklarına veya ne düşündüklerine ilişkin düşüncelerle heba ederiz. Başkalarının yaptıkları, yapamadıkları, başarıları, başarısızlıkları, düşündükleri, söyledikleri, planları, tutarsızlıkları, kötülükleri, malları ve yaşam tarzları… Başkalarının yaşadığı hayatı veya düşüncelerini her fırsatta kendi hayatımızın başköşesine oturtur, bütün enerjimizi oraya harcarız. Hep başkalarını konuşmak veya düşünmek de günün sonunda bizi kendi hayatımızın gerçeklerine yabancılaştırır ve kendi hayatımızla ilgili yeterince çaba gösterme imkânımız ortadan kalkar. Zihnimiz dağılır, iç dünyamızı bizimle ilgili olmayan anlamsız bir yığın soru işareti işgal eder.

Daha dengeli ilişkiler için yapılması gereken çok şey var elbette ancak benim gördüğüm olmazsa olmaz gereklerden birisi ilişkilerde doğru sınırlar kurmaktır. İlişki çatışmaları ve buna bağlı huzursuzluklar çoğunlukla sınır ihlallerinden kaynaklanır. İçsel ve dışsal huzur için doğru sınırlara ihtiyacımız var.
İlişkilerde huzuru yakalamak bazen tek başına kalmayı bilmektir. Her meselede insanlara mahkûm olmamaktır. Ara sıra bilinçli bir şekilde yalnızlığı tercih etmek ve kendimizi onarmaya zaman ayırmaktır. Uzun vadede hepimizin yalnız olduğunu kabullenmek, yaşamın bazı fırtınalarını kendi başımıza göğüslemeye hazır olmaktır. İlişkilerde huzur insanların öyle kolay değişmediğini, kolay ikna olmadığını, kolayca düzelmediğini, kolayca memnun olmadığını baştan kabullenmektir. Herkesin kendince farklı bir hikâyesinin olduğunu hatırlamaktır. Sevdiğimiz veya sevmediğimiz insanları ısrarla düzeltme, değiştirme, ikna etme çabasından vazgeçmektir.

İlişkilerde huzur bazen insanlara evet demek, bazen de doğrudan hayır demeyi öğrenmektir. Böylesi bir durum ilişkilerimize denge getirir. Her şeye evet demekle her şeye hayır demek, her sorunda istediğini koparan taraf olmakla her durumda kaybeden ve kendinden taviz veren taraf olmak arasında bir dengeye ihtiyacımız var. İlişkilerdeki bu esneklik ne bizi muhatabımızın karşısında eğip bükecek ve yerlere serecek bir noktada ne de hiç eğilmeden sadece karşımızdaki insanı eğmeye ve bükmeye uğraştığımız bir noktada olmalı. Karşılıklı adım atmaya, birbirimize iyi gelmeye, muhatabımızın baktığı yerden bakmaya ve birbirimizi anlamaya ihtiyacımız var. Bunların dışında sınırları korumak ve daha dengeli ilişkiler kurmak için tutarlı şekilde daha açık sözlü ve net olmaya, insanlara tahammül eşiğimizi biraz daha yükseltmeye, sınırlı sayıda derin ilişkiler kurmayı öğrenmeye ve kendi imkânlarımız ölçüsünde başka hayatlara dokunmaya da ihtiyacımız var.

İnsan çok yönlü bir varlık hiç şüphesiz. Bu yüzden huzursuzluğun çok çeşitli nedenlerinden ve içsel huzurun çok çeşitli yollarından söz etmek mümkün. Kitapta ele aldığınız başlıklardan birisi “içsel huzurun öteki yolları” konusu. Nedir bu öteki yollar? Bunları nasıl tarif ediyorsunuz?

İçsel huzurun olmazsa olmaz bazı gereklerinden söz etmek mümkün. Bunlar hayatı daha yavaş bir tonda yaşamak, kendi içimize doğru derinleşmek, sakin kalmanın gücünü keşfetmek, zihnimizi gereksiz yüklerden arındırmak, duygu, düşünce ve davranışlarımızda daha ölçülü olmak, sağlıklı ilişkiler kurmak, dertleri misafir etmeyi öğrenmek, daha erdemli bir yaşama talip olmak, daha sade bir yaşam sürdürmek, çok boyutlu yaşamak, kalbimizi yumuşatmak gibi farklı yollardır. Kitapta bu yöntemlerin hepsini ayrıntılı şekilde ele almaya çalıştım. Bunların yanında çoğu zaman gözden kaçan, önemsiz gibi görünen veya en azından hak ettiği değeri görmeyen bazı öteki yollar da mevcut.

Öteki yollardan birisi güne erkenden başlamayı öğrenmektir. Yukarıda ifade ettiğim gibi huzursuzluk çoğu zaman ertelemekten, bitirilmemiş işlerden, plansızlıktan, üst üste yığılan işlerden ve bütün bunlara bağlı olarak ortaya çıkan suçluluk, pişmanlık, üzüntü hislerinden kaynaklanır. Bunu önlemenin yollarından birisi güne erken başlamayı alışkanlık haline getirmektir. Güne erken başlamak dikkat ve irade gücümüzün en yüksek düzeyde olduğu sabah saatlerinin veriminden yararlanmayı sağlar. Erken başlayan bir gün önceki akşamdan erken uyumayı, zamanı daha etkili kullanmayı, uykuya ayıracağımız vakti kararında tutmayı, yapılacaklar listesini daha erken tamamlamayı ve zamanı daha iyi kullanarak yapacağımız işe daha fazla odaklanmamızı sağlar. Böylece hem daha fazla yol almış oluruz hem de ilerlediğimiz yolda adımlarımızı daha emin bir şekilde atarız. Telaş içinde koşturmamıza ve kaygıyla hareket etmemize gerek kalmaz. İşleri daha ölçülü bir tonda yapmak da bize daha az hata yaptırır. Bütün bunlar içsel huzur olarak hayatımıza yansır.

Huzurun öteki yollarından birisi yola çıkmayı öğrenmektir. Kimi zaman yaşadığımız yer üzerimize gelmeye, bizi rahatsız etmeye başlar. Her şeye karşı daha tahammülsüz hale geliriz. Eskiden hiç dikkatimizi çekmeyen şeyleri fark etmeye ve olur olmaz şeylerden rahatsız olmaya başlarız. Yorgunluk, bitkinlik, tükenmişlik, isteksizlik, can sıkıntısı hayatımıza yayılmaya başlar. Bu durumlarda bize iyi gelecek şeylerden biri tez elden yola koyulmak ve kısa süreliğine de olsa mekân değiştirmektir. Seyahate çıkmak bazen boğulmakta olan ruhumuza nefes aldırır ve bazı kaygılarımıza şifa olur. Daha önce hiç görmediğimiz bir yerde ve tanımadığımız insanların arasında yürümek bize kısa süreliğine de olsa birçok şeyi unutturur. Yürüdükçe, farklı deneyimler yaşadıkça, bizi bunaltan önceki halden uzak kaldıkça rahatlamaya ve daha iyi hissetmeye başlarız. İç dünyamızın yavaş yavaş iyileşmeye başladığını ve yenilendiğini hissederiz.
Huzurun öteki yollarından birisi de helal kazancın peşinde olmaktır. Psikoloji kitaplarında yazmıyor ancak helal yoldan kazanmanın ve helal yoldan harcamanın iç huzuruna önemli bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Helal kazancın peşinde olan insan işini hakkıyla yapar, başkasının mutsuzluğu ve trajedisi üzerine bir geçim kaynağı inşa etmez, başkasının hakkına girmez ve yaptığı her işi sorumluluk bilinciyle yapar. Bu yüzden içini kemiren yanlış işlere girmez, vicdanını suçlu hissettirecek şeylere kapı aralamaz, huzurunu kaçıracak kararsızlıklar yaşamaz. Böylesi bir hassasiyet aile ortamına ve yaşamın diğer bütün alanlarına bir şekilde yansır. Bu durum kimi zaman dışsal zorlanmalara neden olsa da kişinin iç dünyası doğru işi yapmış olmanın verdiği gönül huzuruyla kaplanmıştır.

Huzurun diğer bir yolu insanlara nezaketli davranmaktır. Nezakete, ihtimama, saygıya hasret bir dünyada yaşıyoruz. Kimsenin incelikler üzerine düşünmeye vakti ve enerjisi yok gibi görünüyor. Böyle bir dünyada hem bizi hem de muhataplarımızı iyileştiren güçlerden birisi de nezakettir. Herkesin güzel bir davranışa, incelikli bir düşünceye, şefkatli bir dokunuşa susuz kaldığı bu koşullarda nezaket çöldeki vaha gibi hissettiriyor. Güzel bir söz, bir iltifat, ince bir düşünce, bir tebessüm, şefkatli bir yaklaşım, düşünceli bir tepki, nazik bir yardım teklifi, küçük bir anlayış, hoşgörülü bir tutum, dostça bir el uzatma gibi haller muhatabımızı çok iyi hissettirir. Bu iyi oluş hali bizim iç dünyamıza da doğrudan yansır. Başkalarının mutluluğuna küçük de olsa vesile olmak bizi de mutlu eder. Bu yüzden nezaketli davranmayı ihmal etmemek gerek.

Huzur için önemli olduğunu düşündüğüm öteki yollardan birisi aile ile iletişimi sürdürmek ve anne-babanın rızasını kazanmaktır. Hiçbirimiz ailelerimizi tercih ederek dünyaya gelmedik, bu karar bize sorulmadı. Ancak günün sonunda bir aileye, bir eve doğduk. Her birimizin doğduğu evde farklı bir hikâyesi vardır. Kimimiz için zorluklar ve imtihanlar daha baskın, kimimiz için de güzel hatıralar ve olumlu yaşantılar. Uç noktalarda kötü şeylerin yaşandığı aile ortamları da içinde yaşadığımız dünyanın bir gerçeği. İnsanlık olarak bununla baş etmenin yollarını arıyor ve travmatik yaşantıları tedavi etmenin yöntemlerini geliştiriyoruz uzun yıllardır. Aile eğitimleri ile daha bilinçli ebeveynler ve daha sağlıklı bir çocuk eğitiminin arayışı içindeyiz. Bununla birlikte ailemiz bizim son sığınağımızdır. İyi günlerimizin de kötü günlerimizin de en yakın ortağı ailemizdir. Hem biyolojik hem sosyal hem de manevi boyutun sağladığı güçlü bir bağdır bu. Uç durumlar dışında kolay kolay parçalanmaz. Bu bağı sürdürmek bize iyi gelir ve bu alanı ihmal etmek bizi kötü hissettirir. Bununla bağlantılı diğer bir boyut da anne-babalarımızla kurduğumuz ilişkidir. Anne-babalık konusu üzerine kitaplar yazıldı, filmler çekildi, masallar anlatıldı, analizler yapıldı. Bundan sonra da yapılmaya devam edilecek. Ebeveyn olmanın da ayna tutulması gereken boyutları; anne babaların da eleştirilecek çok eksikleri var. 

Ancak günün sonunda koşullar ne olursa olsun anne-babamıza karşı güçlü bir vefa ve sadakat borcumuz var. İnsan olarak onlara karşı hissetmemiz gereken bir sorumluluk var. Çünkü hiçbirimiz bugün olduğumuz halimize bir günde ve sadece kendi çabalarımızla gelmedik. Araştırma sonuçlarıyla ortaya konulmuş değil belki ama yaşamda anne-babasını mutlu edebilen insanların yaşam akışları daha iyi ve daha istikrarlı ilerliyor. Anne-babasına saygıda kusur etmeyen, onlara değer veren ve bunun gereği olarak onlara karşı sorumluluklarını yerine getiren insanların daha huzurlu olduğunu gözlemledim hep. Özellikle anne-baba yaş aldıkça ve yaşam güçlükleri çoğalmaya başladıkça onlara karşı fedakârlıklarını çoğaltarak sürdüren insanların eylemleri güçlü bir erdem örneğidir. Yaşlı anne-babaya karşı “of ” bile demeyen ve onlar için elinden gelenin en iyisini yapan insanlar derin bir saygıyı hak eden kahramanlardır. Dışsal zorlukları olsa da bazen, böylesi bir erdem güçlü bir iç huzuruna kaynaklık eder her zaman. Bu yüzden huzurlu bir yaşama giden öteki yollardan birisi aile ile bağları güçlü tutmak, onlarla iletişimi sürdürmek ve eksiklerine, hatalarına, kusurlarına rağmen anne-babaya hak ettikleri saygıyı ve sevgiyi göstererek yaşamaktır.

İnsanın huzur arayışında, bütün bu konuşmaların yanında “son söz niyetine” neler söylemek istersiniz?

Huzur en nihayetinde haddimizi bilmekle, yani sınırlarımızın ve sınırlılığımızın farkında olmakla mümkün. Her şeyi kontrol etme çabasından vazgeçmekle. Dünyanın en güzel haliyle bile eksik bir yer olduğunu hatırlamakla. Ve günün sonunda insan olarak kusurlu ve yetersiz bir varlık olduğumuzu kabullenmekle. Bu kabulleniş hem kendimizle hem de diğer insanlarla kurduğumuz ilişkiyi daha yapıcı ve daha sağlıklı hale getirir. Sınırlarımızı kabullenmemek öfkeyi ve hayal kırıklığını çoğaltır sadece. Sınırlılığımızın farkında olmak bizi rüzgârın önündeki yaprak haline getirmiyor ve olan biten her şeye pasif şekilde boyun eğmemiz gerektiği anlamını taşımıyor elbette. Sadece değiştirebileceğimiz ve değiştiremeyeceğimiz şeylerin ayrımını doğru yapmakla ilgili bir ayrıma işaret ediyor. Bütün olumsuzluklara, bütün zorluklara, bütün acı ve imtihanlara rağmen her zaman iyi şeyler yapabiliriz.

Değiştiremediğimiz kötülüklerin içinde bile iyilik yapma potansiyelini içimizde taşımaya devam ederiz. Gücümüzün yetmediği yanlışlara karşı kendi kişisel mücadelemizi elimizle, dilimizle veya kalbimizle sürdürebiliriz. Bu tutum pasiflik, sorumluluktan kaçış ya da duyarsızlık anlamına gelmez. Tam aksine daha gerçek ve daha samimi bir sorumluluk hissine işaret eder. Gerçekten etki edebileceğimiz, değiştirebileceğimiz, kontrol edebileceğimiz, engelleyebileceğimiz şeyler düşündüğümüzden daha sınırlı ve çoğu da sadece kendi sorumluluk ve etki alanımızla ilgili durumlar. Günün sonunda sadece kendimizi değiştirme ve kendimizi kontrol etme seçeneğimiz var. Bunu başarmak da kolay değil. Eğer diğer insanların ve yaşam alanımızdaki çeşitli sorunların değişimine bir etkimiz olacaksa bunun yolu da öncelikle kendimizden başlamaktan geçer. Değiştirebileceği şeyler için endişe duymalı, kendini yormalı, cesaretini korumalı ve çabasını sürdürmeli insan. Kontrolünün dışındaki şeyler için ise zihnini, gönlünü ve bedenini anlamsızca yormamalı. Bu iki durumu aklıyla, gönül gözüyle ve vicdan terazisiyle ayırt etmeyi öğrenmeli. İçsel huzur ancak bu yolla çoğalabilecektir.

Sizce modern insan ya da günümüz insanı ne arıyor?

İnsan, ilişki arayan bir varlıktır. Hepimiz yalnızlığımızı bir başkasıyla paylaşmak, kendimizi bir başkasının aynasında seyretmek isteriz. Aslında psikoloji biliminin kökeninde bu vardır. Yani, insandan insana giden sözlerin, davranışların öbür insanda ne tür yansımalar yaptığını anlama, yorumlama gayretidir bu disiplinin ana çalışma konusu. Martin Buber çok hoş söylemiştir: “Ben’in ben olmak için biz’e ihtiyacı vardır.” Hakikaten bu, tâ kadim zamanlardan beri üzerinde durulmuş bir meseledir. Feridüddin Attar’ın çok hoş bir hikâyesi vardır. Bir saka, (geçmişte su taşıyan kimselere “saka” denirdi) yolda bir başka sakayla karşılaşıyor ve diyor ki: “A kardeşim, bana bir tas su verir misin, çok susadım.” Diğer saka şaşırıyor: “Sende de var aynı kırba kardeşim, niye kendi kırbandan doldurup içmiyorsun. Susuzluğunu gidermiyorsun.” “Kardeşim, sen bana oradan bir tas su ver. Çünkü ben kendi suyumdan bıktım.”

Saka burada aslında diyor ki: “Ben senden su istiyorum, ama asıl derdim seninle biraz konuşmak, sohbet etmek…” O meşhur sözdeki gibi; “Gönül sohbet ister, kahve bahane.”

Hepimiz konuşmak, anlaşılmak isteriz. Birilerinin varlığımızı fark etmesini ve onaylamasını arzular, bunu iletişim kurarak gerçekleştirmeye çalışırız. Saka, arkadaşının suyundan içmek isterken; “Seninle konuşmak, halleşmek, sohbet etmek, sana iç dünyamı açmak ve senin iç dünyana girmek istiyorum.” demektedir.

Bebek, ilk ilişkisini annesiyle kurar, annesinin kendisini anlamasını ister. Eğer bir insan çocukluk dönemindeçok yoğun bir şekilde anlaşılmama sıkıntısı duyarsa, ilerleyen yıllarda da ciddi ilişki zorlukları yaşar. Tıpkı annesini arayan bir bebek gibi, çevresindeki insanlardan kendisine yönelik özen ve ilgi bekler; beklediğini bulamadığında da vaveylayı koparır. İnsan, aynı zamanda anlam arayan bir varlıktır. Bizleri dünyada biricik kılan, diğer varlıklardan ayıran, yaşantımıza anlam katan, heyecan veren şey anlam arayan bir varlık oluşumuzdur. Bulduğumuz anlamla dünyayı ışıklandırırız. Eğer o anlamı bulamamışsak, dışarının ışıkları ne kadar parlak olursa olsun, iç dünyamızın kandilleri bir türlü yanmaz, zifiri karanlığın içinde yaşar gideriz.

Hayatımızı anlamlı kılabilmek için mutlak surette “niçin var olduğumuz” sorusuna anlamlı bir cevap vermek zorundayız. Bilim ve teknoloji daha ziyade olayların“ nasıl”lığıyla ilgilenirken “niçin”i dikkatten kaçırır. Nietzsche’nin güzel bir sözü vardır; “Hayatın niçinine cevap bulabilirsek, nasılına çok daha kolay cevap verebiliriz.” der. Bilim, yeryüzündeki varlığımızın amacını, nasıl bir ödev duygusuyla donanmamız gerektiğini söyleyemez. Bunun için bilimin ötesinde bir şeyin kılavuzluğuna ihtiyaç duyarız.

Eric Fromm’un “Olmak veya Sahip Olmak” adlı kitabında belirttiği gibi, bugün ancak birtakım markaları tüketerek, belli marka arabalara binerek, belli marka giysileri üzerimizde taşıyarak var olduğumuzu zannediyoruz. Sahip olmayı mutluluğun yegane aracı sanıyoruz. Oysa bütün kadim geleneklerde “olmak” önemsenmiştir. Asıl kıymet gören şey, olmaktır. İnsan olarak belli bir olgunluğa, kemâle, belli bir tekâmül seviyesine ulaşmak makbul tutulmuştur.

Kaos teorisinin meşhur önermelerinden birisi şudur: Atlantik Okyanusu’nun bir yanında bir kelebek kanat çırparsa okyanusun diğer yanında fırtına meydana gelebilir. Hepimiz kendimizi esaslı değişimlere yol açabilecek kudrette hissetmeliyiz. Bu da ancak “oluş gayretiyle” mümkündür. “Bu saatten sonra benden ne olur?” diyen insan, sorumluluk duygusuna uygun davranmıyor demektir.Saint Exupery’nin çok sevdiğim bir sözü vardır; “Hiç kimse hem sorumluluk duygusuna hem ümitsizlik duygusuna aynı anda sahip olamaz.” Sorumluluk sahibi olmak için geleceğe her zaman ümitle bakmak gerekir.

2000’li yılların gençliğine baktığımızda; çok ciddi bir anlam boşluğundan muzdarip olduklarını fark ediyoruz. Bu gençler, uğruna çaba sarf edilecek ideallerden çok uzak görünüyorlar. İnsanlığın ortak değerleri günbegün kaybediliyor ve hayat maddileşiyor. Marx’ın çok bilinen bir aforizması vardır:
“Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey profanlaşıyor.” Hakikaten kutsal olan şeylerin de profanlaştığı ve hayatın özünü kaybettiği bir zaman dilimine doğru yol alıyoruz. Paraya tahvil edilemeyen şeyler giderek daha değersiz addediliyor. Anne babalık, iyi dost olma, yâren olma günbegün değerinden kaybediyor. “Değerlerin” yitirildiği ve hayatın maddileştiği bir zaman diliminde anlam üzerine konuşmak her zamankinden çok daha anlamlı olsa gerek.

