logo

Dünya Edebiyatı

DÜNYA 6

İÇİNDEKİLER

AGATHA CHRISTIEALBERT CAMUSAHMET HAMDİ TANPINAR

CENGİZ AYTMATOF

Emile Zola – Ernest Hemingway

Franz Kafka / Fyodor Dostoyevski

Gabriel García Márquez

Halide Edip Adıvar / Haruki Murakami

Iwan Sergejewitsch Turgenew

Jean-Jacques Rousseau

Maksim Gorki

Mehmed Fuad Köprülü

Mo Yan / Mark Twain

NAMIK KEMAL

NECİP FAZIL KISAKÜREK

PEYAMİ SAFA

REŞAT NURİ GÜNTEKİN

SELMA LAGERLÖF

Vladimir Dimitrijević

William Shakespeare

Rus Roman ve Öykü Yazarı (D. 11 Kasım 1821, Moskova / Rusya – Ö. 9 Şubat 1981, Petersburg / Rusya). Tam adı. Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (Фёдор Миха́йлович Достое́вский  “fyodar mihaylaviç dastayevskiy” şeklinde okunur). Mikhail ve Maria Dostoyevski’nin oğlu olarak 11 Kasım 1821 tarihinde Moskova’da doğdu. Altı çocuklu ailenin ikinci çocuğuydu. Annesi Maria ise bir tüccar kızıydı.

Çocukluğu sarhoş bir baba ve hasta bir anne arasında geçiren Dostoyevski, ilköğrenimini Moskova’da yaptı. Annesi tüberküloz hastalığı yüzünden öldüğü zaman, sert disipliniyle tanınan Petersburg Mühendis Okulu’na gönderildi. Babasının ölümünü burada haber aldı. Okulu başarıyla bitirdikten sonra İstihkâm Müdürlüğü’ne girdi. Bir yıl sonra istifa ederek buradan ayrıldı.

Ordudan ayrıldıktan sonra edebiyata yönelen Dostoyevski’nin ilk kitabı İnsancıklar, 1846 yılında yayımlandı. Bu eserinin ardından yazdığı kitaplarla beklediği başarıya ulaşamayan Dostoyevski’nin umudu kırıldı ve politikayla ilgilenmeye başladı. 1849 yılında devlet aleyhindeki bir komploya karıştığı iddiası ile tutuklandı. Sekiz ay hapishanede kalan Dostoyevski, kurşuna dizilmek üzereyken diğer sekiz tutuklu arkadaşı ile affedildi. Cezası dört yıl kürek, altı yıl da adî hapse dönüştürüldü. Cezasını çekmesi için Sibirya’da bulunan Omsk Cezaevi’ne gönderildi. Burada geçirdiği dört yılın ardından er rütbesi ile hizmete verildi. Subaylığa kadar yükseldi. 1857 yılında Maria Dmitrievna Isayeva ile evlendi. Beş yıl boyunca görev yapan Dostoyevski, 1859 yılında özgür bırakıldı ve Petersburg’a yerleşti.

Petersburg’a döndükten sonra Ezilenler (1861) ve Ölüler Evinden Anılar (1862) adlı eserleri yazdı. Kardeşiyle birlikte iki dergi çıkardı. 1862’de arzuladığı Avrupa seyahatini gerçekleştirdi. Sara nöbetleri ve kumar bağımlılığı yüzünden maddi açıdan darlığa düştü. Bu dönemde Yeraltından Notlar (1864), Suç ve Ceza (1866), Kumarbaz (1866), Budala (1868), Ebedi Koca (1870) ve Ecinniler (1872) gibi eserleri yazdı. Eşinin ölümünden sonra sekreteriyle evlendi. Yeniden borçlandı ve kumarhanelerde gezmeye başladı.

Kızının ölümünün ardından büyük bir sarsıntı geçirdi. Delikanlı (1875), Bir Yazarın Günlüğü (1876) ve Karamazov Kardeşler (1879) adlı eserlerinde yazarlık hayatı boyunca konu edindiği temaları yeniden ele aldı. Karamazov Kardeşler adlı yapıtını üç yılda bitiren Dostoyevski, bir ciğer kanamasıyla yatağa düştü ve 28 Ocak 1881 tarihinde öldü. Dostoyevski için 31 Ocak 1881 tarihinde yapılan cenaze töreninde yaklaşık otuz bin kişi tabutunun arkasından yürüdü. Dünya edebiyatını en çok etkileyen ve en çok okunan yazarlardan biri olan Dostoyevski’nin eserleri birçok 20. yüzyıl düşünürünün fikirlerini derinden etkiledi.

Yazarlık Hayatı

Dostoyevski’nin ilk kitabı olan ve İnsancıklar (Bednye Ljudi) ilk olarak 1846 yılında yayımlandı. Dostoyevski, toplumunu acımasız kurallarında yaşlı bir adamın öksüz bir kıza duyduğu sevdayı iç dünyasındaki derin çatışmalarla işledi. Halkın sıcak ilgisiyle karşılanan bu kitap, eleştirmenlerden de övgüler aldı. Yazarlıkta ün sağladıktan sonra 1846 yılında Gogol esintileri bulunan kitabı Öteki (Dvojnik) yayımlandı. Yazar bu romanda, kendini ortadan kaldırmaya çalışan benzeriyle sürekli çatışma halinde bulunan bir memurun hikayesini anlattı.

1847 yılında ise Ev Sahibesi (Hozjajka) isimli romanı yayımlandı. Dostoyevski bu eseri ile de beklediği övgülerin aksine olumsuz eleştiriler aldı. Dostoyevski, ruhsal çöküntüye düştü ve üzüntüden hasta oldu.

Ancak yazarlığı bırakmayan Dostoyevski, 1848 senesinde Beyaz Geceler (Belye Noçi) ve Bir Yufka Yürekli (Slaboje Sjerdce) adlı kitapları yayımlattı. Bir Yufka Yürekli, yazara itibarını yeniden kazandırsa da beklediği başarıyı elde edemeyen Dostoyevski’nin umudunu kırdı.

Dostoyevski, 23 Nisan 1849 tarihinde devlet aleyhindeki bir komploya karıştığı iddiasıyla sekiz arkadaşı ve ağabeyi ile birlikte tutuklandı. Ölüm cezasına çarptırılan Dostoyevski, sekiz ay hapisanede yattıktan sonra diğer dokuz komplocu ile idam edilecekleri yere götürüldü. Tam kurşuna dizilmek üzerelerken af kararı çıktı. İdam cezası, dört yıl kürek ve altı yıl adî hapis cezasına dönüştürüldü.

Sürgünde geçirdiği dört senenin ardından 1854 yılında kürek cezasından kurtularak er rütbesi ile kışla hizmetine verildi. Semipalatinsk’te zorunlu ikamete mahkum edildi. Burada bulunan Alayın Yedinci Hat Taburunda beş yıl görev yaptı. Subaylığa kadar yükseldi. 1857 yılının Şubat ayında, veremli ve dul Maria Dmitrievna Isayeva ile, subay kocasının ölümünden sonra evlendi. Dostoyevski, Isayeva ile ona acıdığı için evlendi.

1859’da ordudan terhis edilerek Moskova dışında küçük bir yerde kalmaya zorlanan Dostoyevski, özgürlüğüne kavuştuktan sonra Petersburg’a döndü. Kardeşi Mihail ve arkadaşı N.N. Strahov ile birlikte Vremja (Zaman) ve sonra da Epoha (Dönem) adlı dergileri hazırladı. Bu dergilerde Slavcı düşünceyi savunduğunu belirten yazılar yazdı. Ezilenler (Unizenniye i Oskorblenniye) ve Ölü Evinden Anılar (Zapiski iz Mertvogo Doma) ile kendinden söz ettirdi. 1863 yılında arzuladığı Avrupa seyahatini gerçekleştirdi. Sara nöbetleri ve kumar borçları yüzünden sıkıntıya düşen ve yayımcılardan yazmadığı romanların avanslarını alarak yaşayan Dostoyevski, Yeraltından Notlar adlı yapıtı 1864 yılında yayımlandı. Romanda bir zihnin derinliklerine indi. Suç ve Ceza (Prestupleni i Nakazani) ve Kumarbaz (İgrok) adlı yapıtları 1866 yılında yayımlandı.

Dostoyevski, Suç ve Ceza’yı 1858 yılında Semipalatinsk’te bulunduğu zaman Roussky Slovo dergisi için uzun bir hikaye olarak tasarlamıştı. Bunun nedeni, Sibirya’dan ayrılana dek roman yazmama kararı almasıydı. Dostoyevski, bu eserinde bir Rus aydını olan Raskolnikov’un kendi doğrusu adına işlediği cinayetleri ve vicdanıyla hesaplaşmasını konu edindi. Yazar, küçük bir otel odasında ve kötü bir ekonomik durumla yazdığı Suç ve Ceza’yı 1866 yılında tamamlamıştı. Dostoyevski’nin yazdığı Budala (Idiot) eseri 1866, Ebedi Koca (Veşnı Muzh) 1870, Ecinniler (Besı) 1872 yılında yayımlandı. Bütün bu başyapıtlar birbirinin izledi. Karısı öldükten sonra sekreteri Anna Grigoriyevna Snitkina ile evlendi.

Yeniden borçlanan ve kumarhanelerde dolaşmaya başlayan Dostoyevski, bir kız çocuk sahibi oldu. Ancak kızı fazla yaşayamadı ve doğduktan kısa süre sonra öldü. Dostoyevski de bu yüzden büyük bir sarsıntı geçirdi. 1875’te Delikanlı (Podrostok), 1876’da Bir Yazarın Günlüğü (Dnevnik Pisatelja) ve 1879’da Karamazov Kardeşler (Brat’j Karamazovi) adlı romanları yayımlandı. Hayatı boyunca eserlerinde işlediği temaları yeniden ele aldığı, insan duygularının derinliğine inen eserler yazan Dostoyevski, Karamazov Kardeşler’de Ivan ve Alyosha Karamazov adlı karakterler için filozof Vladimir Sergeyevich Solovyov’dan ilham aldı. Zosima ve Alyosha’nın öne çıkacağı Bir Büyük Günahkarın Yaşamı adlı eseri tamamlayamadı.

1881 yılının Ocak ayında bir ciğer kanaması geçirerek yatağa düştü ve 28 Ocak 1881 tarihinde öldü. Dostoyevski için 31 Ocak 1881 tarihinde yapılan cenaze töreninde yaklaşık otuz bin kişi tabutunun arkasında yürüdü.

Biyografya

  • İnsan bir gizemdir: Eğer tüm yaşamını onu çözmekle geçirsen, zamanını boşa harcamış olmazsın. Ben kendim bu gizemle meşgul oluyorum, çünkü ben bir insan olmak istiyorum.
  • Benim İsa’ya inanışım ve itirafım bir çocuğunki gibi değil. Benim şükrettiğim şey bir kuşku ocağına doğmak.

Eserleri

İnsancıklar (1846)

  • İnsanın hırsız olması için başkasına ait eşyayı çalması gerekmez; başkasına ait sırları çalmak da hırsızlıktır. Hem de hırsızlığın en bayağısıdır.
  • Edebiyat çok iyi bir şeymiş; Derin ve öğretici! İnsanın kalbine güç veriyor. Edebiyat bir resme, daha doğrusu hem resme, hem aynaya benziyor. İhtiraslar, ifade, çok ince tenkit, faydalı dersler vesikalar.

Beyaz Geceler (1848)

  • Mutsuzken başkalarının mutsuzluğunu daha güçlü hissederiz; duygular parçalanmaz, yoğunlaşır.
  • Herkes gerçekte olduğundan daha sertmiş gibi görünmeye çalışır, sanki herkes açıkça dışa vurunca duygularıyla alay edileceğinden korkmaktadır.
  • Yitirilen şey geri gelmez. Ağızdan çıkan söz de öyle.
  • Sizi kırdım, ama biliyorum -eğer seviyorsanız, kırgınlık uzun zaman kalmaz akılda, ve siz beni seviyorsunuz. –Naştenka
  • Ancak gençken yaşanabilecek olağanüstü gecelerden biriydi, sevgili okuyucu. Gökyüzünün aydınlığına, yıldızların parıltısına bakıp da “Böylesine güzel bir gökyüzü altında, gerçekten kötü insanlar, öfkeli ve hırçın insanlar nasıl bulunabilir!” diye düşünürsünüz. Bu düşünce yine gençlik düşüncesidir. Dilerim sizin yüreğiniz de olabildiğince uzun bir zaman genç kalsın.
  • Toplayacağınız çalı çırpıyla yakacağınız ateş soğumuş kalbinizi ısıtmaya, ruhunuzu yeni bir alevle canlandırmaya, kanınızı damarlarınızda eskisi gibi hızla dolaştırmaya, gözlerinizi yaşla doldurmaya asla yetmeyecektir.

Suç ve Ceza (1866)

  • Yeni bir adım atmak, yeni bir kelime söylemek, insanların en fazla korktuğudur.
  • Acı ve ızdırap daima büyük bir zeka ve derin bir yürek için kaçınılmazdır. Gerçekten büyük insanlar, sanıyorum ki, yeryüzündeki en büyük üzüntüye sahiptir.
  • Onurlu ve duyarlı insanlar dürüstçe kendilerini anlatırken iş adamları kulak kesilir ve sonra da bunu kendi çıkarları doğrultusunda kullanırlar.

Kumarbaz (1867)

  • Gerçekten de oyun masasına bir an olsun kuruntuya kapılmadan dokunmak hiç mümkün değil mi?
  • Gerçek bir centilmen tüm servetini bir anda yitirse bile yine de soğukkanlılığını bozmayacaktır. Para centilmenliğin öylesine uzağındadır ki, bunun lafı bile olmaz.
  • İnsan en iyi dostunu burnu sürtmüş bir durumda görmekten gerçekten de hoşlanır; dostlukların büyük bölümü böyle bir mahçubiyet üzerine kuruludur, tüm aklı başında insanların bildiği eski bir gerçektir bu.

Budala (1869)

  • Bu dünyada iki tür insan vardır: Biri önem taşıyanlar, diğeri taşımayanlar.
  • Param olduğunda, benim de son derece orijinal biri olduğumu göreceksiniz. Paranın en bayağı, en iğrenç yanı insana yetenek bile verebilmesidir. Dünya batana kadar da vermeye devam edecektir.
  • Ukala insanlara toplumun belli kesimlerinde kimi zaman, hatta çoğu zaman rastlanır. Herşeyi bilirler. Zamanımızın bir düşünürünün dediği gibi, yaşamda ilgi duydukları daha önemli şeyler ve görüşleri olmadığından, zekalarının, yeteneklerinin tüm ilgisi tek yöndedir.Gelgelelim, Her şeyi bilirler derken burada oldukça sınırlı bir alanın kastedildiğini bilmek gerek: Falanca nerede çalışıyor, kimleri tanır, malı mülkü ne kadardır, vali olarak nerelerde görev yapmıştır, karısı kimlerdendir, ne kadar drahoma getirmiştir, kuzeni kimdir, uzak akrabaları kimlerdir, vb. vb…

Wikiquote

Maksim Gorki adıyla bilinen Alexei Maximovich Peshkov, Sovyet devrimci edebiyatının babası ve sosyalist gerçekçilik doktrininin kurucusu olarak kabul edilen bir Rus yazardır. Zor bir çocukluk geçirmiş, başarılı bir yazar olmadan önce yaklaşık on beş yıl boyunca sık sık iş değiştirmiştir. İşte kısaca Maksim Gorki’nin hayatı ve ölümü…

Aleksey Maksimovich Peshkov, 28 Mart 1868’de Rusya’ nın Nizhny Novgorod şehrinde doğdu. Gorki erken yaşta babasını kaybetti, üvey babası tarafından dövüldü ve annesi öldüğünde 11 yaşında yetim kaldı. 1880’de on iki yaşında evden kaçtı. Aralık 1887’de intihar girişiminden sonra, sık sık iş değiştirerek beş yıl boyunca Rusya İmparatorluğu boyunca yürüyerek gitti. Geçimini sağlamak için çeşitli işlerde çalıştı. 

Gorki, 1890’larda yazmaya başladı. Maksim Gorki takma adını kabul etti. Gorki Rusça’da ‘acı’ anlamına gelir. 1892’de ilk kısa öyküsü “Makar Chudra” çeşitli dergilerde yayınlandı ve büyük beğeni topladı. Daha sonra 1895’te “Chelkash”, bir hırsız ve bir köylü çocuğu hakkında kısa bir hikaye yayınlandı. Gorki tüm yazılarında, yoksulluk içinde yaşamaktan kazandığı deneyimleri kullandı. Onun bakış açısı ülke çapında büyük beğeni topladı. 1898’de Gorky’nin “Eskizler ve Öyküler” adlı yazılarından oluşan bir koleksiyon yayınlandı. Anton Çehov ve Leo Tolstoy ile arkadaş oldu ve daha sonra anılarını kaleme aldı. “Alt Derinlikler” adlı oyunu Çehov tarafından büyük övgü aldı. Oyun, 1902’de Avrupa ve ABD’de başarıyla oynandı.

Maksim Gorki ve Vladamir Lenin

Gorki, 1905 Rus Devrimi sırasında yaptığı eylemlerden dolayı hapsedildi. 1906’da Avrupa ve Amerika’da yaşamaya gitti ve 1913’te Rusya’ya döndü.  Bolşevikler ve Vladimir Lenin ülkenin kontrolünü ele geçirdiğinde oradaydı. Bolşevikleri eleştirdiği için Gorki 1921’de Rusya’dan ayrılmak zorunda kaldı. 1924’te İtalya’nın Sorrento kentine yerleşmeden önce Avrupa’yı dolaştı. Orada otobiyografik üçlemesini yazmaya başladı. 1928’de tekrar Rusya’ya döndü. Gorki’nin İtalya’dan dönüşü Sovyet zaferinin büyük bir propagandası haline geldi ve Gorki’ye Lenin Nişanı verildi. Ancak Stalinist baskı arttıkça Gorki, evinde bir nevi hapis hayatı yaşadı.

Gorki, 1936 yılının Haziran ayında öldü. Gorki’nin cenaze töreninde tabutu taşıyanlar arasında Stalin ve Molotov da vardı. Gorki’nin ölüm sebebiyle ilgili zehirlenme iddiaları konuşuldu ama kanıtlanamadı.

ONEDİO

Romanları

* 1899, 1983- Foma 

* 1906, 1979- Ana 

* 1910, 1984- Matvey Kojemyakin 

* 1936, 1975- Klim Samgin’in Hayatı 

* 1977- Artamonovlar 

* 1901, 1967- Küçük Burjuvalar

* Arkadaş

* Fırtınanın Habercisi

* Çocukluğum

* Üçler 

* Soytarı

* Ekmek İşçileri * İki Kafadar ve filer * Düşkünler * Ekmeğimi Kazanırken * Benim Üniversitelerim * İnsanlarımız * Danko’nun Yüreği * Muhbir

  • Önemli olan insanların düşünmeyi öğrenmeleri. O zaman gerçeğe giden yolu kendileri bulabilirler.
  • Ne kadar az bilirsen, o kadar iyi uyursun…
  • Aklının zincirlerini koparan kimseler gerçek insanlardır.     
  • Yalnızlık, zayıf bir kişi için yeryüzündeki en dayanılmaz acıdır…    
  • Her yürek kendi şarkısını söyler…
  • En çok gülenler en çok acısı olanlardır.
  • İnsan ufacık bir mutluluğu sindirmişse, hiç bir zaman dertlenmez.
  • İnsan iyi yürekli olunca hiçbir zaman yalnız kalmaz. Her zaman arayanları bulunur…
  • Yalan kölelerin ve patronların dinidir… Doğruluk özgür insanın tanrısıdır.
  • Dünyanın gösterişli halleri, yapmacık çıkarcı insanları çekmiyor dikkatimi..Bana bi parça; yüreği güzel, samimi insan lazım.
  • İnsan gereksinimleri ne kadar azsa o kadar mutlu olur. istekleri çoğaldıkça özgürlüğü azalır.
  • Bence Dünyada iki ulus vardır, zenginler ve yoksullar!
  • Kapitalistleri seviniz; çünkü sizin kuvvetinizi yiyip yutuyorlar; kapitalistleri seviniz; çünkü dünyanızın bütün hazinelerini boşu boşuna mahvediyorlar; Kapitalisti seviniz; çünkü kapitalistin kilisesi, düşünceleri sizi kara cahilliğin karanlıkları içinde tutmaktadır…!
  • Gece karanlığında mum neyse kitap da odur.
  • Kitap, dostum, içinde hoş, yararlı her şeyin olduğu güzel bir bahçe gibidir.      
  • Okumak ve yazmak; vicdani sorumluluğun yüklendiği, duyarlı insanların girişimidir.
  • Özgürlük ve yaşam bunları her gün kazanmak zorunda olan kimsenin hakkıdır.    
  • Halkın zihnini kurutuyorlar ve hiçbir şey anlamaz hale getiriyorlar.    
  • Haklı olanlar ve gerçekler kanla boğulmaz, bunu da öğrenin!  
  • Kelimeler, dostum, bir ağacın yaprakları gibidir.
  • İnsan ne şekilde yaşarsa, o şekilde düşünür.
  • Hayat küçük ölçeklerdede mükemmel olabilir.
  • Çalışmak bir keyifken, hayat zevktir; çalışmak görevken hayat köleliktir.    
  • Benim görüşüme göre bu dünyada elde edebileceğin bir zerre adalet yok.
  • Bizim adalet terazisi yalnız bir tarafa ayarlı.
  • İnsanlar düşünmeyi öğrendiler mi, düşüne düşüne gerçeğe ulaşmayı da öğrenirler elbet.
  • İnsan sevdiği işte çalışınca hayat bir eğlencedir, sevmediği bir işte çalışınca ise kölelik.
  • İnsanlar birbirlerine egemen olmak isterler ama, kendi kendilerinin bile efendisi değillerdir.
  • İnsan iyi yürekli olunca hiçbir zaman yalnız kalmaz. Her zaman arayanları bulunur. Hiçbir zaman dertlenmez…
  • İyi bir insan aptal da olsa iyi olmayı sürdürebilir ancak kötü bir insan beyin taşımak zorundadır.
  • Köylü ile zengin, katran ile su gibidir. Bir yerde buluşamazlar, sürekli olarak biri ötekini atar.
  • Yaşam böyle! Eskiden insanlara kızardım. Sonra düşündüm, gördüm ki, kızmaya değmiyor.
  • Zavallı gelecek! İnsanlar, ona öyle çok umut besliyorlar ki, gerçekleştiğinde bütün çekiciliğini yitiriyor!
  • Hepimiz alışkınız güçlüklere acılara. Çile çekmek bizim doğal ortamımız. Elbise gibi giyeriz onu , onunla soluk alırız.     
  • İnsan kılığına girmiş hayvansı ”yol arkadaşlarıyla” çepeçevre sarılı yaşamak kaçınılmaz olduğu sürece yaptığımız her şey üfürükle yıkılacaktır.
  • Dünyanın gösterişli halleri, yapmacık, çıkarcı insanları çekmiyor dikkatimi. Bana bir parça, yüreği güzel,samimi insan lazım.
  • Aldanma diye birşey yoktur! Sadece biraz fazla güvenmek vardır. Ve insani aldandığı değil, en çok güvendiği aldatır.
  • Yaşam, insanların bastıramadıkları daha iyiye ulaşma istekleri yüzünden hep yeterince kötü olacaktır.
  • Devrim; eli hamurdan çıkmayan analar, bacılarla gerçekleşecektir.
  • Düşüncelerini önyargılar zincirinden kurtaranlar için hapishane diye bir şey yoktur.
  • Yardım et! Okuyana gün yüzü göstermeyecek kitaplar ver bana.
  • Öfke buz gibidir, havalar ısınır ısınmaz hemencecik erir gider!
  • Her yeni zaman kendi kanununu getirir.
  • Her aptallığa kızmaya insanın ömrü yetmez…
  • Yaya giden, at sırtında gidene uygun bir yol arkadaşı olamaz.
  • Her şeyden yoksun olunca insan küçük şeye bile sevinir!
  • Herşey çok basit olunca hemen aptal oluverirsiniz.
  • Her şeyden bol bol varken niye açım? Her yerde bunca akıl varken niye aptal ve cahilim ben? Zengin- yoksul ayrımı yapmaksızın tüm insanları seven, koruyan Tanrı hani nerede? Evet, soruyor, soruyor ve sürdürdüğü hayata başkaldırıyor.
  • Ama nerden bilebilirdim ki onca düşmanım içinde beni dostum vuracak.
  • Ölü doğmuş çocukları ! Size bu ölü yaşamı hazırlayan “sermaye sahibi egemen sınıftır”, bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir.
  • Yüreğin yarısında sevgi, öbür yarısında nefret…Buna yürek mi denir?
  • Bir kadının terbiyesi, birisiyle tartıştığı zaman belli olur.
  • Hayatta hiç kimseye tam anlamıyla güvenme! Unutma ki; beyaz gülün bile gölgesi siyahtır.
  • Söylenmesi gereken bir şey, her zaman çekinmeden söylenmelidir.
  • Gezip görecek, hayatın tadını çıkaracak, sonra da yatıp öleceksin…
  • Arada içimizdeki çocuk adına çocuk kitaplarına dönmeliyiz.
  • Bizi yargılayacak olan çocuklarımızdır.
  • Çocukluk iyi de geçse, kötü de geçse cennettir.
  • Hünerine olduğu gibi, kusuruna da sahip çıkacaksın.
  • İyi bir insan için yaşamak zor, ölmek ise kolay.
  • Değerinizin ölçüsü de düşmanlarınıza göre değil, ‘dostlarınıza’ göredir..
  • Geçmişin arabalarıyla hiçbir yere gidemezsiniz.
  • En acımasız düşmanımız, geçmişimizdir.
  • Çoğu çağdaş yazar yazdıklarından çok içerler.
  • Unutma; insanlar bilgi değil, avuntu isterler…
  • Yaşamayı bildin mi insanlar seni kıskanırlar, kudururlar. Bilmedin mi seni hor görürüler.
  • Madem bazı şeyleri anlamaya başladınız, o zaman yararlı şeyler yapmaya başlamalısınız.
  • Huzur denilen o şeyin her santimine ihtiyacım var bu aralar. Bana biraz bahar gerekiyor. Çok üşüdüm…
  • Kapitalisti seviniz; çünkü kapitalistin kilisesi, düşünceleri sizi kara cahilliğin karanlıkları içinde tutmaktadır…!
  • Ateş karşısında bozulmayan Altın, Altın karşısında bozulmayan Kadın, Kadın karşısında bozulmayan Erkek; KALİTELİdir.
  • Bir sürü dostunun içinde, elbet düşmanların olacak ama unutma ki, onca düşmanın içinde belki seni dostun vuracak.
  • Hiçbir şey insan kişiliğini dış koşulların gücüne itaat etmek ve sabretmek kadar korkunç bir şekilde sakatlayamaz.
  • Yoruldum; ayağımın değil, yüreğimin götürdüğü yerlere gitmekten. Sustum; dilimdekileri değil, yüreğimdekileri söyleyememekten .
  • Size bu ölü yaşamı hazırlayan “sermaye sahibi egemen sınıftır” bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir.
  • Yüreğinin götürdüğü yerde kırılırsın. Aklının götürdüğü yerde yanılırsın. Yüreğin aklına, aklın yüreğine uymaz Daralırsın….  
  • Azıcık mutluluk herkes için iyi olur. Ama hiç kimse azıcık mutluluk istemez. Ve mutluluk ne kadar fazla büyük oldu mu, değeri de o kadar azalır.
  • Aslında bir insanın gözyaşı, gülüşünden daha samimi ve tatlıdır. Çünkü unutma, her gülüşün altında bir ihanet saklıdır.
  • Kitaplar kendinize ve başkalarına saygı duymayı öğretecek, yüreği ve aklı, dünya ve insanlık sevgisiyle dolduracaktır.
  • Yüreğinde dünyadaki insanları birleştiren sözü taşıyan insan her zaman kendisini kucaklayacak insanlar bulacaktır. her zaman!
  • Kararı halk verir. Onunla birlikte her şey başarılabilir. Yalnız, onu bilinçlendirmek gerek, çünkü bilincini geliştirecek özgürlüğe sahip değildir.
  • Öğrenmek sonra da başkalarına öğretmek. Biz işçiler okuyup öğretmeliyiz. Yaşamın bizim için neden bu kadar zor olduğunu bilmeli ve anlamalıyız.
  • Mutluluğu elinizde tuttukça, daima küçük görünür. Ancak bir kere gittiğinde ne kadar büyük ve değerli olduğunu anlamaya başlayacaksınız.
  • Eğer ciddi bir şey yapacak gücünüz varsa, ucuz şeylere alışmayın. Daha çok çalışın, okuyun ve insanları gözleyin, sinirlenin. Ve sonra, sanatçı olmaya karar verirseniz gücünüzü sakınmayın!     
  • Acılardan mutlaka nefret etmek gerekir; çünkü onları yok etmenin tek yolu budur. Acı insanı, o büyük ve trajik varlığı alçaltıyor.   
  • Herkesi öldürüyoruz, sevgili dostum, kimini kurşunlarla, kimi sözlerle, kimini yaptıklarımızla. İnsanları hiç fark etmeden, hiçbir şey hissetmeden mezara yolluyoruz,    
  • İnsanlar hep hasta, sakat düşmüş, yaşamaktan korkuyorlar; hallerine bakılınca sanki bir sis içinde geziyorlar sanılır, herkes kendi acısından, kederinden başka bir şey bilmiyor…
  • Diğer insanlar gibi düşünmeye, onlar gibi yaşamaya, onlar gibi hissetmeye başlasanız da fark etmiyordu. Bu sefer de böyle davrandığınız için sizi kınarlardı. İnsanoğlu işte…
  • Yaşamda kararlı oturmuş hiçbir şey yoktur, her şey sürekli dalgalanmakta, değişmektedir: Doğar, çürür, ölür. Neden?.. Amaç nedir?.. Kocaman bir Hiç..  
  • Yoldaşlar! Dünya’da bir çok ulus vardır, diyorlar. Almanlar, ingilizler, yahudiler, tatarlar… Ben buna katılmıyorum. bence sadece iki ulus vardır, uzlaşmaz iki sınıf: Zenginler ve yoksullar!
  • Yalan olduğunu bilsen dahi, inanacaksın insanoğluna.Yani dinleyeceksin onu, ne için yalan söylediğini anlamaya çalışacaksın. Bazen yalan insanın özünü gerçeklerden daha fazla açığa vurur.
  • Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıklar yüzünden yaşamaya karşı ne bir sevgi, ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen, her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren, gecelerini bir sıkıntı yorganının altında yalnız ya da yanındaki yabancı gövdeyle geçiren bütün ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları… Size bu ölü yaşamı hazırlayan “sermaye sahibi egemen sınıftır” bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir…

Vikisöz

CEMİL MERİÇ

Sen çok sev de bırakıp giden yar utansın.

Yanında olduğum zaman değerimi bilmezsen; değerimi bildiğin gün beni yanında bulamazsın…

Tereddüt edersen bacakların seni taşımaz… “Yürüyeceğim” de bas ve yürü…

Aldığımız nefesi bile geri veriyorsak, hiçbir şey bizim değil.

Kendini dünyalar kadar değerli zannedenlere kısa bir not! Dünya beş para etmiyor.

Kurban olduğum Allah’a bile günde beş vakit ulaşılabiliyorken, kendini ulaşılmaz sananlara selam olsun.

Kimileri vardır aşın en yücesine layıktır. Kimileri vardır aşkın en yücesini versen de aşağılıktır.

Devler gibi eserler bırakmak için, karıncalar gibi çalışmak lazım.

Adamlık cinsiyet değil şahsiyet meselesidir.

Çok sıkıldıysan hayattan bir mezarlığa git. Ölüler iyi bilir; Yaşamak güzeldir.

Her ağızda, her telde fanilik diriltisi , sonunda tek bir şarkı, tabutun gıcırtısı !!

Benim ayağımın altıda müsait başımın üstüde nerde olacağını sen belirle..

Hayatın çilesine tahammül gerek, değil milki sefa ile cefa müşterek? Sizce ağlamak için gözyaşı mı gerek, bazen dertliler de ağlar ama gülerek.

Bana çağdışı diyorlarmış. Ne büyük bir onur! Ben bu çağın dışında kalmayayım da, içinde mi boğulayım.

O ve Ben adlı otobiyografisinde kaydettiğine göre 25 Mayıs 1905’te İstanbul Çemberlitaş’ta cinayet mahkemesi reisliğinden emekli büyük babası Mehmed Hilmi Efendi’nin konağında doğdu. Babası Mekteb-i Hukuk mezunu ve bazı memuriyetlerde bulunmuş Abdülbâki Fâzıl Bey, annesi Mediha Hanım’dır. Baba tarafından Maraşlı olan Kısakürekoğulları ailesinin kökü Dulkadıroğulları’na dayanmaktadır. Asıl adı Ahmed Necip olan Necip Fazıl okuma yazmayı büyük babasından öğrendi. Çeşitli okullarda kesintili ve düzensiz bir öğrenim hayatı geçirdi. Önce Gedikpaşa’da bir Fransız, sonra aynı yerde bir Amerikan mektebinde, Büyükdere Emin Efendi mahalle mektebinde, Büyük Reşid Paşa Numune, Vaniköy Rehber-i İttihad mekteplerinde okuduktan sonra Heybeliada Numune Mektebi’nden mezun oldu. Aynı yıl Heybeliada Bahriye Mektebi’ne kaydoldu. Burada da beş yıl okudu, ancak diploma alamadan ayrıldı. 1921’de İstanbul Dârülfünunu Felsefe Şubesi’ne yazıldı. Bu öğrenimini de tamamlayamadan kazandığı devlet bursu ile felsefe tahsili için Paris’e gitti. Fakat Paris’te de düzenli bir öğrenci olamadı, kısmen sanat çevrelerinde bulunduysa da kendini daha çok eğlenceye ve bohem hayatına verdi.

Türkiye’ye dönüşünde İstanbul ve Anadolu’da bazı bankalarda memuriyet ve müfettişlik yaptı. Bir Fransız mektebinde, Ankara Devlet Konservatuvarı’nda, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde ve Robert Kolej’de çeşitli dersler okuttu. Bu arada felsefe öğrenciliğinden beri girmiş olduğu basın çevresini daha çekici ve eser vermeye daha uygun bir ortam olarak gördüğünden 1942’den itibaren memuriyetlerini bırakıp geçimini yazılarından ve yayıncılıktan sağlayamaya başladı. Son yıllarına kadar Büyük Doğu dergisinin ve Büyük Doğu yayınlarının sahibi ve yazarı olduğu gibi bazı günlük gazetelerde fıkra ve makaleleri de yayımlanmaktaydı.

Necip Fazıl, ilk şiir denemesinin Millî Mücadele yıllarında on üç-on dört yaşlarında iken Tercüman gazetesinin edebî ilâvesinde çıktığını ifade eder. Bilinen ilk şiiri ise 1 Temmuz 1923 tarihli Yeni Mecmua’da yayımlanan, daha sonra Örümcek Ağı kitabına “Bir Mezar Taşı” adıyla girecek olan “Kitâbe” başlıklı şiirdir. Bu tarihten başlayarak 1939’a kadar Yeni Mecmua, Millî Mecmua, Anadolu, Hayat ve Varlık dergileriyle Cumhuriyet gazetesinde şiirleri ve hikâyeleri çıkar. Özellikle dönemin seçkin dergilerinden olan Hayat’ta yer alan şiirleriyle dikkati çeker ve hakkında takdir yazıları yayımlanır. İlk şiir kitapları olan Örümcek Ağı ve Kaldırımlar bu yıllarda yazdıklarından seçmeleri ihtiva eder. Kaldırımlar kitabına adını veren uzun şiiri kendisine “Kaldırımlar şairi” olarak şöhret kazandırmıştır.