İnsan ve Hayata Dair / Prof. Dr. Kemal Sayar

Bizim “Dinliyorum” dediğimiz noktalarda bile belki sadece duyduğumuz gerçeğinden yola çıkarak siz etkili dinlemeyi nasıl tarif edersiniz?

İlk başta dinlemenin ne olmadığını konuşalım isterseniz. Bir kere, dinlemek duymak değildir. Algı eşiğine girdiği sürece, insan her şeyi duyabilir; yani bir kuşun sesini duyar, zilin sesini duyar, bir ışığın cızırtısını veya ışığın gürültüsünü duyar, arabanın korna sesini vesaire duyar; ama bunları dinlemez. Niçin? Dinlemek bir süreç gerektiriyor. Algı duyduklarını seçmez, geleni alır ama beyin seçer; bunları işler, anlamlandırır, insan ondan sonra dinlemiş olur. Dolayısıyla biz yakın çevremizle konuşurken algımıza bir şey geliyor. O algımızı işlemediğimiz sürece değerlendirmediğimiz sürece ona vakit ayırmadığımız, emek ayırmadığımız, işleme sokmadığımız sürece dinlemiş sayılmayız. Dolayısıyla eşimiz, çocuğumuz, kardeşimiz, arkadaşımızdan algımıza bir şey geldiğinde biz onu işlemezsek onu işlemek için vakit ayırmazsak emek vermezsek o zaman dinlemiş sayılmayız.

Aslında dinlemenin niyeti de önemli midir bu noktada? Çoğunluk, “Dinleyelim, hemen karşı bir atak oluşturalım.” niyetiyle dinler bir hâlde. Dinlemenin niyeti ne olmalı?

Pek çok kişi konuşmak için dinliyor. Dinlemenin niyeti dinlemek olmalı, anlamak olmalı. Anlamadan dinlenmez. Burada önemli bir şey var. Mesela aynı anda pek çok iş yapma bu neslin en önemli özelliklerinden bir tanesi; dinlemeyi de pek çok işin arasında yapabileceklerini zannediyorlar. Dinleme başka işlerin arasına girmez. Yani cep telefonuyla oynarken “Konuş, konuş, dinliyorum.” Bilgisayarla uğraşırken “Konuş, konuş, dinliyorum.” Televizyon seyrederken “Konuş, konuş, dinliyorum.” Bu böyle olabilecek bir şey değil. Çünkü dinleme iki taraflı bir süreç; yani karşı taraf söyleyecek, siz anlayacaksınız, işlemden geçireceksiniz ve anladığınızı göstereceksiniz. Anladığınızı anlayacak ki karşı taraf, dinlendiğine emin olsun. Çünkü iletişim arasında inanılmaz engeller olabiliyor. En büyük engel, insanın söylemek istediğiyle söylediği arasındaki farktır. İnsan bir şeyi söylemek ister; ama söylerken farklı bir şekilde çıkabilir, söyleyemeyebilir, kelimeler kifayet etmeyebilir veya herhangi bir sebepten dolayı kastetmediği şekilde söyleyebilir. İkinci boyutta da karşı tarafın duymak istediğiyle duyduğudur. Ben bir şey söylerim ama karşı tarafın duymak istediği o değildir, duymak istediğine göre duyabilir veya duymak istediğinden farklı duyabilir. Dolayısıyla iletişimde bu kadar engel varken, benim söylemek istediğimle söylediğim farklıyken, karşı tarafın duymak istediğiyle duyduğu farklıyken, tutup da hiç emek vermeden, hiç enerji sarf etmeden, hiç dikkat göstermeden, “Ben seni dinliyorum…” gibi bir şey söz konusu değil.

Duymak dinlemekten çok farklı bir durum. O yüzden onun altını üstünü çizmemiz gerekiyor. İnsan kulağıyla duyar ama dinlerken bedeniyle dinlemesi gerekiyor. Bu anlamda baktığımızda, duyacaksanız, kulağınızı o tarafa çevirmeniz yeterli; ama dinleyecekseniz, bedeninizi o tarafa çevirmeniz gerekiyor, yani bütün dikkatinizle o insana yönelmeniz gerekiyor ve bedeninizin dinlediğini göstermesi gerekiyor. Yani gözlerinizin dinlediğini göstermesi gerekiyor, başınızın, vücudunuzun, elinizin, ayağınızın dinlediğinizi göstermesi gerekiyor.

Dolayısıyla bu mutlaka takip etmemiz, mutlaka uygulamamız gereken bir ipucudur. Çoğu zaman insanlar özel sohbetlerde, kendileri için önemli insanlarla konuşurken dahi cep telefonuyla konuşarak, oynayarak dinliyorlar veya konuşuyorlar ama bu hakikaten dinlemek olmuyor; zaten o konuşmanın ardından akılda kalan bir şey de olmuyor. “Ne söylemiştin, unuttum.” diyoruz. Dinlememişsin ki unutasın. Duymada bir kulaktan giriyor, öbür kulaktan çıkıyor. Ama dinleme için insanın cep telefonunu bir kenara bırakabilmesi lazım, televizyonu kapatabilmesi lazım. Mesela, televizyon da dikkati çok çelen bir şey. İnsanların bir şekilde gözü gidiyor, bir şekilde dikkati kayıyor, kulağı gidiyor. Dolayısıyla ister istemez dinlemeye ayırması gereken dikkati, vermesi gereken dikkati veremiyor. Böylelikle dinlememiş oluyor.

Bu anlamda, insanın doğru dinlemesi için, sağlıklı dinlemesi için, karşı tarafı anlayabilmesi için duyduklarından, dinlediklerinden, engelleyici faktörleri mümkün olduğu kadar ortadan kaldırması lazım.

“Beden diliyle dinlemek çok önemli” dediniz. Evde televizyonun karşısında oturmak ya da bilgisayarın ya da akıllı telefonuyla sürekli meşgul olma ve eşi “Beni dinle” dediğinde, “Dinliyorum, kulağım sende” gibi tepkiler verilebiliyor. Sonuç olarak, eşler arasında iletişim kopukluğu, birbirini yeterince anlamama gibi bir durum ortaya çıkıyor.

İnsan dinlemeden anlayamaz, anlama niyeti olmadan da anlayamaz. Dinlemek hakikaten bir sanat, yani konuşma sanatı gibi bir sanat. İletişimde temel bir ölçü var, o da şu: Söz, iletişimin yüzde 7’sine etki eder. Geri kalanın büyük bölümü ise bedendir, ses tonudur, sözün söyleniş tarzıdır. Dolayısıyla insan sadece sese bakarak olayı anlamaya çalışırsa anlayamaz. Söze bakması lazım, bedene bakması lazım, duruşa bakması lazım, yüze bakması lazım, mimiğe bakması lazım; o zaman anlayabilir. Çünkü iletişimde söylenenden çok söylenmeyenler var. Yani iletişimde, ister istemez içerideki zenginlik kelimelere hapsolmak zorunda kalıyor ve içerideki zenginliği ifade etmeyebiliyor. İçerideki zenginliği ifade etmesi için, insanın mutlak surette bedene bakması gerekiyor. Eşim konuşurken vücudu ne diyor, çocuğum konuşurken gözü ne diyor, dudağı ne diyor, sesinin tonu ne diyor? Bu, ancak yoğun bir dikkatle başarılabilecek bir şey. Yoksa ben sadece kulağımı vermişim, sözüne bakıyorum, “Sen böyle demiştin” diyorum ama o öyle demedi.

Özellikle iletişimde erkeklerle kadınlar arasında ciddi farklar var. Kadınlar daha çok ima ederek, daha çok ihsas ederek konuşuyorlar ve iletişimi daha çok kod çözer gibi alıyorlar; yani söyleyeceklerini direkt söylemek yerine dolaylı söylemeyi çok daha fazla tercih ediyorlar, erkeklerin söylediklerinden de anlam çıkarmaya çalışıyorlar. Hâlbuki erkek direkt söylemiş oluyor.

Hakikaten, bu anlamda hanımefendilerin biraz kendilerini toparlamaları lazım söylemek istediklerini söylemek noktasında; dolaylı söylemekten biraz daha kaçınarak. Beylerin de biraz daha kendilerini toparlaması lazım; sözün gerisindekileri anlayabilmeleri anlamında.

Dinleme kısmı erkeklere daha mı çok düşüyor aslında?

Daha çok konuşana daha çok düşer. Daha çok konuşanın konuşmayı bırakıp biraz dinlemesi lazım. Erkekler duyulduğunu hissedemeyebiliyor çoğu zaman. Hanımefendiler de duyulduğunu hissetmiyor. Çok konuştukları için, erkek bir süre sonra alıcılarını kapatıyor. Yani diyor ki: “Ooo, bu bitmeyecek!”

Sağır dinlemeye geçiyor. Çünkü belli bir süre sonra insan, en çok dinlenilmediğini, duyulmadığını hissettiği zaman inciniyor, kırılıyor. Sesin yükselmesini de açıklarken öyle açıklarlar. Derler ki: “Bir insan niçin diğer insana sesini yükseltir? Çünkü her ne kadar fiziken yakın olsalar da kalp anlamında uzağa düştükleri için, karşı tarafa sözünün duyulmayacağını hisseder, o yüzden sesini yükseltir. “Beni duy!” demektir o. “Sinirlendim, hakaret ettim, kendimi kaybettim” bağırması değil o, “Beni duy!” bağırması. Hâlâ duymuyorsa bu sefer kavgaya dönüşür mesele. O yüzden “Beni duy! Beni dinle!” meselesi çok kritik bir meseledir. Erkeklerin de kendini toparlaması lazım, hanımefendilerin de kendini toparlaması lazım. Bu anlamda, dinleme sanatının en önemli önceliklerinden bir tanesi de belki az konuşmak, çok dinlemek. Yani dinleme sanatının birinci maddesi desek ne deriz? Dinlemek, mümkün olduğu kadar az konuşmak. Paylaşalım, paylaşmakta mani yok; ama karşı taraf da biraz paylaşsın, ona da imkân sağlayalım, ona da izin verelim.

Çevremizde bazen öyle insanlar var ki, biz nasıl anlatırsak anlatalım bizi dinlemeyeceğini, iletişime geçemeyeceğimizi de biliyoruz. Bu noktada karşımızdaki kişi bizi dinleyemiyorsa ne yapabiliriz?

Burada da iki tane çözüm yolu var; bir tanesi, “Hakikaten ben doğru anlatabildim mi, doğru ifade edebildim mi?” Her şey sözle ifade edilecek diye bir şey yok. İkincisi de bazen bazı şeyleri zamana bırakmak gerekebiliyor; çünkü fikirlerin de durumların da olayların da hâllerin de olgunlaşması gerekiyor. Kendinizden çok büyük bir insan, hayat tecrübesi olur diye bakıyorsunuz; ama onun için, mesela gelinle iletişimde hayat tecrübesi yoktur, ilk kez gelinle iletişim kuruyordur. Dolayısıyla ne kadar tecrübeli olursa olsun, o konuda tecrübesi olmadığı için hata yapabilir. Hoş görmek lazım. Biz de hata yaparız. Biz de gelin olarak, damat olarak, kayınvalidemizle, kayınpederimizle iletişimimizde, ilk kez kayınvalide, kayınpeder statüsünde insanlarla iletişim kurduğumuz için hata yapabiliriz. Hem kendimizi hem karşı tarafı da tolere edebilmemiz lazım.

Şöyle bir şey de var, insanların çokça yaptığı bir şey: Kendileri hata yaptıklarında ya da iletişim kusuru işlediklerinde kendilerini savunuyorlar ama karşı taraf hata yaptığında karşı tarafı asla savunmuyorlar. Kendilerine mazeret, bahane üretebiliyorlar, karşı tarafın da mazereti, bahanesi olabileceğini, karşı tarafın da bir sebebi olabileceğini asla düşünmüyorlar. Dolayısıyla bunu da bir düşünmek lazım. Yani karşı taraf bilmeyebilir, anlamayabilir, duymayabilir, dinlememiş olabilir, olgunlaşmamış olabilir. Bir sebebi vardır, o sebebi görebilmek lazım. O yüzden bazı şeyleri de sürece bırakmakta fayda var ama sürece bırakırken doğru olan şu iki tane noktanın üzerinde durmak lazım. Bir tanesi, iletişimi mümkün olduğu kadar kesmemeye çalışmak lazım, kapatmamak lazım; farklı farklı yollarla, farklı farklı sözlerle, farklı farklı kaynaklarla gitmek lazım. Yani birincisi, asla ümidi kesmeden devam edeceğiz. İkincisi de hemen olsun diye beklemememiz lazım, çünkü insan hakikaten sabır istiyor. Şair diyor ya, “Meyveler sabırla olgunlaşırmış” diye. Meyve bile, ot bile sabırla büyüyor, olgunlaşıyor. İnsan, meyveden, ottan çok daha karmaşık bir süreç işlettiği için, hepten sabırla, zamanla olgunlaşabiliyor, zamanla anlayabiliyor, fark edebiliyor. O yüzden insan doğru davranıştan kopmadan kendine yakışanı yaparak; ikincisi de iletişimi kesmeden farklı farklı iletişim yolları, dinleme teknikleri kullanarak sürece devam etmeli. Eninde sonunda faydasını görecektir.

Okullara asılmış çok güzel bir söz görmüştüm. Konu değerler eğitimi, değerler eğitiminde saygı konusu işleniyor. “Saygı görmek istiyorsan saygı göster.” diyor. Aynı bunun gibi, “Dinlenmek istiyorsan dinle” dememiz lazım. O yüzden bizim insanlardan, özellikle yakın ilişki içerisinde olduğumuz insanlardan ilk talebimiz bizim dinlenmemiz olmamalı, bizim dinlememiz olmalı. Ben dinleyeceğim; anlat. Anlatsın ki dinleyelim ki dinlenilmeyi hak edelim. Öbür türlü, “Her şey benim hakkım. İlla ben dinleneyim, beni dinlesinler” gibi bir kavgaya girersek olmaz.

Burada iki şey çok kaçırılıyor; birincisi, yakın çevremizle ilişkimizde karşı taraf gibi bakıyoruz, özellikle tartışmalarda. Ama Allah aşkına, bir insan eşiyle tartıştığında, hanımı, annesi, babası, çocuğu haksız çıksa mutlu olur mu? Normalde olmaması lazım. Eş karşı taraf değildir ki.

Dolayısıyla tartışmada, tartışmayı çok uzatmanın faydası yok. Baktık uzadı, bir noktaya gitmiyor, oturup “Anlat, dinliyorum. Ne diyorsun? Sakin sakin bir konuşalım” denilmeli.

Hakikaten bakıyorum çoğu insan şu noktada yanılıyor: “Çok mantıklıyım, çok haklıyım, çok doğru şeyler söyledim. Niye hâlâ anlamıyor?” diyor. Ama orada anlamayan akıl değil, anlamayan kalp. Kalbi ikna etmek gerekiyor. Kalbi ikna etmek için de karşı tarafın kalbinin değer gördüğünü, önemsendiğini bilmesi lazım. Değer görmenin, önemsenmenin de en büyük ölçüsü dinlenmek. Dinlenmek, bir insana verilebilecek en önemli değerdir, paradan her şeyden ziyade; dinlenmemek de bir insana verilebilecek en büyük cezadır. Dolayısıyla yakın ilişkilerimizde karşı tarafı dinlemediğimiz zaman bu aynı zamanda şu demek: “Sana değer vermiyorum, seni önemsemiyorum, seni sevmiyorum.” Bir sürü anlam çıkıyor. Bu mesajları verdiğimizde, karşı tarafla ilişkimiz bozulduğunda, sadece karşı tarafla ilişkimiz bozulmuyor, kendimizle ilişkimiz de bozuluyor; çünkü karşı taraf yok, ikimiz de aynı taraftayız.

Bu anlamda baktığımızda, benim çok danışanım müştekidir anne-babasından. Hatta hiç unutmam, demişti ki: “Babam öğretmen; ama ben, babamın oğlu değil de öğrencisi olmayı çok isterdim. Çünkü evimize öğrencileri geliyor; onlara dönüyor, onları dinliyor, kulak veriyor, dikkat veriyor. Onlar gittiğinde ben konuşmak istediğimde televizyonu açıyor, yüzü televizyona dönük, ‘Anlat, dinliyorum’ diyor bana.” Hakikaten acı bir şey. O yüzden dinlemek bize faydalı olacak bir şey. Dinledikten sonra yanlış olduğunu düşündüğümüz şeyler varsa güzel bir lisanla anlatmamız lazım.

Diğer mesele uzak çevremizle alâkalı. Tamam, yakın çevremizi dinleyelim, aynı taraftayız; ama sokakta karşılaştığımız adamı, tartıştığımız adamı, trafikte kavga ettiğimiz adamı da mı dinleyeceğiz? Evet onu da dinleyeceğiz.

Yakın çevremizdeki insanların mutluluğu ya da mutsuzluğu bizim mutluluğumuzu ya da mutsuzluğumuzu etkiler. Yani eşimiz, çocuğumuz, kardeşimiz, ağabeyimiz mutsuzsa biz de mutsuz oluruz, mutluysa biz de mutlu oluruz, doğru. Peki uzak çevremiz? O da etkiliyor. Yani günlük hayatta karşılaştığımız, sokakta gördüğümüz, markette karşılaştığımız, trafikte yanımızda park eden adam, her kimse, mutsuzsa bizi mutsuz edebiliyor, mutluysa bizi mutlu edebiliyor. Dolayısıyla mutsuz olmamak için, hatta üstüne üstlük mutlu olabilmek için yapmamız gereken önemli şeylerden bir tanesi, karşı tarafı mutlu etmek ya da mutsuz etmemek; yani zarar vermemek, incitmemek, kırmamak, dökmemek. Bunu yapabilmenin de en önemli aracı karşı tarafı dinlemek.

Gönül Dergisi

Toplumumuzda birçok şey ters gidiyor. Geleceğimiz adına endişeliyim. Çok büyük planlarım var. Düzeltmeye nereden başlamalıyım?

Toplumumuzda bir çok şeyin ters gittiği, insanlığın her geçen gün daha da azaldığı, dünyanın kötü bir yere gittiği gibi söylemler her fırsatta dile getiriliyor. Çok insan sorgusuz sualsiz bunun doğru olduğunu kabul ediyor, inanıyor. Halbuki büyük resme baktığımızda geçen yüzyıla göre bugün ümitli olmak için, insanlığın iyi bir yere gittiğine inanmak için çok daha fazla sebebimiz var. Dünya genelinde bir asır öncesine kıyasla fakirliğin azaldığını, açlık ve susuzluk sorunlarında ciddi ilerlemeler kaydedildiğini görüyoruz. Eğitime ulaşması imkansız insanların teknoloji aracılığıyla dünyanın en iyi eğitim kurumlarına ulaşabilir, en iyi hocaları dinleyebilir hale geldiğini görüyoruz. Dünya tarihinde haksızlık ve adaletsizliğin belki hiç olmadığı kadar görünür ve karşı çıkılır olduğunu, yine dünya tarihinde hiç olmadığı kadar az savaşın olduğunu ve savaşlara karşı insanlığın bir duruş geliştirmeye başladığını görüyoruz. Ancak dünyaya dair algımızı şekillendirmesine izin verdiğimiz habercilik sistemi bizim her şeyin her geçen gün daha kötüye gittiğine inanmamıza dair bir illüzyon sunuyor. Kötülüğü daha görünür, daha duyulur, daha konuşulur hale getiriyor. Böylelikle kötülüğün daha güçlü ve olduğundan daha büyük imiş gibi görünmesine sebep oluyor. Öte yandan kötülük haberleri ile dola dola iyiliğin ve iyilerin daha az, daha güçsüz, daha etkisiz olduğu düşüncesi de hazır paket olarak gelip insanlar ve dünya ile ilgili inanç ve kabullerimiz arasına giriyor.

Bu noktada bize düşen endişelenmek değildir. Kötülük yangınının orta yerinde kalakaldığımızı düşünüp nasıl söndürsem diye düşünmek değildir. Herkese potansiyel kötü olarak bakıp iyiliği bu kadar kötü insanın içinde nasıl yayacağım diye ümitsizliğe düşmek değildir. Bize düşen evvelemirde kendimizi kötülük haberlerinin propagandasından, kötülerin reklamlarından kurtarmak olmalıdır. İyileri ve iyilikleri araştırmak, onları görüp örnek almak, dile getirip anlatmak ve tanıtmak, mümkün olduğu kadar çok insanı da kötülerin ve kötülüklerin psikolojik etkisinden kurtarmaktır. Bunun için de iyiliği ve iyileri daha çok görmek, duymak, konuşmak yanında elimizden geldiğince, gücümüz yettiğince iyilerin ve iyiliğin yanında olmaya gayret etmektir. İyilerin ve iyiliklerin gücüne, bugününe ve yarınına inanmaktır. İnsanın fıtratının temiz olduğuna, iyiliğin normal, kötülüğün anormal olduğuna inanmak ve herkese anlatmaktır. Hiçbir şekilde kötülüğün normalleşmesini kabul etmeyelim, hiçbir sözümüzle ve davranışımızla kötülüğün reklamına alet olmayalım.


İnsani ilişkilerde tahammül etmenin büyük oranda faydalı olduğunu, ilişkiyi sırtladığını biliyorum. Ancak tahammülün mahiyeti nedir? Her şeye tahammül edilir mi?

Tahammül kelimesi kök itibarıyla taşımak kelimesinden gelir. İnsan ise iki şeyi taşımalıdır. Birincisi gücünün yettiği yükü. İkincisi taşımaya değecek yükü. İlişkilerimizde de tahammül edebileceğimiz yani taşıyabileceğimiz kadar yük yüklenmeli ve taşımaya değer ilişkilerin yükünü yüklenmeliyiz. Yoksa kişiliğimizi sakat bırakacak ya da bizi kirletecek veya boşa oyalayacak ilişkileri taşımak yapabileceğimiz en yanlış işlerdendir. Ancak hoşgörü ile tahammül birbirine karışmamalıdır. Her insan ve kısa/uzun her ilişki hoşgörüyü hakkeder ama her insan ve kısa/uzun her ilişki tahammülü hakketmez.

Sanki her şeyle alakam kesilmiş ve dünyam; okulum, kitaplarım, evim gibi sadece benim sahip olduklarımdan ibaretmiş gibi gelmeye başladı. Her şeyi kendi perspektifimden değerlendiriyor, farklı düşünemiyorum. Bunu nasıl aşabilirim?

Dünya kendi hayatımızdan ibaret gibi gelmeye başladı ve farklı hikayelere algımız kapandıysa yola çıkma zamanıdır. Bu yolculuk kalbî bir yolculuk da olabilir, fikrî bir yolculuk da, fizikî bir yolculuk da olabilir. Üçü birlikte olsa ne güzel olur. Her halükarda bir yolculuğa çıkabilmek için üç hazırlığı yapmamız gerekiyor. Birincisi bir menzil bulup yolu oraya çevirmeli, ikincisi bir yoldaş bulup beraber yola düşmeli, üçüncüsü bir azık bulup yol boyu aç kalmamalı. Ancak bu noktada yolculuk bize yarasın için yolu da, yoldaşı da, azığı da iyi seçmek gerekir. Çıkmaz yollardan, güvenilmez yoldaşlardan, ihtiyacı görmeyen ya da ihtiyaca yetmeyen azıktan uzak durmak gerekir. Bütün bunları bulma ya da bilme konusunda tecrübem yoksa o zaman bir rehbere de ihtiyacım olacak demektir. Her şey tamam olunca da yolun öğretmenliğine izin vermeli, keşif heyecanına hiç kaybetmemeli, yol boyu hikayeler biriktirmelidir. Yolun sonunda ise bir eğitimden geçmiş, kendim, hayatım ve insanlar hakkında türlü şeyler keşfetmiş ve anlatacak çok sayıda hikaye biriktirmişsem yolun hakkını vermişim demektir. Olmadı ise hiç durmadan yola devam.

Her zaman, her yerde bir işe başlamadan önce o işin sürekliliği konuşuluyor. Ben de bunu düşünmekten karar alamaz hale geldim, bir işe başlayamaz oldum. Bana bu konuda yardımcı olabilir misiniz?

Süreklilik bir işi başarılı ve etkili kılan en temel sırlardan birisidir. Ancak bu gerçeğin gözde büyütülüp sürekliliği psikolojik olarak ulaşılamaz bir hedef haline getirilmesi birçok iyi işin manisi olabilir. Bu noktada iki adımı atarak ilerlemek mümkün olabilir.

Bunlardan bir tanesi süreklilik kelimesini illa aylar, yıllar gibi anlamamak lazımdır. Bir şeyi bir hafta sürekli yapmak da bir sürekliliktir, bir ay yapmak da. Dolayısıyla kendimize süreklilik hedefi koyarken çok büyük hedefler koymamıza gerek olmadığını bilelim. Küçük adımlarla başlayalım. Birkaç gün sürekli yapalım. Başarabiliyorsak birkaç hafta sürekli yapalım. Sonra devam etmemiz gerekiyorsa daha da uzatabiliriz. Ancak arada yapamadığımız bir gün iki gün belki daha fazla zaman oldu. Hiç önemli değil, bunu bitiş değil ara veriş gibi düşünüp tekrar bir sürece girmeye çalışalım. Ara vermek vazgeçme sebebi olmasın. Ara vermek kendimize inancımız azaltmasın. Ara vermek başarma ümitlerimizi bizden almasın.

İkinci olarak da süreklilik konusunda hedeflerimiz sadece süre ve ritim anlamında değil yapılacak iş anlamında da güç yetirilebilir olmalıdır. Bir haftada bitirebileceğimiz bir işi bir günde bitirmeye çalışıp bunu sürekli hale getirmeyi istemek sürdürülmesi mümkün olan bir hedef değildir. Bizim inancımızda az ve devamlı olması istenendir. Sonuç değil süreç önemlidir. Menzile varmak için acelemiz yok seferde kaldığımız sürece. Dolayısıyla süreklilik bizi ilerletsin bahane olup geriletmesin, yapabileceğimizi de yapamaz hale getirmesin için bir süreklilik konusunda hedef süremizi ve hedef işlerimizi daha doğru ve gerçekçi bir şekilde tekrar gözden geçirip hareket etmeye başlayalım.

Yaşım ilerliyor ve bazı şeyleri düzeltmezsem ilerde büyük sorunlarla karşılaşacağım korkusuna kapılıyorum. Bunlardan birisi de vakit planlaması. Vaktimi verimli kullanabilmem için bana verebileceğiniz tavsiyeler var mı?

Vakit planlaması hakikaten oldukça önemli ve ne kadar erken hayatımıza sokarsak o kadar çok mutlu olabileceğimiz bir beceri. Bu noktada vakti verimli kullanabilmek için temel bazı ölçüleri gözetmek iyi bir başlangıç olabilir. Bunlar;

• Hayatınızda mutlaka rutinler olsun. Yatma kalkma saati, spor ve okuma için zaman ayırma vs. gibi günlük hayatınızda rutin haline getirdiğiniz ve çok büyük bir mani çıkmadığı sürece muhakkak yaptığınız alışkanlıklarınız olması vakit planlamanızı kolaylaştıracaktır.

• Hedeflerinizi parçalayın. Bir anda her şeyi yapamaz, her yere yetişemezsiniz. Dolayısıyla vakit planlaması açısında önceliklerinizi belirleyip onlarla ilgili bir sistem kurmanız, önceliğiniz olmayan konuları gelecekte değerlendirmek üzere ileri bir tarihe planlamanız vaktinizi yönetebilmenizi kolaylaştırır.

• Tecrübe edilmişi tecrübe etmeye gerek yoktur. Başarılı insanların büyük çoğunluğunun ortak özelliği güne erken başlamalarıdır. Erken başlamanın bereketini güne geç başlayanlar bulamazlar. Bu ve buna benzer küçük görünen, herkesin bildiği ancak oldukça önemli hayat bilgilerini göz ardı etmeden hayatımıza sokmamız vakit planlamamızı oldukça kolaylaştıracaktır.

• Ziyan zamanlara dikkat edelim. Vaktimizi boşa geçirdiğimiz ve ciddi anlamda hayatımızda yer kaplayan davranış ve alışkanlıklardan mümkün olduğunca kurtulmaya çalışalım. Özellikle sosyal medya kullanımımız, dizi veya filmlere günlük olarak ayırdığımız süre, arkadaşlarımızla eğlence amaçlı geçirdiğimiz vakit ölçüsüz ve sınırsız olursa vakit planlaması yapmak hiçbir şekilde mümkün olmayacaktır.

• Mükemmelleştirmeyelim, her fırsatı kullanalım. Doğru davranışları şartlara ve imkanlara bağlayarak zorlaştırmayalım. Her fırsatı değerlendirmeye bakalım. Mesela daha fazla kitap okuma konusundaki bir türlü gerçekleştiremediğimiz arzumuzu gün içerisinde beklemek zorunda olduğumuz vakitleri okuyarak geçirmek suretiyle gerçekleştirebiliriz. Ancak okuma yapmak için sakin bir kafa, güzel bir masa, doğru bir ışık, bomboş bir vakit, sessiz bir mekan beklersek herhalde sadece cennette bu imkanları gönlümüzce bulabiliriz.

Yaşı 80’i geçmiş bir hocanın kendi ağzından hayat hikayesini, tecrübelerini dinledim. Asla onun gibi olamayacağımı düşünmeye başladım, ümitsizliğe kapıldım. Çünkü şu anda her şey çok daha farklı, hiçbir şey eskisi gibi değil. Kendime haksızlık mı ediyorum?

Her dönemin kendi zorlukları kolaylıkları, iyilikleri kötülükleri, güzellikleri çirkinlikleri var. Dünü güzel görenlerin bugünleri yarın kıskanılır olur. Dolayısıyla kendi hayatımızı kimsenin hayatıyla kıyaslamadan, geçmiş yaşantılardan örnek alabildiğimiz kadar alır, ders çıkartabildiğimiz kadar çıkartır ancak asla geriye ve başkasının hayatına bakmayız. Geriye bakanın boynu tutulur, başkasının hayatına bakan kendi hayatını yaşayamaz olur. Şayet bu dönemin zorlukları gözümüzde büyüyorsa zorluklardan daha fazla gelen kolaylıkları görüp gayretimizi artıralım. Şayet önceki insanların mücadelesine hayran isek bu dönemin de kendine has oldukça sıkı mücadeleleri olduğunu bilip mücadele verelim. Günler, aylar, yıllar geçer bizler de 80’li yaşlara geliriz Allah ömür verirse. Bizim de biriktirdiklerimize özenen gençler olur. Ancak aslolan Hz. Musa’ya atfedilen şu hikayeden ömrümüz ve yapacaklarımız namına ders çıkarabilmektir.

Hz. Musa kavmiyle uzun bir yolculukta iken ayın görünmediği bir gece vakti bir vadiye gelirler. Yol uzun, sabır, imkan ve güç sınırlı olduğundan durma, dinlenme imkanları yoktur. Hz. Musa “yerde taşlar var, alabilen alabildiği kadar alsın ama bilin ki alan da pişman olacak almayan da pişman olacak” der. Bir kısım nasıl olsa alan da pişman almayan da pişman, ben de yoruldum hayvanım da, en iyisi ben almayayım diye düşünür. Bir kısım da alan da pişman almayan da ama peygamber alabilen alabildiği kadar alsın dedi e biraz alıp peygamber tavsiyesine uyayım bari diye düşünür. Gece boyu yol alır, oldukça uzaklaşırlar. Sabah olurken gün ışığıyla beraber görürler ki peygamberin al dediği taşlar meğer taş gibi külçe altınlarmış. Alan pişman olur neden daha fazla almadım diye, almayan pişman olur keşke biraz alaydım diye.

Ömür de böyle. Yaşarken herkes bir şeyler biriktiriyor da az biriktiren pişman oluyor keşke vaktimi ziyan etmeseydim de daha güzel bir hayat yaşayıp daha çok biriktirseydim güzellikleri diye. Çok biriktiren pişman oluyor keşke daha da çok iyilikler yapsaydım, daha da çok kalbe dokunsaydım da daha fazla olsaydı iyiliğim diye. Dolayısıyla yaşıyorken, iyilik ve güzellik biriktiriyorken, aklımız sağlığımız imkanımız var iken mümkün olduğunca, gücümüz yettiğince iyiliğimizi artırmaya çalışalım, kötülüğümüzü azaltmaya çalışalım. Her şey çok farklı görünse de hiçbir şey eskisi gibi değil gelse de bugün de iyilikler iyiliktir, kötülükler kötülüktür; doğruluk doğruluktur, yanlışlık yanlışlıktır, güzellik güzelliktir, çirkinlik çirkinliktir. İman ve imkan değişebilir o da herkesin kendi hesabını vereceği bir mesele. Hesabımızı verebilecek şekilde yaşamaya gayret etmek en iyisi olacaktır.

Yakın çevreme baktığımda imkan bakımından eksik olduğumu görüyorum. Ama hedefler, değerler, idealler aynı. Aynı idealler, hedefler için yürüyenlerin içerisinde eksik imkanlarla nasıl başarılı olabilirim? Bu haksızlık değil mi?

Bir noktayı zihnimizde oldukça netleştirmemiz lazım. Zor zamanlar büyük adamlar çıkarmış, imkansızlıklar buluşların, yeniliklerin tetikleyicisi olmuş. Yani doğru bakıldığında imkansızlıklar fazladan motivasyon, enerji, mücadele, güç kaynağı olabilir. Tabii ki hiç kimse eşit değil, bazı insanın maddi gücü, bazı insanın manevi gücü, bazı insanın sosyal çevresi, bazı insanın fiziksel ya da ruhsal sağlığı, bazı insanın zekası veya yeteneği, bazı insanın mücadele gücü ya da motivasyonu daha fazladır. Ancak muvaffakiyet bunların tek birisi ile olmaz ya da hepsinin birlikte olmasını da şart koşmaz. Bize imkan olarak görünen büyük bir imtihan olabilir. Bize imkansızlık olarak görünen harikulade bir imkan olabilir. Dolayısıyla kendimizi değerlendirirken, içinde bulunduğumuz şartları ve sahip olduğumuz imkanları düşünürken sadece maddi varlığa değil manevi güce de bakalım. Bizi seven, bize inanan insanlara sahip olmanın zenginliği de düşünelim. Fiziksel ve ruhsal sağlığımızın bizi ne kadar öne geçirdiğinin farkına varalım. Mücadele gücümüzü ve motivasyonumuzu korumanın önemini görelim. Zekamızı veya yeteneğimizi mümkün olduğunca kullanıp, zorlayıp, güçlendirmeye çalışalım. Popüler kültürün güç ve imkan diye sunduklarını sadece görür ve kendimizde olanlara kör kalırsak yıllar geçer de en büyük başarımız en çok mazeret üretmek olursa bırakın başkasını kendimiz dahi ikna olamayız yapabilecekken yapmadıklarımıza.

Şu ana kadar birçok insanla tanıştım, vakit geçirdim ama hâlâ insanları doğru tartamıyorum. Bu yüzden yoruluyor, yeni insanlarla tanışmak istemiyor, kendi küçük dünyamı kurup öylece yaşamak istiyorum. Bunun da mümkün olmadığını biliyorum. Bu işin bir çözümü var mı?

İnsanları doğru tartmak ne demek ben bilmiyorum. Davranışlarını öngörebilmek mi, yoksa iyi ya da kötü olduğunu anlayabilmek mi? Her ikisinden biri de olsa şunu söyleyebilirim ki ikisi de çok mümkün değildir doğrusu. Davranış dediğimiz şey o kadar çok değişkenden etkilenir ki birini öngörse insan diğerini öngöremez. Bugün öngörse yarın öngöremez. Bir iş için ya da bir insana yönelik öngörse diğer iş için ya da diğer insana yönelik olarak öngöremez. Çünkü insan hesaba gelmez. Getirmeye çalışan insanı tanımıyor demektir. Bu bir dezavantaj mıdır, bence değildir.

İnsanın iyiliği kötülüğü meselesi hepten karmaşıktır zaten. Çünkü hiçbir insan kötü değildir, kötü davranışları vardır. Bazı insanların çok fazla kötü davranışı vardır ve bundan rahatsız olmadığından bir şekilde isteyerek ya da istemeyerek etrafına bulaştırır. Bu insanlar zaten kolaylıkla bilinir, tanınır, uzak durulabilir ama küçük hataları olabilecek, basit yanlışlara düşebilecek insanları da bunlardan dolayı silmemek lazımdır. Burada en büyük hata insanlar ile ilgili yanlış beklentilere girmekten kaynaklanıyor. İnsanın insan olduğunu unutup ona haketmediği kadar değer vermek sonra bir hayal kırıklığı yaşadığında da hak etmediği kadar değersizleştirmek. Bir diğer hata da her şeyi insandan bilmektir. Bu da büyük hayal kırıklıklarına sebep olur. Yani istediği bir şeyin olmamasına ya da istemediği bir şeyin olmasına sebep olarak bir insanı görüyorsak yine insanı yanlış tanıyor, sahip olmadığı bir gücü ona atfediyoruz demektir.

Ne Yapmamız Lazım Peki? On Teklifimiz Var

1. İnsandan vazgeçilmez. Ömür olduğu müddetçe insanlarla ilişkiye devam edeceğiz.

2. İlişki kurduğumuz insanlar manevi olarak besleyebileceğimiz ya da beslenebileceğimiz insanlar olsun.

3. Hatasız kul olmaz sözünü biliyoruz, inanalım.

4. Sen alırsan kim verir, sen verirsen kim alır sözüne inanalım.

5. Gönül insanlarının peşine düşelim.

6. İnsana verilen emek hiçbir zaman ziyan olmaz, bilelim.

7. Kötü davranışlarından rahatsız olmayan insanlardan uzak duralım.

8. İlişki kurmak istemediğimiz halde mecbur kaldığımız insanlarla ilişkimizi asgari seviyede tutup bile isteye saniye uzatmayalım.

9. İnsanların güzelliklerine, iyiliklerine inanalım.

10. Her gün bize yapılan küçük de olsa bütün iyilikleri düşünüp hatırlamaya çalışalım, yürekten minnettar olup, ifade etmeyi unutmayalım.


Dışı Çabuk Pişenin İçi Çiğ Kalır

Modern, hızlı, heyecansız bir zamanda olduğumu hissediyorum. Hayatın anlamsız ve amaçsız bir “alışkanlık” olmaması ve anın farkına varabilmek için ne yapabilirim?

İmansız gitmenin en büyük alameti imansız gitmekten korkmamaktır diye bir söz okumuştum. Öncelikli olarak anlamsız ve amaçsız yaşamaktan korkmamak anlamsız ve amaçsız yaşamayı beraberinde getirir. Dolayısıyla bu korkuyu kaybetmemek gerekiyor. Zaten dünya emniyet yeri değildir. Bunu da hep aklımızda tutalım. İkinci olarak insanın anlamlı ve amaçlı bir hayat yaşaması ve anın farkına varabilmesi bir anda olabilecek bir şey değildir. Ancak adım adım, emek emek olabilir bir şeydir. Aceleye gelmez, dışı çabuk pişenin içi çiğ kalır.

Bu nedenle sabırla gün gün kendimize anlamlı ve amaçlı bir hayat için ödevler, sorumluluklar vermemiz gerekir. Ancak ödev ve sorumluluk dediğimde hemen yüzler asılmasın. Heyecan veren, aşk veren, ümit veren ödev ve sorumlulukları insanın kendisine vermesi lazım. Üçüncü olarak sahip olduğunu kaybetmemesi ve daha fazlasını da kazanabilmesi için de güçlü olmaya, güçlü kalmaya çalışması bir diğer önemli meseledir. Ancak güçlü olmak derken başkalarına karşı değil kendimize karşı güçlü olmayı kastediyorum. Bedenimizi çok dinlemeden, uyku isteğine, yemek iştahına çok bakmadan kendi kendimize rağmen doğru işleri doğru şekilde doğru insanlarla yapabilmek için kendimizi zorlamalıyız.