II. Dünya Savaşı’ndan biraz önce başlayarak savaş yıllarında fıkra yazarlığı yapan Necip Fazıl önce Haber, ardından Son Telgraf gazetelerinde “Çerçeve” genel başlığı altında yazılar yazmıştır. Bir dünya savaşı çıkmayacağı kanaatini benimseyen Türk basınının bu tutumuna karşı aksi fikri savunan Necip Fazıl bu yazılarının büyük bir kısmını Çerçeve adlı bir kitapta yayımlamıştır (1940). Son Telgraf’ta fıkra yazarlığı devam ederken yeni bir dergi çıkarma teşebbüsüne girer. Siyasî, fikrî, edebî karakterdeki Büyük Doğu 1 Eylül 1943’te çıkar. Değişik boyutlarda, çoğu haftalık, birkaç defa aylık ve günlük gazete olmak üzere Necip Fazıl’ın ölümüne yakın yıllara kadar aralıklarla devam eden derginin son sayısı 5 Haziran 1978 tarihini taşımaktadır. Dönemin mevzuatına göre siyasî yazılarından dolayı zaman zaman kapatılan, toplatılan, takibe uğrayan, bazen de sahibi tarafından yayımı tatil edilen Büyük Doğu çıktığı yıllarda sansasyonel kapak resimleri ve manşetleriyle geniş ilgi görmüştür. Bunun dışında bazı dönemlerinde seviyeli bir fikir ve edebiyat dergisi olduğu gibi dinî yayınların kontrol altında tutulduğu yıllarda okuyucunun bu konudaki ihtiyacını da karşılamıştır.

Necip Fazıl, Cumhuriyet’in ilk yıllarında hece vezniyle yazan şairler arasında estetik kaygıları ve metafizik-psikolojik derinliğiyle kendine bir yer edinmiştir. II. Meşrutiyet’ten sonra yaygınlaşmaya başlayan, fakat ses ve nazım şekli bakımından monoton örnekleriyle henüz bir bocalama dönemi geçirmekte olan hece vezni onun şiirleriyle poetik bir değer kazanır. Muhteva olarak da mistik ve metafizik eğilimler, vehim ve sayıklama gibi marazî ve trajik özellikler kendisini döneminin diğer şairlerinden ayırır. Daha ilk şiiri olan “Kitâbe” tekke şiirinden, divan mazmunlarından birtakım çağrışımlar taşımaktaysa da yeni bir eda ve yeni bir ses arayışıyla dikkat çeker. Burada mezar kitâbesinin zaruri olarak çağrıştırdığı ölüm motifi, aşkta marazî bir hassasiyet ve acı bir lezzet, her an bir felâket ve trajediyle ürküten “patetik” hava Necip Fazıl’ın şiirlerinin âdeta değişmeyen temasını teşkil edecektir. Yine aynı yıllarda 1924’te yazdığı, ilk şiir kitabının da adını oluşturan “Örümcek Ağı”nda ise artık deneme devresini aşmış, şiiri form bakımından sağlam bir mimariye ve plastik yapıya kavuşmuş, dil olarak bir soyutlama ifadesi bulmuş, muhteva olarak da psikolojik bir derinliğe erişmiştir. Bu şiir kendi döneminin ilk hececilerinin monotonluğundan, çok belirli duraklarından, alışılmış kafiyelerinden tamamen kurtulmuş, muhteva ile uyumlu bir nazım tekniğine kavuşmuştur.

Necip Fazıl’ın şiirlerinde eşyaya, maddî varlıklara, dış dünyaya bakış tarzı da dikkat çekicidir. Onda bu varlıklar dış görünüşleriyle algılandığı gibi değildir. Eşyanın insanın iç dünyasıyla ilişkisi vardır. Bergson’un sezgi felsefesinin ışığında Necip Fazıl’da eşyaya, objeye karşı zihnî bir sempatinin varlığı düşünülebilir. Böylece “Otel Odaları”ndaki eşyanın, “Ses Geliyor Ormandan” şiirinde ormanın, “Azgın Deniz”, “Susan Deniz”, “Takvimdeki Deniz”deki denizin, “Bu Yağmur”daki yağmurun ve diğer şiirlerinde kaldırımların, odadaki mangalın, bahçedeki heykelin alelâde obje olmaktan çıkıp şairin iç dünyasıyla özdeşleştiği görülür.

Genel anlamıyla spritüalist ve mistik bir şair olan Necip Fazıl’da bu mizacın tabii eğilimi olarak din de ilk şiirlerinden itibaren sürekliliğini kaybetmeyen bir tema halinde ortaya çıkar. Bu tema 1932’de yayımlanan Ben ve Ötesi’ne kadar dönemin biraz da modası olan âşık veya tekke şiiri havasında, özellikle de Yûnus Emre tarzında örneklerle görülür. Abdülhakim Arvâsî’yi tanımasından sonra ise şiirlerine olduğu kadar sanat anlayışına ve poetikasına da belirli bir dinî-mistik görüş hâkim olur.

Tiyatroyu güzel sanatlar arasında bir zirve kabul eden Necip Fazıl’ın oyunları da şiirleri gibi trajik bir karakter gösterir. Şiirlerinde soyut olarak hissedilen korku, dehşet, sıkıntı, vehim, şüphe, yalnızlık gibi duygu ve temalar tiyatrolarında kahramanların kişiliklerinde âdeta somutlaşır. Bu oyunlarda günah duygusu, vicdan azabı, kader-irade, akıl-duygu-sezgi ilişkileri, madde-ruh mücadelesi, bilinmeyenin araştırılması, aklın sınırlarının zorlanması, her şeyin ötesinde bir sır bulunduğu inancı gibi metafizik ve psikolojik problemler işlenmiştir. Tiyatroyu “tezin laf olmaktan çıkıp büyü olduğu yer” olarak benimseyen Necip Fazıl’ın oyunları tezli tiyatro türüne girerse de bunlarda ana fikir eserin güçlü tekniğiyle ve ustalıkla eritilmiştir. Yer yer tesirli ve nüfuzlu bir ifade tarzı, çok defa teatral davranış ve konuşma şekilleri, kahramanlık, âlicenaplık, şeref, izzetinefis gibi duyguların yüceltilmesiyle klasik tiyatrolara yaklaşır.

Türk şairi, tiyatro yazarı ve fikir adamı. (1905-1983)

M. ORHAN OKAY

Türkiye’nin yetiştirdiği önde gelen bilim insanlarından biri olan Fuad Köprülü, 4 Aralık 1890’da İstanbul’da dünyaya geldi. Aile şeceresi onuncu kuşakta Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa’ya kadar ulaşmaktadır. Babası, Beyoğlu 2. Ağır Ceza Mahkemesi Başkâtipliğinden emekliye ayrılan İsmail Fâiz Bey, annesi ise İslimiye ulemasından Arif Hikmet Efendi’nin kızı Hatice Hanım’dır. İstanbul’da Yerebatan semtinde bulunan Ayasofya Merkez Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra Mercan İdâdisi’ne girdi. Bu okulda ilk dönemler riyaziyeye (matematik) ilgi duyarken, sonraları edebiyata ve tarihe yöneldi. Nitekim ilk yazısı Fevziye Abdullah Tansel’in tespitine göre 1905’te Musavver Terâkki’de yayınlanan bir şiirdir.

Fuad Köprülü, 1907’de Mercan İdâdisi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Dârülfünunu’nun Mekteb-i Hukuk şubesine girdi. 1909’da bu okulun öğretimini yetersiz bulduğunu belirterek ayrıldı ve kendini yetiştirmeye başladı. Mercan İdâdisi yıllarından itibaren Farsça, Arapça ve Fransızca öğrendi ve bundan sonra özellikle Batılı düşünce adamlarının eserlerini okuyarak entelektüel ufkunu genişletmeye çalıştı. 1908’de Mehâsin Mecmuası’nda yayınladığı şiirlerle şairlik yeteneğine sahip olduğunu gösterdi. Ardından Servet-i Fünun ve Muhit adlı dergilerde şiirlerini kamuoyuyla paylaştı.

Türk Edebiyat Tarihi’nde önemli bir yere sahip olan Fecr-i Âti topluluğuna 1909’da katıldı. Şiirin yanı sıra edebiyat, sosyoloji ve tenkit yazıları kaleme aldı, Fransızca’dan tercümeler yaptı. Batıcılık akımı içerisinde yer alan Türk aydınlarını derinden etkilemiş olan Gustave le Bon’un Psychologie des Foules adlı eserini Rûhu’l-Cemâat adıyla tercüme etti. Bunu, aynı yazarın La Psychologie Politique et la Defense Sociale eserini Rûh-ı Siyâset ve Müdâfaa-ı İctimâiyye adıyla tercümesi izledi. Çoğunlukla sosyoloji ve az da olsa felsefe yazılarını çeşitli dergi ve gazetelerde yayınladı. Şiir, felsefe, sosyoloji ve tenkit üzerine makaleler üretmesi, tercümeler yapmasının yanı sıra, 1910-1913 yılları arasında Mercan, Kabataş, Galatasaray başta olmak üzere çeşitli İstanbul liselerinde Türkçe ve edebiyat öğretmenlikleri yaptı. 20 Aralık 1913’te İstanbul Darülfünun Edebiyat şubesinde Halid Ziya (Uşaklıgil)’dan boşalan Türk Edebiyatı Tarihi müderrisliğine atandı.

Sürekli üreten Fuad Köprülü, Türkçülük düşüncesinin örgütlenerek yaygınlaşmasında ve bir ideoloji haline gelmesinde büyük katkıları olan Türk Derneği (1908), Türk Yurdu Cemiyeti (1911), Türk Ocağı (1912) ve Türk Bilgi Derneği’nin (1914) çalışmaları içerisinde yer aldı. Ziya Gökalp’ten destek gördü. Bu süreçte, 1913’te Bilgi Mecmuası’nın ilk sayısında kaleme aldığı “Türk Edebiyatı Tarihinde Usul” adlı çalışması Türk Edebiyatı Tarihinin bilimsel metotlarla kaleme alınması açısından ayrı bir öneme sahip oldu. II. Meşrutiyet yılları boyunca çalışmalarında Türk Tarihi’nin çeşitli yönlerini ele aldı. Nitekim Osman Turan Fuad Köprülü Armağanı adlı eserin “Mukaddime”sinde Köprülü’nün mesleğe başladığı dönemin politik koşullarına uygun olarak, incelemelerinde daima milliyetçi görüşün hâkim olduğunu belirtmektedir. Köprülü, bütün Türklerin tarih, edebiyat ve kültürlerinin zaman ve mekân içerisinde bir bütün olarak ele alınmasının, bu yöntem doğrultusunda incelenmedikçe, anlaşılamayacağına inanmıştı. Bu nedenle eserlerini bilimsel metotlara uygun kaleme almış ve Türkçülük mefkûresine bağlı kalmıştı.

Fuad Köprülü, beş yılı aşkın bir süre üzerinde çalıştığı ve ona uluslararası alanda ün sağlayan “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eserini 1919’da yayımladı. Bu eseri sadece Türk Edebiyatı alanında değil, aynı zamanda Türk Tarihi’nin de birçok sorununu kapsayan Türkiyat çalışmalarında da yeni bir ufuk açtı.

Fuad Köprülü, Mondros Mütarekesi’nden sonra ülkenin işgal edilmesinden, Ziya Gökalp ile birçok kişinin Malta’ya sürgüne gönderilmesinden büyük bir üzüntü duydu. Ancak o bilim dünyasında ses getiren çalışmalarına devam etti. 1921’de Türk Edebiyatı Tarihi’ni yazdı. Ardından 1922-1923’te Anadolu’da İslamiyet, Bektaşiliğin Menşeleri ve Türk-Moğol Şamaniliğinin İslâm Tasavvuf Tarikatları Üzerine Tesiri adlı eserleriyle Türk din tarihinin temellerini attı. Köprülü, Müslüman olan Türklerin milli ruhlarından, eski Şamani düşünüş ve inanışının Türk tasavvuf anlayışına etkilerini ortaya koydu.

Cumhuriyet dönemine girilirken 1923’te kaleme aldığı Türkiye Tarihi I adlı eseri, Mustafa Kemal Atatürk’ün 6 Aralık 1924 tarihli telgrafıyla övgüye mazhar oldu. Atatürk telgrafında, “Türkiye Tarihi’nizin gönderilen birinci kitabını büyük zevk ve istifade ile okudum. Eser kıymetlidir, mühimdir. Bunu vücuda getirmek için sarf ettiğiniz ve edeceğiniz mesaiyi takdir ederim. İhtisasınızın tecelli edecek eserleri millete, Cumhuriyet’e ifa olunabilecek hizmetlerin en kıymetlileri mertebesinde bulunacaktır” diyerek Cumhuriyet’in Fuad Köprülü’den beklentileri olduğunu vurguladı. Yeni dönemde, İsmayıl Hakkı’nın (Baltacıoğlu) Darülfünun Rektörlüğü’ne seçilmesinden sonra, 1924’te Edebiyat Fakültesi Meclisi’nin kararıyla bu fakültenin dekanlığına getirildi. Ardından Atatürk’ün isteğiyle 22 Mart 1924’te Maarif Vekâleti Müsteşarlığına atandı. Bu görevi sırasında Türkiyat Enstitüsü’nün kuruluşunu gerçekleştirdi. 1924 yılı Kasım ayında müsteşarlıktan ayrıldıktan sonra Darülfünun’da Edebiyat Fakültesi’nde dersler vermesinin yanı sıra İlahiyat Fakültesi’nde Türk Din Tarihi, Mülkiye’de Müesseseler Tarihi ve Türk Tarihi ile Siyasi Tarih, Sanâyi-i Nefise Mektebi’nde de Medeniyet Tarihi dersleri okuttu.

Fuad Köprülü, bilim dünyasının dikkatini çekmeye devam etti. Paris’te Dinler Tarihi Kongresi’ne (1923), Rusya (Sovyet) İlimler Akademisi’nin 200. kuruluş yıldönümüi kutlamalarına (1925), Bakü Milletlerarası Türkoloji Kongresi’ne (1926), Oxford Müsteşrikler (1928) ile Londra Dinler Tarihi Kongreleri (1929) gibi birçok akademik etkinliğe katıldı. Bu arada birçok akademik kuruluşun da üyesi oldu. Alanında giderek ün sahibi olmaya başladı.

Cumhuriyet ideolojisini ve bu yönde gerçekleştirilen devrimleri destekledi. Türk Yurdu ve Ankara’da yayımlanan Hayat dergisindeki yazılarıyla Türkiye’nin modernleşmesine katkıda bulundu. Bu bağlamda eğitim politikasını belirlemek üzere kurulan Heyet-i İlmiye’nin üyeliğini (1923-1924, 1926) yaptı. 1927’de de Tarih Encümeni Reisi oldu. Ancak Köprülü, Cumhuriyet’ten önce yazı ve konferanslarıyla karşı çıktığı Latin alfabesinin kabul edilmesi girişimine karşı var olan itirazlarını yeni dönemde de sürdürdü. Nitekim 1 Aralık 1926’da Milli Mecmua’da yayınladığı yazıda itirazlarını açıklıkla ifade etti: “Latin harflerinin kabulüne taraftar olanlar, zannediyorlar ki garp medeniyetine bu sûretle daha çabuk ve daha kolay temessül edebiliriz. Hâlbuki garp medeniyetine temessül harflerimizin tebdili ve Latin harflerinin kabulüyle kabil olamaz.… Harflerin tebdilini isteyenler, bu işi alelâde bir mantık meselesi halinde muhakeme etmeyip de bir ilim meselesi sûretinde tetkik ederlerse bunu teslim etmek mecburiyetinde kalırlar”. Köprülü’ye göre bir milletin kullandığı harfleri değiştirebilmesi için eski bir kültüre sahip olmaması ve ilkel bir halde bulunması icap ederdi. Oysa Türk Milleti çok eski bir kültüre sahipti ve ilkel de değildi. Ayrıca Latin harflerinin kabul edilmesi sorununun sadece kültür ve tarih merkezli tartışılmamasını, bunun iktisadi boyutunun da olduğunu ileri sürdü. Köprülü, Harf Devrimi’nin gerçekleşmesinden sonra eleştirel görüşlerini terk ederek bu devrimin olumlu sonuçlarından söz etmiştir.

Fuad Köprülü, oryantalistlerin Türk ve Osmanlı Tarihi’ne yaklaşımlarına karşı çıktı. 1931’de kurucusu olduğu Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası’nda yayımladığı “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülâhazalar” adlı çalışmasıyla, Osmanlı müesseselerinin Bizans müesseselerinin bir taklidi olmayıp, kendi a’nanesi içinde geliştiğini kanıtlamaya çalıştı. O, aynı zamanda Atatürk’ün “Türkler bir aşiret olarak Anadolu’da imparatorluk kuramaz. Bunun başka türlü izahı olmak lâzımdır. Tarih ilmi bunu meydana çıkarmalıdır” şeklindeki sözlerinden hareketle Anadolu’nun Türkleşmesi ile Orta Asya Türklüğü arasındaki tarihi ve kültürel bağların çeşitli yönlerini araştırdı. Nitekim 1931’de yazılan ilk lise tarih ders kitaplarının Osmanlılar dışındaki Türk devletleriyle ilgili bölümleri, Köprülü’ye yazdırıldı. Batı bilim dünyasındaki popülaritesi artarak devam etti. 1934’te Sorbonne Üniversitesi’nde Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sorunu üzerine üç konferans verdi. Bu konferans metinleri 1935’te Les Origines de I’Empire Ottoman adıyla yayımladı. Bununla birlikte Türk Tarih tezine mesafeli kaldı. Üstün yeteneği ve bilimsel metodolojiye bağlılığı nedeniyle Atatürk’ün fikrinden yararlandığı ve zaman zaman Çankaya sofrasında yer verdiği bilim insanlarından biri olmaya devam etti.

Üniversite reformu (1933) sırasında Ordinaryüs olan Köprülü, tekrar Edebiyat Fakültesi dekanlığına getirildi. Atatürk’ün isteğiyle siyasete girdi ve 1935 Haziran’ındaki ara seçimde 5. Dönem Kars milletvekili oldu. Milletvekilliğini ve akademik çalışmalarını birlikte sürdürdü.

Mülkiye Mektebi’nde Osmanlı-Türk Müesseseleri Tarihi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Orta Zaman Türk Tarihi derslerini yürüttü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde eskiden beri sürdürdüğü derslerine girmeye devam etti. Bu süreçte dikkati çeken gelişmelerden biri de 1933’ten beri Ankara’da çıkmakta olan Ülkü-Halkevleri Dergisi’nin yönetimini 1935 Temmuz ayından itibaren üstlenmesidir. Dergi, Köprülü’nün etkisiyle Türkoloji ağırlıklı bir kültür ve fikir organına dönüştü. Köprülü’nün 1941 Ağustos ayında yönetimden ayrılmasıyla derginin bu niteliği değişti.

Fuad Köprülü, 1941’de CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) Hükümeti’nin milletvekilliği ile üniversite hocalığını birlikte sürdüren kişilerin, sadece birini yapmaları gerektiği yönündeki kararı üzerine siyaseti seçti.

1940’ta Encylopédie de I’Islam’ın tercüme, tadil ve eklemelerle Türkçe’ye kazandırılması girişiminin dışında bırakılmak istendi. Ancak, projenin sorumlusu Abdülhak Adnan Adıvar, Fuad Köprülü’nün bilgi ve birikiminden yararlanma yoluna giderek ona 1941’de ansiklopedinin “Aruz”, “Azeri Edebiyatı” ve “Çağatay Edebiyatı” gibi hacimli maddeleri yazmasını sağladı. Bu dönemde, Vakıflar Dergisi ve Türk Hukuk Tarihi Mecmuası gibi yayın organlarında da Türk Tarihi’nin çeşitli olaylarına ilişkin yazılar yazdı.

Türkiye, II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yaşadığı sosyo-ekonomik değişim ve dış faktörlerin etkisiyle siyasi rejimini gözden geçirmeye ve çok partili düzene geçmeye karar verdi. Fuad Köprülü, II. Dünya Savaşı’nın bitimine yakın CHP’yi ve hükümeti eleştirenlerden biriydi. Nitekim çok partili hayata geçişte dönüm noktalarından biri olan Dörtlü Takrir’e Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan’la birlikte imza koydu. 7 Haziran 1945’te Fuad Köprülü tarafından TBMM Başkanı Kâzım Özalp’e verilen takrirde; “Milli hâkimiyetin en tabii neticesi ve aynı zamanda dayanağı olan Meclis murakabesinin Anayasamızın yalnız şekline değil, ruhuna da uygun olarak tecellisini sağlayacak tedbirlerin aranması, yurttaşların siyasi hak ve hürriyetlerinin Anayasanın gerektirdiği genişlikte kullanabilmeleri imkânının sağlanması ve parti çalışmalarının belirtilen esaslara uygun bir şekilde yeni baştan tanzimi” gibi ilkelere yer vermişti. Dörtlü Takrir sahipleri, CHP Grubu’nun 12 Haziran günlü açık oturumunda sert eleştirilere uğradı, takrir reddedildi.

Fuad Köprülü, Dörtlü Takrir’den sonra yükselen siyasal muhalefetin önde gelenlerinden biri oldu. Vatan gazetesinde Dörtlü Takrir’e ve sahiplerine yapılan eleştirilere cevap verdi. Türk modernleşmesine sahip çıktı. Bunu Vatan gazetesinde 25 Ağustos 1945’te yayınladığı “Açık Konuşalım!” adlı makalesinde dile getirdi: “Türkiye ortaçağı Tanzimatla bitmiş, Birinci ve İkinci Meşrutiyetle memlekette demokratik inkişaf başlamıştır. Yeni Türkiye’yi kuran ve İstiklâl Savaşı’nı muvaffakiyetle başaran Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi ise, Türk demokrasi tarihinin en parlak sayfalarını şan ve şerefle doldurur. Bu ilk Meclisin faaliyeti, bugünkü ve yarınki Türk demokratları için daima yüksek bir ilham ve ümit kaynağı olacaktır.” CHP yönetimi 11 Eylül’de Fuad Köprülü’ye bir uyarı yazısı gönderdi. CHP Parti İdare Meclisi, siyasi gerilimin tırmandığı bir süreçte, 21 Eylül 1945’te Fuad Köprülü ve Adnan Menderes’in parti ile olan bağlarının kesildiğini açıkladı. Refik Koraltan’ın da 2 Ekim’de aynı şekilde partiden çıkarılması yeni bir dönemin kapılarını açmıştı. Nitekim Dörtlü Takrir’e imza atanların öncülüğünde 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kuruldu.

Fuad Köprülü, Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950’de iktidar oluncaya kadar başta Vatan, Kuvvet, Dikkat, Kudret, Millet Yolu ve Zafer gibi gazetelerde, demokrasi, siyasi partiler, hürriyet, dış politika ve CHP’nin politikalarına yönelik günlük yazılar kaleme aldı.

14 Mayıs 1950 seçimlerinde İstanbul milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Birinci Adnan Menderes Hükümeti (22 Mayıs 1950 – 8 Mart 1951), İkinci Adnan Menderes Hükümeti ( 2 Nisan 1951- 26 Mayıs 1954), Üçüncü Adnan Menderes Hükümeti (26 Mayıs 1954 – 29 Kasım 1955) ve Dördüncü Adnan Menderes Hükümeti’nde ( 14 Aralık 1955 – 25 Aralık 1957) Dışişleri Bakanlığı, Devlet Bakanlığı ile Başbakan Yardımcılığı görevlerinde bulundu.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yeni dünya düzeninde Türkiye’nin dış politikasının belirlenmesinde etkili oldu. Türkiye’nin Batı bloğunda yer almasında, Kore’ye asker göndermesinde, NATO’ya girmesinde, Kıbrıs sorunu gibi hayatî derecedeki konularda Türk diplomasisine yön verdi. Demokrat Parti’nin kurucularından ve siyasi mücadelesiyle Türkiye’nin demokrasi düzeyini yükseltmeye çalışan Fuad Köprülü, 1956’da Dışişleri Bakanlığından, 7 Eylül 1957’de de partisinden istifa etti. İstifa gerekçesindeki şu satırlar anlamlıdır: “Hayatımın on yılından fazlasını sarf ettiğim Demokrat Parti programından ayrılmış, eski hüviyetini tamamen değiştirmiş olan bugünkü DP zihniyeti ile uyuşmak, benim için imkânsız olduğu cihetle DP’den çekiliyorum. Demokrasi nizamına iman etmiş bütün Türk vatandaşlarının, aralarındaki her türlü ihtilafları bir tarafa atarak, bu gaye uğrunda işbirliği yapmaları bir vatan borcudur”.

Fuad Köprülü, istifasından kısa bir süre sonra Hürriyet Partisi’ne geçti. 1958’de ABD’nde Harvard ve Columbia Üniversitelerinde araştırmalar yaptı, konferanslar verdi. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra 6-7 Eylül olayları gerekçe gösterilerek tutuklandı. Dört aylık tutukluluktan sonra 1961 Ocak ayı başlarında serbest bırakıldı. Bir grup arkadaşıyla yeniden siyasi hayata girerek 18 Aralık 1961’de Yeni Demokrat Parti’nin kurucuları arasında yer aldı. Parti, Demokrat adını taşıdığı için baskılara uğradı ve 1962’de savcılıkça kapatılmaya çalışıldı. Fuad Köprülü ifade vermek zorunda kaldı.  Köprülü, 1965’te siyasî hayattan çekildi. Son yıllarını kırgın bir ruh hali içinde geçirdi ve 28 Haziran 1966’da İstanbul’da Baltalimanı Hastanesi’nde öldü. 1 Temmuz 1966’da düzenlenen cenaze töreninden sonra Köprülüler Türbesi’nde toprağa verildi.

Kemal YAKUT

“Yürekte açılan yaralar,
bir insanın bağımsızlığı karşılığında
dünyaya ödemek zorunda olduğu
çok doğal bir bedel.”
“Koşmasaydım Yazamazdım”, Haruki Murakami

Haruki Murakami, aşırı üretim-tüketim toplumu haline gelmiş Japonya’da kendini iş hayatına adamış neslin yalnızlığına odaklanan gerçek dışı, nükteli eserleri ile tanınan, postmodern edebiyatın başat yazarlarındandır. Romanları dünya çapında satış rekorları kırar. Tek çocuk olan Japon yazar Haruki Murakami, 12 Ocak 1949’da Kyoto’da doğar. Kobe’de büyür. Burası bir liman kentidir ve yabancı kitaplara erişim kolaydır. Bu sayede lise yıllarında pek çok Amerikan romanını okuma imkânı bulur.

1968-1975 yılları arasında Waseda Üniversitesi’nde drama okurken aynı zamanda part-time işlerde çalışır. Öğrenciliği sırasında 60’lı yılların sonlarında patlak veren savaş karşıtı öğrenci eylemleri kızışır. O sıralar dönemin ruhu ve bu ruhun kendini kapitalizme teslim edişini gözlemleyen yazar, eserlerinde o günlerin ruhunda bıraktığı etkileri satır aralarına serpiştirir.

Murakami: Bir caz bar işletmecisi

Kendini ailesi gibi maaşlı bir çalışan olarak hayal edemeyen Murakami, yazarlıktan önce eşi Yoko ile birlikte Peter Cat adlı küçük bir caz bar işletir. 1978 Nisan’ında Jingu stadyumunda beyzbol maçı izlerken, birden yazar olmaya karar verir. Saha arkasındaki koltukların bulunmadığı açık tribünde çimenlerin üzerine yatarak rehavetle maçı izlediği sırada bu düşünce zihninde yankılanır. İlk kısa romanı olan Rüzgârın Şarkısını Dinle’yi Bungei edebiyat dergisine gönderir ve Gunzo edebiyat ödülünü (en iyi ilk roman, 1979) kazanır.

Kendi edebi sesini bulma çabasıyla, basit bir İngilizce ile yazdığı romanının taslağını tekrar Japoncaya çevirmesi ile yarattığı farklı tarzı sayesinde sade ve modern bir Japon nesri ortaya çıkarır. Ancak gerçek başarısını ve özgün stilini üçüncü romanı olan ve Noma Edebiyat Ödülü’nü kazandığı Yaban Koyununun İzinde’den (1982) itibaren görmekteyiz. Çünkü ilk iki çalışmasından sonra cesaret edip kendini sadece yazar olmaya adamış ve diğer eserlerinde de kendini hep geliştirmeye ve iyileştirmeye çalışmıştır.

Batılı popüler kültür imgeleri

Murakami, eserlerini üretme sürecini rahatlatıcı, gizemli ve nihayetinde zevkli bir deneyim olarak tanımlar. Yazmayı psikolojik, kişisel ve toplumsal sarsıntılar ile başa çıkmanın bir yolu olarak görür. Önceleri kendini iyileştirmek için yazan Murakami, daha sonra 1995 Kobe depreminden sonra Japonları da iyileştirmek için Tanrı’nın Bütün Çocukları Dans Edebilir (2000) adlı altı kısa öyküden oluşan bir derleme yazar.

Bunun yanı sıra, Aum Shinrikyo tarafından düzenlenen Tokyo metrosundaki sarin gazı patlamasının ardından ise saldırının kurbanlarıyla yaptığı kişisel röportajlardan esinlendiği Yeraltı (1997) adlı eserini kaleme alır. Eserlerinde sadece kişisel ve içsel çatışmaları değil, toplumsal mücadelelerin izlerini de görürüz. Muhafazakâr Japonya’da edebi ölçütlerin ve “junbungaku” (saf yazın) denilen edebi yapının dışına çıkmakla kalmamış, kullandığı Batılı popüler kültür imgeleri nedeniyle de bazı Japon edebiyat çevreleri tarafından ‘yeterince Japon’ olmamakla eleştirilir.

“Junbungaku”, Japonların eşsizliği söylemini vurgulayan ve Japonların kültürel kimliğini korumayı amaçlayan, Japon olmaya özgü bir yazın şeklidir. Yazar, geleneksel Japon edebiyatının, kendi üslubuna aykırı, kısıtlayıcı ve bireyselliği baltalayıcı olduğunu düşünür. Dolayısıyla yazarın çalışmaları da Japon eleştirmenler tarafından ulusal bilincin reddi olarak görülür. Ayrıca mütevazı ve yumuşak huylu olmasına rağmen yazarın düzen karşıtı olduğunu da söylemek mümkün. Murakami kendini mekândan ve zamandan soyutlayan, gerçekliğe meydan okuyan, türünün sıradışı örneği bir Koyun Adam’dır belki de.

Eserlerinde siyasi ifadeler az

1985’te Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu romanı ile Junichi Tanizaki Ödülü’nü alan yazar, 1996’da Zemberek Kuşunun Güncesi ile Yomiuri Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Birçok ödüle layık görülmüş, dünyaca tanınmış olmasına rağmen, henüz Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanamamış olmasına yazarın hayranları ziyadesiyle üzülürler.

Eleştirmenlere göre, Murakami’nin eserlerinde siyasi ifadelerin fazla bulunmaması ve Batı tüketim kültürüne yönelik bir eğilimin eserlerine yansıması nedeniyle tercih edilmiyor. Akademi, son zamanlarda ezilenlerin sesini duyuran ve çağdaş sosyal sorunları doğrudan ele alan politik yazarları tercih ediyor gibi. Murakami, Nobel almak için değil de kendi tarzından taviz vermeden çok okunan bir yazar olmayı sürdürmek için yazıyor gibi görünüyor.

Müzikal referanslar

Murakami, edebiyat dünyasına yaptığı referanslarının yanı sıra müzik dünyasına da yaptığı sık referanslar ile dünya çapındaki müzik trendlerini etkileyen sıra dışı bir yazardır.

Şarkıların dünyayı değiştirme gücüne sahip olduğuna olan inancından hareketle eserlerinin kurgusu ile müziği birleştirir. Romanlarının çoğu klasik müzik bestelerini motif olarak kullanır ve bazı parçalar kendi içlerinde anlatı ve karakter motifleri görevi görür.

1Q84’da Janáček’in “Sinfonietta”sı eser boyunca yineleniyor. Sahilde Kafka’da klasik müziğe ilk göndermeyi Puccini’nin La Bohem operası ile yapıyor. İlerleyen sayfalarda Schubert’ten D Major Sonata’sı ile Rubinstein, Heifetz, Feuermann üçlüsünün çaldığı, Beethoven’ın ünlü ve son eseri Arşidük Üçlüsü kulaklarımızda çınlıyor. Kumandanı Öldürmek’te ise romanın başlığı Mozart’ın Don Giovanni‘sine atıfta bulunurken, Strauss’un Güllü Şövalye‘si de eserdeki motiflerden biri olarak karşımıza çıkıyor.

Yazarın müzikal referansları sadece klasik müzikle sınırlı değil, eserlerinde caz ve Amerikan popu da sürekli karşımıza çıkar. Romanlarından bazıları, başlıklarını şarkıların isimlerinden alır: Dans Dans Dans (“Dance, Dance, Dance” adlı roman başlığının Beach Boys melodisinden esinlenildiği düşünülse de The Dells’in şarkısıdır).

Türkçeye İmkânsızın Şarkısı olarak çevrilen Norwegian Wood ise The Beatles’ın şarkısı ve Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında romanındaki “Sınırın Güneyinde”nin İngilizcesi olan “South of the Border” ise Nat King Cole’un bir şarkısının adı.

Karanlıktan Sonra (After Dark) romanında ise önemli karakterlerinden biri caz şarkısı “Five Spot After Dark”a atıf yapar. Yazarın karakterleri genellikle dinledikleri müziğe bağlı olarak tasvir edilirken müzik anlatının önemli bir parçası haline gelir. Bazı parçalar karakterlere hayat vererek onların gerçek dünyaya tutunma gücünü arttırır.

Melankoli havası

Yazar kendi geliştirdiği bir tür içe dönük hikâye anlatma tekniği kullanır. Murakami’nin eserleri şahsına münhasır üslubu, metaforları, sembolleri ve hayal gücünü kullanmasının bir sonucu olarak sıradışı ve yaratıcıdır.

Murakami’nin eserlerinin biçimsel olarak diğer birçok Japon romanından farklı olduğunu görüyoruz. Bununla birlikte zaman zaman kurduğu uzun cümleler ve dolaylı anlatımı – bununla kastım lafı döndüre dolaştıra uzatması – yine de onun bir Japon olduğunu kanıtlar nitelikte.

Murakami’nin dil kullanımına baktığımızda sade tasvirleri, rahat ve akıcı üslubu ile lirik dili, yazılarındaki melankoli havasını pekiştiriyor. Karakterlerin tuhaflıklarında çok samimi olmaları ve anlatıcının başına gelen tuhaflıkları idrak edememesi son derece doğalmış gibi tasvir ediliyor.

Murakami’nin izleğine baktığımızda eserlerinde genellikle bağlantısız gibi görünen bir dizi gerçeküstü olayın, sanki rüyadaymış gibi hissettirilerek aktarıldığını görüyoruz. Yazarın karakterlerinin dolambaçlı dünyasına ve onların meşguliyetlerine kendimizi kaptırdığımızda kendimizi gerçeküstü bir dünyada buluyoruz.

Murakami’nin başkişilerinin sıradan işlerle meşgul, Amerikan müzikleri dinleyen, yalnız veya boşanmış, çevrelerindeki kişiler ile kendileri arasında duvar ören tiplemeler olduğunu görürüz. Başkişileri çoğunlukla toplumun boğucu beklentileri yüzünden ideallerini yitirmiş, günlük yaşamda bir anlam arayan bireylerdir. Ayrıca erkek başkişi toplumun kendine yüklediği rolleri yerine getirmek yerine, yemek ve ütü yapmak gibi karşı cinsin işlerini üstlenir.