Beşinci olarak istemediğimiz gibi giden işler, ilişkiler olduğunda da yapabileceğimiz bir şey yoksa teslim olmalı, zamana bırakma olgunluğunu göstermeliyiz. Altıncı olarak bunaldığımız, daraldığımız, yorulduğumuz zamanlar için de herkesten ve her şeyden ilham alabilme, heyecan duyabilme kabiliyetimizi geliştirmeliyiz. Bir kedi bize yeniden ümit verebilir, bir çiçek bizi yeniden heyecanlandırabilir, bir bulut bütün dertlerimizi bizden alıp götürebilir olmalı. Son olarak zaman çok izafidir bunu da hiç unutmayalım ve zamanın izafiliğine takılmayalım. Bir saat, bir hafta, bir ay, bir sene kime göredir, neye göredir? Önemli olan oynayan akrep yelkovan değil, batan doğan güneş değil. Önemli olan bir saate yılları sığdıranlar gibi, bir günü yüzyıllara tesir edenler gibi, bir yılı binlerce ömre bedel olanlar gibi yaşamaya çalışmaktır. Ne diyor Yunus

Bir dem gelir söyleyemez

Bir sözü şerh eyleyemez

Bir dem dilinden dür döker

Dertlilere dermân olur

Yıllar yılı emek verdim ziyan oldu diye düşünür de insan bir an gelir açılır bütün kapılar, bin yılda aşılmayacak mesafeyi aşmış görür kendini. Bir an meselesidir, bir yıl, bin yıl değil ama o ana mazhar olanlar da anın kıymetini bilip değerlendirebilenlerdir.


“Kendimi Evliliğe Hazır Hissetmiyorum”

Yaş ortalaması 23 olan arkadaşlarım arasında evlenenler var. 2-3 seneye kadar da birçok arkadaşım evlenmiş olmayı istiyor. Ama ben 2-3 sene sonrası için de kendimi hazır hissetmiyorum. Daha geç evlenmem gerektiğini düşünüyorum. Ben evliliği gözümde büyütüyor, çok mu anlam yüklüyorum. Evliliğe hazır olduğumu nasıl anlarım? Hangi şartları sağladığımda evliliğe hazır hale gelmiş olurum?

Bazı cümleler bana biraz ezber cümleler gibi geliyor. “Kendimi evliliğe hazır hissetmiyorum” bunlardan bir tanesi. Bu tür cümleler insanın olabilecek bir sorununu bin sorun gibi gösterip gözünde büyütmesine ve çözmeye yönelik atabileceği adımları atmayı imkansız hale getirmesine sebep oluyor. Şöyle ki evliliğe hazır hissetmiyorum diyen birisi acaba hangi yönden hazır hissetmiyordur? Daha doğru bir ifadeyle evlilikle alakalı hangi korkuları onun böyle hissetmesine sebep olmuştur? Evlilikte iki insanın birbirini sevmesi, kabul etmesi, hayatı beraber yürümesi söz konusudur. Evliliğe hazır hissetmeyen kimseyi sevmeye mi hazır hissetmiyordur, sevse bile hatasıyla sevabıyla kabul etmeye mi hazır hissetmiyordur yoksa güvenip, elele verip zorluğuyla kolaylığıyla bir hayatı beraber yürümeye mi hazır hissetmiyordur?

Bir diğer mesele bütün bu soruların temelinde bir güven meselesi var da acaba evliliğe hazır hissetmeyen kendine mi güvenemiyordur, insanlara mı güvenemiyordur onu da bir netleştirmek gerekiyor. Soruların cevaplarını dürüstçe düşündükten sonra sorunu bulup konuyla alakalı yardım veya destek istemek mutlaka kaçılmaması gereken oldukça normal ve olması gereken bir davranıştır.

Üniversiteyi bitirmiş, işi ve dolayısıyla motivasyonu olmayan; çok anlam yüklediği okulu ve yetenekleri hiçbir işe yaramayan bir gencin nereden, nasıl başlaması gerekir?

Üniversite mezuniyeti maalesef ülkemizde her yönden oldukça abartılıyor. Bu abartma insanların hayata başlamasını geciktirdiği gibi, belli bir yaştan sonra “baştan başlama”, “küçük başlama” olarak gördükleri işlere de başlayamıyorlar. Yeni mezun olduğu hâlde herkesin saygı gösterdiği, takdir ettiği, hiç bir şey öğrenmesine gerek olmayan, çok çalışmasını gerektirmeyen ve oldukça iyi maaş veren yerlerde çalışmaya başlamak istiyorlar. Hiç şüphesiz bunda sorunuzda ifade ettiğiniz mezun olunan okula ve yeteneklere çok anlam yüklemenin büyük payı var. Ancak gelinen noktada bir işe yaramıyorsa o zaman baştan ve küçük başlayalım.

Ne yapalım? Ne yapabiliyorsak onu yapalım. Etrafımızda küçük büyük demeden ne iş varsa ona bakalım. Maaşlı iş bulamıyorsak gönüllü işler yapalım. Ama ne olursa olsun boş durmayalım, öğrenmeye açık olalım, kendimizi işlerden ve insanlardan büyük görmeyelim, emek verilerek kazanılan hiçbir kuruşu küçük görmeyelim, emeğimizle zorlanarak kazandığımız paranın bereketine inanalım, kendimizi maddi imkan anlamında kimseyle kıyaslamayalım, insanlarla hep ve her şeye rağmen iyi geçinmeye çalışalım, güven ve emniyet insanı olalım, işten korkmayalım, işten kaçmayalım, başkasının yapmasını beklemeyelim, en büyük varlık olarak ahlakımızı, sağlığımızı ve aklımızı görelim. Bunları hayata geçirmek hele böyle bir zamanda zor olacak, insanların bizi anlaması zaman alacak ama bunları yapan kazanacak.

Günlük işlerimi, sorumluluklarımı sürekli erteliyorum. Bu kötü huyumu nasıl yenebilirim?

Günlük işleri ve sorumlulukları erteleme bu dönemin büyük hastalıklarından bir tanesi. İnsanların başarısız olmasının, kendilerini kötü hissetmelerinin ve ilişkilerinin bozulmasının da en önemli sebeplerinden. Dünyada erteleme ile alakalı çok sayıda yazılmış kişisel gelişim kitabı, tavsiye listeleri ve eğitim programları var. Ancak çok kısaca ifade etmek gerekirse şu maddelere dikkat ederseniz erteleme sorunuyla ilgili iyi bir noktaya gelebilirsiniz diye düşünüyorum:

• Maymun iştahlı olmayın; Her şeyi bir anda yapamazsınız, yapabileceğiniz kadar yük yüklenin, yapabileceğiniz kadar iş alın, yapabileceğiniz kadar hedef koyun, hayal kurun.

• Kendinizi iyi tanıyın; Yapamayacağınız, yapmakta çok zorlanacağınız, yapmanızın size uygun olmadığı işleri yapmaya çalışmayın.

• Kendinize saygı duyun; Geciktirmeyi, sözünde durmamayı, yaptığını kötü, baştan savma, son anda yapmayı kendinize yakıştırmayın.

• İşinize saygı duyun; Her ne yapacaksanız sizi temsil edecek ve birilerinin işine yarayacak. Kendiniz ve başkaları için yaptığınız işin kıymetini bilin ve saygı göstererek ihmal etmeyin, özensiz yapmayın.

• Gözünüzde büyütmeyin; Küçüğünden büyüğüne bir iş bir defa yapılmışsa bir defa daha yapılabilir. Mesele siz ne kadar mücadele vermeye hazırsınız. Olmaz diye bir şey yok. Yaparsanız olur ama emek vermeden olmasını isterseniz olmaz, gözünüzde büyür, büyür, büyür de her geçen gün daha yapılmaz hâle gelir.

• Arkadaşlarınızı iyi seçin; erteleme hastalığı bulaşır, etrafınızdaki arkadaşlarınız erteleme hastalığı olan insanlar ise size de bulaştırırlar, dikkat edin.

• Plan yapın; kafanızda neyi, nasıl, ne zaman, kiminle yapacağınıza dair taslak da olsa bir plan olsun. Planınızı çok esnetmeyin.

• Kayıp vakitlere dikkat edin; vaktinizi heba eden işlerden, alışkanlıklardan, insanlardan uzak durmaya çalışın. Ertelemeye sebep olarak düşünülebilen vakit yokluğunun bir anda çözüldüğünü göreceksiniz.

• Öncelik sırası yapın; önünüzdeki işlerle ilgili önem anlamında, sıra anlamında ve zorluk anlamında öncelik sırası yapın. Bu öncelik sırasına göre hareket edin.

• Huysuz olun; herkese ve her şeye evet demeyin. Önemsiz eğlenceler için önemli işlerinizden sizi alıkoyacak tekliflere hayır diyebilin ve bunun bedeli huysuz bilinmek bile olsa rahatsız olmayın. İşleri, hedefleri ve hayalleri söz konusu olduğunda huysuz olmadan başarılı olan kimse yoktur.

• Bereketli vakitleri gözetin; sabah erken hayata başlayın. Gece geç vakte kadar ayakta kalmayın. Sabahın bereketi kolaylaştırır, hızlandırır, çoğaltır, güzelleştirir.

Evlenmeyi, aile kurmayı isteyen ancak kötü örneklerden ötürü çekinen gençlere tavsiyelerde bulunabilir misiniz? Evliliğin olmazsa olmazları nelerdir? Nelere hazırlıklı olmalıyız? Neleri göze almalıyız?

Her insanın ve her evliliğin kendi kaderi vardır. Birinin yaşadığını diğeri de yaşayacak, birinde yaşanan diğerinde de yaşanacak diye bir şey yoktur. Ancak evliliğin olmazsa olmazı olarak söylenebilecek bazı önemli noktaları mutlaka göz önünde bulundurmak lazımdır.

Evlilik sevgidir. Ancak sorunsuz evlilik beklentisi en büyük hayal kırıklığıdır. Evlilikte mutlaka sorunlar olacak, anlaşmazlıklar yaşanacak, tartışmalar yapılacaktır. Ancak bunu yaparken ahlaka ve edebe uygun olmayacak şekilde yapması, eşlerin birbirlerine ve birbirlerinin ailelerine ya da önemsediği insanlara ağza alınmayacak hakaretler etmesi evliliği ciddi anlamda yaralar.

Evlilik saygıdır. Bir evlilikte saygı sevgi kadar lazım ve vazgeçilmezdir. Ancak saygı kazanılır. Eşlerin birbirlerine, birbirlerinin alışkanlıklarına, görüşlerine, yaşantılarına saygı duyması iki tarafında saygıyı hak edecek iyi niyet, samimiyet ve gayretleriyle olacaktır.

Evlilik sorumluluktur ve bu sorumluluk paylaşılmış bir sorumluluktur. İki tarafında kendi kurdukları düzen içerisinde hakkaniyetle birbirlerine karşı sorumluluklarını bilip yerine getirmeye çalışmaları lazımdır. Sorumluluk almayacak olan eş olmasın, eş almasın.

Evlilik sabırdır ve sabır evliliğin her anında lazımdır. İyi günde, kötü günde zor zamanda kolay zamanda insanın sabretmesi evliliğin yürümesinin olmazsa olmazıdır.

Evlilik büyüklüktür. Büyüklük ister, büyük ister. Zor zamanlarda iki tarafın da saydığı bir büyüğün olması, tavsiyelerine canı gönülden kulak verilmesi evliliği güçlendirir, güzelleştirir. Zaman zaman büyüklerin söyledikleri gönlümüze ağır gelse de yine de insafla bakıp uygulamak da büyüklüktür.

Bütün bunlar evlilikte yaşanabilecek zorluklara karşı düşünülmesi gereken tavsiyelerdir. Bu demek değildir ki evlilik baştan aşağı dert, hep sorun ve sıkıntı, hep zorluk ve problemdir. Bilakis evlilik günü aydınlatan, gönlü ferahlatan büyük bir nimettir. Yeter ki insan bilsin, bulsun ve olsun…

Başkalarına verdiğim sözleri yerine getirdiğim halde, “mutlaka yapacağım” veya “asla yapmayacağım” diyerek kendime verdiğim sözleri yerine getiremiyorum. Bu yüzden kendimi çok kötü hissediyorum. Kendime verdiğim sözleri nasıl tutabilirim?

Soru esasında cevabını veriyor. Başkalarına verdiğim sözü tutuyorum kendime verdiğim sözü tutmuyorum. Aradaki fark problemin kaynağı ama acaba arada nasıl bir fark var? Bunu bulursak cevabı da buluruz diye düşünüyorum. O zaman bulmak için bazı soruları kendimize soralım:

Acaba başkalarının benim hakkımdaki görüşlerini, benim kendim hakkındaki görüşlerimden daha mı çok önemsiyorum? Ya da benim, kendim hakkında başkalarının benim hakkımdaki görüşlerinden bağımsız görüşlerim var mı?

Acaba başkalarını ciddiye aldığım/önemsediğim kadar kendimi ciddiye almıyor/önemsemiyor muyum? (Burada önemsemek öncelemek veya enaniyet sahibi olmaktan ziyade kendi imtihanımızı kendimizin verdiğimizin bilincinde olup kendi hayatimizin hesabını kendimizin vereceği sorumluluğunu önemsemek ve bu noktada kendi vazgeçilmez konumumuzu önemsemek kastedilmiştir.)

Acaba başkalarının yaptırımlarından korktuğum kadar kendi yaptırımlarımdan korkmuyor muyum? Başkaları küser, başkaları kızar, başkaları ceza verir, mahrum bırakır ama kendim nasıl olsa bir şey yapmam diye mi kendimi teselli ediyor ya da kandırıyorum.

Acaba başkalarının beklentilerinden emin olduğum kadar kendi beklentilerimden emin değil miyim? Başkalarına söz verdiğim zaman yerine getirilmesi bekleniyor, kendime söz verdiğim zaman kendim yerine getirmemi beklemiyor muyum? Ya da başkalarına söz verdiğim zaman bana güvendiklerini biliyorum ve o güveni zedelemek istemiyorum ama kendime söz verdiğim zaman kendime güvenmiyorum da o nedenle zedelenecek korkum olmadığından bir şey yapmıyor muyum?

Bütün bu soruları düşünüp cevaplarını dürüstçe verdikten sonra üzerimize düşenleri yaparsak sorun kendi kendine çözülmüş olacak ve başkalarına verdiğimiz sözleri yerine getirdiğimiz gibi kendimize verdiğimiz sözleri de yerine getirmiş olacağız.


Şu An İstediklerimizle En Çok İstediklerimiz Arasında Tercih Yapmalıyız

Verimli bir çalışma için düzenli bir uyku gerekli olduğunu biliyorum ama uykumu bir türlü düzene sokamıyorum. Akşam geç yatıyor, sabah uyanamıyor ve hayata geç başlıyorum. Uykumu düzene sokmanın bir yolu var mı?

Uykumuzu düzene sokmak için hayatımızı düzene sokmamız gerekiyor. Bunun için de düşüncelerimizi ve isteklerimizi düzene sokmamız lazım. Bu noktada meseleyi daha karmaşık hale getirmemek için üç tane beceri üzerinde durmak istiyorum. Bunlardan birincisi önceliklerimiz konuşunda doğru karar verebilme becerisidir. Bunun için de en çok istediğim ile şu an istediğim arasında her zaman yapmam gereken tercihi şu an istediğimden yana değil en çok istediğimden yana yapmam gerekir. Yani şu an gece vakti takılmak, arkadaşlarımla gezmek, biraz film seyretmek vs. istiyorum, bunu mu tercih edeyim yoksa en çok istediğim olsun için simdi uyumayı ve yarın onun için gayret etmeyi mi tercih edeyim? Ancak burada ikinci tercih devreye giriyor. Yani en çok istediğimi bulmak ve ona ulaşmak için emek vermeyi, zaman harcamayı, fedakârlık yapmayı tercih etmek. Sabah heyecanla, neşeyle, sevinçle uyanacak kadar çok istemek. Akşam uyumayı yarın ona koşmayı mümkün kıldığı için kabullenmek. Öbür türlü bu kadar çok sevmeden, bu kadar çok heyecanlanmadan, bu kadar çok istemeden herkes ayaktayken yatmayı herkes yatarken kalkmayı tercih etsin. Üçüncü beceri de hayallerimize ve hedeflerimize giderken zorluklarımızı kolaylaştıracak insanları hayatımıza alalım zorluklarımızı zorlaştıracak insanları değil. Beni seviyorsa gece aramasın, beni seviyorsa gece bir şey yapmayı teklif etmesin, beni seviyorsa gecelememi istemesin. Bunun yerine sabah erken uyanmam için destek olsun, buluşmalarımızı sabahlara koysun, sabahlarda beni arayıp sorsun. Bu üç beceriyi kazandığımız zaman büyük oranda akşam yatıp sabah kalkmak kolaylaşacaktır. Ama yine bu hayatta hiç bir güzel işi ve eseri hiç zorlanmadan yapabilmeyi veya kazanabilmeyi beklemeyelim. Her şeye rağmen yine de sabah kalkmak zor gelebilir. Gelirse gelsin, kararımızı değiştirmesin.


Gelecek de Hayaller de Bitmez, Biz Yolda Olmaya Bakalım

Geleceğe dair kurduğum hayallerime çok yaklaşmışken gerçekleştiremedim ve şu an çok karamsar bakıyorum önümdeki döneme. Neşem kayboldu, enerjim yok, ümitsizim. Yeniden başlamak için ne yapmalıyım?

Bir şeyi unutmayalım. Biz yaşadığımız sürece gelecek hiç bitmez. Dolayısıyla önceden hayalini kurduğumuz geleceğe ulaşamamışsak o geçmişte kaldı şimdi yeni bir gelecek var önümüzde. Ancak bunu düşünürken çok dikkatli olmamız gereken bir konuyu hiç unutmayalım. Bu dünyanın ve hayatımızın bir dengesi var. Çatlasak da patlasak da bu denge çok değişmiyor. Yani ne kadar hızlı davransak, koştursak, acele etsek de varacağımız yere yine varmamız gereken zamanda varıyoruz. Zaten varmamız gereken zamandan önce varıyorsak o zaman daha büyük sorunlar bizi bekliyor demektir. Bu nedenle geleceği düşünürken, hayaller kurarken hemen şimdi ulaşayım, biraz zaman biraz emekle istediklerime kavuşayım diye düşünmeyelim. Yavaş yavaş ama emin adımlarla yürüyeceğimiz bir yolun koşar adım şaşkınlıkla yürüyeceğimiz bir yoldan daha doğru şekilde bizi hedefimize götüreceğinden emin olalım. Tabii burada hedef sağlıklı bir hedefse bu dediğim geçerli. Yani insanın insanlığına yakışan hedeflerine ulaşma yolunda bu söylediklerim geçerli olur. Ve öyle bir olur ki yolda olmak, hedefe varmaktan daha kıymetli hale gelir. Ama hedef şu araba, bu makam, o ev ise o zaman insan koşsa da yürüse de eninde sonunda tuzlu su içer gibi hep susuzluğu, huzursuzluğu devam edecektir. Sonuç olarak şunu demek isterim. Nereye niye gittiğimizi bilelim, hiç acelemiz yok, çünkü mesele varmak değil yolda olmak meselesidir.

Zaman zaman arkadaşlarımla bazı konularda tartışıyorum. Ancak şu ana kadar hiçbir tartışma neticesinde fikirler değişmedi. Boşa mı kürek çekiyoruz?

Genelde böyledir. İnsanlar uzun saatler boyunca yıllar yılı tartışırlar da kimse bir milim kendi bulunduğu düşünceden oynamaz. Bu noktada tartışma için üç tane soruyu mutlaka düşünüp öyle tartışmak lazım.

Bunlardan birincisi “Neyi tartışıyorum?” sorusudur. Tartıştığım şey gerçekten tartışmam gereken bir şey mi? Bir futbol maçının bilmem hangi dakikasındaki pozisyonu ya da bir siyasetçinin başka bir siyasetçi hakkındaki beyanını veya ülkenin bir köşesinde gerçeklemiş bir kötülüğü bir ömür tartışsam nereye varabilirim ki? Bu nedenle tartışacaksak tartıştığımız konunun mutlaka tartışmaya değer olduğuna ikna olmamız lazım.

İkincisi “Niye tartışıyorum?” sorusudur. Anlamak mı istiyorum, anlatmak mı istiyorum. Tartışma sonucu karşı tarafı anlamaya, ikna olmaya, hak vermeye açık mıyım yoksa ne olursa olsun kendi fikrimi ve durduğum yeri mi savunmak niyetindeyim. Anlatmak istiyorsa karşı tarafın böyle bir talebi ya da an itibarıyla kapasitesi ya da hazır oluşluğu var mı onu da göz önünde bulundurmam lazım. Ben nasıl anlatırsam anlatayım karşı taraf anlamaya açık değilse ya da anlama imkanı yoksa tartışmak anlamsız olacaktır.

Üçüncüsü “Ne ile tartışıyorum?” sorusudur. Tartışacağım konu hakkında yeteri kadar bilgim ve fikrim var mıdır, bu konu hakkında enine boyuna daha önce düşünmüş müyüm bir kontrol etmekte fayda var. Üzerine daha önce hiç düşünmediğim ya da detaylı bilgi sahibi olmadığım bir konuda yaptığım her tartışma her türlü riski içinde barındırıp en çok bana zarar verir.

Son olarak bir meseleyi de muhakkak düşünelim: Gerçekten tartışmak zorunda mıyız?

Biraz mola vermek, birkaç video izleyip dinlenmek amacıyla YouTube’a giriyorum. Ardından izlediğim şeylerden her hangi bir fayda sağlayamasam hatta sıkılsam bile mecradan çıkamıyorum. Bir video daha, bir video daha derken saplanıp kalıyorum. Bu çıkmazdan nasıl kurtulabilirim?

Yeni teknoloji araçlarını kullanma konusunda herkes biraz şaşkın. Biraz mola vermek amacıyla YouTube’a girip uzun süre oradan oraya savrulmayan çok azdır herhalde. Burada üç tane yöntemi kullanmak faydalı olabilir. Bunlardan birincisi YouTube videolarını dinlenme aracı olarak kullanmamak. Mola vermek gerektiğinde başka faaliyetler yapmak. Hele ki insan oturarak yaptığı işinden ya da çalışmasından mola vermek istiyorsa yine oturarak YouTube seyretmesi ve zihnini YouTube videolarıyla doldurması hiç faydalı ve mantıklı bir tercih olmayacaktır. Bunun yerine ayağa kalkıp hareket etmek, vakit varsa yürüyüşe çıkmak, yapamıyorsa gökyüzüne bakmak, hayaller kurmak, dualar etmek daha dinlendirici olacaktır.

İkinci olarak illa YouTube videosu seyredecekse vakit sınırı koyması ve buna kesinlikle uyması faydalı olacaktır. Mola için ne kadar vakit ayırdıysa sonunu hatırlatması için alarm kurmalı ve alarm çalar çalmaz da kalkıp işine gücüne devam etmeyi prensip haline getirmelidir. YouTube videolarının kaçmayacağını, yerinde durduğunu, bir sonraki molada kaldığımız yerden devam edebileceğimizi kendimize telkin etmemiz de iyi olur.

Üçüncü olarak YouTube videolarının isimleri dikkatimizi çekecek ve merakımızı kışkırtacak şekilde yazılıyor aynı haber siteleri gibi. Sonrasında seyrettiğinizde ise hayal kırıklığı yaşayıp “Bu muymuş?” deme ihtimaliniz çok fazla. Bu nedenle youtube videolarını rastgele değil ve tavsiye listesine göre değil kendi isteklerimiz, meraklarımız ve ihtiyaçlarımız doğrultusunda seyretmemizde fayda var. Kafam dağılsın öylesine bir şeyler seyredeyim anlayışı genelde istenmedik, zararı faydasından çok videoların seyredilmesine de sebep olabilir. Ama illa seyretmek istiyorsak, vakit sınırı dolduğu halde hâlâ seyretmemiz gereken videolar olduğunu düşünüyorsak o zaman “daha sonra izle” bölümünü kullanarak bir sonraki molada izleyebiliriz.

Lisans eğitimimi tamamlamak üzereyim fakat mesleğime dair bir yetersizlik hissini fakülteye başladığım günden daha keskin olarak hissediyorum. Bu hisle nasıl başa çıkabilirim?

Lisans eğitimini tamamladığı halde mesleğine dair yetersizlik hissetmeyen çok az insan vardır. Bunlardan bazıları tamamen ne ile karşılaşacağını bilmediğinden cahil cesaretiyle yetersizlik hissetmiyordur. Diğeri ise lisansın verdiğinin ötesine geçip kendini geliştirdiğinden, teori ile yetinmeyip okuduğu bölümün uygulamasına da çoktan girmiş olduğundan kendini yetersiz hissetmiyordur. Ancak çok sayıda öğrenci kardeşimiz ihtiyaç duydukları yönlendirmeyi alamadıkları için maalesef mezun olana kadar kendilerini okudukları alanda yeterli hissedecekleri, lisansın haricindeki faaliyet ve uygulamalara katılmıyorlar. Sonuç olarak da kendilerini okudukları alanda yetersiz hissediyorlar. Dolayısıyla esasında bu hissin gelmesini normal kabul edip, kalmasını asla normal kabul etmememiz lazımdır. Geldiğinden kalmaması için de acil olarak okuduğumuz alan ile ilgili uygulamanın içine girmemiz, kenarından ucundan ne biliyorsak, ne yapabiliyorsak yapmamız lazımdır. Bunu yaparken de mesleğimizde bir ustanın ya da olmadı tecrübeli bir büyüğümüzün gözetiminde yapmamız hatalarımızı kısa sürede farkedip düzeltme imkanı sağlayacaktır. Gurura kibire kapılarak insanın büyük beklentiler içerisine girmesi, mezun olur olmaz harika pozisyonlar için çok iyi teklifler alacağını düşünmesi kendini kandırmaktan ve vakit kaybedip durumu daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramaz. Küçük büyük demeden yapabildiğimiz işe girişmemiz bize faydalı olacaktır. Haklı eleştiriye açık ve hatta istekli olup kendimizi eleştiriler doğrultusunda değiştirmemiz bizi daha yeterli yapacaktır.

Düşüncelerim değişiyor, bunun doğal olduğunu fark edip sevindiğim oluyor. Bazen de kendime olan bütün güvenimi yitirip son geldiğim noktada düşündüğüm şeyin de yanlışlanacağını, hiçbir şeyin bilinemeyeceğini düşünüyorum. Bu bilmezliğin içinde yaşanılabilir mi?

Değişim insanın da, doğanın da fıtratında vardır, kaçınılmazdır. İnsan yaşadıkça, yeni bilgiler öğrenip yeni tecrübeler edindikçe fikirlerini değiştirir, davranışlarını değiştirir, ilişkilerini değiştirir, yaşam tarzını değiştirir. Değişim gibi bilmezlik de insanın doğasındadır. Ne zaman öleceğini bilemez insan, neler yaşayacağını, karşısına kimlerin çıkacağını bilemez. Dolayısıyla değişimden de, bilinmezlikten de kaçamaz insan. Ancak hem değişimi hem bilinmezliği aleyhine değil lehine döndürecek bazı noktalara dikkat edebilir.

Bunlardan birincisi değişimin farkına varmaktır. İnsanın kendini, sözlerini, davranışlarını, alışkanlıklarını ve ilişkilerini gözlemesi, kendindeki değişimin farkına varması değişimin zarar vermemesinin ilk şartıdır. Bunun için günlük tutmak faydalı olabilir. Günlük, aylık ve yıllık muhasebeler yapmak faydalı olabilir. Güvendiğimiz, sevdiğimiz insanlardan alacağımız geri bildirim faydalı olabilir.

İkincisi, değişimin arkasında hangi kuvvet var? Öğrendiğimiz yeni bilgiler mi bizi değiştiriyor, edindiğimiz yeni tecrübeler mi değiştiriyor, çevremizden gördüğümüz sosyal baskı mı değiştiriyor, devamlı maruz kaldığımız popüler kültür mü değiştiriyor, ilişki kurduğumuz insanlar mı değiştiriyor, alışkanlıklarımız ve yaşam tarzımız mı bizi değiştiriyor, işimiz mi bizi değiştiriyor, boş zaman davranışlarımız mı bizi değiştiriyor? Değişim ile ilgili bütün bunları gözden geçirmemiz, her kuvvetin kaynağını ve sıhhatini sorgulamamız lazım.

Üçüncüsü değişim bizi nereye götürüyor? Nasıl bir insan olmaya doğru gidiyoruz? Bizimle benzer yollardan geçen ve benzer değişimleri yaşayan kişileri gördüğümüzde yolun sonunda onlar gibi mi olmak istiyoruz? Olmak istediğimiz insan, olduğumuz insan gibi mi yaşar ve değişir? Bunlar da cevaplamamız gereken diğer sorular…

Şayet bu sorularımızın cevapları bizi çok mutlu etmeyen, olmasını istemeyeceğimiz cevaplar ise o zaman değişim devam ediyor, cevabı bizi mutlu edecek ve olmasını isteyeceğimiz cevaplara doğru hemen değişmeye başlayabiliriz.

Gündemden uzak kaldığımda insanlarla iletişim kurmakta zorlanıyorum. Gündemi takip etmek de beni yoruyor. Hiçbir zaman modası geçmeyecek, her zaman konuşabileceğimiz gündemler var mıdır?

Gündemden uzak kalma konusunda iki meseleyi göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bunlardan birincisi gündem denilen şey kimin gündemidir? Herkesin konuştuğu ancak konuşan hiç kimsenin konuşmanın dışında o konu hakkında herhangi bir etkisinin olmadığı konular gerçekten benim gündemim midir ya da ne kadar gündemim olmalıdır? Benim genel geçer konuşmalardan bağımsız olarak kişiliğim, değerlerim, ilgilerim ve hedeflerim doğrultusunda hazırladığım bir gündemim var mıdır? Şayet kendimize özel gündemimiz yoksa hemen oluşturmalıyız ve konuşmak dışında tesirimizin olmayacağı konuları çok gündemimize almamalıyız.

İkinci olarak bizim kültürümüzde sohbet en önemli eğitim araçlarından biridir. Bir insanla konuşuyorsam ondan bir şeyler öğrenirim ya da ona bir şey öğretirim. Birlikteliklerimizde ya veririm ya alırım. Bir bilgi, birikim, tecrübe, heyecan, azim, gayret alışverişi olur/olmalıdır. Dolayısıyla aman bir şey kaçırmayayım diye şuursuzca gündemi takip edip sonra herkes ile hepimizin bildiği aynı şeyi tartışmak yerine konuştuğum kişiden istifade etmeye, dinlemeye, öğrenmeye, anlamaya çalışalım ya da bizde biriken ve paylaşmaya değer bulduğumuz ne varsa paylaşmaya çalışalım. Şayet çevremizde bizi gereksiz dedikodu gündemleriyle meşgul eden ve birlikteliğimizin iki tarafa da faydalı olmadığı kişiler var ise o insanlarla ilişkimizi gözden geçirmeli, görüşmek zarureti yoksa görüşmemeye çalışmalı, görüşmeye mecbur isek de görüşmelerimizi asgaride tutmaya gayret etmeliyiz.

Hayatı bütün zerrelerimizle yaşıyoruz. Bu yüzden bazı şeyleri gözden kaçırıyor, unutuyoruzdur. Neyi göz ardı ettiğimizi nasıl bileceğiz? Sizce günümüzde biz gençler en çok neyi unutuyoruz?

Herkesin hayatı farklı olduğu için herkesin kaçırdıkları, unuttukları ve göz ardı ettikleri de farklı ancak bu konuda herkese yönelik genel bir tavsiyede bulunmak gerekirse ihtiyaçlarımız, imkânlarımız ve ideallerimiz ile alakalı bir durum fotoğrafı çekip ona göre bir yol haritası çizmekte fayda var. Öncelikle hâlihazırda yaşımız ve yaşantımız itibarıyla ihtiyaçlarımızı tespit etmemiz gerekir. Gerçek ihtiyaçlarımızı sunilerinden ayırıp karşılamak için öncelemek, emek ve gayret göstermemiz lazım. Ancak bunu yaparken imkânlarımızdan bağımsız, kıyaslarla ortaya çıkmış ihtiyaç görünen dalgalara kapılmadan imkânlarımızı da değerlendirmemiz lazım. Sonrasında da ideallerimizi netleştirip ihtiyaçlarımız ve imkânlarımızla birleştirip peşine düşmeli, yorulmalı, yorulmalı, yorulmalıyız. Dikkatimizi dağıtacak, ufkumuzu daraltacak, kalbimizi bozacak her insan, mekân ve meşguliyetlerden de uzak durmaya gayret etmeliyiz. Bütün bunların içerisinde en çok dikkat etmemiz gereken konulardan biri olarak bu sürece kalbimizi ısındırmaya, içimizin yaptıklarımızdan yana rahat olmasına ve dengeli, düzenli ve acelesiz gitmeye dikkat etmeliyiz.

Bugünlerde çok yoğunum. Doğal olarak yoğunluk beni yoruyor. Bedenimi dinlendirmeyi biliyorum ama zihnimi nasıl dinlendireceğim konusunda bir fikrim yok. Bana yardımcı olabilir misiniz?

Zihni etkili kullanmak ve dinlendirmek konusunda beyin ile ilgili önemli araştırmalar yapan Dan Siegel’ın geliştirdiği bir model var. Bilip, uygulamakta fayda var. Siegel beyin gelişimimizin sağlıklı olması için aşağıdaki alışkanlıklara günlük hayatımızda yer vermemiz gerektiğini söylüyor. Ne kadar yer vereceğimiz konusu bir kişinin yaşına, işine, ihtiyaçlarına göre değişir ve ihtiyaç duyduğu süreyi kişi uyguladıkça daha net fark eder ama az da olsa gün içerisinde mutlaka her birine bir vakit ayırmak gerekir. Söz konusu alışkanlıklar şunlardır:

Odaklanma zamanı: Gün içerisinde bütün dikkat çelicilerden (telefon, bilgisayar, televizyon) zihnimizi kurtarıp bir işe odaklandığımız zamanların olması lazımdır. Bu iş profesyonel olarak yaptığımız iş de olabilir ayrıca yapacağımız bir iş de olabilir. Burada kritik nokta bütün dikkatimizi odaklamamızdır.

Oyun zamanı: Zihnimizin keyifle ve neşeyle çalışacağı, eğlenceli ve yenilikçi işler yapmaya vakit ayırmamız lazımdır. Bu kişinin ilgi ve yeteneklerine göre değişir ancak yine burada kritik nokta yeni öğrenmelerin ya da uygulamaların olması gerekliliğidir.

İrtibat zamanı: İnsanlarla irtibat ve ilişki kurmalı özellikle de sevdiğimiz ve değer verdiğimiz insanlara vakit ayırmamız lazımdır. Burada kritik nokta bu iletişim ve ilişkinin kaliteli olması gerekliliğidir.

Fizik zamanı: Bedenimizi iyice hareket ettirdiğimiz ve kullandığımız bir zaman dilimine günlük olarak ihtiyacımız vardır.

İçe dönme zamanı: Dışarıya kendimizi kapattığımız ve içimizin sesine kulak verip duymaya çalıştığımız bir zaman ayırmamız lazımdır. Duygularımızı, düşüncelerimizi, bedenimizi, hayatımızı, hayallerimizi derinlemesine düşüneceğimiz zamanlara ihtiyacımız vardır.

Durma zamanı: Zihnimizi hiçbir şeye odaklamayıp, duyularımızı da mümkün olduğunca asgariye indirip boş kaldığımız bir zamana ihtiyacımız vardır.

Uyku zamanı: Zihnimizi dinlendirmenin en önemli aracı olarak uykuya düzenli ve dikkatli zaman ayırmamız lazımdır.

Çoğu zaman arkadaşlarımla dertleşiyorum. Onlara yardımcı olmaya çalışıyorum. Ama bu, yardımlar çok sığ kalıyor. “Neresinden tutsam kopar” deyip sözle yetinmek zorunda kalıyorum. Onların acısına gerçek manada nasıl dokunabilirim?

Arkadaşlarımızın dertli zamanlarında çözüm noktasında elimizden bir şey gelmediği zamanlarda yapabileceğimiz üç önemli iş var. Bunlardan bir tanesi sorun yokmuş gibi davranmamak, üstünü örtmeye, konuyu kapatmaya çalışmamak bunun yerine arkadaşımızın konuşmak istediği zamanlarda bütün dikkatimizle ve yüreğimizle onu dinlemek. İkincisi dertleriyle hemdert olmak, duygularını paylaşmaya, destek olmaya çalışmak. Üçüncüsü tavsiye ve yol gösterme istiyorsa arkadaşımızın hoşuna gideceğini düşündüğümüz şeyleri değil doğru bildiğimiz şeyleri söylemek ya da güvendiği doğru ve tecrübeli birisinden tavsiye ve yönlendirme almasını sağlamak. Bütün bunların ardından da arkadaşımız için dua etmemiz, gönlü ferahlasın, işleri kolaylaşsın, sıkıntıları çözülsün diye yakarmamız da yapabileceğimiz önemli desteklerden biridir.

Sosyal medyayı insanlara faydalı olmak için kullanmak istiyorum. Nelere dikkat etmeliyim?

Sosyal medyayı ve elimizde var olan bütün imkânları ve araçları ne kadar insanlık faydasına kullanırsak bizim için iki cihanda o kadar iyi ve kıymetli bir iş yapmış oluruz. Dolayısıyla düşünürken sadece sosyal medyayı değil hayatımızdaki bütün imkân ve araçlardan bağımsız, tek olarak değil hepsini birlikte düşünmeliyiz. Ama ondan önce iki tane temel mesele hakkında fikirlerimiz olmalı. Bunlardan birincisi insanlığın bugün ihtiyaç duyduğu insanlar kimler, konular neler? İkincisi ben nasıl insanlığın ihtiyaç duyduğu insan olurum ve sahip olduğum imkân ve araçlarla insanlığın ihtiyaç duyduğu konular hakkında ne yapabilirim?

Kültürden, coğrafyadan, yaştan ve meslekten farklı olarak insanlığın bugün ihtiyaç duyduğu insan her işinde ve ilişkisinde ahlaklı davranmayı önceleyen, ümit ve heyecanını hiç kaybetmeyen, ufuk ve ideal sahibi olan, rahatlığı kolaylıkla terk edebilen, iradesini güçlü tutup kendine her halükarda söz geçirebilen, yorulmaktan korkmayan, kaçmayan ve de kolayına yorulmayan insandır. Böyle bir insan olmak zaman ister, emek ister, böyle bir insan olmanın derdini taşımak ister. Böyle bir insan olmaya talip olmak, elimizdeki imkân ve araçları da sosyal medya dâhil olmak üzere böyle bir insan olmak için ve böyle bir insan gibi kullanmak demektir.

İnsanlığın ihtiyaç duyduğu konular ise her alanda ve disiplinde farklılaşmaktadır. Dolayısıyla benim çalıştığım alanda ya da disiplinde insanlığın ihtiyacı olan nasıl bir uygulama ya da nasıl bir araştırma, nasıl bir bilgi ya da nasıl bir davranıştır tespit edip o yönde yoğunlaşmam gerekir. Bu noktada sosyal medyayı ve diğer bütün imkânlarımı benim alanım ya da disiplinimde insanlığın ihtiyaç duyduğu konularla ilgili çalışma yaparak, öğrenerek ya da öğreterek kullanmam önemlidir. Bunu yaparken de sosyal medyanın gereksiz gündemleri ve insanları arasında kaybolmamam, önemli görünen günü birlik bilgi kılıklı dedikodulara itibar etmemem önceliklidir.

Okulumun sonuna doğru yaklaşıyorum. Bir yandan meslek seçimi telaşı bir yandan evlilik düşüncesi… Çevremdekiler “Olur bir şekilde kafana takma” diyor. Gerçekten olur mu?

“Olur bir şekilde kafana takma” diyenler kısmen haklılar. Bu dünyada bir kader ile yaşıyoruz ve kaderimizde yazan başımıza gelecek. İş ise iş, eş ise eş. Ancak burada sorulması gereken kadere iş yazılmış da hangi iş olduğu neye bağlı veya hangi iş olduğu da yazılmış ne kadar başarılı olacağımız neye bağlı? Eş yazılmış da nasıl bir eş olduğu neye bağlı ya da nasıl bir eş olduğu yazılmış da nasıl bir ilişki kuracağımız neye bağlı? Başarı da ilişki de yazılmış da ne kadar huzur duyacağımız neye bağlı? Büyükler bir söz söyler onlarca cilt kitaba bedel. Bu sözlerden biridir, hiç unutmayalım: “Kader gayrete aşıktır.” Olacak olan olur da ben iyi olsun, güzel olsun, doğru olsun için gayret etmeliyim. Üzerime düşen ne varsa geciktirmeden, başkasından beklemeden, bilmezlikten/anlamazlıktan gelmeden yapmalıyım. Niyetimi yapayım, gayretimi göstereyim, kısmetime razı olayım. Doğrusu budur. İnsan önce kalbine hesap verecek, sonra Rabbine. İki hesaptan da geçebilmesi için tedbiri alıp tevekkül etmesi sonra da takdire rıza göstermesi lazımdır. Yoksa bu dünyaya geldik ve yaşıyoruz, olanlar olacak bir şekilde ama hesabı biz vereceğiz.