Dünyanın en ücra köşesinde bile okunuyor Murakami. Nobel hariç tüm ödülleri toplamış durumda. Yazdıkları biraz muğlak, biraz fantastik, biraz kişisel. Üstelik ‘yeterince Japon’ da değil. Peki, okuru nasıl ikna ediyor? Eserlerine yansıyan özel hayatında neler var? Hepsini ve daha fazlasını Aytemis Depci yazdı.

Fikir Turu

  • Derin nehirler sessiz akar.  
  • Koşuyorum, öyleyse varım!  
  • Çok insan düşünmeyi sevmiyor.    
  • Her insanın tek bir yaşamı vardır.
  • Varsayımlar, zihnin savaş alanıdır.
  • Kendine acımak, budalaların işidir.
  • Herkes yürekten verdiğinin karşılığını alır.  
  • Her zaman sadece tek bir gerçeklik vardır.
  • Kötü şeyler bir başladı mı, üst üste geliyor.  
  • İnsanların hepsi adil bir şekilde yaşlanırlar.  
  • Dünyanın sonu insanın yüreğinin içinde gelir.  
  • Bazen değişen insanlar değil, düşen maskedir.  
  • Senin söylemek istediğin sanırım yürekle ilgili.  
  • Görünüş sizi aldatmasın. Gerçek daima tektir.   
  • Sıradan görünen kişiler, en tehlikeli olanlarıdır.  
  • Acı kaçınılmazdır, vicdan ağrısı ise bir seçimdir.  
  • Karanlık çok farklı korkuları tetikleyen bir unsur.  
  • Lütfen unutmayın: işler göründüğü gibi değildir.   
  • Dünya ilginç çünkü işler istediğiniz gibi olmuyor.  
  • Sanki dünya sessizce benden uzaklaşıp gidiyordu.
  • Derin bir inanç ile hoşgörüsüzlük hep atbaşı gider.
  • İnsanın dönüp gidebileceği bir yere ihtiyacı oluyor.  
  • Sonuçta zeka, ameliyatla artırılabilen bir şey değildi.
  • Gökyüzünde kayıp giden bulutlar gibi, yalnız ve özgür.
  • Ölüm hayatın öteki yüzü değildir. Onun bir parçasıdır.
  • Bir seyi ANLAMAKLA bir şeyi GORMEK farklı şeylerdi.  
  • Yorgunluğun yüreğinin içerisine girmesine izin verme.
  • Hatıralar hem içini ısıtır, hem de seni parçalara ayırır.
  • Beklentiler, hayal kırıklıklarını beraberinde getirebilir.  
  • Yalnızdım. Tek başına değildim, ama müthiş yalnızdım.
  • Yorgunluğun yüreğinin içerisine girmesine izin verme.  
  • Ben içinde tek bir kitap bile olmayan kütüphane gibiyim.
  • Ne kadar uzağa gidersen git, kendinden asla kaçamazsın.
  • Sormak şu an çok yazık, sormamak yaşam boyu bir utanç.
  • İnsanın kendinden başka dönebileceği bir yer var mıdır ki?
  • Parmağının ucundan akan kan yüzünden ölen kimse olmaz.
  • Birini görmeyi çok istersen, o kişiyi mutlaka yine görürsün.   
  • İçimde artık çatışma yoktu. Yalnızca ağır bir sessizlik vardı.  
  • Ne kadar derin olsa da her uçurumun üzerinden atlanabilir.
  • Gece yarısından sonra zamanın kendine özgü bir akışı vardır.   
  • Senin için yapabileceğim, kusura bakma ama, hiçbir şey yok.
  • Bizi normal yapan şey normal olmadığımızı biliyor oluşumuz.  
  • Bir şeyi gerçekten bilmek istiyorsan, bunun bedelini ödersin.    
  • İnsanlar aslında özgürlüklerinin kısıtlanmasından hoşlanırlar.   
  • Ben hep karanlıkta kalan adamım, gün ışığına alışkın değilim.
  • Ama geri dönüş yoktu. O dünyaya hoşçakal demiştim bir kere.
  • Mutsuz bir yaşamı genel olarak kutlu kılmak mümkün müdür?  
  • Müzikle uğraşmak, gökyüzünde uçmaktan sonra en keyifli şey.  
  • Sen beni hatırladıktan sonra, herkes unutmuş umrumda değil.  
  • Birilerine hayır demek konusunda beceriksiz olmuşumdur hep.
  • Birilerini sevemeyen bir insan kendisini de doğru dürüst sevmez.
  • Aradığın ne olursa olsun senin beklediğin surette gelmeyecektir.   
  • İnsanın yüreğinde açılan yaraların kapanması mümkün olmuyor.   
  • Yüreğini yitirmiş insanlar hareket eden hayallerden farksızdırlar.  
  • İki kişi aynı yatakta yatar, ama gözlerini kapattığında yalnızsındır.
  • Dışarıda, insanların çoğu, kaçıklığının bilincinde olmadan yaşıyor.
  • Biz ne dersek diyelim, insanlar inanmak istediklerine inanacaklardı.  
  • Sessizlik kulaklarla duyulabilen bir şey. Bunu da yeni öğreniyordum.
  • Dünya her şey kendi istediğin gibi gitmediği için eğlenceli bir yerdir.
  • Bir şey yapmaya değerse, o şey coşkuyla yapıldığı ölçüde değerlidir.  
  • Bir kez büyük bir yara alınca, küçük yaralar önemsiz hale geliveriyor.
  • Bu dünyada bazı şeyleri bilmemenin daha iyi olduğu durumlar vardır.    
  • Hata kabul etmeye cesaretin olduğu sürece, işler tersine çevrilebilir.  
  • İnsan ne denli uzağa giderse gitsin, yine de kaçamayacağı şeyler var.   
  • Düşünmeyi başaramayan insanlar başkalarının konuşmasını dinlemezdi.
  • Cömert sabah güneşi dünyanın her köşesini karşılık beklemeden yıkıyor.   
  • Bu dünyada sınırsız bir tutku duyduğum şeyler sadece kitaplar ve müzik.   
  • Düşünmeyi başaramayan insanlar başkalarının konuşmasını dinlemezdi.   
  • Varsayımın haklılığını kanıtlaması gereken, varsayımı ortaya atan kişidir.
  • Yeni insanlarla karşılaşmaktan ve yeni duygular yaşamaktan korkuyorum.  
  • Endişelenme. İnsan yeni bir araba alabilir ama şansı parayla satın alamaz.
  • Hayal dediğin kuş gibi özgür, deniz gibi geniştir. Kimse buna engel olamaz.  
  • Nihayet gece sona erip sabah oluyor. Bir sonraki karanlığa kadar zaman var.
  • Aradığım tek şey, bilinmedik bir kentte kurşun gibi ağır bir uykuya dalmaktı.
  • O zamanlar bilmiyordum. Birini tekrar düzelemeyecek kadar kırabileceğimi.
  • İnsanın kendini bağlı hissedebileceği bir yerlere ihtiyacı vardır. Az ya da çok.  
  • Tam şuramda bas bir tını duyuyorum.Beni kemiklerime kadar titreten bir tını.
  • Dünyada ancak bir kadın bedeni üzerinden anlatılabilecek türde şeyler vardır.
  • Bir başkası tarafından bu denli sevilmek, insana kendine nasıl hissettirir acaba?
  • Herkes konuşmanın tam ortasında kafasına estiği gibi telefonu kapatıveriyordu.
  • İnsan sadece varolarak diğer bir insanda dönüşü olmayan yaralar açabiliyordu.
  • Her şeyin yolunda gideceğine inanırsan, dünyada korkacağın hiçbir şey kalmaz.   
  • Nasıl para kazanacağının yollarını düşünüp durduğunda bir parçan kayıp oluyor.  
  • Yürekten sevdiğin bir kişi varsa, bir kişi olsun yeter, hayatın kurtulmuş demektir.  
  • Uykunun tutmadığı geceler üst üste gelince insanın aklına gereksiz şeyler üşüşür.  
  • Gerçekten çoğu insanın ellerine özgürlük geçecek olsa, ne yapacaklarını şaşırırlar.
  • Herkesin okuduğu kitapları okursan, sadece herkesin düşündüğünü düşünürsün.
  • Gece yarısından sonra zamanın kendine özgü bir akışıvardır. Ona karşı koyamazsın.  
  • İster erkek olsun ister kadın,hatta bir köpek. Hoşuma gidenlerin sayısı çok değildir.   
  • Ağlamak istedim ama insan ağlamak isteyince tek bir damla gözyaşı bile dökülmez.
  • Kötü günlerin iyi tarafları da vardır. İnsanları tanırsın, özellikle yanında sandıklarını.
  • Bir anlam veremediğim şeyleri, birilerine yıkınca kendimi daha rahat hissediyorum.
  • Bu dünyada ümit edilecek hiçbir şeyin olmaması ıssızlığı kadar acımasız bir şey yok.  
  • O yaralardan kaçınamayacağım bir gün gelse bile, geri dönebileceğim bir yer lazım.  
  • Gece yarısından sonra zamanın kendine özgü bir akışı vardır, ona karşı koyamazsınız.  
  • İnsan denen şey, anılarını yakıt olarak kullanıp yaşamını sürdürüyor olamaz mı acaba?   
  • Sen henüz tam oturmamış bir insansın. Tereddütlerin, pişmanlıkların, zayıflıkların var.   
  • Dünya yoğunlaştırılmış olasılıklara bağlı olarak ortaya çıkarılmış bir yuvarlak masadır.
  • Ben uyumaya çalışan bir bedendim ve aynı zamanda uyanık kalmaya çalışan bir zihin.  
  • Bir insan sadece yaşayarak, bir başkasına, düzeltilmeyecek kadar zarar verebiliyormuş.  
  • İyi insanların işi iyi insanlarlaydı. Şeytanın işleri şeytani olanlarla. Bir tür işbölümü gibi.  
  • İnsan ister dâhi ister aptal olsun, yalnızca kendine ait saf bir dünya asla mümkün olmaz.
  • Denize bakıp durdukça insanları özlerim ben, insanlara bakınca da denizi. Tuhaf şey işte.
  • Yüreğin yerinde durduğu sürece, gittiğin yer neresi olursa olsun, hiçbir şey kaybetmezsin.  
  • Kusursuz metin diye bir şey yoktur. Tıpkı kusursuz umutsuzluk diye bir şeyin olmadığı gibi.   
  • Müziğin yaşayanları canlandırma etkisi vardır, bazen yürek sızlatacak kadar güçlü bir etki.   
  • Belki de dünyadaki hiç kimse özgürlüğü arzulamıyordur. Arzuladıklarını sanıyorlar sadece.  
  • Müziğin yaşananları canlandırma etkisi vardır, bazen yürek sızlatacak kadar güçlü bir etki.
  • Anar insan vücudunu içten içe ısıtan şeylerdir. Fakat aynı zaman da lime lime deedebilirler.
  • Bir şeyi yapmakla, bir şeyi gerçekten yaratıcı bir şekilde yapmak arasında büyük fark vardır.
  • Eğer herkesin okuduğu kitapları okuyorsan, herkesin düşündüğü şeyleri düşünüyorsundur.  
  • Dünya bir şekilde dönmeye devam eder. Herkes kendisini düşünür ve yaşamaya devam eder.
  • Zaman denilen şey insan eliyle yapılacak değişiklikleri en başta reddedebilecek güce sahipti.
  • Ancak birşey kesindir; fırtına’dan çıktıktan sonra, fırtına’ya girenle aynı insan olmayacaksınız.  
  • Her şeyden öte, bir erdemi geliştirebilmek için gerekli olan sağlıklı düşünceden yoksundular.  
  • Eylem düşüncenin rastlantısal sonucu mudur, yoksa eylemin sonucu olarak mı düşünce gelir?
  • Şu sıralar sık sık yaşlandığımı hissediyorum. Özellikle seninle görüşemez hale geldikten sonra.
  • İnsanın yüreğinde gerçekten derin bir yara açıldığında söyleyecek tek söz bile gelmiyor aklına.
  • Anılar insanın vücudunu içten içe ısıtan şeylerdir. Fakat aynı zamanda lime lime de edebilirler.
  • Ancak bir insan için normal olan mesafenin bir diğeri için fazla uzak kaldığı durumlar da vardır.  
  • Geçici heveslerin hiçbir değeri yok. Burası dünyanın sonu. Dünya burada sona erer, ötesi yoktur.  
  • Elbette kim olursa olsun bir insanı yüreğinin derinliklerine kadar anlayabilmek mümkün değildi.  
  • Hayal kırıklığı ve yalnızlık yılları. Ve sessizlik. Duygularımı içime hapsettiğim, dondurulmuş yıllar.  
  • Çıkacaksan, en yüksek kuleyi bul ve tepesine tırman. İneceksen, en derin kuyuyu bul ve dibine in.
  • Söylediklerimi anlıyor musun? Birilerini sevemeyen bir insan, kendisini de doğru dürüst sevemez.    
  • Başkalarının ne düşündüğünden kaygılanmaya başlamak, hastalığın habercisi belirtilerden biridir.
  • Geri denebilseydi bile, büyük olasılıkla kendimizi hiçbir zaman başladığımız yerde bulamayacaktık.  
  • Herkes bir şeyler hisseder,ama bunu düzgün bi şekilde sözcüklere dökebilen pek fazla insan yoktur.   
  • İnsanın yüreğinde gerçekten derin bir yara açıldığında söyleyecek tek sözcük bile gelmiyor aklına.    
  • Her şeyde bir sıradanlık var ve herhangi bir şeyin yerine başka bir şey konsa da ferketmeyecek gibi.
  • Zamanı tükenmeden önce söyle. Çok geç olmadan söyle. Ne hissettiğini söyle. Beklemek bir hatadır.  
  • Ne olursa olsun, kim olursa olsun, ayda bir iki kez iyi gününde olmayabilir, işler yolunda gitmeyebilir.   
  • Önemli olan başkalarının düşündüğü büyük şeylerden ziyade; küçük de olsa kendi düşündüklerindir…   
  • Kitaplar size hikayeler anlatıp sonra çekip gitmezler. Onları insanlardan ayıran özelliklerden biri budur.
  • Önemli olan başkalarının düşündüğü büyük şeylerden ziyade; küçük de olsa kendi düşündüklerindir.
  • Sadece başkalarının okuduğu kitapları okursan, sadece başkalarının düşündüğü şeyleri düşünebilirsin.
  • İnsan ilerlemek söz konusu olunca gayret etmeyi sürdürebilir. Fakat ben hiçbir yöne ilerleyemiyordum.
  • Kaybedebileceğim her şeyi artık kaybetmiştim. Kafama takıp durmam hiçbir şeyi geri getirmeyecekti.  
  • Açıklanmadığı zaman anlamıyor olman, ne kadar açıklanırsa açıklansın anlamayacağın anlamına gelir.
  • Yağmuru kimse durduramaz. Hiç kimse yağmurdan kaçamaz. Yağmur her zaman tüm adaletiyle yağar.
  • Gerçekten iyi. Bu hızla devam edersem normal bir insan kadar olgunlaşmam ne kadar vakit alır acaba.  
  • Yürekten sevdiğin bir insan varsa, bir kişi olsun yeter, hayatın kurtulmuş demektir. O seni sevmese bile.  
  • İnsanların büyük çoğunluğu gerçeklere inanmak yerine, gerçek olmasını arzuladıkları şeylere inanırlar.  
  • Beni çeken şey, dışardan bakılarak ölçülebilen dış güzellik değil, daha derindeki, daha katıksız bir şeydi.  
  • Ne de olsa burası resmî daire. Herkes işleri gereğinden fazla karmaşık hale getirdiği için alıyor maaşını.  
  • Açıklanmadığı zaman anlamıyor olman, ne kadar açıklanırsa açıklansın anlamayacağın anlamına gelir…   
  • Koku, zenginlerin zenginleri kokularından tanıması gibi fakir insanlar da fakir insanları kokularından tanır.
  • Anılarını ustaca bir yerlere saklasan, iyice derine gömmüş olsan bile, o anıları yaratan geçmişi silemezsin.
  • Çok iyi anladım. anlamı olmayan şeylerde anlam aramaya kalkmanın zamanımı boşa harcamak olacağını.
  • Gerçeklik ağzına kadar kumla doldurulmuş büyükçe bir karton kutu gibi ağırdı ve baş edilecek gibi değildi.
  • Şu dünyada ipe sapa gelmez şeyler yapan insanların sayısı iyi şeyler yapan insanlardan çok çok daha fazla.
  • Eğer bir mezar taşım olacaksa, oraya yazılacak ifadeyi kendim seçebileceksem, şöyle yazılmasını istiyorum.
  • Açıklanmadığı zaman anlayamıyor olman, ne kadar açıklanırsa açıklansın anlayamayacağın anlamına gelir.
  • Öylece sözcüklerimi hapsetmiş, yüreğimi de kapatmıştım. Derin üzüntüler gözyaşı şekline bile dönüşmezler.  
  • Paranızı, paranın alabileceği şeylere harcayın. Zamanınızı ise para ile satın alamayacağınız şeylere harcayın.
  • Eğer koyu bir karanlığın içindeyseniz; tüm yapabileceğiniz; gözleriniz karanlığa alışana dek öylece oturmaktır.   
  • Tanrı’nın şefkatinden dem vuruyor, ama daha çok Tanrı’nın öfkesini ve asla taviz vermeyeceğini anlatıyorlardı.  
  • Farkında olmak için uğraştığımız şeyler ile gerçekten farkında olduğumuz şeyler arasında derin bir uçurum var.
  • Gözlerini kapatma. Gözlerini kapatman, hiçbir şeyi değiştirmez. Gözlerin kapandı diye, hiçbir şey silinip gitmez.
  • Yapmak istemediğim bir şeyin yapmak istemediğim bir zamanda zorla yaptırılması, eskiden beri sabrımı taşırır.
  • Sıradan kızların dürüstlükle bir alışverişleri yoktur. Onlar güzellik veya mutlulukla çok daha yakından ilgilidirler.   
  • Yaşam döngüsü hep aynıdır. Kurmak için uzun zaman harcanan şeylerin yıkılması için bir saniye bile yeterli olur.
  • Biliyor musun, bazen artık tahammül edemeyecekmişim gibi hissediyorum. Kaçmak istiyorum. Anlıyor musun?
  • Birileriyle bir şeyler yapmaktansa, tek başıma sessizce kitap okumayı, kendimi vererek müzik dinlemeyi severim.
  • Ne zaman başkasının evinde uyansam hep bir başkasının bedenine, başkasının ruhuna girmiş gibi bir his duyarım.
  • Ancak ihtiras, yok oluş, üzüntü olursa, sevinç var olabilir. Umutsuzluk olmadan, mutluluk hiçbir yerde var olamaz.  
  • Zaman labirentinde yolunu kaybetmişsin. Her şeyden önemlisi, oradan çıkmayı sen de hiç istemiyorsun. Değil mi?
  • İnan. Bu da geçecek. Kötü şeyler üst üste gelebilir belki, ama bir an gelir mutlaka sona erer. Sonsuza kadar sürmez.
  • Bir insanın yüreğinde hiçbir boşluk kalmayacak şekilde başka birileriyle bütünleşmesi, kolay kolay olan bir şey değil.
  • İnsan bu dünyada bir fiyat biçilemeyecek, biçilse bile o fiyatın ödenmesinin mümkün olmadığı eziyetler yaşayabilirdi.
  • Başkalarından öğrendiklerini çok çabuk unutursun, ama kendi başına öğrendiklerin kalıcı olur. Ayakta durmanı sağlar.
  • Hiçlik denen şey, kesinlikle hiçbir şeyin olmaması demek olduğundan, belki de anlamak ve hayal etmek gerekmiyordur.  
  • Karanlık, acı içerisinde, gelip sarılacak birilerini beklerken, hiç kimsenin sana sarılmaya gelmemesini anlayabilir misin?
  • Çok haklısın. Şu dünyada ipe sapa gelmez şeyler yapan insanların sayısı iyi şeyler yapan insanlardan çok çok daha fazla.  
  • İki kapak arasındaki uzun huzurlu uykusundan uyanan derin bir bilgiyle ve kesin duygularla yüklü , kendine özgü bir koku.
  • Bir kez büyük bir yara alınca küçük yaralar önemsiz hale geliveriyor. Parmağının ucunda akan kan için ölen kimse olmaz.
  • Birini sevmek olağanüstü bir şey ve bu sevgi eğer gerçekse kimse sizi içinden çıkamayacağınız bir duruma sürükleyemez.
  • Okul, işte öyle bir yerdir. Okullarda bizim öğrendiğimiz en önemli şey, en önemli şeylerin okulda öğrenilemeyeceği gerçeğidir.
  • Gönlü geniş insanları seviyorum. Vefakar insanları, kusur kapatanları, kendi gibi davrananları; başkası olmayanları seviyorum.  
  • Biz ne dersek diyelim, insanlar inanmak istediklerine inanacaklardı. Biz de ne denli savaşırsak, o kadar kırılgan hale gelecektik.
  • Büyükşehirde telaş içinde koşturup dururken, sürekli yere bakarak yaşar hale geliyoruz. Gökyüzüne dönüp bakmayı unutarak.
  • Ancak , o ses bahçedeki atlama taşlarını ıslatan bahar yağmuru gibi , dinleyenin bilincini yumuşak dokunuşlarla yıkayıveriyordu.
  • Yaşadığınız her olumsuz durumu, kafanıza takmayı bıraktığınız an daha az yorulduğunuzu, daha mutlu olduğunuzu fark edersiniz.  
  • Kulaklıklarımı çıkardığımda sessizlik yeniden üzerime çullandı. Sessizlik kulaklarla duyulabilen bir şey. Bunu da yeni öğreniyordum.
  • Ama unutmak için ne kadar çabalarsam çabalayım, yüreğimin ta derinliklerinde, kenar çizgileri belirsiz bir boşluk öylece duruyordu.
  • Çocukların yüreği yumuşak olur, istediğiniz şekli verebilirsiniz. Ancak o yürek bir kez belirli bir şekle girince, eski haline çok zor döner.  
  • İnsan kendisinin eksik bir parçasını bulmak umuduyla aşık olur. O yüzden de, aşık olduğu insanı düşünürken, az ya da çok hüzünlenir.
  • Benim yüreğim var, o kızınsa yok. O yüzden ben onu ne kadar seversem seveyim, elime hiçbir şey geçmez. Öyle mi demek istiyorsun ?  
  • Gerçeğimiz ne olursa olsun, sevdiğin birini yitirmenin kederi, onulmaz bir şey. Gerçek, içtenlik, güç, tatlılık, hiçbir şey acıyı dindiremiyor…
  • Bizler…kusurlu bir dünyada yaşayan kusurlu kişileriz. Somut biçimde değerlendirilebilecek ya da ölçülebilecek nesneler gibi yaşamıyoruz ki.
  • Yaşamak kesinlikle kolay bir şey değil, ama bu, tamamen kendi inisiyatifimle yaptığım bir şey . İşte o yüzden, ne şekilde olduğu önemli değil.
  • Yalnızlığı kimse sevmez, bilirsin. Ne var ki ben, arkadaş edinmek için çaba harcamam. Çünkü ne olursa olsun, hayal kırıklığı gelir arkasından.  
  • Gökyüzünü seviyorum. Gökyüzüne ne kadar bakarsam bakayım bıkmam, hem bakmak istemediğin zaman da bakmak zorunda değilsindir.
  • Neden birini çok sevmek, aynı zamanda o insanı derinden yaralamakla aynı olsun ki? Yani eğer öyleyse, birini çok sevmenin ne anlamı var ki?  
  • Ben yalnızca bir makineyim. Becerikli, sabırlı, hissiz bir makine. Bir taraftan gelecek zamanı emer, diğer taraftan geçmiş zamanı dışarı salarım.   
  • Göz kapamak, korkakların işidir. Gerçeklere göz yummak çok alçakçadır. Sen gözlerini kapatıp kulaklarını tıkasan bile zaman akmaya devam eder.  
  • Kuşkusuz sözcüklerin gücü vardır. Ancak bu güç doğru olmak zorundadır. En azından adil olmak zorundadır. Sözcükler kendi başlarına var olamazlar.
  • Mutluluğun tek bir türü vardır, ama mutsuzluk, bin bir şekilde ve büyüklükte gelebilir. Tolstoy’un dediği gibi: Mutluluk masal, mutsuzluk ise öyküdür.  
  • Temelde insanların birbirine karşı ilgisiz olduğu bir çağda yaşadığımız halde , başkaları hakkında muazzam miktarda bilgiyle çevrelenmiş durumdayız.  
  • Bir sokağın köşesinde günlerce durup, gelip geçeni seyretmeli. Acele karar vermek gereken günler de gelebilir. Ama önce sabırla durmayı bilmek gerekir.  
  • Her şey bir ütopya. Eğer ellerine özgürlük gerçekten geçecek olsa, çoğu insan ne yapacağını şaşırır. İnsanlar aslında özgürlüklerinin kısıtlanmasından hoşlanırlar.   
  • Yazmayı sevmek, yazar olmayı hedefleyen biri için çok önemli bir meziyettir. Düzgün metin, ya doğuştan yetenek ya da ölesiye çaba gerektirir. Başka yolu yoktur.  
  • Nihayetinde bu dünyada, yüksek ve sağlam çitler inşa edebilen insanlar ayakta kalır. Bunu reddetmeye kalkarsan, kendini çorak arazilere sürgün edilmiş bulursun.   
  • Esas olan, sabır göstermek. Umudu yitirmeden, düğüm olmuş iplerin tek tek çözülmesi gerek. Karanlıkta kalınca, sabırla, gözlerin karanlığa alışmasını beklemek yeter.
  •    
  • Kim aşık olmuşsa, kendisinin eksik parçalarını arıyordur. Bu yüzden aşık, maşuğunu düşündükçe acı çeker. Bu tıpkı, uzun zamandır görmediğin birinin odasına girdiğinde bulduğun anılar gibidir.  
  • İnsan bir şeyleri ne kadar isterse istesin, o şeyler asla kendiliğinden çıkıp gelmez. İnsan bir şeylerden özel olarak uzak durmaya çalıştığında ise, o şeyler kendiliğinden insanın üzerine üzerine gelir.  
  • Sonuçta herkes dışlanan azınlık tarafında olmaktansa dışlayan çoğunluk tarafında olunca rahat ediyor. Karşı tarafta olmadığı için seviniyor. Hangi çağda, hangi toplumda olursa olsun temelde aynı. Çoğunluğun içinde olunca, eziyet haline gelen şeyleri düşünmeye gerek de kalmıyor.  

Vikisöz / Haruki Murakami

Cengiz Aytmatov, 12 Aralık 1928 tarihinde Kırgızistan’ın Talas vadisinde yer alan Şeker Köyü’nde dört çocuklu (Cengiz, İlgiz, Lyutsiya, Roza) bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Cengiz Aytmatov’un babası, Törekul Aytmatov; annesi ise Tatar asıllı Nagima Hamzayevna Aytmatov’dur. Seçkin bir devlet adamı olan babası Törekul Aytmatov’un görevi nedeniyle ilk eğitim yıllarını Moskova’da geçiren Cengiz Aytmatov, Törekul Aytmatov’un rejim tarafından suçlanması nedeniyle eğitimine ara vermek zorunda kaldı. Törekul Aytmatov, 1937 yılında sadece Kırgız Türkçesini savunduğu için (kızıl profesörlük eğitimine rağmen) Rus lideri Stalin tarafından “halk düşmanı” olarak ilan edildi, bu nedenle evinden ve ailesinden koparılarak acımasızca katledildi.

Stalin’in yok etme politikası esnasında öldürüleceğini anlayan baba Törekul Aytmatov, çocuklarının böylesine acı bir olaya tanık olmamaları ve zarar görmemeleri için onları, Moskova’daki parti yönetiminin haberi olmadan Talas’a/Ata-Yurt’a gönderdi. Zira “repressyada uydurma suçlarla tutuklanan, katledilen insanların çocukları öksüzler yurdunda toplanıyor; eşleri ise, çalışma kamplarına gönderilerek büyük hakaretlere ve tecavüzlere maruz bırakılıyorlardı. Birçok kadının dayanamayarak intihar ettiği bu kamplardan biri olan ALJİR’de 22 bin “halk düşmanı karısı”nın hapsedildiği bilinirdi.” (Aytmatov-Şahanov 2000: 34). Dolayısıyla içinde bulunduğu durumun ailesi üzerinde olumsuz etkiler yaratacağını anlayan Törekul Aytmatov, çocuklarından ve eşinden ayrılmak zorunda kaldı. Bu ayrılış tablosu, Cengiz Aytmatov trajedisinin ilk sayfasını oluşturdu ve babasıyla ilgili son anı olarak ömür boyu bilincinde asılı kaldı: “Henüz altı aylık olan küçük Rosa ile birlikte dört kardeştik. Babam Kazan garına götürmüştü bizi. Tren oradaydı. Kapıları açıktı. Vagonun biri bize rezerve edilmiş bölümlerden oluşuyordu. Altlı üstlü ranzalar vardı. Babam bunlardan ikisine bizi yerleştirdi. Ve vedalaştı. Annemin nasıl ağladığını ve babamın kendisine nasıl güçlükle hâkim olabildiğini görüyordum. (…) Bu arada tren hareket etti ve yürümeye başladı. Babam uzun müddet, gücünün yettiği kadar pencerenin yanı sıra koştu, bize el salladı, salladı… Ben ranzanın üst tarafındaydım, her şeyi anlamıştım, en azından hissetmiştim birbirimizi bir daha asla göremeyecektik.” (Korkmaz 2002).

Stalin diktası nedeniyle babasından koparılışının izlerini ömür boyu hafızasında taşıyan Cengiz Aytmatov’un maruz kaldığı haksızlıklar, bununla da sınırlı kalmadı; sadece Törekul Aytmatov’un kardeşi olduğu için amcası Rızkulbek, rejim tarafından benzer gerekçelerle suçlanarak 1937’de öldürüldü. Dokuz yaşında iken kimsesiz ve savunmasız kalan Cengiz Aytmatov, İlgiz isimli bir erkek, Lyutsiya ve Roza isimli iki kız kardeşi ve annesinden oluşan ailenin tüm yükünü tek başına üstlenmek zorunda kaldı. Titrek, yürekli bir çocuğun zayıf ve narin omuzları, bu ağır yükü taşımak kadar okulda, işyerinde ve toplumun her kesimindeki vebalı dışlanmalara, yok saymalara ve aşağılanmalara da katlanmak mecburiyetindeydi. Felaketler, dâhilerin ortaya çıkmasında daima kurucu bir işlev üstlenirdi; Aytmatov’un yaratıcı dehası da varoluş sorunu hâlinde kavradığı böylesi bir felaketler silsilesini dönüştürerek içselleştirmeye ve bu yolla onu aşmaya çalıştı.

Aytmatov’un babasının infaz edilmesi ki bunu yirmi yıl sonra öğreneceklerdir, ilk eğitimini aldığı Moskova’dan, şaşaalı bir yaşamdan kopup yoksul, mustarip ve mahcup köyüne yönelişini hazırlar nitelikteydi. Şeker Köyü, Aytmatov’un ifadesiyle “insanın kaderini yoğuran” (Korkmaz 2002) bir yerdi. “Baba ocağına/ata yurduna” sığınan Aytmatov’un, somut olarak tutunacak hiçbir dalı kalmamış olsa da; atalar yurdu niteliğine sahip bu mekân, onu ve ailesini vebalı dışlamaların lanetinden korudu. Aytmatov, atalar ruhunun yandığı ocakta söze tutundu, böylesine kutsal bir yerde atalar ruhu, söze dönüşerek zamanı aştı ve babaanne Ayımkan ve “Karakız Apa”nın anlatılarıyla Aytmatov’a ulaştı. Kırgız toprağının kişileşmiş biçimi olan bu iki insan, küçük Cengiz Aytmatov’a yalnızca masallar, efsaneler anlatmakla, maniler, türküler söylemekle kalmadı; onun yaralı bilincini de sağalttı. Böylece Aytmatov, ateşten semender nitelikli bu değerlerin referansında koruyucu ve doğurgan bir sığınak olan söze dönüşerek, öyküsünü dinlediği toprakların adına geleceğe aktı.

1938’de Gençlik Komitesi üyeliği ve Komite Başkanlığı yapan annesinin görevi nedeniyle Cengiz Aytmatov, ailesiyle Kirovskoe’ye taşınmak zorunda kaldı, burada Rus yatılı bölge okuluna gitti. Çocukluk dönemlerinden itibaren çalışmak zorunda kalması onu, iyi bir gözlemci yaptığı gibi bu yetenek, sonraki yıllarda yazacağı eserlere de malzeme yarattı. II. Dünya Savaşı’nın ağır şartları ile 1942’de okulu bırakarak köyüne geri döndüğünde Köy Sovyet’i (Kolhoz) sekreterliğine tayin edildi. Burada -13 yaşında- cephe gerisi hizmetleri yürüten Aytmatov, bu süreçte vergi memurluğu/muhasebecilik ve Rusça öğretmenliği yaptı. Cephe gerisinde evladını/eşini yitirmiş, aç perişan, çaresiz insanların yüzüne yansıyan acıyı bizzat gözlemleyerek büyüyen Aytmatov, bu gözlemlerinin hafızasında yarattığı etkiden, hemen hemen bütün eserlerinde faydalandı. Ruhunda derin yankılar uyandıran bu trajik gelişmeler; onu, ileride yazacağı öykü ve romanlarında bir savaş metafiziği kurmaya zorlayacaktı. Dolayısıyla geleneksel kültürün yaşayan tarafının yanı sıra İkinci Dünya Savaşı da Aytmatov’un yazarlık serüvenini şekillendiren önemli bir dönüm noktası oldu. İkinci Dünya Savaşı, yirmi milyona yakın insanını kaybeden Sovyetler Birliği’nde büyük bir trajedinin yaşanmasına sebebiyet verdi; açlık, acı, hüzün, yoksulluk, savaş travması ve arka arkaya yaşanılan kayıplar, bütün bir ortak payda hâline gelerek Aytmatov anlatılarına yansıdı.

Cengiz Aytmatov, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde 1946’da Cambul’daki Veteriner Okulu’na kaydoldu ve iki yıl okuduktan sonra 1948’de Kırgızistan Frunze’deki Tarım Enstitüsü’ne kaydoldu. Aytmatov, bu enstitüden 1953’te yani beş yıl sonra mezun oldu. Cambul’daki hocalarından Aleksy V. Şutubendorf, o zamanlarda şiirler yazan Aytmatov’u öyküye yönlendirdi (Akmataliyev 1998: 17). Tarım Enstitüsü’nde ise, okumaları daha sıklaştı ve boyut kazandı. Böylece Cengiz Aytmatov, 1952’de Rusçaya çevrilerek Pravda’da yayımlanan ilk öyküsü “Gazeteci Cyuda”yı yazdı. Daha sonra yazdıklarıyla edebiyat eleştirmenlerinin dikkatini çeken Aytmatov, yazı yeteneğini daha da geliştirmesi için, yaratıcı yazarlık dersleri veren Moskova’daki Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne davet edildi. 1956-1958 yılları arasında Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne devam etti. 1957’de “Yüzyüze” öyküsünü yazan Aytmatov, bu öyküsünde insanın duygularıyla aklı arasında yaptığı seçimi tezli bir biçimde sorguladı. 1958’de ise asıl çıkışını yaptığı “Cemile” adlı öyküsünü kaleme aldı ve öykü, Sovyetlerin en ünlü edebiyat dergisi Novy Mir (Yeni Dünya)’de yayımlandı. Devrin Sovyet edebiyat dünyasında geniş yankılar uyandıran öykü, haksız eleştirilere uğradı. Eleştirilerin ve tartışmaların ortasında öykü, Fransız eleştirmen Louis Aragon’un dikkatini çekti. Aragon, Cemile’yi “dünyanın en güzel aşk öyküsü” (1959: 7, Çev. Göz 2009: 83) sözleriyle nitelendirerek Fransızcaya tercüme edip geniş bir takdimle yayımladı. Dünyada büyük yankı bulan Aragon’un sunuşundan sonra Aytmatov’un eserleri, dünya dillerine çevrildi ve tartışmalar da kendiliğinden sona erdi. Artık Kürkürü’nün sesini duyunca kalbi titreyen çocuk (Cengiz Aytmatov), aldığı esinle dünyaya doğru akmakta; insanın zamanla, mekânla, sosyal ve siyasi kimliğiyle değişmeyecek olan yönlerini, ezelden ebede yönelmiş gerçeğini anlatmaktaydı.