Bu dönem okuldaki not ortalamam çok düştü. Ve dönem bitti, bir daha asla geri gelmeyecek. Bu duruma canım çok sıkıldı. Bu sıkıntıyı atlatmada bana yardım edebilir misiniz?

Geçen zaman geri gelmiyor, değişmez bir hakikattir. Geçen zamanı değerlendiremediysek canımız sıkılmalı, iyidir ve gereklidir. Geri döndürülemez zamanı değerlendirmeyip, boş geçirip sonra hiç canımız sıkılmadan, üzülmeden, bu durumu düşünmeden hareket etmek en basit ifadeyle sorumsuzluktur. Dolayısıyla esas olarak sorulması gereken sıkıntıyı nasıl atlatacağımız değil bu sıkıntıyı nasıl değerlendireceğimizdir. Geçen zamanı değerlendirememenin sebep olduğu can sıkıntısı yaşadığımız zamanı ya da gelecek zamanı değerlendirmeye mani olmamalıdır. Söz konusu can sıkıntısı enerjinin azalmasına, motivasyonunun düşmesine sebep olmamalıdır. Bilakis geçenin telafisi için daha fazla enerji ve motivasyonla bugün ve yarın ne yaparım da hem bugün ve yarını kurtarır hem de dün kaçırdıklarımı telafi ederimin hesabı yapılmalıdır. Şayet not ortalamam bu dönem düştü ve şu an dönem bitti ise telafi için bir sonraki dönemi beklemeden öncelikli olarak bir sonraki dönemin derslerinin çalışmalarına ve okumalarına şimdiden başlamalıyım. Ayrıca ders bilgisi dışında alanımla ilgili sahip olmam gereken bilgi ve becerileri kazanmak için çalışma yapmalıyım. Dönemin başlamasıyla da heyecanla, ümitle, azimle dört elle yapmam gerekenlere sarılmalı, geçmişte yaşadığımı bugün ve yarın tekrar tekrar yaşamama konusunda çok daha dikkatli olmalıyım.

Çok sevdiğim bir arkadaşım kendisinin iyiliği için benden etik-ahlaki olmayan bir şey istiyor. Hem onu memnun etmek hem de ahlak dışı davranmamak istiyorum. Arada kaldım. Nasıl bir yol izlemeliyim?

Ateş, su ve ahlak arkadaş olmuşlar, birbirlerini çok sevmişler. Bir gün “Biz çok iyi arkadaş olduk, birbirimizi çok sevdik aman birbirimizi kaybetmeyelim. Kaybedersek bulmak için ne yapalım?” diye sormuşlar. Ateş “Beni kaybederseniz duman arayın, benim olduğum yerde dumanım da olur, dumanımı takip edin beni bulursunuz” demiş. Su “Beni kaybederseniz sesimi dinleyin, benim olduğum yerde sesim de olur, sesimi takip edin beni bulursunuz” demiş. Ahlak “Ne yapın edin beni kaybetmeyin, beni kaybederseniz bir daha bulamazsınız” demiş. Ahlakı kaybetmemek çok önemlidir. Hele ki bir arkadaşımı kırmayayım diye ahlak dışı bir davranışa asla yönelmemek gerekir. Benim ahlak konusundaki hassasiyetime saygı göstermeyen, kendi iyiliği için benden ahlaki olmayan bir davranış bekleyen biriyle arkadaşlık yapmam benim için ne kadar doğru onu da yeniden bir düşünmem lazım. Şayet arkadaşım istediği şeyin normal olmadığını bilmiyor, ahlak dışı bir davranış beklediğinin farkına varmıyorsa kırmadan incitmeden anlatmaya gayret etmeliyim. Ancak anlattığım halde beklentisi devam ediyorsa hiçbir şekilde seçimimi kendi iyiliği için ahlak dışı davranmamı bekleyen “arkadaş”ımdan yana yapmamalıyım. Çünkü gerçek arkadaş beni daha iyi bir insan yapar, geliştirir geriletmez, düzeltir yamultmaz, doğrultur bozmaz. Ahlaklı davranmam konusunda tehdit değil teşvik olur. Değilse arkadaşım da değildir.

Kısa hayatım boyunca birçok sıkıntı ile karşı karşıya geldim. Bu sıkıntılardan öğrendiğim en büyük şey hemen pes etmemem gerektiği oldu. Ama bu gerekliliği her zaman yerine getiremiyor, pes ediyorum. Pes etmemek için, sıkıntıların karşısında dik durabilmem için kendimi nasıl motive edebilirim?

Sıkıntılar hep olacak ve her halükarda pes etmemek önemli. Bunun için temelde dikkat etmemiz gereken belli noktalar var. Bunlardan birincisi nedenin sağlam olması. Nietzsche’nin bu konuda çok güzel bir sözü var: Nedeni sağlam olanın nasılı olmaz diye. Yani neden pes etmemem, neden ayakta durmaya, mücadele etmeye devam etmem gerektiği konusunda nedenlerim sağlam ise o zaman nasıl pes etmem, nasıl mücadeleye devam ederim sorunları bir şekilde çözüme kavuşurlar. Dolayısıyla hayallerimizin, hedeflerimizin, ideallerimizin nedenlerini çok çok iyi düşünmemiz ve bu nedenlere çok çok derinden inanmamız gerekiyor. İkinci olarak hayat tarzımız tabiatımıza aykırı olmayacak. Hayat tarzımızı şartlarımız, imkanlarımız doğrultusunda doğru bildiğimiz ve doğru bulduğumuz çerçevede yaşamaya gayret edeceğiz. Tabiatımıza aykırı bir hayat tarzı, gücümüzü hızlıca tükettiği gibi, zorluklar karşısında mücadele azmimizi de düşürür. Üçüncü olarak çok hızlı gitmemeye, çabuk sonuç beklentilerine girmemeye dikkat edeceğiz. Ne kadar hızlı gidersek o kadar çabuk yoruluruz, ne kadar çabuk beklersek o kadar hızlı pes ederiz. Her şeyin bir ritmi var, o ritmi hissedip ayak uydurarak seyretmeliyiz. Dördüncü olarak tarihte ve günümüzde yaşayan, pes etmemeleri ve mücadelelerini hiç bırakmamaları ile mâruf insanların hayatlarını okumalı, düşüncelerini bilmeli, davranışlarını örnek almalıyız. Beşinci olarak da pes ettiysek bir şekilde kendimizden vazgeçmeden, artık pes ettim geri dönüşü yok demeden, defteri mağlubiyetle kapatmadan yeniden ayağa kalkmaya, yeniden niyet etmeye, yeniden mücadeleye başlamaya ve halihazırdaki pes etmek gibi görünen durumu pes etme gibi değil de ara verme gibi kabul edip kaldığımız yerden devam etmeye çalışalım. Göreceğiz ki hayat mücadelemizde geriye dönüp baktığımızda kendimiz ile ilgili kanaatimiz pes edip etmememize göre radikal olarak değişecektir. Yaşamaya gayret etmek en iyisi olacaktır.

Günlük hayatta sorumluluklarımdan ve zorunlu meşguliyetlerimden arta kalan zamanları özellikle büyüklerin “boş iş” olarak gördüğü şeylerle değerlendiriyorum. Sonuçta sorumluluklarımı yerine getiriyorum. Bunun bana ne zararı olabilir ki?

Yaşadığımız hayat her anımızı değerlendirmek, kendimizi geliştirmek, ulaşabildiğimiz kadar canlıya ulaşıp onlara dokunmak ve hayatlarına katkıda bulunmak için bize verilmiş bir lütuftur. İnsanın başkalarının verdiği sorumluluklardan ve zorunlu meşguliyetlerinden arta kalan zamanda kendi kendine verdiği sorumlulukları ve severek seçtiği meşguliyetleri olmalıdır. Kendi verdiği sorumluluklar ve severek seçtiği meşguliyetler kendisi dahil hiç kimseye faydası olmayan “boş iş”ler ise o zaman kendini nasıl gördüğünü tekrar gözden geçirmesinde fayda var. Şayet kendindeki potansiyelin farkında değil, yeteneklerine, gücüne ve imkanlarına kör, hayalleri ve hedefleri başkalarının verdiği sorumluluklar ve mecburi meşguliyetlerden ibaret ise o zaman kendine büyük bir haksızlık ediyor demektir. Dolayısıyla kimseye haksızlık etmeyelim ama en çok kendimize haksızlık etmeyelim.

Sürekli “yapıp ettiklerimi samimi bir şekilde yapmam gerektiği” konusunda tavsiyeler alıyorum. Ama kimse bana nasıl samimi olacağımı söylemiyor. Samimiyet ile içinden geldiği gibi yaşamanın ne farkı var? Nasıl samimi olabilirim?

Samimiyetin kelime anlamı içtenlik. İçinden geldiği gibi yaşama samimi şekilde yaşamak olarak düşünülebilir. Ancak burada samimi bir şekilde yaşama konusunda tavsiye verenlerin ön kabulü için temiz ve güzel olduğu yönündedir. Yani bir insanın içi kirlenmemiş, fıtratında olduğu haliyle temiz olarak muhafaza edilmiş hatta okuyup öğrendikleri, yaşayıp dinledikleri ile daha bir müzeyyen hale gelmiş ise o insan için en güzel tavsiye samimi yani içinden geldiği gibi yaşamasıdır. Yalnız iç tam olarak neresidir ve ne kadar temiz kalmıştır onu bir değerlendirmekte fayda var. İç dediğimiz ve sesini dinlediğimiz acaba aklımız mıdır, kalbimiz midir, nefsimiz midir? Hangisini ne kadar temizleyebilmiş veya temiz tutabilmişizdir? Hangisini ihmal edip sesini kısmış, hangisinden uzaklaşıp duyamaz hale gelmişizdir? Bu soruları iyice düşünüp yapmamız gereken hem kalbimiz hem aklımız hem de nefsimiz konusunda biraz dikkat etmemiz, onların ne halde olduklarının farkına varmamız ve elimizden geldiğince, gücümüzün yettiğince kirletmemeye, temiz tutmaya çalışmamız, son olarak da mümkün olduğu kadar temizleme ve güzelleştirme gayreti içinde olmamızdır.

Bugüne kadar madden ve manen çok yorulduğumu hissediyorum ve artık kendimi yormak istemiyorum. Gerek manevi gücümü gerekse maddi gücümü daha verimli kullanmak istiyorum. Kısacası “kendimi boşa harcamak istemiyorum.” Bu konuda bana tavsiyeler verebilir misiniz?

İnsanın kendisini, enerjisini, ömrünü, heyecanını ve imkanlarını israf etmemesi için yapması gereken esasında çok basit üç tane temel mesele var. Bunlardan birincisi mümkün olduğu kadar sistemli, doğru rutinleri olan ve düzenli bir günlük hayata sahip olmak. İkincisi nereye niye gittiğini bilerek adımlar atmak ve dikkatlice düşünülerek yapılmış hem kısa vadeli hem uzun vadeli programlara sahip olmak. Üçüncüsü ise zararlı işlerden ve insanlardan uzak durmak. Kısaca açmamız gerekirse ne kadar düzenli yaşarsa bir insan o kadar istediklerine zaman ayırmaya bir şekilde imkan bulur. Ne kadar doğru plan yaparak ve nereye neden gittiğini bilerek yürürse o kadar az hayal kırıklığı yaşar ve heyecanı artar. Ne kadar az ümit söndürücü, heyecan öldürücü insanlardan uzak durur, algısını bu tür haber ve olaylara kapatır ve kendini bu anlamda zararlı işlerden uzak tutmaya çalışırsa o kadar doğru insanlarla, doğru işlerin peşinde, doğru düşünce ve niyetlerle yorulmadan hayat yolunda ilerlemiş olur.

Bazı insanlar görüyorum, başlarındaki sıkıntılarından ötürü hiç üzülmüyorlar ve hayatlarına normal bir şekilde devam ediyorlar. Ben de böyle bir motivasyona ve mutluluk duygusuna ihtiyaç duyuyorum. Nasıl başarabilirim bunu?

Elaleme şen görünür dört köşem, bilen bilir kırık yerim neremdir diye güzel bir söz var. Başına sıkıntı gelip hiç üzülmeyen insan yoktur. Üzüldüğü halde kendini perişan etmeyen, devamlı ahlanıp vahlanmayan, önüne gelene derdini açıp uzun uzun anlatmayan, dertlerini bahane edip işinden geri durmayan ya da işini kötü yapmayan insan vardır. Bu insanlar iki temel kabule sahip oldukları için bu şekilde kalabilirler. Bu kabullerden birincisi; kimse için dertsiz, tasasız, sıkıntısız, zorluksuz bir hayat olmayacağını bilmek ve böyle sağlıksız bir beklentiye girmemek; dert ve zorlukla karşılaştığında şaşırıp ne yapacağını bilememekten ziyade duruma adapte olup imkanları doğrultusunda o sıkıntı ve zorlukların en güzel şekilde üstesinden gelmeye çalışmak. İkincisi bu dünyada güzellik ya da çirkinlik, zorluk ya da kolaylık hiçbir şeyin bir insanın hayatında daimi olarak var olamayacağını bilmek, “ bu da geçer ya hû” sözünü çok iyi anlayıp her şeyin geçeceğini bilmek ve dolayısıyla zorluk ya da kolaylık varken kendisinin nasıl davranması doğru ise o şekilde davranmak.

Dönem bitiyor, önümüzde yaklaşık üç aylık bir tatil var. Tekrar genç olsanız bu yazı nasıl değerlendirirdiniz? Biz gençlere ne tavsiye edersiniz?

Ben bu soruyu üç aylık bir tatilden ziyade üç aylık bir fırsat var diye değerlendirmek isterim. Çünkü tatil kelimesi söz konusu olduğunda genelde akla çalışmak, koşturmak, yorulmak gelmiyor. Halbuki gençlik dönemi kadar her saniyenin ve anın kıymetli olduğu ve mutlaka değerlendirilmesi gerektiği bir dönemde üç ay kaçırılmaması gereken harikulade bir fırsattır. Bu fırsatı değerlendirmek herkesin kendi imkanlarına göre değişir ancak hangi konumda, hangi bilgiye, imkana ve ilişkiye sahip olursak olalım mutlaka dikkat etmemiz gereken beş mesele var. Bunlardan birincisi hedefimiz ve idealimiz doğrultusunda bir şeyler yapmaya çalışalım. Hedefimiz ve idealimiz doğrultusunda yapmak istediklerimiz gerçeklerimizle uyuşmuyorsa, gerçeklerimizden bir şeyler biriktirmeye çalışıp hedef ve ideallerimiz doğrultusunda kullanılır hale getirmeye çalışalım. İkincisi mutlaka ama mutlaka hareket edelim. Durmayı, hareketsiz kalmayı, dinlenmeyi düşünmeyelim. Pasif olacağımız, günlerce, aylarca ekranların başına kilitleneceğimiz süreçlerden elimizden geldiğince uzak duralım. Yapacak hiçbir şeyimiz yoksa bile ekran başında olmaktansa amaçsızca yürüyüşe çıkmak bile daha anlamlıdır. Üçüncü olarak okuyalım, okuyalım, okuyalım. Amaçlı okursak daha iyi ama olmasa bile mutlaka okumayı hiç bırakmamak, günlük zihin azığımızı mutlaka almak vazgeçmememiz gereken en önemli işlerden biridir. Dördüncü olarak insan biriktirmeye gayret edelim. Mümkün olduğunca yeni insan tanıyıp, iyi olanlarla ilişkimizi geliştirip, onlardan öğrenmeye ya da onlara öğretmeye çalışalım. Beşinci olarak sanat/zanaat biriktirelim. Her geçen gün yapabildiğimiz işlerin sayısı artsın. İnsan üç ayda sıkı çalışırsa bir sanatın/zanaatin çırağı haline gelebilir. El becerilerimizi ne kadar geliştirebiliyorsak geliştirelim.

Sürekli dillerde dolaşan bir ifade var: Kendini tanımak, kendini bilmek… Çok büyük bir iş sanırım; ne demek kendini bilmek? Nereden, nasıl tanımaya başlayabiliriz kendimizi?

İnsanın kendini tanıması bu hayatta altından kalkılması en zor işlerden biri olsa gerek. Bütün kadim kültürlerde kendini tanımaya önemli bir vurgu yapılmış. Ancak bilmemiz gerekiyor ki kendini tanımak yürüyeceğimiz bir yol, varacağımız bir mesafe değil. Çünkü insan yaşadığı sürece değişir. Her yaş, her dönem, her konum, her iş, her ilişki insanın farklı bir yönünü ortaya çıkartır. Dolayısıyla yaşadığımız sürece kendimi tanıdım bitti, diyemeyiz. Kendini bilmek, kendini tanımaktan biraz daha farklı. Şöyle ki kendini tanımak genişleyen sınırları takip etmeye çalışmak iken, kendini bilmek sabit sınırların nerelerde olduğunu fark etmek veya insanın kendisine sabit sınırlar koymayı öğrenmesi demek. Yani insanın hayatında, kimliğinde ve kişiliğinde değişecek/değişmesi gereken işler, ilişkiler, nitelikler var; kendini tanıma bunları fark edip dönemine paralel bir şekilde değişimi takip edip ayak uydurmadır. Kendini bilme ise insanın hayatında değişmeyecek/değişmemesi gereken işler, ilişkiler ve nitelikleri bilip, öğrenip onları zenginleştirerek muhafaza etmeye çalışmasıdır. Bu iki zorlu işte başarılı olmak için dikkat edilmesi gereken birkaç önemli husus var. Bunlardan birincisi insanın kendi ile yalnız kalabilmesidir. Kendiyle yalnız kaldıkça kendiyle konuşması, kendi hakkında dikkat etmesi, düşünmesi, değerlendirme yapması gerekir. İkinci olarak kendini gözlemesi, nerede nasıl istekleri ve tepkileri olduğunu fark etmesi, kontrol etmesi kolay ve kontrol etmesi güç işlerinin ve ilişkilerinin farkına varması lazımdır. Ona göre kontrol gücünü her ikisi için de öncelik sırasına göre artırmaya çalışacaktır. Üçüncü olarak kendini değiştirmeye, işlemeye ve inşa etmeye açık olması lazımdır. Ben böyleyim, beni seven böyle sevsin, beni böyle kabul edin gibi ciddiyetsiz bahanelerin ardına saklanmadan kendini doğru düşündüğü ve bildiği insan olma yolunda nasıl değiştireceği üzerine adım adım çalışmalıdır. Dördüncü olarak insanın zaman zaman kendi üzerindeki gücünden daha fazla güce sahip olan kişiler en sık ve en severek görüştüğü kişilerdir. Bu insanları da çok doğru seçmeye, nasıl ve ne şekilde onlardan etkilendiğini fark etmelidir.

Sürekli dillerde dolaşan bir ifade var: Kendini tanımak, kendini bilmek… Çok büyük bir iş sanırım; ne demek kendini bilmek? Nereden, nasıl tanımaya başlayabiliriz kendimizi?

İnsanın kendini tanıması bu hayatta altından kalkılması en zor işlerden biri olsa gerek. Bütün kadim kültürlerde kendini tanımaya önemli bir vurgu yapılmış. Ancak bilmemiz gerekiyor ki kendini tanımak yürüyeceğimiz bir yol, varacağımız bir mesafe değil. Çünkü insan yaşadığı sürece değişir. Her yaş, her dönem, her konum, her iş, her ilişki insanın farklı bir yönünü ortaya çıkartır. Dolayısıyla yaşadığımız sürece kendimi tanıdım bitti, diyemeyiz. Kendini bilmek, kendini tanımaktan biraz daha farklı. Şöyle ki kendini tanımak genişleyen sınırları takip etmeye çalışmak iken, kendini bilmek sabit sınırların nerelerde olduğunu fark etmek veya insanın kendisine sabit sınırlar koymayı öğrenmesi demek. Yani insanın hayatında, kimliğinde ve kişiliğinde değişecek/değişmesi gereken işler, ilişkiler, nitelikler var; kendini tanıma bunları fark edip dönemine paralel bir şekilde değişimi takip edip ayak uydurmadır. Kendini bilme ise insanın hayatında değişmeyecek/değişmemesi gereken işler, ilişkiler ve nitelikleri bilip, öğrenip onları zenginleştirerek muhafaza etmeye çalışmasıdır. Bu iki zorlu işte başarılı olmak için dikkat edilmesi gereken birkaç önemli husus var. Bunlardan birincisi insanın kendi ile yalnız kalabilmesidir. Kendiyle yalnız kaldıkça kendiyle konuşması, kendi hakkında dikkat etmesi, düşünmesi, değerlendirme yapması gerekir. İkinci olarak kendini gözlemesi, nerede nasıl istekleri ve tepkileri olduğunu fark etmesi, kontrol etmesi kolay ve kontrol etmesi güç işlerinin ve ilişkilerinin farkına varması lazımdır. Ona göre kontrol gücünü her ikisi için de öncelik sırasına göre artırmaya çalışacaktır. Üçüncü olarak kendini değiştirmeye, işlemeye ve inşa etmeye açık olması lazımdır. Ben böyleyim, beni seven böyle sevsin, beni böyle kabul edin gibi ciddiyetsiz bahanelerin ardına saklanmadan kendini doğru düşündüğü ve bildiği insan olma yolunda nasıl değiştireceği üzerine adım adım çalışmalıdır. Dördüncü olarak insanın zaman zaman kendi üzerindeki gücünden daha fazla güce sahip olan kişiler en sık ve en severek görüştüğü kişilerdir. Bu insanları da çok doğru seçmeye, nasıl ve ne şekilde onlardan etkilendiğini fark etmelidir.