1963 yılında “İlk Öğretmen”, “Deve Gözü”, “Cemile” ve “Selvi Boylum Al Yazmalım” adlı öykülerden oluşan Steplerden ve Dağlardan Hikâyeler adlı yapıtıyla Lenin Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. 1968’de Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü aldı ve aynı yıl Kırgızistan millî yazarı seçildi. 1969’da Asya-Afrika Halkları Kültürel Dayanışma Teşkilatı Başkan Yardımcılığına seçildi. 1978’de Yüksek Sovyet Prezidium’u tarafından “Sosyalist İşçi Kahramanı” olarak ödüllendirildi. Avrupa Bilim, Sanat ve Edebiyat Akademisi ve Kırgızistan Bilimler Akademisi üyeliklerinin yanı sıra Issık-Göl Forumu Başkanlığı gibi pek çok üst düzey üyeliklerde bulundu ve ödüller aldı. Uluslararası ilk ödülleri olan Etruriya (İtalya-1979) ile Jawaharlal Neru (Hindistan-1985)’yu da bu yıllarda aldı. 1983’te, Gün Olur Asra Bedel ile “Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü”nü ikinci kez kazandı, ardından Pablo Neruda Ödülü’ne layık görüldü. 1985 ve 1991 yılları arasında Kırgızistan Sinemacılar Birliği, Sovyet Parlamentosu Kültür ve Ulusal Diller Komitesi Başkanlıkları ile Sovyet Yazarlar Birliği Sekreterliği görevlerinde bulundu. Uluslararası birçok ödül alan yazar; 1988’de Japonya Doğu Felsefesi Enstitüsü Akademi, 1992’de İlesam Üstün Hizmet, 1994’te Avusturya Avrupa Edebiyatı Devlet, 1998’de Friedrich Rueckert ile 2004’te Alexender Men ve Leo Kopelev ödüllerini aldı. 1996 yılında Kırgızistan’ın UNESCO temsilciliğine atandı. Talas bölgesi milletvekilliği de yapan Aytmatov, 1990-1994 yılları arasında Sovyetler Birliği’ni ve Rusya’yı (Lüksemburg), 2008 yılına kadar Kırgızıstan’ı (Lüksemburg, Hollanda, Belçika) büyükelçi olarak temsil etti.

Cengiz Aytmatov anlatılarında öne çıkan en önemli hypogram, “Biz dünyanın, zamanın toplumun veya başkalarının istediği gibi mi, yoksa kendi istediğimiz gibi mi yaşamalıyız?” tümcesinde saklıydı. Aytmatov, bu soruna asla tek yönlü, ezberlenmiş veya indirgemeci bir bakış açısıyla yaklaşmadı. Kişilerin, ülkelerin ve inançların farklılıklarına rağmen, kaosun karşısına en büyük kozmos kronotopu olarak insan figürünü çıkardı. Ona göre; “insan evrenin bilinciydi.” (Korkmaz 2016: 197). Nerede, hangi zamanda, hangi mekânda olursa olsun ve hangi mensubiyete bağlı bulunursa bulunsun; insan türünden birine verilen zarar, bütün insanlığa verilmiş zarar olarak algılanırdı. Doğrusu insan, başkalarını anlatırken hep kendini arardı. Aytmatov da başkalarının öyküsünü anlatırken hep kendini bulmaya çalıştı. Simurg kuşu gibi, hem bütün insanlarda kendini hem de kendinde bütün insanlığı duymaya çalıştı.

Yetiştiği topraklara ait Yer-Su ruhlarının sesini ödünçleyen Cengiz Aytmatov, tüm dünyanın sorunlarına ışık tutmaya çalıştı. Aytmatov’u başarılı kılan en önemli etken, yerel ve ulusal değerleri evrensel perspektiften anlatma yeteneğiydi. Zira nasıl damla, deryanın bütün özelliklerini içerirse, insani açıdan millî bir değer de pekâlâ evrensel anlamda insani açılımları taşıyabilirdi. Önemli olan basit, sıradan insanların içindeki büyük insanı yakalama ve anlatabilme kudretine erişebilmekti. Aytmatov bu kudretini asla yerel ve folklorik söyleme takılıp kalarak yansıtmadı; yazarın anlatılarında folklorik malzeme, spontane bir dönüşümle alındığından kendi anlatımıyla doku uyuşmazlığına girmezdi.

PROF. DR. RAMAZAN KORKMAZ

  • Durun! Kan dökmeyin!
  • Felâketin en büyüğü savaştır.
  • Ölüm karşısında herkes eşittir.   
  • Ölü bir sessizlik kapladı ortalığı.
  • Anlaşılan, tasasız saadet yoktu.
  • Huzur olan evde mutluluk da olur.  
  • Herkese bir yer vardır bu dünyada.  
  • Biz olmadan gökyüzü mutlu olur mu?
  • Öz vatanını, öz milletini kim sevmez!
  • Gördüğün gibi yalnızım, hep yalnız…
  • Dünyada aptal bolluğundan çok ne var?
  • İnsanlar savaşmadan yaşayamazlar mı?  
  • Kafa iyi çalışmazsa, bacaklar da iyi yürümez.  
  • Gerçek mutluluk, yavaş yavaş, azar azar gelir…  
  • Kimse aramıyorsa belki de kaybolmamışsındır…
  • Halk bir denizdir, derin yeri de vardır, sığ yeri de..
  • İnsanın canı çıkmadıkça umudu da yok olmazmış.  
  • İnsan için en zor olan şey, her gün insan kalmaktır.
  • Birleşenler, birbirlerine omuz verenler her engeli aşar.
  • Anne kızar, anne azarlar ama anne gülümser çocuğuna.
  • Gözlerim tıkansa, kulaklarım kapansa gene düşünürüm.
  • Gün gelir ve anlar ki insan; Yaşadığı her şey bir yalandır..!
  • Zaman kimseyi kayırmaz, her canlı yaşlanır, her şey eskir.
  • İnsan denize benzer, derin yerleri de, sığ yerleri de vardır.
  • Bir insanın ne denli sevildiği en çok ayrılık anında belli olur.
  • Türküler yüreğini arıtır adamın, insanları birbirine yaklaştırır.
  • Bu dünyadan insanlar göçüp gider ama yaptıkları iyi şeyler kalır.
  • Nereye gidersen git, üzüntülerin de seninle beraber gelecektir.
  • Başkalarından gördüğün kötülük, Seni iyilik yapmaktan alıkoymasın..
  • Öyle insanlar vardır ki, çalıştıkları zaman onlara bakmaya doyamazsın.  
  • Ne güzel türküler yakarmış eskiler! Her türkü tek başına bir tarih sanki.
  • Sen kendini biliyorsan, bil ki kendini bilmezlerin söyledikleri anlamsızdır.
  • Kötülük yapma ve yayma konusunda insanla yarışabilecek yaratık yoktu.
  • Boşa çene yoruyorum. Öküz kadar kuvvetlisin ama beş paralık aklın yok.
  • İnsan her şeyi anlatamaz. Zaten kelimeler de her şeyi anlatmaya yetmez.
  • Duygu bir şarkıdan başka bir şey değilse, şarkı söylemek niçin ayıp olsun?
  • Söyle bana toprak ana, gerçeği söyle: insanlar savaşmadan yaşayamazlar mı?
  • Öyle bir çağa geldik ki herkesin birçok şeyi küçük yaştan öğrenmesi gerekiyor.
  • İnsanın yaşamak için bir amacı, bu amaca ulaşmak için tutacağı bir yol olurdu.
  • Erkekler dişileri için, dünya dünya olalı yaptıkları gibi, kıyasıya dövüşeceklerdi.  
  • Zaten toprak üzerindeki her sey eninde sonunda toprağa karışır, toprak olurdu…
  • İşin en kötü yanı, çocukların niye aç kaldıklarını anlayacak durumda olmamaları.
  • Bazı insanlar vardır, daha ilk karşılaşmada, ona, ısınır, güven ve sempati duyarsınız.
  • İnsanın mutlu olması ve bu mutluluğu başkalarına da vermesi bazen ne kolay oluyor.
  • Mutluluk bir dağ yolu gibidir. Bakarsın tepelere tırmanır, sonra bir bakarsın, aşağıya iner.  
  • Ama boş yere dememişler: ”Kendi ayıbını örtmek isteyen başkalarının yüzüne kara çalar.” diye.
  • Tuhaf yaratıklardı şu insanlar! Yerlerinde durmuyor, gürültü patırtı ile âlemi ayağı kaldırıyorlardı.
  • İnsan bugün kendisini olduğu gibi kabul eder; ama onun tabiatında yarın başka biri olmak vardır.  
  • Hayat bu işte! Eğer dünyaya gelmezsen hiçbir şey görmezsin; ama gelirsen dertten kurtulamazsın.
  • İnsanlar niçin böyle yaşıyorlardı? Niçin bazıları iyi bazıları kötüydü? Niye bazıları mutlu, bazıları mutsuz?
  • Okumayı çok sever, her zaman kitaplara dalıp giderdi. Onun en çok sevdiği şey, ona en değerli ödül kitaptı.
  • Herkes gidebilir, herkes kacabilir ama, herkes kendine hakim olamaz, herkes kendine karşı zafer kazanamaz.  
  • Kötülük; ne de olsa, yeryüzünde bir gün geliyor, hak yerini buluyor, kimsenin yaptığı kötülük cezasız kalmıyor.
  • Yazın yıldızlar, insana, daha fazlaymış gibi geliyor. Keşke hayat da böyle olsaydı, “Işık saç ve başka derdin olmasın.
  • Aslında her insan bir romandır ve biraz kahramandır. Gün gelir anlar ki, harcadığı tek şey hayalleri değil, zamandır.  
  • İnsanın çok büyük bir mutluluğa ihtiyacı yoktur. Bir çiftçi için mutluluk, kendi tarlasını sürüp ekmek ve ürün almaktır.
  • Gitmekle kendinden kaçıp kurtulacağını mı sanıyorsun? Nereye gidersen git, üzüntülerin de seninle beraber gelecektir..
  • Evet, eskiden olduğu gibiydi her şey. Lokmamı yutarken gözyaşlarımı tutamadım: “Ekmek ölümsüzdür, iş de ölümsüzdür!” dedim.
  • Sen konuşmaya tenezzül etmezsin suskun sanırlar, ve umursamaz. Bilmezler ki, bir konuşacak olsan yüzüne bakacak yüzleri kalmaz!
  • Bu insanlar niye böyledir ? Niçin bazıları çok iyi, bazıları çok kötü oluyor ? Niçin herkesin korktuğu, çekindiği insanlar var, bir de kimsenin korkutamadıkları!
  • Huzursuz bir insansın sen. Her şeyle mücadele etmek istiyorsun,  Vaktiyle ben de öyleydim. Hayatı olduğu gibi kabul et, ne alabilirsen al ve mutlu olmaya bak.
  • Elinden malını mülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin. Bunları yine edinebilirsin. Ama senin onurunu kırar, vicdanını öldürürlerse, işte buna çare yoktur…
  • Mutluluk; Bizim hayata bakış açımızla, çevremizdekilere karşı davranışımızla doğrudan doğruya ilgili ve orantılıdır. Mutluluk ufak tefek şeylerin birbirini tamamlamasından doğuyor.
  • Yazar, ufkunu millî olanın ötesine doğru genişletmek ve ‘evrensel’ olana ulaşmak için gayret göstermek durumundadır. İyi yazar ‘tipik insan’ ortaya koyma ustalığına erişen yazardır.
  • Sen ona iyilik edersin, o sana kötülük. Utanmak, arlanmak da bilmiyorlar. Sanki kural bu imiş. Hep kendilerini haklı görürler. Herkes onlara kul-köle olsun. Kul-köle olmazsan zorla yaptırırlar bunu.
  • Üstesinden gelemediği çelişkilerle başbaşa kalan insan, moral bakımından derinden derine sarsılır ama bunu kimseye söyleyemez, çünkü ona kimse yardım edemez. Bu korkunç bir yer kayması gibidir. 
  • Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatmak, eserlerini kendi millî gelenek ve törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır. Benim yaptığım önce bu, yani kendi milletimin geleneklerini ve hayatını anlatıyorum. Fakat orada kaldığınız takdirde bir yere varamazsınız. edebiyatın millî hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu millî olanın ötesine doğru genişletmek ve ‘evrensel’ olana ulaşmak için gayret göstermek durumundadır. İyi yazar ‘tipik insan’ ortaya koyma ustalığına erişen yazardır.
  • İnsan bugün kendisini olduğu gibi kabul eder; ama onun tabiatında yarın başka biri olmak vardır.
  • Gün gelir ve anlar ki insan; Yaşadığı her şey bir yalandır..! Geriye vazgeçemediği bir Aşk ve kabullenemediği bir yalnızlık kalır.
  • Aslında her insan bir romandır ve biraz kahramandır. Gün gelir anlar ki, harcadığı tek şey hayalleri değil, zamandır.
  • Kadın kapris yapıp alınganlaşıyorsa sorun yok. Bir çözüm aradığını gösterir bunlar. Bil ki asıl sorun, sustukları zaman başlar.
  • Sen kendini biliyorsan, bil ki kendini bilmezlerin söyledikleri anlamsızdır. Unutma gereksiz eleştiri sadece gizli hayranlıktır.
  • Affedince yorulur insan, yalnız kaldığında bir de; ama insanı en çok yoran şey hayal kurmaktır, olmayacağını bildiği halde.
  • Bir insanın kaderi, dağdaki patika gibidir; bazen çıkar, bazen iner, bazen de dibi görünmeyen bir uçurumun başına gelir durur. İnsan tek başına böyle yolda yürüyemez. Ama birleşenler, birbirlerine omuz verenler her engeli aşar.
  • Sen konuşmaya tenezzül etmezsin suskun sanırlar, ve umursamaz. Bilmezler ki, bir konuşacak olsan yüzüne bakacak yüzleri kalmaz!
  • “Önemli olan geçmişi sözlü ya da daha önemlisi yazılı olarak, bunu bugün bizim işimize yarayacak şekilde anlatmaktır. Hiçbir yararı olmayacak yanlarını bir kenara bırakarak anlatmak… İşte bu kurala uymayanlar düşmanlık etmiş, suç işlemiş olurlar.

Gün Olur Asra Bedel, Cengiz Aytmatov

VİKİSÖZ

Acımak | Tüm BölümlerTRT Nostalji1/7

Reşat Nuri Güntekin Kimdir? Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri

Reşat Nuri Güntekin (d. İstanbul, 25 Kasım 1889 – ö. 13 Aralık 1956, Londra)

Çağdaş Türk Edebiyatının ünlü roman, öykü ve tiyatro yazarı Reşat Nuri Güntekin, 25 Kasım 1889 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Askerî Doktor Nuri Bey, annesi Erzurum Valisi Yaver Paşa’nın kızı Lütfiye Hanım’dır. Çanakkale’de ilköğrenimini yaptı. Galatasaray Lisesi’nde bir yıl okuduktan sonra İzmir’deki Fransız Okulu’na girdi. Bu okulu bitirmeden ayrıldı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi (1912).

Bursa Sultanisi’nde Fransızca öğretmenliği yaptı, İstanbul’a atandı (1916). Vefa Sultanisi, Erenköy Lisesi, Çamlıca Kız Lisesi, Kabataş, Galatasaray, İstanbul Erkek liselerinde edebiyat, felsefe dersleri okuttu, Fatih Vakıf Mektebi müdürlüğünde bulundu. Mahmut Yesari’yle Kelebek adında mizah dergisi çıkardı (1923-1924). Uzun yıllar liselerde edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra (1913-1930), Milli Eğitim Bakanlığı Müfettişi oldu (1931). Çanakkale milletvekili seçildi (1939-1944).

Memleket gazetesini çıkardı (1947). Unesco’da Türkiye Temsilciliği, Paris’te kültür ataşeliği görevlerinde bulundu. Emekli ye ayrılıp yeni eserlerini yazarken yakalandığı kanserden, tedavi için gittiği Londra’da 13 Aralık 1956’da yaşama gözlerini yumdu. Cenazesi yurda getirilip Karacaahmet’te toprağa verildi.

Reşat Nuri Güntekin’in Edebî Kişiliği

Reşat Nuri Güntekin, Anadolu insanının yaşantısını, sorunlarını, kişisel duygularını, inançlarını süssüz, yapmacıksız, konuşulan Türkçe’nin tüm yalınlığı ve açıklığıyla dile getiren bir yazardır. Onu ünlendiren Çalıkuşu romanına gelinceye kadar yazdığı küçük öyküler, tiyatro eleştirileri, piyesler, gezi izlenimleri de dikkati çeker.Güntekin, eserlerinde insan sevgisine geniş yer verir. İyimser bir kişiliğe sahiptir. Müfettişlikle adım adım gezdiği Anadolu’yu, gördüklerini, duyduklarını, kendine özgü tipleri, geleneklerle görenekleri, toplumsal sorunları, pek derine inmeyen bir gözlemle, etkin bir biçimde anlatır. İyi bildiği sahne tekniğini, duygulu bir yoğunlukta, bazen mizahla iç içe işler.

Romancılığının sırlarını açıklarken şöyle diyecektir: 

“Konu, pek ilkel şekilde aklıma gelir. Hiçbir zaman, hemen derhal bu konunun planını yapıp da yazmaya başladığım vaki değildir. Bulduğum konuyu, zihnimde bir kenara atarım. Onu francala hamuru gibi kendi kendine kabarması için uzun müddet bırakırım. Çok defa aradan birçok senenin geçtiği de olur. Bu müddet zarfında konuda bazı ilaveler yaparım. Bazı kısımlarını atarım, çıkarırım.”

Reşat Nuri Güntekin’in Edebi Kişiliği (Özet)

  • Yazın yaşamına 1918’de, Cemal Nimet takma adıyla yazdığı “Harabelerin Çiçeği” adlı romanı ve “Eski Ahbap” adlı öyküsüyle başlamıştır.
  • Asıl ününü “Çalıkuşu” adlı romanıyla kazanmıştır. Bu romanın merkezine, Anadolu’da yaşamayı seçen idealist, aydın Türk kadınını yerleştirir. Sanatçı, romanı “İstanbul Kızı” adıyla oyun olarak yazmış; ancak savaş koşullarında sahneleme olanağı bulamayınca “Çalıkuşu” adıyla roman olarak yayımlamıştır. Türk edebiyatında gerçekçi romana yönelimin ilk örneklerinden olan bu roman; dili, anlatımdaki rahatlığı, duygusal yanlarıyla uzun yıllar güncelliğini koruyan bir yapıt olmuş; “Yaprak Dökümü“, “Dudaktan Kalbe” ve “Akşam Güneşi” romanları gibi, bu yapıtı da sinema ve televizyon filmi olarak uyarlanmıştır.
  • İlk dönem romanlarında yeni kurulmakta olan devletin toplumsal sorunlarını gerçekçi biçimde gözlemlemekten geri kalmamış, ikinci dönem romanlarında bütünüyle bozulan insani ilişkileri ve ahlak yapısını ele almıştır.
  • Romanlarında güçlü bir gözlemciliğe dayanan realizm ve canlı bir üslup vardır.
  • Kahramanları genellikle tek boyutludur. Ruh tahlillerinde başarılıdır.
  • Yapıtlarına konuşma dili egemendir.
  • Mizaha daha geniş yer verdiği öykülerinde de aşk, yalnızlık, fedakârlık, dostluk, ihanet gibi temaları işlemiştir.
  • Yıllarca Anadolu’nun birçok yerini gezmiş; bu geziler sayesinde, Anadolu’nun sosyal ve kültürel yaşamıyla ilgili gözlemler yapmış, bu gözlemlerini “Anadolu Notları” adlı yapıtında toplamıştır.
  • Çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanan öykü, roman ve oyunlarında kendi adının yanı sıra “Hayrettin Rüştü, Mehmet Ferit, Sermet Ferit” gibi takma adlar kullanmıştır.

Türk Edebiyatı

Memleketin ancak okuyup yazmakla kurtulacağına inananlardanım.   Ayrılık, kuvvetli aşkları büyütür, hasta olanları büsbütün öldürür.   Dünyada, bir parça iyilik edebilmekten daha güzel bir şey olmuyor.   Yürümeye başlamış fikirleri yollarından alıkoymak mümkün değildir.   Hastalar gibi, mesut olanlara da geceler öyle uzun geliyor ki.   Hiçbir şey maziyi musiki parçaları kadar kuvvetle canlandırmıyor.   Fakat yüreğimdeki gizli yaralar vücudumdakilerden çok daha derindi.   İnsan sevdiğinden uzak olursa onun sitemlerini bile hoş görür.   Çalışmak, bütün ruhuyla, kendini başkalarına vermek ne güzel şey!   Galip insanlar için iyi ve merhametli olmak ne kolay ve şık bir jesttir.   Aydınlık, hasta gözleri nasıl incitiyorsa, saadet de hasta gönülleri öyle sızlatıyor.

Aynı duayı birbirinden habersiz eden iki insan, er ya da geç birbirlerine kavuşurlar.   Evimdeki yalnızlıktan nasıl korktumsa içimdeki yalnızlıktan da öyle korkuyorum.   Bazı tesadüfler insana elli senede öğrenemeyeceği şeyleri iki dakikada öğretiyor.   Çirkinin ağzındaki güzel söz, acizin ağzındaki haklı söz kadar boş faydasız bir şeydi.   İnsana en yakın akrabaları kalpsizce vurduktan sonra yabancılar vurmuş ne çıkar?   Akşam oldu mu şehir, bir kocaman kabristana dönüyor, yüreklere bir kasvettir çöküyor.   Her şey gibi sevmek de parası, vakti , az çok rahatı olan insanlara mahsus bir imtiyazmış.   İnsan ancak kaybettiği yahut kaybetmek üzere olduğu şeyleri böyle birdenbire sevmeye başlar.   Günümün birkaç saatini kitaplara verdim. Okurken başka bir dünyaya girer bütün dertlerimi unuturdum.

Reşat Nuri Güntekin

  • Her sıkıntı isyan hazırlığıdır.    
  • İyiler kaybetmez, kaybedilir!   
  • Her şeyin yenisi, dostun eskisi.  
  • İnsan ne de çok bilmiyor kendini.  
  • Ağaç nasılsa meyvası da ona göredir.  
  • Sürüklenirsek hiçiz, dayanırsak varız.  
  • Türkiye fikir değil, hayal memleketidir.
  • En çirkin merhamet, hedefini şaşırandır.  
  • Kendine dön, kendine bak, kendine gel.
  • Her şeyden vazgeçen her şeye sahip olur.  
  • İnsanın kandırdığı en büyük budala kendisidir.  
  • İnsan, dünyanın en geç olgunlaşan meyvesidir.  
  • Dünya bu kadar meraka ve heyecana değer mi?
  • Anlaşılmayan Zihinlere ‘deli’ demek âdettendir.  
  • İki hasta kadar birbirine yakın hiç kimse yoktur.   
  • Rahatlık dışarı hayatta değil, kafatasımızın içinde.
  • İyi dürüt ve doğru olanlar kabetmez… Kaybedilir.   
  • Ölüm bir eve girince sağ kalanları da biraz öldürüyor.  
  • Mutlu ol, çünkü kimse senin üzgün olmanı umursamıyor.
  • Sıkıntı yapmayın, anlaşılmayan kişilere deli demek adettir.  
  • Belki de canımızı sıkacak birşey olmadığı için canımız sıkılıyor.   
  • Gerçeği seviniz, o da sizi sever; Gerçeği arayınız, o da sizi arar.  
  • Eski başka, eskimiş başkadır nice eskiler vardır ki, hiç eskimez.  
  • Suçlamak, anlamaktan daha kolaydır. Anlarsan, değişmen gerekir.  
  • Hepimiz yalancıyız ve hepimiz bize yalan söylendiği vakit kızıyoruz.  
  • Medeniyet yaşandığı zaman medeniyettir, konuşulduğu zaman değil.
  • Güzel fakat uygulaması olanaksız sözler, kokusuz güzel çiçeklere benzer.   
  • Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler.  
  • İnsana fakirliğin ve hastalığın öğrettiklerini hiçbir okul ve kitap veremez.
  • Yalana her şey isyan etmelidir. Eşya bile. damlardan kiremitler uçmalıdır.  
  • Her hastalık önce zihinde başlayıp sonra vücuda sirayet etmiş bir isyandır.
  • Beni anlayacağı gün gelip çattığı zaman, korkarım ki iş işten geçmiş olacak.  
  • Evlenmek insanı yalnızlıktan kurtarmaz, belki daha müthiş bir yalnızlığa atar.
  • Yalancı istikbalin şüpheli vaatlerine değil,teminatına ve senedine ihtiyacım var.
  • Sevgililikte bazen yalnız kalarak insan, kendini başkasında kaybolmaktan kurtarır.  
  • Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım.
  • Vazgeçilmez sanma kendini. Toprağın altı, kendini vazgeçilmez sanan insanlarla dolu!
  • Aptallar bütün hayatları boyunca akıllı kişilerle gezseler bile gerçekleri öğrenemezler.  
  • Tecrübe yaşlanarak değil, yaşayarak kazanılır; ve zaman insanları değil, armutları olgunlaştırır.
  • Bazen kalabalıkların ortasında, tek başına kaldığımız vakitlerden daha fazla yalnız değil miyiz?
  • Düşünce hürriyeti isteyenler daha evvel düşünce seviyesinin yükselmesine hizmet etmelidirler.
  • Halkçılık yukarı tabakalarının aşağı seviyeye düşürmek değil, aşağı halk tabakalarını yükseltmektir.
  • Bekârları çoğalan cemiyet, gizli bir anarşi geçiriyordur. Ya büyük bir inkılâba, ya inhitata gidecektir.
  • On cahili dokuz aydın’a tercih eden bir sistemde bilginin ön yargılarına mağlup olmasına şaşar mısın?   
  • Fikir sahibi olmaya mal sahibi olmaktan fazla ihtiyaç duyacağımız gün gerçek zenginliğin sırrını bulacağız.
  • Yobazların hepsi birbirine benzer, Düşünmez öfkelenir, konuşmaz; haykırır, delil aramaz ; Protesto yağdırır.  
  • Septisemi, verem, kanser hep boş lakırdı. İnsanı öldüren illet: SIKINTI. Öteki hastalıklar bunların görünüşleridir.
  • Her sıkıntı bir isyan hazırlığıdır. Zihinde başlayan bu hazırlık vücudun hastalanması şeklinde organik bir isyana çevrilir.
  • Bir milleti yok etmek isterseniz, askeri istilaya lüzum yoktur; tarihini unutturmak, dilini bozmak, ahlakını yozlaştırmak kafidir.   
  • Başkalarının karısına kız kardeş gözüyle, başkasının servetine bir yığın toprak gözüyle ve bütün yaratıklara kendi canını taşıyorlarmış gibi bakan kimse gerçekten akıllı bir kişidir.  
  • Ah, insanlar niçin her şeyi anlayamıyorlar? Beş dakika, on dakika, yarım saat kendilerini unutsalar, kendilerini karşılarındakinin yerine koysalar tam onun gibi -fakat hiç eksiksiz ve tam- onun gibi duysalar.
  • Delilik şüphesiz aptallıktan iyidir. Delilik var olmuş bir zekânın yok oluşudur; aptallık, var olmamış bir zekânın olmamaya devam edişidir. Deliliğin hiç olmazsa mazisi şanlı. Aptallığın şerefli bir tarihi bile yok.  
  • Ben iki yaşında babasız kaldım. Bütün çocukluğum ve gençliğim korkunç bir hastalığa ve fakirliğe karşı mücadele içinde geçti. Kimsesiz, sıhhatsiz, parasız ve talihsiz kaldım. Orta sekizden yukarı okul görmedim. Hastalık, cehalet ve sefalet ejderleriyle boğuştum.
  • Tecrübe, yaşlanarak değil, yaşayarak kazanılır; ve zaman insanları değil, armutları olgunlaştırır.
  • Aşkın tam bir tarifi yapılamaz. Şiir de böyledir. Yapılmış ve yapılacak tariflerden her biri, denizden alınmış bir kova suya benzer. Hiç şüphesiz bu, deniz suyudur, fakat deniz değildir. Aşkı denize, tarifi de kovaya benzetirseniz elde edilen şey, aşkın bir halini izahtan ibaret kalır. Enginsiz, kıyısız, renksiz, dalgasız, derinliksiz bir izah.

Sevgide Hayal ve Hakikat – Yeni Mecmua – 21 Mart 1941

  • Bekârları çoğalan cemiyet, gizli bir anarşi geçiriyordur. Ya büyük bir inkılâba, ya inhitata gidecektir.

Yedigün, 24 Haziran 1936

  • Batıda hükümet sansürü yerine seviye sansürü vardır. Bu seviyenin olmadığı memleketlerde kanun düşünceyi hudutlandırır. Düşünce hürriyeti isteyenler daha evvel düşünce seviyesinin yükselmesine hizmet etmelidirler.

Türk Düşüncesi, 1 Nisan 1957

  • Otobiyografik romanlar, yaratma hürriyetimizi kısıtlar. Orada biz sayısız imkân ve ihtimallerden bazılarını tercih hürriyetini kaybeder, bir tanesi üzerinde billurlaşmaya mecbur kalırız.
  • Ben iki yaşında babasız kaldım. Bütün çocukluğum ve gençliğim korkunç bir hastalığa ve fakirliğe karşı mücadele içinde geçti. Kimsesiz, sıhhatsiz, parasız ve talihsiz kaldım. Orta sekizden yukarı okul görmedim. Hastalık, cehalet ve sefalet ejderleriyle boğuştum.
  • Ben ilk önce romanı Fransa’nın on dokuzuncu asır realistlerinden meşmettim. Teknik olarak Maupassant, bana ustası Flaubert’den daha usta görünmüştü. Fakat bu benim çıraklık hatta edebî çocukluk devrelerimin kanaatidir. ‘Güzel Dost’ müellifinde muasır bir tefekkürün kaliteleri noksan olduğunu sonradan fark ettim. Buna rağmen yalnız Fransa’da değil, bütün Avrupa’da ve Amerika’da hikâye ve roman bünyesi itibariyle bu Fransız muharririne çok şey borçludur. Bunu itiraf eden pek büyük Avrupa romancılarına tesadüf ettim.

Peyami Safa, 02 Nisan 1899’da İstanbul’da doğdu, 15 Haziran 1961’de İstanbul’da yaşamını yitirdi. Psikolojik romanlarıyla tanınan Peyami Safa, şair İsmail Safa‘nın oğludur. Babası Sivas’ta sürgünde yaşamını yitirdi. Yoksulluk ve 9 yaşında yakalandığı kemik veremi nedeniyle düzenli bir eğitim almadı. Bir yandan çalışırken bir yandan da kendi kendini yetiştirdi. 13 yaşında hayata atıldı. Posta Telgraf Nezareti’nde memur olarak çalıştı. 1914-1918 arasında öğretmenlik, 1918-1916 arasında gazetecilik yaptı. Hayatını yazıları ile kazandı.

Babası gibi şair olan amcaları Ahmed Vefa ve Ali Kâmi’nin yönlendirmesiyle edebiyata başladı. Kardeşi İlhami ile çıkardığı “Yirminci Asır” adlı akşam gazetesinde “Asrın hikâyeleri” başlığıyla yazdığı magazin hikayeleriyle dikkat çekti. Para kaygısıyla yazdığı sıradan yazılarda annesi Server Bedia’nın adından esinlenerek yarattığı “Server Bedii” takma adını kullandı. Bu isimle kaleme aldığı “Cingöz Recai” isimli polisiye dizi romanları büyük ilgi gördü. Kültür Haftası (21 sayı, 15 Ocak-3 Haziran 1936) ve Türk Düşüncesi (63 sayı, 1953-1960) adlarında iki dergi çıkardı.

Tasvîr-i Efkâr, Cumhuriyet, Milliyet, Tercüman, Son Havadis gazetelerinde yazdı. Çok sevdiği oğlu Merve’yi askerlik hizmeti yaparken kaybedince derinden sarsıldı. Bu olaydan birkaç ay sonra İstanbul’da beyin kanaması sonucu yaşamını yitirdi. Edirnekapı’da toprağa verildi. Sanat, edebiyat, felsefe, psikoloji, sosyoloji gibi değişik alanlarda yazdığı yazılarla çok yönlü bir yazar oldu.

43 yıl hiç durmadan yazdı. İlk döneminde değişik ilgi alanları içinde sol eğilimli siyasal akımlara ilgi gösterdi. 1930’da basılan ve genç bir hastanın psikolojisini yansıtan otobiyografik romanı “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”nun ilk baskısını “Nâzım Hikmet“e ithaf etmişti. Ama 2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra Nazileri savundu. Ölümünden bir süre önce metapsişik konulara yöneldi. (Metapsişik: “İnsanın olağan ruhsal fenomenlerini aşan, henüz yeterince açıklanamayan, insanın birtakım bilinmeyen yetenekleriyle oluşturduğu tüm paranormal olayları konu alan araştırma alanı.” ) 1949’da yayınlanan son eserlerinden “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu“nda da tıp öğrenimi yaparken bunalıma girerek felsefeye yönelen ve sonuçta mistik dünya görüşünde karar kılan bir gencin öyküsünü anlattı.

Peyami Safa’nın Eserleri

ROMAN:

  • Gençliğimiz (1922)
  • Şimşek (1923)
  • Sözde Kızlar (1923)
  • Mahşer (1924)
  • Bir Akşamdı (1924)
  • Süngülerin Gölgesinde (1924)
  • Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü (1925)
  • Canan (1925)
  • Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930)
  • Fatih-Harbiye (1931)
  • Atilla (1931)
  • Bir Tereddüdün Romanı (1933)
  • Matmazel Noralya’nın Koltuğu (1949)
  • Yalnızız (1951)
  • Biz İnsanlar (1959)

TÜRK EDEBİYATI

Halide Edip Adıvar (1884 – 1964)

Türk romancı ve yazar Halide Edip Adıvar 1884’de İstanbul’da doğdu. Çocukluk ve ilk gençlik dönemlerinde hem Batı eğitim sistemine göre, hem de Osmanlı-Türk geleneğine göre yetiştirilen Halide Edip, Şükrü Efendi’den arapça, Rıza Tevfik’ten felsefe ve fransızca, Salih Zeki’den matematik dersleri aldı. Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ni bitirdikten sonra Salih Zeki’yle evlendi (1901). Önce Tanin gazetesinde (1908), daha sonra Vakit ve Akşam gazetelerinde yazılar yazdı.

31 Mart Olayı sırasında, Tanin’deki yazılarından ötürü kara listeye alındığını öğrenince, Mısır’a kaçtı. Ardından İngiltere’ye geçerek, olaylar bastırıldıktan sonra yurda döndü (1909). Salih Zeki’den ayrılarak, Darülmuallimat’ta (Kız Öğretmen Okulu) ve Kız İdadisi’nde öğretmenlik, Vakıf kız okullarında müfettişlik yaptı.

1910-1912 yılları arasında türkçüler ve turancılarla ilişki kuran Halide Edip, Türk Ocağı’nda çeşitli konferanslar verdi.1912 yılında yayımladığı mektup biçiminde yazılmış Handan adlı romanında, dışa vurulamayan aşkın yarattığı ruhsal bunalımı işledi. Ziya Gökalp’ın ve turancıların etkisiyle Yeni Turan (1913) romanını yazdı.

1916’da Cemal Paşa’nın çağrısıyla Suriye’ye giderek çeşitli kız okullarının kurulmasına katkıda bulundu. 1917’de Adnan Adıvar’la evlendi. 1918’de Edebiyat Fakültesine profesör oldu ve 1918-1919 yılları arasında Darülfünun’da (İstanbul Üniversitesi) Batı edebiyatı dersleri verdi.

İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini protesto etmek için düzenlenen Fatih ve Sultanahmet mitinglerinde etkili konuşmalar yaptı (1919). İstanbul işgal edilince, kocasıyla Anadolu’ya geçerek (1920), Kurtuluş savaşı yıllarında onbaşı, çavuş, başçavuş rütbeleriyle orduda görev alan yazar, Türkün Ateşle imtihanı (1922) adlı anı kitabında ve Ateşten Gömlek (1922), Kalp Ağrısı (1924), Vurun Kahpeye (1926), Zeyno ‘nun Oğlu (1928) adlı romanlarında Kurtuluş savaşının çeşitli yönlerini gerçekçi bir biçimde dile getirdi.

Kurucularından oldukları Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılınca, Adnan Adıvar’la birlikte Türkiye’den ayrılarak (1926) uzun süre İngiltere ve Fransa’da yaşadı. A.B.D’ne geçerek Columbia Üniversitesi’nde Çağdaş Türk Düşüncesi ve Edebiyatı dersleri verdi (1931-1932).

Çağrılı olarak gittiği Hindistan’da Delhi İslâm Üniversitesi’nde konuk profesör olarak çalıştı (1935). Peşaver, Lahor, Haydarabat, Benares üniversitelerinde konferanslar verdi.  İngiltere’de The Clown and His Daughter (Soytarı ve Kızı, 1935) adıyla ingilizce yayımladığı romanını, bir yıl sonra İstanbul’da Sinekli Bakkal adıyla bastırdı. 1939’da Türkiye’ye dönerek İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı profesörü olarak çalıştı (1940-1950 ve 1954-1964). 1950-1954 yılları arasında milletvekilliği yaptı.

Romancı olarak Halide Edip

Halide Edip Adıvar, yakından tanıdığı İngiliz romanı geleneğine uygun yapıtlarında Türk toplumunun geçirdiği evrimi, bu evrim sürecindeki çatışmaları ve boşlukları, kendi deneyim ve gözlemlerine dayanarak sergilemiştir. Olaylar ve tipler çoğunlukla birbirinin devamı özelliği taşıdığı için, romanları “ırmak roman” diye nitelenebilir (Tatarcık, Sinekli Bakkal’ın; Zeyno’nun Oğlu, Kalp Ağrısı’nın devamıdır). Kadın psikolojisini derinliğine işlediği romanlarında, ideal kadın tipleri yaratmaya çalışan Halide Edip Adıvar ilk romanlarındaki özentili Servetifünun üslubundan kasa sürede uzaklaşarak Milli Edebiyatçıların “sade dille” yazma ilkesine bağlanmış ve roman dilinin sadeleşmesine katkıda bulunmuştur.

BAŞLICA ESERLERİ

Roman: Seviye Talip (1910); Raik’in Annesi (1910); Handan (1912); Yeni Turan (1913); Mev’ud Hüküm (1919); Ateşten Gömlek (1922); Kalp Ağrısı (1924); Vurun Kahpeye (1926); Zeyno’nun Oğlu (1928); Sinekli Bakkal (1936); Yolpalas Cinayeti (1937); Tatarcık (1939); Sonsuz Panayır (1946); Döner Ayna (1954); Akile Hanım Sokağı (1958).

İSTANBUL SANAT EVİ

  • Bu kadar adam gördüm, içlerinden hiçbiri dünyadan hoşnut değil, hiçbiri de dünyadan gitmek istemez.
  • Düşene gülen acıyandan çok bulunur.
  • Dünyada bir mutlu gün yoktur ki, mutluluğu dünden hazırlanmış olmasın.
  • İnsan, ne idraksiz mahlûktur! Herkes kimsenin sağ kalmadığını bilir de, kendi öleceğine inanmak istemez.
  • Ne mümkün zulm ile bidad ile imha-i hürriyet.
  • Terbiye ana kucağından başlar; her söylenilen kelime, çocuğun şahsiyetine konan bir tuğladır.
  • Köpektir zevk alan Sayyad-ı bi insafa hizmetten.
  • İnsan vatanı sever, çünkü hürriyeti,, rahatı, hakkı vatan sayesinde kaimdir.
  • Kimsenin lütfuna olma tadip, bedeli cevheri hürriyettir.
  • Biraz dinleneyim. / son sözleri
  • Devlet, halkın ne babasıdır, ne hocasıdır, ne vasisidir, ne lalasıdır.
  • Ne efsunkâr imişsin ah, ey dîdar-ı hürriyet; Esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten.
  • Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini; yok mudur kurtaracak baht-ı kara mâderini?
  • Vatan sevgisinden maksat, toprağa değil, onun üstünde yaşayan insanlara duyulan sevgidir.
  • Kimse takdir edemez alemde/Kendi mahiyetini reyi ile/Münferit vasıta-i rüyet iken/Göremez kendini dide bile (Kimse kendi niteliğini kendi görüşüyle algılayamaz. Tek görme organı göz olduğu halde gözün kendini göremediği gibi.)
  • Bazen fikirlerini de değiştirmelisin. Çünkü sen fikirlerinin kölesi değil, sahibisin.
  • Vatan, bize kılıcımızın ekmeğidir.
  • Yüksel ki yerin bu yer değildir, dünyaya gelmek hüner değildir.
  • Barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan çıkar.

Vikisöz

Mehmed Nâmık Kemal 26 Şevval 1256’da (21 Aralık 1840) Tekirdağ’da doğdu. Meclis-i Mâliye âzası, esham müdürü, II. Abdülhamid’in müneccimbaşısı Mustafa Âsım Bey’in oğludur. Annesi Tekirdağ mutasarrıfı Koniçeli Abdüllatif Paşa’nın kızı Fatma Zehra Hanım’dır. Büyük babası III. Selim’in başmâbeyincisi Şemseddin Bey, onun babası III. Ahmed’in damadı kaptan-ı deryâ, şair Râtib Ahmed Paşa olup o da vezîriâzam şehid Topal Osman Paşa’nın oğludur. Beşinci kuşakta Osman Paşa’nın babası Konyalı Bekir Ağa’ya varan ailenin kaynaklarda Moralı olarak gösterilmesi Bekir Ağa’nın sonradan Mora’ya yerleşmesinden dolayıdır. Kemal’in büyük babası Şemseddin Bey’in, babasının evlendiği hanımlardan biri olan III. Ahmed’in küçük kızı Ayşe Sultan’dan doğmuş olması ihtimaline göre aile Osmanlı hânedanı ile de akraba olmaktadır. Zaten aile silsilesinde bir sultanın da yer aldığını söylemesi buna şüphe bırakmamaktadır.

Nâmık Kemal’in çocukluk hayatı babasından ziyade Abdüllatif Paşa ailesi yanında geçmiştir. Başlangıçta damadı Mustafa Âsım’ı memuriyetle Tekirdağ’a tayin ettirip yanına iç güveyisi alan Abdüllatif Paşa, terfi ve aziller dolayısıyla bir yerden başka bir yere giderken Nâmık Kemal’i memuriyetle sonra yeniden döndüğü İstanbul’da kalan babasının yanına bırakmayarak beraberinde götürüyordu. Tekirdağ ve Tırhala’nın ardından 1846’da Afyon’a gelişlerinin ikinci yılında annesinin genç yaşta ölümüyle (31 Ağustos 1848) öksüz kalan Nâmık Kemal’in hayatının ilk on yedi senesi dedesinin tayin edildiği vazife ve memuriyetler sebebiyle memleketin çeşitli köşelerini dolaşmakla geçti.

ÖMER FARUK AKÜN

XIX. yüzyılın ikinci yarısında Türk edebiyatı ve siyasî hayatında büyük tesirler meydana getiren vatan ve hürriyet şairi, dava ve mücadele adamı, edip, yazar, gazeteci ve idareci.

21.12.1840 yılında Tekirdağ’da doğdu. 02.12.1888’de Sakız Adası’nda öldü

Namık Kemal Türk milliyetçiliğinin öncülerinden, Genç Osmanlı hareketi mensubu, gazeteci, devlet adamı, ünlü yazar ve şairdir. Özellikle “İntibah” isimli romanı ve “Vatan, Yahut Silistre” isimli tiyatro oyunu ile tanınır. Asıl adı Mehmed Kemal’dir.

Hayatı: Türk Edebiyatında öncü niteliği bulunan şair ve tiyatro yazarıdır. “Vatan şairi” olarak da anılır.Namık adını ona şair Eşref Paşa vermiştir. Babası, II. Abdülhamid döneminde müneccimbaşılık yapmış olan Mustafa Asım Bey’dir. Annesini küçük yaşında yitirince çocukluğunu dedesi Abdüllâtif Paşa’nın yanında, Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde geçirdi. Bu yüzden özel öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. 18 yaşlarında İstanbul’a babasının yanına döndü.

1863’te Babıali Tercüme Odası’na kâtip olarak girdi. Dört yıl çalıştığı bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanışma olanağı buldu.1865’te kurulan ve daha sonra Yeni Osmanlılar Cemiyeti adıyla ortaya çıkan İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Bir yandan da Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükümeti eleştiren yazılar yazıyordu. Gazete, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin görüşleri doğrultusunda yaptığı yayın sonucu 1867’de kapatıldı.Namık Kemal, İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Erzurum’a vali muavini olarak atandı.

Bu göreve gitmeyi çeşitli engeller çıkarıp erteledi ve Mustafa Fazıl Paşa’nın çağrısı üzerine Ziya Paşa’yla birlikte Paris’e kaçtı. Bir süre sonra Londra’ya geçerek M. Fazıl Paşa’nın parasal desteğiyle Ali Suavi’nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başladı. Ama Ali Suavi’yle anlaşamaması üzerine Muhbir’den ayrıldı. 1868’de gene M. Fazıl Paşa’nın desteğiyle Hürriyet adı altında başka bir gazete çıkardı.

Çeşitli anlaşmazlıklar sonucu, Avrupa’da desteksiz kalınca, 1870’te zaptiye nazırı Hüsnü Paşa’nın çağrısı üzerine İstanbul’a döndü.Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872’de İbret gazetesini kiraladı. Aynı yıl burada çıkan bir yazısı üzerine gazete hükümetçe dört ay süreyle kapatıldı. Namık Kemal gene İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı Vatan Yahut Silistire oyunu, 1873’te Gedikpaşa Tiyatrosu’nda sahnelendiğinde halkı coşturup olaylara neden oldu. Bu haberi İbret gazetesinin yazması üzerine o sırada İstanbul’a dönmüş olan Namık Kemal birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Bu kez kalebentlikle Magosa’ya sürgüne gönderildi.

1876’da I. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi’yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı çıkınca II. Abdülhamid’in Meclis-i Mebusan’ı kapatması üzerine tutuklandı. Beş ay kadar tutuklu kaldıktan sonra Midilli Adası’na sürüldü. 1879’da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884’te Rodos, 1887’de Sakız Adası’na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu’da Bolayır’da gömüldü.

Sanatsal Özellikleri: Tanzimat döneminin en önemli düşünce, sanat ve siyaset adamlarından birisidir. ”Toplum için sanat” anlayışı benimsemiştir. Sanatı, toplumun Batılılaşması için bir araç olarak kullanmıştır. Eserlerini halkın anlayabileceği sade bir dille yazmayı amaçlamıştır. Divan edebiyatının süslü-sanatlı düz yazısı yerine, belli bir düşünceyi iletmeyi amaçlayan yeni bir düzyazıyı kullanmıştır. Eserlerinde noktalama işaretlerini kullanmıştır.

Gençliğinde: Divan Edebiyatı tarzında şiirler yazmış, Avrupa’ya gittikten sonra yeni edebiyatı benimsemiş ve o yolda yapıtlar vermiştir. Namık Kemal, Fransız edebiyatını örnek almış, romantizmin etkisinde kalmıştır. Şiirleri biçim bakımından eski, konu bakımından yenidir. Yurt, ulus, özgürlük gibi konuları işlemiştir. Ayrıca şiirlerinde mücadeleci tipte bir insan yaratmıştır. Tiyatroyu “eğlencelerin en faydalısı” olarak nitelemiş, halkın eğitilmesinde okul gibi görmüş, sahne dili ve tekniği yönünden başarılı yapıtlar vermiştir.

HABERLER.COM

  • Aynı yolu beraber yürüdüğümüzü sandığımız insanlar, aslında bize sadece gidecekleri yere kadar eşlik ediyor.
  • Başınızı derde sokan, bilmediğiniz şeyler değildir. Bildiğinize emin olduğunuz, doğru olmayan şeylerdir.
  • Beni dışarıdan yargılayanlara söyleyecek sözüm yok. Zaten dışarıda kalmaları onlara yetiyor.
  • Beni yarı yolda bıraktığını sanıp, o yolda koşarken nefes nefese kalanlar. Yolun sonunda sizi bekliyorum.
  • Bir klasik, insanların övgüde bulunduğu ama okumadığı kitaptır.
  • Doğru pabucunu giymeden, yalan dünyayı dolaşır.
  • Dünyanın size bir hayat borçlu olduğunu söyleyerek ortalıklarda dolaşmayın. Dünya size hiçbir şey borçlu değil. İlk önce o buradaydı.
  • En kötü yalnızlık, kendinle barışık olmamaktır.
  • Gerçek, sahip olduğumuz en değerli şeydir.
  • Hayallerinizi kovmayın, çünkü onlar gittiler mi, belki siz kalırsınız, fakat artık yaşamıyorsunuz demektir.
  • Hayallerinizi küçümseyenlerden uzak durun! Ruhu küçük insanlar başkalarını da daraltmak, azaltmak ister.
  • Her şeyin bir sınırı vardır. Demir cevheri eğitilerek altına dönüştürülemez.
  • Her zaman doğru olanı yapın. Bu bazılarını memnun edecek diğerlerini şaşırtacaktır.
  • Her zaman doğruyu söyle; ne dediğini hatırlamak zorunda kalmazsın.
  • Herkes aya benzer. Karanlık bir tarafı vardır ve onu kimseye göstermez.
  • Her şeyin bir sınırı vardır. Demir cevheri eğitilerek altına dönüştürülemez.
  • Her zaman doğru olanı yapın. Bu bazılarını memnun edecek diğerlerini şaşırtacaktır.
  • Her zaman doğruyu söyle; ne dediğini hatırlamak zorunda kalmazsın.
  • Herkes aya benzer. Karanlık bir tarafı vardır ve onu kimseye göstermez.
  • Hiç kimse izlemiyormuş gibi dans et, hiç incinmemiş gibi sev, hiç kimse dinlemiyormuş gibi şarkı şöyle, dünya cennetmiş gibi yasa.
  • İnsan, kızarmaya ihtiyacı olan, ya da kızaran yegane hayvandır.
  • İnsanlara kendimi anlatmayı, işlerine geleni duyduklarını fark ettiğimde bıraktım.
  • İyi dostlar, iyi kitaplar, bir de huzurlu bir vicdan: işte ideal hayat.
  • Kaybettiklerim arasından en çok aklımı özlüyorum.
  • Ön yargının olduğu yerde, düşüncelerimiz hep soluyor.
  • Parasızlık, tüm kötülüklerin köküdür.
  • Seyahat, ön yargıları ve dar görüşlülüğü yok etmenin en etkili aracıdır.
  • Söz konusu kendimiz olunca; gerçekler bizi pek ilgilendirmez.
  • Üzüntü kendi kendini giderir, ama mutluluğun tam zevkini çıkarmak için onu paylaşacağınız birinin olması gerekir.

HAYAT SORGUSU

Mark Twain kimdir?

Döneminin en ünlü Amerikan edebiyatçısı, daha çok mizahi tarafıyla bilinen yazar Samuel Langhorne Clemens veya bilinen adıyla Mark Twain kimdir?

Mark Twain, 30 Kasım 1835 tarihinde Florida- ABD‘de dünyaya geldi. Babasını küçük yaşta kaybettikten sonra okulunu bırakıp çalışmak zorunda kaldı. 18 yaşındayken dünyayı gezme hayalleri kuran bir delikanlıydı. Bu nedenle önce ülkesinde gezmeye başladı ve çeşitli eyaletlerde bulundu. Burada çeşitli işlerde çalıştıktan dört sene sonra memleketine döndü ve burada bir buharlı gemi kaptanı olmak istedi. Kaptanlık sınavına hazırlanırken nehrin her yerini etraflıca öğrenmesi iki sene sürdü. Bir gece, rüyasında kardeşinin çalıştığı vapurun yandığını görmesi ve bu hadisenin 1858 senesinde aynen yaşanmasının ardından kardeşinin hayatını kaybetmesi onu derinden etkiledi. Kardeşinin ölümünden kendini sorumlu tutan Twain, bu olaydan sonra parapsikoloji ile ilgilendi. 

24 yaşındayken kaptanlık ehliyetini aldıktan sonra, meşhur Amerikan İç Savaşı‘na kadar kaptanlık yaptı. 

İç Savaş sırasında gönüllü olarak orduya katıldı ve 14 günlük bir eğitim sürecinin ardından ordudan ayrılarak vali olan ağabeyinin yanına gitti. (Nevada)Burada zengin olma hayaliyle maden işine girdiyse de, başarılı olamadı. 

Bazı gezi yazıları ve makaleler yazarak çeşitli eyaletleri dolaşan yazarın, Mark Twain adıyla imzaladığı ilk makalesi “Carson’dan Mektup isimli makalesiydi. Mark Twain, Mississippi gemilerinde “iki kulaç derinlik” anlamına gelen bir takma isimdi. 

18 Kasım 1865 tarihinde “Zıplayan Kurbağa Kutlaması” isimli hikayesi ile edebiyat dünyasında bir çıkış yaptı. Bu hikaye ile ünü yakalamıştı. Ardından 1866 senesinde, bir gazete adına Akdeniz’de gemi turuna çıktı ve gezi yazılarını “Saflar Yabancı Ülkede” kitabında topladı. Kaleme aldığı bu eseri sayesinde, artık ülkesinde tanınan bir komedi yazarı oldu. 

En önemli eserlerinden biri olan “Tom Sawyer”‘ı 1875 senesinde yazdığında büyük bir ilgiyle karşılandı. Aynı zamanda Avrupa ile ilgili bir kitap yazmak için bir yayıneviyle anlaştıktan sonra gitti ve geri döndükten sonra yazdığı romanı “Prens ve Dilenci” de büyük ilgi gördü. 1885 senesinde yayınladığı “Huckleberry Finn” isimli eseri, bazı çevreler tarafından Amerika tarihinin ilk büyük edebi eseridir. 

Ölümüne kadar yazarlığa devam eden Mark Twain, 1906 senesinde yazmaya başladığı otobiyografisini tamamlayamadan 21 Nisan 1910 tarihinde hayatını kaybetti. 

YENİ AKİT

Elbisem çok eski olsun. Fakat bahçemde en iyi güller yetişsin.

Bazen düşünüyorum, ne garip mahluklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız?

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;

Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.

Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.

Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Haziran 1901’de İstanbul’da doğdu. Kadı Hüseyin Fikri Efendi’nin oğlu. Baytar Mektebi’ni bırakarak girdiği Darülfünun-ı Osmani’nin (Bugünkü İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi’nden 1923’te mezun oldu. Erzurum, Konya ve Ankara’daki liselerde öğretmenlik yaptı. Gazi Terbiye Enstitüsü’nde (Gazi Eğitim Enstitüsü) edebiyat dersleri verdi. 1933’ten sonra İstanbul’da Kadıköy Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı. Güzel Sanatlar Akademisi’nde sanat tarihi ve estetik dersleri verdi. 1939’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yeni kurulan Türk Edebiyatı Kürsüsü profesörlüğüne getirildi. 1942 ara seçimlerinde CHP’den Maraş Milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girdi, üniversitedeki görevinden ayrıldı. 1946 seçimlerinde tekrar aday gösterilmeyince bir süre Milli Eğitim Müfettişliği yaptı. Güzel Sanatlar Akademisinde tekrar derse girmeye başladı. 1949’da da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne döndü. Bu görevdeyken 24 Ocak 1962’de İstanbul’da yaşamını yitirdi.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Edebi Kişiliği

Adını ilk kez “Altın Kitap” dergisinde yayınlanan “Musul Akşamları” şiiriyle duyurdu. Dergah, Milli Mecmua, Hayat, Görüş, Ülkü, Varlık, Oluş, Kültür Haftası ve Aile dergilerinde şiirleri yayınlandı. Hece vezniyle yazdığı bu ilk şiirler, imge zenginlikleri ve müzikal nitelikleriyle dikkat çeker.

Şiir zevkinin oluşumunda özellikle Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in etkisinden özellikle söz etmektedir. Şiir dışında roman, öykü, deneme, makale, edebiyat tarihi gibi türlerde de eser vermiştir. Şairliğinin yanı sıra usta bir romancı, edebiyat araştırmalarında referans kabul edilen bir araştırmacıdır. Yahya Kemal’i taklit endişesiyle şiire karşı hep mesafeli bir duruş sergilemiştir. Fransız sembolizmini derinlemesine incelemiştir. Rüya, zaman ve bilinçaltı onun şiirlerindeki ana izleklerdir. İlk şiirlerinde hece ölçüsü daha sonra ise serbest ölçüye yönelmiştir.

Edebiyat Fakültesi’nde öğrencisi olduğu Yahya Kemal Beyatlı‘dan çok etkilendi. Ama ilk eserlerinde Yahya Kemal’den çok Ahmet Haşim izleri görülür. Haşim gibi o da küçük yaşta kaybettiği annesinin yokluğundan duyduğu acıyı ve kendisini avutacak bir sevginin özlemini dile getirir. İçe dönük bir bakışla doğa ile iletişim kurmaya çalışır. Şiirinin bir başka yönü Bergson felsefesinden kaynaklanan zaman kavramıdır. Onun eserlerinde zaman, basit bir süreklilik değil, çok katlı ve karmaşık bir akıştır. “Ne İçindeyim Zamanın”, “Bursa’da Zaman” şiirleri bu olgunun örnekleridir.

İlk romanı “Mahur Beste” 1944’te Ülkü Dergisi’nde yayınlandı. Osmanlı Devleti’nin son döneminde seçkin bir çevrenin yaşayışını sergileyen bu romanın ardandan, kendi yaşamından da izler taşıyan “Huzur” 1949’da basıldı. Huzur, hem bir aşk hem de Tanpınar’ın İstanbul’a olan derin sevgisinin romanıdır. Estetik anlayışının, kültür birikiminin ve geçmiş kültürlere yaslanan yaşam felsefesini yansıttığı bu kitabı Tanpınar’ın en yetkin romanı sayılır. Romanda, Mümtaz ile Nuran’ın aşkı çerçevesinde Doğu ile Batı, eski ile yeni, geçmişin değerleriyle var olan değerler, aşk ile toplumsal sorumluluk arasındaki çatışmayı ve bu çatışmanın doğurduğu bireysel bunalımları irdeler.

1950’de Yeni İstanbul gazetesinde yayınlanan ancak ölümünden sonra 1973’te basılan “Sahnenin Dışındakiler” ile 1961’de basılan “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde de iki uygarlık, iki değerler sistemi arasında bocalayan Türk toplumunun ironik tablosu çizilir. Ölümünden sonra plan ve notlarına dayanılarak biraraya getirilen ve 1987’de yayınlanan “Aydaki Kadın” da da aynı irdeleme vardır. Şiir, roman ve yazılarının yanısıra İstanbul, Bursa, Ankara, Erzurum ve Konya kentlerini doğal, tarihsel ve kültürel yapılarıyla anlattığı 1946’da basılan “5 Şehir” önemli eserleri arasındadır.

Ahmet Hamdi TANPINAR (Ek Bilgi)

Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyatın birçok dalında eser veren sanatçılarımızdandır. Hemen tüm eserlerinde, zaman üzerinde durur. Romanda özel bir basan gösteren sanatçı Batı’daki gelişmeleri yakından izlemiştir. Romanlarında Doğu ve Batı kültürlerinin kaynaştığı görülür. Bu kaynaşma hem histe hem fikirde hem de sanatlarda kendini gösterir. Romanlarında hitabete, nutuğa, telkine yer vermez. Yapmacıksız, uydurmasız, konuşma diline has bir sözcük seçimiyle eser yazar. Teşbih ve istiarelere bol yer vermişse de bunlar gereksizmiş hissini vermez. Tanpınar’ın düşünce ve hayalle başkalaşan gözlemlerinin dolaştığı İstanbul sokakları, camileri, çarşıları, harabeleri özellikle mütareke yıllarının sıkıntıları, maddi, manevi yıkımları içinde geçmiş olan gençlik çağı, romanını zevkli kılan sebepler arasındadır.

“Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanında Cumhuriyet döneminde değişen insanın iç buhranlarına değinir. Bu bunalımları anlatırken, yazarın o dönemde Avrupa’da yaygın bir akım olan Egsiztansiyalizm akımından etkilendiği görülür.

Huzur romanı ise başkahraman Mümtaz’ın tasaları, duyuşları, düşünce ve rüyaları etrafında dönmektedir. Bir kültür bunalımının sancıları ve sıkıntıları içinde bunalan kişiler, gerçek ile rüya arasında gider gelir.Tanpınar’da rüya çok önemlidir. Hemen tüm eserlerinde rüyaya geniş yer verir. Rüyayı insanı rahatlatan önemli bir etki olarak görür. Aynı özellikler Mahur Beste, Aynadaki Kadın, Karşı Karşıya romanlarında da vardır.

Sanatçının rüyaya verdiği önemi “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” adındaki hikayelerinde de görürüz. Biraz Sürrealizm‘den izler taşıyan hikayeler, yazarın gerçeklerden kaçışını da ifade eder. Şiir alanında da önemli çalışmaları bulunan Tanpınar, kendi şiir dilini, rüya nazmının hakim olmasını istediği bir estetiğin içinde aramıştır. Şiirlerindeki bazı söyleyişlerde sembolist izler görülür.

Biçim olarak belli bir kalıba bağlı kalmayan sanatçı, şiirlerinde hece ölçüsünü kullanmış, onda aruz sesi bulmaya çalışmıştır. Şiirlerinde gerçekten kaçar, dinleniklik, sessizlik arar. Bunu da rüyalarda ve musikide bulur. Şiirlerinde toplum değil “ben” vardır. Dış dünya değil, şuuraltı sezilir.Tanpınar’ın deneme ve makaleleri de vardır. Özellikle “Beş Şehir” adlı eserinde Ankara, Erzurum, Bursa, Konya, İstanbul’un tabiatından kültürüne kadar tanıtıldığı görülür. Makalelerini “Yaşadığım Gibi” adıyla kitap haline getirmiştir.

Edebiyat tarihi alanında da çalışmaları bulunan sanatçı 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni yazmıştır. Değişik yazarlarla ilgili biyografiler, mektuplar da bırakan Tanpınar döneminin yeri doldurulamaz bir sanatçısıdır. Bugün edebiyat alanında onun yetiştirdiği birçok öğrenci vardır.

Türk Edebiyatı

Selma Lagerlöf, Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan hem ilk kadın yazar, hem de ilk İsveçli yazardır. Selma Lagerlöf, efsane ve masallara dayanan yapıtlarıyla tanınmıştır. Selma Lagerlöf, 20 Kasım 1858’de İsveç’te doğmuş ve 16 Mart 1940’te ise hayatını kaybetmiştir. Selma Lagerlöf 1858 yılında på Värmland’da Marbacka adlı bir çiftlikte dünyaya geldi. Çocukken geçirdiği bir hastalık yüzünden bir süre sakat kaldı.

Dönemin geleneklerine göre evde özel eğitim gördü. 1882 sonbaharında babasının rızası olmadan Stockholm’de öğretmen okuluna girdi. Eğitimi sırasında babası ekonomik sıkıntıya girdi ve Marbacka çiftliği satıldı. 1885’te babasını kaybeden Selma Lagerlöf aynı yıl Landskrona’da öğretmenliğe başladı. İki ciltlik romanı Gösta Berlings Saga’yı bu sırada yazdı. 1924’te Mauritz Stiller’in sinemaya uyarladığı roman, Lagerlöf’ün doğup büyüdüğü Vaermland bölgesinin en parlak dönemini, bölgenin demir döküm atölyeleri ve küçük malikanelerle dolup taştığı yıllardaki hayatı anlatıyordu.

1890’larda İsveç’te romantizmin canlanışında önemli bir rol oynadı ve Osynliga Länkar (Görünmez Bağlar)’ı yazdı. 1895’te bir burs kazanınca,öğretmenliği bırakarak yurt dışı gezilerine katıldı ve kendini tamamen yazmaya verdi. İtalya’ya yaptığı ziyaretten sonra Antikrists mirakler (Deccal’in Mucizeleri)’i adlı sosyalist içerikli romanını yayımladı. Bunu en iyi yapıtlarından biri sayılan En herrgårdssägen (Malikane öyküleri) ile Mısır ve Filistin’de geçirdiği kışın etkisiyle yazdığı, kendisine İsveç’in en önde gelen romancısı niteliğini sağlayan iki ciltlik Jerusalem (Kudüs) izledi. Diğer önemli yapıtları arasında, özlü ve güçlü bir anlatımı olan Herr Arnes penningar (Bay Arnes’inHazinesi; 1904) yer alır.

1. Dünya Savaşı başlayınca çok sarsılan Lagerlöf, birkaç yıl süreyle pek ürün vermedi. Daha sonra Marbacka (1922), Ett Barns Memoarer (Bir Çocuğun Anıları; 1930) ve Dagbök för Selma Lagerlöf (Selma Lagerlöf’ün Günlüğü; 1932) adlı kitaplarında incelikli bir üslupla çocukluğunu anlattı. Vaermland’ı konu alan üçlemesiyle de tanınan Lagerlöf, çağdaş öykü yazarlarının en yeteneklilerinden biri sayılır.

Lagerlöf’ün en iyi eseri olan Nils Holgerssons underbara resa genom Sverige (Nils Holgersson’un yabankazlarıyla maceraları) adlı kitabından yola çıkarak hazırlanan çizgi film dizisi, Türkiye’de Uçan Kaz adıyla gösterilmiştir. Türkçede ayrıca Kurtlar ve Uçan Kazlar adlı çocuk kitapları vardır.

Dik tepelere tırmanmak için, başta yavaş yürümek gerekir.

Bazıları büyük doğar, bazıları büyüklüğü kazanır, bazılarına da büyüklük yakıştırılır.

Düşüncelerin neyse hayatın da odur. Hayatın gidişini değiştirmek istiyorsan düşüncelerini değiştir.

Birçok defa elimizdeki nimetin kadrini bilmeyiz ama kaybedince sahip olduğumuz zaman takdir edemediğimiz değerini hemen anlarız.

Yağmuru seviyorum diyorsun, yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun. Güneşi seviyorum diyorsun, güneş açınca gölgeye kaçıyorsun. Rüzgarı seviyorum diyorsun, rüzgar çıkınca pencereni kapatıyorsun. İşte, bunun için korkuyorum, beni de sevdiğini söylüyorsun.

Seveceksen ölçülü sev ki sevgin uzun sürsün; çok hızlı giden de çok yavaş giden gibi geç varır hedefe.

Ne kadar acıdır başkasının gözüyle bakmak mutluluğa.

Shakespeare kimdir için Shakespeare hayatı bize bilgi sağlamaktadır. Dünya tiyatrosunda klasikler arasında yer edinen kült bir isimdir. Shakespeare eserleri ve kitapları ile yüzyıllardır okunmanın yanında Shakespeare tiyatro eserleri de aynı şekilde sergilenmektedir. Unutulmayan bir isim olan Shakespeare sözleri ve şiirleri ile hep gün yüzündedir. Özgün bir tiyatro ustası ve dil ustası olan Shakespeare kaç tane kelime icat etti bu da merak konusudur. Yazdığı eserlerle de hangi akımın temsilcisi olduğu bellidir.

Shakespeare kimdir ve Shakespeare hayatı tiyatro tarihinin önemli merak edilen konularındandır. Dünya tiyatro tarihinin önemli ismi olan Shakespeare eserleri ve kitapları tüm dünyada oldukça ilgi gören eserlerdir. Shakespeare tiyatro eserleri neredeyse tüm dünya dillerinde mevcutken Shakespeare sözleri ve şiirleri bir o kadar ünlüdür. Ayrıca Shakespeare kaç tane kelime icat etti merak edilmektedir. Shakespeare hangi akımın temsilcisi olduğuna baktığımızda romantizm akımı olduğunu görürüz.

William Shakespeare Kimdir?

Nisan 1564’te Stratford-upon-Avon’da(birleşik krallık) doğan şair, yazar ve oyuncu Shakespeare’nin: Babası tacir Jhon Skahakespeare aynı zamanda kent meclisi üyesiydi. Annesi Macy Arden ise toplumun daha üst tabakasından toprak sahibi bir ailenin kızıydı. Shakespeare, Stratford’un nitelikli okullarına öğrenim görmüş burada Latince öğrenerek bazı klasik yazarların yapıtlarını da okumuştu. Üniversite eğitimi için üniversiteye gitmemiştir.18 yaşında iken Anne Hathaway ile evlendi. 1583’te ilk kızı ve 1585’te de biri erkek biri kız olan ikizleri doğdu.

Nasıl geliştiği ve büyüdüğü bilinmeyen 7- 8 yıllık bir aradan sonra 1592’de Londra tiyatro çevrelerinde Shakespeare’in ismi duyulmaya başlandı. Yazar, hem oyunculuğu ile hem de eserleriyle ismini duyurmaya başlamış ve kendi döneminin en büyük yazarlarından olmuştur.

William Shakespeare Edebi Kişiliği

Yazar kendi döneminde İngiltere’de yeni yeni ortaya çıkan eski ve yeni düşünceler etrafında etkileşime girerek ürünler vermeye başlamıştı. I. Elizabeth hâlâ Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiydi, orta çağdan kalan düzene karşı büyük bir sorgulama başlamış ve papanın ve kralın mutlak otoritesine karşı çıkılmaya başlanmıştı. Coğrafi keşiflerden sonra eğitim de yaygınlaşmaya başlamış, kitap baskısı artmış ve İngilizce standartlaşarak yaygın bir edebiyat dili olamaya başlamıştır. Eserlerde insana, inançlara, dine, krallığa ve uyumsuz olan her şeyin çığırından çıkmışlığına ilişkin kuşkular büyüyerek devam etti.