Okulunu bitirip iş arayışına girecek, atanmayı bekleyecek olan gençlere ne tavsiye edersiniz?

Okulunu bitirip iş arayışına girecek arkadaşlara tavsiyem birinci olarak kimseden tavassut beklemeden ne yapmak istediklerine karar verip bıkmadan usanmadan o işle alakalı kendilerini hazırlamaları ve vazgeçmeden mümkün olduğu kadar farklı kapılara başvurmalarıdır. İkinci olarak istedikleri işi bulamıyorlar ya da bir sebeple beklemeleri gerekiyorsa muhakkak başka bir işe çok alakasız bir iş de olsa başlamaları, asla ve asla boş durmamalarıdır. Üçüncü olarak maddiyatı asla birinci plana almamaları, maddi sebepler yüzünden kendilerine uygun işlerden geri durmamalarıdır. Kolay bir şey değil bu söylediğim ama çalıştığı işin maddi imkanları kısıtlı olduğu için zor şartlarda yaşayan ama işine kendini verip çok güzel çalışan ne çok insan gördüm ki uzun zamanlar beklemeden şartları değişip, güzelleşiyor. Yine maddi sebepleri bahane edip, kendini hiç zorlamayan, beklentilerini iş anlamında değil de imkan anlamında en üst seviyede tutan ne çok insan da gördüm ki süreç içerisinde bekledikleri yüzünden kendilerini bekleyen imkanları da kaybettiler.

Yeni bir ders dönemi başlıyor. Başarılı sayılabilecek bir öğrenciyim. Okumaktan değil de başarısız olmaktan çok korktuğum için yoruluyorum. Bu korku-yorgunluk sarmalından nasıl kurtulabilirim?

İnsanın kendisine her daim sorması gereken iki önemli soru var. Ne istiyorum, niye istiyorum? Birinci soruyu genelde soruyoruz ancak sıkıntı orta vadeli isteklerimize odaklanmaktan kaynaklanıyor. İkinci soruyu genelde bildiğimizi zannediyoruz. Bu yüzden çok hatırımıza getirmiyoruz ancak biraz üzerine düştüğümüzde kafa karışıklığımız ortaya çıkıyor.

Bütün bunları biraz daha açmadan önce soralım başarı mı istiyoruz muvaffakıyet mi? Başarı bireysel çabası ile insanın hedeflerine ulaşmasını ifade eder, muvaffakıyet ise insanın gayretini gösterdikten sonra nasip olanın yerini bulmasıdır. Başarıda mutlak, belirli, değişmez bir hedefe yönelik bir arzu vardır. Muvaffakıyette ise bireysel sorumluluğu yerine getirdikten sonra olanın olması istenenden daha iyi olabileceğine inanç ve teslimiyet vardır. Dolayısıyla gönlümüz başarıdan yana olursa çok hayal kırıklığı yaşarız ama muvaffakıyetten yana olursa ne olursa olsun bir tesellimiz olur.

Gelelim iki sorumuza. Öncelikle birincisi; ne istiyorum? Dönem içinde aldığım derslerin sınavlarından yüksek puan almak istiyorum cevabı genelde konuyla ilgili akla gelen ilk cevap oluyor. Bu cevabın öncesini ve sonrasını düşünmeden yani meşhur tabiriyle büyük resmi görmeden söz konusu cevap tatmin etmez. Cevabın öncesini anlamak için şu soruyu soralım. Dönem içinde aldığım derslerin sınavlarından yüksek puan almak için bugün ne yapmalıyım? Herkese göre değişik cevaplar olabilir ama genelde benim duyduğum derslere devam etmeli ve üzerine her gün biraz çalışmalıyım. O zaman ne istiyorum sorusuna cevap verirken bugün derslere devam etmek ve biraz çalışmak istiyorum bölümünü de katmalıyız. Dönem içinde aldığım derslerin sınavlarından yüksek puan almak istiyorum cevabının sonrasındaki cevap nedir acaba? Üniversiteyi iyi bir derece ile bitirmek istiyorum cevabı ya da iyi bir iş bulmak istiyorum cevabı geliyorsa bunlar da yarım cevap yine daha büyük resmi görüp sonrasını sonrasını düşünüp ona göre kısa ve orta vadeli cevaplarımıza yoğunlaşabiliriz.

İkinci sorumuz niye istiyorum sorusuydu. Genelde cevaplar iyi bir iş bulmak için, iyi bir gelir sahibi olmak için, rahat yaşamak için, iyi bir sosyal seviyeye sahip olmak için vs. devam eder. Bütün bunlar çok önemsiz değildirler ancak çok mu önemlidirler? Kafa karışıklığı burada başlıyor. Tabi ki ötesini sorunca düşünüyoruz ancak normal zamanlarda aklımıza hep kısa ve orta vadeli cevaplar geliyor. Aynı günlük hayatta göğe bakmayı hep unuttuğumuz gibi, hep önümüze bakıp öteleri görmeyi atladığımız gibi. O halde ne istiyorum, niye istiyorum soruları üzerinde biraz daha düşünelim. Sonrasında büyük resmi görüp hem bugün, hem yarın hem yarından sonrası için cevaplarımızı bir kontrol edelim. Hem bugünü, hem yarını hem yarından sonrasını görebilirsek, ona göre doğru cevaplar hazırlayabilirsek enerjimiz artacak, teslimiyetimiz çoğalacak, tembelliğimiz ve kaygımız azalacaktır. Ancak unuttukça tekrar hatırlamalı yetmezse birbirimize hatırlatmalıyız.

Bir tarafta okul, dersler diğer tarafta arkadaşlar, eğlence… Ne zaman bir tarafı bırakıp diğer tarafa meyletsem kendimi sorgulamaya başlıyorum. Ne zaman gönül rahatlığıyla bir iş yapacağım?

Sorunun cevabı bakış açısını bir kontrol etmekten geçiyor. Şöyle ki zihnimiz seyrettiğimiz görüntüler, duyduğumuz sözler, konuştuğumuz kelimeler üzerinden şu fikri kabul etmiş durumda. Okul ve dersler ayrıdır, arkadaşlar ve eğlenceler ayrıdır. Bunlar birbiri ile yanyana gelemez, bir şekilde gelirlerse de çok kısa sürer. Mesela okumaktan eğlenmez insan ya da arkadaşlarıyla bir araya geldiğinde derslerine faydası olmaz bu birlikteliğin. Sınav zamanları hariç tabi. Halbuki insan okumaktan, öğrenmekten mutlu olabilir, keyif alabilir, hayatının en eğlenceli işi haline getirebilir. Yeter ki ne okumak, ne öğrenmek istediğine sağlıklı bir şekilde karar versin ve ilk adımların zorluğuna, sıkıcılığına tahammül ederek sonraki tada varabilsin. Ne diyor bir Arap atasözü: “İlmin başı soğandan acı, sonu baldan tatlıdır”. İlk başta zor olacak zihnimizdeki kalıpları yıkmak, bakış açımızı bu konuda tamamıyla değiştirmek, davranışlarımızı ve alışkanlıklarımızı yeniden düzenlemek ama sonrasında belki Yunus Emre gibi diyebileceğiz “ballar balını buldum kovanım yağma olsun” diye. Ancak bu noktada arkadaşlarımızın kim olduğu, bakış açılarının ne yönde olduğu da önem kazanıyor. Arkadaşımız sadece günübirlik gündemlerin sohbetini yaptığımız, yeme içme gezme üzerine vakit öldürdüğümüz kişiler ise onlarla bu yola çıkamayız, ya onları ya da yollarını değiştirmemiz gerekir. Böyle olmadığı sürece bugün var olan rahatsızlık yarın geçer de insan bomboş işlerle ömür tüketir, hiç rahatsız olmaz. Herhalde insanın varabileceği en korkunç yollardan biri bu olsa gerek. Dolayısıyla zihnimiz net olursa gönlümüz rahat olur. Zihnimize öğrenmenin eğlence ile bir olabileceğine, arkadaşlarımızla birlikteliklerimizin hem keyifli hem geliştirici olabileceğine inandıralım.

Yaklaşık 5 senedir “şu geçsin rahatlayacağım, şunu da halledince her şey düzelecek” diyorum ama sürekli karşıma yeni “aşılması gerekenler” çıkıyor. Bitmeyecek mi bu?

Bitmeyecek. Biterse ömür biter. Görece azalabilir ama uzun vadede bu azalma kolaylık mı getirir zorluk mu o da başka bir sorun. Bu noktada iki sözü aklımıza kazıyıp ona göre kendimizi, hayatımızı ve yaşadıklarımızı değerlendirmemiz gerekiyor. Birincisi “rahat yaşayanlar belki hayatlarında çok zorluk çekmezler ama küçük olarak yaşar, küçük olarak ölürler” sözü. Allah akıl vermiş, sağlık vermiş, güç vermiş, milyarlarca insan temiz suya ulaşamazken temiz su vermiş, milyarlarca insan o günün yemeğini bulmayı en büyük hedefi haline getirmişken sayısız rızık vermiş. Bütün bu nimetlere muhatap biri olarak rahat yaşamak için, zorluk görmemek için küçük yaşamayı, bir sinekten faydasız, bir böcekten işlevsiz var olabilmeyi akıllı insan kendine yakıştırabilir mi?

İkincisi “Doğru dua et. Kolay bir hayat isteyeceğine daha güçlü olmayı iste” diyor. Tekerlekli sandalyeye mahkum biri için yürümek çok zor bir iştir. Ama Allah’ın bacaklarına güç verdiği insan için sıradan bir hadisedir. Tutmak, konuşmak, görmek, bir şeyi çiğneyip yutmak hatta nefes almak yapamayanlar için çok zordur ancak güç verilmiş, sağlık verilmiş bir insan zor olduğunu bile düşünmez. Dolayısıyla hiç bir zorluğa direnci olmayan bu yüzden de hep kolaylık isteyen bir insan olmayı hedeflemeyelim kendimiz için çünkü bu hiç olmayacak. Yürümekte zorlanıyorsun diye dünyada yokuş bitmez. O halde dünyada yokuş bitsin gibi hayatımda zorluk çekmeyeyim, aşmam gereken sıkıntılar olmasın beklentilerine girmeyelim. Bunun yerine yokuşu veren Rabbim gücümü artır, sabrımı ve gayretimi çoğalt, gönlümü genişlet diye dua edip her zorluğu kolaylıkla aşabilme beklentisine girmeye gayret edelim.

Bazen istemeden etrafımdaki insanlara karşı kötü duygular besleyebiliyorum. Sonrasında pişman oluyor ve onları sevmeyi istiyorum. Ancak kalbim makine değil, aklım sev dese de kalbimle sevemiyorum. İnsanları nasıl sevebilirim?

Kalbimiz makine değil dolayısıyla ayarlamamız ya da sıfırlamamız mümkün değil ancak kalbimizi terbiye etmemiz mümkün. En çok da sevme ve sevmemem konusunda kalbimizi terbiye etmemiz mümkün hatta zaruri. Bunun için bilmemiz gereken dört önemli nokta var.

Bunlardan birincisi sevmediğimizi niye sevmiyorum konusudur. Sebebimiz bilgi mi, algı mı, dedikodu mu? İnsanların birbirine karşı sevgisizliğini artıracak her türlü davranış (gıybet, suizan, nemime) dinimizce yasaklanmış. Çünkü aslolan sevmeme değil sevmedir. Sevmememiz gereken durumlar, davranışlar ve insanlar da olabilir muhakkak ancak sağlam bir sebebe bağlı olarak sevmediğimizi sevmemeliyiz. Sevmek için çok sebep aramayalım ancak sevmemek için hem çok hem de sağlam sebepler arayalım. Sebeplerimiz asla kesin olarak emin olmadığımız, gözümüzle başka türlü açıklanamayacak şekilde görmediğimiz, güvenilir olduğu muhakkak olan kaynaklardan duymadığımız bilgilere dayanmasın.

İkinci olarak sevmeme sebebimiz kişisel mi yoksa sosyal veya daha geniş anlamda başka sebeplere sahip mi düşünmemiz gerekiyor. Tamamen kişisel sebeplere dayalı ise, yeteri kadar ilgi görmemek, dikkat çekmemek, saygı duyulmamak gibi hamlık içeren temellere sahip ise o zaman sevgisizliğimizi kişilere değil terbiye edemediğimiz bu ihtiyaçlarımıza gösterelim ve onlardan mümkün olduğu kadar uzaklaşmaya gayret edelim. Böylelikle bu sebeplerle sevmediğimiz insanın büyük bir iyiliği dokunmuş olur bize ve onu da sever hale geliriz.

Üçüncü olarak tabi ki herkesi sevmemiz mümkün olmayabilir ancak gerçekten sevgisizliğimizin sağlam bir sebebi yok ve bir türlü de sevemiyorsak o zaman nefret etmeyelim, kötü duygular beslemeyelim, nötr kalmaya gayret edelim. Bu anlamda düşüncelerimizi kötü duygular hissettiğimiz insanlardan uzaklaştıralım. Dünyada herkese yer var ve yaratılmış herkes yaşayıp kendi imtihanını verecek. Bizim bu konuda bir tasarrufumuz söz konusu değil ki kötü duygular besleyip insanlarla alakalı kinlenelim. Şayet kalbimizi en azından nötr hissetme ve sevdiğimiz insanlara odaklanma noktasında terbiye etmez isek besleyip büyüttüğümüz kin eninde sonunda bize pişman olacağımız işler yaptıracaktır. Dolayısıyla mutlaka ama mutlaka sevmesek bile nefret etmeyelim. Haşr Sûresi 10. ayette yer alan duayı da sık sık okumayı ihmal etmeyelim. (Onlardan sonra gelenler: ‘Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma; Rabbimiz! Şüphesiz sen şefkatlisin, merhametlisin’ derler.)

Dördüncü olarak bazı insanları sağlam sebeplerle sevmeyebiliriz. Zalime, haine, ahlaksıza karşı kalbimiz olumsuz duygular taşıyabilir. Ancak bu duygular bir yük gibi kalbimizi ve bizi ağırlaştırıp, ümitlerimizi ve heyecanlarımızı köreltip, bizi hiçbir işe yaramadan devamlı şikayet eden, karamsar bir insan haline getirmemeli. Bilakis bu duygular bizi güzel insanların sayısı artsın, zalim, hain ve ahlaksızın etki alanı azalsın için daha çok çalışmaya, gayret etmeye, mücadele vermeye sevk etmeli. Aksi takdirde kazanan zalim, hain, ahlaksız olur da kaybeden yine biz oluruz.

Hayatımda hep korkularım var. Bu korkuların beni diri tuttuğunu düşünüyorum. Mesela bütünlemeye kalma korkusuyla final sınavına gece gündüz çalışıyorum. Arkadaşım ise bu korku ile sağlıklı bir hayat süremeyeceğimi söylüyor. Sizce kim neden haklı?

Korku temel duygularımızdan bir tanesi ve bütün temel duygularımız gibi hayatta kalmamız için oldukça gerekli ancak duygularımızı yönetemediğimiz zaman var olmamıza değil yok olmamıza yardımcı olur. Bu anlamda korku kaygıya dönüşür, düşüncesi vaktimizi ve enerjimizi tüketir, bizi bir çok alanda işlevsiz kılar ya da ciddi anlamda yavaşlatır veya az işle çok yorarsa problem var demektir. Ancak korku motivasyona dönüşür, bizi harekete geçirir, zorlandığımız halde vazgeçmemize mani olur, üşendiğimiz halde yapmamıza sebep olur ve yorulduğumuz halde devam etmemize yardımcı olursa sorun yok, bu motivasyonu hiç kaybetmeyelim. Ancak mesele daha iyi anlaşılsın diye sorudaki somut örnek üzerinden gitmek gerekirse; tabi ki sınavlarımızla ilgili korku taşıyacağız, bu korku bizi motive etsin ve derslerimize daha çok çalışmamıza yardımcı olsun isteyeceğiz. Ancak okul dönemi boyunca derslere ciddi bir şekilde eğilmeyip sınava çok yaklaşınca korku üzerine korku yaşayarak ders çalışmak kendi kendimize verdiğimiz ciddi bir zarardan başka bir şey değildir. Dolayısıyla sorumluluklarımızı ihmal edip kısa zamanda çok korku yaşayacağımıza motivasyona dönüşmüş mutedil bir korku ile günlük hayatımızda sorumluluklarımızı yerine getirmeli ve korkunun bize fayda getirmesinin peşinde olmalıyız.

Her insanın biricik olduğunu biliyorum. Öyle ise her insanı diri tutacak moral ve motivasyonun kaynağı da biricik ve kişiye özeldir. Peki ben “bana ait olan” moral ve motivasyon kaynağını nasıl bulabilirim, nasıl temin edebilirim?

Moral ve motivasyon kaynağı biricik ve kişiye özeldir ancak bulunup, temin edilecek bir şey değildir. Bilakis üzerinde çalışılıp inşa edilecek bir şeydir. Yani kişi öncelikle ilgisini tespit edecek. Birçok alan, konu, mesele içerisinde en çok dikkatini çekenleri tespit edecek. Sonrasında yeteneğini tespit edecek. Yani herkese kıyasla daha kolay ve daha hızlı öğrendiği, daha iyi ve güzel yaptığı işleri arayacak ve bulacak. İlgi ve yeteneğini arayıp bulurken bir amaç belirleyecek ve bu amacın peşinde bir süre sabırla, gayretle gidecek. Bunu yaparken de sevdiği, beğendiği birini örnek alacak. Bütün bunlar birleşip bir süreç oluştuğunda moral ve motivasyonun halihazırda içinde neşvünema bulduğunu fark edecek. Süreç içerisinde söz konusu moral ve motivasyon ilgisi, yeteneği, amacı ve ilham kaynaklarıyla birleşip kişiye öyle bir hız kazandıracak ki varlık sebebini bulmuş bir insan olarak anlamlı hikayeler biriktirerek ömrünü devam ettirecek.

Üniversite hayatı 12 yıllık eğitim hayatımıza nispeten daha fazla ilgi alanımızla uğraşacağımız, istediğimiz şey üzerine çalışacağımız bir dönem. Bu yüzden üniversite beni hayli heyecanlandırıyor ama üniversite öğrencileri de “Üniversitenin hiçbir şey olmadığını” söylüyorlar. Yani benim aradığım bilim ortamının orada olmadığını vs. Bu durum da beni ümitsiz hale getiriyor? Kendi kendime bu arayışı nereye kadar götürebilirim?

Üniversite eğitimi; üniversite sonrası meslek hayatımıza büyük oranda etki edecek bir süreçtir. Dolayısıyla üniversite eğitimini hiçe saymak doğru olmaz. Ancak hayat boyu etkili olacak bir süreci sadece belli konularla, belli sürelerle ve belli hocalarla kısıtlanmak zorunda olan üniversite eğitimi içine hapsetmek de doğru olmaz. Her alana, her konuya ve her işe dağılmadan eğitimini aldığımız konuda üniversite harici nasıl bilgi ve tecrübe anlamında derinleşebiliriz, uygulama anlamında tecrübemizi artırmak için ücretsiz bile olsa hangi işe girip çalışabiliriz, hangi insanları tanımamızda, okumamızda, takip etmemizde fayda olur, hangi kitapları muhakkak bilmeli ve okumalıyız, hangi yetenekleri muhakkak kazanmalıyız, dünya çapında hangi eğitimleri internet üzerinden alabiliriz, hangi uluslararası tecrübeler sahip insanları dinleyebiliriz sorularının birinci sınıftan itibaren peşine düşüp cevaplarının gereğini dört yıl boyunca yerine getirmeliyiz.

Türkiye şartlarında eğitim almak istemiyorum ama bundan başka da seçeneğim yok. Bu şartlarda alacağım eğitimi nasıl daha faydalı bir hale getirebilirim?