Shakespeare böyle bir dönemde eser vermeye başlarken özellikle Kral James döneminin huzursuz, kuşkucu ve güvensiz ortamını yansıttı. Dönemin siyasi olayları, savaşlar da eserlerinde yer buldu. İlk oyunları komedi, intikam trajedisi ve romantik trajedi türlerindendi. Evlilik, aşk, intikam, hırs ve iç içe geçen öyküler dizini oyunlarının temel temalarındandı. Eserlerinde yer yer ahlak sorunlarına değinmiş, öç alma teması oyunlarının can alıcı noktalarını oluşturmuştu. Özgünlüğü eserlerinde hep aramış ve tipleri karakter olarak geliştirmişti. Yeni karakterler yaratarak kurguyu karşıt ögelerle süslemiş, diyalogları yoğun tutarak geniş bir felsefi yaklaşımda bulunmuştur.

William Shakespeare Şiirleri ve Tiyatro Oyunları

William Shakespeare döneminin sorunlarına ayna tutarak ve klasik tiyatro anlayışının dışına çıkarak eser üreten bir yazardır. Yazdığı eserler komedi ve trajedi ağırlıkta olup, yüzyıllardır sergilenmektedir. Yazarın bu evrensel başarısı daima yerini korumuş ve eserleri hemen hemen bütün dünya dillerini çevrilmiştir. Yazarın eserleri komedi ve trajedi ağırlıktadır.

SÖZLERİ:

Kendinde kötülük işlemek küstahlığını bulan; işlediği kötülüğü inkâr edecek kadar küstahlık bulamasın kendinde.

Çocukları iyilikbilmez krallar, erdemli çocuklarını yitirenlerden daha az mutsuz değildirler.

Buz kadar lekesiz, kar kadar temiz olsan bile iftiradan kurtulamazsın.

Olmuş bitmiş, düzeltilmesi elde olmayan şeyler için acınmakta boştur oysa.

SABAH

Franz Kafka, 3 Temmuz 1883 tarihinde Prag’da dünyaya geldi. 

Kafka, 1901 senesinde lise mezuniyetinin ardından notları yüksek olduğu için ailesinden bir ödül kazandı. Bu ödül, Helgoland ve Norderney seyahati idi. Seyahat dönüşü Karl- Ferdinand Üniversitesi‘nde okumaya başladı. 1906 senesinde buradan da mezun olduktan sonra kimyaya ilgi sardı. Kimyaya olan ilgisi çabuk dağılan Kafka, bir süre sonra da hukuk alanında kendini geliştirmek istedi. 

Beş sene hukuk eğitimi alan Franz Kafka, Albert Weber‘in yanında üzretsiz staj yaptı. ,

Zorlu bir çocukluk dönemi geçiren Kafka, öğrencilik hayatının sonuna dek babasının baskısı altında yaşadı. Gençlik döneminde babasından korktuğu söylenemese de, babasından nefret ettiği söylenebilir. Eserlerindeki baba figürleri, her zaman despot, baskıcı, her şeye gücünü yetiren biri olarak tasvir edilir. Kafka’nın en klasik eserlerinden biri olan “Dönüşüm” kitabındaki baba karakteri, buna en güzel örneklerden biridir.

Yaşadığı dönemde verdiği eserleri büyük ilgi gören Kafka’nın ölümünden sonra da eserleri yayınlanmaya devam etmiştir. 

1917 senesinde ağzından kan geldikten sonra hasta olduğundan şüphelenip doktora giden Kafka’ya akciğer kanseri teşhisi konur. 1918 senesinin sonlarında İspanyol gribine yakalanır ve iyiden iyiye acı çekmeye başlar. Artan ağrılar, ünlü yazarı git gide hayattan koparır. 

1923-24 senesinde Berlin’de bulunan Kafka, hastalığının ciğerlerinden boğazına kadar ilerlemesi yüzünden artık konuşamaz hale gelmiştir. 

1924 senesine tekrar muayene edilen Kafka’ya artık gırtlak kanseri teşhisi de konmuştu. Yapılan muayeneler sonrasında, hastalıkların ilerlemesinden dolayı artık ameliyat dahi olamayacağına karar verildi. 

Ağrılı, acılı, sıkıntılı yılların ardından ünlü yazar Franz Kafka, 3 Haziran 1924 tarihinde Klosterneuburg’da, 40 yaşında hayata gözlerini yumdu.

ESERLERİ

1933-45 yılları arasında Kafka da tıpkı diğer bütün Yahudi yazarlar gibi yasaklanan yazarlar arasındaydı. Hatta Kafka, Nazi döneminde yasaklanan yazarların başında geliyordu. Eserleri yakılacak kitaplar listesinin en başındaydı.

akit

Eğer okuduğumuz bir kitap bizi kafamıza vurulan bir darbe gibi sarsmıyorsa, niye okumaya zahmet edelim ki?

Geçti artık, şimdi yalnız kendi hastalığımı, kendi esenliğimle düşünüyorum, ama ikisi de sen demeksin.

Yorgunum, hiçbir şey bilmiyorum; tek istediğim, yüzümü kucağına koymak, başımın üzerinde dolaşan elini hissetmek ve sonsuza dek öyle kalmak.

Odamda günlerdir yalnızım, ziyanı yok dünyada da yıllarca yalnız değil miydim?”

En kötüsü de sahip olmadığın şeylere ait olmandır.

Huzur mu istiyorsun? Az eşya, az insan.

Franz Kafka

BEN YALNIZCA ZALİMLERDEN TİKSİNİRİM

Ve gerçekteyeryüzünde bir çocuğun acısından, o acının beraberinde getirdiği nefretten ve bunu açıklama için aranacak nedenlerden daha önemli hiçbir şey yoktu.

PARAYA YÖNELMİŞ HER HAYAT, BİR ÖLÜMDÜR

Ağın ilmiklerine takılmış bir balık gibi çırpınıyorum.

İnsan, kendi kendisinden saklamaya çalıştığı yanını sevmez.

Hiçbir sanatçı gerçekten vazgeçmez.

Evren insan için uyumsuzdur ve bilinemez.

Başarı kolay elde edilir, zor olan başarıyı hak etmektir.

Mutluluk, bizi zorlayan kadere karşı kazanılan zaferlerin en büyüğüdür.

Tarih insanların, düşlerin en aydınlık olanlarını gerçekleştirmek için giriştikleri umutsuz bir çabadan başka bir şey değildir.

Mutluluk şansı olmasaydı, adaletin hali ne olurdu.

Korkunç bir bırakılmışlık duygusu. Dünyanın bütün varlıklarını göğsüme sarsam bile, kendimi hiçbir şeyden koruyamazdım.

Resmi tarih oldum olası büyük katillerin tarihidir. Kabil, Habil’i bugün öldürmüş değil, ama bugün kabil, Habil’i akıl uğruna öldürüyor ve onur madalyası istiyor.

İnsan ne ise, o olmayı reddeden tek yaratıktır.

Zamanımdan ayrılamayacağımı anlayınca, onunla birleşmeye karar verdim.

Bütün büyük olayların, büyük düşüncelerin önemsiz bir başlangıcı vardır.

Ölüm korkusunu aşmadıkça insan için özgürlük yoktur. Ama intihar ile değil. Bu korkuyu aşmak için kendini bırakmamak gerekir. Hiç burukluk duymadan, korkmadan ölebilmeli.

Bir adam karısına arabasının kapısını açıyorsa emin olabilirsiniz: ya arabası yenidir, ya da karısı.

Ne Faust, ne Don Kişot birbirini yenmek için yaratılmamışlardır ve sanat dünyaya kötülük etmek için icat edilmemiştir.

Basın özgürlüğü belki de özgürlük düşüncesinin giderek aşağılanmasından en çok acı çekmiş özgürlüktür.

Sözün gelişi ‘dostlarım’ diyorum, dostum yok artık, sadece suç ortaklarım var. Onların da sayısı pek çoğaldı, bütün insanlar suç ortağım benim. En başta da siz geliyorsunuz. Kim yanımdaysa birinci odur.

Bir insanın tek başına mutlu olması utanılacak bir şeydir.

Ben dilimin sınırlarında nöbet beklerim.

İnsanın her gün yaptığı en iyi şey intihar etmemeye karar vermektir.

İnsan kendisi için gerçek ve mutlak olan mutluluğa yaşamı boyunca yalnız bir kez erişir ve geri kalan tüm yaşamını bu mutluluğa tekrar ulaşmaya adar.

Önümden gitme seni izleyemeyebilirim, arkamdan da gelme yol gösteremeyebilirim; yanımda yürü ve yalnızca dostum kal.

Geceler sonsuz değildir.

Ya tüm çırpınmalarını aşan daha yüksek bir anlamı vardır bu dünyanın, ya da bu çırpınmalardan başka hiçbir şey gerçek değildir.

Haklı olma ihtiyacı, sıradan insanlara özgüdür.

Dünyanın insandan başka anlamı yoktur. Hayat anlayışımızı kurtarmak istiyorsak, insanı kurtarmamız gerekir.

Çekip gidene her şey mizah, kalıp bekleyene her şey şiirdir.

Ya zamanla birlikte yaşar ölürsün, ya daha yüce bir yaşam uğruna zamanın dışına çıkarsın.

Ahlaka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.

Yirminci yüzyılımız korku çağıdır. Diyeceksiniz ki korku bir bilim değildir, ama bu korkuda bilimin payı var.

Zamanımdan ayrılamayacağımı anlayınca, onunla birleşmeye karar verdim.

İnsanın parası varsa çalışmak zorunda kalmaz. Böylece zamanı satın alır. Bu kalan zamanda da kendini mutlu edebilecek şeyleri yapar. Yani para mutluluğu satın alır.

Bir kalıp düşünceyi işlemek, bir incelik üzerinde durmaktan çok daha kolaydır. Benim için kalıp düşünceyi seçtiler: Ben de saçma oldum kaldım.

İnsanın eninde sonunda alışamayacağı bir düşünce yoktur.

Yaşamak kendi başına bir değer yargısıdır. Nefes almak ise; yargılamaktır.

İnsanın her gün yaptığı en iyi şey intihar etmemeye karar vermektir.

Bugün karım öldü fakat neyse ki masamın üstü beni oyalayacak bir sürü evrakla dolu.

Bir adam karısına arabasının kapısını açıyorsa emin olabilirsiniz: Ya arabası yenidir, ya da karısı.

İnsan, kendisine bir mânâ vermeye çalışan tek mahlûktur.

Kışın en soğuk zamanında, ben nihayet içimde yenemediğim bir yaz olduğunu öğrendim.

İnsanlarla uzun süre yaşayamıyorum. Sonsuzluğun payından bana biraz yalnızlık gerek.

Politika ve sanat dünyanın düzensizlikleri karşısında başkaldırmanın iki ayrı yüzüdür.

Sevmenin sınırı olamaz.

İnancın yere düşerse silahın da yere düşer.

Gölgesiz güneş yoktur ve geceyi tanımak gerekir.

Bir yazarım. Ben değil kalemim düşünür, anımsar ya da kuşatır.

Yazar, sanatını büyük yapan şu iki görevi yüklenmelidir; gerçeği ve özgürlüğü.

Albert Camus Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri

Albert Camus (d. 7 Kasım 1913, Mondovi, Cezayir – ö. 4 Ocak 1960, Sens yakınları, Fransa), Fransız düşünür, romancı, deneme ve oyun yazarı. 1957 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır.

Gençlik Yılları

Alsace’lı yoksul bir işçi olan babası; Camus’nun doğumundan hemen sonra, I. Dünya Savaşı’nda ilk Marne Çarpışması’nda öldü. İspanyol asıllı annesi, çocuklarına bakabilmek için ev işlerinde çalıştı.

Camus, erkek kardeşi Lucien ve annesi, Cezayir’in işçi mahallelerinden birindeki iki odalı bir evde, anneannesi ve felçli dayısıyla birlikte yaşadılar. Camus, denemelerinden oluşan ilk kitabı L’Envers et l’endroit’da (1937; Tersi ve Yüzü,) bu yıllarda yaşadığı ortamı anlatır ve annesi, anneannesi ve dayısını tanıtır. İkinci deneme kitabı Noces (1938; Düğün Gecesi) Cezayir köy yaşamına lirik bir bakış getirir ve doğanın güzelliğini, yoksulların bile sahip olabileceği bir zenginlik olarak sunar. Her iki kitap da insanın dayanıksız, ölümlü yapısı ile maddi dünyanın dayanıklılığı arasındaki karşıtlığı ortaya koyar.

Camus 1918’de ilkokula başladı. Öğretmeni Louis Germain’in yardımıyla bir burs kazanarak 1923’te liseye girdi (34 yıl sonra Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmayı Germain’e ithaf eden Camus, kendine özgü bağlılık anlayışını sergiliyordu).

Bundan sonra okumaya ve futbol, yüzme ve boks gibi çeşitli spor dallarına merak sardı. 1930’da vereme yakalanınca spor yaşamı sona erdi, eğitimi de engellendi. On beş yıldır yaşadığı sağlıksız evden ayrılmak zorunda kalan Camus, bir süre Yoltaire’in görüşlerini benimseyen ve kasaplık yapan bir akrabasıyla aynı evde oturdu. Daha sonra yalnız yaşamaya karar verdi ve çeşitli işlerde çalıştı. Bu arada Cezayir Üniversitesi’nin felsefe bölümüne yazıldı.

Üniversitede, özellikle edebiyat ve felsefe alanındaki görüşlerini geliştirmesine yardım eden, kendisi gibi futbol meraklısı öğretmeni Jean Grenier’den etkilendi. Plotinus ve Aziz Augustinus’un felsefi yazılarına dayanarak Yunan ve Hıristiyan düşüncesi arasındaki ilişkiyi inceleyen teziyle 1936’da yükseköğrenim diploması aldı. Üniversitede öğretim üyeliği yapmasına olanak verecek agrege (doçentlik) sınavına aday oldu, ama hastalığının yeniden şiddetlenmesi bu girişiminin sonuçsuz kalmasına yol açtı. Sağlığına kavuşmak için Fransız Alpleri’nde bir tatil yöresine gitti. Bu ilk Avrupa gezisinden Cezayir’e, Floransa, Piza ve Cenova üzerinden döndü.

Edebi Kişiliği

1930’larda ilgi alanı genişleyen Camus; Gide, Montherlant, Malraux gibi çağdaş yazarların yanısıra Fransız klasiklerini de okudu; Cezayir’in genç solcu aydınları arasında yer aldı. 1934-1935’te kısa bir süre Komünist Parti üyesi oldu. Ayrıca Theatre du Travail (İşçi Tiyatrosu) için oyunlar yazdı, uyarlamalar yaptı, oyun yönetti ve oynadı.

Daha sonra Theatre de l’Equipe (Grup Tiyatrosu) adını alan bu topluluk, işçilere iyi oyunlar sunmak amacıyla kurulmuştu. Camus’nun tiyatro sevgisi yaşamının sonuna değin sürdü, ama en az ilgi gören yapıtları da oyunları oldu. Gene de (sırasıyla) 1944 ve 1945’te sahnelenen Le Malentendu (Yanlışlık) ve Caligula (Caligula) uyumsuzluk tiyatrosunun dönüm noktalarından sayılır. 1956’da Faulkıler’ın Requiem For a Nun (Bir Rahibenin Ruhu İçin Dua) adlı yapıtından ve 1959’da Dostoyevski‘nin Besi (Ecinniler) adlı romanından yaptığı sahne uyarlamaları da tiyatroya önemli katkılarındandır.

II. Dünya Savaşı’ndan önceki iki yıl AlgerRepublicain gazetesinde başyazarlık, yayın yönetmeni yardımcılığı, politika muhabirliği ve kitap eleştirmenliği gibi çeşitli görevler aldı. Sartre’ın ilk edebiyat yapıtlarının bazılarını tanıttı ve Kabilya bölgesi Müslümanlarının toplumsal koşullarını inceleyen önemli bir yazı dizisi hazırladı. Actuelles 3 (1958) adlı kitabında kısaltılarak yeniden yayımlanan bu makaleler, 1954’te Cezayir Savaşı’na yol açan birçok haksızlığa 15 yıl öncesinden dikkati çekiyordu. Camus, politik-ideolojik olmaktan çok insancıl bir tutumla ama sömürgeciliğin yol açtığı haksızlıkları göz ardı etmeden, Fransa’nın gelecekte de Cezayir yaşamında etkili olabileceğini düşündü.

Fransız işgalinin son yıllarıyla kurtuluşu izleyen yıllar en etkili gazetecilik dönemi oldu. Camus Paris’in günlük Combat gazetesinin (büyük bölümünden gene onun sorumlu olduğu Direniş Hareketi’ne bağlı tek sayfalık bir gazetenin devanu) genel yayın yönetmeni olarak adalete, gerçeğe ve her türlü siyasal eylemin sağlam bir ahlaki temele dayanması gerektiği inancına dayanan bağımsız bir sol çizgi izledi. Daha sonra gerek sağın, gerek solun kısa vadeli çıkarlara yönelik politikalarının yarattığı düş kırıklığıyla 1947’de Combat ile ilişkisini kesti. Artık Camus, edebiyat alanında sözü edilen biri olmuştu.

Savaştan önce başladığı ve 1942’de yayımlanan ilk romanı L ‘Etranger’de (Yabancı, 1953) bir Arabı öldüren, ama bu suçtan çok, yalnızca gerçek duygularını dile getirdiği ve toplumun istediği kalıba girmeyi reddettiği için toplum dışına itilen ve ölümle cezalandırılan bir “yabancı” aracılığıyla, 20. yüzyıl insanının içine düştüğü yabancılaşmayı ele aldı. Çağdaş nihilizmi saçma (absürd) olgusu bağlamında inceleyen felsefi denemesi Le Mythe de Sisyphe de (Sisyphe Efsanesi) aynı yıl yayımlandı.

Nihilizmin üstesinden gelme yollarını aradığı ikinci romanı La Peste (1947; Veba) Oran’da bir salgın hastalığı yenmeye çalışan insanların simgesel öyküsüdür. Romandaki kişiler, salgına karşı verdikleri savaşında başarısız olacaklarını bile bile yılmadan, insanın değerini ve insanlar arası kardeşliği savundukları için önem taşırlar.

Bu yapıtıyla Camus, düşüncesinin temelini oluşturan “absürt=saçma” kavramından ahlaki ve metafizik ‘başkaldırı” düşüncesine geçti. İkinci uzun denemesi L’Homme revolte’de (1951; Başkaldıran İnsan) bu düşünceyi siyasal-tarihsel devrime karşıt olarak ele alması, Marksist eleştirmenlerle Jean-Paul Sartre gibi Marksizme yakın kuramcıların sert çıkışlarına yol açtı. Öteki önemli edebiyat yapıtları, başarılı tekniğiyle dikkati çeken La Chute (1956; Düşüş) adlı romanı ve L’Exil et le royaume (1957; Sürgün ve Krallık) adlı öykü kitabıdır. Hıristiyanlığın simgelerini kullanma çabasını yansıtan Düşüş, din dışı, insancıl bir ahlak anlayışının kolaya kaçan biçimlerini zekice alaya alır.

Düşünsel Yönü

Teknik ve akademik anlamda bir felsefeci sayılmayan Camus, gene de önemli felsefi görüşler ortaya koydu. Soren Kierkegaard, Friedrich Nietzsche ve Martin Heidegger gibi filozofların başlattığı geleneği izleyerek insanın dünya içindeki konumuna anlam ve eylem açısından baktı. Felsefe görüşünde önemli bir yer tutan kişinin toplum ve tarihle ilişkilerini “yalnızlık” ile “dayanışma” kavramları yoluyla irdeledi. Düşünsel gelişmesi iki dönemde gerçekleşen Camus, ” saçma” kavramı üzerinde durduğu birinci dönemde intihar, “başkaldırı”yı işlediği ikinci dönemde ise cinayet olgusunu ele aldı. İki dönemin ortak yanını oluşturan mutlak son ölüm ise, yaşamın anlamsızlığını ve dolayısıyla “saçma” yaşantıyı ortaya çıkaran temel olgudur.

Camus’ye göre intihar temel bir çelişme içerir. Yaşamı anlamsız bularak intihar eden insan, aslında bu eylemiyle uğrunda yaşayabileceği bir anlamın varlığını kanıtlar. Yaşam anlamsızsa, insanın eylemde bulunmak, dolayısıyla da intihar etmek için nedeni yoktur. İntihar eylemi anlamı var sayar. Ayrıca “dünyayı ateşe vererek” yani başkalarını da öldürerek ölebileceği halde tek başına ölmeyi seçen insan, en azından öteki insanların yaşamalarında bir değer görmüştür.

Sisyphos Söyleni’nde “dünyanın saçmalığı” ve “yaşamın anlamsızlığı” gibi intihara varan yaşantıları edebiyat ve tarih bağlamı içinde belirli kişiliklerde izleyen Camus, Sisyphos’u bunlara karşı bir kişilik olarak ortaya çıkarır. Tanrıları sürekli boşa çıkacak umutsuz bir iş yapmakla, hep yeniden aşağıya yuvarlanacak taşı tepeye çıkarmakla cezalandırdığı Sisyphos’un en önemli özelliği, cezasını bilinçli olarak kabullenmesidir. Sonunda cezasına ulaşan bütün yaşamını “evetlemiş” olmakla kendi “kaderi”ne egemen olur: “Taş, kendi taşıdır.” Bu düşünce sonradan Veba’da, ortadan kaldıramayacağını bile bile vebayla savaşan Doktor Rieux’nun kişiliğine yansır. Dünyanın saçmalığını, yenilginin sonu gelmeyeceğini bile bile kötülüklere karşı çıkmak, yaşamaya aolam katmaktır.

Veba’da da işlenen başkaldırı konusu ikinci döneminin. en önemli felsefi yapıtı olan Başkaldıran İnsan’da geliştirilir. Başkaldırıyı “metafizik” ve “tarihsel” biçimde ikiye ayıran düşünür, bir bütün olarak “dünyanın anlamsızlığı “na başkaldırmak ile belirli tarihsel durumlarda, toplumu değiştirmek, kötülükleri gidermek, daha iyi bir düzen kurmak amacıyla eylemde bulunmayı da ayn ayn ele alır.

Camus’ye göre ölümlere yol açan toplumsal başkaldırı eylemleri tıpkı intihar gibi temel bir çelişme içerir. Bir anlam, bir değer adına başkaldınldığına, bu da bütün insanları kapsayan bir çerçeve gerektirdiğine göre, bir anlam ve bir değer uğruna insanları ölüme götürmek tutarsızlıktır. Camus bu durumda tarihsel başkaldırı eyleminin, “köklerine ihanet ettiğini” söyler. Tarihsel başkaldırıyı Fransız Devinimi’nden faşizm ve sosyalizme kadar inceler, “köklerine sadık kalan” toplumsal başkaldırı biçimi olarak da çağdaş “devrimci sendikacılığı” öne çıkarır. Camus’nun felsefesi ilk kez Nietzsche’nin dikkat çektiği nihilizm ile felsefi yoldan baş etmeye çalışmış en önemli çağdaş görüşlerden biridir. Bu açıdan varoluşçuluk ile bazı ortak özellikler taşısa da, belli bir akıma bağlanamayacak ölçüde özgündür.

Değerlendirme

Camus, Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandığında (1957) 44 yaşındaydı. Kendine özgü mütevazi mizacıyla, “ödül komitesinde olsaydı, oyunu Andre Malraux’ya vereceğini” söyledi. Ödül töreninde yaptığı konuşmaya Discours de suede (Sanatçı ve Çağı) adını veren Camus, üç yıl geçmeden yayımcısı Gallimard ile bir trafik kazasında (47 yaşında) öldü. (1960)

Romancı, tiyatro yazarı düşünür ve politik kuramcı olarak II. Dünya Savaşı’ndan sonra yalnız Fransa’da değil, Avrupa’da ve bütün dünyada kendi kuşağının sözcüsü, bir sonrakinin de yol göstericisi oldu.

Özellikle insanın kendisine yabancı bir evrendeki yalnızlığı, bireyin kendisine yabancılaşması, kötülük, her şeyin ölümle sona ereceğini bilmenin yarattığı bunalım gibi duyguları ele alan yazıları; savaş sonrasında aydınların içine düştüğü yabancılaşma ve düş kırıklığını bütün boyutlarıyla yansıttı. Çağdaşlarının nihilizmini anlayışla karşılamakla birlikte doğruluk, ılımlılık, adalet gibi değerleri savunmanın gerekliliğini de ileri sürdü. Son yapıtlarında hem Hristiyanlığın, hem Marksizmin katı yönlerini reddeden liberal bir insancıllığın ana hatlarını ortaya koydu.

Turkedebiyati..org

Daimi barışın tesis edilmesi tamamen ülkelerin anlaşmasına bağlıdır. Daimi barışın tesisi tüm ülkeler için yarar sağlar. Barış için uluslararası bir federasyon oluşturulduğunda bu kurum uzun süre yürürlükte kalabilir ve barışı gerçekleştirebilir. Jean-Jacques Rousseau

Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna asla inanmadım, özgürlük daha çok, yapmak istemediğini yapmamaktır.

Doğa bizi asla aldatmaz; kendimizi aldatan biziz.

Sahibi olduğumuz para özgürlüğün; peşinden koştuğumuz para köleliğin aracıdır.

Ağır söz veren hızlı iş yapar.

Aklın sesi ancak yürekten geçebiliyorsa duyulabilir.

Benim işim gerçeği söylemektir. İnsanları ona inandırmaya ihtiyaç duymam.

Beraber ağlamaktaki tatlılık kadar hiçbir şey yürekleri birbirine bağlamaz.

Bir adam bildikleri ile konuşur. Bir kadın beğenileri ile konuşur.

Bir aksan, bir dilin canıdır.

Bireysel aşkım için dünyayı veririm, özgürlüğüm için de aşkımı veririm.

Gerçek demokrasi hiçbir zaman var olmamıştır ve olmayacaktır da.

Jean Jacques Rousseau Kimdir?

Özellikle siyaset, toplumsal özgürlük, haklar, eğitim, din üstüne yazılarında geliştirdiği düşüncelerle tanınan İsviçre doğumlu Fransız filozof, denemeci, müzikbilimci ve romancıdır. Cenevre’de doğan Rousseau, büyük ölçüde kendini eğitmiş , genç yaştayken Fransa’ya giderek hemen bütün yaşamı boyunca Paris ile taşraları arasında oradan oraya dolaşmıştır.

Rousseau (1712-1778) Cenova’da doğdu. Annesi doğumundan birkaç gün sonra öldü, babası bir saat ustasıydı. Kendisine babasının yakını bir kadın bakmıştır. 12 yaşında formel eğitimi sona erdikten sonra beş yıllık bir süre için bir oymacının yanına çırak olarak verilir ama bir süre sonra buradan kaçar ve Cenova’yı terk eder. Kendisindeki ışığı fark eden iyiliksever insanların yardımıyla geçinerek orada burada dolaşır; bu arada bol bol kitap okur, müzik alanındaki yeteneğini geliştirir. 1731 yılında Fransa’ya geldiğinde Barones Warens’ın çevresine girer. Aslında çocukluğunun bir döneminde onun himayesinde Chambery’de yaşamış ve Katolikliğe geçmişti. Şimdi ise Barones’in Charmettes’deki yurtluğunda kalarak eğitimindeki boşlukları doldurmaya çalışmıştır. Madam Warens ile ilişkileri gelişiminin olumlu etkilenim kaynağıdır, denebilir.

1738’den 1740’a dek M. De Mably adında birisinin çocuklarının öğretmenliğini üstlendi ve bu iş sırasında Condillac ile tanıştı. 1743’te Fransız büyükelçisi Comte de Montaigu’ye sekreter olarak Venedik’e gitti ama ertesi yıl Rousseau küstahlık nedeniyle işinden atılarak Paris’e geri döndü. 1745’te Voltaire ile ilk kez karşılaştı ve 1749’da Diderot onu Ansiklopedi için müzik üzerine makaleler yazmaya çağırdı. Ayrıca d’Holbach’ın salonu ile de tanıştırıldı. Aynı yıl Dijon Akademisi sanatların ve bilimlerin ilerlemesinin ahlakın iyileşmesine mi yoksa bozulmasına mı yol açacağı sorusu üzerine yazılacak en iyi denemeye ödül verme çağrısında bulununca Rousseau, Sanatlar ve Bilimler Üzerine Söylev’i ile konulan ödülü kazandı. Makale 1750’de yayımlandı; yazarı şimdiden ünlü olmuştu. Ama bilimler ve sanatlar alanındaki ilerlemenin ahlak üzerindeki bozucu ve yozlaştırıcı etkilerini savunduğu için ‘le philosophe’arın güçlü bir muhalefeti ile karşılaştı. d’ Holbach’ın çevresinden de kopuş noktasına geldi.

Rousseau karşı çıkışlardan yılmayarak, bu kez de Dijon Akademisinin “İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kökeni nedir ve doğal yasa tarafından haklı gösterilebilir mi?” biçimindeki sorusuyla açtığı yarışmaya katıldı: “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni ve Temeli Üzerine Söylev” başlıklı çalışması ödül kazanamadı ama 1758’te yayımlandı. Bu yazıda henüz uygarlaşmamış doğa durumunda yaşayan insanın bir portresi çizilir; insan doğal olarak iyidir, ama uygarlaşma, eşitsizliği ve buna bağlı olarak bir dizi kötülükleri de beraberinde getirmiştir.

Aynı yılda 1755’de, Rousseau’nun politik ekonomi üzerine makalesi Ansiklopedi’de yayımlanır. 1758’de Politik Ekonomi Üzerine Söylev başlığı altında ayrı olarak yayımlanan bu makalede “genel istenç” düşüncesini ilk kez dile getirmiştir. 1761 yılında Rousseau Yeni Heloise adlı bir roman yayımladı. 1762’de en ünlü çalışması kabul edilen Toplum Sözleşmesi ve yine aynı yıl Emile başlıklı eğitim üzerine kitabı çıktı. Bu kitapların yayımlanması üzerine İsviçre’ye sığınmak zorunda kaldı. Tepkiler ana vatanı Cenova’da da aynı idi. Oysa bir ara Cenova’ya gelerek Protestanlığa geri dönmüştü çünkü Cenova yurttaşlığını geri kazanmak istiyordu. Daha sonra (1763) bu vatandaşlığı resmi olarak reddetti.

1765’te Berlin’e gitmek için yola çıktı ama yolda İngiltere’ye gitmeye karar verdi. Ocak 1766’da David Hume ile birlikte Manş’ı geçerek, Hume’un yanında kalmaya başladı. Ne var ki geçimsizliği ve izleniyor biçimindeki hezeyanları nedeniyle burada da tutunamadı. Altı ay sonra Mayıs 1766’da, Fransa’ya döndü. On yıl boyunca Fransa’da kaldı en son 1778’de Marquis de Girardin’in konuğu olarak Erménonville’e gitmek üzere yola çıktı ve bir iki ay sonra orada öldü. İtiraflar adlı yapıtı ölümünden sonra, 1782’de yayımlanmıştır.

Jean-Jacques Rousseau (Cenevre 28 Haziran, 1712 – Ermononville, Val-d’Oise 2 Temmuz, 1778) Fransız yazar, düşünür, filozof, politika ve müzik teorisyeni.

İsviçre’nin Cenevre kentinde doğmuştur. Bir sanatçının oğludur, on yaşında eğitimine bir din adamının yanında başlayan Rousseau, daha sonra sonra bir gravürcü ustasının yanında çalışmıştır. 1728-1738 yılları arasında değişik işler yaparak, uşak, sekreter, müzik hocası, tercüman olarak Fransa, İtalya ve İsviçre’de dolaşmıştır. Fransa’da yazıları yasaklanınca daha sonra aralarının açıldığı dostu David Hume’un daveti üzerine İngiltere’ye gitti. Daha sonra Batı İsviçre’de Neuchatel’e sığındı. Kalvenist olarak vaftiz olmuştu, Turin’de Katolikliğe geçti, daha sonra tekrar Kalvenist oldu. Bu sebeple doğduğu şehir olan Cenevre’de ateist suçlamalarına mâruz kaldı. 1749 da Ansiklopedinin müzik bölümünü kaleme almıştır.

İnsan doğasına ilişkin çözümlemesiyle, insanın uygarlık tarafından değiştirilmemiş doğal halinin birçok açıdan daha üstün olduğu fikri ve modern demokrasi anlayışına temel oluşturan toplumsal sözleşme öğretisiyle ün kazanmış olan ünlü Fransız düşünürdür. Kendisi filozof sıfatını her zaman reddetmiştir.

Başlıca Eserleri

– Du Contrat Social (Toplum Sözleşmesi)

– Les Rêveries du promeneur solitaire (Yalnız Gezenin Düşleri)

– Les Confessions (İtiraflar)

– Discours sur les Sciences et les Arts (Bilimler ve Sanatlar Üzerine Konuşma),

– Discours sur l’Origin et les Fondements de l’Ingalité parmi les hommes (İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli ve Kökenleri),

– émile au de l’éducation (Emile ya da Eğiti­me Dair),nouvelle heloise

– Du Contrat Social (Toplum Söz­leşmesi),

– Les Confessions (İtiraflar)

– Lettre a D’Alembert sur les spectacles (Tiyatro Oyunları üstüne d’Alembert’e mektup)

– Julie ou la Nouvelle Héloise (Julie ya da yeni Heloise)

– Les Rêveries du promeneur solitaire (Yalnız Gezenin Düşleri)

ÖMER YILDIRIM

Jean Jacques Rousseau’nun Felsefesi

Rousseau’nundüşüncesine en genel anlamda üç ayrı yönden yaklaşmak olanaklıdır: “Toplum sözleşmesi kuramcısı olarak” Rousseau, var olan in sanlık durumunu açıklamak amacıyla varsayımsal bir doğa durumu kurmaya çalışır. Bu çaba, hem bir insan doğası kuramı hem de toplumsal örgütlenmeye yönelik bir dizi pragmatik savdan oluşan bir felsefi insanbilimin çevresinde dolaşır. “Toplum yorumcusu olarak” Rousseau, eğitim ile toplumsal örgütlenmenin hem var olan uygulamadaki biçimlerini hem de olması gereken ideal biçimlerini ortaya koymaya çalışır. “Bir ahlakçı olarak” Rousseau ise bir tür evrensel siyasal eylem ya da uzlaşı biçimi aracılığıyla birey ile yurttaşı bir potada kaynaştırmaya çalışır.

1750’li yıllardan başlayarak Rousseau, insanın toplumdaki durumunun doğası ile kökenleri üstüne, buna bağlı olarak da var olan durumun iyileştirilmesi adına neyin yapılabilir olduğu ile neyin yapılması gerektiğine ilişkin giderek daha bir derinleşen, ayrıca da alabildiğine kavraması göçleşen düşünceler geliştirmiştir.

Dijon Akademisi’nin “Bilim ile sanatta yaşanan gelişmeler, ahlak yaşamında yansımasını bulmuş mudur?” konulu deneme yarışması için yazdığı ve ödül de kazandığı Bilimler ile Sanatlar Üstüne Konuşma (Discours sur les sciences et les arts, 1750) başlıklı çalışmasında sonraki yapıtlarındakilere göre çok daha çarpıcı ama bir o kadar da yüzeysel düşünceler ortaya koyduğu gözlenen Rousseau, bu yapıtında ne bilimsel bilginin artışının ne de sanatların mükemmel yapıtlar yaratmasının tek başına gerek birey temelinde gerekse bir bütün olarak toplum temelinde ahlaksal bir iyileşme sağlamayacağını ileri sürmektedir. Tam tersine bu tür üst düzey bir kültürel yapılanmanın toplumun var olan konumu düşünüldüğünde fazlasıyla lüks ve gereksiz kaçacağının altını özellikle çizen Rousseau, ancak çok az sayıdaki dini düşünürün düşünceleriyle insanlığın ilerleyebileceğini savunmaktadır.

Yine de Rousseau, çoklarının “yüksek beğeni ve öğreniler”in ortaya konması karşısında ilerleme anlamında bir etki almaktan çok, onarılması son derece güç büyük hasarlar göreceğinden duyduğu derin endişeyi açıklıkla dile getirmektedir. Söz konusu deneme yayımlandığı dönem için önemli sayılabilecek bir oranda dikkat çekmiş, Rousseau’nun sonradan özenle karşılık vereceği epey bir de tepki almış olmasına karşın, bu yazısından hemen sonra kısa bir süreliğine de olsa müziğe duyduğu ilginin daha ağır basması nedeniyle Rousseau toplumsal eleştiri konulan üstüne yazmayı bir süreliğine ertelemiştir.

Nitekim 1753 yılında yazdığı Fransız Müziği Üstüne Mektup (Letter on French Music) başlıklı yazısında Fransız müziğini eleştiren Rousseau, tekdüze, kaba saba ve renksiz bulduğu Fransız müziğinin bütün bu olumsuz özelliklerini, söz konusu müziğin bütünüyle köklendiği toprak olarak düşündüğü Fransız konuşma diline bağlamaktadır. Sonradan Fransız yapısökümcü düşünürü Derridan’nın büyük ilgisini çekecek olan 1755 ile 1760 yılları arasın da yazmaya başladığı ama bir türlü tamamlayamadığı Dillerin Kökeni Üstüne (On the Origin of Languages) başlıklı denemesinde Rousseau, Fransız dilinin “yardım isteme” ya da “yardım çağrısı” ile “öteki insanları denetleme” ünlemleri doğrultusunda biçimlenmiş olduğunu ileri sürmektedir. Fransız dilinin tatsız tuzsuzluğunun da yalınkatlılığının da hatta aşırı açıklığının da başlıca nedeninin bu öznitelikler olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Rousseau sıcak güney iklimlerinin hüküm sürdüğü ülkelerin dillerinin sevgi ve tutkuyla dolu aksanlarının dili her zaman renkli kıldığına ve bunun en belirgin örneğinin “İtalyan Operası”nda görülebileceğine dikkat çekerek, toplumsal ve siyasal istemlerin müzik dilini dahi derinden etkilediği saptamasında bulunmaktadır. Sözü buradan etkili bir devlet yönetiminin keskin, sert ve etkileyici bir söyleyişi olması gerektiği noktasına taşıyan Rousseau, bir başka “deneme”sinde bütün dikkatini devlet yönetiminin ya da hükümetin kökeni ile işlevi konusuna çevirmektedir.

İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temeli Üstüne Konuşma (Discours sur l’origine et les fondements de l’inégalité parmi les hommes, 1755) başlıklı bu kitabında Rousseau, neredeyse bütünüyle “pastoral” diye nitelendirilebilecek bir insanlık görüşü sunar. Rousseau’nun en önemli yapıtları arasında gösterilen bu oldukça önemli yazısı temelde doğa insanlığının çöküşü konusunu, yaban topluluklardan toplumlara, en sonunda da devlete dek yozlaşmanın ve kokuşmanın tarihinin ana uğraklarının izini sürerek incelemektedir.

Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi (Du Contrat social, 1762) başlığını taşıyan çalışması ise gerek siyaset kuramının gerekse siyaset felsefesinin klasik yapıtları arasında gösterilmektedir. Dört ayrı kitaba ayrılarak yazdan yapıtta, “Birinci Kitap” meşru siyasal bir düzenin kurulması için gereken uygun zemini; “İkinci Kitap”, böyle bir düzen içerisindeki egemen yapının kökeni ile işlevlerini; “Üçüncü Kitap” bütün gücünü ve yetkilerini egemen yapıdan alan ikincil konumdaki hükümetin görevlerini; “Dördüncü Kitap”, özellikle Roma devleti örneğini önüne koyarak sivil dinin işlevleri ile adil bir topluma ilişkin değişik konuları ele almaktadır. Kitabın alt başlığının “Siyasal Hakkın İlkeleri” olması ayrıca anılmaya değerdir.

Rousseau’nun kitabın hemen bütününe egemen temel ilgileri normatif bir nitelik sergilemektedir, söz konusu normatif yaklaşımın en belirgin biçimde görülebileceği konular “meşruiyetin doğası ile temeli” ve “adalet” ile “hak” ekseninde sıralanmaktadır. Bu anlamda var olan siyasal yapılara karşı varolması gereken siyasal yapıların araştırılması kitabın başlıca amacı olarak görülebilir. Yapıtın kavranması bakımından oldukça yararlı olan kısa bir özet, Emile’ in siyasal eğitimi üzerine söylenenler aracılığıyla “Emile” başlıklı “Beşinci Kitap”ta sunulmaktadır.

Rousseau, Toplum Sözleşmesi başlıklı bu önemli çalışmaya bir toplum içinde bir araya gelmemizi zorunlu kılanın birey olarak kendi kendimize yetmeyişimiz olduğu saptamasında bulunarak başlamaktadır. Ancak toplum içinde bir araya geldiğimiz vakit, yaşamımızı sürdürmek pahasına boyunduruk altına girmeyi doğal olarak istememekteyizdir. Özgürlük bu anlamda özsel bir insan gereksinimi, insanlığın en önemli göstergesidir. Dolayısıyla Rousseau’ya göre, özgürlük olma dan salt yaşamda kalmak gerçek anlamda bir insan yaşamını ifade etmemektedir. Bu bağlamda Rousseau insanların özgürlük temelinde bir araya gelmelerini, bütün kişilerin bir araya gelmesi adına egemenlik yapısının meydana getirilmesi durumuna, yani insanların kendileri açısından belli ölçülerde bağlayıcı olan yetke yapısı yasayı kendi arzularıyla benimsemeleri “genel istenç” diye adlandırmaktadır.

Genel istenç tasarımı Rousseau’nun siyasal meşruiyet kuramına baştan sona egemen olmasına karşın tam anlamıyla açık olmayan oldukça tartışmalı bir konudur. Kimi yorumcular bu anlayışın son çözümlemede en temel örneğinin Fransız Devrimi’nde verildiği üzere proleteryanın ya da yoksul kırsal kesimin diktatörlüğü anlamına geldiğini belirtseler de Rousseau’nun genel istençten anladığı tam olarak bu değildir.

Bunun böyle olmadığının en temel kanıtı, Rousseau’nun genel istencin bireyleri kitlelere karşı korumak için, tek tek bireylerin kitlelerin yararı adına kurban edilmelerine izin vermemek için var olduğunun altını özellikle çizdiği Siyasal Ekonomi Üstüne Konuşma (Discourse on Political Economy, 1755) bulunmaktadır. Kuşkusuz Rousseau bu noktada insanın doğası gereği bencil olduğunun, kendi toplumsal katmanının çıkarlarını savunmak adına ötekileri tahakküm altına alacak derecede baskıcı bir yaradılış taşıdığının bütünüyle farkındadır. Bu nedenle Rousseau, herkesin iyiliğini gözeten bir anlayışa içtenlikle bağlılığın sağlıklı bir toplumsal yapılanımı olanaklı kılacak genel iyinin oluşturulabilme baş koşulu olduğunu savunmaktadır. Nitekim bu çok önemli koşul “İkinci Kitap”ın da ana araştırma izleğidir. Rousseau genel iyinin oluşturulabilmesinin yeter koşullarını incelediği “İkinci Kitap”ta, özellikle gerekli olduğunu düşündüğü, insanları kendi bencil ilgi ve çıkarlarına karşı bütün bir toplumun iyiliğini düşünmeye özendirecek, bunun kendileri için daha büyük yararlar getireceği inancını aşılayacak yarı kutsal bir yöneticinin karizması tasarımına başvurmaktadır. “İkinci Kitap”ın akışı boyunca Rousseau yalnızca yasalara ve iyi bir devlete ilişkin sarsılmaz bir duyarlık ve inanç taşıyan Korsika halkından örnekler vererek, kimileyin bu küçük ada halkının bir gün gelecek Avrupa’yı afallatacak derecede büyük işler başaracağı duygusuna kapıldığını dile getirmektedir.

Toplum Sözleşmesinin hükümetin rolünü ve görevlerini inceleyen “Üçüncü Kitap”ında Rousseau, çoğunluk yöneticilerin toplumun ilgi ve çıkarlarını gözetecek yerde kendi özel ilgi ve çıkarları uyarınca hareket ettikleri gerçeğinden yola çıkmaktadır. Nitekim bu gerçeğe bağlı olarak Rousseau, hükümet işlevlerinin baştan sona halkın yargısının egemenliği altında yürütülecek biçimde düzenlenmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Kuşkusuz bu yapılırken hükümetin farklı devletlerin farklı koşullarına (büyüklük, nüfus, coğrafya gibi) uygun güç ve yetkilerle donatılmasına ayrı bir özen gösterilmek zorundadır. Bu bağlamda Rousseau’nun demokratik yönetime karşı özel bir yakınlık duymaması önemli bir noktadır. Bunun ana nedeni anayasa ile egemen yapıyı Rousseau’nun iki ayrı konu olarak düşünmesine bağlanabilir.

Dördüncü Kitapta Rousseau’nun, kitabın kapsamı göz önünde bulundurulduğunda oldukça uzun sayılabilecek bir biçimde Roma Devleti’ni tartışması söz konusudur. Rousseau burada Roma’ya bir yandan alabildiğine feci bir devlet çöküşünün modeli olarak yaklaşırken, öbür yandan tanrısal onaylar ile sivil yasaları bir araya getiren, tanrısal yasaları sivil yasalara uymaya çağıran, bütün ulusun genel iyiliğine halkın bağlılığını pekiştirecek bir olanak olarak “sivil din” tasarımını tartışmaktadır.

Rousseau Emile (1762) adlı yapıtının en olgun, en başarılı yapıtı olduğunu düşünmektedir. Bunun en temel kanın özdeğerlendirmesini yapmak amacıyla 1772 ile 1776 yılları arasında yazdığı (Rousseau Judge of Jean-Jacques: Dialogues) adlı çalışmasında açıklıkla görülmektedir. Rousseau burada kendisini gerçek anlamda kavramak isteyenlere düşüncelerini en derin, en kapsamlı biçimde dile getirdiği Emile adlı yapıtına bakmalarını önermektedir, Kitabın alt başlığı Eğilim Üstüne olmasına karşın, Rousseau’nun bu yapıtında insandaki kötülüğün kaynağına ilişkin en temelli düşünceleri yanında bütünüyle mutlu bir yaşama ulaşmanın olmazsa olmazlarım ortaya koyduğu gözlenmektedir.

Emile’in çatısı insanlığın kokuşmuşluğu ve çürümüşlüğü karşısında bir gencin ( kendisi) yetiştirilme öyküsü üstüne kurulmuştur. Dört kitaptan oluşan yapıtın hemen tamamına egemen olan ana düşünce, toplumsal ilişkilerin doğası ile sivil toplumun buna olanak tanıyan temeli nedeniyle çağdaş toplumdaki çoğu erkek ile kadının yozlaşmış, yaşamlarının çarpıklaşmış olmasıdır. Bu istenmeyen durum karşısında yapıtın ana savunusu, insanın doğası gereği iyi Olduğu ama toplumsal yaşamın onu kötü olmaya iteklediği biçiminde kısaca özetlenebilir. Rousseau’ ya göre, kişinin anlamlı ve mutlu bir yaşam sürebilmesi için elden geldiğince toplumun alabildiğine zararlı etkilerine karşı korunaklı olması, yaratıcı, uyumlu, neşeli bir yaşam geliştirebilmesi için kendi kişisel kaynakları ile ahlaksal bağlanımlarına geri dönmesi gerekmektedir. mile ele alınan konulardan bir diğeri de insanın bebeklikten büyüyüp yetişkin olana değin geçtiği gelişim aşamalarında, hem bireyin kendisinden hem de dış etkilerden kaynaklanan en önemli sağlık ve hastalık nedenleri üstüne yürütülen tartışmada kendini gösterir. Çocukların dengeli, önceden belirlenmiş amaçlara ulaşmayı en etkin bir biçimde sağlayacak belli bir yöntem dahilinde yetiştirilmeleri gerektiğini savunan Rousseau, bu yetiştirme sürecinde pratik yaşam ile somut konulara ilişkin içgörülerin çocuklara olabildiğince aşılanması gerektiğini dile getirmektedir. Burada Rousseau’nun önemle üstünde durduğu, çocuğa verilen eğitimle kazandırılacak temel yaşama tutumunun en belirleyici özelliğinin, doğaya göre ya da doğanın kendi iç işleyişine uygun bir yaşam farkındalığının aşılanmasına yönelik olması gerektiğidir. Kendi güçlerimiz ile gerçek koşullar arasında ne denli uyumlu bir ilişki içinde olduğumuzun ana belirleyicisi de bu farkındalıktır. Böyle bir farkındalık eğitimini başarıyla almış çocuk, Rousseau’ya göre, toplum içinde kendisine bir yer bulma gereksinimi duyduğu vakit, bu yeri edinmek amacıyla çevresini denetlemeye, yakınındaki insanları egemenliği altına al maya çalışmayacaktır, yani despot yaradılışta bir kişi olarak toplumsal ilişkilerde bulunmayacaktır. Bunun tam tersine kendisi için gerekli olduğunu gördüğü yaşam yararlarım ancak arkadaşlığa, karşılıklı saygıya, işbirliğine dayalı olarak edinebileceğini bilecek, ona göre davranacaktır. Bu bağlamda Rousseau, birbirimize karşı sevecenlik ile yardımseverlik besleme kapasitemizin insanlığın bütünleşerek bir toplum içinde yaşayabilmesinin temeli Olduğu gibi, “Atın Kural”ın da en doğru açıklaması Olduğunu savunmaktadır. Gerçek ahlaksal istemlerin ne bize dışardan dayatılan ne de us yoluyla bulgulanan şeyler olduklarının altını özellikle çizen Rousseau, söz konusu istemlerin ancak eşitler arasında kurulan yaratıcı ilişki bağı yoluyla dışa vurulan yaşam gerekleri olduğunu ileri sürmektedir. Bu aynı konu yani karşılıklı saygı temelinde kendini geliştirme ülküsü Rousseau’nun evlilik ile cinsel ilişkilere yaklaşımında da belirleyici bir konumdadır. Rousseau böylesi bir zemin üstüne kurulmuş toplumun, içinde yaşayan bütün bireylerin mutluluğunun tek güvencesi olduğunu düşünmektedir.

Sosyolog Ömer YILDIRIM

Dinlemeyi severim. İnsanları dikkatle dinleyerek çok şey öğrendim. Çoğu insan karşısındakini hiç dinlemez.

Dünya herkesi yaralar ve bir çok insan o yaralardan güç alır. Yaralanmayanlarsa ölür.

Ölüm korkusu zenginliği artırmakla aynı oranda artar.

Bir kez borca alıştın mı sonra dilenirsin.

Zeki insanlardaki mutluluk, bildiğim en nadir şey.

Hareketi asla eylemle karıştırmayın.

ERNEST HEMINGWAY’İN HAYATI

20.yüzyılın en önemli yazarlarından olan Amerikalı Ernest Hemingway, yazdığı 20’ye yakın eseriyle edebiyat tarihinin en üretken kalemlerinden biri oldu. Yazarlık mesleğinin yanı sıra gazetecilik de yapan Hemingway’in eserleri Amerikan edebiyatının başyapıtları sayılırken, kendisinden sonraki yazarları da önemli ölçüde etkilemeyi başarmıştır. Nobel ve Pulitzer Ödülü sahibi yazar, yaşamı boyunca iki dünya savaşı görmüş hatta cephelerde savaşmıştır. 

Ernest Miller Hemingway, 21 Temmuz 1899’da Şikago’da dünyaya gelir. Beş çocuklu ailesinin iki erkek çocuğundan biridir. Yazarın babası tıp doktoru, annesi ise eski bir opera sanatçısı ve ressamdır. Çocukluğunda annesinden sanat eğitimi alan yazar, yaz tatillerini geçirdiği Michigan Gölü’ndeki yazlık evlerinde avlanmayı ve balık tutmayı öğrenir.

İçindeki yazma tutkusu ortaokul yıllarında kendini gösterir ve ilk hikâyelerini bu dönemde kaleme alır. Spor dalında köşe yazıları yazan Ring Lardner’dan çok etkilenen Hemingway, eserlerinde “Ring Lardner, Jr.” mahlasını kullanır. Lise eğitimini bitirir bitirmez Kansas’ın önde gelen gazetelerinden birinde muhabir olarak meslek hayatına başlayan Hemingway’in hayatı, tüm dünyayı etkisi altına alan I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla kökten değişecektir.

Amerika’nın 1917’de I. Dünya Savaşı’na dahil olmasıyla cepheye katılmak için başvuru yapan genç yazarın isteği, sol gözündeki görme bozukluğundan dolayı reddedilir ancak kolay kolay vazgeçmeyen Hemingway, bir yıl sonra Kızılhaç’ta gönüllü ambulans şoförü olarak göreve başlar. 19 yaşındayken Avusturya-İtalya sınırında yaralanan yazarın belleğinden savaşın sebep olduğu olumsuz koşullar hiç silinmez ve ileride üreteceği romanlarına da burada yaşadıkları esin kaynağı olur.

Kazadan sonra Milano’da tedavi görürken hastanede tanıştığı hemşireye âşık olan Hemingway, teğmen rütbesiyle ordu görevinden terhis olup, âşık olduğu kadınla beraber Amerika’ya dönüp, evlenmeyi planlar ancak sevgilisi tarafından terk edilir. Yazarı derinden etkileyen bu trajik olay, Hemingway’in en ünlü eseri “Silahlara Veda”nın da konusu olmuştur. 1921’de ise ülkesinde başka bir kadın ile evlenir.

Ülkesine dönen ve savaşın yaralarını sarmaya çalışan Hemingway’in yolu dönemin ünlü yazarları F. Scott Fitzgerald, Ezra Pound, Gertrude Stein gibi yazarlarla kesişir ve onlardan aldığı destek ile 1925’te “Zamanımızda” isimli ilk öykü derlemesi yayımlanır.

Hemingway’in dahil olduğu edebiyat akımı “Kayıp Nesil”, savaşın olumsuz şartlarından etkilenen yitik bir kuşağı tanımlamaktadır. Yazarın romanlarında bu karamsar koşulların oluşturduğu etkilere sıkça rastlamak mümkündür. 1926’da yayımlanan “Güneş de Doğar” kitabı; ülkelerinden kopmuş, amaçsız ve savaşın yarattığı yeni dünya koşullarına uyum sağlayamamış insanları anlatmaktadır. Yaşlı Adam ve Deniz, Çanlar Kimin İçin Çalıyor kitapları yazarın en güçlü ve etkili eserlerindendir.

HALKBANK / KÜLTÜR VE YAŞAM

ÇOK AZIMIZ GÖZÜKTÜĞÜMÜZ GİBİYİZ

AGATHA CHRISTIE BİYOGRAFİSİ

Shakespeare’den sonra kitapları en çok satılan ve İncil’den sonra en çok okunan yazar Agatha Christie… Polisiye hikâyelerinin ünlü kalemi, Mary Westmacott takma adıyla duygu yüklü aşk romanları yazarı Christie, en az kitapları kadar ilginç bir hayata sahip. Yazdığı kitaplar birçok kez dizi ve film olurken, tiyatro eserleri kesintisiz yıllarca en önemli sahnelerde temsil edilir. 

Agatha Christie, 5 Eylül 1890’da İngiltere’de dünyaya gelir. Tam ismi “Agatha Mary Clarissa Miller Christie Mallowan” olan yazarın daha küçük bir çocukken bile sanatla iç içe geçen bir yaşamı olur. Annesi tarafından yazması için sürekli cesaretlendiren Agatha, çok genç yaşta kaybettiği babasının ölümünün ardından 16 yaşında Paris’e şan ve piyano eğitimi alması için gönderilir.

Paris’te kısa süre kaldıktan sonra müzik ile uğraşmak istemediğine karar veren genç Christie, çocukluğundan beri hayalini kurduğu ve kısa denemeler yazdığı edebiyatla iç içe günler geçirir. İlk edebi denemeleri duygusal konuların ağırlıklı olduğu hikâyeler olur. Disleksi olmasına rağmen sürekli kitap okuyan Christie, 1914’te 24 yaşında iken Albay Archibald Christie ile evlenir ve tekrar Fransa’da yaşamaya başlar.

Fransa’da yaşamaya başladıktan sonra bolca dedektif öyküleri okuyan Christie, ilk polisiye romanı olan “Styles’daki Esrarengiz Olay” kitabını kaleme alır. Birçok yayınevi tarafından reddedilen eser, nihayet 1920’de “Bodley Head Yayınevi” tarafından kabul edilir. Bu kitap Agatha Christie’nin dedektiflik hikâyelerinden oluşan ünlü “Hercule Poirot” serisinin ilki olur. Hercule Poirot, Belçikalı kurgusal bir karakterdir ve Christie’nin daha sonraları kaleme alacağı edebiyatın ilk kadın dedektifi “Miss Marple” ile birlikte yazarın en ünlü kurgu karakterleri olur. Miss Marple, on iki romanda ve sekiz kısa öyküde; Poirot ise yazarın otuz üç romanında ve elli dört kısa öyküsünde boy gösterir.

Kısa sürede çok sevilen bir yazar haline gelen Christie, 1926’da ilginç bir olay yaşar. Tam 11 gün kayıplara karışan Agatha’dan hiç haber alınamaz. Günler sonra arabası bir göl kenarında ağaçlara çarpmış halde bulunur ancak genç yazar arabada değildir. Bir süre sonra bir otelde Mrs. Neele adıyla ortaya çıkan Christie, bu konu hakkında hiçbir açıklama yapmaz. O dönemde gazeteler birkaç olasılık üzerinde durur. Bunlardan ilki, yazarın geçici hafıza kaybı yaşadığı; ikincisi ise, dikkat çekmek için böyle bir senaryo ürettiği olur.

Christie, 1928’de eşinden boşanır ve iki yıl sonra eski bir tanıdığı olan Arkeolog Max Mallowan’ın Suriye ve Irak’taki kazılarına eşlik eder. Bu dönem yakınlaşan çift, evlenir. Yazarın en iyi eserleri arasında yer alan “Mezopotamya Cinayeti” ve “Nil’de Ölüm” gibi büyük yankı uyandıran kitapları bu anılarından ilhamla kaleme alınır. 56 senede 66 dedektiflik romanı yazan Christie, 1936’da Mary Westmacott adıyla dedektiflik hikâyeleri dışında da eserler üretir; yazdığı oyunlar New York ve İngiltere’deki önemli tiyatro sahnelerinde senelerce sahnelenir, ödüller verilir.

Kendi hayatındaki gizemlerle de dikkatleri üzerine çeken Agatha Christie, Hercule Poirot’un gizemli bir cinayeti çözdüğü “Doğu Ekspresinde Cinayet”i İstanbul Beyoğlu’ndaki Pera Palas Oteli’nin 411 numaralı odasında kaleme alır. 1926 ile 1932 yılları arasındaki İstanbul ziyaretlerinde aynı otelin aynı odasını tercih eden Christie’nin ölümünün ardından ünlü film şirketi “Warner Bros.”, yazarın hikâyesini film yapmak ister. Ancak yazar hakkında yeteri kadar bilgiye sahip olmadıkları için bir medyumdan yardım almaya karar verirler. Tamara Rand isimli medyum, bu iş için yazarın ruhunu çağırmakla görevlendirilir. Medyum, kayıp 11 günün sırrının Pera Palace Hotel’de saklı olduğunu söyler. Bu çarpıcı iddianın ardından tüm dünyanın gözü, Agatha Christie’nin Pera Palace Hotel’de bulunan odasına çevrilir.

411 numaralı oda artık tüm dünya tarafından merak edilir. Bir süre sonra söz konusu anahtar gerçekten de medyumun tarif ettiği yerde bulunur. Anahtarın bulunmasıyla birlikte otel yönetimi ve film şirketi arasında asla uzlaşılamayacak bir mücadele başlar. Bu mücadele asla bir sonuca varmaz ve bu olay çözülemeyen bir gizem olarak varlığını sürdürür. II. Dünya Savaşı’nda gönüllü olarak İngiltere’deki bir dispanserde görev alan Christie, 1971’de İngiltere’nin en yüksek unvanı olan “Britanya İmparatorluğu Kadın Komutanı” nişanı ile ödüllendirilir. 12 Ocak 1976’da da İngiltere’de hayata veda eder.

HALKBANK / KÜLTÜR VE YAŞAM

Dolu dolu ve uzun bir yaşam geçiren Agatha Christie, toplamda 66 dedektif romanı ve 14 kısa öykü kaleme aldı. Bunun yanı sıra dünyanın en uzun süren oyunu olan Fare Kapanı’nı da yazdı.

İnsan Değişirse Dünya Değişir, Dünya Değişince İnsan

Gerçek adı Guan Moye olan fakat eserlerinde Çince “sakın konuşma!” manasına gelen Mo Yan mahlasını kullanan, “Sürekli sansürlenen ve eserleri korsan yollarla çoğaltılan Çinli yazarlar arasında en meşhuru” diye bilinen Mo Yan, Batı dünyasında “Kızıl Darı Tarlaları” filmine konu olan romanı ile tanınmıştır. Çin’in Kafka’sı olarak gösterilen yazar İsveç Akademisi’nin “sanrısal gerçekçilikle halk hikâyelerini, tarihi ve şimdiyi kaynaştırma”daki ustalığına yaptığı atıfla yine aynı adlı romanı “Kızıl Darı Tarlaları” ile 2012 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür.

1923-1976 yılları arasında Japon saldırılarına karşı direnen bir Çin köyünde yaşayan Shandong ailesinin üç kuşağının hikâyelerinin anlatıldığı Kızıl Darı Tarlaları’nda anlatıcı da yine ailenin bir üyesi olan Mo Yan’ın kendisidir. “Torun” Mo Yan ninesinden dinlediklerini bir masalcı üslubuyla kaleme alır. Bu anlatı şekli onu büyülü gerçekçilik akımına yaklaştırır. Zaten romanın ilk sayfasından itibaren uzakdoğunun Marquez’ini okuyormuş hissi yaşatır okura. Yerel öyküleri “nine”sinin ağzından anlatan bir yazarın büyülü gerçekçiliğe hizmet etmesi kaçınılmazdır. Her ne kadar yazar, Marquez’le, Kızıl Darı Tarlaları’nı yazmaya başladıktan sonra tanıştığını söylese de, Batı’nın etkisinde kaldığını itiraf etmekten de çekinmez. 2012 Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasında da bu akımdan izleri taşımasının büyük etkisi vardır. Zira edebiyat komitesi Mo Yan’a bu ödülün, “folklorik masalları, tarihi gerçekler ve günümüz öyküleriyle harmanladığı” için verildiğini açıkladı.

Trajediyle mizahın, ironiyle hüznün yer yer abartılı ve coşkulu bir anlatımla sentezlendiği Kızıl Darı Tarlaları, destansı bir hava da taşır fakat olayların kronolojik bir sırayla anlatılmaması, kurgunun zamansal ve mekânsal kesintilere uğraması romanı bilindik destanlardan farklı kılar. Kahramanlıklar, acımasızlıklar, ihanetlerle örülü hikâyenin doğayla kurduğu ilişki de yadsınamaz. Romanın ismiyle de müsemma darı tarlaları yaşanan olaylar süresince renkten renge resmedilerek acımasız Japon işgaline karşı direnen köy halkını, onların sürekli değişen duygularını temsil eder.

Mo Yan’ın en büyük başarısı, iyi-kötü tüm yaşananları detaylarıyla tasvir edebilmesidir. En trajik, acımasız, vahşi olayı an be an yaşatmadaki ustalığı savaşın vahşetine karşı nasıl bir imgelem atmosferi yarattığını gösterir. Köyün kasabına derisi zorla yüzdürülen bir direnişçinin, bir köy baskınında altı Japon askerinin tecavüzüne uğrayan ninesinin, anlatıcının annesinin kurumuş bir kuyunun içinde bebek yaştaki erkek kardeşiyle geçirdiği üç günde yaşadığı acının tasviri insanın kanını donduran cinstendir. Havadaki ağır kan kokusunu hissettirir. Kara mizahı o kadar ince kullanır ki, en vahşi ölüm sahnesini okuduktan bir cümle sonra, dudaklarda bir tebessüm yaratabilir.

“Açılmış mezarın etrafında korkuyla bekleşen bazı insanlar vardı. Kalabalığın arasına karışıp mezar içindeki o kemikleri, onlarca yıl sonra tekrar gün ışığına çıkan beyaz iskeletleri gördüm. Hangisinin komünist, hangisinin milliyetçi, hangisinin Japon, hangisinin Çinli kukla ordudan, hangisinin sivil halktan olduğunu korkarım ki eyalet parti sekreteri bile söyleyemez. Kafataslarının hepsi aynı şekildeydi, hepsi bir mezarın içine tıkıştırılmış kafatasları tam bir eşitlik içinde aynı yağmur altında ıslanıyordu. Solgun iskeletlere vuran ince yağmur damlaları güçlü ve şeytani bir ses çıkarıyordu. İskeletler sanki damıtıldıktan sonra yıllarca bekletilmiş darı içkisine batırılmış gibi soğuk suyun içine sırtüstü uzanmışlardı.”

Savaşı ve tarihsel olayları edebiyatın içine katarak Çin’in büyük direnişine dair mirasın aktarılması hususunda büyük bir açığı kapatır Mo Yan. Bunu nasıl yaptığını da şu sözlerle açıklar:

“Top ve tüfek patlamalarını duymasak da havai fişeklerin patlamalarını duyduk; birinin öldüğünü görmesek de domuz kesildiğini gördük, ben kendi ellerimle tavuk bile kestim; elimde süngüyle Japonlarla çarpışmasam da bunun nasıl bir şey olduğunu filmlerde izledim. Romancının yaptığı tarihi birebir kopyalamak değildir, bu tarihçilerin sorumluluğundadır. Romancılar savaşı, bu olguyu anlatırken, onun insan ruhunu nasıl bozduğunu ve insanın savaş süresince nasıl değiştiğini dile getirir. Demek istediğim hiç savaş yaşamamış biri de bu yollardan geçerek gerçek savaşı yazabilir.”

Savaşın vahşetinin yanı sıra, insan doğasının gizli yönlerini de anlatısının içine katar Mo Yan. Cinsellik ve açlık bunların başında gelir. Ninesiyle dedesinin karşılaştıkları ilk andan itibaren aralarında oluşan tutku ve şehvet, ikinci ninenin araya girmesiyle öfke ve nefrete dönüşür. Yine aç kalan köpek sürülerinin, direniş sırasında ölenlerin cesetlerine musallat olması ve köylülerin cesetlerini köpeklerden korumak için verdiği mücadele, insanın içindeki açlık hissini körükler.

Aşk, nefret, kıskançlık, kahramanlık, öfke, üçkâğıtçılık, korkaklık, zayıflık gibi insan ruhunun temel yönlerinin gelgitler halinde anlatıldığı bu romanda her şey zıddıyla yaşar. Cinsellik, sarhoşluk, cenazeler, açlık ve şiddet gibi gündelik hayata dair olguları bütün açıklıklarıyla ve kendine özgü bir kara mizahla aktaran Mo Yan’ın romanlarının çoğu trajediyle biter, ama içinde her zaman umut ve onur vardır.

Ödüller

1998: Neustadt Uluslararası Edebiyat Ödülü, aday

2005: Kiriyama Ödülü, Unutulmaz Eserler, Big Breasts and Wide Hips

2006: Fukuoka Asya Kültürü Ödülü XVII

2007: Asyalı Erkek Yazarlar Edebiyat Ödülü, aday, Big Breasts and Wide Hips

2009: Newman Çin Edebiyat Ödülü, Life and Death Are Wearing Me Out

2010: Honorary Fellow, Modern Language Association

2011: Mao Dun Edebiyat Ödülü, Frog

2012: Nobel Edebiyat Ödülü

Saint Petersburg şehrinde 1899 yılında dünyaya gelmiştir. Liberal bir politikacı olan Vladimir Dmitriyeviç Nabokov ve soylu bir ailenin kızı olan Elena Ivanova’nın oğludur. Ailesi ona Vladimir Vladimoviç ismini uygun görmüştür. Beş kardeşin en büyüğü olan Nabokov, çocuk yaşta İngilizce ve Fransızca öğrenmeye başlamıştır. Ailesi içerisinde farklı diller konuşulduğu için bu dilleri hemen kavramıştır. Babası tarafından tutulan Rusça hocaları sayesinde genç yaştayken Rus yazarları okumaya ve bu sayede onları tanımaya başlamıştır. Tolstoy ve Çehov’un eserlerini orijinal dillerinde okuyarak büyük ilerlemeler kaydetmiştir.

En iyi okullarda derslere giren Vladimir, babasının çalışma disiplinini ve annesinin spiritüelliğini gündelik hayatına taşır. 1917 yılında Bolşevik İhtilali’nin baş göstermesi ile beraber ailesi ile Kırım’daki Yalta’ya taşınır. Oraya da Kızıl Ordu’nun gelmesi ile oradan ayrılarak İngiltere’ye giderek, Trinity College’da Slav Edebiyatı eğitimine başlar. 1922 yılında sürgün olarak yaşayan ailesinin yanına. Berlin’e döner. Bu dönemde babasını kaybeder. Siyasi olaylardan dolayı takma isim kullanarak çeşitli eserler kaleme alan yazar, geçimini sağlamak için tenis ve futbol koçluğu da yapar. Vera Slonim isimli Yahudi bir aileden gelen Rus kızı ile dünya evine giren Vladimir, 1926 yılında otobiyografi niteliği taşıyan Maşenka isimli eserini yayınlar. Yeni bir hayat kurmak amacı ile karısı ve küçük oğlunu Dimitri’yi alarak Paris’e yerleşir.

Fransa‘da yaşadığı bu süre boyunca dergiler için Rusça bulmacalar, satranç oyunları tasarlayarak geçimini sağlar. Başyapıt niteliğinde olan Bulantı adlı eserinin Fransa’da raflarda yerini almasından hemen sonra Nazi işgali başlamıştır. Burada da aradığı huzuru bulamayacağını anlayan Nabokov en sonunda dayanamayıp hayallerin ülkesi Amerika’ya taşınır.

Burada Harvard, Cornell gibi üniversitelerde dersler vermeye başlar. En önemli eserlerine burada imzayı atan yazar, Lolita ile yazarlık kariyerinde zirveyi yaşamıştır. Bir anda bir çok insanın ilgisini üstüne çeken yazar, Amerikan vatandaşı olmaya karar verir. Romanlarından elde ettiği kazanç sayesinde İsviçre’ye gitmeye karar verir. Burada bir otelin üst katında eşi ile birlikte ölünceye kadar yaşar. Eşi, çocuklarının annesi olmasının yanında, sekreteri, basın danışmanı, editörü olmuştur. 1967 yılında diğer büyük eseri olan ve 999 satırlık bir şiirden oluşan Solgun Ateş adlı eseri yayınlar.Vladimir Nabokov dünyanın tanıdığı ve beğenerek okuduğu Amerikalı bir yazar olarak, İsviçre’de hayata veda etmiştir.

Eserleri:
*Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı
*Lolita
*Pnin
*Solgun Ateş
*Ada ya da Arzu
*Saydam Şeyler
*Laura’nın Aslı

Taner Tunç

“Bir yazar bir şairin hassasiyetine ve bir bilim insanının hayal gücüne sahip olmalıdır.”

1 “Edebiyat bir türetmedir. Kurmaca ise hayal ürünü. Bir öyküyü doğru bir öykü olarak adlandırmak hem doğruluğa hem de sanata karşı bir hakarettir.”