Dünyanın en iyi hocalarının eğitimlerine, sayısız kitap ve makaleye, belgesele, uzaktan eğitim programına hem de ücretsiz olarak ulaşmanın bu kadar kolay olduğu bir dönemde insanın savaş veya afet olmadığı sürece hangi ülkede eğitim aldığının çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Elverir ki kişi çelik gibi bir iradeyle, engin bir ufukla, bitmez bir enerjiyle, sağlıklı bir rehberlik alarak, ulaşabildiği bütün imkanları kullanarak ve belli bir hedefe doğru yürümeyi amaçlayarak kendini geliştirmiş olmak istesin. Bunun ötesinde söylenen sözler mazeret kılıfına girip mantıkla süslenmiş tembellik çeşitleridir.

Ben kelimelerin sihrine, büyüsüne, gücüne inanan bir insanım. Bir kelimenin varlığının ya da yokluğunun insanın hayatını değiştirebileceğini düşünürüm. Hele bazı kelimeler vardır ki varlıkları en büyük zenginlik, yoklukları çekilmez fakirliktir. Herkes için kelimeler, onların zihinlerinde ve kalplerindeki anlamı ve hayatlarındaki önemi değişebilir ama bazı kelimeler vardır ki çoğu insan için önemi değişmez, değişmemeli. İtina kelimesi bence böyle bir kelime.

İtina kelimesini bir düşünelim önce isterseniz. Anlamından önce yerini. Hayatımızda ne kadar var, ne kadar duyuyor, ne kadar konuşuyoruz? Bu önemli çünkü Ahmet Hamdi Tanpınar diyor ki: “Biz evvela kelimeleri öğreniriz. Sonra yaşadıkça teker teker manalarını öğreniriz.” Yani bir kelimenin zihinde yer alması, o kelimeyi bilmek demek değildir. Yaşadığımız zaman o kelimeyi bilebiliyoruz. Önceden itina kelimesini her yerde görürdüm. Esnaf kartvizitlerinde bile vardı. İtina ile tamir edilir, itinayla boya yapılır vs. Artık itina kelimesini ilanlarda bile göremiyorum. Tabi ki yine tamir ediliyor bir şeyler, boya yapılıyor ancak ne kadar itina ile yaptıkları soru işareti. İddiasını kaybetmiş bir emek gibi her iş.

İtinanın bugün yaşadığımız bazı dertlere derman olabilecek kritik kelimelerden biri olduğunu düşünüyorum. Çok güzel bir söz var: “İnsanların sorunları, çözümü görememeleri değil, sorunu görememeleri.” Aslında çözüm basit, görünür, aşikar… Ama bazı şeyleri sorun olarak görmedikleri için, sorunu tam tespit edemedikleri için, çözümü de aşikar olduğu halde görüp, hayatlarına adapte edemiyorlar. İtina böyle bir şey… İtinayı kaybettiğimizi fark edersek, ne kadar önemli olduğunu anlarsak, hayatımıza tekrardan alırsak birçok sorun çözülecek hayatımızda göreceksiniz.

(İyi Gidiyorsun, Mehmet Dinç, Aşina Kitap, 136 sayfa, 1. Baskı Nisan 2019)

Ümit fıtrattandır. Karamsarlık değil. Ümit kalptendir. Karamsarlık değil. Ümit yaşatandır. Karamsarlık değil.

Normal olan insanın ümitvar olmasıdır. Ümidiyle heyecanlanması, neşelenmesi, güç bulması, harekete geçmesidir. Hareketi sonuçsuz kalabilir, gücü tükenebilir, neşesi sönebilir, heyecanı bitebilir. Ancak her şeyin tükendiğini düşündüğü anda ümidi varsa her şey yeniden canlanabilir. Bu yüzden her şey kaybedilse bile ümit kaybedilmemelidir.

Ümidini kaybeden kendini kaybetmiştir. Kendine dair her şeye yabancılaşır. Duyguları körelir, hareketleri azalır, bakışları renksizleşir. Hayatı otomatiğe bağlar. Bir makine gibi yaşar. Akşam uyur, sabah kalkar, yaşamak için yapmak zorunda olduğu işleri ve konuşmaları yapar, yemeğini yer ve uyur. Ümitli biri gelse hastalık gibi ona ümitsizliğini bulaştırır ve buna da ‘tecrübe konuşuyor’ der. Hâlbuki herkesin hayatı, yaşadıkları ve yaşadıklarına yüklediği anlam farklı olacaktır. Dolayısıyla herkesin tecrübesi de farklı olacaktır.

Ümidini kaybeden çevresini kaybetmiştir. Ne gerçek dostu, ne gerçek sevdiği, ne gerçek seveni vardır. Ne o bir kimseden bir şey bekler, ne kimse ondan. Hayata karamsar olduğu için hayatlara da karamsardır, hayattakilere de. O yüzden etrafındaki herkes ya ondan vebalı gibi uzaklaşır ya da onun gibi zehirlenir.

Ümidini kaybeden her şeyini kaybetmiştir. Ne maddi varlığı onu mutlu eder, ne manevi kazancı mesrur. Hayırla bakmadığı için hiçbir şeye, hiçbir şeyin hayrını görmez ya da göremez. Gelen gider, gelecek olan da gelmez.

(Bırakma Kendini, Mehmet Dinç, Aşina Kitap, 160 sayfa, 4. Baskı Mayıs 2018)

İçimde sürekli yaptıklarımı beğenmeyen bir sesi taşıyorum. Bu bazen bir mükemmeliyetçilik ifadesi, bazen gerçekten de kapasitemin altında yapılmış bir işin vicdan azabı, bazen de açıkça kendime düşmanlık şeklinde olabiliyor. Kendimle aramı nasıl düzeltebilirim, işlerimi nasıl yoluna koyabilirim?

İçimizde türlü sesler vardır. Söyledikleri farklı olduğu gibi, söyleyeni de farklıdır. Bu nedenle öncelikle söyleyen kim ona bakmak gerekir. Konuşan duygularım mı, düşüncelerim mi, yoksa kaygılarım, kuruntularım mı ayırt etmek gerekiyor. Bunun için de tabi içimize sık dönmemiz ve seslerini yakından tanımamız gerekiyor.

İnsanın kendinden uzaklaşmasının sınırı yok. Öyle bir noktaya gelir ki başkalarının seslerini içselleştirir de kendi sesi zanneder bir süre sonra. Bu nedenle illa ki kendimizi bilmemiz, içimize dönmemiz, bize ait olanı bulmamız şart. Bize ait olanı bulduktan sonra da olduğu gibi kabul etmek zorunda değiliz. Duygunun sesini de, düşüncenin sesini de terbiye etmemiz gerekebilir. Bunun için de onların beslendiği malzemeyi değiştirmek çok önemlidir. Yani duygumuz düzelsin, düşüncemiz doğrulsun istiyorsak beynimize ve kalbimize ne koyacağımızı iyi değerlendirmek lazım. Önüne gelenin gireceği bir kahvehane ya da boş şeylerin atıldığı bir çöp tenekesi değil ne beynimiz, ne kalbimiz. İçimizdeki sesleri tanıyıp, ayırt ettikten; gerekli olana kulak verip gereksiz olanı susturduktan; seslerin sahiplerini terbiye ettikten; bunun için de beynimize ve kalbimize arıtılmış güzellikleri koyduktan sonra kendimizle aramız da düzelir, işlerimiz yoluna da girer.

Zaman zaman duygularımın aklımın üstünü örttüğü ve beni hata yapmaya sürüklediği oluyor. Bununla nasıl baş edebilirim?

Duyguların aklı örttüğü gibi an gelir düşünce kalbi örter. Her ikisi de zaman zaman hataya sürükleyebilir, yanlış yaptırabilir. Çözümü düşüncelerimize ve hislerimize karşı duyarlı olup biri diğerini kapatmaya çalıştığında erken uyanabilmektir. Bu uyanıklıkla durumu tahlil etme imkanımız varsa tahlil eder, doğru olanı yaparız.

Durumu net tahlil edip, doğru kararlar verme konusunda kafamız karışık, içimiz rahat değilse o zaman güvendiğimiz insanlara danışır, onlardan yardım isteriz. Yalnız güvendiğimiz insanların sadece akranlarımız olması çok iyi değildir. Mutlaka bizden yaşça daha büyük, daha tecrübeli, daha duygusu, düşüncesi oturmuş insanlara da danışmamızda fayda vardır.

Bununla beraber en nihayetinde kim ne derse desin seçimimizden ya da yapacağımızda kalbimizin tatmin olması zaruridir. Bundan iyi hissetmemizi kastetmiyorum, hislerimizle kalbimizin tatmini ayrı şeylerdir. Biz hislerimize değil, kalbimizin tatmin olmasına bakalım.

Yaptığınız bir söyleşide internet bağımlılığının bütün dünyanın ortak meselesi olduğunu, fakat sosyal medya konusunda Türkiye’nin diğer ülkelere oranla kötü bir durumda olduğunu söylüyorsunuz. Bu tespitler bana bütün hesapları kapatıp, “terk-i sosyal medya” mı eylesek diye düşündürdü. Bu diyardan gidelim mi?

Sosyal medya düşündüğümüzden daha çok vaktimizi alıyor, gündemimizi belirliyor, düşüncelerimizi ve duygularımızı şekillendiriyor, hayata bakışımızı ve hayat tarzımızı değiştiriyor. Dolayısıyla muhakkak ama muhakkak sosyal medyanın hayatımız üzerindeki bu gücü ve etkisinin farkında olmamız öncelikli dikkat edilmesi gerekendir.

İkinci olarak sosyal medya ile ilgili süre sınırı koymamız gelir. Yani bir günümüzde sosyal medyaya ayırdığımız, ayıracağımız vakit sınırsız ya da ölçüsüz olmamalıdır.

Üçüncü olarak sosyal medyada kimi niye takip ettiğimiz konusunda kendimize ciddi bir hesap vermemiz ve bize olan uzun vadeli faydaları konusunda kendimizi ikna etmemiz gerekir. Bunun içerisinde “ya işte etraftan haberim oluyor” gibi gereksiz ve anlamsız bir açıklama olmamalıdır.

Dördüncü olarak da bir paylaşım yapmadan önce mutlaka yapacağımız paylaşımın doğru, gerekli ve faydalı olup olmadığını düşünüp tartıp öyle paylaşmalıyız.

Beşinci olarak da “sosyal medyayı hayallerimiz ve hedeflerimizi zorlaştıracak değil kolaylaştıracak şekilde nasıl kullanırız?” sorusunun tatmin edici bir cevabını bularak kullanmalıyız.

Son zamanlarda bir şeyleri hatırlamak, aklımızda tutmak çok daha zor hale geldi. Hatırlama yeteneğimizi nasıl koruyup geliştirebiliriz?

Bir şeyleri hatırlama ile ilgili sorumuz ve sorunumuz çok bu zamanlarda ama öncelikle üç tane soru soralım. Birincisi gerçekten hatırlamamız gerekiyor mu? Maalesef zihnimize o kadar çok yükleniyor ve o kadar çok şeyi aynı anda bilmeye, yapmaya, hatırlamaya çalışıyoruz ki kendimizi bir fani olduğumuzu unutup çok işlevli ileri model bir makine muamelesine tabi tutuyoruz. Yapmayalım, insanız; sınırlarımız, sınırlılıklarımız var. Her şeyi tutmamız gerekmiyor, tutmayalım.

İkincisi tutmamız gerekenleri ve tutmak istediklerimizi ne kadar önemsiyoruz, tutabilmek için neler yapıyoruz. Çok önem verdiğimiz işleri ve insanları ne yapsak unutmuyorsak, hatırda tutamadığımız işleri ve insanları az önemsediğimizi düşünebilir miyiz? Veya çok önem verdiğimiz işleri ve insanları hatırlamak için türlü önlemler alır, çeşit çeşit hatırlatıcı kullanırken hatırda tutmak için hiç bir emek vermediğimiz, hiç bir zahmete katlanmadığımız işleri ve insanları çok önemsediğimizi söyleyebilir miyiz?

Üçüncüsü dedik ya ne olsa insanın sınırları, sınırlılıkları var. Hatırda tutmamız gerekenler hatırımızda kendine yer bulabiliyorlar mı yoksa hatırımız içindeki her şeyin sıkış tıkış ve rahatsız olduğu bir toplu taşıma aracına mı dönüşmüş. Bunlar bir düşünüp, kendimizi bir değerlendirip hatırlamamamız gerekmeyen işleri ve insanları kendimize yük etmeden, hatırlamamız gereken işlere ve insanlara hatırlamamız için hak ettikleri emeği ve hassasiyeti göstererek ve son olarak da illa ki hatırımızı güzelce bir temizleyip sonrasında da temiz kalmasına azami dikkat ederek bir yola girelim bakalım bu sorunu tekrar yaşar mıyız?

“Bırakma Kendini” isimli kitabınızda “Günah işlemek insana özgüven vermez. Serbestçe, rahatça günah işleyenler daha özgüvenli olmaz. Bilakis inandığı halde belli değerlere ve hassasiyetlere sahip olduğu halde günah işliyorsa daha özgüvensiz olur. Kendine rağmen bir hayat yaşıyordur çünkü kalbine rağmen belki aklına rağmen bir hayat yaşıyordur.” diyorsunuz. Kalbimize, aklımıza rağmen hata yapmamızı anlayamıyorum. Neden böyle oluyor?

Aklın ihtiyacı ve gıdası farklı, kalbin ihtiyacı ve gıdası farklıdır. Birbirlerinden farklı süreçler yürütürler ve dolayısıyla farklı sonuçlara varırlar. “önce sola, sonra sağa, yine sola/ bakan akıldır, kalp uzatmaz/ akıl iki kere ikiyi iyice bilir/ kalp ikiyi inkar edecektir” diyor Ahmet Murat. Bu nedenle bir insan aklına ve kalbine rağmen bir hayat yaşıyorsa aklının ve kalbinin gücünün o insana yetmemesinden kaynaklanıyor büyük oranda sorun. Akıl ve kalbin gücünün yetmemesi ise akıl ve kalbin gıdasız ve güçsüz bırakılması, akıl ve kalbin karşısındakilerin ise semirtilerek güçlendirilmesi sebebiyledir. Bu nedenle insan ne kadar aklının ve kalbinin ihtiyaçlarının farkında olursa ve onların gıdasına karşı ne kadar hassasiyet gösterirse aklın ve kalbin sesinin yükselip duyulur hale gelmesi ve sözünün yükselip tutulur hale gelmesi o kadar mümkün olacaktır.

Bununla beraber akıl ve kalbin kötü veya yanlış gıda ile beslenmemesi de bir diğer önemli husustur. Bunun için mutlaka ama mutlaka algıya ve duyguya değerler ve hayaller çerçevesinde bir filtre konmalı ve akıl ile kalbin yanlış besinler sebebiyle zehirlenmesine ve güçsüz kalmasına mani olunmalıdır. Akıl ve kalbin birbirine muhalefeti ise bambaşka bir konu…

Bazen ufacık olaylara çok öfkelenebiliyorum. Sonrasında pişman oluyorum öfkeme fakat ilk anda kontrol edememiş oluyorum bir kere. Öfkemi nasıl kontrol edebilirim?

Ufacık olaylara çok öfkelenme bazen oluyorsa tahammül gücü ile ilgili bir sorun var demektir. Bunun da temelinde sıklıkla psikolojik ve fizyolojik bazı sebepler görülür. Psikolojik sebeplerin başında kişinin çözemeyeceği konulara ısrarla kafa yorması veya sabretmesi gereken konularda sabırsız davranması gelir. Bunun ötesinde psikolojik yorgunluğunu dinlendirecek işlerin ya da ilişkilerin hayatında yer almaması da her halükarda tahammülü azaltıp sonuç olarak ufacık olaylara çok öfkelenmeye sebep olabilir. Fizyolojik olarak da kişinin uyku düzeniyle oynaması, ihtiyaç duyduğu uykuyu alamaması başta olmak üzere bedeninin ihtiyaçlarını sağlıklı yollarla karşılamaması düşünülebilir.

Psikolojik ya da fiziksel olarak ufacık olaylara çok öfkelenmeye sebep olan faktörlerin yanında, kişinin kendisini kontrol etmesini sağlayacak ya da kendini kontrolü kolaylaştıracak değerlerini her daim hatırında tutması da işini oldukça kolaylaştıracaktır. Mamafih sorun bazen ufacık olaylara çok öfkelenme değil de her işe ve kişiye her zaman çok öfkelenme ise orada başka bir sorun vardır ki onu ayrıca ehli ile değerlendirmek gerekir.

İş arkadaşlarım, sosyal hayatımda hiç arkadaşlık kurmayacağım insanlar, işim sebebiyle onlarla görüşmek durumundayım. Onlara karşı tavrım nasıl olmalı?

Karşımıza çıkan her insan ile ilgili öncelikli ölçümüz zarar vermemektir. Hiçbir şekilde kırmamak, incitmemek, işimizi kötü, yanlış ya da eksik yapmayarak onun da zarar görmemesini sağlamak zarar vermemek ile ilgili ilk akla gelebilecek noktalardır. Sonrasında faydalı olabildiğimiz kadar faydalı olmak ölçümüz gelir. Bu çok samimi olmak, devamlı görüşmek vs. anlamına gelmez. Bilakis görüştüğümüz, karşılaştığımız, çalıştığımız zamanlarda güler yüzü, tatlı sözü esirgememek, beraber çalışırken işlerini kolaylaştırmak ve insaflı olmak anlamına gelir.

Bunların ötesinde beraber çalıştığımız insanlar sosyal hayatımızda ilişki kurmaktan imtina ettiğimiz kişiler olsa bile beraber olduğumuz zamanlarda bilgi, ilgi veya tecrübe konusunda alabileceğimiz bir güzellik varsa almaya, verebileceğimiz bir güzellik varsa vermeye çalışırız. Bu noktada bir hususu aklımızdan çıkartmamamız çok önemlidir; iş arkadaşlarımız hayatımızın bir döneminde günümüzün ciddi bir süresini genellikle aynı amaç için geçirdiğimiz insanlardır ve dolayısıyla bize haklarının taalluk etme ihtimali çok yüksektir. Haklarına girmememizi mümkün kılacak en doğru ilişki nasılsa o tür bir ilişki geliştirmemiz gerekir.

Gönüllüyken keyifle yaptığımız işleri, maişetimizi temin için yaparken çok zorlanabiliyoruz. İşin keyfiyeti bile değişmemişken nasıl bu denli farklı olabiliyor?

Sıkılma ve bıkma insanın kendini en çok terbiye etmesi gereken iki önemli konudur. Gönüllüyken keyifle yaptığı işi, maişetini temin ederken zorlanarak yapan kişi muhtemelen sıkılmış veya bıkmıştır. Bu durumun işten kaynaklanan sebepleri yoksa üç tane sebebi olabilir;

Birincisi iş kendisine uygun değildir. Sonuçta gönüllüyken insan her daim aynı işi yapmadığı veya o dönemin ruhuyla o işten sıkılmadığı için sorun olmayan bu gerçek maişetini temin için her gün yapmak zorunda olduğunda ortaya çıkabilir. Böyle bir durum varsa mutlaka ciddi olarak kendini değerlendirmeli ve bu değerlendirme sonucunda gönüllü yaptığı işi maişetini temin için yapmaya uygun olmadığı kanaatine vardıysa hemen başka bir iş arayışına girmelidir.

İkinci olarak heyecan korunması veya sabitlenmesi zor nazlı bir duygudur. Gider gelir, azalır artar. Ama uzun süredir görünmüyorsa ciddi sorunlara sebep olur. Dolayısıyla bu tür sorunlarla karşılaşmamak için heyecanı tazeleyecek insanları, ilişkileri, mekanları ve işleri çalışma rutinimizin ihtiyaca göre günlük, haftalık veya aylık sistemine dahil etmek önemlidir.

Üçüncü olarak sebepler dünyasında sebepsiz kalınmaz. İşimizi yaparken sebebimiz nedir, hangi amacı, gayeyi, hedefi güdüyoruz, hangi rüyanın peşinden gidiyoruz kendimize sık sık hatırlatmamız gerekiyor. Bunu en kolay mümkün kılacak şey ise her gün yeniden niyetlenerek güne başlamak. Gün içinde neyi, niçin, ne düşünce, ne istek ve ne beklenti ile yapacağımızı bize hatırlatacak güzel bir niyetle güne başlamak zorluklarımızı kolaylaştıracaktır.

Mehmet Dinç’ın Yazısı

EBEDİ GENÇLİK DERGİSİ

Comments are closed.