2 “Bu bireysel bir tepkidir: Sakince oturmak ve yazmak, yazmak, yazmak ya da uzun uzun düşünmek. Bu ikisi aşağı yukarı aynı şey.”

3 “Yazarın değerlendirilebileceği üç farklı bakış açısı var: Bir hikâye anlatıcısı, bir öğretmen ya da bir büyücü olarak düşünülebilir. Büyük bir yazar bu üç kimliği kendinde barındırabilendir. Ama özellikle büyücü kimliği en ağır basandır ve onu iyi bir yazar yapandır. Büyük bir yazarın üç yönü (büyü, hikâye ve ders), birleşik ve eşsiz bir görkemin etkisinde harmanlanmaya meyillidir. Çünkü sanatın büyüsü, hikâyenin bütün kemiklerinde ve düşüncenin iliklerinde mevcuttur. Biz de büyük bir duygusal ve entelektüel zevkle sanatçının kartlardan kalesini inşa etmesini ve bu kart kalesinin nasıl çelikten ve camdan muhteşem bir kaleye dönüştüğünü izleriz.”  

4 “Düşünce yazıya aktarıldığında daha az kasvetli hale geliyor. Ama kanserli tümör gibi bazı düşünceler ifade edildiğinde, kesip atıldığında eski halinden daha kötü ve büyük bir hal alıyor.”

5 “Özgür bir ülkedeki hiçbir yazarın duyusal ya da duygusal olan arasındaki net çizgiye aldırış etmesi beklenmemeli. Bu mantık dışıdır. Ben dergilerde fotoğrafları yayınlanan ve üstadının kıkırdamasını provoke edecek kadar alçak ve posta müdürünün suratını asacak kadar yüksek boyun hattına sahip genç memeliler gibi poz verenlerin düşüncelerinin doğruluğuyla rekabet edemem, onlara ancak hayranlık duyarım.”

6 “Yazarın işi ana karakteri bir ağaca çıkarmak ve ağaçtayken de ona taş atmaktır.”

7 “Yazar kitabını yazarken bile, dengesiz beyinlerden aşırılan düzensiz parçaları bir araya getirmeye çalışırken kendi gezegeni hakkında ne kadar az bilgiye sahip olduğunun son derece acı bir şekilde farkındadır.”

8 “Yazmanın verdiği hazlar, okumanın verdiği hazlarla bire bir uyuşmaktadır.”

9 “Tıpkı yetenekli yazarlar ailesinin ulusal bariyerlerin ötesine geçmesi gibi, yetenekli okur da evrensel bir figüre dönüşür. Mekânsal ya da zamansal yasalara tabi olmaz. Sanatçıları, imparatorlar, diktatörler, rahipler, bağnazlar, kültürsüzler, siyasi ahlakçılar, polisler ve ukalalar tarafından yok edilmekten tekrar tekrar kurtaran kişi iyi, mükemmel okurdur. Bu okur belirli bir ulusa ya da sınıfa ait değildir. Hiçbir bilinç yöneticisi ya da kitap kulübü bu okurun ruhunu yönetemez. Kurmaca esere olan yaklaşımı, vasat okurları kendilerini bir karakterle ya da boş tanımlamalarla özdeştirmesine iten çocuksu duygular tarafından etkilenmez. İyi, takdire değer bir okur kendisini kitaptaki kızla ya da çocukla özdeşleştirmez. O kitapta tasarlanmış ve işlenmiş düşünceyle özdeşleştirir. Bir Rus romanında Rusya’yla ilgili bilgi aramaz, çünkü bilir ki Tolstoy ya da Çehov’un Rusyası tarihin bilindik Rusyası’na benzemez. O Rusya, bireysel dâhiler tarafından hayal edilmiş ve yaratılmış özel bir dünyadır. İyi okur genel düşüncelerle ilgilenmez, dikkatini belirli bir görüşe verir. Bir romanı ona bir grupla iyi anlaşması konusunda yardım ettiği için sevmez. Romanı sever çünkü o metnin her detayını özümser ve anlar, yazarın keyif alınması için yazdığı satırlardan keyif alır, içten içe ışık saçar. Büyük sanatçıların yarattığı karakterlerin, bu sanatçıların okurlarının hepsi mükemmeldir.”

10 “Meşhur olan Lolita, ben değilim. Ben adı telaffuz edilemeyen gizli, çok çok gizli romancıyım.”

11 “Mürekkep bir uyuşturucudur.”

12 “Ben bir dâhi gibi düşünür, seçkin bir yazar gibi yazar ve bir çocuk gibi konuşurum.”

13 “İyi, takdire değer bir okur kendisini kitaptaki kızla ya da çocukla özdeşleştirmez. O kitapta tasarlanmış ve işlenmiş düşünceyle özdeşleştirir.”

14 “Okurlar koyun değildir, her kalem onların beğenisini kazanmaz.”

15 “Lolita’nın anlamsız olduğunu söyleyen bazı kibar ruhlar var çünkü bu kitap onlara hiçbir şey öğretmiyor. Ben ne bir didaktik kurmaca okuru ne de yazarıyım. Benim için kurmaca bir eser ancak bana estetik mutluluk olarak adlandırdığım hissi yaşattığı sürece vardır. Bu his bir şekilde, bir yerde, sanatın (merak, hassasiyet, kibarlık ve coşku) norm olduğu diğer durumlarla bağlantıda olmanın hissidir.” 

16 “Varlık, büyük, gizli ve bitmemiş bir başyapıta verilen dipnotlar dizisidir.”

17 “Benim nefret ettiğim şeyler oldukça basit: Aptallık, baskı, suç, zalimlik ve sakin müzik. Zevklerim ise insanlığın bildiği en yoğun olanlardır: Yazmak ve kelebek avlamak.” 18 “Bir yazar bir şairin hassasiyetine ve bir bilim insanının hayal gücüne sahip olmalıdır.”

19 “Edebiyat, ‘kurt, kurt’ diye ağlayan oğlanın Neandertal ovasından yanında büyük gri kurduyla geldiği gün doğmadı. Edebiyat, ‘kurt, kurt’ diye ağlayan oğlanın yanında kurdunun olmadığı gün doğdu.”

20 “Sayfalar hâlâ boş ama görünmez bir mürekkeple yazılmış ve görünür olmak için çırpınan sözcüklerin mucizevi hissi orada duruyor.”  

Çeviren: Deniz Saldıran

Rougon ve Macquart ailelerinin beş kuşak boyunca yaşamını anlatan 20 kitaplık Les Rougon-Macquart: Histoire naturelle elsociale d’une famillesous !e Second Empire (Rougon-Macquart’lar: İkinci İmparatorluk Döneminde Bir Ailenin Doğal ve Toplumsal Tarihi) dizisiyle tanınır. Zola’nın romanlarının yanı sıra Alfred Dreyfus’ü savunan “J’accuse” (İtham Ediyorum) adlı denemesi de ünlüdür.

İnşaat mühendisi olan babası bir kanal projesi alınca 1842’de ailece Paris’ten Aix-en-Provence’a taşındılar. Babasının beş yıl sonra ansızın ölümü aileyi zor duruma düşürdü. Annesi kanal projesindeki haklarını aramak için 1857’de Paris’e dönünce Zola da onun yanına giderek Saint-Louis Lisesi’ni bitirdi, ama iki kez girdiği bakalorya sınavmda başarılı olamadı. Sonraki iki yılını çoğunlukla iş aramakla ve büyük bir yoksulluk içinde geçirdi. Söylentilere göre kişisel eşyalarını rehin vermişti ve karnını yakaladığı serçelerle doyuruyordu. Sonunda 1862’de Louis-Christophe-François Hachette’in yayınevinin satış bölümünde çalışmaya başladı, daha sonra reklam bölümüne geçti. Ek gelir elde etmek için çeşitli dergilere makaleler yazdı, ayrıca boş zamanlarında öykü yazmayı da sürdürdü. 1865’te kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı, çirkinliklerin açıkça anlatıldığı ilk romanı La Confession de Claude’u (Claude’un İtirafları) yayımladı. Yapıt halkın ve polisin dikkatini çekti ve Hachette’in tepkisine yol açtı. Bunun üzerine Zola yayınevinden ayrılarak serbest gazetecilikle geçinmeye başladı.

1867’de, dehşet öğeleriyle dolu cinayet romanı Therese Raquin’i (Terez Raken, 1890, 1943/Therese Raquin, 1962, 1992) yayımladı. Bunu 1868’de kalıtım ilkelerini romana uyguladığı Madeleine Ferat izledi. 1868 sonbaharında Zola, Balzac’ın La Comedie humaine’ine benzer bir dizi roman yazmayı kararlaştırdı. Yazmaya başlamadan önce bütün diziyi tasarladığını söylemişse de gerçekte 10 romanlık bir dizi tasarlamış, yazmaya başlayınca bu sayı 20’ye yükselmişti.

Dizinin ilk kitabı La Fortune des Rougon (Rougon’ların Yükselişi, 1946) 1870’te tefrika edilmeye başladı, ama Fransız-Alman Savaşı nedeniyle yanda kaldı: 1871’de ise kitap olarak yayımlandı. Bunu beş yıl içinde beş kitap daha izledi. Satışları iyi olmakla birlikte bu altı roman fazla yankı uyandırmadı. 1877’de yayımlanan, alkolizmle ilgili L’Assommoir ise (Assommoir, 1942/Sen Bir Melektin, 1959/Meyhane. 1967, 1989) Zola’yı kitapları en çok satan yazarlar arasına soktu ve Fransa’nın en ünlü yazan yaptı. Sonraki romanlarından bazılarının satışı Assommoir’ı da aştı. Zola bu diziyi 1893’te tamamladı. Dizinin en ünlü romanları, bir fahişenin yaşamını konu alan Nana (1880; Nana, 1942,1984) ile madencilerin yaşam koşullarını anlatan Germinal‘dir (1885;Jerminal, 1941/Tohum Yeşerince, 1980/Germinal, 1984, 1992).

1860’lar ve 1870’lerde Cezanne ve Manet ile Monet, Degas ve Renoir gibi izlenimci ressamları savunan gazete makaleleri yazdı. Sanatla ilgili farklı kuramların tartışıldığı çevrelere katıldı. Buna karşılık, yaratıcı potansiyelini gerçekleştiremeyen ve bu nedenle de kendini asan bir ressamı konu aldığı L’Oeuvre (1886; Eser, 1945) adlı romanının yayımlanması başta Cezanne olmak üzere ressam dostlarıyla arasının açılmasına neden oldu. Zola 1870’le beş yıldır birlikte yaşadığı Gabrielle-Eleonore-Alexandrine Meley ile evlendi.

Doğalcılığın kurucusu ve en ünlü temsilcisi olarak sanatla ilgili görüşlerini açıklayan, Le Roman ecperimental (1880; Deneysel Roman) ve Les Romanciers naturalistes (1881; Doğalcı Romancılar) gibi incelemeler yayımladı. Doğalcılık iki bilimsel ilkenin edebiyata uygulanmasını içeriyordu: Belirlenimcilik ve deneyci yöntem. Ona göre insanın karakter, huy ve davranışını kalıtım, çevre ve içinde bulunduğu tarihsel an belirliyordu. Deneyci yöntem ise doğru ve kesin verilerin nesnel bir biçimde kaydım gerektiriyordu.

En karamsar ve açık sözlü romanlarından La Terre’in (1887; Toprak, 1946, 1992) yayımlanması üzerine genç kuşaktan beş yazarın Le Figaro gazetesinde sert eleştirilerine hedef oldu. Fransız hükümeti ile ordusunun Fransız-Alman Savaşı (1870-71) sırasındaki politika ve eylemlerini eleştiren romanı La Debâcle (1892; Çöküş) hem Fransızların hem de Almanların yoğun tepkileriyle karşılaştı. Bütün ününe karşın. 19 kez aday olduğu halde Academie Française’e üye seçilemedi.

Zola’nın girdiği tartışmalar içinde en ünlüsü Dreyfus Olayı’yla ilgiliydi. Fransız ordusu subaylarından Yahudi asıllı Alfred Dreyfus 1894’te vatana ihanetle yargılanmış ve suçlu bulunarak ömür boyu hapse mahkûm olmuştu. Bu olay, 12 yıl süren ve dönemin toplumsal-siyasal tarihinde derin iz bırakan bir tartışmaya yol açtı. Dreyfus’ün suçsuzluğuna inanan Zola 13 Ocak 1898’de L’Aurore gazetesinde Fransız genelkurmayım suçlayan ve “J’accuse” sözleriyle başlayan bir açık mektup yayımladı. Bazı yüksek rütbeli subayların ve Savaş Dairesi’nin gerçekleri gizlediğini ileri sürdü. Zola, iftira etmekle suçlanarak yargılandı; suçlu bulununca, temyiz mahkemesinin kararını beklemeden Temmuz 1899’da İngiltere’ye kaçtı. Dreyfus Davası’na yeniden bakılacağını ve olasılıkla ilk kararın bozulacağını duyunca Haziran 1900’de Fransa’ya döndü. Zola’nın Dreyfus ile ilgili tartışmaya katılması, Fransa’da antisemitizmin ve militarizmin gerilemesine katkıda bulundu.

Zola’nın Les Trois Villes (1894-98; Üç Kent) ve Les Quatre Evangites (1899-1903; Dört İncil) adlı son iki roman dizisinin öncekiler kadar güçlü olmadığı genellikle kabul edilir. Bütün yaşamının ve yapıtlarının temelinde yatan değerler ise bir bakıma son dizisindeki romanların adlarına yansımıştır: Fecondite (1899; Döl Bereketi, 1945, 1992). Travail (1901; Emek, 1946, 1992), Verite (ös. 1903; Hakikat, 1929/Gerçek, 1965, 1989) ve yarım kalan Justice (Adalet).

Zola ve karısı 28 Eylül 1902’de Paris’teki evlerinde bacadaki bir tıkanıklık yüzünden uykuda karbon monoksit gazından zehirlendiler. Yardım geldiğinde Zola ölmüştü, karısı ise birkaç gün sonra iyileşti. (Günümüzde bile bacanın Dreyfus karşıtlarınca tıkandığına inananlar vardır.) Zola’nın cenazesi devlet töreniyle kaldırıldı; 1908’de ise Pantheon’a nakledildi.

Zola’nın Türkçede yayımlanmış diğer eserleri:

  • La Curee (1872; Tazı Payı, 1941/Aşk Bitmesin, 1970/Oyun Bitti, 1976),
  • La Conguete de Plassans (1874; Plassans Papazı. 1944),
  • La Faute de l’abbe Mouret (1875; Rahip Mauret’nin Günahı. 1943).
  • Une Page d’amour (1878; Bir Aşk Sayfası. 1944, 1992/Bir Aşk Hikâyesi. 1968, 1990),
  • Au bonheur des dames (1883; Kadınların Saadeti, 1971/ Aşkların En Güzeli, 1971),
  • La Joie de vivre (1884; Yaşama Zevki, 1945/ Birleşen Ruhlar (1972),
  • Le Reve (1888; Hülya, 1945/Rüya, 1974),
  • La Bete humaine (1890; Beşerdeki İfrit, 1944/Hayvanlaşan İnsan, 1969),
  • L’Argent (1891; Para, 1947) ve
  • Le Docteur Pascal (1893; Doktor Pascal, 1943)

Değerlendirme

Zola’nın sanayi toplumunun yoğun hareketliliğini ve yabancılaşmasını şiirsel bir anlatımla sergilediği romanların çağdaş edebiyat üzerinde büyük etkisi olmuştur. Bu etki, örneğin varoluşçu roman kadar Fransa’daki yeni roman akımında da gözlenebilir. İçerdikleri görsellik ve hareket nedeniyle onun romanlarının sinemanın öncülü olduğu bile söylenmiştir.

Zola yalnızca Avrupa’nın en büyük romancılarından biri olarak değil, aynı zamanda gerçeğin ve adaletin savunucusu, yoksulların ve ezilenlerin yanında bir eylem adamı olarak da değerlendirilir. Gerçekten, Zola’nın yapıtlarının kalıcılığı, sanatsal niteliklerinin yanı sıra, toplumsal adaletsizliği açık bir biçimde sergilemesinden ve insanlığın durumunun bireysel ve kolektif eylemle düzeltilebileceğine olan sarsılmaz inanandan da kaynaklanır.

AnaBritannica – Turkedebiyati.org

İnsan üzüntülerini anlatarak başkasını memnun etmemeli.

Okullarda beyinleri yıkanan genç kuşaklar yönetimde görev aldıkları zaman ülke çıkarlarının değil kendilerini eğitenlerin sözcüleri olacaktır.

Bana sorarsanız eğer bu hayata ne yapmaya geldin diye size şunu söyleyeceğim Ben bu hayata sonuna kadar yüksek sesle yaşamak için geldim.

Erkeği erkek yapan kadındır.

Saygı olmayan yerde aşk da olmaz.

Dünyayı bir günde yıkıp yeni baştan yapamazsınız. Bir günde her şeyi değiştireceklerini söyleyenler ya şarlatan ya da alçaktırlar.

Politika palavradır!

Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramayacaktır.

Bir kişiye karşı yapılmış haksızlık bütün insanlığa karşı yapılmış haksızlık demektir.

Ben sözcükleri sevmem…İnsan birini sevdi mi, yapabileceği en iyi şey onu göstermektir.

Yalnız olmak daha iyidir anlaşmazlığa düşecek kimsen olmaz böylece.

Yeni bir keşif için, yeni yerler değil, yeni bir bakış açısı gerekir.

İnsan en çok kaçtığı şeyden asla kurtulamıyor.

Bir tek yaptıklarımızın bir anlamı vardı. Ne dediğimiz, ne düşündüğümüz hiç mi hiç önemli değildi.

Bizi mutlu kılan insanlara gönül borcu duymalıyız. Onlar, ruhlarımızı çiçeklendiren cennetlik bahçıvanlardır.

Hayatınızın üstünde hep bir gökyüzü parçası bulundurmaya çalışın.

Kederler, düşüncelere dönüştükleri anda bize acı çektirme güçlerini yitirirler.

Kitaplar sessizliğin çocukları ve yalnızlığın yapıtlarıdır.

Achille Adrien Proust ile Jeanne Clémence Weil’in oğulları, Valentin Louis Georges Eugène Marcel Proust 10 Temmuz 1871’de Paris’in güneyinde Auteuil’de büyük amcasının evinde dünyaya gelir. Babası ünlü bir patalog ve epidemi uzmanıdır, annesi ise Alsace’lı zengin Yahudi bir ailenin iyi eğitimli kızıdır. Kültürlü, varlıklı bir ailede mutlu bir çocukluk dönemi geçiren Marcel, 1881’de 10 yaşında bütün yaşamını etkileyecek ciddi bir astım nöbeti geçirir. Paris’teki Condorcet Lisesi’nde okur. Anne ve babası diplomat olmasını isteseler de, sağlık problemleri buna izin vermez.

1888 yılında dönemin ünlü fahişesi olan Laure Heyman’a platonik bir aşkla tutulur. Bu kadın daha sonra Swann’ın Bir Aşkı romanında Odette olarak karşılık bulur. Zaten onun hayatındaki birçok insan, eserlerinde farklı bir isimle roman kahramanına dönüşecektir.

1890 yılında Siyasal Bilimler Özel Okulu’na ve Paris Hukuk Fakültesi’ne kaydını yaptırır. 1892 yılında lise arkadaşları ile birlikte Le Banquet adlı dergiyi kurar; daha sonra La Revue Verte, La Revue Lilas, La Revue Blanche adlı dergilerde ve Le Mensuel adlı gazetede yazıları yayımlanır. 1893 yılında Paul Valéry, Fernand Gregh, Léon Blum gibi isimlerin yer aldığı Kanaklar Akademisi diye adlandırılan topluluğu yönetir. Yine aynı yıl L’Indifférent (İlgisiz Adam) adlı öyküsünü yazar. İki yıl sonra La Vie Contempordine adlı dergide yayımlanacak bu metin, Un Amour de Swann (Swann’ın Bir Aşkı) adlı ünlü romanının ilk taslağı olarak kabul edilir. 1894 yılında Dreyfus olayı başladığında kardeşi ile Dreyfus yanlıları arasında yerini alır. 1895 yılında felsefe lisansını tamamlar; 1896 yılında ise Les Plaisirs et Les Jours (Hazlar ve Günler) adlı derlemesi yayımlanır.

“Hırs insanı şan ve şöhretten daha çok sarhoş eder; arzu her şeyi yeşertirken sahip oluş soldurur; hayatı yaşamaktansa düşlemek yeğdir; kaldı ki yaşamak da bir bakıma hayatı düşlemektir, ama hem gizemi hem de netliği azalmış bir düştür bu, geviş getiren hayvanların cılız bilincindeki dağınık düşlere benzer, karalık ve ağır bir düş.” (Hazlar ve Günler)

Proust, eğlenceye son derece düşkündür ve hiçbir zaman düzenli bir yaşamı olmaz. Babası onu çalışması konusunda sürekli uyarır. Marcel, onu mutlu etmek için Mazarine Kütüphanesi’nde gönüllü olarak çalışmaya başlar, ancak hastalık bahanesiyle uzun sürecek bir izne çıkar, 1900 yılında ise istifa ederek ayrılır.

Gündüzleri bitkin bir şekilde yatar; geceleri ise davetten davete koşar. Ancak eve döndükten sonra gördükleri, duydukları ve gözlemledikleri hakkında sayfalarca not tutar. Yeni tanıştığı insanlarla konuşurken uzun cümleler kurar ve konuştuğu kişilerden konuşulan konu hakkında ayrıntılı tasvirler yapmalarını ister.

Mason Currey’in yazdığı Günlük Ritüeller: Büyük Eserlerin Yaratıcıları Nasıl Çalışır adlı kitapta, Proust’un öğleden sonra üç, dört hatta bazen altı gibi kalkıp, önce kronik astımını rahatlatmak için bir tutam afyondan yapılan Legras tozunu yaktığı, ardından yardımcısı Celeste’in sert bir kahve ve kruvasan getirdiğini yazar. Yardımcısı daha sonra “Gün boyu sadece iki fincan cafe au lait içip iki kruvasan yiyerek yaşayan birini hiç duyma­dım. Hatta bazen sadece tek kruvasanla! Proust’un neredeyse hiçbir şey yemediğini söylemek abartı olmaz” diyecektir.

Proust, adından sıklıkla söz ettirecek yapıtını ise ailesini kaybettikten sonra yazmaya başlar. Ailesi ile yaşayan Proust’un ilk olarak ağabeyi evlenir ve taşınır. Daha sonra babasını kaybeder Proust, 1905 yılında 56 yaşındaki annesinin ölümüyle tam anlamıyla yıkılır. Annesine tutkuyla bağlı olan Proust’un sağlığı bozulur, bir kliniğine yatarak altı hafta tedavi görür. Sonrasında kendini yazmaya adar.

Proııst, bu mutsuz döneminde 20. yüzyılın en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen A la Recherche du Temps Perdu (Kayıp Zamanın İzinde) adlı yapıtını kaleme alır. Söz konusu romanını yazmak için uzun yıllarını harcayan Proust, yayımcı bulma konusunda da büyük bir zorluk çekmesine karşın amacına ulaşır. Yazma ve basım sürecinde çok emek harcadığı bu yapıtı yedi ciltten oluşur: Du Côte de Chez Swann (Swann’ların Tarafı), Al ’Ombre des Jeunes Filles en Fleurs (Çiçek Açmış Kızların Gölgesinde), Le Côté de Guermantes (Guermantes Tarafı), Sodome et Gomorrhe (Sodom ve Gomorra), La Prisonnière (Mahpus), La Fugitive Albertine Disparue (Albertine Kayıp), Le Temps Retrouvé (Yakalanan Zaman).

Neredeyse beş yüze ulaşan karakter sayısı ve kapsadığı uzun zaman dilimi nedeniyle bu yapıt, yazın alanında köklü değişikliklere öncülük eder. Geçmiş ve şimdiki zaman ekseninde kurgulanan yapıtta biyografik unsurların yanı sıra, Proust’un aşk acısını, hayal kırıklıklarını ve duygu değişimlerini mecazi bir anlatımla dile getirmesi okurun ilgisini çeker, çünkü Proust için dilin niteliği herhangi bir ahlak ya da estetik sisteminden daha önemlidir. Zaten yapıtta yer alan bütün kişilerin kendilerine özgü dilleri vardır. Nitekim Proust’un dili, sayfalarca süren cümleleri, duygusal, ruhsal analizleri, yazarı ve söz konusu romanı özel kılar. O dönemde yaşanan toplumsal değişimlerin, burjuva sınıfının, eşcinselliğin konu edildiği, aşk ve kıskançlık gibi unsurlarla donatılan 4000 sayfalık bu başyapıt, bütün eser boyunca adı sadece birkaç kez geçen Marcel adlı bir kahramanın yazma serüveninin anlatısıdır.

Çeşitli sindirim sorunları nedeniyle günde bir öğünden fazla yiyemeyen, duyarlı bir deriye sahip, yüksekten korkan, çok yüksek sesle öksüren, pencerelerinin tüm perdeleri sımsıkı kapalı bir odada yataktan çıkmaya üşenen, kitabını genelde yattığı yerden yazan, günlük yaşantısının veya alışkanlıklarının değişmesine katlanamadığı için yolculuğa çıktığında mutlaka öleceğini düşünen Proust, garip arzuları nedeniyle gençliğinde flört sorunları yaşadığından aşkta daima karamsardır.

Hep evleneceğini söylediği halde hiç evlenmeyen, ama söylediğine göre en az on beş kez nişanlanan, arkadaşları tarafından anlaşılmadığını düşünen, buna rağmen son derece nazik davranan, yaşamı boyunca sadık kaldığı zevksiz mobilyaları, sürekli üşüdüğünden yaz aylarında bile akşam yemeklerinde palto giyen Proust, annesi öldüğünde “Yaşamım artık o biricik amacını, biricik tatlılığını ve biricik tesellisini yitirdi, anneciğim ölürken küçük Marcel’i de yanında götürdü” diyecek kadar düşkündü.

Stefan Zweig’ın, Marcel Proust’un Trajik Yaşamı adlı biyografik denemesinde yazdığı gibi, Proust hastalığı nedeniyle çocukluğunu yaşayamaz; buna karşılık daha küçük yaşlarda gözlemci olur. Her zaman uyanık olan gözleri etrafında olup bitenleri bir projektör gibi izlediği için, belleği, insan ilişkilerini algılama biçimine ve toplumsal yaşamdaki ayrıntılara benzersiz bir düzeyde yoğunlaşır. Kırılgan, her zaman tedirgin ve ölçüsüz derecede duyarlıdır. Tam bir doğa tutkunu olmasına rağmen, özellikle ilkbahar aylarında polenlere karşı olan alerjisi nedeniyle doğaya çıkması yasaktır. Bu hastalık seyahat etmesini büyük ölçüde engellediği için gidemeyeceği yerleri kitaplardan öğrenmek amacıyla durmaksızın kitap alır, okur.

Kaynak

Batı Kültür ve Edebiyatlarında Yüzyıl Dönümü, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Marcel Proust’ta Zaman, Marcel Proust: Günlük Ritüeli, Yaşamı ve Sinirbilimle İlişkisi, Proust’un Zamana Karşı Zaferi: Kayıp Zamanın İzinde, Proust’un Romanlarında Değişim ve Gerçeğin Keşfinde Zamanın Rolü

Marguez diyor ki: “Gerçek dost, elini tuttuğunda kalbine de dokunandır.”

Marguez’den Yaşam İçin 13 İfade

1. Seni sen olduğun için değil, senin yanında olduğum zaman ben olduğum için seviyorum.
2. Hiç kimse senin gözyaşlarını haketmez, onu hakeden seni asla ağlatmayacak olandır.
3. Birinin seni senin istediğin gibi sevmemesi onun seni tüm varlığıyla sevmediği anlamına gelmez.
4. Gerçek dost, elini tuttuğunda kalbine de dokunandır.
5. Birini özlemenin en kötü yolu, yanyana oturduğun halde onu hiçbir zaman elde edemeyeceğini bilmendir.
6. Üzüntülü olduğun zamnlarda bile gülümsemeyi asla bırakma, biri gülümsemene aşık olabilir.
7. Bu dünyada bir insan olabilirsin ama birisi için bir dünya olabilirsin
8. Zamanını seninle geçirmekle ilgilenmeyen biriyle zamanını harcama.
9. Belki de Allah doğru kişi ile karşılaşmadan önce yanlış insanlarla karşılaşmamızı istemiştir, böyle olunca minnettar olacağızdır.
10. Bir sona geldiğin için ağlama, onu yaşadığın için gülümse.
11. Seni kıracak insanlar her zaman olacaktır, öyleyse güvenmeye ihtiyacın var, sadece dikkatli ol.
12. Daha iyi bir insan ol ve yeni bir insanla karşılaşmadan o kişinin de senin kim olduğunu bildiğini ümit etmeden önce kendinin kim olduğunu bildiğinden emin ol.
13. Çok fazla uğraşma, en iyi şeyler ummadığın zamanda olur.

Nobel edebiyat ödüllü yazarlardan olan Gabriel Garcia Márquez, büyülü gerçekçilik akımının önde gelen temsilcilerindendir. Dünya edebiyatının en yetkin kalemlerinden biri olan Márquez, ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ romanında büyülü gerçekçilik akımını ustaca kullanmıştır. Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Márquez, yazın hayatı boyunca dünya edebiyatına birçok eser bırakmıştır. 2014 yılında hayata gözlerini yuman Márquez’in hayatı edebiyatseverler tarafından merak ediliyor. Peki, Gabriel Garcia Márquez Kimdir? Gabriel Garcia Márquez’in eserleri nelerdir?

Gabriel Garcia Márquez’in Kariyeri

Yoksul bir ailede büyüyen Gabriel Garcia Márquez, uzun yıllar Roma ve Paris’te muhabirlik yaptı 1958 yılında doğduğu şehre dönen usta yazar, Caracas’a gazeteci olarak çalışmaya başladı. 1960 yılında ise Mexico’da senaryo yazarlığı ve gazetecik görevlerinde bulundu. Daha sonra yazın hayatına başlayan Márquez, ‘Kırmızı Pazartesi’ romanı ile Nobel Edebiyat Ödülü kazandı. Kariyeri boyunca birçok yapıtı kaleme alan usta yazarın en önemli kitabı ise Latin Amerika’da büyülü gerçekçilik olarak anılan akım ile ortaya koyduğu ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ isimli romanıdır.

1958 yılında Barcho Pardo ile dünyaevine giren Gabriel Garcia Márquez’in Rodrigo Garcia ve Gonzalo isminde iki çocuğu vardır.

Kolombiya doğumlu Gabriel Garcia Marquez, 6 Mart 1927 yılında dünyaya geldi. Lisans eğitimini Kolombiya Ulusal Üniversitesinde ve Cartagena Üniversitesinde hukuk ve gazetecilik bölümünde tamamladı.1973 yılında Barcelona’ya yerleşen ünlü yazar 17 Nisan 2014 yılında Meksika’da vefat etti.

Gabriel García Márquez Başlıca Yapıtları

  • Başkan Babamızın Sonbaharı, 1982.
  • Bir Kayıp Denizci, 1982.
  • Kırmızı Pazartesi, 1983.
  • Şer Saati, 1983.
  • Yaprak Fırtınası, 1983.
  • Yüzyıllık Yalnızlık, 1984.
  • Kolera Günlerinde Aşk, 1989.
  • Labirentindeki General, 1990.

Iwan Sergejewitsch Turgenew

Sevilmeden sevmekten daha feci bir şey yoktur.

Dünyada en iyi şey huzur içinde kalabilmektir.

Mutluluk bizim bulunmadığımız yerlerdedir.

İhtiyaç her şeyi öğretir, birçok şeylerden de vazgeçirir.

Öyle bir an gelir ki; bazı yolların dönüşü, bazı hataların özrü, bazı insanların anlamı olmaz. 

İradesi zayıf insanlar bir şeye kendiliklerinden son veremezler, bunun onun dışında oluşmasını beklerler.

İvan Sergeyeviç Turgenyev kimdir?

İvan Sergeyeviç Turgenyev, 9 Kasım 1818 tarihinde Rus İmparatorluğu‘nda dünyaya geldi. Babası soylu bir aileden olsa da, ilerleyen dönemlerde yoksullaşmış bir süvari albayıydı. Annesi ise, okumuş, genel kültür sahibi, eğitime fazlasıyla düşkün bir insandı. Malikanesindeki kölelere, bir suç işledikleri zaman acımasızca cezalar verir, yeri geldiği zaman kırbaçlatırdı. Turgenyev, daha genç yaşlarında gördüğü tüm bu acımasızlıklar sayesinde yavaş yavaş fikirlerini oturtmaya başlar. 

Ailesiyle birlikte 1827 senesinde Moskova’ya göçtükten sonra özel bir okulda eğitim görmeye başladı. Özel okuldaki eğitiminin yanı sıra, özel öğretmenlerden de dersler aldı. Çocuk yaşlarındayken Almanca, İngilizce ve Fransızca’yı anadil seviyesinde konuşmaya başlamıştır. 

İlerleyen dönemlerde Moskova ve Petersburg üniversitelerinde eğitim gören Turgenyev, Felsefe Fakültesi‘nden iyi dereceyle mezun oldu. 

Buradaki mezuniyetinin ardından Almanya’ya giden Turgenyev, burada da Berlin Üniversitesi‘nde okumaya başladı ve 4 sene burada kaldı. Burada kaldığı süre boyunca tarih, klasik filoloji dallarında çalışmalar yapmasının yanı sıra, Latince ve Yunanca öğrendi. Rusya’ya döndükten sonra bir sınava girerek profesör olmaya hak kazandı. 

1842 senesinde -ki bu sene Turgenyev için bir dönüm noktasıdır- meşhur Rus eleştirmen Belinski ile tanıştı. Belinski’nin ilişkili olduğu insanlar, toprak köleliğine karşı duran aydın kesimdir. O yüzden Turgenyev’in İlk yazınsal denemeleri dışında ilk ciddi çalışmaları 1842 senesine rastlar. Seçtiği yol; Puşkin’in ortaya attığı ve Gogol’un geliştirdiği gerçekçiliktir. Onu üne kavuşturan ilk yapıtı ise “Bir Avcının Notları” isimli yazı dizisidir. 1880 senesindeki baskısında bu kitap 25 öykü içerir. Öykülerin konuları; toprak ağası ve köylünün yaşayışı, içinde bulunduğu koşullardır.

1852 senesinde Gogol öldükten sonra bir yazı kaleme alan Turgenyev, yazısı sansürlendiği halde bir dergi tarafından yayınlanınca 1 ay hapis yattı. Hapisten çıktıktan sonra da yaklaşık bir sene polis gözetiminde yaşadı. 1855 senesinden sonra büyük romanlarını yayınlamaya başladı. Bu romanlarda tıpkı annesi gibi; kültürlü çiftlik sahiplerini canlandırır ve tümünde evrimci-liberal bir dünya görüşüne sahiptir. 1862 senesinde sonra yayınladığı her romanından sonra, bir eleştirmenin saldırısına maruz kalmıştır. Turgenyev, yaklaşık iki sene süren bir hastalıktan sonra 3 Eylül 1883 tarihinde Paris yakınlarındaki Bougival kasabasında hayatını kaybetti. Cenaze merasimi Petersburg’da yapıldı. Turgenyev’in en önemli eseri olarak görülen “Babalar ve Oğullar” Nihilizmin temel taşı sayılır. 

ESERLERİ : Bir Avcının Notları, Rudin, Asilzade Yuvası, Arefe, Babalar ve Oğullar, Tuğbay, Ham Toprak, Duman, Bozkırda Bir Kral Lear, İlk Aşk, Turgenyev’in Mektupları 

Comments are closed.